AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi 105. Sayı Yayın Kurulu Cennet Akıncı Deniz Eren Gülbike Yıldırım Fırat Tunabay Onur Keşaplı Orçun Üzüm Özgür Keşaplı Didrickson Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak Sınırları Olmayan Akdeniz Sabine Réthoré 2013 Arka Kapak Kaçış Margaret Keane 1962 Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com
www.azizmsanat.org
İÇİNDEKİLER
4 Gölgeli Elma Cennet Akıncı
7 11
Tıp Orçun Üzüm
Kısıtlamalar Fırat Tunabay
Burton’ın Gerçeklikle İmtihanı: Büyük Gözler Onur Keşaplı
Editörden
12 14 16 18 19 24
Başlıksız Özgür Keşaplı Didrickson
Durak Nilay Yıldırım
Dinle Mehmet Rayman
Hayatı Tersten Yaşamak: Benjamin Button’ın Tuhaf Yaşam Hikâyesi Deniz Eren
4 EDİTÖRDEN
Aydınlanmanın ve akılcı düşüncenin özünü ararken, bizi çevrelemekle kalmayıp sıkıştıran düşüklüğü aşmak adına sıklıkla yukarıya baktığımız ve insanlık idealinin peşine düştüğümüz aşikâr. Bu elbette haksız bir uğraş değil ancak kimi temelleri kaçırdığımızın farkında olmak önemli. Kapitalizmin ve gericiliğin emperyalist uzamı, vermekte olduğumuz savaşta ardı ardına yeni başlıklarda yeni cepheler açarken farkında olmadan kaybettiğimiz mevzileri unutuyoruz. Suriye’deki savaşın bilgi fazlasından(kirliliğinden) doğan detaylarıyla öylesine ilgiliyiz ki “birkaç saatlik ateşkes” şeklinde özetlenebilecek sözcük öbeğinin akıldışılığını göremiyoruz. Birden fazla topluluk halinde insanlar, birbirlerini öldürmeye belli bir süre için ara veriyorlar ve bu cümledeki temel yanlışı kanıksamış durumdayız. Benzer bir durum suya erişim için de söylenebilir. Afrika başta olmak üzere dünyada hatırı sayılır oranda susuzluk baş göstermekteyken su erişimine sahip olduğumuz için rahatız. Peki, yaşamın olmazsa olmazı olan suya her gün para verir olmayı nasıl kanıksayabildik? Yaşamın en doğal ve hayati hakkı olan suyun her koşulda bedava olması “ütopik” geliyorsa Ütopya’nın yazılışının 500. yılında olduğumuzu hatırlatmak Azizm’e düşüyor. İnsanlık idealinin temelini kaçırmak, iktidarın büyük ölçüde pay sahibi olduğu Suriye’deki emperyalist yıkımın neticesinde nükseden mülteci sorununun çözümlerini de gün-
5 delik hale getiriyor. Aydınlanma devriminin şekillendiği coğrafyanın bencilleri, Aydınlanma’nın küresel ölçeğe varmasının imtiyazlarını alaşağı edeceğini bildikleri için gericilikle sermayenin flörtünü kışkırtıyor. Sonuç ise kurtarılmış kimi bölgeler hariç küresel yıkım. İnsanlık yön duygusunu yitirmiş durumda. Kapağımızda yer alan, Sabine Réthoré imzalı Sınırları Olmayan Akdeniz kaybolan akılcılığı hatırlatma amacı güdüyor. Yön terimlerinin, yönden öte anlamlara karşılık kullanılması ile sözcüğün akılcılığını yitireli çok oluyor. Gündelik kullanımda vazgeçilmezimiz olan “Orta Doğu”nun aslında ülkemizin güneyinde yer aldığını unuttuk. Tıpkı Fas’ın kuzeyinde yer alan Fransa’nın “Batı” olması veya Los Angeles’tan batıya doğru uçan bir yolcunun “Uzak Doğu”ya varması gibi durumların saçma olmaktan çıkıp doğrulanması gibi. Elbette söz konusu terimlerin yönden öte kültürel karşılıkları olduğundan bihaber değiliz ancak tam da buna karşı durmak durumundayız. Basmakalıp önyargılardan yola çıkıp tüme varan terimlerin hegemonyasını akılcılık adına reddetmeliyiz. Réthoré’nin haritayı doksan derecelik açıyla sola yatırmasını bu temelden uzaklaşmış terimlere yönelik bir eleştiri, tüm sınırları kaldırmasını da insanlığın unuttuğu hakikat idealine uzanan maddesel bir çaba olarak yorumlayabiliriz. Kuruluşumuzdan bu yana sinema ağırlıklı bir oluşum olmamıza karşın son dönemde ağırlığın edebiyat çalışmalarına kaydığını görüyoruz. Bu ay okurlarımızı yukarıda değindiğimiz temeller ve özün bireysel var oluşlarına sürükleyeceğini öngördüğümüz öykü, şiir ve pasajlar bekliyor. Sinema yazılarımızda ise bir edebiyat uyarlaması göze çarpıyor. Yönetmen David Fincher’ın,
6
F. Scott Fitzgerald’ın öyküsünden beyazperdeye aktardığı Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi’nin yanısıra ay sonunda gösterime girecek olan Tim Burton yönetmenliğindeki Bayan Peregrine’nin Tuhaf Çocukları’na hazırlık amacıyla Burton’ın bir önceki filmi Büyük Gözler hakkında eleştiriler Azizm’de. Özü kazanmak adına, Sanatla kalın dostlar. Azizm’in Notu: Ekim 2016 tarihli Azizm Sanat EDergi’nin 106. sayısında dosya konusu olarak, Thomas More’un düşün dünyasını kökten değiştiren ölümsüz yapıtı Ütopya’nın yazılışının 500. yılı onuruna ütopyayı ve beraberinde distopyayı işleyeceğiz. Ütopya ve distopya fikirlerine, fikirlerine dair düşünce ve eleştirilere, sanat yapıtlarında ütopya/distopyaya ve özgün ütopik veya distopik çalışmalara yer vereceğiz. Ekim 2016 tarihli Azizm Sanat E-Dergi’nin 106. Sayısı için dosya öncelikli makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video ve fotoğrafı, 29 Ekim tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
7 Gölgeli Elma Cennet Akıncı
Rafında sadece ona ait bir fincan, bir kaç kâğıt parçası, kullanılmış bir kurşun kalem ve tozdan başka bir şey yoktu. Ağustos bitmişti nihayet, ağustos zaman ağrılı, zaman felçli geçmişti.
8
Bazı günler hatta bazı aylar böyledir, geçmek bilmez bitiremezsiniz, zamanın beyin kanamalı günleri uzar gider. “Okuyup anlamadığınız, tekrar okuyup da anlamayacağınızı anladığınız yazılar gibidir bazı aylar. Belki de sadece ağustoslar…” Bu kısa iç konuşmasından sonra, kurşun kalemi eline aldı, kâğıda gerek yoktu eğer kâğıda yazmaya kalkışsa onu saklama zorunda hissedecekti kendini. “Bugüne kadar çok fazla şey biriktirdim” diye düşündü içinden, hepsini toplamaya kalksa koca bir bavul dolardı bu yüzden yeni bir şey saklamaya gerek yoktu. Duvarları boştu bir tek çivi bile çakmamış harika sanat eserleri sergilenmemişti, mutlu bir aile fotoğrafı yoktu, olmayan ve belki de hiç olmayacak karısı ile siyah beyaz ya da renkli bir fotoğrafın hayali bile asılmamıştı. Son derece temiz duvarlardı bunları düşününce gururlandı. Arkasına dönüp boş duvarlara baktı, dört küçük adımda hemen önündeki duvarla burun burunaydı. Kalemi sağ elinde sıkıca tutuyordu ama ne yapacaktı ki? Pek çok manzara görmüştü bu güne kadar, hayatın en güzel zaman dilimleri, fakat onları bu duvara çizemezdi çünkü aklından çok sıradan olabileceği geçti. Bu düşünce aklından geçerken elini duvara doğru uzattı, kendini önemli bir ressam gibi hissediyordu, elinde kocaman boş bir duvarı vardı ve tek rengi. Duvara elini uzatırken bileklerindeki boşluğu fark etti ve duvara bir daire çizdi ve gelişi güzel rakamları yerleştirdi. Bugüne kadar bir saati olmamıştı, zamanı kendine zorunlu hissetmiyordu. Dairenin tam ortasına iki rakamını çizdi, çaprazına beş rakamını, hemen altına dokuzu, karşısına on biri, diğer rakamları da daire içine kendi kurduğu düzene göre yerleştirdi. Zamanıyla gurur duyuyordu, “ben ikiden sonra saatimin beşe gelmesini istiyorum” dedi. Daha sonra gözünü kestirdiği ilk boşluğa kocaman bir el çizdi, çok
düzgün olmamıştı, zaten nasıl çizeceğini de bilmiyordu. Annesi hayatta olsaydı muhtemelen böyle bir ele sahip olurdu. Bu el kimi isterse onun eli olacaktı, bayram günleri babamın ya da amcalarımın eli, hastalandığı zaman annesinin ya da karısının eli olabilirdi. O zaman kendini çok büyük bir aile içinde buldu. Tam karşısına gölgeli bir elma çizdi. Pek sevmiyor olmasına rağmen bu elmanın bir anlamı vardı. Odasını ziyaret edenlere büyük bir gururla anlatacaktı. Çizdiği elma, dünyaya gelen Âdem ile Havva’nın elmasıydı. Dünya çok saçma bir yerdi. Âdem ile Havva geldiği zaman benim gibi bir odada tıkılıp kaldılar mı? Konuşmaktan korktular mı? Bu halde olmasının suçlusu onlardı. Belki de bu elmayı yemeseydiler şu anda burada olmayacaktı, daha iyi bir durumda olabilirdi her şey, bu elma onun hayata kiniydi resmen. Âdem dünyanın sıkıcılığını fark edip yardım isteyebilirdi, düzeltebilirdi...
9
10
Kaleminin körelen ucunu açtı, elmaya nefret dolu bir bakış atarak çevresine hiçbir şey çizmemeye karar verdi. Kalemi rafına bıraktı, bu durumda olmasının sebebi o daha doğmadan önce kurulmuş dünyaydı. Kesinlikle sebep buydu. Âdem’den önce onu dünyaya göndermelilerdi. Annesini hiç tanımamış, babası trafik kazasında ölmüştü. Geçmişi yoktu. Kimse bilmese, olamazdı. Soran sorgulayan olmazsa, geçmişi yok olurdu. Ani bir hamleyle oturduğu yerden kalktı, insanları birbirine karıştırmadan yürümeye başladı. Dışarıda, duvarda bıraktığından farklı manzaralar vardı, üstelik acemi bir el ve kurşun kalem ile değil, tanrının eliyle çizilmişti. Biraz düşününce odasında ki manzarayı sevdi, çünkü tanrının eli adaletsizdi bunu kelebeğe bir gün ömür biçmesinden anlaşılabilirdi. “İnsanları bir yere yığarken, beni de onların arasına koymakla çok iyi ettin” diye söylendi.
11 Başlıksız Özgür Keşaplı Didrickson
Bir balık gümüşi izler bırakarak delip geçerken bir bulutu, birkaç balık kuş kanatlarının altında uyuyordu onlarca balık pembe bir fok ağzından kaçarken ben de gölgemi düşürüyordum denize Sen gel titret onu, kıpırdat Balıkların kaçışına da işte, bir el at Sana diyorum, dalga seni çağırıyorum gel 12 Nisan 2016 Juneau, Alaska
12 Tıp Orçun Üzüm ‘Arayın onları fakat ummayın, umut bu topraklardan gitti.’
Işıklar kapandı sırasıyla. Ses duyulsun diye, başka bir ses bastırıldı. Katliamlar yapıldı, zorbalar çoğaldı. Anlamlar anlamsızlaştı, Sözcükler birleştirilmekte zorlanır oldu. Sonlar istenildiği gibi bitmedi Kötüler hâkimi oldu bu oyunun. Ve en sonunda; Tekil şahıs sokağına, Ben sokağa bakan pencereme döndüm. Saatin yediyi biraz geçtiği saatler,
Üşüyordu tekil şahıs. Çorak bir arazide çam ağaçlarının ardına sığınmış bir güneşle yolculuk etmekteydi. Yan koltuğu boş tekti, tekil’di. Titrek ses tonuyla aklında kalan o manasız şarkıyı mırıldanıyordu. Gitmek istediği yere doğru mu gidiyordu? Bilemiyorum. Dünya üzerinde gidilmek istenen bir yer var mıdır onu da bilemiyorum, Gidiyor diye değil ama bulunduğu yerlerde mutlu olamamıştı zaten. Mutluluğun tanımını çok öncelerden yapamamışlardandı o. Hayatı çok seviyordu bizimki, Nefret edercesine seviyordu. Öğretilmemiş çaresizlikleri vardı dünyaya dair. Mesela her gün ölmeyi beklerdi, Ülke gibiydi, Türkiye gibiydi. Taşraya fazlaydı yüreği, Metropole de yetemiyordu bizimki. Boşlukta unutulmuş uzaydı. Birileri gönderilirdi ona O bilemezdi değerini. Kendisini sevdirmek değildi derdi Tek istediği gerçekti, fakat gerçek neydi? Elinde kalan üç beş doğrusu vardı hayata dair Onları da kaybetmişti. Yıkım başladı ve bitti, Tekil şahıs yine kaybetti. Ve en sonunda; Tekil şahıs sokağına, Ben sokağa bakan pencereme döndüm. Görsel: Albert Camus’nun 4 Ocak 1960’ta Sens yakınlarındaki Villeblevin kasabasında hayatını kaybettiği yer, olay yeri.
13
14 Durak Nilay Yıldırım
15 Arada bir toprak deviniyor, Bir şiir ürpertiyor, Düşler içinde gezişiyor, Hiçbir şey değişmiyor. Doğuruyor toprak, bereketli, Yıkanıyor yağmurlarla ama Hızla işleyen bir yolda, Gördükleriyle konuşan, Bir şiir bekliyor. Şiir sevgiler bekliyor, Kucaklara sığmayan bebekler gibi. Yeni bir şey yok, Güzel gülümseme, Düzgün dudak kıvrımı, Sahte, sararmış merak Geçmişe ve ellere karşı. Yine de asla yenilenmiyor, Kaçılacaksa eğer, Riyadan uzak şehirler, Sarsın, yok etsin eskiyi. Yol kenarında, bir şiir, Saçlarından bir kız, Üşüyor yalnız başına. Kader kesiştirir yolları ama Bilmediği bir isme dönüşüyor.
16 Kısıtlamalar Fırat Tunabay
Kısıtlamalar arasından bir bir öne çıkan her belirsizlik seni bana biraz daha yaklaştırdı. Soracak çok şeyin olmasına rağmen suskunluğunda haykırdın bana olan sevgini.
17 Düştüğüm yollardan geri dönmemi beklerken ben sözümden döndüm tüm dost bildiklerimi karşıma alarak. Bak nasıl da geçiyor zaman. Düne kadar bugünün kıymetini bilmeden yaşarken dünde kalanlara kadeh kaldırışımızın bir anlamı olmalı. Sürekli olarak süreksizliğe yenilen tutkumuzun altında ezilip sitemkâr yaklaşımlarla dokundum bedenine. Mudanya’nın kışını özlediğini söyledin bana. Bende sana hiçbir fikrim olmadığını. Kışlar belki zor geçer ama yazlara yazacak çok şey sığdıramıyorum. Bekle beni dediğinde sakallarımda beyaz yoktu seni bekledim ama sen saçları kırlaşmış beni kabul edemedin. Kabullenmelerin zorluğu ikimizi de zorlarken ailesel daralmalar içinde kendimize kaçış yolları aradık. Bir minibüse sığdırabilirdik sistem dışı hayallerimizi. Çok zorlama olmasından çekindiğimiz tüm devrimci tavırlarımızı sevişerek güçlendirdik. Kısıtlandığını hissettiğin anda gidebilirsin dediğim anda arkanı döndün ve gittin. Belirsizliklerde buluşan bedenimiz kısıtlı anların özlemine vuruldu. Yürüdüğün yol yol değil deyişindeki kıskançlık bacaklarımın titrekliğine verilen bir övgü gibiydi.
18 Dinle Mehmet Rayman
dinle beni bir bir anlatayım sana bu yoldan geçenleri kimi yalın ayak geçti kimi kuş kanadı göklerden kiminin topuğu çatlamış akşamüzeri kiminin patlamış bel kemeri işte geçtiler bu yollardan tozun toprağın rengine bulandı çocukların beti benzi hastane yokuşuna düşen mezarı kendileri kazdı kazma kürekle el kadar gölgesinden bekliyor çürük toprakların üzerine yumak yaptığı bulutların gürlemesini incir yaprağını yalasam hıtır hıtır kanatır dilimi bu yoksunluk kaç can aldı bizden bu dağın yüzünden aşırdım güneşi öbür tarafı şimdi şenlik içinde sırtımda taşıdım kara kuzgunu
19 Burton’ın Gerçeklikle İmtihanı: Büyük Gözler Onur Keşaplı Bu ay sonunda gösterime girecek olan Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları filminin merak uyandırıcı tanıtımlarının heyecanın yanı sıra endişe yaratmasında yönetmen Tim Burton’ın son dönemde ortaya koyduğu yapıtların eğretiliğinin payı büyük. Yeni filmi öncesi yönetmenin bir önceki filmini, Büyük Gözler’i, hatırlamakta fayda var.
20 Ülkemizde ilk kez geçtiğimiz yılki !F Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nde izleyici ile buluşan Büyük Gözler, son yıllarda büyük hayal kırıklıkları yaratan filmlere imza atan fakat bu rağmen seyircisini yitirmeme başarısı gösteren yönetmen Tim Burton’ın şimdilik son başarısızlığı. Mesleğinin ilk döneminde çektiği Beter Böcek, Makas Eller ve Ed Wood gibi filmlerle gotik, dışavurumcu ve özgün bir biçim tutturarak dünya ölçeğinde süratle kült yönetmen mertebesine erişen Burton, canlandırma ve özel efekt konularında bilgisayar teknolojisine karşı stop-motion tercihiyle de nostaljik bir sempati topladı. Özellikle son on yılda ise içerik ve biçim olarak kendini yenilemek bir yana tekrarlayan yönetmen, Büyük Gözler ile birçok eleştirmen ve izleyici nezdinde yeni bir hamlede bulunuyor.
“Tüm zamanların en kötü yönetmeni” sıfatlı Ed Wood’un hayatını biraz da kişiselleştirerek aktardığı filmden yirmi yıl sonra bir kez daha gerçek bir hikâyeye odaklanan Burton, Büyük Gözler’de 1950’lerden günümüze çocukları, kadınları ve hayvanları pastel tonlar ve iri gözlerle resmeden ressam Margaret Keane ve eşi Walter Keane’in yaşamına çeviriyor kamerasını. Çiftin hikâyesinin ilgi çekici yanı ise resim yeteneği olmayan Walter Keane’nin yıllar boyunca eşi Margaret’in resimlerini kendi eserleri olarak sergilemesi, pazarlaması ve tüm dünyada ün kazanması. Meselenin daha çarpıcı olan kısmı ise modern resim tarihinin en büyük intihallerinden olan bu durumun Margaret tarafından başından beri biliniyor olmasına rağmen ısrarla sürdürülmesi hatta desteklenmesi. 1950’ler gibi ABD muhafazakârlığının günümüze göre daha da baskın olduğu bir dönemde radikal bir kararla boşanabilen Margaret Keane’nin, birkaç yıl sonra evlendiği kişiye karşı kendi sanatını teslim edecek şekilde boyun eğişinin nedenleri filmde sorgulanmıyor. Filmin soru sormak yerine nesnel bir tanıklığı tercih edişi, Margaret Keane’nin intihal sürecini sonlandırma adına açtığı davayı da adeta temelsizleştiriyor.
21
22
Burton filmografisine göre oldukça gerçekçi seyreden film, özellikle Walter’ı canlandıran son dönemin gözde oyuncusu Christoph Waltz’ın fazlasıyla abartılı, teatral oyunculuğundan besleniyor. Fakat bu tercih filmin genel dokusundaki gerçekçi atmosfer düşünüldüğünde eğreti duruyor. Farklı bir yaklaşıma göre oldukça trajik, dramatik bir olay örgüsüne sahip olabilecek film, Burton’ın oyuncu yönetimi neticesinde komedi türüne hatta saçmaya dönüşüyor. Bu doku neticesinde filmin gerçeğe sadık kalan içeriği sekteye uğruyor. Örneğin dava sahnesinde gerçek olayla birebir örtüşen Walter’ın kendi kendini çapraz sorguya alışı ve hâkimin karar öncesi Margaret ve Walter’a aynı anda resim yaptırması sırasında Walter’ın omuz ağrısını öne sürmesi gibi detaylar gerçek dışı bir hal alıyor. Olayın bütünü düşünüldüğünde duyulan “gerçek olamayacak kadar saçma” hissiyatı belli ki yönetmen için ölçüt olmuş. Ancak bu yönelimi besleyen bir evren yaratılamayışı filmin iki arada bir derede kalmasıyla sonuçlanıyor.
Tim Burton’ın karanlık bir parıltıya sahip sinemasal gücünü bir türlü geri kazanamamasının gerekçeleri neler olabilir? Bu sorunun yanıtı aynı zamanda Burton’ı farklı kılan temelde yatıyor. Sinema tarihinin ilk büyük akımı olan ancak önce Nazilerin getirdiği kültürel yıkımla sonlanan, ardından sinemacılar tarafından nadiren başvurulan Alman Dışavurumculuğu ve onun figürleri, mekânları deforme eden biçimci yapısı, Burton’ı kültleştiren dokuydu belki de. 2003 yapımı Büyük Balık filmini ayırırsak, Burton filmleri uzunca bir süredir kendi kendisinin parodisi durumuna düşmüş, hali hazırda fantastik olan metinlerin içinde kaybolan, Johhny Deep’in aşırılaştırılmış oyunculuğuna yaslanan sabun köpüğünden öteye geçemiyor. Büyük Gözler’in “gerçek olamayacak kadar tuhaf” gerçekliği, Waltz’ın komediye çalan oyunculuğundan çok Burton’ın dışavurumcu bir sanat yönetimiyle oluşturacağı alışık olmadığımız bir dünyada geçmeliydi. Mevcut gerçekliğin aşırılığını karşılayabilecek bir evrenden yoksun kalan film, aşırılıklar diyarından fırlamışçasına sahnelenen oyunculuğuyla sekteye uğrarken fazlasıyla ilgili çekici bir sanat/intihal olayı da Burton’ın sinemasında harcanmış oluyor.
23
24
Hayatı Tersten Yaşamak: Benjamin Button’ın Tuhaf Yaşam Hikâyesi Deniz Eren
Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş şeklidir. Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel, hatta mükemmel olurdu... Nasıl mı? Camide, musalla taşında uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içerisinde, herkes karşınızda saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette. Tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun ve ağırbaşlı olarak. Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi hazır. Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz. Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz. Ne güzel, hazır maaş, hazır ev… Altmışlı yaşlara kadar her şey garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz. Sağlığınız gittikçe düzeliyor, kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz. Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve işe ilk başladığınız gün size hoş geldin hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz. Genel müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir insan olarak işe başlıyorsunuz. Herkes karşınızda el pençe divan… Vücudunuzda da bazı hoşa giden dirilişler de başlıyor. Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz. Diğer hormonsal aktiviteler artıyor, fevkalade… Aman ne güzel günler başlıyor…
Derken bir gün patron size artık üniversiteye gitsen daha iyi olur diyor. Bu arada babanız ortaya çıkmış, “fazla çalıştın” diyor “artık eve dön, işi bırak, okumaya başla, harçlığın benden olsun…” keyfe bakar mısınız? Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor. Ekmek elden, su gölden bir dönem başlıyor. Partiler, diskotekler, kızların sayısı artıyor. Derken, anne ve babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor, araba kullanma derdi de yok artık… Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar “evde otur, keyfine bak, oyuncaklarınla oyna” diyorlar. Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar, hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz. Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli dönem başlıyor. Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır. Bir gün karanlık fakat güvenli ve ılık bir ortama giriyorsunuz. Beslenmek için ağzınızı açmaya dahi gerek yok; bir kordondan besleniyor, sıcacık, yumuşacık, gürültü ve patırtısız bir ortamda döne döne yaşıyorsunuz. Sonra küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz ve günün birinde muthis keyifli bir olayla ile hayatiniz, Bitiyor... Can Yücel’in Benjamin Button’nı anlattığı ya da Benjamin Button’nın benzediği bir şiir olarak hafızamızda yer eden “Hayatı Tersten Yaşamak” adlı şiirin aynı zamanda filme Türkçe bir örnekleme oluşturduğunu da söyleyebiliriz. Amerikalı yazar F. Scott Fitzgerald’ın 1922 tarihinde Colliers Dergisi’nde yayımladığı kısa öyküsünden uyarlanan 2008 yapımı Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi çocukluğumuzda dinlediğimiz o masum hikâyelere
25
26 dalıp gittiğimizin görsel bir göstergesidir. Biran için gözlerinizi kapatın, çocukluğunuzda dinlediğiniz hikâyelerin gerçekleştiğini düşünün ve kendinizi o akışın içine bırakın. Mesela Benjamin Button’ın aslında sizin olduğunuzu hayal edin, kim istemez ki böyle özgün bir hikâyenin sahibi olmayı. Hasta yatağında yatan eski sevgilinizin kızına 1.Dünya Savaşı’nın sonunda oğlunu ve sevdiği kişileri kaybeden bir saatçinin belki geri gelirler ümidiyle tersine işleyen bir saat yapıp tren istasyonuna astığını anlatmaya başlamasıyla hikâyeniz başlasın. Zamanı tersine sayan bu saat belki saatçiye sevdiklerini geri getirmez ama 80 yaşına gelmiş ihtiyar bir bebeğin dünyaya gelmesiyle bir mucize gerçekleştirir. Gözlerine katarak inmiş, duyma kaybı olan ihtiyar bebeğin hasta olduğu düşünülerek ölmesi beklenirken günden güne büyüyüp gençleşmeye başlamasıyla süregelen bir hikâye Benjamin Button’ın hikâyesi.
27
Daisy’nin kızı Caroline’dan isteği üzerine okumaya başladığı günlükle Benjamin’nin hayatında yaşadığı her olaya bizimde tanıklık etmemiz filme biyografik bir kimlik kazandırmıştır. Diğer yandan geçmiş ve günümüz arasında gidip gelen, geriye dönüş sahneleriyle desteklenen filmde hikâyeyi Benjamin Button’dan da dinlemeye başlamamız filme hareketli bir hava katmıştır. Yaşlı bakım evinde çalışan ve Benjamin’e annelik yapan Queenie’nin tanrının yarattığı her canlının yaşam hakkı olduğunu düşünmesi ve ara ara hiçbir şey için asla çok geç olmadığını hayatımızda yapmak istediğimiz her şeyi tamamlamamız gerektiği mesajlarının vurgulanması da filmin sosyal hayat eleştirisi sunduğunun en basit göstergelerinden biridir.
28 Oscarlı senarist Eric Roth’a ait olan senaryonun başarısını farklı zaman dilimlerinde, tarihte geçmiş olay ve kişilerin etkileşimini ele alarak anlatılan Forrest Gump’ın kimi zaman Benjamin Button ile benzerlikler göstermesine bağladığımı söyleyebilirim. David Fincher’ın yönetmenliğini yaptığı Benjamin Button’ın bir diğer başarısını ise Dövüş Kulübü’nde birlikte çalıştığı Brad Pitt ile yakaladığı uyumdan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Senarist ve yönetmenin dışında teknik ekibin ve oyunculuklarında oldukça başarılı olması film süresince izleyiciye bir kitap okutma başarısı göstermiştir.
29 Can Yücel’in şiirinde söylediği ve Mark Twain’in “80 yaşında doğup on sekizimize doğru yavaş yavaş yaşasak hayat daha mutlu olurdu” sözündeki gibi belki mutlu olmayacaktık ya da ihtiyar doğmanın verdiği tecrübeyle daha iyi bir yaşantı sürecektik, bu bilinmez ama hayatımıza yönelik tek bir gerçek var ki oda “her ne olursa olsun, kendin olmak için asla geç değildir. Ya da benim durumumda asla erken değildir. Bunun zamanı yoktur, istediğin zaman başlayabilirsin. Değişebilir ya da aynı kalabilirsin. Bu işin bir kuralı yoktur. Hayatımızı iyi ya da kötü yaşayabiliriz. Umarım seninki mükemmel olur. Umarım seni şaşırtacak şeyler yaşarsın. Umarım daha önce hiç hissetmediğin duygular yaşarsın. Umarım hayata başka bir pencereden bakan insanlarla tanışırsın. Umarım gurur duyduğun bir hayat yaşarsın. Ve eğer yaşamadığını düşünürsen, umarım içinde her şeye yeniden başlayacak gücü bulursun.” günlüğün son sayfasında yazılı olan ve Caroline’in okumuş olduğu bu paragrafta saklı.
30