AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi 104. Sayı Yayın Kurulu Cennet Akıncı Gülbike Yıldırım Onur Keşaplı Orçun Üzüm Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak Avluda Çılgınlar Francisco Goya 1794 Arka Kapak Korkunun Budalalığı Francisco Goya 1824 Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com
www.azizmsanat.org
İÇİNDEKİLER
4 15 Temmuz’a Dair
6 10
Sorularım Nilgün Zülfü Işık
Geleceği Yok Etmek Sude Özben
Yarını Bugünden Kurmak Orçun Üzüm
Editörden
18 22 23 27 30 33
Neyin Filmi Olur? Ufuk Aksoy
Aynalar Nilay Yıldırım
12 Punto Cennet Akıncı
Resif ve Köpekbalıkları Fırat Tunabay
4 EDİTÖRDEN
Cumhuriyet tarihinin en tekinsiz ve karanlık Temmuz’unun ardından, emperyalizmin ve kapitalizmin oyuncağına dönüştürülen ülkemizin darbe girişimi ve beraberinde olağanüstü hal ile tanışması, gerçeklik ile bağı her geçen gün seyrelen kitlelerin algısını sarstı. Bu sarsıntı kavramların boşalım sonra posalar halinde havada uçuştuğu gerçekliğin aşırılaştığı bir atmosferde devam etmekte. Öyle ki 1982’de, dünyanın en başarılı darbesinin, yani faşizmi bir koçbaşı olarak kullandıktan sonra süpürülmüş sahneye serbest piyasa ekonomisini yerleştiren 12 Eylül’ün, anayasasına “evet” derken, olağanüstü halin gündelik hayatın yegâne gerçekliğine dönüşeceğini kimsenin öngörememesi gibi, günümüzde halen o kurumlarla yaşadığımızı, canhıraş savunduğumuz demokrasinin yüzde on duvarları ardına gizlendiği çoktan unutulmuştu. Tahmin edileceği üzere ülkede herkesin değindiği 15 Temmuz ile ilgili olarak ne yazık ki güncelliğini koruyan bildirimizi 104. sayımızın sayfalarımıza taşırken ek olarak “demokrasi sevdalısı” gözükmeyen sanatçılara yönelik yaptırım uygulayacağını duyuran yapımcı ve oyuncu müsveddeleri ile geçtiğimiz yıl imzaya sunulan barış bildirgesine adlarını yazdırmış kimi sinemacıların McCarthy dönemi cadı avını çağrıştıracak şekilde “vatan haini” damgası ile liste halinde paylaşıma sunanların kara lekeler olarak not düşmeliyiz.
5 Bu ay, çekmiş olduğu kısa metraj çalışmalarla elde ettiği uluslararası başarısını ilk uzun metrajı Devremülk ile taçlandıran, “bağımsız sinemacı” klişesinin hakkını gerçekten verebilmiş yönetmen Ufuk Aksoy’un, sinema sektörü/ pazarına dair haklı bir yıkıcılık ve son derece önemli tespitler ile yapıcılık barındıran yazısı Azizm’de. Kulağa fazla iddialı gelmesine karşın, gerçekliği bir hayli kuvvetli söylemimiz ile altını çizmek gerekirse, edebiyatımızın geleceğine dair adları barındıran künyemizde bu ay, genç kalemlerin öykü, şiir ve denemeleri yer alıyor. Eleştiri ve katkılarınızı bekliyoruz, Sanatla kalın dostlar. Azizm’in Notu: Eylül 2016 tarihli Azizm Sanat E-Dergi’nin 105. Sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video ve fotoğrafı, 29 Ağustos tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
6 15 TEMMUZ’A DAİR Olup biten her şeyi benmerkezci dünyaları ile hafife alan, hiçbir yerde bulunmadığına inandıkları “orantısız zekâ” coşkusuyla yaratıcılık yoksunu benzetmelere başvuran türevlerin, ısrarla “oyun, tiyatro, film, müsamere” adını verdikleri 15 Temmuz 2016 gecesinden bu yana yaşananlar, yüzlerce kişinin ölümü ve binlerce kişinin tutuklanması ile –şimdilik- sonuçlanmıştır. “Oyun” denilen süreç, 27 Mayıs 1960-12 Mart 1971 arasında ülkemizde meydana gelen başarısız darbeler silsilesinin devamı değil ancak benzeridir. Ek olarak Kubilay’ın katledilmesinden bu yana, yani 86 yıl sonra, ilk kez bir ordu mensubu yobazlar tarafından benzer bir vahşetle öldürülmüştür. Sırf bu iki gerçekliğin bile “oyun” vb benzetmeleri buharlaştırması beklenirken ısrarla aynı yakıştırmalara devam edenlere özellikle son 15 yıldır Türkiye’de yaşananların pekâlâ oyuna benzetilebileceğini, her şeyin oyun olduğu bir ortamda ise aynı zamanda hiçbir şeyin oyun olamayacağını hatırlatmak gerek. İdeoloji ve zihniyetin halen en keskin belirleyen değerler olduğu günümüzde tüm meselelere giyim kuşam üzerinden yani “sivilasker” ikilemi üzerinden yaklaşılmasının da kabak tadı verdiği unutulmamalı. Geldiğimiz nokta, ülkede haddini aşacak şekilde hâkimiyet kurmuş olan iktidardaki zihniyetin, gerçek anlamda liberal olmaktan bile aciz “kanaat önderleri”nin haklıymışçasına sivil-asker/darbe söylemini yükselterek destekleyeceği yeni bir zafer kazanmış olması. Bu zaferi müthiş bir örgütlülük ile sokakları vahşi gösterilerle ele geçirmeleriyle taçlandırmaları, hali hazırda işlevsiz olan meclisin bir bütün olarak biat edişi ile beraber düşünüldüğünde muazzam bir silaha dönüşeceğini gösteriyor. Sermaye destekli dinci gericiliğin hoşgörüsüne sığınma/maruz kalma tehlikesi kesinlikle oyun değil hakikattir. Yakın geleceğin daha da tehlikeli olduğunu belirtmek ise umutsuzluğun değil bu hakikatin
mecburiyetidir. Dizginlerinden tümüyle sıyrılmış, başarısızlık abidesi dış ilişkilerine rağmen sermayenin vazgeçemeyişi ve akıldışı bir yığın desteği ile ayakta durabilen iktidarın, öyle veya böyle bir darbe atlatarak en vahşi seçmen kitlesi ile güpegündüz insan katlederek kent merkezlerini işgal etmesi, ülkemizin aydınlanmacı, cumhuriyetçi ve sosyalist güçlerinin acilen somutluk kazanmaları ihtiyacını doğurmaktadır. Bu toprakların en güçlü başkaldırısı, Gezi Parkı ile ateşlenen Haziran Direnişi, cemaat ile henüz barışık olduğundan günümüze göre daha güçlü olan aynı iktidar yapısını kentlerden süpürerek, iktidar başının ülkeye dönememenin ötesinde çıkartacak ses bulamamasına sebep olmuştur. Bu beceriyi gösteren halkın sayıca belki az ancak asla azınlık olmadığını hatırlayarak Direnişin somut bir kazanım elde edememesi ile içine düştükleri yenilgi hissini doğru tahlil ederek harekete geçmek şarttır. Söz konusu hareket dâhilinde muhalefet olmayı başaramamış partilerin seçmenlerinin Direnişin omurgası olduğu unutulmamalıdır. O seçmenleri, Gezi’de darbe görüp son iki günde yaşananlarda ise demokrasi görmeyi başarabilen, Kürt toplumunun acılarını sömürerek yurt genelinde popülizmle oy toplayan, tutarsızlık abidesi partinin tekelinden çıkartacak söylemler kurulmalı, etkileşim geliştirilmelidir. Ek olarak yıllardır bu ülkede her dört kişiden birinin oyunu alacak ölçüde kemik bir güce sahip olup, milyonlarca seçmeni kilitlemekten başka işe yaramayan, iki gündür yaşanan vahşi sokak gösterilerini destekleyen partinin üst kadrolarının aşılıp seçmenlerine erişmek bir mecburiyettir. Söz konusu parti, 2011 yılında hükümet tarafından söz verilmesine karşın iki milletvekilinin hapisten çıkarılmamasına yönelik herhangi bir tepki koyamayan, 2013 yılında seçmenlerinin iktidarın polisi karşısında katledilmek pahasına savaştığı Direnişi somut olarak destekleyemeyen, somut en ufak kazanım yok iken “tadında bırakılmalı” pespayeliğini or-
7
8
taya koyan ve son olarak 2015 yılında cumhurbaşkanı darbesi ile koalisyon kurma yetkisi elinden alınması karşısında meclisi boşaltmak, erken seçimi boykot etmek gibi hiçbir savunma geliştiremeyen yapıdır. Seçmeni kadar cesur olamayarak milyonların bir hayli gerisine düşmüş olan parti yönetiminin kilitlediği toplam, inşa edilmesi mecburi muhalif odağa dâhil edilmelidir. Burada en büyük görev ülkenin sosyalist örgütlerine düşmektedir. Cumhuriyet tarihinin en büyük Direnişinden sonra Türkiye Komünist Partisi’nin üçe bölünmesi, ülke gerçekliğinin karanlığı düşünüldüğünde bir lüks olmaktan öte akıldışılıktır. Her üç partinin son yaşanılanlardan sonra kaleme aldıkları bildiriler “bu işi ancak halk başarabilir, çare örgütlenmek” cümlesi ile sonlanan, birbirlerine benzemenin ötesinde hiçbir somutluğu olmayan sloganlardır. Örgütlenmek için odak yaratmak zorunluluktur. Gün, teorideki ve pratikteki ince ayrımlar üzerinden köprülerin atılıp karşılıklı saldırganlaşmanın günü değildir. En ufağından en büyüğüne hiçbir mevcut sorunda yan yana gelememek, birlikte hareket edememek aksine her fırsatta birbirine hücum etmek sorumsuzluktur. İlerici halkın içinde bulunduğu yenilgi ve umutsuzluk hali düşünüldüğünde hatırı sayılır şekilde belirgin ortak paydada bir araya gelememek utanılacak bir durumdur. Halk ideoloji ve zihniyet temelli bir güç odağına ihtiyaç duymaktadır ve bu sayede örgütlenme çağrısından kaçınmayacaktır. Unutulmamalı ki 1930’ların başında benzer sorumsuzluğu ortaya koyan Almanya’nın komünist ve sosyal demokrat partileri, muazzam bir halk desteğine ek olarak milis gücüne sahip olmalarına rağmen, halkın çoğunluğu tarafından desteklenmeyen Hitler’in Nazi Partisi tarafından imha edilmişlerdir. Söz konusu gücün zerresine ancak sahip olanların ukalalığı, dışlayıcılığı, tembelliği kabul edilemez. Mevcut sosyalist partilerin cemaatvari bir hava ile kumanda edilmelerine karşı en başta o örgütle-
rin üyeleri karşı çıkmaları, her gün yaşadığımız baskı ve ölümler göz önüne alındığında güç odağına dönüşmek adına asgari ortak paydalara yönelmeleri gerekmektedir. Bu ülkenin sayısı ve gücü asla azımsanmayacak olan aydınlanmacı, cumhuriyetçi, sosyalist insanlarının 15 Temmuz ve sonrasındaki bulanıklıkta yaşadıkları çaresizliği ve devamında gelen vahşetle yükselen korku ve umutsuzluğu asla hak etmedikleri bilinmelidir. Bu insanların sermaye destekli gericiliğin hâkimiyetini, ordunun başarısız darbe girişiminden bile daha uzun soluklu sarstıklarını ve şimdi onlara korku salmayı başarabilenlere hayatlarının en büyük korkularını yaşattıkları hafızalardadır. Çözüm elbette örgütlenmekten geçiyor ancak bu örgütlenme modelinin inandırıcı ve çekici kılınması için mevcut hantallığın, çokbilmişliğin, hiçbir şey beğenmezliğin ve beraberinde somutsuzluğun aşılması gerekmektedir. Meclisteki muhalefet partilerinden meclis dışı sol partilere kadar uzanan bu güçlü toplamda görev partilerin üst kadrolarından çok üyelerine, seçmenlerine, çalışanlarına düşmektedir. Aksi takdirde elde kalan mevzilerin savunmasının da yakın gelecekte mümkün olamama ihtimali vardır. İdeoloji ve zihniyetin Aydınlanmacı, ilerici ortak paydası ortaya konmalı, örgütlenmeli ve doğru bir savunma sonrası hücuma kalkmalıyız. Sosyalist bir cumhuriyet için savaşmak var oluşumuzun öncü amacı olmalıdır. Bu sayede bir sanat örgütünün akıldışı davranmayı başarabilenlere haddi aşarak akıl verdiği günler yerine kendi manifestosuna odaklanarak üretimleriyle savaşıma katkı sağladığı zamana varılabilir. Sanat Aydınlanma İçindir! Azizm Sanat Örgütü 17.07.2016
9
10 Neyin Filmi Olur? Ufuk Aksoy 2000 senesi olması lazım... Bir teneffüs sırasında o zamanki adıyla Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin meşhur rıhtımında 1.5 metre aşağıdaki denizi kesen ve dizlerimize kadar gelen beton blok üzerinde oturuyorduk. Bu beton blok bütün rıhtımı kaplıyor ve öğrencilerin oturması için tasarlanmamış olsa da banklardan daha çok tercih ediliyor. Ve bu beton bloğun zeminle birleştiği yerde birkaç metre arayla ufak kare delikler var. Oturup çaylarımızı yudumlarken uzaktan bizim olduğumuz tarafa doğru yürüyen İbrahim Tatlıses’i gördük. Okulumuzda dizi ya da film
çekiyor olduğunu biliyorduk. Galiba başrollerdeki kızlardan biri, bizim okulun resim bölümünde okumaktaydı senaryoya göre. İbo da ara vermiş olacak, geziyordu rıhtımda. Tam bizim yanımızdan geçerken, güçlü bir dalganın patlamasıyla, o beton bloktaki kare delikten su fışkırdı rıhtıma ve güneş ışığında damlalar halinde yayıldı. İbo yanımıza gelip eliyle yönetmenlerin yaptığı kadraj işaretini yapıp su fışkıran deliğe doğrultarak ‘’Burdan iyi fotoğraf olur ha’’ dedi. İşte bu yazının konusu hemen hemen bunun üzerinedir. Sadece ‘’mevzumuzun konusu’’ fotoğraf değil film. Türk Sineması’nda -bunu anaakım dışı, adına Türk ‘’Sineması’’ denebilecek filmler için söylüyorum, anaakıma dâhil olanlar başka türlü tartışılır ki bence anaakım dışı filmlerden daha namusludurlar- konu seçimindeki kısırlık ve sakatlık beni yıllardır düşündürüyor. Yakın zamanda konu üzerine okuduğum bir yazı da beni bu yazıyı yazmaya itti. Tuğçe Madayanti Dizici ‘’Kral çıplak’’ dedi ama ben kralın derisini de yüzmek niyetindeyim. Öncelikle ilk ve şimdilik son uzun metrajım üzerine Sinema dergisine verdiğim röportajda bir soru üzerine verdiğim yanıtı aynı örneklerle biraz açacağım. Röportajdan Türk Sineması’nda zorlama duyarlı, kısıtlı konu seçimlerini örneklemek için yazdığım bir cümleyi kopyalayıp yapıştırıyorum: ‘’Özellikle genç sinemacıların yaptığı anaakıma dâhil olmayan filmleri sıraladım: Sağır ve dilsiz (engelli) adamla kulak ve dili ile iş yapan çağrı merkezi görevlisi kadının ilişkisi, imamla rahibenin ilişkisi, Türk ve Kürt’ün aşkı, savaş ülkesindeki Arap’la Türkiyeli’nin aşkı gibi karşıtlıklar, yakın tarihte sivri toplumsal olayların içinde kalmış insanların durumları, belli fiziksel özürleri olan insanların ‘’film gibi’’ hayatları, kadının ezilmesi, kadına şiddet ve eşcinsellerin Türkiye toplumundaki dramları.’’
11
12
Türk Sineması ve özellikle genç üreticileri Sayın Tuğçe M. Dizici’nin iddia ettiğinin aksine 2014’ten beri değil uzun yıllardır çok belli sosyal durumları, acıları, kendince haksızlıkları konu olarak seçiyor. İşleme kısmı başka bir sorun. Konu seçme meselesinden ilerleyelim. Ben artık neredeyse film seyretmeyen bir insan olarak bahsettiğim yazı dâhil dışarıdan gelen haberlerle bu seneki İstanbul Film Festivali’nde ‘’ödülleri toplayan’’ filmin konusu ve fragmanına maruz kaldım. Amacı başka olsa da ancak komik olabilmiş kadına şiddet temalı Güzel Günler Göreceğiz’den ya da Türkiye’de eşcinsellerin çektiklerine bir de Ortadoğu’da savaş fotoğrafçılığı yapan karakter katarak ‘’oradaki’’ duruma da değinme ihtiyacı duyup suyundan da koymuş Zenne’den kaç adım öteye gidebilmişti acaba modern hareketli görüntü kahramanımız Toz Bezi filmi. Yoksa yine dünya eski hamam eski tas mıydı rıhtımdaki İbo’nun sesinden. Tastamam öyle, sinemasız ama sinema olma iddiasında bir sunumla sanki mecburi, ‘’histerik duyarlı’’ yaratıcılık ürünleri önümüze serilmeye devam ediyor ve o ‘’güzel günleri de’’ yakın zamanda göremeyeceğiz gibi gözüküyor. Sinematografik işlemedeki özürlülüğe, mecranın yarattığı imkân ve bağlamların hiç farkında olamama durumuna gelmeden daha konu seçimindeki bu kısırlığın sebebine gelirsek, bence mesele yine memleketin en büyük sorunu olan toplumsal güdülenmeden kaynaklanıyor. Konu seçimi bağlamında toplumsal güdülenme derken neyin film olabileceği üzerine şuursuz ve tartışılamaz uzlaşmanın yaratılması ve sahiplenilmesinden bahsediyorum, yoksa filmlerin içeriğinin sosyal ya da bireysel konulara eğilmesinden değil. Öyle bir algı oluştu ki, filminiz şiddet gören kadına, eşcinsele, Kürt’e, Ermeni’ye, ötekileştirilene (affedersiniz) değmezse ne film olabiliyor,
ne festivale gidebiliyor, ne de ödül alabiliyor. Kendisi zaten çekmesen de film olan konulardan kolay kolay ya da belli şartlar gerçekleştirilmeden iyi film çıkmaz bu belli, ya da örneklerimizde olduğu gibi belli ki belli değil. Örnekleri sürdürmek istiyorum. Yakın zamanda bir arkadaşımın arkadaşının filmi çıktı ya da çıkacak, konuyu sormadım, sormam da genelde, artistik olma iddiasındaki bir sinema eserini konuya göre değerlendirmek istemediğim kadar alacağım cevaptan korktuğum için de… Kendisi söyleyiverdi; kaza yapıp sakat kalan çocukluk arkadaşının hikâyesini film yapmış. Yahu bu artık sapıklık değil mi? Sizin hiç mi derdiniz yok, insan üzerine hiç mi fikriniz yok, gerçekten sorun ettiğiniz hiç mi bir şey yok varoluşunuz adına, ufacık ufacık ama dev gibi bir sürü şey gözünüzün önünde akarken neden konularınız, daha doğrusu konularınızın kahramanları, protagonistleri bunlar? Nuri Bilge Ceylan’ın bir sözünü aktaracağım ama önce hakkında ne düşündüğümü söyleyeyim, Üç Maymun ve Kış Uykusu dışında çok severim. İyi ve ikna edici samimiyet rolünün samimiyetten daha değerli olduğu fikrine sahibim. Feci stratejik davranan ama bunu çok zekice gizleyen ama Kış Uykusu’nda beni kandıramasa da yine de değerli bir üretici olduğunu düşündüğüm Nuri Bilge Ceylan’In ilgili sözüne gelirsek: ‘’Yan masaya bakın, orada mutlaka bir hikâye vardır’’. İşte sinemacılarımızın yapamadığı şey tam olarak bu. Hayat aslında o kadar basit bir karmaşaya sahip ki ve bunu görmek, ya da belki görebilmek ve ürün halinde dökebilmek üretici için zevkli ve tatmin edici olduğu kadar tüketici için de ufuk açıcı ki… Engelliye, şiddet gören kadına, eşcinsele, şizofrene, din, milliyet uğruna çatışma ve acılara ihtiyacınız yok. Ya da bu kadar ve bu şekilde ihtiyacınız yok. Peki ya bizim, bir tane daha toplumsal onay görmüş bir fikrin peşine takılıp, meselenin onaylanmayan
13
14
haliyle birlikte özüne bakamamış ve sinemaya aktarırken de yine sadece topluca şartlanılmış editoryal kodları gün kurtarır gibi kullanmaktan başka elinden bir şey gelmemiş bir başka kadına şiddetli Türk filmine daha ihtiyacımız var mı? Peki, ne yapmalı, nasıl yapmalı? Bir örnekle başlıyorum: Gezi parkı protestolarında bulundum. Bizim sosyal mesajcıların ihtiyacı olan her şey orada vardı ama nedense filmi yapılmadı. Neyse, Osmanbey civarında ara sokaklara kaçıştık polisten. Polislerin kapattığı sokaklar vardı ve onlara denk gelmemeye çalışıyorduk. Pencerelerden insanlar yardımcı olmaya çalışıyordu. Tek başımaydım, arkadaşlarımla birbirimizi kaybetmiştik ama sokakta ne yapacağını şaşırmış başka ‘’gezizekalılar’’ vardı (Toprağın bol olsun Hasan Karakaya). Önümde yürüyen güzel diyebileceğim bir kız, giriş kat penceresinden sarkarak insanların gözlerine malum solüsyonu sıkan sevgili ya da evli genç çiftin pencerelerine yaklaştı, bir şeyler sordu, şuraya nasıl giderim falan gibi. Genç erkek dışarıdaki güzel kıza cevap verirken yan penceredeki sevgilisinin bir bakışını yakaladım. Bir bakış, Eyes Wide Shot’taki o ‘’glance’’ gibi. Net bir kıskançlık vardı o ufacık bakışta. İşte benim için orada bir film hikâyesi başladı. Film şöyle devam etti kafamda. Sokağa polisler saldırıyor ve camdaki genç adam dışarıdaki güzel kızı eve alıyor apartman kapısını açarak ve polis saldırısından kurtarıyor. İçeride, kıskanan genç kadın, eve alınan genç güzel kız ve eve alan genç adam ortalık güvenli olana kadar-ki bu saatlerce demek-iki kadının arasındaki gerilimle içeride vakit geçirmek zorundalar. Al işte… Yeterince zekiysen de dışarıdaki devlet-eylemci çatışmasını, içeride kıskanan ev sahibi kız ile dışarından gelen güzel kız arasındaki ilişkide simgele. İşte nasıl işleyeceğine bağlı olarak iyi
bir film fırsatı, toplumsal olaydan dolaylı özünde insan hikâyesi. Ve bütün o gaz, polis, dayak, kaçma, ne olacak stresi içinde penceredeki kızın tek bir, zaman ve mekândan arınmış ilkel güdümlü bakışından çıktı. Peki, bu film sosyal mesajlı olamaz mı? Dibine kadar olur. İşleyişe bakar. Mesele mağduru ve veya mağduriyeti filmin öznesi yapmamakta. Dolaylandırma kabiliyetinde mesele. Mağduru kutsamamakta belki, onun da sadece bir insan ve hepimiz kadar kötü olduğunu bilmekte. Yani sosyal mesajlı film yaparken önce özünde insanı bir görmek lazım. Fikrimi desteklemem gerekirse en kolayı kendi uzun metrajım olacaktır. Ama kendi filmim kendi argümanıma destek olamayacaksa konuyu uzatmadan bir sürü örnek arasından aklıma ilk gelen filmi örnek vereceğim. Bela Tarr’ın her filmine konuyla ilgili bakabiliriz ama ‘’tartışmanın yararına’’ Prefab People’a bakalım mesela. Komünist etkideki (Tamam, Sovyet Komünizmi etkisindeki) Macaristan’daki devlet baskısını, aile içindeki erkeğin baskın olduğu yapıyı ve bu yapı içinde kadının durumunu ve özellikle devletin sağladığı toplu konutlarda kümes şartlarında insanların nasıl yaşamak zorunda olduğunu dibine kadar hissettiriyor. Ama filmin özeti okunduğunda ayrılma sürecindeki çiftin insani dertleri gibi şeyler yazıyor ve perdede, ekranda gözüken de gerçekten o, ama tabii ki çok insani ve gerçekçi birey detaylarıyla. Yani mağdurlar ve mağduriyet ya da sosyal, siyasi mesaj özne değil. Bir kalite ve değer adına olması gerektiği gibi. Yukarıda anlattığım yöntem bu sosyal acı filmlerini ucuzca ve ama ısrarla yapanların olmayan sinematografi kaygısı ve hikâye anlatımı anlayışları –bence anlamayışlarıekseninde bir fayda sağlayabilir. Peki, başka olası sinematik hikâye anlatımı yöntemleriyle ne gibi çözümler olabilir? Mesela: Mağdurla dalga geçmek, mağdurun özürüyle,
15
16
ezilmişliğiyle, Kürt’lüğüyle, dayak yiyen kadınlığıyla dalga geçmek. Hatta aşağılamak belki. Ama bunu öyle bir mizahla yapmak ki mesajı mağdura değil şikâyetçi olunana dokundurmak. Örnekleri bol. Ama bu güçlü bir mizah algısı ve üretimi ister. Peki. O zaman mesela, belki fantastik, ya da hayal mi gerçek mi bir dünya ve bir kahraman yaratmak, müthiş detay keşiflerini aforizmik cümlelere dökmek ve bunu Fight Club ya da V for Vendetta gibi filmler olarak sunmak ve demokrat duyarlılığı olan, örgütsüz, hipster gençlerin siyasi gazını almak. Ve ama evet bu da güçlü bir edebi kalem gerektirir. Haddim olarak yaptığım önerilerden sonra ödül meselesine gelmek istiyorum. Neyin film olacağı konusundaki şuursuz toplu uzlaşı, neye ödül verileceği meselesinde de aynen devam ediyor. Yönetmen, oyuncu, görüntü yönetmeni ve özellikle kurgu ödüllerinin hangi komik kıstaslarla verildiği başlı başına bir konu ki bu evrensel bir sorun ama bu yazıda memleketteki iyi film uzlaşılmışlığı üzerinden devam edeceğim sadece. Son yıllarda ödül alan filmlerin konuları inanılmaz bir izlek takip etmiyor mu? Ve en iyi örnek (en kötü mü demeliyim), birkaç sene önce Antalya Film Festivali’nde kadın duyarlılığı had safhada iken ve hatta jüri kadınlardan oluşmuşken kendisi kötü ama konusu, bu uzlaşının deyimiyle ‘’kadına şiddet’’ olan ve bence bu yüzden ödül manyağı yapılan filme emeği geçenler evlerinde, ofislerinde o ödüllere bakarken ne düşünüyorlar acaba? Ve asıl tiyatro ödül konuşmalarında yaşanmıyor mu? Her çıkan siyasi ya da sosyal duyarlı bir mesaj vermek zorunda gibi bir kural mı var bilmediğimiz? ‘’Tatava yapma, al git’’ diyesiniz gelmiyor mu? İşte başından beri bahsettiğim uzlaşı o ödül sahnesinde topluca nasıl da bir histeriye dönüşüyor. Pik noktası, kreşendosu, orgazmı yaşanıyor uzlaşının bu ödül sahnelerinde. Buyrun
48’inci Antalya Altın Portakal Film Festivali sayfasından: ‘’Gecede ödül alan konuşmacıların en çok değindiği konular, ‘kadına şiddet’, ‘ötekileştirme’, ‘sansür’, ‘savaş’, telif hakları ve öğretmen atamaları oldu.’’ Körlerle sağırların gazaları mübarek olsun. Bitirirken en başa dönersek… En son, İbo rıhtımdaki küçük karelerden patlayan suya bakıp ‘’Burdan iyi fotoğraf olur ha’’ demişti. Hayır, ordan iyi fotoğraf olmaz, bir kere göze güzel gelen makineye çoğunlukla güzel gelmez, insan gözü ve kamera çooook farklı aletlerdir. Bu bağlamda, göze güzel gelmeyen bir sürü şey de makinede şahesere dönüşebilir. Makinenin algısını, üstelik farklı lenslerle ve farklı diyafram, enstantane ayarlarıyla defalarca tecrübe edip kendi gözünü, makinenin ne görebileceğini tahmin edecek şekilde eğittikten sonra karar verir fotoğrafçı nereden iyi fotoğraf çıkacağına. Ve bir yerden patlayan su ve benzeri şeylerin fotoğrafını çekip de dünya fotografi tarihine adını yazdıran yoktur. Adını fotografi tarihine yazdıran Robert Capa’nın bir sözü vardır: ‘’Fotoğrafların yeterince iyi değilse, yeterince yaklaşmamışsın demektir’’. Film konusu seçerken ve işlerken de aynısı geçerlidir.
17
18 Sorularım Nilgün Zülfü Işık
İnsan yazmak için neden bekler? Korkmadan yazabilmesi için hangi özellikleri bünyesinde taşıması gerekir? Uzun zamandır gördüğüm bazı yanlışları dile getirmek için daha donanımlı olmayı bekledim. Ama zamanımız çok kısıtlı, ben yeterince donanımlı oluncaya kadar bu zamana kadar çeşitli zahmetlerle taşıdığımız değerleri yitirmek üzereyiz. Endişemi dile getirme eylemini yapmalıyım ki farklı eleştirilere kapı aralayarak toplumsal birlikteliğin nasıl birbirini tamamlayan bir güce dönüştüğünü bir kez daha gözlemleyebilelim. Neden sanat dergisi? Birçok alan var yazabileceğim. Ancak değerlerimizi yitirme aşamamıza gelmemize sebep olan faktörleri günlerdir tartışıyoruz ve bana göre bunlardan bir tanesi de sanat alanına yeterince eğilmememiz. İnsanlar neden sanattan soyutlanır? Bunun sonucunun nerelere gideceğini birçok bilim insanı bilmekte. Kafa yapımızı neden sürekli tartışıp eğitimin öneminden bahsediyoruz da eğitimin niteliklerinin hangi aşamada olduğu ile ilgili akademik eğitimciler dışında bir eleştiriye maruz kalamıyoruz? Eğitimde felsefe, bilim, teknoloji, sanat ve matematiğin neden hangi aşama ve nitelikte olduğu vicdanları sızlatacak derecede sorgulanmıyor? Toplumsal olarak bu alanlara yeterince değer vermememiz de zaten bunlardan kısırlaştırılmış bir eğitimden geçmemiz değil mi?
19
http://maldenps.org/linden-steam-academy/ adresinden, öğrencilerin akademik başarıları için bireysel yeteneklerini keşfederek ve geliştirerek bağımsız ve azim gösteren bireyler olmaları için tasarlanan bir sınıf ortamından görüntü.
https://sites.google.com/a/ccpsnet.net/eces/home/activities/steam-club adresinden, S.T.E.A.M (Science, Technology, Engineering, Arts, and Math) uygulamalarının etkin olarak gerçekleştirildiği bir sınıf ortamı.
20
Dünya standartlarında şimdilerde bu alanların birleştirilmiş uygulamalarıyla eğitimler (STEAM: Science, Technology, Engineering, Art, Mathematic) sürdürülmeye çalışılırken bizim ülkemiz bunun farkına neden onlardan sonra vardı ve neden bunu ülkemizde yeni yeni uygulamaya başladık?
Ülkemizdeki okulların yaklaşık % 95 inde bulunan öğrencilerin çeşitli aktiviteler yapmasına yeterince fırsat tanımayan bir sınıf ortamı. Kopyacı özelliğimiz olduğunu düşünmek en kolayı olur. Daha derinlerde olan, olaylara bakış açımızda bulunan, yaşanılan ana ve insanlara odaklanamamaktan kaynaklı bazı sorunlarımız olduğunu düşünüyorum. Atatürk’ün yaklaşık bir asır önce çizdiği uygarlık yolundaki vizyonu sindirememekten kaynaklanan, insanları ve özgür düşünceyi tehdit olarak görme kaynaklı bir sorunumuz var ki insan eğitimini
kısırlaştırdıkça kısırlaştırmışız. Sonunda da insanlara veya başka ögelere karşı biat etme anlayışının tohumlarını ekmişiz. Felsefi ve bilimsel düşüncenin uygulamalı olarak çok kolay yayılabileceği alanlardan bir tanesi sanat alanı. Bu alan kısır bir döngü gibi belli bir kesime hitap etmemeli. İnsanlar sanat çalışmaları yaparken, çok rahat bir şekilde psikolojik olarak özgürlük ve özgürleşebilme alanlarına doğru seyahate koyuluyorlar. Ressam, kendi iç dünyasında özgürleşemeden ve hayal edemeden bir resim ortaya koyabilir mi? Kendisini baskı altında hisseden ve başkalarının emri altına girmiş bir psikolojide sanat yapılabilir mi? Psikolojik ve toplumsal sağlığımız açısından sanat ve sanatçılardan çok beklentilerim var. Özellikle sanatı eğitim uygulamalarına uygulayabilen eğitimcilerden.
21
22 Aynalar Nilay Yıldırım
Aynaları paralel yerleştir. Yüzünü çevirsen de, İçini iyi saklayacaksın. Senin karanlık yanın, Aynalardan yansıyacak, Görünmeden kaçacak. Midas’ın kulakları ile Yavan ruhun birleşince, Aynaları paralel yerleştir, Sonsuzdan biri çıkar, Kalanı sensin.
23 Geleceği Yok Etmek Sude Özben Soğuk bir günde katledildi Klara. Gökyüzü bile ağlamıştı onun için, kurşuni gri renklerine bürünmüştü gece. Piyano ve daktilo sesini kesti o gür ses, “Bu cinayetin faili ortaya çıkıncaya dek, kimse bu şatodan ayrılmayacak!” Sonraysa daktilonun sesi devam etti, Madam Alice ise daha hüzünlü bir şarkı çalmayı tercih etti. Adolf’un gözlerinden öfke akıyordu, üzüntü ve pişmanlık dolu gözyaşları yerine. Daktilonun kâğıda her vuruşunda çıkardığı ses, hançer olup somut bir acı ile saplanıyordu yüreğine. Şömine sönmüştü, soğuk hava içeri sızıyordu kapalı pencere ve kapı aralıklarından. Evdeki umursamaz hava o kadar canlıydı ki toz zerreleri her zamanki uyuşukluğu ile dolanıyordu boşlukta. Adolf’un piposundan süzülen tütün dumanıydı ortamdan çıkmak için tek acele eden. Klara’nın beyni parçalar halinde kopartılmıştı, büyük bir parçasını da kendi elinde tutuyordu. Saçlarını yolup sinir krizi geçiren biri gibi görünüyordu, sanki kendi kopartmıştı beynini. Esmer de sayılmazdı ancak ruhun artık bedende barınmadığının simgesi olan beyazlık ona farklı bir hava katmıştı, neredeyse elbisesiyle aynı tondaydı. Kırmızı ve beyazın oluşturduğu manasız uyum, binlerce kelebeğin aynı anda kanatlanmasına yol açmıştı uzaklarda bir yerde. Bomboş bakıyordu mavi gözleri, onları bu denli duygusuz görmek o kadar tuhaftı ki Adolf için... Hiçbir zaman canlanamayacağını bildiğimiz bir resme bakmak gibiydi onun cesedine bakmak, uzun uzun seyredilebilir ve üzerine sayfalarca şiir yazılabilirdi. Hiçbir zaman sıkılmayacak ve kalkıp
24
gidemeyecekti çünkü tıpkı anılar gibi. Adolf, Klara’nın ten renginin görülmediği yüzünde açık duran ve biri yerinde olmayan gözlerinin kapaklarını usulca kapattı. Umut dolu bir dua süzüldü hafif aralıklı dudaklarının arasından, çaresizlik ve üzüntü doluydu fısıltılar. Bu hayata tutunamayan ve vahşice öldürülen bir ruhun, öteki dünyada huzur bulmasını diledi. Kan kokusu öylesine yoğundu ki, piponun ve yanan odunların kokusunu ele geçirip yutmuştu adeta. Bu korkunç atmosferde, hayalleri ve geleceği katledilen bir genç kızı kim, neden umursasın ki? Beyaz dantelli elbisesinde bir salgın hastalığın hızla yayıldığı gibi yayılan ve sıcaklığını koruyan kırmızı renkli sıvıya dokundurdu parmaklarını. Şarap da aynı renkteydi lakin nasıl acıtabilirdi böylesine güzel bir renk insanın kalbini bu denli derin bir hüzünle? Tek kişinin bedeni, iki kişinin hayalleri ve dört kişinin de ruhu katledildi soğuk bir 1873 gecesinde. Üst katta dağınık saçlarının önüne düşmesini önemsemeyen Mark, daktiloda yazdıklarına o kadar kaptırmıştı ki kendini, Adolf’un sinirle içeri daldığının bile farkında olmadı. Belirli belirsiz bir haykırış duyuldu daktilonun hemen sağından gelen, “Uyan, ruhunu daktiloda harcayamazsın!” Lakin artık o kadar geç olmuştu ki vakit, uyanmak için, guguklu saat on ikiye vurdu ve aşina gür ses evin her bir duvarına çarparak yavaşça yok oldu. Mürekkebi bittiği halde yazmaya devam ediyordu Mark, kâğıttakilerin görünebilir olması için mürekkep şart değildi çünkü zaten kendisi görebiliyordu yazdıklarını. Bu duman altı, kahverenginin asilliğinin ele geçirdiği odada gözlerini bir an için ayırmıyordu daktilosundan. Çoktan yenilemişti biten mürekkebini, kendi ruhuyla. Belki de bu ana dek yaptığı en iyi şeydi çünkü ruh, tükenebilir değildi mürekkep ve diğer her şey gibi. Ruhun sonsuzluğundan bulduğu ilhamla, soğuk bir gecede kendini kaptırmıştı yazdıklarına. Nasır tutmuş ellerindeki ka-
nayan parmaklarıyla devam ettiği hikâyesine. Sanat alevi ile tutuşurken, pahalıya da olsa, satmışlardı ruhlarını. Her detayını beynine kazıdığı o büyük malikânenin her köşesini aramıştı Adolf, elinde tuttuğu mutfak bıçağı ile. Arkadaşlarının delirdiğinden o kadar emindi ki, kimse bir an bile ayrılmazdı onları hayata bağlayanlardan. Madam Alice, piyanoyu gün boyu sıkılmadan aynı sakinlikte çalardı. Mark’ı ise daktilosundan bir dakika ayrı tutmak mümkün değildi zira düşünceleri beynine sığamayacak kadar fazla kutsaldı. Klara’yı öldüren her kimse, buharlaşıp uçmuş olamazdı, evde davet edildiği meçhul misafirler olmalıydı. Tüm bu düşüncelerle sinirle evde gezinirken, annesinin biricik kırmızı güllerinin solduğunu gördü. Koyu yeşil dikenlerinde kan lekeleri vardı, gülün kokusunu bastıran. Hâlbuki bunun için hiçbir neden yoktu, unutmamıştı onlara vermesi gereken suyu, sevgiyi ve ilgiyi. Evde biri ölü, dört kişi vardı ve kimsenin dışarı çıkmaya niyeti yoktu. Victoria Devri’nin toplumdan soyutlaştırdığı sanat insanları, geç olmasına rağmen fark edememişlerdi ruhlarını bu şatoya bağladıklarını. Kelimeleri ağlatırdı Mark, daktilonun sesleri beyninde yankılanırdı uyurken bile. Piyano sesinin evin duvarlarına sinmesinin faili Madam Alice’di, gözlerini kapattığında kalbiyle tuşları daha iyi görebildiğini söylerdi. İhtişamlı yapıtların defalarca kez resmini çizmişti Adolf, ne de kalpten bağlıydı boya kalemlerine. Böylesine manidar değerlerin somutlaştırılıp hayata geçirildiği şato, umarsız bir cinayete görgü tanıklığı yapmanın hüznünü taşıyordu yüzyıllık yer döşemelerinde. Kan sızıyordu usulca o tahta döşemelerde, hayaller ve geleceği de peşinden sürüklüyordu. Sokak lambalarıyla beraber ışık veren her nesne varlığını yitirdiğinde Adolf, Klara’nın ölü bedeninin önünde duruyordu. Ardından ilk defa korkunun damarlarında akan
25
26
kanla bir olduğunu hissetti, bıçağı tutan eli titriyordu. Kuyruklu piyanodan gelen ses kesilmedi ancak Klara’nın katledildiği gece İngiltere karanlığa gömülmüştü. Adolf karanlıkta olduğu yere çöküp Tanrı’ya yalvarmaya başladı. Benliğinin yok olduğunu hissediyordu harcanan her saniyede. Yanından asla ayırmadığı haç sembolünü ceketinin hiçbir cebinde bulamayınca, bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. Kulaklarında yer edinmiş daktilo sesi de kesildiğinde, ölümün kokusunu alabilecek kadar yakındı ona artık. Saat on ikiyi geçmişti ancak Madam Alice çayına süt koymak için piyanonun başından ayrılmamış, en büyüleyici şarkılarından birini seslendiriyordu. Artık Klara Hitler’in cansız bedeninin önünde olduğundan bile emin değildi, ay ışığının aydınlattığı duvarın köşesi, bomboştu. Oysaki yarın Almanya’ya uğurlayacaktı onu, mektuplarla devam ettirilen ayrılıkları olacaktı birkaç ay süresince. Karanlıkta korkudan titrerken ardından hissettiği nefesle, istemsizce durdurdu dudaklarından dökülen çaresiz duaları. Son sözlerini söylemek için gerekli olan gücü hatıralarından topladı ve yutkunduktan sonra ardından gelen mürekkep kokusu genzini yaktı. Hikâye başlamadan bitmişti, binlerce insanın katledilmesi tek bir insanın ölümü ile önlenmişti. Öyle ya, Klara Hitler, cansız bedeni ile tanışamazdı Alois ile... “My God, my God, why have you forsaken me?” Psalm 22:1 “Tanrım, beni neden terk ettin?”
27 12 Punto Cennet Akıncı
Taksim’de bir evdeyim, meydana çıkan bayırlardan birinde bilmem kaçıncı sıradan sonraki apartmanlardan birindeyim. Küçük ve hafif rutubetli bir ev, solmuş çiçeklerin uğradığı bir ev… Pencereden portakal turuncusu bir ışık süzülüyor, tüm pencereler kapalı ama ışık içeri girmesini biliyor. Dışarıdan sesler geliyor ufak tefek; ‘abi parlatalımmı’lar, ‘gevrekler taze çıktı’lar, birkaç bozuk para sesi ardından bir koku geliyor burnuma, yanıma gelen kül kokusu, kül kokusu, duman kokusu, yanmış ekmek kokusu ve henüz adlandırılmamış kokular, bitmek bilmiyorlar…
28
Hevesle oturuyorum masaya, aklımda sadece portakal rengi kalmış, çünkü öyle olmalı güzel olan hatırlanmalı adımız insanoğlu. Karşımda şık giyimli ellili yaşlarında bir adam sürekli konuşuyor, ona bakınca aklıma Hikmet geliyor. Hikmet’e göre ülkecek İsviçre’ye tedaviye gitmemiz gerekiyormuş, ancak oradaki bilim adamları anlarmış halimizden, ben Hikmet’e gülüyorum adam konuşuyor, iyi ki duymuyorum onu diyorum. Masanın sağ köşesinde bir gazete var ne zamandır orada bilmiyorum çünkü uzun zamandır burada yoktum. Karışık bir sürü haber var, kocaman siyah yazılar… Pencereden gelen seslere bakılırsa dışarıda hayat normal, ışık normal, sesler normal… Yıllar öncede aynı şey olmuştu, boğazımda aynı tadı hissediyorum, tam unutulurken benden habersiz yeniden hatırladı, önce biraz zorlandım boğazımdaki tat yüzünden, ama hatırladım sonunda…
Odadaydım kahverengiden başka bir şey kalmamış aklımda, duvarlarda çerçeveler, büyük resimli tablolar, sesi hala kulaklarımda bir saat; çıkma diyorlardı dışarı, kuşların bile yuvaları tetikte bugün, uçmayacaklar! Her yer karışık ev karışık, ev karışık koltukların üstünde kıyafetler, çoraplar, bulaşıklar üst üste binmiş hayat tabakaları, sırasıyla parçalanacak olan hayat tabakaları, ne yöne bakacağımı şaşırıyorum. Bilgisayar açık kalmış, acayip bir film dönüyor ekranda, kitaplarım karıştırılmış hepsi yerlerde, parçalanmış bazıları oturup birleştirsem belki vakit geçer ama çoklar o kadar çoklar ki, bulamıyorum, hepsi elimde kalıyor. Kurtaramıyorum onları... Perdeler yine kapalı ama içeri portakal renginde bir ışık girmiyor, yaklaşıyorum ama sesler de yok, ses yok! Bugün dışarı çıkmamış olacak ‘abi parlatalımmı’cılar, başka sokakta kalmış bile olabilir ‘gevrekler yeni çıktı’cılar. Masam oturuyorum sağ köşede bir gazete var soluk renkli siyah kirli yazılı, kocaman harfler… Göğüs kafesim hızla inip çıkıyor, sanki saatlerce koştum, oysaki saatlerce kıpırdamadan oturuyorum burada, öyleyse bu neyin kaygısı? Üzülüyorum, günü geçen, her hatıra, her kelime için. Keşke günü gününe hatırlayıp, anlatabilseydim. Dışarıdan gelen seslerle dönüyorum yarınıma, bulutlu bir yarınım var seslerden anlıyorum bunu, bir kahve içsem de falımda kırk yıllık hatır çıksa, koca bir nefes alsam da sıkıntısı kelimelerime kalsa.
29
30 Yarını Bugünden Kurmak Orçun Üzüm ‘iyi düşününce söyleyecek bir şey olmadığını anlamaktayım’ Tüm sözler söylenmiş Tüm müzikler dinlenmiş Bütün filmler izlenmiş Herkesler gitmiş tekil şahıs, Ve yine herkes gitmiş.
Kollarında saat bulundurmayan insanlardanız neyin zamanı gelmiş olabilir cemil abi? Yarından umudu olmayanın hayat ne kadar umrunda olabilir ki? Tutma kolumdan abi bırak. Sen kimsin Cemil abi? Rolün ne hayatta ne iş yapar ne işe yararsın çivi mi çaktın bir tane duvara Beni karıştırma abi ben rol yapmayı sevmiyorum.
Bombanın patlamasını bekler olmuş insancıklar ölümü hatırlamak için ölmekten korkuyor bu zırvalar daha yapacak işleri varmış. Bahaneler Kaybettim kendimi yine, Bulmak değil aslında derdim bulunca hevesim kaçıyor genelde Nedensizce adımdan başlıyorum hep insanlar bana ne derler ne diye çağırırlar yanlarına İnsanlar yanlarına çağırır Cemil abi. Ayakları bağlı çünkü demirden iplerle gelemezler hiçbir zaman Dostun acı sözüdür abi : O gemi gel-me-ye-cek. Şuan içerlendim mesela nefesim boğuk boğazlanıyorum gibi bi darlandım -Nemdendir o Yüzde yüzüm dolsun artık ağlamak istiyorum gürleyerek. Bir eş yapmışım kendime, bir sevgili, hayat arkadaşı, yoldaş! Yataktayız uyuyoruz yani o uyuyor kolum kalmış başının altında, kıpırdatamıyorum Çıkıp yataktan bir dal sigara içmek geliyor içimden ama o kolu çekersem uyanacak korkuyorum. Sigara içmemi engelliyor abi özgürlüğümü kısıtlıyor! Oysa haberi bile yok kim bilir şuan rüyasında neler görüyor Öyle daraltım işte abi öyle sıkıntılı öyle bunalım. Gidiyorum ben bitirmeliyim bu monoloğu 207 sözcük tükettim sabahın 5inde
31
32
O değil senden önce merkez camiinin imamı cevap verecek bana diye korkuyorum. Evet Cemil abi korkağım, hoşça kal. -Çık artık ininden Tekil şahıs kurtul ördüğün ağlardan kaldır ulan başını kendini tanımakla başla mesela geç aynaya ve sor, bidaha sor, birdaha.. Mesela at sokağa kendini bak ordada kavga var! Yarını bugünden kurmaya başla tekil şahıs Yarını bugünden kurmaya başla… Görsel: Albert Camus’un Yabancı romanının sinemaya uyarlanışı olan ‘Lo straniero’ filminden bir kare. Marcello Mastroianni’nin oynadığı film 1967 yapımı olup yönetmenliğini Luchino Visconti yapmıştır.
33 Resif ve Köpekbalıkları Fırat Tunabay
Bir resif* düşünün müthiş bir dengeye ve doğal güzelliğe sahip içinde birbirinden farklı ve renkli küçük balıkların yaşadığı bir resif. Bu resifte yaşayan balıkların her biri küçük ve yırtıcı olmadıkları için birbirlerine tehlike oluşturmuyorlar. Onun için resifte yaşayan bu renkli ve küçük balıklar yaşamlarını huzurlu ve mutlu bir şekilde sürdürüyorlar.
34
Doğal dengenin bozulması ile resifin su oranında yükselme gözlenmeye başlar. Bu yükselme ile birlikte artık resif eskisi gibi olmayacaktır. Suyun yükselmesi beraberinde başka balıkların resife girişini hatta yırtıcı olarak tanımlayacağımız balıkların da resife girmesine neden olacaktır. Bu gelecek balıklarla birlikte resifin homojenliğini kıracak bir sürü bakteride beraberinde resif de yerini alacaktır. Su oranının yükselmesi sürekli av peşinde olan yırtıcı balıkların özellikle köpekbalıklarını resife çekecektir. Bu köpekbalıklarının tek bir amacı vardır oda besin piramidinin en üstünde yer almak. Ama sular o kadar çok yükselmediği için ilk gelen yırtıcılar küçük boylu köpekbalıklarıdır. Bunlar resifte yer alan küçük renkli balıklarla beslenip resifte hâkimiyet kurmaya çalışırlar. Bazı küçük balıklar (vantuzlu remoralar) bu köpekbalıklarının temizliğini yapıp onların gövdelerinin altında mutualist** bir yaşam biçimini seçtiklerini düşünerek yaşamlarını hiçbir şey değişmemiş gibi sürdürürler. Ama diğer küçük balıklar için bu tehlikenin başlangıcıdır. Artık onlar için resifin eski o güzel huzurlu günleri geride kalmaktadır. Köpekbalıkları onların resifteki yaşamlarına dair her şeye müdahale etmekte ve resifin gerçek sahipleri gibi hareket ederek onların yaşamlarına saldırmaktadırlar. Küçük balıkların tek bir seçeneği vardır o da birlikte olup birlikte hareket etmek. Ama arada bir okyanustan gelen dalga bunu mümkün kılmamakta hatta onları biraz daha ayırmaktadır. Doğal denge giderek bozuldukça resifte su oranı da giderek yükselmektedir. Su oranının yükselmesi resife yeni yırtıcılarında girmesine neden olmaktadır. Resife giren yeni yırtıcılar daha büyük köpekbalıklarıdır. Bu köpekbalıklarının gözü aynı resife ilk gelen küçük köpekbalıklarının ki gibi küçük balıklardadır. Çünkü köpekbalıkları birbirini yemez. Yalnızca büyük köpekbalıkları küçük köpekbalıklarını
yeni resifler aramak üzere bölgeden def eder. Resife büyük köpekbalıklarının gelecek olması küçük köpekbalıklarını telaşlandırır. Resif eski günlerine dönsün diyen ve örgütlenmeye çalışan küçük balıkların yanında görünmeye ve resife sahip çıkmaya çalışırlar. Çünkü küçük köpekbalıkları resifteki en güçlü yırtıcı olmak istemektedirler. Ama artık sular yükselmiştir ve resif yırtıcıların hâkimiyeti altındadır. Küçük balıklara fazla seçenek kalmamıştır. Ya bu yükselen suyu bir fırsata çevirip resiften ayrılıp okyanusa açılacaklardır. Ya da örgütlenip köpek balıkları ile mücadele edeceklerdir. *Resif, denizcilik terminolojisinde kaya, kum ve deniz canlıların birikimiyle birlikte suyun cezir halindeyken (gel-git ile oluşan en düşük su seviyesi) altı kulaç (yaklaşık 11 metre) veya daha az derinlikli sığ alanlarında oluşmuş su altı yüzey yapılarıdır. **Mutualizm, farklı türlerden iki canlının karşılıklı yardımlaşması her iki tarafa da yarar sağlamasına dayalı olan bir ortak yaşam biçimidir. Not: Bu yazı ilk olarak www.bozcaadahaber.net adresinde yayımlanmıştır.
35
36