Azizm Sanat E-Dergi Ocak 2017

Page 1


AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi 109. Sayı Yayın Kurulu Deniz Eren Gülbike Yıldırım Onur Keşaplı Özgür Keşaplı Didrickson Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak Dans Sınıfı (Kesit) Edgar Degas 1874 Arka Kapak Satranç Oyuncularının Portresi Marcel Duchamp 1911 Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com

www.azizmsanat.org


İÇİNDEKİLER

SanataEvet Felsefesi Tamer Levent

Kaan Arslanoğlu’nun Son Dönem Romanları M. Sadık Aslankara

Uçsuz Bucaksız Gökhan Baykal

Üzgün Mehmet Rayman

IRA Soslu Gerilim: ‘71 Onur Keşaplı

4 7 14 23 32 37 38 42 44 45 48

Editörden

Söyleşi: Meltem Tüzün

Alternatif ve Aktivist Yeni Medya İlkay Sevgi

Yeşil Gözlü Çocuk Seda Kiraz

Severus Gülbike Yıldırım

Hesaplaşmanın Acı Gerçeği: Zindan Adası Deniz Eren


4 EDİTÖRDEN Yeni yıl, geride kalana tutunmuşçasına, tüm kötülükleri taşıyarak karanlık bir açılış yaptı. Suruç ile başlayan vahşetin Ortaköy’e varması, hiçbir zaman İran olmayan(olamayan) Türkiye’nin, kurtarılmış bölgeleri düşünüldüğünde benzeştiği Endonezya veya Malezya’dan da farklı olduğunu gösterdi. İnsanlığı katletmek isteyen bir zihniyete karşı, yaşamayı bir kenara bırakıp hayatta kalabilme içgüdüsüne sarılmışken, “sanat”ın bir “lüks” olduğunu klişesine yaslanmak kolaylaşıyor. Bu noktada John Berger’in sanat tanımını anımsamakta fayda var. 2017’nin entelektüel anlamda ilk büyük kaybı olan Berger’i, sosyal medya üzerinden anma yarışına girmek yerine bakmayı görmeye dönüştüren gücünü özümsemeye çalışmak gerek: “Size sanatın ne yaptığını ve nasıl yaptığını söyleyemem ama sanatın sıklıkla hâkimleri yargıladığını, masumlar için intikam istediğini ve hiç unutulmaması için geleceğe, geçmişte çekilen acıları gösterdiğini biliyorum. Ayrıca biliyorum ki, güçlü olanlar, hangi biçimde olursa olsun sanat bunu yaptığında korkarlar ve böylesi bir sanat kimi zaman insanlar arasında bir söylenti ya da efsane gibi dolanır çünkü yaşamın zalimliklerinin başaramadığını yaparak, onlarda bizi birleştiren bir anlam bulur; çünkü en nihayetinde adaletten ayrı düşünülemez. Bu şekilde işlediğinde sanat, görünmeyen, azaltılamayan, kalıcı cesaret ve onur için bir buluşma noktası haline gelir.” [Keeping a Rendezvous (1991), s. 9]* Bu bilince vakıf olduğumuzda, gerçekten sindirerek içselleştirdiğimizde, sanata, satranca(!), insanlığın ilerici birikiminin tamamına karşı çıkan piyasacı gericiliğin, çıkarttığı tüm gürültüye karşın asla galip gelemeyeceğini anlamak


kolaylaşıyor. Koskoca Ortaçağı bile alaşağı edebilmiş olan insanlık, kapitalizmi yüz yıl önce büyük bir hamleyle sarsan Büyük Ekim Devrimi gibi nice ilerici salvoyu geleceğinde barındırıyor. Geçici galibiyetler, kalıcı zaferin habercileri olarak yolumuzu aydınlatmayı sürdürüyor. Küresel gericiliğin polisliğini yaptığı geç kapitalizmin oyuncularının ellerinden gelen tek şey, tarihsel ilerlemeyi yavaşlatabilmekten ibaret. Bu uğurda gezegeni bile gözden çıkarabilecek kadar bencil ve gündelik haldeler. İnsanlığın savaşımı, güncel değil kalıcı, yerel değil evrenseldir ve bu noktada her bir birey ile topluluğa birikimimizi kuvvetlendirmek adına büyük iş düşmektedir. Azizm Sanat Örgütü olarak manifestomuzun yazılışının ve kuruluşumuzun onuncu yılını kutlayacağımız 2017 boyunca yukarıda andığımız bilinci katmanlı bir hale getirerek güçlendirmek adına elimizden geleni yapacağımızı bildiriyoruz. Ocak sayımız, usta sanatçı Tamer Levent’in sanat felsefesine getirdiğini asgari ancak belki de kuramlardan daha büyük önem arz eden tespit ve yöntemleriyle açılıyor. Edebiyat sayfalarımızda, önemli eleştirmenlerimizden M. Sadık Aslankara’nın değerlendirmeleriyle Kaan Arslanoğlu romanları başta olmak üzere yeni yayınlara değinen eleştiriler dışında Alan Rickman’a yazılan haiku ve özgün metinler yer alıyor. Son zamanlarda Avrupa’da bile rafa kaldırılmaya çalışılan sanat tarihi sahasının önemini vurgulamak adına, sanat tarihçisi Meltem Tüzün ile gerçekleştirdiğimiz söyleşi bu sayının öne çıkan çalışmalarından. Sinema yazılarımızda ise Hollywood’un büyük yaratıcılarından Martin Scorsese’nin nispeten gözden kaçan yapıtlarından Zindan Adası ile genç kuşağın ümit vaat eden yönetmenlerinden Yann Demange’nin ’71 fimlerinin eleştirileri var. Yıl boyunca karanlığa karşı aydınlığı, umudu birlikte çoğaltmak dileğiyle, Sanatla kalın dostlar.

5


6

Azizm’in Notu: Şubat 2017 tarihli Azizm Sanat E-Dergi’nin 110. sayısı için, dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video ve fotoğrafı 28 Ocak tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz. * http://www.goodreads.com/book/show/52947.Keeping_a_Rendezvous


7 SanataEvet Felsefesi Tamer Levent

Arapça, san’a, latince ars, kelimeleri ‘yapmak’ fiilini ifade eder. İngilizce art, at terbiyeciliği ile de bağlantılı bir ‘yapmak’ anlamı taşıyor. Bu durumda ‘yapma’ eylemi ve onun nitelikleri üzerine kurulmuş sanat kavramına; Umberto Eco, “sanat tanımları ile iki temel öge dile getirilir, bunlardan biri bilişsel


8

(ratio,cogitatio) öteki üretimsel (faciendi,factibilium) ögedir ve sanat öğretisi bu ön kabuller üzerine kurulur. Sanat şeylerin nasıl üretilebileceğini gösteren kuralların bilinmesidir” der. Sevilla’lı İsidorus ise Etymologiarum libri de “sanat bir güçtür” der. “Bir geminin olduğu kadar, bir evin yapılması, bir çekicin olduğu kadar bir minyatürün yapılması; sanatçı(artifex) nalbanttır, hatiptir, şairdir, ressamdır ve yün kırpıcıdır. Bu, Ortaçağ sanat kuramının iyi bilinen öteki yönüdür, ars bizim zanaat veya teknik adını vereceğimiz alanlara da uzanan çok geniş bir kavramdır ve sanat kuramı her şeyden önce bir ‘meslek kuramı’dır...” Bu yaklaşım ile öncelikle anlatmak istediğim sanat kuramının bizdeki gibi bir bilinmezlik olmadığı, aksine ‘zanaat’ kavramı ile yakınlığı hakkında ortaçağdan günümüze sürmekte olan tartışmaya bir hatırlatma yapmaktı. Bu, sanat kavramının tanımlarına ulaşmamış kişiler tarafından yadırganabilir çünkü bizde sanat kavramına yönelik tanımlar üzerinde araştırmalar yapılması ve bu araştırmaların ortak dil oluşturma ve yaşamda kullanılması anlamında topluma mal olmuş, herkesin bildiği ve kullandığı bir çalışma olmadığını düşünüyorum. Fakat bu boşluğa rağmen de, herkesin kendine göre bir sanat tanımı olduğunu varsayıyorum. Bu varsayımım, bir saptama yapma anında görüşüne başvurduğum pek çok kişinin “Sanat tarif edilmez yapılır!” diyerek kendilerine göre bir sanat tanımı yapmış olmalarından kaynaklanıyor. Diğer yaklaşımlarda bundan pek farklı olmadan gelişiyor ve bu durum da bize sanat kavramı hakkında toplumun çok geniş bir kesiminin doğru bilgisi olmadan bir “his” düzeyinde sanat algısına sahip olduğunu kanıtlıyor. O zaman, tanımını bilmediği bir kavramın toplumsal yaşamda nasıl kültürleşebileceği ve nasıl bir ortak kullanım ihtiyacı duyulacağı endişesi ortaya çıkıyor. Para kavramının ulaşılacak tek değer halini aldığında, bu değer sapmasından şikâyet ettiğimiz, bir zaman diliminde, sanat kavramını yaşam biçimi haline getirmemiş toplumlarda etik konularda önemli çözülmeler ve


değer erozyonları yaşanıyor. Kavramı bildiği varsayılan dar 9 kesimin, Sanat kavramını ve tanımları ile diyalektik gelişimini bilmemesi, kimi zaman, şekilci yüksek sanat savunuculuğu yapma eğilimi yaratırken, yaşam ile ilişkilendirildiğinde düşük olana da bağışlayıcı bir hoşgörü göstermeyi beraberinde getirebiliyor. Adorno, bu durumu sanatı yeniden gündelik hayatla bütünleştirmek olarak görebiliyor. Sözünü ettiğimiz diğer-geniş kesim bu ayrıntılarla uğraşmıyor. Sanat eseri üreterek yaşamını sürdürenlere karşı bilmemekten kaynaklanan bir cesaretle tepkili olmayı tutarlı bir davranış ve onun kararlı taraftarlığının sertliği olarak görebiliyor. Fanatik olmayı, keskinlik anlamında bir tutarlılık ve feodal bir bağlılığın kutsanması olarak görebiliyor. Böyle bir toplumsal yapıda birey bu kutsanmışlığa ulaşabilmek için her türlü fedakârlığı yapabileceğini dile getirebiliyor. Yaşamın bu boyutunda, sanat kavramı ile ilgili belirsizlikler, Brecht’in söylediği “sanatların en yücesi yaşama sanatıdır” cümlesini de anlamsız hale getiriyor. Schelling, Tolstoy, Kant, Hegel, J.Dewey, Joseph Beuys’un düşüncelerini de anlamsız kılıyor. Ancak bu görüşler dünyada tartışılmasına rağmen, bizim iklimde kendisine tartışma ortamı bulamıyor. Sanat kavramı yaşama biçimi olarak, insanın var olma eyleminin özelliği olarak, tanım bulamıyor. Aydınlanmış sayılan beyinlerin bile, sanat kavramına sahip çıkışları mistik bir tanımsızlık ile elitist bir ulaşılmazlığın soyutluğu içerisinde belirsizleşerek eriyor. Bu belirsizleşme kavrama ulaşmayı korkulu bir hale getiriyor. Korkulan bu kavrama geniş bir kesim de tepki göstermeyi yeğliyor, hatta düşmanlaşıyor. SANATAEVET bu anlaşılmazlıktan kaynaklanan saldırganlıklarında önüne geçmeyi hayal etmektir. Kendini yetersiz bulan insana, sen de başarabilirsin diyebilmek için, yaratıcılıklarını ve onları toplumun olumlu değerlerini geliştirme doğrultusunda kullanabileceği bilgisini ve cesaretini verebilmektir. Barış kavramının, savaş kavramından daha değerli bir kavram olduğunu kabul etmesi ve yaşamın her alanında bu


10

zıtlığı tanımlayabilecek yaratıcılığın kendisinde olduğunu bilmesi yeterlidir. İnsan beyninin sağ lopunun sanat, sol lopunun ise analitik düşünme kodlarını harekete geçirdiği bilgileri son günlerde internet anketlerinde bile yer almaya başladı. Bilgiden yoksun aklın, başlangıçta dış dünya ile ilişki kurduğu ve bu iki lopun birleşik değerlendirmesine sunduğu bilgileri, sadece beş duyu aracılığı ile elde ettiğini ve stokladığını hatırlayacak olursak, bu beş duyu ve beynin iki lopunun birleşik faaliyetleri sonucu arada bir de altıncı duyudan söz ederiz. Bu altıncı duyu bizde salt sezgi olarak algılanır. Kimileri sadece bu duyu ile hareket etmeyi yeğleyerek sanat yaptığını düşünür. Oysa bu duyu, beş duyu ile beslenen ve aklın süzgecinden geçtikten sonra yaratıcılığı farkındalık içerisinde oluşturmamızın da duyusudur. Kimileri bu duyuyu hiçbir şey bilmemek, öğrenmemek ve farkındalık peşinde koşmadan kullanma yanlısı olabilirler, sanat kavramını duygusallık ile karıştırarak, bilgiyle beceriye ulaşmayı küçümserler. Oysa altıncı duyu, insanın oluşumundan günümüze, kullanıcının bütün bilgilerle beslenmeye açıklığı oranında, bu bilgilerin karşılaştırması ile yaratıcılığı geliştirme konusunda daha üretkendir. Bu yaratıcılık sürecinin “yapma” konusu ile ilgisi de, düşündüğünü gerçekleştirebilmektir. Schelling, sanat tanımını yaparken, onu teori ile pratiğin birlikteliği olarak tanımlıyor. SANATAEVET felsefesi, her insanın bu özelliğe sahip olduğunu kabul eder. Bu özelliğini keşfeden insan her seferinde iyi, güzel ve doğru bir eser üretmeyi hedefler. Yaşamak da bir eserdir. Ancak bunun farkına varmadığı zaman insan kendisine zarar verebilir. Düşünce oluşturamaz ise, uygulama da bulunamaz. Çözümsüzlükler karşısında güçsüzleşir çünkü insan yoksunluğu yüzünden sanat yapar, doğadan etkilenmeleri ile diğer canlılardan farklı olarak yaratıcılıklarda bulunmak için yapar. Kuşlardan etkilenerek uçmayı, mağaradan etkilenerek evi


icat eder. Altıncı duyunun SANAT olarak adlandırılması halinde bu duyusunu geliştirememek ve kullanamamak insanı travmatik yapar. İletişim kurmakta zorlanır, kendisini farklı ve üstün olarak görüp hiçbir şey yapamamanın travması ile anlaşılmadığını düşünür. Bu boşluğa düşen insan kullanılmaya ve yanlış yönlendirilmelere kapılabilir. Aristotales, Poetika isimli eserinde bir sanat ürününü, iyi, güzel ve doğru olarak incelerken; kötü, çirkin ve yanlışı da hiçbir zaman göz ardı etmez. Sanat temel olarak iyi bir eser üretmeyi hedefler. Bu durumda iyiye ulaşmak için geçilecek zorlu yolları göze alır. Karşılaşılacak kötülüklere rağmen iyiye ulaşmayı keşfeder, yaratır. SANATAEVET, bu zorlu yolda sanat kavramının zengin öğretisi ile insanlık yaşamının, bizzat kendi kendisini de keşfederek, talep edeceği doğruya ulaşması serüveninin adıdır. Bu defa felsefesi üzerinde çalışmalar da yapmalıyız. İnsanlara anlatılması çok zorlu bir entelektüel dilden çok, anlaşılır örneklerle gerçekleşmelidir. Kavramsal yaklaşım ve aktarılmış bilgiyi kullanma doğrultusunda geri kalmış toplumlarda, pratik olma algısı, doğru bir seçim kabul edilir. Bu nedenle, bilgiye ulaşmadan uygulamaya geçmek genel, mistik davranış biçimidir. Kullanım kılavuzunu okumadan elektrikli aleti kullanmaya çalışmak gibi. Bu durumlarda pratik konusunda başarılı olanlar, kendilerine en kısa zamanda her şeyi bilen bir elitist görüntüsü vermek isteyebilirler. Polemik dili ile olmazı kollayarak, tartışmalarda başarılı olmak, karşısındakini şaşırtarak zafer kazandığını zannetmek, enerjiyi geliştiren değil aksine tüketen bir tutumdur. Bu pratiklikte olup ta bana “Sanata hayır diyen var mı?” diye soru sorarak benimle kişisel söz oyununa girmek isteyen birçok meslektaşım oldu. Ancak, “Sanataevet”i bir umut olarak görüp ona sahip çıkan vatandaşlar da oldu! 5 Nisan 1994 de tasarruf tedbirleri ile ilgili genelge önüme

11


12

geldiğinde, Devlet Tiyatrolarına seçimle genel müdür olmuş ilk ve son kişi olarak görev başındaydım. Genelgenin sanıyorum beşinci maddesi idi; “Kurumların tiyatro yapamayacağını, festival düzenleyemeyeceğini, turneye gidilemeyeceğini” belirtiyordu. Bu durumda, Devlet Tiyatrolarının kapısına kilit vurmamız gerekiyordu. Çok canı sıkılmış ve çaresiz bir duyguyla, o maddeyi durmadan okuyordum. O hızla belki 200-300 defa okumuşumdur. Sonra birden bir şey fark ettim; madde de Devlet Tiyatroları demiyordu ki! Devlet Tiyatroları Tiyatro yapmak için kurulmuş bir kurumdu, bu maddenin içinde olabilmesi için isminin belirtilmesi gerekirdi! O zaman hemen bir yazı hazırladım. Kültür Bakanlığına ve Başbakanlık Müsteşarlığına götürdüm. Devlet Tiyatroları % 75 oranında tasarruf tedbirinden muaf oldu. Eğer böyle bir düşünce geliştirmeseydim genelgede belirtilenlere uyacak ve ülkenin dört bir tarafındaki tüm sahnelerimizi durduracaktık. Bu anlamda konuları anlamadan yapılan ne çok şey olduğunu düşündüm o zaman ülkemizde. Yine tasarruf tedbirleri sırasında Devlet Tiyatroları olarak “sanataevet” kampanyası bünyesinde okunmuş gazeteleri toplama kampanyası açtık. 15 günde tüm Türkiye’den 160 ton gazete kâğıdı toplandı. Bu kampanya sırasında SANATAEVET felsefesini topluma anlatmamıştık. Sadece “sanataevet” demiştik. Okullar kamyonlarla gazete kâğıdını bize hediye etmek için törenler yapıyorlardı, biz de bu törenlere katılıp kamyonları devir alıyorduk. Diyarbakır Devlet Tiyatrosu müdürümüzün çektiği fotoğraflar arasında, tiyatronun önünde ki gazete kulesine, kucağında bebeği olan, örtülü bir hanım bir tomar gazete atıyordu. Kitapçılar tabelalarına, isimlerinin yanına SANATAEVET yazıyorlardı. Düğünlerde şeker dağıtmak yerine üzerinde sanataevet yazan kalemler dağıtmak yaygınlaşıyordu. İzleyiciler tiyatroya gelirken evlerindeki gazete kâğıtlarını üşenmeden bize taşıyorlardı. Sadece SANATAEVET onlara demek epey bir şey anlatmış ki, bu kampanyaya


bu kadar sahip çıktılar. Sonuçta toplanan gazete kâğıtlarından dağların üzerine çıkarak, fotoğraflar çektirdik. Ülkemiz insanın duyarlılığını sevgi ile belgeledik. Devlet Tiyatroların %25 tasarruf tedbiri bünyesindeki demirbaş alımlarını bu gazetelerin SEKA ya satılması ile elde ettiğimiz gelirle sağladık. Ama yine de “Sanata hayır diyen mi var” diye soran arkadaşlardan, pek esprili yaklaşımda bulunup, “TAMERLEVETSANATAEVET” diyerek benim tutumumu komik bulma eğilimi gösterenler oldu! Keşke her şey o günler gibi olsa da benim tutumum komik kalsa! Bu gün geldiğimiz acıklı yaşamımızda, onlar bile artık sanataeveti anlamaya başladılar. Ne yazık ki artık şartlar onların da bu gerçeği kabul etmelerine neden oldu ve dünya bu acımasızlık siyaseti ile insanları katletmeyi bir politika olarak gördükçe, SANATAEVET, kendi kendisini anlatan ve kabul ettiren bir kavram olacak. Oysa sanataevet diyenleri çoğalttıkça yaşanacak sürece müdahale edebilme şansımızın olabileceğini düşünüyorum. Bu nedenle de durumun gelişmesini kendi haline bırakmamak, bu süreci kısaltmak için platformalar kurmak, gönüllü çalışmalar yapmak, toplumla temaslarda bulunmak, etkinlikler planlamak sorumluluğu duymalıyız. Görsel: Resim Yapma Sanatı (1668) – Johannes Vermeer

13


14 SÖYLEŞİ: MELTEM TÜZÜN

“Tanrıyı bu dünyaya bakarak yargılamamak gerektiğine gittikçe daha çok inanıyorum, başarısız bir taslağı bu onun. Her sanatçı bu taslağı yeniden yapmaya, eksiğini tamamlayarak ona bir ‘biçem’ katmaya çalışır.” Van Gogh bu dizeleri yaşamının en sarsıcı dönemlerinde kaleme alarak, kendisi gibi bu dizeleri de ölümsüz kıldı. Yaşamına kıymasının ardından, gerek sanat tarihinde saygın bir yer edinen eserleriyle, gerek parçalanışlarla sürdürdüğü yaşamıyla neredeyse bir yarı tanrı ilan edildi. Bu sanat tanrısının yukarıda yer alan poetik dizeleri, bizlere onun “sanatçı” tanımını ifade etmekle kalmayıp, bu ifade biçiminde sanatçının tanrısal bir görevi olduğunu sarsıcı bir dürüstlükle ortaya koyuyor. Bu tanımdan yola çıkarak sanatçının ve sanatın ehemmiyetini, tarihsel süreçler çerçevesinde oluşmuş olan çeşitli ifade biçimlerini, sanatın ülkemizde karşı karşıya kaldığı güçlükleri ve daha birçok şeyi içinde barındıran bir söyleşiyi okuyacaksınız. Bu söyleşide sorularımızı, değinilmesi gerektiğini düşündüğümüz konuları Meltem Tüzün’le paylaştık. Söyleşiye geçmeden önce Meltem Tüzün’ü biraz tanıyalım. Meltem Tüzün, Eskişehir Anadolu Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nde tahsil gördükten sonra bazı projeler çerçevesinde İtalya’ya gitti. Sekiz ay bir Afrika yardım kuruluşunda gönüllü olarak çalıştı. Bu süreçlerde Avrupa sanatının büyüleyici içselliği ile karşı karşıya gelme fırsatı buldu. Ardından Türkiye’ye geri döndü ve iki yıl kadar çeşitli sanat galerilerinde çalıştı. Şuan Dağ Medya’da Sanat Tarihi yazarlığı ve zaman zaman Bloomberg Businesweek Türkiye dergisi için sergi turu, söyleşi ve monolog yazılar hazırlıyor.


15

Lisans eğitiminizi Anadolu Üniversitesi’nin Sanat Tarihi kürsüsünde tamamladınız. Sizi Sanat Tarihi alanında eğitim almaya sürükleyen sebepler nelerdir? Açıkçası çok bilinçli bir tercihti desem yalan olur. Öyle sanat tarihine âşıktım ve idealimi gerçekleştirdim gibi bir hikâyem yok. Aksine Eskişehir Anadolu Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü sırf açıkta kalmamak adına, tercih listemde 22.sırada gelen bir tercihti. Sonuçlar açıklandığında sevinmemiştim bile çünkü Radyo, Sinema, TV okumak istiyordum. Sonra madem kazandık gidip göreceğiz deyip gittim. İlk sene de sırf alışmak


16

adına yabancı dil hazırlık eğitimi aldım, bölüme başlamadım. Hiç hazır hissetmiyordum kendimi. Ama hazırlık sınıfındayken ara ara derslere gidiyordum Sanat tarihi Bölümü’ne ve sonra yavaş yavaş ilgimi çekmeye başladı. Sevdim. Türkiye’de Sanat Tarihi bölümü pek tercih edilmeyen bir alan olarak görünüyor. Bunun birçok nedeni var elbette. Öncelikle söz konusu bölümden mezun olanların işsizlik ile karşı karşıya kalmaları. Sizce bu sorunu çözüme kavuşturmak adına nasıl bir yol izlenmeli? Tercih edilmiyor dediğiniz gibi ve mezunların işsiz mezunlar olarak kalmaları buna büyük bir etken. Aynı zamanda puanı oldukça düşük bir sözel bölüm olduğu için de sırf açıkta kalmamak adına başlıyor birçok genç benim yaptığım gibi. Ve bu sebeple başlayıp gerçekten seven de çok az insan vardır. Tüm bunlara rağmen her yıl birçok üniversitede 50’ye yakın da kontenjan açılıyor bu bölüm için. En büyük yanlış burada. İş olanağı sağlanamayacaksa bu kadar alım doğru değil elbette. Bunların kaçı akademide kalabilir, kaçı müzede çalışmaya başlayabilir. Bir kere müzelere her yıl atanan sanat tarihçi sayısı o kadar az ki. Ama her yıl yüzlerce mezun çıkıyor. Zaten benim dönemimden ya da alt ve üst dönemimden tanıdığım o kadar az insan var ki işini yapan. Daha öğrenciler bölüme başlar başlamaz hocalarımız bile söylüyor geleceğin işsizlerisiniz diye. Böyle bir bölümde gençlerin de bu işi sevmesi mümkün değil. Bunun çözüme kavuşması için bence en sağlıklı yol bir süre bu bölüme alımların kısıtlanması ve öncelikli mezunların istihdamının devlet tarafından sağlanmasıdır. Örneğin İstanbul’da onlarca sanat galerisi var. Türkiye’de yüzlerce müze var. O kadar imkânsız olmamalı insanların işini yapması. Bir de üzerine son yılların popüler bölümü olan Sanat Yönetimi Bölümü açılıp yayılmaya başladı. İnanılmaz bir rağbet var bu bölüme de ve ben bu bölümün amacını henüz anlayabilmiş değilim. Böyle yepyeni bir bölüm yaratmak yerine pekâlâ bu bölümde verilen dersler bazı Sanat tarihi Bölüm’lerine koyularak daha verimli mezunlar


yaratılabilirdi. Ama şimdi mesleğini yapamayan bir sürü Sanat Tarihçi’ye bir de mesleğini yapamayan ve mesleğinin küratörlük olduğunu sanan bir sürü Sanat Yönetimci katıldı. Mesela Sanat Tarihçilerin yıllardır bir savaşı var unvanlarını kazanmakla ilgili. Peki, ama Sanat Yönetimi okuyanların unvanı ne olacak. Alın size daha büyük bir problem.

17


18

Avrupa seyahatlerinizde farklı kültürleri, insanları tanımış olmanız yazılarınıza nasıl bir yön verdi? Bir Sanat Tarihi mezunu olarak Avrupa’da 8 ay yaşamış olmam 4 yıl boyunca dialardan, slaytlardan gördüğüm klasikleri yakından görüp incelemem aslında öğrendiklerime dair her şeyin yerli yerine oturmasını sağladı. O zaman anladım ki ne kadar okusanız da görsel baksanız da yakından incelemek, yapılan bir resmin fırça darbelerini, pentürlerini incelemek ya da bir heykelin pürüzsüzlüğünü yakından görmek gibi olmuyor. Hep bir şey eksik kalıyor. Vatikan’da Michelangelo’nun Mahşer’ini, Pieta’sını görüp, Venedik’te Tetrarklar heykelini görmek... Amsterdam’da Rembrandt ve Van Gogh ile buluşmak. Hepsi ilk karşılaşmamda duygulandırdı beni. O zaman dedim ki sen gerçekten varmışsın Stendhal Sendromu. Ve orada bir sanat eserini hissetmeye başlayınca da durmadı bu duygu. Yazılara aktı. Gerçi ben Batı Sanatı ile değil daha çok çağdaş sanat ile ilgili yazıyorum. Ancak burada püf nokta sanat eserini hissedebilmek çünkü hissettiklerinizi aktarabildiğiniz kadar okuyucuya dokunabiliyorsunuz. Ötesi zaten bir kaç entelektüel kelime ile süslenmiş didaktik bir yazıdan öteye geçmiyor. Ve ben öğretmekten ziyade okuyucuya hissettirmek istiyorum eseri. Günümüzde Çağdaş ve Modern Sanat, tanımlanmalarının ayrımı oldukça güç bir hal almış durumda. Hatta “güncel sanat” tabiriyle de karşılaşıyoruz ve bu kullanımın “postmodern”e kılıf olarak yer etmeye başladığını görüyoruz. Siz Çağdaş ve Modern ve Güncel Sanat’ı nasıl tanımlıyor ve ayırıyorsunuz? Evet, sürekli insanlardan duyuyorum neye Çağdaş neye Modern diyeceğiz sorusunu. Sanat Tarihi içerisinde bu süreç İzlenimcilik ile başlayıp 1960’lara kadar ayrılan yani akımlar dönemi olan süreci Modern Sanat, 1960’lardan günümüze kadar olan süreci ise Çağdaş Sanat olarak ayırıyor. Bir de tabii ülkemizde Çağdaş Sanat mı, Güncel Sanat mı sorusu var. Bence


o insanların kafasını daha da karıştırıyor. Birçok sanat tarihçi ve sanatçı güncel sanatı terminolojisine almış olsa bile ben Çağdaş Sanat demeyi tercih ediyorum. Tüm dünyada Contemporary Art ismiyle anılan bir dönemdeyiz ve Contemporary’nin karşılığı budur; çağdaş, eş zamanlı, yaşayan ve evet aynı zamanda güncel de demek. Ama Çağdaş Sanat kullanıldığı zaman ısrarla düzeltip hayır güncel diyenler de var ve bu bana saçma geliyor. Zaten ikisinin de anlamı Contemporary’e çıkıyor. Çağdaş ve Modern Sanat’a yoğunlaşmış olduğunuzu belirtmişsiniz. Sizi Çağdaş ve Modern Sanat’a yönlendiren etkenler nelerdir? Anadolu Üniversitesi, Sanat Tarihi eğitimini daha çok Türk İslam ve Bizans sanatı ekseninde verir. Ve bu alanda oldukça iyidir de. Ve biz Çağdaş Sanat ile eğitimimizin son senesinde bir adet Çağdaş Sanat zorunlu dersi ile paket halinde tanışıyoruz normalde. Ancak çok kıymet verdiğim bir hocam Halkan Demir, Çağdaş Sanat ve Sanat Felsefesi derslerini seçmeli olarak veriyordu. Üniversite hayatım boyunca dersinde konuşabildiğim, yorum yapabildiğim tek eğitimci olduğu için de aldım elbette o dersleri. Ve çok sevdim. Diğer alanlara bakınca üç yıl boyunca mimari plan, bani, ressam ezberlemek ile geçti eğitimimiz. Yalnızca bir müfredatı uygulayan lise öğrenimi gibiydi. Ancak Halkan Hocam ile siyaseti, felsefeyi, sanatı bir arada konuşabildiğim yeni bir alandı Çağdaş ve Modern Sanat benim için. Mezun olduktan sonra da ilgim devam etti, okumaya, araştırmaya devam ettim. Türkiye’de sanatın ve sanatçının karşılaştığı sorunlar var. Özelikle son zamanlarda yoğun bir biçimde gündeme gelen sansür konusu. Bu konuyla alakalı neler söylemek istersiniz, nasıl bir direniş inşa edilmeli? Gerçekten üzücü. Geçtiğimiz Cİ’16 ve Tüyap Sanat Fuarı’nda gerçekleşen olaylar ve bu çağda hala böyle şeyler yaşıyor olmamız çok üzücü. Ama öte yandan bu sansürlere eserlerin sanatçılarının boyun eğmesi daha da üzücü. Sa-

19


20

nata sansür hep vardı. Ortaçağda da, modernistlerin döneminde de sanatçılar çeşitli tabuları yıktıkları eserleri ile halktan ya da eleştirmenlerden oldukça tepki çektiler. Ama hiçbiri karşılaştıkları tepki nedeniyle yaptıkları eserleri sergilemekten vazgeçmediler. Düşünün mesela en eski örneği ile Michelangelo Mahşer sahnesini yaptığında, dönemin din adamlarından inanılmaz tepki görüyor. Çünkü bir ibadet yerinde, kutsal bir sahneyi çırılçıplak modeller ile resmediyor. Ama Michelangelo ne yapıyor gelip de laf eden din adamını sahnede Cehennem kısmına çiziyor. Ya da daha yakına gelelim, Courbet taş işçileri ile inanılmaz tepkiler alıyor ama realist tarzda resmettiği ve o güne dek kabul gören güzellik algısı ile oynadığı çalışmalarından vazgeçmiyor. Aksine doğru bildiği eserlerini üretip sergilemeye devam ediyor. Çağdaş Sanat’ın da en önemli özelliği kışkırtıcı olmakken sanatçıların ilk tepkide sinmesini, eserini sergiden çekmesini doğru bulmuyorum. Eğer karşılaşacağın tepkiler ile yüzleşemeyeceksen öyle bir eser yapmamalısın zaten, dekoratif çalışmalısın. Dadaizm 20. asırda ciddi bir sarsıcı çıkış sergiledi. Dadaizm bugün çok tartışılan, üzerine makaleler yazılan bir sanat akımı. Fakat hala tam anlamıyla anlaşılmamış görünüyor. Dadaizm tam olarak ne demek? Bir işin dada olup-olmayışı neye göre belirlenir? Dadaizm aslında bir sanat akımından çok siyasi bir görüş olarak doğdu. Ancak onu doğuran ve ortaya koyanlar dönemin sanat çevresi olduğu için ve bu bağlamda üretim yaptıkları için sanat akımı olarak anıldı. Zaten Dadaistler plastik sanatlardan daha çok yazın konusunda etkili oldular. Ve elbette sanatın dönüm noktası Marcel Duchamp’ı ortaya çıkartan bir düşünce biçimi oldu bu. Dadaizm ve Duchamp sonrası sanat bambaşka bir yöne evrildi. Taştan, tuvalden daha çok akla yansıdı. Ve kavramsal sanatın başlangıcı oldu. Bir çalışmanın dada olup olmamasının belirlenmesi sorusu günümüze uyarlanmış bir soru ise günü-


müzde bu fikirle üretilen eserler olduğunu düşünmüyorum. Geçtiğimiz yıl bir sergiye katılmıştım mesela Dada temalı bir başlık kullandıkları ve bunu tema olarak aldıkları için heyecanlanmıştım da. Ancak gördüm ki Dada’nın biçemini kopya etmekten ama altında yatan güçlü fikirlerden yoksun çalışmalarla doluydu sergi. 19. Yy’da Avrupa’da ki politik ve sosyolojik ortam üzerine sağlam okumalar yapmadan da Dadaizmin tam olarak anlaşılabileceğini düşünmüyorum. Örgütümüzün kuruluşunun onuncu yılını kutluyoruz ve kuruluş bildirimiz olan, 2007 tarihli manifestomuz ile ilgili eleştirilerinizi almak isteriz. Sizce sanatın aydınlanmacı gücü ve amacı günümüz ve ufkumuz düşünüldüğünde ne kadar gerçekçi? Manifestonuz çok yerinde ancak bu ülkede zor iş yapıyorsunuz Azizim :) Şaka bir yana özellikle manifestonuzda yer alan emeğin yanında olmanız ve popülarizme prim vermeyen yanınız ile sizi sonuna kadar destekliyorum. Yazmaya başladığımdan beri benim de manifestom “Dünya’yı sanat kurtaracak” oldu ki aslında bu Avantgarde’ın hep düşlediği ancak kapitalizme yenik düştüğü olgusu ile aynı. Şu an sanat da bir değişim, dönüşüm sürecinde. Paranın her şeyi satın alabildiği bir çağda her sanat alanını da kapsayacak şekilde bu sisteme hizmet edenler oldukça fazla. Ama Van Gogh’un İncil’den bir alıntı ile söylediği gibi “ Ve mevsim erince, hepimiz ektiğimizi biçeceğiz.” Herkesin yaptıkları gelecekte bir gün hak ettiği yeri bulacaktır buna büyük bir inancım var. Yakın geleceğe yönelik çalışmalarınız neleri kapsayacak? Açıkçası geleceğe yönelik tek planım yazmak, yazmak ve sadece yazmak. Gelecekte bir gün, ardımda Sanat Tarihi’ne yön verecek bir şeyler çıkarsa içlerinden ne mutlu bana. Ama daha çok çalışmak, çok okumak gerekiyor. Öğrenecek çok şey var. Bir de hiçbir zaman kalemini satmayan, satmamış bir yazar

21


22

olarak kalabilmeyi istiyorum. Sipariş üzerine yazmadığım için şu an şu planım var diyemiyorum. Sipariş almıyorum ama önerilere de açığım her zaman. Bir sanatçı var, hakkında yazar mısın dedikleri zaman önce bir atölyesini, sergisini göreyim öyle karar veririm konuşuruz diyorum. Ancak şunu da belirtmem gerekiyor yazmaya başladığımdan beri, her yazımla kendimi daha çok geliştiriyorum, daha çok şey öğreniyorum. Mesela geçmişte hakkında yazdığım ancak şu an üretimlerini artık beğenmediğim sanatçılar da var. Önemli olan yazın ve üretim işine dostluk ve samimiyeti çok bulaştırmamak bana kalırsa. Dün eserlerini övgü ile yazdığım bir ismi bugün eleştirebilirim. Bu çok normal, o yüzden yazın üzerine planlı, programlı yaşamıyorum. İlham Şeker


23 Kaan Arslanoğlu’nun Son Dönem Romanları M. Sadık Aslankara Kaan Arslanoğlu’nun romanları üzerine iki yazı kaleme almış, ama son dönem romanları ile genel bir değerlendirmeyi “birkaç hafta öteleyerek” yayımlayacağımı yazmıştım, “tefrika havası” doğmasın diye…

Siz şu işe bakın;Arslanoğlu’nun kendisi “tefrika roman”mış gibi bir yenisini daha yayımlamasın mı: Karşıdevrimciler (İthaki, 2008). Devrimciler’den yirmi yıl sonra Arslanoğlu, onuncu romanını “Devrimciler 2” alt başlığıyla sunuyor bize… İthaki tarafından yayımlanan tüm romanlarının üç ayrı evreye yerleştirilerek ele alınabileceğini düşünmüştüm yazarın. Romanların yayımlanış tarihlerini dikkate aldığımızda “evre” ayrımını yapabilmek olanaklı görünmüştü bana.


24

Bu çerçevede yazarın Devrimciler’le Kimlik’ini 1980 evresi; Çağrısız Hayalim, Kişilikler, Öteki Kayıp, İntihar/ Zamanımızın Bir Kahramanı adlı yapıtlarını 1990 evresi romanları olarak işlemiştim yazılarımda. Kuş Bakışı, Yoldaki İşaretler, Sessizlik Kuleleri-2084 sonraki yazıya kalmıştı. 1980’in “ilk evre”, 1990’ın “geçiş evresi”, 2000 romanlarının “olgunluk evresi” yapıtları olduğunu öne sürmek, görece bir yaklaşım elbette. Ancak konu üzerinde çalışırken, düşünce üretirken, dizgeleştirmede bunun yöntem olarak katkı sağlayabileceği görmezden gelinmemeli yine de… Yazılar yayımlandığında Kaan Arslanoğlu aradı, saptamalarımın tümüne katıldığını söyledi telefonda. Şaşırmadım desem yalan olur. Bizde yazar kısmı, burnundan kıl aldırmaz tutumuyla iğreti komiklik yansıtır çünkü genelde. Sanki karşısındaki, hiç mi hiç yazından anlamıyormuş gibi… Bir yanlışımı da düzeltti bu arada Kaan. İlk yazımda “stajyer hekim” demişim Kimlik’teki kimi kahramanlar için. Meğer “zorunlu hizmet” demem gerekiyormuş bunun yerine. Ne diyorlar böyle durumlarda; “düzeltir, özür dilerim.” Devrimciler’den Karşıdevrimciler’e… Evet, sırada 2000 evresi romanları var Arslanoğlu’nun: Kuş Bakışı (2001), Yoldaki İşaretler (2004), Sessizlik Kuleleri-2084 (2007). Karşıdevrimciler, zamandizinsel bağlamda bu dönemde yayımlanmış olmakla birlikte bu evrenin romanı sayılabilir mi?

İlkin şunu söyleyeyim; “Devrimciler 2” alt başlığını


benimseyemedim bir türlü. Çünkü Devrimciler, adı üzerinde devrimcileri anlatıyordu, Karşıdevrimciler de yine adı üzerinde karşıdevrimcileri anlatıyor. Karşılıklı bakışım getiren kavram çifti bu ikisi.

Devrimcilerle karşıdevrimcileri, aradan geçen otuz yıl sonra karşılaştırma olanağı veriyor roman bize, o kadar. Elbette genel kümleştirme bağlamında aynı kahramanlar, otuz yıl arayla kişilikleri karşılaştırılan bu insanlar. Şimdi gelin yapıttaki katmanlara sızmaya çabalayalım. Metin, 12 Eylül’ün hemen ardından çeşitli uğraklarla İngiltere’ye girip yerleşerek öğrenim yapmış, sosyoloji doktorluğu almış, bu arada Irwin Atkins adıyla İngiltere yurttaşlığına geçerek evlenip aile kurmuştur.

25


26

Freedom Vakfı’nın temsilciliğini de yapmaktadır bu arada Atkins… Onu tam da bu aşamada tanırız. Türkiye’de gerçekleştirilecek bir projede, işbirliği yapılacak sivil toplum kuruluşları ile sorumluluk verilecek kişileri saptama göreviyle, otuz yıl sonra Türkiye’ye gelir. Ne ki Atkins’in “gönüllü” ajan olduğunu öğreniriz ilerleyen sayfalarda. (171 vd.) Projede görev almak üzere Atkins’i kuşatan eski devrimcilerin sergilediği “gönüllülük”te gözlendiğince… Düşünce akışı kısa tümcelerle yansıtılan özöyküsel anlatımıyla Atkins, karakter bağlamında iyi yapılandırılmış yanıyla git gide belirginleşen kahramanı oluyor romanın.

Bu haliyle, İngiltere’de geçen Öteki Kayıp’ın üzerine, bunun birikimine yaslanan, bu doğrultuda yapılandırılan bir roman Karşıdevrimciler. Nitekim Öteki Kayıp’taki anlatıcı Musa ile Karşıdevrimciler’deki anlatıcı Atkins-Metin arasında gerek özyaşamsal gerekse dünya görüşü bağlamında kurulabilecek koşutluk bu yaklaşımı pekiştiriyor denebilir. Ne var ki


27 Öteki Kayıp’ta roman evrenine yayılan olay örgüsü, yazarın dilsel tutumu, bunların kol kola olduğu dolantılar; Musa’nın Eyşan’la, Leyla’yla ilişkisi, belleğini yitirmiş Gülsüm’ün romana kazandırdığı polisiye kurgu romanı uçuran veriler olarak çıkmıştı karşımıza. Oysa Atkins-Metin’in Meral’e duyduğu ilgi, işkencede öldürülen nişanlısına karşı arada uç veren suçlulukla karışık silinmiş ezikliği, öldürülme tehdidi bu ölçüde kalkındıramıyor yapıtı. Her iki roman da özöyküsel anlatıma dayanıyor. Üstelik Karşıdevrimciler’deki kahramanlar Atkins-Metin’in bakışı kadar özöyküsel aktarımla da getiriliyor okur önüne, biraz çizgiselleşmiş bir izlenim bıraksa da bu. Ama Öteki Kayıp roman olarak uçabilirken Karşıdevrimciler yazarın söylemek istedikleriyle sınırlı kalmayı yeğleyen bir zayıflık gösteriyor ne yazık ki. Çünkü yalnızca Atkins-Metin’in ayrıntılı karakterleştirildiği bir roman bu. Ötekilerse yazarın düşüncelerini aktarma görevi üstlenen, bu doğrultuda rollerini oynayıp kukla konumu sergileyen figüran yalnızca. Bu nedenle de gerçektenlik duygusu yaymak anlamında olukça zayıf yapıt. Atkins-Metin’in karşıdevrimci sürece geçişinde Musa’nın söylediklerine kulak verilebilir: “İnsan denen varlık önce karnının iyi doymasına ve ondan sonra da daha çok birbirini becermeye her şeyin üstünde bir anlam yüklüyorsa, bu bizim sosyalizm düşümüz falan hikâye…” (Öteki Kayıp, 116) 2000 evresinde gösterdiğim öteki romanları Kuş Bakışı, Yoldaki İşaretler, Sessizlik Kuleleri-2084 için neler söylenebilir peki?


28 Roman Yaza Yaza Saltık Romana Varmak… Kuş Bakışı’nda psikiyatrist Nihat, “Tamamlanmışlık. İşte, her şeyi bitiren” (30) diyor. Böylelikle yazar, romanı asıl bütünleyenin “bitmemişlik” olduğunu sezdiriyor sanki biraz da. Kaldı ki yayımladığı on roman da gözden geçirildiğinde, bunların birbiri içinden geçerken, her adımda birbirini biraz daha bütünleyen dizi oluşturduğu görülmüyor değil.

Ancak yine de son evre yapıtlarında yazar, fantastik öğelerin kışkırtıcı desteğini arkasına alıp öyle sürdürüyor romancılığını. Sözgelimi, Kuş Bakışı’ndaki “kuş bakışı” eğretilemesi, Yoldaki İşaretler’de sıklıkla önümüzü kesen odak kaydırma, bununla içlidışlı kılınmış zaman sıçramaları, Sessizlik Kuleleri-2084’te, George Orwell’in Bin Dokuz Yüz


29 Seksen Dört’ünden sonra bunu bozup dağıtıp sonra yeniden yaparak kendince yerli yerine oturtma girişimi Arslanoğlu’nun bu yöndeki serüvenini gözler önüne seriyor. Kuş Bakışı’ndaki “kuş”, yukarıdan gözleyen, denetleyen, yöneten, hükmeden olarak bu evre romanları üzerinde ciddi paya sahip. Arslanoğlu, Fethi Naci’ye sunduğu Yoldaki İşaretler’e müthiş bir bölümle giriyor. Şaşırtıcı eğretilemelerin, aykırı gerçekçilikle, fantezilerin eşliğinde ilerleyen romanda insanı kuşatan büyüleyici güzellikte geçişler var. Sinematografik yapısı üzerinde de durulabilir yapıtın. Gerçekten Kaan Arslanoğlu romanlarının büyüyle karılan güzelliği, görsel planlarla bezeli yapısı, anlatımı, bunların sinema diliyle de örtüştüğünü imliyor. Farklı düzlemlerin sürekli birbirini kestiği, birbirine karıldığı, birbiri içine girip çıktığı bir roman evreni; bu yönde renklendirilmiş anlatım… Gerek Yoldaki İşaretler’de, gerekse Sessizlik Kuleleri-2084’te anlatıcılar, Kafka’nın Şato’sundaki K.’yi anımsatır bir çalım. Üstelik Arslanoğlu, bunu örtmek şöyle dursun, kışkırtır bu yönde okuru. Sessizlik Kuleleri-2084, kutsal metinlerle içlidışlı yapılandırılışıyla, yüzyıl sonrasına getirilen irkiltici bakışıyla da dikkati çekiyor. Romanın bilimkurgu evreninde, kuşatıcıların mekanikleşen dokusu, yapay dil, roman evrenindeki gereç-nesne ile oluntu arasındaki gerekirci yaklaşım romanı çarpıcı kılan yanlar. Tufan yanılsaması, kurtuluş aktarımı, “karakter farklılıklarının yok edilmeye çalışıldığı”, “insanlığın insan olmaktan çıkıp robotlaştı(rıldı)ğı” (35,36) evren tasarımıyla yazar, yapıtına hem akışkanlık, hem de katman çoğulluğu kazandırıyor görebildiğimce.


30

Başlangıç verimlerine göre kendini olağanüstü geliştirdiği ortada yazarın. Üstelik bu olgunlaşmanın yatay olduğu denli dikey bir gelişme sergilediği de öne sürülebilir pekâlâ. Bunca yıl içinde büyük emek, büyük gelişme… Demek Kaan Arslanoğlu’nun yirmi yıllık roman yazarlığı serüveni, roman yazarak olgunlaşmasının da göstergesi bir bakıma. Bu yalnız dilde değil, anlatımda, biçemde, kurguda, hatta roman evrenlerinin yaratılışıyla kahramanların yapılandırılışında açıkça görülebiliyor. Bunca gelişmiş romancılığın ardından Karşıdevrimciler’in çıkagelişini olağan karşılayamayışımın nedeni burada aranmalı. Böyle bir sorunu ele alışı elbette çok güzel yazarın, ancak andığım üç romandan sonra, kendi


payıma bunun yine de farklı işlendiği yapıt beklerdim yazardan. Hele bizi bu gelişme evrelerine iyiden iyiye alıştırdıktan, ulaştığı bu düzeyden, son evre romanlarında sergilediği ustalıktan sonra. 19.6.08

31


32 Alternatif ve Aktivist Yeni Medya İlkay Sevgi

Alternatif ve Aktivist Yeni Medya, tüm dünyadaki aktivistlerin, sanatçıların ve yurttaş gruplarının oluşturduğu KENDİNYAP (DIY- Do it yourself) bilgi sistemlerini ve içeriklerini paylaşmak ve diğer taraftan egemen medya kültürüne cevap vermek, karşı koymak ya da direnmek, alternatif veya marjinal görüşler sunmak, görünürlük ve güç kazanmak için yeni medya ve bilgi teknolojilerini kullanma yollarına zengin ve genel bir bakış sağlıyor. Günümüzde, bilginin, içeriğin ve sistemin ele geçirilmesinin, seçilmesinin ve yıkılmasının canlı ve mücadeleci döngüsü; ana-akım “merkez” ve interaktif, katılımcı medya kültürünün “uçları” arasındaki ilişkiyi göstermektedir. -


Kültür, sadece bir zümre için yeniden oluşturulup kullanılıyorsa, toplumun yenilenen yapılarını karşılamıyorsa, kültür bozumu kaçınılmazdır. Bilgi herkesin erişimine açık, bilgi teknolojileri serbest kullanıma uygun olmalıdır. Hackerlar, tüm hukuksal tedbirlere ve polis gücüne karşın bu ideallerden taviz vermeden bilginin ve bilgi teknolojilerinin erişebilirliği ideali için tüm ustalıklarını kullanırlar. Kültür bozumcularının marka algısına karşı düzenlediği gece yarısı seferleri, hackerların bilgiyi sahibine iade etmek, patent ve telif haklarıyla bilgi teknolojilerinin pahalanmasına engel olmak için yorulmak bilmeyen bilgisayar başı mesaileri, sosyal hareketlerle günışığına çıkıyor ve harekete geçirmenin şifreleri çözülüyor. Alternatif ve Aktivist Medya; Castells’in kimlik, küresel ağlar ve yeni sosyal hareketler üzerine belirleyici çalışmasından, yeni yapıların küresel adalet gibi geniş ölçekli, esnek bir biçimde organize olan, merkezi yapılandırmayı dağıtan, ulus-aşırı Sosyal Hareketlerine kadar uzanıyor. Sosyal hareketler üzerine yakın dönem literatürünü tarayan elinizdeki kitap, sistemin buyurgan doğasına gür bir ses yükseltiyor. Mücadele, sanal dünyadan mahkeme salonlarına, ilan tahtalarından pankartlara ve festival tadında sokaklara taşıyor. Hiçbir adım boşa atılmıyor. Kişisel bilgisayarlardan, serbestçe kullanabildiğimiz programlara kadar bilginin akışını bu harekete borçluyuz. Sosyal medya sadece tanışma ve sohbet alanı değildir, sosyal medya kesintisiz iletişim için kurulan baş döndürücü bir ağdır ve artık hiç kimse uzağımızda değildir. İletişim teknolojileri, eğer gerçekten aktaracak idealiniz, önemli bir sözünüz varsa, eşi bulunmaz bir yardımcı ve destektir. Wikipedia, kollarına taktıkları besleyici atıştırmalıklarla dolu sepetleriyle insanların dinamik bir şekilde yollarında gezindiği havada kurulmuş kentler gibidir. Wikipedia, tüm dünyanın bilgisini toplamaya ilişkin antik hayalin sanal ortamda somutlaşmasıdır.

33


34

Merakın kaynağı olan Wikipedia’nın nasıl geliştiğini: kullanışlı bir ansiklopedinin, herkesin yazı yazmasına ve düzeltmesine izin verilerek yaratılabileceği ana fikriyle bilginin patronlarına nasıl kafa tuttuğunu da bu kitapta detaylı bir şekilde bulabilirsiniz – absürd ve olağandışı görünüyor fakat bu gerçekleşmesine ve bilgi kaynağı olarak kalıcı bir yer bulmasına engel olmadı-. Wikipedia’ya güvenebilir miyiz, akademik çalışmalarda referans verilebilir mi gibi sorulardan küreselleşme karşıtlarının ne istediğine, hacker kültüründen küresel adalete kadar son dönemin vurucu tartışmalarını ortaya koyup aydınlatan kitap, ütopyaların nasıl gerçeğe dönüşebildiğini gösteriyor. Çünkü bilgi dizginlenemez, kültür yönetilemez ancak onlara eşlik ederek geleceğe uzanabiliriz. Geçmişteki güçlerine tutunmak için geleceğimizi alıkoymaya çalışanlara zaman, en güzel cevabı veriyor. Bilgi teknolojileri, halkın savunucularıyla birlikte baş döndürücü bir hızla ilerliyor. İlerlemenin, harekete geçmenin şifreleri çözülüyor çünkü belirli bir yön belirlemeden bir araya gelmek sadece kalabalık olur. Mobilizasyon, sadece kaynakları (insanlar, zaman, fonlar, teknoloji, mekân) bir araya getirmek değil, ortaklaşa aktivitelerle kendisini gösteren bir aidiyet hissi yaratmak, dayanışma oluşturmak ve kolektif bir kimlik ortaya çıkarmaktır. Aslında bu hareket yüzlerce yıllık tutkunun, küresel adaletin izlerini sürüyor. Gösteriş ve tüketim kültürüne karşı hareketin merkezi aktörleri olarak öğrencilerin rolünden, öğrenci ayaklanmasının ilk kıvılcımı Nanterre’e kadar sosyal hareketlerin tarihi dinamiğini bu kitapla hissetmek ve anlamak mümkün. Çevresel sorumluluk, sosyal adalet, halkın uluslararası karar mekanizmalarına direk etki edebilmesi gibi ideallere yeni medya sistemleri ne katabilir? Tüm kuralları baştan yazabilir mi? Öfkenin yerini zekâ ve espri aldığında, bu akım büyük sermayenin bile bakışını esnetebilir mi? Bu boyutta bir iletişime katılmak, güç zorbalığından daha cazip gelebilir mi? Gerçek çatışma hakikaten sınıflar üzerinde değil, kültür ve bilgi üzerinde mi yaşanıyor?


Tüm bu soruların cevabını ve çok daha fazlasını elinizdeki kitapta, macera tadında bir solukta okurken, son yılların akademik araştırmalarını da takip edecek, ideallerin yeni bulduğu su yatağında kendinizi berrak, net ve duru bir şekilde bilginin güvenli akışında hissedeceksiniz. Yalnızlık duygunuz da yavaş yavaş sizi bırakıp gidecek. İsimlerini bilmesek de bizim için zekice, cesurca, heyecanla, akılla uğraşanlar var. Hadi onlara katılalım. Kafka Yayınları’ndan çıkan, Leah A. Lievrouw’un yazdığı Alternatif ve Aktivist Yeni Medya, Alternatif Medya serisinin bir parçası. Seri editörleri Barış Çoban ve Bora Ataman, bu seriyi üretirken ki amaç ve niyetlerini şu şekilde dile getiriyor: “Küreyerel ağlar içinde çağdaş işgal ve direniş hareketlerinin özel bir yeri vardır. Her şeyden önce sermayenin sultası altındaki ‘Küreselleşme’ kavramının kâr ve çıkar odaklı içeriğini, gezegen ve üstündeki tüm canlıların evrensel hakları perspektifiyle karşı- layarak, alternatif bir küreselleşme anlayışına olağanüstü bir katkıda bulundukları için… Tüm yerel farklılıklarına rağmen ağ toplumunda alternatif bir küreselleşmeyi inşa etmenin, dolayısıyla daha iyi bir dünyayı kurmanın mümkün olduğunu dünyanın farklı coğrafyalarında irili ufaklı örneklerle gösterdikleri, kanıtladıkları için… Bununla birlikte çağdaş toplumsal hareketleri incelemeye adanmış akademik çalışmalar da aynı ağlar içinde birbirlerinden beslenmekte, etkileşim içinde birbirlerini geliştirmektedir. Böylece söz konusu ağlar disiplinler arası bir sosyal bilimler alanının sadece mümkün değil, aynı zamanda içinde yaşadığımız dünyayı anlamak ve değiştirmek için de zorunlu olduğunu gösterir. Bu bağlamda ‘Alternatif Medya ve Toplumsal Hareketler’ serisi, farklı disiplinlerden gelen araştırmacıların buluşacağı medya ve direniş odaklı bir platform olarak tasarlanmıştır. Ancak editörler olarak son birkaç yıldır üzerinde çalıştığımız

35


36

bu tasarının hayata geçmesini, 2013 Haziranı’nda Gezi Direnişi’nin Türkiye’de yarattığı dipten gelen dalganın akademik ve popüler dünya üzerindeki sarsıcı etkisine borçluyuz. Umuyoruz ki serimiz, başta genç araştırmacılar olmak üzere, alternatif, radikal, aktivist, yurttaş, muhalif, vb. ön-eklerle anılan medya araştırmalarına ilgi duyan herkesin ilgisini çekecektir.” Gelecek ay Türkiye’de aktivist sanat örneklerine değineceğimiz bir yazı ile yine sizlerle olacağız. Yunanistan, onlarca yıl süren aktivist hareketleriyle tüm dünyadaki muhafazakâr akımlara karşı sosyalleşme ve adalet yönünden duyarlı bir hükümet oluşturmayı başardı. Alternatif ve aktivist medya kitabında, Avrupa ve Amerika aktivist hareketlerin farklılıklarına da yer veriliyor. Türkiye olarak Gezi hareketi ve son on beş yılın aktivist sanat hareketleri ile çağdaş anlamda bir kolektivizm yaratmayı başarabileceğimizi ve doğuya özel içe kapanıklığı ve kabullenmeyi aşabileceğimizi gösterdik. Daha detaylı örnekleri Azizm Sanat sayfalarında incelemeye devam edeceğiz.


37 Uçsuz Bucaksız Gökhan Baykal

belki yüksek bir duvardan atlarız bir gün seninle karahindibaların arasına düşer kollarımız ayaklarımız yıldızların üstünde başımız bayram telaşesinde yazları kurak ve sıcak olur buralar kışları karlı ve sert düşleri uçsuz bucaksız hayatları boş ve manasız ekmek alırken ölür çocukluğumuz ya da bir duvar dibinde teklemenerek can verir gençliğimiz bir haziranları unutmayız bir de kaldırım taşlarının altındaki kumsalı


38 Yeşil Gözlü Çocuk Seda Kiraz

Soğuk pencerenin yanındaki eski sandalye de uyuyakalmıştı yaşlı kadın. Kucağındaki şişman, kabarık tüylü kedinin hızla yere inmesiyle uyandı. Titreyen başını tozlanmış duvar saatine doğru çevirdi. İlaç saatinin geldiğini anladı ve zorlanarak sandalyeden kalktı. Bacaklarını ovalayarak mutfağa doğru gitmeye başladı. Masanın üzerinde duran ilaç kutularından en üsttekini aldı çirkin ellerine. Gözlerini kıstı ve ilaç kutusunu pencereye doğru çevirip okumaya çalıştı. İlaç kutusunun üstündeki renkli çizgiler, her ne kadar kutuyu hoş gösterilmek için yapıldıysa da yaşlı kadının midesini


bulandırıyorlardı. Kim bilir daha ne kadar görmek zorundaydı bu rezalet güzelliği. Doğru ilacı bulduğunu anlayınca bir tablet çıkarıp büzülmüş dudakları arasına sıkıştırdı. Yine masanın üstünde duran bardağı alıp çeşmeye doğru yürüdü. Vanayı zorla çevirip suyu açtı. Bardağı ağzına kadar doldurup yavaşça içti. Beyaz başörtüsünün omuzlarından sarkan kenarıyla ağzını bastırarak sildi. Sallanarak gidip sandalyesine oturdu. Pencereden dışarıya bakmaya devam etti. Ne zaman işi olmasa oraya gidip yolu seyrederdi. Sanki birini bekliyordu… Yaşlı kadının uykusu gelmişti. Tam gözleri kapanırken yolun başında bir hareketlenme gördü. Hemen doğruldu. Yolun sonunda gördüğü küçük bir çocuktu, yaklaşınca anladı. Çocuk koşarak bahçe kapısına yaklaştı. Çocuk gelince bahçe kapısındaki kuşlar uçtu ve onlar uçunca çocuk irkildi sonra bahçe kapısını açmaya çalıştı. Kapı yere inmişti. Açmaya çalıştıkça toprağa sürtüyordu. Çocuk birden durdu ve başını eve doğru kaldırdı. Sanki içeri girip girmemek arasında kalmıştı. Yaşlı kadın birinin evine aylar sonra ilk defa geldiğini görünce çok heyecanlanmıştı. Kalbi uzun zamandır bu kadar hızlı atmamıştı. Sadece kocasıyla çocuğunu hatırladığı zamanlarda bu kadar hızlı atıyordu kalbi. Oğlu yedi, eşi yirmi dokuz yaşındayken kaybetmişti ikisini de. Bir depremde. O günden sonra hayatına kimseyi sokmadı. Oturduğu evi bile değiştirmedi. Hatta eşi ve çocuğunun eşyalarını dağıtmak istemediyse de zorla ikna etmişlerdi… Çocuk pencerede oturan yaşlı kadını görünce bütün gücüyle zorladı kapıyı. Evin dayanıksız gibi duran ahşap kapısına doğru koştu. Çocuk mutluydu ne de olsa bugün bayramdı. Evin kapısına küçücük elleriyle vurmaya başladı. Kadın elinden geldiğince hızlı davranmaya çalışarak kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açtığında, sarışın, yeşil gözlü, bir çocuk kadına sevimli bir şekilde gülümsüyordu. Kadın çok sevinmişti. Çocuğu baştan aşağıya süzdü, çocuk eskimiş kıyafetler giymişti,

39


40

ayakkabıları da öyle. Yaşlı kadın ayakkabılarını görünce gözleri doldu. Çocuğu öldüğünde eşyaları arasında dağıtmak zorunda kaldığı ayakkabılardı bunlar. Oğlu ancak bir kere giyebilmişti. Ayakkabılar eskimişti kim bilir bu yeşil gözlü çocuğa da kimlerden kalmıştı. Çocuk Kadının gözlerinin dolduğunu görünce bir an duraksadıysa da kadının buruşuk elini alıp öptü ve alnına koydu. Gülerek; “Bayramın mübarek olsun teyze.” Dedi. Kadın çocuğa deli gibi sarılmak istiyordu ama dokunmaya bile kıyamıyordu. Elini çok hafifçe çocuğun sırtına koyarak; “İçeri gel yavrum.”, dedi ve bir koltuğa oturttu. İki cebine de çokça şeker doldurdu. Çocuk artık gitmek istiyordu, ne de olsa daha gezeceği çok ev vardı. Kadın biraz daha kalsın istiyordu. Çünkü tek arkadaşı olan yalnızlığı hiç sevmiyordu. Bir şeyler yapmalıydı, en azından ondan bir söz almalıydı tekrar geleceğine dair. Fakat ısrarcı görünüp çocuğu sıkboğaz da etmek istemiyordu. Gülümsedi, yanaklarındaki yumuşak etler elmacık kemiklerinde pembe pembe toplanı verdiler hemen. “Evin buraya uzak mı çocuğum?” diye sordu biraz tedirgin. Çocuk ağzında eritmeye çalıştığı kocaman şekeri yanağına güçlükle sıkıştırdı ve cevap verdi; “Hayır, bir sokak ötede oturuyoruz. Hani fırın var ya bir tane onun yanında.” Dedikten sonra şekerini yemeye kaldığı yerden devam etti. Kadın bir süre çocuğu izledi, şu an tek derdi daha fazla şeker toplamak olan çocuk ne kadar da güzeldi. Henüz hiçbir şey yaşamamıştı, yalnız değildi. Kocamış bir kadının onun dostluğuna ihtiyaç duyduğunun, onu görünce ne kadar mutlu olduğunun farkında bile değildi. Tekrar söze başladı; “Aa yakınmış. Haftada bir benim misafirim ol, olur mu?” dedi umut dolu ve reddedilmekten korkan gözlerle. Kalbi hızlı hızlı atmaya başladı, ya ‘gelemem’ derse? Çocuk umursamaz bir şekilde;


“Oluur.” Dedi sadece. Bunu söylerken omuzlarını hafifçe kaldırıp indirmişti. Çocuk için belki de hayatındaki en önemsiz işti. Gelirdi tabi neden gelmesin ki? Aldığı cevap karşısında rahat bir nefes aldı kadın. Gitmek için sabırsızlanan çocuğu uğurladı. Bu güzel haberi kedisine vermek istiyordu ama kedi ortalıkta yoktu. Mutfakta olmalıydı, oraya doğru gitti. Mutfak masasının yanından geçerken gözüne ilaç kutuları ilişti. Ne güzel kutulardı onlar öyle…

41


42 Üzgün Mehmet Rayman

bir çiçek açımı gelelim yan yana düşlerimizi anlatalım birbirimize sessizliğinden biçtiğin elbiselerin dikişine kaydı gözlerimin ucu


bize kayıtlı ne var ıssızlığına yatan yollardan gayrı ökçesi düşmüş adamın yarım aksak yürümesini düşün uzaktan bakınca kara kuru bir gölge çiçeğini büyüten yaprakları düşün bu kapın sövesinden sarkan sarmaşığı eşiğine değin patlamış güneşin sarışın kadınları mevsiminden üzgün işte yazımız güzümüz elimizde bir ömrün romanı dolu dolu yazılmalı omuz verdiğimiz dağların silsilesine yoldan geçen herkes başını koymalı Görsel: Beyaz Gece (1901) – Edvard Munch

43


44 Severus Gülbike Yıldırım

Lilly’nin orman gözleri vardı. Snape dün gece o ormanda Sonsuz uykuya daldı. 15 Ocak 2016 Uşak


45 IRA Soslu Gerilim: ‘71 Onur Keşaplı

Ülkemizde ilk kez 34. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin “Yeni Bir Bakış” seçkisi kapsamında izleyiciyle buluşan ’71, hem yönetmen Yann Demange hem de senarist Gregory Burke’un ilk uzun metrajı olma özelliğini taşıyor. Birleşik Krallık ve İrlanda Cumhuriyeti sinemalarının vazgeçilmez alt türü olan, her iki ülke arasındaki başlıca gerilim konusu Kuzey İrlanda sorunsalına yaslanan film, içeriğinden çok yönetmenin stilize biçimiyle öne çıkıyor.


46

Film, 1971’in Belfast’ında Katolik ve Protestanlar arasında yükselen gerilime dur demek adına bölgeye müdahale eden İngiliz tümeninin, çıkan kargaşa sonucunda biri ölü biri canlı olmak üzere iki askeri geride bırakarak çekilmesi neticesinde acemi asker Gary’nin, kedi-fare oyununu çağrıştıran atmosferde hayatta kalma çabasını anlatıyor. Aynı anda İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu ve İngiliz kontrgerillasından kaçmak durumunda kalan Gary’nin bölüğüne ulaşma çabası, senaryo kurgusu açısından mafya-polis arasında kalan köstebek hikâyelerinin benzerine dönüşürken, kamera ve kurgu tercihleri, dijital oyunları andırıyor. Aktüel kamera kullanımıyla dinamik ve tekinsiz bir izlenim sunan film, kameraya sıçrayan kan ve patlamayla eş güdümlü olarak savrulup sendeleyerek doğrulan kamera gibi postmodernizme içkin, çiğ ancak sarsıcı kullanımlara da başvuruyor.

Yönetmenin belki de üsluba fazla odaklanmasından dolayı senaryoda meydana gelen boşluklar ise filmin en büyük zaafı. Havada kalan karakterler ve özellikle IRA militanlarının karikatür halleri, kontrgerilladan doğan ve gerilimi beslemesi umulan ikinci düğümün anlamsızlığıyla birleştiğinde ortada sözcük anlamıyla tuhaf bir alaşım çıkıyor. Filmin politik bir


derdi ya da sözü olmamasına rağmen beyazperdenin en politik başlıklarından birini arka plana yaslaması belli bir ölçüde hedef şaşırtıyor. Tarafsızlığını koruyarak sorunsala dair söz söylemeyen film, haliyle emperyalizme, sömürüye, dinselulusal-sınıfsal çatışmalara dair fikir üretmiyor. Buna karşın barış yanlısı IRA eskisi karakterden, ikili oynayan İrlandalıya ve pek tabi şiddet yanlısı genç kuşak IRA militanına kadar türlü klişeye başvuran ’71, geçtiğimiz günlerde Belfast kırsalında bir kez daha ağır silahlarla boy göstererek devriyeye çıkan militanlar düşünüldüğünde sıcak bir konuya değinmiş oluyor. Filmi izlemeden önce, söz konusu tarihsel çatışmaya dair iki apayrı ancak başarılı örnek olarak Ken Loach’un Altın Palmiyeli Özgürlük Rüzgârı’nı ve Jim Sheridan’ın oyuncu yönetimi ve metot oyunculukla parlayan Babam İçin filmini izlemek faydalı olabilir.

47


48 Hesaplaşmanın Acı Gerçeği: Zindan Adası Deniz Eren

What A Nice Girl Like You Doing In A Place Like This? (1963) ve It’s Not Just You, Murray! (1964) gibi kısa metrajları ve en nihayetinde The Big Shave adlı kısasıyla sanat camiasında tanınan Martin Scorsese, 1977 yapımı Taksi Şoförü ile bir dönüm noktası yakalayarak zirve yolculuğunda önemli bir noktaya ulaşmıştır. Taksi Şoförü ile Hollywood’ta adından söz ettirmeye başlayan Scorsese, Amerikan yeni dalgası olarak adlandırılan kuşağın önemli temsilcilerinden biri olmuştur. Aynı zamanda kuşağının en istikrarlı ve üretken yaratıcılarından olan yönetmen, nispeten hakkında az konuşulan yapıtlarından 2010 yapımı Zindan Adası’nda karakterinin yaşadığı paranoyayı ve şüpheyi seyircisine yaşatmak


için gerilim ve cinayet filmlerinin usta yönetmeni Alfred Hitchcock’un izlediği yolu izler. Hikâye, Boston açıklarında, içinde azılı katillerin bulunduğu ve iletişimin tek bir yerden sağlanabildiği bir adadan, Rachel Solando adlı akıl hastasının kaçmasıyla başlıyor. Diğer yandan gerçek hayattaki karakterini terk edip yeni bir karaktere bürünerek paranoyayı deneyimleyen Teddy Daniels’in gözünden izliyoruz, bu hikâyeyi.

Filmle aynı adı taşıyan ve Dennis Lehane tarafından kaleme alınan romandan uyarlanan Zindan Adası, olay örgüsü dışında yönetmenin kitaba ne kadar bağlı kaldığı konusunda tartışmalar yaratıyor. Kitap bir karakterin günlüğüyle başlarken filmin doğrudan gemide başlaması gibi verilebilecek ayrıntılardan yola çıkarsak bir kesim, kitap uyarlaması olan filmlerin detaylara yeterince yer vermediğini “Zindan Adası’nda söz konusu olan romanın birebir adaptasyonu olmadığını orijinal hikâyeyle tam anlamıyla bir bağ kuramayıp yer yer yapay bir postiş malzemesi olarak duran, oldubittiye getirilmiş sahnelerin yer aldığı bir Martin Scorsese filmi” olduğunu savunur.

49


50

Diğer kesim ise, Dennis Lehane’in romanını “sanki birisi bunu mutlaka filme çeker fazla betimleme yapmaya gerek yok” düşüncesiyle yazmış olduğunu söyler ve kitapların filmlerden daha iyi olduğu düşüncesini çürüterek film görselliğinin oldukça iyi bir biçimde kullanıldığını kitapta hayal edilmeyen birçok kısmın filmde daha iyi anlamlandırıldığı düşüncesini savunur. Kitaptaki her detaya filmde de yer verilmeli mi sorusu başka bir konunun başlığı olsa da filmin yönetmene ait özgün bir yapıt olabilmesi için yönetmenin hayal gücüne ve fikirlerine yer verilmesi gerektiği yorumunu yapmamız ya da bunu seyircinin kendi yorumuna bırakmamız doğru olacaktır.

Filmin başlangıcında Teddy’in bakış açısından ufukta bir ada görünüyor ve geminin yavaş yavaş adaya yaklaşmasıyla rahatsız edici fon müziğinin şiddetini arttırması tehlikenin haberini önceden seyirciye algılatıyor. Temel dramatik arayışları olan yönetmenin suç, adalet ve şiddet unsurlarını filmlerinde işlemesi bir bakıma seyirciyi bu unsurların sosyal hayattaki karşılığıyla yüzleştirdiğini söyleyebiliriz. Ana karakterimiz Teddy’nin İkinci Dünya Savaşı’ında bizzat savaşması ve Naziler’in Dachau toplama kampında cani bir biçimde donarak öldürülmelerini görmesi kendisinde psikolojik olarak derin yaralar açmış olsa da yaşanan bu olayların seyirciye aktarım biçiminde bir dönem filmi atmosferi yaratılmaya çalışıldığını söyleyebiliriz. Yaşanan


toplumsal olayların yönetmen Martin Scorsese’nin filmlerinde genel olarak yansıttığı sinematografik mimarisiyle uyuştuğunu söylemek mümkün. Olay örgüsüne dâhil olmadan önce akıl hastası olan üç çocuk annesi Rachel Solando’yu aramak için adaya geldiğini düşündüğümüz Teddy’nin ilerleyen ve geriye dönüşlerle desteklenen sahnelerinde aslında kendi iç dünyasıyla hesaplaştığını ve kendisini bütün somut ilişkilerden ayırıp bireysel, soyut ilişkilerle değerlendirilmesi gerektiğini anlıyoruz. Gerçeklere döndüğümüzde ise Rachel Solando diye bir karakterin olmadığını, zihninde manik depresif olan karısı Dolores’in yerine bu kadını koyduğunu görüyoruz. Karısı Dolores’in tedavisini ihmal ettiği için üç çocuğunun ölümünden kendini suçlaması ve zihninde Dolores’i aklamaya çalışması onun yeni bir karaktere bürünmesine yol açmıştır. Gerçek hayat ve hayal arasında gidip geldiğimiz sahnelerde Teddy Daniels’in adlı hastanın iki yıldır hastanede yatan Andrew Laeddis isimli hasta olduğunu öğrenmemiz yönetmenin izleyicisine son tokadı olmuştur.

51


52

Yönetmen Scorsese’nin filmde öne çıkartmak istediği bir diğer nokta ise akıl hastanesinde uygulanan tedavi yöntemidir. Bir kesim ilaç ve eğitimle hastaları tedavi etmek isterken diğer kesim ise göz lobotamisi denilen barbar bir yöntemle gözden girip beyin sinir hücreleri alınarak hastayı ehlileştirmeye çalışılarak izlenen bu yoldur. Karşılaşılan bu iki yolla insanın isterse ne kadar kötü olabileceğini göz önüne koyan yönetmen aynı zamanda 1950 yıllarında geçen filmde Soğuk Savaş Dönemi’nden de mesajlar vermektedir. Işık ve ses bandından gelen müziğin tam yerinde kullanılması ve teknik ekibin başarısı oyunculukları geri planda bırakmış olsa da filmin başarısının sadece “oyunculuk başarısına” bağlı olma tezini çürütmüş ve filmi oluşturan malzemelerin yerinde kullanıldığında seyirci üzerinde büyük bir dramatik etki bıraktığını gözler önüne sermiştir.


Kaynakรงa:

www.filmadami.com http://blog.milliyet.com.tr/bilincaltindaki-son-durak--zindan-adasi

53


54


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.