AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi 110. Sayı Yayın Kurulu Gülbike Yıldırım Onur Keşaplı Selin Gündüz Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak Çocuklarını Yiyen Satürn Peter Paul Rubens 1636 Arka Kapak Çocuklarını Yiyen Satürn (Kesit) Francisco Goya 1823 Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com
www.azizmsanat.org
İÇİNDEKİLER
Geleneksel Anlatıdan Çağcıl Söyleme Adnan Binyazar
To The Deity / Tanrı’ya John William Polidori
betonarme umut gökhan baykal
4 7 22 27 30
Erkek Parkı Hasan Anıl Sepetçi
Peki Ya Türkiye’de Aktivist Sanat İlkay Sevgi
44 46
İlk ve En Önemli Devrim; İnsanın Kendi İçindeki Yolculuğudur Selin Gündüz
Editörden
Yalnızlığın Aydınlığı Cemal Öztürk
48 52
Aşk Üstüne Serhat Başeğmez
4 EDİTÖRDEN
Çocuklarını yiyen Satürn ile bir masal klasiği “Kral Çıplak” ortak paydada buluşabilir mi? Konu günümüz Türkiye’si ise bu pek ala mümkün. İçerikler çoğunluğa yabancı değil. İktidarını kaybetme korkusu ile çocuklarını bile öldürecek hale gelen yüceler yücesi Kronos ya da Satürn, daha önce “Egemenlerin Korkusu” dosyalı 71. sayımıza* kapak olmuştu. Aşağılık kompleksinden mustarip, geldiği noktayı içselleştirebilecek asgari olgunluktan yoksun olanların eline geçen iktidar, söz konusu şahsiyetler için yitirilmesinden en çok korkulan değerdir belki de. Bilirler ki adlarının önünde yer alan unvanların yitimi onları bir bütün olarak buharlaştıracaktır. Kralın çıplaklığındaysa, arsızlığın ve açgözlülüğün sonucunda, sözde yalnızca akıllılara gözüken kumaşlar ürettiği iddiasına sahip terzileri de emrine almaya çalışan kralın, aptallığının kamuya taşınmasını göze alamayarak çırılçıplak halde halkı selamlaması, yaratılan korku imparatorluğu neticesinde gözle görülür gerçeği yalnızca “akılcı” bir çocuğun haykırmasının öyküsü anlatılır. Ülkemizin üstüne çökmüş karabasanı, okurlarımızın bildiği kötülüklerini sıralayarak betimlemeye gerek yok; zira kral çıplak! Karabasanın korku ile sarıldığı başkanlık unvanı ve koltuğu için yapamayacağı bir eylem yok. Diğer yandan, orta çağ uzvu bir tarikat tarafından “kandırıldıkları” ve bu yüzden “ne istedilerse verdikleri” gerçeği ortadayken, kendi akılsızlıklarını halkı aptal yerine koyarak ört bas etmeleri utanç verici. Sorunlu bir zihniyetin, geleceği olmayan bir ideolojiye sarılmış oluşu, konuyu şahıslar üstüne taşıyor. Sömürü düzeninin çürümüş köklerini tazelemesi ve kalıcılaşmasının kapışmasıdır başkanlık tartışmaları. Sömürüyü uzatmak adına
beslenen gericilik ve bunu korumak adına kışkırtılan faşizm, ülkemiz için öngörülen bir alışkanlık haline bürünmektedir. Buna karşı çıkmalı, karşı çıkarken şovenizme karşı şovenizmle cevap vermek yerine, masaldaki çocuk gibi asgari aklı kullanmalıyız. Karşımızda korkunun esiri olarak aklı rafa kaldırmış bir karabasan var. Karabasan başkan/kral olmak istiyor ancak haykırarak hatırlatmak gerekiyor; Kral Çırılçıplak! Bu ay Azizm’de edebiyatımızın ebedi yaratıcısı Yaşar Kemal’i, ölümünün üçüncü yılında, yazın disiplininin bir diğer güçlü çınarı Adnan Binyazar’ın kaleme aldığı ve Kemal’in ebediliğinin kaynağını keşfe çıkan benzersiz bir makale ile anıyoruz. Shakespeare dosyamızda yer alan makalesinin ardından geçtiğimiz ay Azizm yazar kadrosuna katılan, değerli akademisyen Hasan Anıl Sepetçi’nin tiyatro başta olmak üzere sahne sanatlarına dair örgütümüz bünyesinde üreteceği çalışmaların ilki Erkek Parkı oyununa getirdiği kapsamlı eleştiri oldu. Bu ay ayrıca dilimize ilk kez çevrilen ve ilk kez okurla buluşturma onuruna eriştiğimiz John William Polidori şiiri, Tanrı’ya, yukarıda andığımız zihniyetler çarpışmasının, 19. yüzyılda nasıl seyrettiğine dair, Emre Doğan’ın kaleme aldığı önemli bir pasajla birlikte sayfalarımızda. Gezi ile tetiklenen Haziran Direnişi başta olmak üzere aktivist sanatın ülkemizdeki karşılıklarının derlendiği kapsamlı çalışmanın yanı sıra şiir, deneme ve çizimler sizlerle. Karabasanı durdurmak adına, Başkanlığa Hayır! Kral Çıplak!
5
6 Azizm’in Notu: Dosya konusu olarak “Tabu”nun belirlendiği, Mart 2017 tarihli Azizm Sanat E-Dergi’nin 111. sayısı için, öncelikli olarak dosya konusu çerçevesinde olmak üzere, dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video ve fotoğrafı 28 Şubat tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz. *https://issuu.com/azizm/docs/edergikasim2013_cc23bbb66bed87
7 Geleneksel Anlatıdan Çağcıl Söyleme* Adnan Binyazar Dilsel gelişim Düşünürler, dili ulusların soyağacı, yaratıcılığın sihirbazı sayarlar. Avrupa’ya yaratıcı düşüncenin kapısını ulusal diller açtı. Kökü kültüre dayanan evrensel bilinç de aydınlanmayla doğdu. Bilgi alanlarının genişlemesi, beynin aydınlığı demekti. Sanatsallık beynin aydınlanmasıyla doğdu. Böylece anlatı, edebiyat sanatının; ses, müzik sanatının; çizgi, resim sanatının yolunu açtı.
Dili anlatı sanatının evreni sayar Yaşar Kemal. O, çağcıl bir dil yaratımının kökeninde ulusal dilin olduğuna inanır. Şu görüşleri bunu doğruluyor: “Dili her zaman diyalogdan öte, yenemeyeceği güç olmayan büyülü bir güç saydım. (...) Dil benim için sonsuz gücü olan, büyük bir evrendi. Dilin gelişerek,
8
insanlığı, evrenimizi yenileyeceğine, geliştireceğine, güzelleştireceğine, evrenler kurup evrenler yıkacağına inanıyorum.”1 Bir başka konuşmasında, dilin yaratısal görevine değiniyor: “Çukurova toprağı benim kendi ülkem olduğu kadar da benim romanlarım için yarattığım bir ülkedir. Romanlardaki insanları, otları, böcekleri, çiçekleri, atları, kuşları ne biçim yarattımsa, Çukurovanın dilini yeniden yoğurarak nasıl bir yazı, roman diline çevirmişsem, kendi Çukurovamı da öylesine yarattım.”2 Bu yaklaşımı, “Ülkem Fransız dilidir.” diyen Albert Camus’yü anımsatıyor. Yaşar Kemal, ulusal dilden beslenmekle kalmadı, Osmanlıca diye adlandırılan karmaşık dilin karşısına halk söylemini çıkararak anlatı dilini çağcıl kıldı. Bu değişim neden gerekliydi? Osmanlıcanın doğurduğu karmaşa, Tanzimat döneminde Batı etkisiyle yazılmış romanlarda da sürer. Bu dönem romanlarına, yalnızca Fransızca sözcükler değil, Fransız dil kuralları da sızar. Oysa dil, durağanlık bilmez, dipten dibe gelişir dil. Halit Ziya Uşaklıgil, 19013 yılında yazdığı Aşk-ı Memnu adlı romanını, 1939’da yalınlaştırmak gereğini duymuştur.4 O da yetmemiş, başyapıt sayılan bu roman, aradan 115 yıl geçtikten sonra, günümüz Türkçesiyle yeniden yayımlanmıştır.5 1
Yaşar Kemal, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor (Alain Bosquet ile Görüşmeler), YKY, İstanbul 2004, s. 90. 2
agy., s. 132.
3
Aşk-ı Memnu ilk olarak 9 Şubat 1899-17 Mayıs 1900 tarihleri arasında Servet-i Fünun dergisinde tefrika edilmiştir. 4
Yazar, yalınlaştırmanın ne denli sınırlı kaldığını açıklıyor: “Kitabın sadeleştirilmiş olmasına fazla genişlikte bir ma’na vermemelidir: Yeni, nesil için pek tanılmamış olan (tanınmayan) kelimeler, terkipler Türkçeye çevrilmiş, fakat üslûba, ibarelerin teşkilâtına hiç dokunulmamıştır.” 5
Halit Ziya Uşaklıgil, Aşk-ı Memnu, Can Yayınları, İstanbul 2016, s. 12. (Günümüz Türkçesine uyarlayan: Tamer Erdoğan)
Geleneksel anlatı Yaşar Kemal, diliyle, konusuyla bize özgü verilerle oluşturmuştur romanlarını. Yaşadığı bölgenin doğayla baş başa, toprakla tırnak tırnağa savaşan insanını; masalları, deyişleri, halk söylemlerini birbiriyle kaynaştırarak anlatmıştır. Toros dağlarının göğe eren doruklarını, Çukurova’nın verimli topraklarını, kerpiç duvarlı evleri, zamanın taş yığınına çevirdiği Anavarza Kalesini kendi yarattığı dilin çarpıcı betimlemeleriyle canlandırmıştır gözümüzde. Söylemini oluşturan sözcüklerin, ay aydınlık geceleri yansıtırken de, o gecelerin “kurşungeçirmez karanlığını”6 betimlerken de özenle seçildiği görülür. Onu, romanlarının bir söylem mimarı kılan nedir? Hangi dil geleneğinden beslenmiş de karınca körelerini, yılan deliklerini, kelebek kanatlarını, atların mitsel şahlanışını dile getirirken sanki bir söz büyücüsü olmuş? Stefan Zweig, hayatta “yıldızın parladığı anlar” olduğunu söyler. Yaşar Kemal’in dil kökeni, anlatı yıldızının parladığı şu dönemlerde aranmalı: VIII. yüzyılda Asya’nın ortalarına dikilen Orhon Anıtları’ına kazınan şu erdemli sözler bile, ondaki anlatı yalınlığının nerden geldiğine ipucu olabilir: “Turk Oguz begleri budun eşidin uzetengri basmasar asra yir telinmeser Turk budun ilinin torunun kim artati (Türk, Oğuz beyleri, kavmi işitin, yukarıda gök basmasa, aşağıda yer delinmese, Türk milleti, senin ülkeni, töreni kim bozabilir!”) Kâşgarlı Mahmut’un sözlüğü Divanü Lugat’it-Türk (1072-1074), Türklerde aydınlanmanın Avrupa’dan önce başladığını gösterecek denli önemli bir kitaptır. Bu sözlükte yalnızca sözcüklerin anlamı verilmemiş, ona atasözleri, deyimler, deyişler de eklenmiş. Dört ciltlik bu sözlük, Türkçeyi Arapça ile Farsçanın baskısı altında yok olmaktan kurtarmanın ilk adımıdır. 6
Yaşar Kemal, İnce Memed 4, YKY, İstanbul 2004, s. 536.
9
10
Erdemli sözleri güçlü diller yaratır. Günümüzde de canlılığını yitirmemiş olan şu atasözleri Divanü Lugat’iTürk’ten alınmıştır: Alımçı arslan, berimçi sıçgan (Alacağına arslan, vereceğine [borcuna] sıçan.)|Aşıç ayur tübüm altın, kamıç ayur men kayda men (Tencere der dibim altın, kepçe der ben neredeyim?)|Beş erñek tuz ermes (Beş parmak düz değildir.)|Birin birin miñ bolur, tama tama kol bolur (Birer birer bin olur, damlaya damlaya göl olur.) | Erdem başı tıl|(Erdemin başı dildir.) |Ermegüğe bulıt yük bolur (Tembele bulut yük olur.)|Etli tırñaklı eyirmes (Et tırnaktan ayrılmaz.)| İt ısırmas, at tepmes teme (İt ısırmaz at tepmez deme.)| Kişi alası içtin, yılkı alası taştın (Kişinin değeri içinde, atın değeri dışında.)|Yılan kendü eğrisin bilmes, tebi boynın eğri ter|(Yılan kendi eğrisini bilmez, deveye boynun eğri der.) Yunus Emre | Dede Korkut Hep düşünürüm; XI. yüzyılda Divanü Lugat’it-Türk gibi bir sözlük olmasaydı, yazınımızda Yunus Emre, Dede Korkut gibi büyük dil yaratıcılarının adı geçer miydi? Yunus Emre, şiirleriyle, Dede Korkut, XV.-XVI. yüzyılda yazıya geçirildiği sanılan boylarıyla,7 Türkçenin ilk yazarları sayılır. Dinselliği düşünsellik, yönüyle algılayıp dile getiren Yunus Emre, şiirimizin en lirik ozanlarından biridir. Şu iki dize bile, onun ne denli derinlikli bir söylem gücü olduğunu gösterir: Beni bende demen bende değilim Bir ben vardır bende benden içeri Süleyman kuş dilün(dilini) bilir dediler Süleyman var Süleyman’dan içeri 7
Boy: toplumların geçmiş zamanlarını anlatmaya yönelik destansı anlatı.
11 Dede Korkut’a gelince; Oğuznameler’in başlangıç bölümünde adı “Korkut Ata” diye geçen bu anlatı ustasının, Hazreti Muhammed zamanına yakın dönemlerde yaşadığı, Oğuzlar’ın Bayat boyundan geldiği belirtilerek, efsane kişiliğinden şöyle söz ediliyor: “Oğuz’un tamam bilicisiydi.8 Ne der ise olurdu. Gaipten9 türlü haberler verirdi. Allah, onun gönlüne ilham ederdi.10 Korkut Ata, sonunda hanlığın Kayı boyuna geri geleceğini söyledi, ta ki zamanı gelip kıyamet kopuncaya değin... Onun sözünü ettiği, Osman neslidir, işte sürüp gidiyor. Ve daha buna benzer neler söyledi... Korkut Ata Oğuz kavminin her sorununu çözerdi. Onlar önemli her ne işleri olsa, Korkut Ata’ya danışmayınca yapmazlardı. Ne buyursa kabul ederler, onun sözünü tutup yerine getirilerdi.”11 Şu sözler de o yüzyıllarda Korkut Ata’nın söyledikleri arasından seçilmiştir: “Gittiği yerin otlaklarını geyik bilir.|Kıraç alanların çimenlik yerlerini kulan12 bilir.|Ayrı ayrı yolların izini deve bilir.|Geceleri kervan göçtüğünü çayırkuşu bilir.|Oğlun kimden olduğunu ana bilir.|Erin ağırını yeynisini13 at bilir.|Çok yüklerin ağırlığını katır bilir.|Nerenin sızladığını çeken bilir.|Gafil başın ağrısını beyin bilir.” 8
Bilici (kâhin): Olabilecekleri birtakım belirtileriyle sezerek bilinmezliklerden haber veren kimse. 9
Gaip: bilinmezlik.
10
İlham ederdi: esinletirdi.
11
Metin, kimi yerleri bugünkü dille söylenerek, Semih Tezcan ile Hendrik Boeschoten’in birlikte hazırladıkları Dede Korkut Oğuznameleri’nden (YKY, İstanbul 2001, s. 29) alınmıştır. 12
Kulan: yabaneşeği
13
Yeyni: hafif
12
Halkın ağzıyla konuşmak Boşuna “Erdemin başı dil!” denmemiş; Avrupa’da aydınlanma, toplumların ulusal dillerini halkın arasından toplayıp kullanıma sokmasıyla başladı. Yazarlar, düşünürler her çağda bağımsız düşüncenin bağımsız bir dille yaratılacağına inanmışlardır. Martin Luther’in İncil’i Latinceden Almancaya çevirmesi, Almanya’da aydınlanmanın kıvılcımı olmuştur. Dini akılla kavrayanların yorumu İncil’in çevrilmesiyle geçerlik kazanmıştır. Luther’in, İncil’i, Latince sözcüklerin Almancasını halktan öğrenerek çevirdiği söylenir. “Luther halkın ağzına bakarak konuştu.” sözü Leibniz’indir. Avrupa aydınlanmasında önemli bir olay da şudur: Jacob-Wilhelm Grimm kardeşler, Alman masallarını, deyişlerini, efsanelerini, halk anlatılarını, şarkılarını, atasözlerini, deyimlerini derlemekle kalmamış, bir de 33 ciltten oluşan Deutsches Wörterbuch’u14 hazırlamışlardır.15 Yaşar Kemal söylemi Yazınsal sanatların aracı sözcüklerdir. Önemli olan, yazarın sözcükleri kullanmadaki becerisidir. Yaşar Kemal bu beceriyi fazlasıyla gösteriyordu. Onu ortada dolaşan sözcüklerle yapmıyor, o sözcüklere yüklediği anlamla ilgi çekiyordu. Onun sözcükleri Yunus Emre derinliği, Korkut Ata anlatısı, Pir Sultan Abdal direnci, Köroğlu yiğitliği, Karacaoğlan sevdası, Dadaloğlu savaşımı, Nâzım Hikmet bilinci donanımlıydı. O, dilbilimcilerin gün yüzüne çıkarmak istedikleri bir dil gömüsü16 olan halkın sözcüklerini çoktan yazınsal dünyasına sokmuştu. 14
Alman Dili Sözlüğü
15
Atatürk de, dilimizi yabancı diller boyunduruğundan kurtarıp toplumu düşünce bağımsızlığına erdirmeme amacıyla Türk Dil Kurumu’nu kurdu, Cumhuriyetin ilk on yılı içinde (1932). Kurulur kurulmaz bilim kurultayları toplanmış, sözlüklerin hazırlanmasına geçilmiştir. Türkçe Sözlük, 13 ciltlik Derleme Sözlüğü, sekiz ciltlik Tarama Sözlüğü çalışmaları o dönemde başlatılmıştır. Onların ardından Atasözleri Sözlüğü, Deyimler Sözlüğü, her bilim dalına yönelik terim sözlükleri gelmiştir. 16
Gömü: hazine
Söylemini, dağ taş demeyip ardında koştuğu ağıtlar, efsaneler, deyişlerden süzdüğü sözcükler oluşturmuştur. Ağıt, Yaşar Kemal’de, yalnızca ölüme karşı direnme, insanoğlunun ölümle yüz yüze geldiğinde duyduğu şaşkınlığı, korkuyu, inanmazlığı yenen deyiş değil, sözcükler, ses tınısıyla ağıtta ayrı bir çağrışım uyandıran uyaklı dualardı. Yaşar Kemal’in yetişiminde emeği olan Abidin Dino, onun Ağıtlar17 kitabına yazdığı önsözde konunun alanını daha da genişletiyor: “Anadolu bacılarının hep birlikte yaktıkları ağıtların yazıcılığını üstlenmişti. O hızla koşup geliyordu tabana kuvvet, sanki kaderiyle kaderimiz buna bağlıymışçasına... Önümüze serdiği söz dizileri, Çukurova kadınlarının ölüm karşısında uyaklı sözleri, bağırtıları, dövünmeleriydi. Sanki ölenin, vurulanın, ezilenin yitikliği söz kalıplarına dökülünce, yok olmaktan kurtuluyordu. Ağacı, otu, çiçeği, böceği, kurdu kuşu, ırmağı, pınarı, yılanı çıyanı, serçesi, kartalı, ceylanı, camuzu, çakalı, çorçocuğu, avradı, tutması, yanaşması, elçisi, parababası, körtopalı, çiftçi başısı, ırgatı, işçisi, yarıcısı ile büyük değişimlerin içinde bulunan Çukurova’nın avaz avaz ağıtlarından sorumluydu bu çocuk. (...) Söz sözden ötedir elbet, önemli olan sözlerin yaşantı gücü, kavga gücü, düş gücü. Göğceli18 de sezinliyordu bunu besbelli ve bu yüzden kilometrelerce yürüyüp, dağ bayır koşup ne kurtarırsa kârdır kuralınca, önce ağıtları, sonra da türküleri, koşmaları, destanları, Çukurova’nın tüm uyaklı uyaksız söz çeşitlerini, tekerlemelerini, küfürlerini avlıyordu. Folklor derlemesi filan değildi bu iş, hayat memat işiydi, özbeöz malını kurtarıyordu Çukurova’nın, sorumluydu kuşa kurda karşı, şaka değil. (...) Böylece söz avlıyordu Toros eteklerinde, Gâvurdağı’nda, ormanlarda, bataklıklarda, pirinç tarlalarında, nadaslarda”19 17
Yaşar Kemal, Ağıtlar, YKY, İstanbul 2004, 272 S.
18
Göğceli: Yaşar Kemal’in soyadı.
19
Yaşar Kemal, Ağıtlar, YKY, İstanbul 2004, s.14-15. (Abidin Dino’nun 5 Şubat 1979 tarihli, “Yaşar Kemal bir uzun Yürüyüştür Sevgi Dolu” başlıklı yazısından alıntı.”
13
14
Ağıtlar Ağıtların nasıl bir ortamda, kimlerce yakıldığı, iri yapılı yaşlı bir kadının şu ağıtından anlaşılıyor: “Bütün dağlar, ovalar silme kar altındaydı. Bu uçsuz bucaksız aklığa göz kamaştıran bol bir ışık çökmüştü. Ayaklarını sürüyerek ölü evine geldiler. Uzun bir damın örtmesinin altına, ak bir çarşaf altındaki ölünün yöresine halkalanmış kadınlar onları görünce bir an ağıtlarını kestiler, hemencecik de, seslerini daha yükselterek, ağlayarak ağıtlarını söylediler. (...) Yaşlıca iri bir kadın, önce gür sesiyle söylüyor, sonra bütün kadınlar onun söylediğini, gene kadınla birlikte yineliyorlar, arkasından da ağlaşıyorlardı. İri kadın İnce Memedi20 görünce şöyle bir dikeldi, sesine çeki düzen verdi, göğüsleri kabardı, sesi daha gürleşti: -Düldül dağı kavakları/ Kızılgedik durakları/Sana İnce Memed demem/Yıkmayınca konakları -Koçyiğitler, Koçyiğitler/Ağlasın selvi söğütler/Öldürmüşler Mestanımı21/Kanını yalamış itler -Ben ağlarım yana yana/Düşman da susamış kana/Uyan Mestan oğlum uyan/İnce Memed geldi sana -Bilmem demiş, bilmem demiş/Ben hayınlık bilmem demiş/ İnce Memedin yerini/Düşmanlara demem demiş -Hele yazdı, hele yazdı/Kadir Mevlam böyle yazdı/İnce Memedi duyunca/sevincinden öleyazdı -“Ölüyor yiğit ölüyor/Dünyaya ışık salıyor/Hele bakın Mestanıma/Ölüsü bile gülüyor -Kurşun yemiş, uçmuş canın/Kalbur gibi her bir yanın/İnce Memed derler buna/Öcünü alacak senin -Kızılgediğin yolunu/Koparma cennet gülünü/İnce Memedime verdim/Senin kanlı mendilini -Gökte yıldızlar düşüyor/Yavrum toprakta üşüyor/Uyan da gör Mestan oğlum/İnce Memed dövüşüyor.”22 20
Yaşar Kemal, özel adlara gelen eklerden önce kesme imi [ ‘ ] ) kullanmıyor.
21
Mestan: İnce Memedin gizlendiği yeri canı pahasına söylemeyen Memedlerden biri.
22
Yaşar Kemal, İnce Memed 4, YKY, İstanbul 2004, s. 604-605.
Yaşar Kemal ağıtçıların arasında büyüyor, kendisi ağıtlar yakıyor, yüzyıllar öncesinin acılarını içinde duyarak, gününün ağıtlarını da derleyip toplamayı sorumluluk sayıyor. Gerçekte onun çocukluğu da bir ağıt! Ağıt geleneği sanki içine işlemiş. Alain Bosquet’nin bir sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Benim doğduğum yer bir Türkmen köyüydü. Belki de Türkçenin en zengin konuşulduğu yerdi benim bölgem. Her kadın bir şairdi. Ağıt yakmasını bilmeyen bir kadın ya deliydi, ya da aptal. (...) Karacaoğlan, 16. yüzyılda yaşadığı sanılan, bölgemin de, ülkemizin de en büyük şairlerinden biriydi. Bir erkeğin ya da kadının bir Karacaoğlan şiiri bilmemesi olanaksızdı. Karacaoğlan şiiri bilmeyenlere aptal, pısırık gözüyle bakılırdı. Yalnız bu benim köyümde böyle değildi. Bütün Çukurovada da böyleydi.”23 Düğünde düşman saldırısına uğrayıp evi barkı darmadağın edilen oğlunun öldüğünü sanan baba Bay Büre Bey, onun hatunu, Beyrek’in yavuklusu şöyle anlatılır Dede Korkut Kitabı’nın “Kam Büre Bey Oğlu Bamsı Beyrek Boyu”nda: “Alacakaranlık çekildi, gün doğdu. Beyrek’in babası anası gördü ki, düğün evi ortalarda yok. Ah ettiler, akılları başlarından gitti. Gördüler ki gökte kuzgunlar uçuyor, sokaklarda tazılar dolaşıyor Gerdek çadırı paramparça, sağdıç şehit olmuş. Beyrek’in babası koca sarığını aldı yere çaldı, yakasını yırttı. “Oğul! Oğul!” diyerek ağladı, sızladı. Ak saçlı anası gözyaşı dökerek ağladı. Keskin tırnağını ak yüzüne çaldı, al yanağını yırttı. Kargı gibi kara saçını yoldu. Ağlayarak, feryat ederek evine geldi. Bay Büre Bey’in, tepesinde altın ışılayan çadırına girdi. Kızı gelini gülmez, eline kızıl kına yakmaz oldu. Beyrek’in kız kardeşleri ak çıkarıp kara giydiler. 23
Yaşar Kemal, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor (Alain Bosquet ile Görüşmeler), YKY, İstanbul 2004, s. 46.
15
16
“Vay beyim kardeş! Murada ermeyen yalnız kardeş!” deyip ağlaştılar. Beyrek’in yavuklusunun haberi oldu. Banı Çiçek ak kaftanını çıkarıp karalar giydi. Güz elması gibi al yanağını çekip yırttı. “Vay al duvağımın sahibi! Vay alnımın, başımın umudu! Vay şah yiğidim! Vay güzel yiğidim! Yüzüne doyuncaya dek bakamadığım han’ım yiğit! Beni buralarda koyup nerelere gittin, canım yiğit! Göz açıp gördüğüm! Gönül ile sevdiğim! Bir yastığa baş koyduğum! Yolunda öldüğüm, kurban olduğum! Vay güçlü Oğuz’un imrencesi Beyrek!” Bunu işitip, Kıyan Sekçuk oğlu Deli Dundar ak çıkardı kara giydi. Beyrek’in dostları, yoldaşları, ak çıkarıp karalar giydiler. Güçlü Oğuz beyleri, Beyrek için ağır yasa girdiler. Umutlarından oldular.”24
Ağıtlar kanına işlemişti Yaşar Kemal’in. Şöyle bir soru sormak istiyorum: Bamsı Beyrek’in babasının, anasının, yavuklusunun yaktığı şu ağıt; Korkut Ata, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu gibi ozanların soyundan gelen Yaşar Kemal’in gözünden kaçmış olsaydı, Hürü Ana’nın ağıtıyla ayrıca değer bulan dört ciltlik İnce Memed roman yazılmış olabilir miydi? 24
Adnan Binyazar, Dede Korkut, YKY, İstanbul 2016 (6. Baskı), s. 161-162
İnce Memed’in anası kadar yakın bulduğu Hürü Ana, zorbaların suçlu durumuna düşürüp adamlarına öldürttüğü, halk arasında kutsallaştırılacak denli sevilen Anacık Sultan’a yakıyor bu ağıtı: “Ağıda ilk olarak Hürü Ana başladı. Onun sağ yanında soylu ağıtçı Bey kızı Telli Hatun, solunda Telli Hatunun kız kardeşi hak aşığı, türküleriyle, ağıtlarıyla taşı dile getiren, akarsuları durduran, ağaçları yürüten, dağları titreten Hasibe Hatun duruyordu. Hürü Ana önce ağıttan bir dörtlük söylüyor, halkalardaki bütün kadınlar hep bir ağızdan onu tekrarlıyorlar, ardından da gene hep bir ağızdan sallanarak söylediği ağıt bu keskin kayalıklı dağlarda, ardı ardına yedi kere yankılanıyor, oradaki insanları, taşı toprağı, ağacı, çiçeği, suyu, göğü ürpertiyordu. Hürü Ana, Anacık Sultanım, diyordu, öldü bir kafirin25 sopası altında, bir yezidin, dinsizin, dinsizlerin sopası altında. Kara ceren gözleri süzüldü. O, diyordu, Anacık Sultan, kurdun kuşun, karıncanın, böceğin dilinden anlardı. Cümle yaratık gelir onun huzurunda divan dururdu... Dağlar, diyordu, dağlar ona gelir, akarsular, koskoca Fırat yönünü değiştirir de, aktığı ovayı bırakır da, ayaklarına yüz sürmek için, şu ulu dağları aşar da buraya gelir. Dağlar onun için yankılanır, çiçekler onun için açar, gün onun için ışığını gönderir. Ve bütün bu söyledikleri yüzlerce kadın tarafından yineleniyor, yöredeki dağlar seslerden bir iniyor, bir kalkıyordu. Her çiçek ona adını söylerdi. Her çiçek ona derdini söylerdi. Kurt kuş, börtü böcek, karınca ona derdini söylerdi. Cümle yaratık derman aramaya ona gelirlerdi. O, çiçekleri, toprakları, yaprakları, suları, sakızları, merhemleriyle cümle yaralıları iyi eder, yarı ölüleri bile diriltirdi. (...) 25
Yaşar Kemal, kitaplarında düzeltme imi kullanmadığı için, “kâfir” diye yazılması gereken sözcük metinde olduğu gibi bırakıldı.
17
18 Hürüce Ana ayağa kalktı, onunla birlikte halkadaki yüzlerce kadın da kalktı. Hürü Ana, Anacık Sultanın önüne geldi, el bağladı, boyun kırdı, ardından da eğildi, niyaza durdu, sonra da ölünün elini aldı üç kere öpüp başına götürdü. Ve yeniden daha gür, daha başka bir sesle ağıdına başladı. Uyan, diyordu, uyan Anacık Sultan, uyan dünya güzeli, uyan fakir fıkaranın ekmeği, umudu, gürü güvencesi, uyan, uyan, uyan da bak kimler geldi cenazene. Uyan da, dedelerin, o Eyyubi kılıçlılar, o Hasan dağında şehit düşenler, kılıçları yerden kalkmayanlar, yeşil donlular, halk içinde yitenler, o Kırklara karışmış dedelerin geldiler, bak, bak, senin huzurunda el bağlayıp divan durdular. Anacık Sulatanım uyan, uyan ceren gözlüm uyan, uyan dünya güzelim uyan, uyan da gör ki, seni uğurlamaya kimler geldiler.”26 Biri Dede Korkut’un bir boyundan, biri İnce Memed’den yapılan bu iki alıntının içeriği bir soruya yol açıyor: Yaşar Kemal, neden, sıradan gibi görünen kişileri hele de kadınları, abartılı betimlemelerle bir efsane kişisi gibi yüceltiyor? Çukurova’nın zulmüyle tanınan en baş adamı, nice işkencelerden geçirtip öldürtse de, Anacık Sultan’ı konuşturamıyor. Mit kahramanı değil de nedir Anacık sultan? Yaşar Kemal öyle bir irade miti yaratıyor ki, Anacık Sultan, yazarıyla birlikte “zamanda zamansızlığı” yaşıyor. O nedenle dirisinden çok ölü bedeni yüceltiliyor Anacık Sultan’ın... Romanın ozan damarı Yaşar Kemal, Homeros gibi, bir anlatı ozanıdır. Acının kaynağını bulmak için, “En acı çeken yaratık, yaratıklar içinde, öleceğinin bilincinde olan insandır.” diyen Homeros’a uzanıyor. Sonra, sözün yorumuna girişerek, “Öyleyse bu dünyaya, ölüme nasıl dayanıyoruz?” diye soruyor. 26
Yaşar Kemal, İnce Memed 4, YKY, İstanbul 2004, s. 553-554.
Sorusuna yine bir soruyla yanıt arıyor: “İşte bizi yaşama bağlayan bu büyü değil mi? Bu yaşama sevinci değil mi? Bu yaşama sevincinin kaynağı, yaratmak zorunda olduğumuz bu mitler değil mi biraz da? Yaşadığımız bu büyü, yarattığımız bu büyülü mit dünyaları olmasaydı, insan soyu bu kadar acıya, böylesine bilinçlenmişken, dayanabilir miydi? İnsan soyu mit yaratan da bir yaratık değil midir? Şu kurumuş dünyamızda bile, bizi kurtaran her gün yarattığımız mitler değil midir?”27 Bu yorumuyla, gerçekliği mitler dünyasında aradığının ipuçlarını veriyor Yaşar Kemal. İnce Memed başta olmak üzere, ağıt yakan Hürü Ana, ağıdı söylenen Anacık Sultan mitsel anlatının başkişileri değil midir? O da, romanında mitsel gerçeği, lirizmin ince algılarıyla kurgulamıyor mu? Ağıt, onun algısında yalnızca acıyı hafifletmenin aracı değil, insanı ölümünden sonra dirildiğini görmenin coşkusudur. Bu coşku, onun romanını gerçeğini mitlerde aramanın lirik anlatısına dönüştürüyor. Romanlarının mitsel kişileri, cenneti cehenneminde, cehennem cennetinde yaşar. Onlara bu ikilemi, olağanüstü doğa sevgisi, insan varlığına beslenen inanç yaşatıyor. Yaşar Kemal’de, “olağanüstülük” diye de adlandırılan abartı, anlatıyı yapay kılmaz, tersine, gerçeğin derinliğine algılanmasına götürür okuru. Ona göre, insanın yarattığı en büyük değer yaratıcılığıdır. Bu, onun, “sanatın gücüne yaşamın gücünden daha çok inandığını” gösterir. Sanat, farklı olanı algılamayı gerektiriyor. “Tarlaya harman sürmek için gidiyordum. Ekinlerin arasında acı kokan bir ot vardı. Sıcak, çok acı, güzel, baş döndürücü kokuyordu. O sıcakta, çalışmak zorunda olmadığım halde, salt o otu koklamak için bütün gün, harmana gidiyor çalışıyordum.”28 27
Yaşar Kemal, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor (Alain Bosquet ile Görüşmeler), YKY, İstanbul 2004, s177-178. 28
agy., s. 88.
19
20
İşte, farklı algılama bu; kimsenin görmediğini görmek, kimsenin anlamlandıramadığında anlam aramak... Kimsenin algılayamadığını algıladığı için, Çukurova, Yaşar Kemal’de bir kokular senfonisidir. Burada söyledikleri de onun bu yargımın kanıtı: “Her an bir yerlerden güzel, keskin bir koku gelir insanın burnuna... Bir bakmışsın, ay dolunayken, ortalık deniz kokuyor. Bir bakmışsın, akşamüstü dağlardan kekik, yarpuz kokularına karışmış çam kokusu geliyor. Baharda limon, yazın sapsarı buğday kokar Çukurova, çok acı ekin kokar ortalık ekinler biçilirken. Bir de yağmur sonları toprak kokar Çukurova insanını deli divane eden. Bu toprakta doğan, buraya yerleşen, bir daha dünyanın başka hiçbir yerinde yaşayamaz, yaşamaya mecbur kalırsa da ölür.”29 Acı ya da tatlı; denizden ya da topraktan, kekikten ya da buğdaydan alınsın, o koku hiç eksilmiyor Yaşar Kemal’in yazdıklarında. Bosquet’nin sorusuna verdiği yanıtta da buna değiniyor: “Büyük bir doymazlıkla, ustalar ne yapmışlar, diye okumaya çalışıyordum. Okumaya, anlamaya. İnsanlar kimdi, doğa neydi, merakım engel tanımıyordu. Küçük bir ot parçası, bir pınarın akışı, bir kelebeğin saatlerce kıpırdamadan bir dal, bir yaprak üstünde duruşu benim için bir tansıktı. Yeni bir kuş tanımak, yeni bir insan davranışına tanıklık etmek benim için bir sevinç, bir aydınlık kaynağıydı.”30 Yaşar Kemal, kendi deyimiyle, “düşsel bir ülke” kurmuştur romanlarında. Düşsel ülkenin kişileri mitsel olmalıdır. Mit insanı da, ya kutsallaştırılacak denli iyi, ya da hain, madrabaz, işbirlikçi, çıkarcıl, her ahlaksız, aşağılıktır. 29
Yaşar Kemal, İnce Memed 4, YKY, İstanbul 2004, s. 110.
30
agy., s. 122.
21
Söz, Yaşar Kemal’in dilinde, kara toprağın derinliklerinden gök katmanlarına ağan yanık türkülerdir. Lirizme bulanmış söz sızılıdır. Onun roman kişileri, yaşama sözle umut besliyorlar, haksızlığa karşı sözle savaşım veriyorlar. Öldürme tutkusunu, kinden arınmayı, ölüm korkusunu sözle yeniyor; ak güvercin uçuşlu sevdalara sözle kapılıyorlar, hoşgörünün, direncin, başkaldırının erdemine sözle eriyorlar... Mit, destanın kaçınılmaz öğesidir. Başta Homeros’unkiler, bu güne değin eskiyen destan görülmemiştir. Yaşar Kemal, İnce Memed’le, insanımızın kitaplara sığmaz acısının destanını yazdı. Dünya yazınında kolay mı Homeros’la eş tutulmak! * Bursa Nilüfer Belediyesi’nin düzenlediği “Yaşar Kemal Sempozyumu”nda 16 Aralık 2016 gününde sunulan bildirinin tam metni.
22 Erkek Parkı Hasan Anıl Sepetçi Türk Tiyatrosu, Tanzimat’tan bu yana, yüzünü doğuya çevirdiğinden daha çok çevirmiştir batıya. Çeviri oyunlar, uyarlamalar, ufak taklitçi yazım anlayışları derken, iletişim olanaklarının artmasıyla dünyayı da daha iyi takip edebilir olduk. Yabancı dil bilen tiyatrocuların ya da bilim insanlarının çevirileri, belli bir kültürün tiyatrosunun örneklerinin ülkemizde neredeyse batıyla eş zamanlı olarak sahnelerde yer bulabilmesine olanak sağlıyor artık. Son yirmi yılda önce İngiliz, sonra Bulgar şimdi de Alman tiyatrosunun çağdaş metin örnekleri topluluklarımız tarafından rağbet görüyor. Alman tiyatrosunun bu yeni metinlerini genellikle dilimize kazandıran ise Sibel Arslan Yeşilay. Deneyimli çevirmenin son on yılda Türkçeleştirdiği metinlerden biri olan İzlanda kökenli Alman yazar Kristof Magnusson’un Erkek Parkı (orijinal ismiyle ‘Männerhort‘, ‚erkek sığınağı‘ gibi bir anlama geliyor) isimli oyunu, Saydam Yeniay yorumuyla İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda sahneleniyor. Ülkemizde önce Tiyatro Alesta, sonra da Antalya Devlet Tiyatrosu yapımı olarak seyirciyle buluşan metnin, bu –bildiğim- üçüncü sürümü. Erkek Parkı, Helmut (Pilot), Eroll (bilgisayar programcısı) ve Lars (Yönetici) adındaki üç arkadaşın bir AVM’nin bodrum katında, mahzen adını verdikleri bir sığınakta, eşleri yukarıda alışveriş yaparken ‘bira, pizza ve futbol’ üçgeninde maç izlemeleri ile başlıyor. Üç adamın da eşlerinin bitmek bilmeyen alışveriş çılgınlığından şikâyetçi olduğunu ve karılarına yalanlar söyleyip, her hafta birlikte maç izleyip, bira içerek erkek erkeğe muhabbet ettiklerini öğreniyoruz. Helmut’un öncül adımlarıyla kurulan bu mahzende çok mut-
lular. Derken, bu üç orta sınıf erkeğin mahzenine, tesadüf eseri bir itfaiye şefi Mario geliyor ve her şey değişiyor. Mario da benzer şekilde karısının alışveriş merakından mustariptir. Bunun yanı sıra Mario, yeni bir mücadele yöntemi geliştirerek, mahzendeki düzeni, rekabetçi bir düzleme evriltiyor. Mesleki farkındalığını da her fırsatta vurgulayarak içinde bulundukları AVM’nin haritasını çıkarıyor ve 4 erkeğin birbiri ile yarışmasını sağlayacak bir kaçış planı çiziyor. Bu plan, eşlerinden kaçma planıdır ve hangisinin en erken vakitte mahzene ineceği de kazananı belirleyecektir. Dört erkeğin bu rekabetçiliği, oyunun ikinci perdesiyle birlikte onların şimdiye kadar idare ettikleri aile düzenlerini alt üst ediyor ve önce Helmut, sonra Mario, ardından da Lars evden kovuluyor. Tabi ki üçü de, mahzene sığınıyor. İçlerindeki en entelektüel kişi olan ve bunu her fırsatta vurgulayan Eroll ise evden kovulmuyor. Devamında gelişen olaylar ve birtakım gizlerin ortaya çıkması hikâyeye dinamizm getirmekle birlikte, seyirciye de keyifli anlar yaşatıyor. Bu gizlerin ne olduğunu ise oyunu izleyen seyirciye bırakalım.
23
24
Kristof Magnusson metnini, Almanca konuşan ülkelerde çok yaygın olan hafta sonu aktivitesi ‘Männergarten’ (Türkçesi, erkeklerin parkı) fikri üzerine inşa etmiş, çok da iyi etmiş. Männergarten, eşleri ya da kız arkadaşları alışverişteyken, oyundaki gibi erkeklerin kısa süreli erkek erkeğe vakit geçirmelerine deniyor. Alışveriş merkezlerinin, özellikle büyük şehirlerde etrafı sardığı ve insanlar için yapay bir sosyal ortam sunduğu ülkemizde, bu oyunun anlamı Alman kültüründeki ülkelerde olduğu kadar büyük kanısındayım.
Sibel Arslan Yeşilay’ın Türkçesi, akıcı ve metnin temposuna hizmet ediyor. Yönetmen Saydam Yeniay ise oyuna bir yenilik getirmemekle beraber, metnin gücünün farkında ve onu ön plana çıkartmaya yönelik bir anlayışla sahnelemiş oyunu. Yeniay, sözün dinamizminin altını çizmeyi ve oyuncularından maksimum verimi almayı planlamış ve bunda da başarılı olmuş. Behlüldane Tor’un dekor tasarımı sahne boşken şahane, fakat oyunun ilerleyen dakikalarında aksiyonla birlikte hafiften yormaya başlıyor. Mihriban Oran’ın kostümleri ise gerek renk dengeleri, gerekse de karakterlerin
kişiliklerine yönelik gösterge oluşturmaları açısından yerli yerinde. Önder Arık’ın ışık tasarımı, işini yapıyor, oyunu keyifle izlenir kılıyor. Her biri artık usta sayılabilecek oyuncular (İlker Akdağlı, Süleyman Atanısev, Burak Karaman, Ali Çelik) ise rollerinin hakkını fazlasıyla veriyorlar. Sadece Ali Çelik, bence bu oyun için kendi fiziksel özellikleriyle fazla ‘alaturka’ kalıyor. Bu nedenle de zaten ‘bıyıklı’ gibi espriler yerleştirilmiş oyuna. Kaçış planları hazırlayan, kendini askeri bir disiplinle eğittiği konuşmalarından anlaşılan bir itfaiye şefinin bıyıklı ve göbekli bir aktör tarafından canlandırılmasını ilk başta yadırgamadım desem yalan olur. Oyunda beni fazlasıyla rahatsız eden ise anakronizmik espriler oldu. Magnusson’un 2002 senesinde yazdığı bu oyunda bulunan espriler güncelliğini koruyor, olayın kendisi güncelliğini koruyor, karakterler güncelliğini koruyor. Oyuna birtakım bugüne dair espriler yerleştirilmesi metnin hala günümüze dair söyleyecek sözü olduğunun gösterilmesi açısından iyi olmuş, fakat peki ya metinde olan ve yazıldığı döneme dair göndermeler? Onların neden güncelleştirilmediğini anlamak mümkün değil. Oyunun künyesine baktığımda yapımın bir dramaturgu olduğunu görüyorum, bu dramaturg hiç mi uyarmaz yönetmeni? Daha özel örneklendirmem gerekirse, oyunda fotoğraf çekilen bir sahnede ‘Instagram’a yüklerim, takibe takip’ gibi bir espri var. Instagram’ın, metnin yazıldığı tarihten 8 sene sonra geliştirildiğini bilen bizler, bu esprinin sahne metninde bulunduğunu hemen anlıyoruz. Hem hiciv hem de güncellik içeren bu espri yapıldığı yere cuk oturuyor; fakat futbol muhabbetlerindeki topçuların isimlerinin güncellenmemiş olması, Bundesliga’yı da takip eden seyirciye çok saçma geliyor. Roller, Yıldıray Baştürk, Oliver Kahn gibi isimlere referansta bulunuyorlar. Keşke, Nuri Şahin ve Manuel Neuer gibi isimlerle oyunun zamanı tamamıyla bugüne çekilseydi. Bu tarz güncelliğini kendi içerisinde koruyan metinlerin,
25
26
tamamen içinde bulunulan vakte yönelik modifikasyonlarla sahnelenmesinin, hem ‘zamanın ruhu’nu yakalayabilmek, hem de metinlerin anlamlarının ölmediğini gösterebilmek adına, en doğrusu olduğu kanısındayım.
Son söz olarak Erkek Parkı, kalburüstü bir yapım olarak dikkatleri çekiyor. Bu denli çağdaş bir metnin sahnelenmesi seçimi sebebiyle de İstanbul Devlet Tiyatrosu’nu tebrik etmemiz gerekiyor. Kişisel bir not: Oyunu ben Atlas Pasajı’nın içerisindeki Küçük Sahne’de izledim. Bu oyunu dönüşümlü olarak oynadığı Cevahir’de bir cumartesi akşamı izlemek, daha ‘ironik’ ve keyifli olacaktır zannımca.
27 To The Deity / Tanrı’ya* John William Polidori** A storm may gather fore the orb of day And seem to threaten ruin to the plain; The sun sends hope upon a goklen ray To write upon its edge “ I’ll shine again.” The night striding towards the reddening west Steps to the earth and spreads her hideous vest; Beneath its weight man pauses in his will, And crouches at the dark-rohed phantom’s feet: But soon the veil is raised; the russet hill Begins to smile, the song of birds to greet The nymph, who, running fore the weary wain. Cries from the mountains top” He’ll shine again.” So on grief’s thick’ning clouds, despair’s fell night, there breaks God’s promise, and our soul secure and smiling wakes. *** Bir fırtına büzdürebilir ön tarafını sabah yıldızının Ve görünür tehditi ovanın mahvoluşunun Güneş umut dağıtır üzerinde altın bir ışının Eşiğine “tekrar parlayacağım” yazmak için. Gece aşıyor kızaran batıya doğru Adımlıyor yeryüzünü ve yayıyor biçimsiz giysisine
28
Onun ağırlığı altında tereddüt eder erkek iradesinde Ve büzülür yanında siyah giymiş hayaletin ayakları Ama çok geçmeden duvak yükseldi; kızıl kahverengi tepede: Gülümsemeye başladı, selamlaşan kuşların şarkısı Yorgun arabanın önüne koşan peri Ağlar dağların tepesinde “O tekrar parlayacak” Çok geçmeden keder bulutlarda yoğunlaştı, çaresizlik geceye çökü, cayıldı Tanrı’nın sözünden, ve ruhumuz güvende ve gülümseyerek uyandı.
* The Fall of the Angels: A Sacred Poem (1821)
** 19. yüzyıl İngiliz romantik şairlerinden John William Polidori, bu şiiri yazdığı yıl intihar etmiştir. Fantastik edebiyatta vampir kültünün yaratıcılarından biri olan Polidori’nin bu şiiri, teması nedeniyle tarihsel bir düzlemde ele alınmalı ve şiire okuyucusuna sunduğu estetik haz gibi kavramların üzerinde tarihsel bir önem addedilmelidir. Zira İngiliz muhafazakârlığının karakterize olduğu 19. yüzyıl’ın siyasal, toplumsal ve kültürel atmosferi, İngiliz burjuva ve aristokratlarına yapışan sahte bir mutaassıplığın yanında -belki de buna tepki olarak- dinsel olan her şeyin altını oyan bir pozitivizmi ve dolayısıyla bilimsel gelişmeleri de getirmiştir. Charles Darwin, Charles Lyell, Thomas Henry Huxley, Thomas Malthus ve William Jackson Hooker gibi önemli adların bilimsel eserlerini ortaya koyduğu bu yüzyılda bilimsel gelişmelerin ışığında sistemli bir şekilde din ve kilise sorgulanmış ve “aklını kullanma cesaretine sahip ol” ilkesi toplumun tüm kesimlerini etkiler hale gelmiştir. Bu şiir ise çağdaşlarının gerisinde kalmış, şöhret olamamış ve yaptığı edebiyatla toplumdan kopuk görece “başarısız” bir şairin bile bu tartışmaların -en azından- felsefi ve dini izdüşümünden payını aldığını gösterir niteliktedir. Çeviren ve Yayına Hazırlayan: Emre Doğan *** Resim: John William Polidori Portresi - F. G. Gainsford
29
30 Peki Ya Türkiye’de Aktivist Sanat İlkay Sevgi Aktivist medya ve aktivist sanat, insan vicdanının en büyük dostu olarak düşünülmelidir. Kimi zaman çeşitli baskılarla kararlar vermek zorunda kalan hükümetlere ve politikacılara dahi destek olabilir. Aslında acı söyleyen düşman değil dosttur. Toplumun vicdanı olan yazarlar, sanatçılar ve düşünürler vakitli olarak dikkate alındığında sorunların çözümüne yardımcı olur. Ülkemizdeki gibi ifade alanlarını daraltmak; terör karşıtı bir önlem değil, aksine kendini ifade edemeyen ya da kendi fikirlerinin ifade alanı bulamadığını düşünen insanların sistem dışına kaymasına ve hatta suç ile bütünleşmesine neden olur. Batı kültürlerinde iktidarlar baskı yolunu seçtiğinde, sivil toplum karşıt fikirler etrafında öyle bir toplanır ve özel sektör öyle bir destek verir ki, iktidar gerisin geri baskıdan vazgeçmek zorunda kalır. Ancak bizim gibi arada kalmış toplumlarda ve doğu kültürlerinde gücün yanında toplanmak alışkanlığı mevcuttur; güç sizin yanınızda olmasa bile… Türkiye’de insan hayatının temel insan hakkı olarak benimsenmemesi ve kolaylıkla modernite öncesi kolektivitenin dinsel ögelerle bezenerek bireyin haklarını yok etmesi ve insan hayatını ikincil kılması belki de en ciddi sorunumuzdur. Avrupa’da Rönesans ile başlayan insan hayatına, özgürlüklerine, ifade hürriyetine değer verilmesi; hukuk ile korunaklı hale gelen bir sanat kazanımıdır. Türkiye, batıyı birebir takip etmek yerine, daha da zor olan bir işe kalkışmadığı sürece rolünü anlayıp tamamlamış sayılmaz. Kolektivite ve bireyciliğin, doğu ve batının, kadın ve erkeğin, diyalektik ve nedenselliğin arasındaki dengeyi kurmak kültürel ve coğrafik olarak aslında Anadolu’ya düşmektedir. Elimizde fırsat varken aydınlanma hareketini doğuya ulaştırmak için yeterince çaba göstermemiş olmamız belki de en büyük hatamızdır.
Doğunun spiritüelliğini, atomlarına kadar sinmiş ruhsallığını, sonsuzluk hissini, paylaşma kültürünü, bütünselliğin tutarlı çizgisi olan çapını ve dairenin kapsamını da aynı şekilde batıya ulaştırmanın sanatla, yazınla, sinemayla, tiyatroyla yollarını bulmalıydık. Postmodernizmin, her şeyin birbirine karışıp bulanıklaştığı bir zaman; materyalizm, idealizm, radikal dincilik veya egemen kültürler ve azınlık kültürleri arasında bir yapılması gereken bir seçim olmadığını, tam tersine tutarlı sentezlerin, bütünsellik formüllerinin, insan haklarının evrenselleştirilmesinin, kültürel diyalogun ve kültürlerarası üretimin çağı olduğunu anlayıp anlatabilmek, çevresindeki karşıt kültürlerin en iyi ve en kötü yanlarını yaşayıp bilen toprağımızın birikiminin harcıdır. Küresel krizlerin nedenini, tüm matematik ve ekonomi formüllerinin, tablolarının içinde ararken, belki de en temel ivmeyi kaçırıyoruz. Bu da herkesi peşinden sürükleme gücü olan yaratıcılık yeteneğidir. Küresel savaşları, güvenlik formüllerinin arasından hiçbirisi engelleyemez. Sadece niyetin olumsuz olmasından değil, yolun yanlış olmasından, barışı güç gösteriyle aramaktan, bir türlü barış tutkusunun sahiplerine, sanatçılara, yazarlara, âlimlere, aydınlara kulak vermemekten kaynaklanır. Sanatçılarımız tüm olumsuz koşullara rağmen sanatlarını gün ışığına çıkarmak için her türlü fedakârlığı yaparak sanatın ışığını yaymaya devam ederken, onları desteklemek için yanlarında olmak yeter. Küresel başarılara rağmen bireysel kalan çıkışlar, her nedense yeterli destek bulamayınca toplumsallık kazanamasa da, ilgi ve destekle büyüyecek bir üretim kıvılcımı ve yaratıcılık sihri taşımaktadır. Yazımızın bundan sonraki bölümünde aktivist sanatçılarımızın çalışmalarına yer veriyoruz. Aktivist sanat, pahalı bir organizasyon mudur, mutlaka açıkhavada, kamusal alanda mı yer alır, toplumun tümüne mi
31
32
mesaj verir. Aslında aktivist sanat eserleri, insanı düşünmeye, değişmeye ve değiştirmeye zorlayan bir tür olması haricinde hiçbir ortak nokta taşımaz. Çünkü farklı olma iddiası vardır. Farklılık iddiası, taklide ve tekrara açık değildir.
Gözetlenme kameraları karşıtı NOBESE festivalinden bir kare http://istanbul.indymedia.org/tr/comment/reply/92626 Bu arayışların farklı örneklerini verebilmek için çok uzaklara gitmeye gerek yok: Yaratıcı Direniş Atölyesi’nin Cumartesi Anneleri, 1 Mayıs ve Hrant Dink performansları, Tekel işçilerinin çadır direnişleri, anti-militaristlerin Militurizm gezileri, Gülsuyu-Gülensu mahallelerinde kurulan permakültür bahçeleri, Muğla Yuvarlakçay’da HES nöbetindeki kadınların rap performansları, Biz Erkek Değiliz İnisiyatifi’nin kara duvaklı eylemi, Gözetleme Kamerası Oyuncuları’nın düzenledikleri “Nobese Festivalleri”, Bergama köylülerinin yarı çıplak protestoları, feministlerin “Mor İğne”leri,
Dikmen’de yıkımı haber veren direnişe çağrı ateşleri, Metrobüs zamlarına ve otobüs duraklarının kaldırılmasına karşı Tabanvay eylemi...31
Tuğçe Tuna/RemDans 31 Ağustos 2008 tarihlerinde Hangar Sanat Derneği tarafından Beyoğlu’nda ikincisi düzenlenen Sokakta Şenlik’ de ‘Tuzla....Buz..’ isimli performansı gerçekleştirerek Tuzla’da hayatını kaybeden işçilere ve işçi hakları ve iş güvenliğine dikkat çekti. Tuğçe Tuna gösteri hakkında yazımız için şu bilgileri verdi: “Tuzla’da denizaltı denemelerinde 16 işçi kum torbası olarak kullanılmış ve makinenin su alması sonucu işçilerin birçoğu hayatını kaybetmişti. Tuzla.. Buz olmak deyimi ile bu olayın korkunç hissi bu performansta birleşti. Gösteri İstiklal Caddesinde iki kere yapıldı, ayrıca bir kere Kanyon’da ve Contemporary istanbul’da yapıldı. Bedenden yumak fikrini gösterilerde esas aldık.” http://tugcetunaproject.blogspot.com.tr/2008/08/tuzlabuz.html 31
Begüm Özden Fırat, Ezgi Bakçay, 2013. Çağdaş Sanattan Radikal Siyasete Estetik-Politik Eylem. E-skop Sanat Tarihi Eleştiri
33
34
Lemoine ve Ouardi’nin “artivizm” olarak adlandırdıkları bu tür kolektif eylemler, [...] aktivist sanatçının sanatıdır. Bazen hiç sanatçısı yoktur ama onu icra eden militanlar vardır. Angaje olan ve angaje eden bir sanattır, harekete geçirmeye çalışır ve tavır almaya yönlendirir. Eylemin ve değişimin araçlarını önerir. Queer nasıl kadının ve erkeğin ötesinde bir üçüncü cins ise, artivizm de estetik ve politik arasında üçüncü bir terimdir… Propaganda sanatı ya da ifşa etme sanatının tersine artivizm, yaratıcılığın, hayal gücünün, mizahın, yoldan çıkarmanın ve oyunun gücüne güvenerek eylem ve direniş biçimleri icat eder ve deneyimler. Avangardın çocuğu ve aynı zamanda yüzyıllardır isyanı besleyen karşı kültürlerin, popüler kültürlerin, şenlikli protesto repertuarının da mirasçısıdır.32 32
Artivisme: Art, Action Politique Et Résistances Culturelles (Paris: Éditions Alternatives. 2010) s. 5
35
Superego, doğu ve batı ilişkisini, doğuyu minderde oturan, batıyı ise sandalyede oturan bir kişi olarak sembolize ederek yorumlayan bir performans… Aktivist sanat, kamusal mekanlarda izleyicisini aniden bulup şaşırtan bir sanat şoku olarak karakterize olsa da politik mesajları olan ve bu mesajları ulaştırmak için büyük uluslararası organizasyonlar yapmaktan çekinmeyen sanatsal boyutlar da taşır.
THEORY of FALL Düşüş Teorisi performansı, koreograf ve performans sanatçısı Sinan Temizalp tarafından, Simya
36
Sanat tarafından organize edilen Avrupa’nın 30 ülkesinden, Amerika ve Güney Afrika’dan sanatçıların katıldığı Bütünsel Hareket – Integral Move Performans Sanatları Festivalinin TiM’de düzenlenen açılışında gerçekleştirildi. Performans, dünyanın her yerindeki savaşlar yüzünden düşen insanlık değerini anlatıyor.. www.artofglobe.com
Aktivist sanat, etkisini derinde hissettiren ve uzun vadeli olmasını hedefleyen bir sanat türüdür. Bir kelebek etkisi yaratmak ister. Naif, kırılgan bir kalp atışı gibidir ama bir yürek kadar güçlü ve belirleyicidir. 2005’de Gleneagles’ta gerçekleşen G8 zirve protestosunda dağıtılan bir kitapçıkta yer alan bir kolektif eylem deneyimi için şu duygular paylaşılmıştı: “Bu tamamen fiziksel bir şey. Kollarındaki tüyler ürperiverir. Tüylerin diken diken olur. Omurganda bir gıdıklanma hissedersin. Kalbin gümbür gümbür atmaktadır. Gözlerin parlar ve bütün duyuların apaçıktır: görüntüler, sesler, kokular gittikçe yoğunlaşır. Birisi sana değip geçer, ten tene değer ve bir kıvılcım hissedersin. Genzindeki biber gazının keskin rahatsızlığına bile bağımlı hale gelirken bir damla su katıksız bir membadan çağlarmış gibidir. Kendini hayatında
37 hiç görmediğin bir yabancıyla en içten muhabbeti ederken bulduğunda durumu hiç yadırgamazsın. [....] Herkes daha bir çekici. Sırıtmadan duramıyorsun. Beynin kim bilir ne tür bir endorfin üretiyor umurunda değil ve şahane hissedersin. Kolektivite bedenin derinlerine kök salar.”33
QUANTUM JUMP –Kuantum Sıçraması, 2008’de, Amerikalı grup Sonneblauma katılımıyla ve Simya Sanat koreografisiyle gerçekleştirilen Istanbul Exchange kapsamında sahne aldı. FreieTheater, Simya Sanat ve British Council tarafından Viyana’da gerçekleştirilen Third Space konferansında gösterimi gerçekleştirildi. Orta Doğu’da süren savaşların batı tarihindeki bilinçaltı motifleri ile bağlantılarını aydınlatmaya çalışan gösteri, Filistin’den katılan sanatçılardan büyük beğeni topladı. 33
Free Association, “Event Horizon”, 2005, http://freelyassociating.org/event-horizon/ (23. 06. 2012).
38
2007 senesinde Irak harekâtını takiben gerçekleştirilen “Sıfır Noktası” performansı İtalya’da EON Network toplantılarında gösterildi. Dünyanın herhangi bir yerinde süren bir savaşın tüm insanlık değerlerine saldırı olduğunu, tüm ilişkileri değersizleştirip etkilediğini anlatan performans Sinan Temizalp ve Gökçe Es tarafından gerçekleştirildi. Sinan Temizalp, aktivist sanat konusunda duygu ve düşüncelerini aşağıdaki cümlelerle paylaştı: “2007 senesinden bu yana EON Network Türkiye temsilciliğini yürütüyoruz ve yoğun çalışmalarla birçok gösteri, konferans, seminer gerçekleştirdik. Ayrıca Simya Sanat olarak çok sayıda AB projesi yaptık. EON Network toplantılarında Avrupa ağırlıklı olsa da dünyanın birçok ülkesinde sanatçılarla ortak üretimler ve tartışmalar gerçekleştiriyoruz. İlk anda milliyetlerimizi öğrenmeden yakın hissettiğimiz sanatçılar, genel-
de hep aramızda savaş yaşanmış, birbirimizi düşman olarak görmüş olduğumuz ülkelerden çıkıyordu. Bu başlangıçta bize ilginç gelmişti. Samimi bir diyalog sonunda, Sırp, Yunan, Bulgar, İsrailli olduğunu öğreniyorduk ve onlar da bizim Türk olduğumuzu duyunca şaşırıyordu. Aslında ilginç değildi, düşününce ilişkilerimiz olan insanlarla ancak sorunlar yaşadığımızı fark edebiliriz. Yunanistan ile belki 50 sene bunalımlı ve çatışmalı dönemler yaşadık ancak 500 sene de barış içinde, bir arada yaşadığımızı ve belki de gerçek gücümüze ve potansiyelimize bu kültürlerarası diyalog sayesinde ulaştığımızı görebiliriz. Bu yüzden 2010’da Kültür Başkenti senesinde EON organizasyonunu İstanbul’da yaptığımızda Avrupa’nın en büyük sanatçı buluşmasını gerçekleştirmiş olduk. Bunun nedeni ayrım yapmamak, kültürel çalışmalarda kendi kültürümüzün en derin seslerinden Mevlana’nın “Ne olursan ol Gel” mottosunu izlemekti. Öyle bir sinerji doğdu ki fonumuzun yetmediği organizasyonlar ve ülkeler kendi fonlarını bulup, organizasyonda görev aldı ve performanslar gerçekleştirdi. Her ülkenin sanatçıları toplumlarının vicdanıdır. Barış hareketi din ve milliyet içermeyen kolektif kimlikli bir insanlık hareketi olmalıdır.”
2010 Avrupa Sanatçılar Buluşmasında Avrupa’nın 30 ülkesinden, Amerika’dan, İsrail’den ve Mısır’dan sanatçılar ve akademisyenler, gölge oyunu kahramanlarının yansıtıldığı şemsiyeler ve kuklalarla istiklal Caddesi’nde geçit yaptı.
39
40
Aktivist sanatın kendine en doğal ve kendiliğinden şekliyle yer bulduğu toplumsal hareket, muhteşem Gezi hareketiydi. Gezi hareketinde, poiler, dansçılar, tiyatro grupları ve hatta büyük tiyatrolar kucaklaştı. Olamaz dediğimiz her şey oldu. Milyonlarca insan günlerce bu meydanda kalamaz zannettik ama kaldılar. Polisin girmediği bir yerde huzursuzluklar ve güvensizlikler olur zannettik fakat asıl huzursuzluk polis geldiğinde çıktı. Bunca insana yiyecek organizasyonu yapılamaz diye düşündük ama yapıldı. Gezi, etkisi yüzyıl sürecek muhteşemlikte ve uyumla 12 gün sürdü ancak bize yaşadığımızı hissettiren varlığı halen içimizde tüm ezberlerimizi bozmaya devam ediyor. Çetin Altan’ın Gezi direnişi sırasında yayınlanan köşe yazısında belirttiği gibi etkisini farklı ülkelerde de gösteren ve birçok toplumsal harekete yelken açan Gezi, aslında tek bir hükümete ya da tek bir olaya ilişkin değildi. Sesleri duyulmayan kolektif bütünlüğün gücünü gösterdiği bir gençlik ve yenilik coşkusuydu ve geleceğin toplumsal direnişlerinin lidersiz, kendinden uyumlu, kendiliğinden hareketini gözler önüne sererken, toplumsal direnişe yabancı kadirşinas bir kültürün de değiştiğini, sesini bulduğunu gösteriyordu.
GEZİ HAREKETİNDE GAZ MASKELİ DERVİŞ ZİYA AZAZİ
ZiyaAzazi, Gezi hareketinde Gaz Maskeli performansıyla şiddete karşı Sufi felsefesinin ve harmoninin barışçıl doğasını 41 hatırlatmak için sanatın gücüyle insanları birleştirdi.
42
Gezi hareketinin piyanistleri, aktörleri, çuvalla yiyecek, battaniye taşıyan oyuncuları asla unutulmayacak. Hareketin belki de en aktivist gösterisi Duran Adam Erdem Gündüz’ün performansıydı. Aktivist sanatın, spontanlığını, derin zekâsını, sahneye, koreografiye bile ihtiyaç duymadan insanları bir duruş ile harekete geçirmenin şifrelerini sanatçı Erdem Gündüz çözmüştü. Nöbetleşe arkasında toplanan duran adamlar, performansı bireysel bir performanstan kolektif bir performansa çevirirken Gezi’nin en çarpıcı ve en etkin olayını sunuyorlardı. Hatta protestoculara karşı bir duruş sergilemek isteyen “Duran adama karşı Duran Adamlar” da, aktivist sanatın ve sanatın amacına ulaştığını gösteriyor, zekâyı, performansı, sessiz tepki ve dayanışmayı karşıt fikir ile de paylaşıyordu. Zaten sanatın anlatmak istediği tam da budur. Karşıt görüşler her zaman olacaktır. Diyalektiğe göre gelişim ancak bu şekilde mümkündür. Önemli olan şiddetin barbarlığına, kolaycılığına, aşağılamasına sürüklenmeden emekle, fikirle, zekâyla etki göstermektir.
43
44 betonarme umut gökhan baykal
bakarsın bir gemi geçer sahilden betonarme sahile umut doğar güneşi batırırız geminin üstüne ayaklarımız, leş gibi marmara denizi’nde
hala ayaktaysa kuzey ormanlarına yürüyüşe çıkarız karadeniz’den radyasyon emer mutantlaşırız ciğerimize oksijen dolar mı bilinmez üçüncü köprü karbonmonoksit diyarı
*** eser: ivory tower against babylon - alper pek
45
46 Yalnızlığın Aydınlığı Cemal Öztürk
Yalnızlığımın aydınlığında Benimle konuşan insanları seviyorum. Yol boyunca eşlik etsin isterim “Ölümsüzlük Ardındaki Gılgameş” Gideceğim adresi göstersin bana: “Gelmişin, geçmişin, geçişin efendisi” Hermes.
Hülyada mı desem rüyada mı yoksa? En zor anımda Benim en iyi dostum Sokrates oldu. Toplumculuğun Tao’sunu, ütopyasını, Ödünç bir kitap gibi aldım da okudum ondan İnsanı bir solukta anlamak ne mümkün Dinler tarihi bitince, devrimler tarihini… Tanrı değişti, insan değişti, bir zaman sonra Musa’nın asası Marks’ın eline geçti. Ben “Konuşan Kitapları” severim Zaman en büyük hatiptir bana. Zam/anı anlamak tanımaksa eğer haddini Benim kütüphanem tarihin sayfalarıdır. Nice sızlansam mızmızlansam da Yine de bir sevincin geleneğine gönülden bağlı Henüz ulaşılmamış düşler ülkesinin yurttaşı İşsiz güçsüz meteliksizlerin meslektaşıyım ben. Giz çekimli, biz çekişmeli, uz gidişli Ertelenmiş duruşmalar divanında ‘Cebrailsiz’ bir kültür elçisiyim şimdi. *** Görsel: Yalnız Gece – Leonid Afremov
47
48
İlk ve En Önemli Devrim; İnsanın Kendi İçindeki Yolculuğudur Selin Gündüz
İnsanın kökenindeki çevreyi belirleyen kaderden, atalarının kan yoluyla sana bıraktıkları özelliklerden kurtulabilmek için açık bir kapı var mıdır acaba? Kim bilir? Belki kuşakların klostrofobik baskıları sırasında, bir noktada birileri bir basamak yukarıyı fark eder ve oraya varabilmek için bütün gücünü kullanır. Bir halkayı kırmak, odaya değişik bir havanın girmesini sağlamak; sanırım yaşamların dönüşümündeki o minicik giz burada yatıyor. Minicik, ama çok da zahmetli, belirsizliği yüzünden de korkulu.
Belki de evrim her zaman sandığımız gibi işlemiyordur. Son kuramlara göre, değişimler derece derece olmuyor. Daha uzun bir bacak, bir damla fazla içebilmek için daha değişik bir gaga, yavaş yavaş, milim milim, kuşak kuşak gerçekleşmiyor. Hayır, ansızın ortaya çıkıveriyor: anneden yavruya her şey değişiyor, her şey bambaşka oluyor. Bunu onaylayan iskelet, çene kemiği, toynak, değişik dişli kafatası kalıntıları var. Hele bazı türlerde hiçbir ortak bulguya rastlanmıyor. Dedesi böyleyken, torunu şöyle oluyor. İki kuşak arasında bir sıçrama yaşanıyor. Ya insanların iç dünyalarında da aynı şey oluyorsa? Değişimler üst üste birikiyorlar, yavaş yavaş birikip bir anda patlayıveriyorlar. Bir anda bir insan, çevresindeki halkayı kırıp, başka biri olmaya karar veriyor. Alın yazısı, kalıtım, eğitim, bunların biri nerede bitip, öteki nerede başlıyor? Bir an için durup düşündüğünde bütün bunların içinde saklı olan gizem insanı korkutuyor. Kim bilir neden, en basit gerçeklikler, anlaması en zor olanlardır. Ben aşkın en önemli niteliğinin güç olduğunu anlasaydım, hayatımdaki olaylar bir olasılıkla başka türlü çözümlenirdi. Ama güçlü olabilmek için insanın kendini sevmesi gerekir; kendini sevebilmek için de insan, kendini derinlemesine tanımalı, kendi hakkında her şeyi, en gizli, kabullenmesi en zor şeyleri bilmelidir. Yaşam seni bütün gürültüsüyle iterken bu tür bir aşama nasıl gerçekleşebilir ki? Bunu başlangıcından beri yapabilenlerin yalnızca olağanüstü yetilerle donanmış insanlar olduğunu düşünüyorum. Sıradan ölümlülere, yani benim gibi insanlara, yalnızca dallar ve plastik şişeler yazgısı kalır. Birisi seni arkandan bir ırmağa iterse, yapıldığın malzeme yüzünden hemen suyun dibine inmektense yüzersin. Bu bile sana bir zafer görünür ve böylece suda ilerlemeye başlarsın. Akıntının seni götürdüğü yere doğru kayarsın; birkaç taş yüzünden mola vermek zorunda kalırsın;
49
50
orada bir süre suyun çırpıntısı içinde beklersin, sonra su yükselir, kurtulursun, gene ileri gidersin. Su durgunken üzerinde durursun, çağlayancıklar olunca batarsın nereye gittiğini bilmezsin, bunu zaten kendine sormamışsındır bile. Sakin anlarında çevreni, çakılları, çalıları görebilirsin, ayrıntılardan çok biçimleri, renkleri seçersin, sonra zamanla kilometrelerle birlikte miller, setler alçalır, ırmak genişler, hala sınırları vardır ama az kalmıştır artık. “Nereye gitmekteyim?” diye sorarsın kendine ve o anda önünde deniz açılıverir. Benim yaşamımın büyük bölümü de böyle geçmekte. Yüzmekten çok çırpınıyorum. Güvensiz ve hantal hareketlerle, zarif ve neşeli davranamadan, yalnızca kendimi suyun üstünde tutmayı başarabiliyorum. İnsanın kendi içindeki karakteri yetiştirmesi, ama bunu yaparken de çevresindeki hiçbir şeyi algılamaması, hala soluk alsa da ölü olmaya benzer. Zihnimize aşırı katılık uygulayan bizlerde, içimizdeki yüreğimizin sesi bastırmış oluyoruz. Yürek şimdilerde hemen saf ve basit bir şeyi akla getiriyor. Eskiden utanmadan telaffuz edilebilen bir sözcüktü, oysa artık kimsenin kullanmadığı bir terim oldu. Tek tük adı anılırsa o da işlemesinde bir aksaklık olduğu içindir; o bütünlüğü içinde değil de bir koroner ya da atardamar sorunu olduğu zaman akla geliyor. Ama yüreğin, insan ruhunun merkezi olduğu artık anımsanmıyor. Zihin ne kadar çağdaş bir terimse yürek de o kadar demode oldu. Yüreğine kulak veren hayvan doğasına, doğal ve denetim altında olmayan dünyaya daha yakındır. Mantığa kulak verenler ise daha yüksek gözlemler peşindedir. Peki ya böyle olmayıp da tam tersi olsaydı? Yaşamı besinsiz, soluksuz bırakan bu mantık fazlalığı olsaydı? Her zaman yapılan yanlış nedir? Yaşamın değişmez olduğunu sanmak, trenin ray değiştirmeden sonsuza kadar gideceğini düşünmektir. Oysa kaderin hayal gücü bizimkin-
den daha renklidir. Artık çıkış yolunun kalmadığını sandığın bir durumda umutsuzluğun zirveye vardığında, rüzgâr hızıyla her şey değişir, altüst olur ve bir andan ötekine geçerken kendini yeni bir yaşantının içinde bulursun. *** Görsel: Passing Through (2011) – Lesley Oldaker
51
52 Aşk Üstüne Serhat Başeğmez
Birlikte geçirdiğimiz bir yaz sonunda yollar ayrılmış, herkes şehrine, sıradan yaşantısını sürdürdüğü zamanı tüketmeye dönmüş ve tekrar yaz gelmişti. Yaz gelene kadar aradan geçen o bitmek bilmeyen kış ise hiç de sıradan geçmemiş, akıl almaz, kan donduran olaylar yaşanmış, başımızdaki lanet bir türlü gitmek bilmediği gibi iyicene tepemize tünemişti. Neyse ki ayvalar inadınaymışçasına çiçek açmış, erik ağaçları beyaza süslenmiş, düşen cemrenin pırıldattığı çimenler ‘evrensel proleterin’ altında boy vermeye başlamıştı; tabiat yazın geldiğini müjdelerken bir yandan da ‘yolumuzu tükürükleriyle kirleten kralların’ pisliklerini temizliyordu adeta.
Önceki yaz eşsiz zamanlar geçirdiğimiz otelin iskelesinde gün batarken öğleden beridir içiyor, yarı sızmış bir şekilde gözlerim kapalı arkadan çalan müziği dinliyordum. Bir yıldır birbirimizden haberimiz yoktu. Ancak ben içten içe karşılaşacağımızı, birbirimize isimlerimizi seslenip sarılacağımızı ve o an boynunun derisinin altından çıkıp gelecek kokusunu sessizce içime çekeceğimi düşlemiyor da değildim. Dediğim gibi de oldu. Uzandığım şezlongda, karnımın hizasında bir ağırlık hissetmiştim. Onun olduğuna o kadar emindim ki açmadım gözlerimi. Ellerinin içiyle terlemiş alnımı silmiş, hafiften de burnuma değmişti. Bunu bilerek mi yapmıştı bilmiyorum. Gözlerimi açmadan ismini seslendim, o da benimkini. Omzundan tutup kendime doğru çektim, ayakları iskelenin tahtalarında küçük gövdesi ise yanımdaydı. Kolumu boynunun altından geçirip kulağını saçlarından kurtardım. Tekrar ismini seslenip kendisini düşünmediğim tek bir an bile olmadığını söyledim; yalan da sayılmazdı. Arkadaki müzik yavaş yavaş kayboldu. Ayaklarını kaldırıp benimkilerin yanına getirdi; kaşık olmuştuk. Omuz çukurundan havalanarak burnuma doluşan kokusunu içime çektim, bir süre öylece devinimsiz bekledik. Artık soluğumuz kesildi kesilecekken yüzünü döndü. Gözlerimi açmamın habercisiydi bu dönüş. Gözleri yaşarmış, daha fazla kendini tutamamış, sarılıp ağlamaya başlamıştı. Yanağıma değen gözyaşları tuhaftır mutlu etmişti beni. Kulağıma beni özlediğini fısıldarken nefesi ılık ılık içime yol alıyordu. Işıktan çocuklarını denizin üstünde bir hizaya sokup tüm kızıllığını vurarak giden güneş, zıplayan balıkların düşerken çıkarttığı şıpırtılar ve iskelenin ayağına çarpan suyun şapırtıları tatlı bir ahenk içinde birbirimize sokuluşumuza eşlik ediyordu. Tabiat mı bize biz mi tabiata ayak uyduruyorduk bilmiyorum, ancak kendimizi bir ulu sevişmenin içinde bulmuştuk. Etrafta değil birilerinin varlığını hiçbir şeyi umursatmayacak bir sarhoşluk tüm vücuduma yayılmıştı adeta. O an, az önce anlattığım tabiatın kusursuz güzelliği benim için gözle görünür
53
54
olmaktan çıkmış, karşımda sadece soluğunu, öpüşlerini, sıcaklığını hissettiğim varlıktan başka bir şey kalmamıştı. Yeryüzü ikimizden ibaretti duyularımda; onun nefesi, onun kokusu, onun teni, onun seslenişi, onun tuzu; kusursuzdu. Yirmi altı dakikasını birlikte geçirdiğimiz bir yaz bitmiş ve şehre dönüş yolculuğu başlamıştı. Yol kenarında otobüsü beklerken aşka, umuda ve sevişmeye susadığımız geçen kış nereden geldiyse düşüvermişti birden aklıma, hemen yüzümü bir tebessüm kapladı. Hatırlıyorum da ‘yetmez ama hayır’ diyen güzel ablalar ve ağabeyler, yeni yetme yazarlar daha şubattan birbirlerine ‘hayırlı ramazanlar’ temennisinde bulunmaya başlayınca yeni yetmeleri kenara çekip ‘denizin karıncaya durduğu gibi durgun olun’ diye öğütlemişler ve susuzluklarını gidermeleri için üstüne kısa aşk hikâyeli büyük romanlar yazılan şehrin sokaklarına salıvermişlerdi; ne güzel resimler, yazılar, şiirlerle boyamışlardı duvarları çocuklar, ancak onların boyaları kapatıyordu kan lekelerini. Akılları soğukta, ocakta, aşta, evlatta olanlara ‘nisan yağmurlu’ şiirler söylenmişti türkülerle karışık. Kıştan kalma bir türküyü dilime dolayıp önüme yanaşan otobüse bindim. Gitmeden etrafı son bir kez daha seyre daldım. Yüzünü göremediğim, ufka kızıl bir çizgi çekerek Asos’un üstünden batan güneş, sesini duyamadığım, dalgaları çoğaltıp çoğaltıp sahile vurarak köpürten deniz ve uzanıp erişemediğim, tüm ihtişamıyla yükselerek göğü sırtında taşıyan İda bir olmuşlar, kulağıma ‘evrenin sonrasızlığını’ fısıldıyorlardı. Tekli koltuğumu iyice geriye yasladım, uyumak üzere başımı cama dayayıp gözlerimi kapattım. İçim geçerken aklımda şu düşünce vardı: Aşk, tabiatın eşsiz dengesiyle insan doğasının karşı konulmaz uyumsuzluğunun buluştuğu bir bahçe olmalı, kusurlara gizlenmiş bir bahçe, kusurlu... kusur... kus... ku...
*** Görsel: Etretat Kayalıkları (1885) – Claude Monet
55
56