Azizm Sanat E-Dergi Mayıs 2017

Page 1


AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi 113. Sayı Yayın Kurulu Gülbike Yıldırım Onur Keşaplı Orçun Üzüm Tasarım Elif Budak Selçuk Korkmaz Ön Kapak Halka Yol Gösteren Özgürlük Eugene Delacroix Kesit, 1830 Arka Kapak Bolşevik Boris Mikhailovich Kustodiev 1920 Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com

www.azizmsanat.org


İÇİNDEKİLER

4 Aydınlanmanın Göstergesi: Sanat Ahmet Say

7 27

Akıl Gidince Mustafa Bilgin

Umut İnsanda Tamer Levent

52 68

Freudculuğun Eleştirisi (3. Bölüm) Kaan Arslanoğlu

Aklın İç Kalesi Adnan Binyazar

39 40

Söyleşi: Sadık Usta

Editörden

73

Agora: Dini Küstahlık ve Bilim Orçun Üzüm


4 EDİTÖRDEN İnsan hayatı açısından bile kısa bir süre zarfı olan 10 yılın, insanlık tarihi ile gezegenimizin ve evrenin boyutları akla geldiğinde önemsizleşmesi, değersizleşmesi kaçınılmaz. Buna karşın, katı kalması gereken yapıların bile buharlaştığı, oluşumların un ufak olduğu, köklü yayınların sonlandığı, öylesine geçici, birikimsiz ve akışkan bir süreçten geçmekteyiz ki 10 yılı devirmek küçümsenemeyecek bir mesele halinde. Azizm Sanat Örgütü olarak, 27 Mayıs 2007 tarihinde zamanın sinema ağırlıklı lisans öğrencilerinden kurulu bir ekip ile manifesto kaleme alırken on yıl sonrasını görmeyi ne kadar planladık, içselleştirdik tartışılır ancak farkında olmadan çevrimiçi yayın konusunda öncü olduğumuz ve sanat sahasında süregelen savaşımda büyük ölçüde terk edilmiş bir mevziiyi sahiplendiğimiz kesin. İnternet gibi bir devrimin yayıncılık konusunda hakkının verilerek kullanılmadığı, ahmaklığın ve ortalamacılığın yayılarak hüküm sürdüğü günümüzde, internet yayıncılığında yeni kuşak için öncü olma konusunda silik kaldığımız ortada. “Sanat kim/ne içindir” sorusunun alışılageldik tartışmasına önayak olan “toplum” ve “sanat” yanıtlarını aşma gayretimiz(ukalalığımız) bizi Aydınlanma kavramı ve eylemiyle tanıştırdığındaysa en başta bizler için, bilinen çevrenin ötesine geçip derinine inme şansı doğmuştu. Şimdilerde aşırı sahiplenilme noktasında donuklaşma tehlikesi taşıyan, yeniyetmelerce ise komplo teorilerinin vazgeçilmezi “illuminati” ile özdeşleştirilen Aydınlanmanın, türümüzün en büyük devrimi/ateşleyicisi olduğu ve bunun hakkının verilmesi için mutlak surette süreklilik talep ettiğini görüyoruz. Kant’ın çığır açıcı olduğu kadar türümüz için asgari olması gereken tespitinde olduğu gibi Aydınlanma, “insanın kendi


aklını kullanmaya cüret etmesidir”. Bu cüretin sınırlarının ne olabileceği, verili hegemonyaların tamamını alt üst etme gücünün olduğu hem devrimciler hem de karşıdevrimci zihniyet tarafından özümsenerek Aydınlanmanın sürati kesildi. Kavramın, söylem ve eylem açısından özüne ve olması gereken haline yönelik olarak Afşar Timuçin’in değerlendirmesi, taşıdığı önem açısından içselleştirilmelidir; “18. yüzyıl, felsefenin ilk olarak siyasallaştığı yüzyıldır. Her şeyden önce yürürlükteki siyasal ve dinsel yetkelerin tartışılması gerekiyordu. Aydınlanma böylece bir eylem felsefesi oldu. Felsefe hiçbir dönemde bu kadar somutlaşmamış, bu kadar kavgacı olmamış, yaşayan insanın sorunlarıyla bu kadar ilgilenmemiş, insanlığı bu kadar geniş biçimde kucaklamaya çalışmamış, yeni yaşam koşullarını başlatmada bu kadar etkili, dirençli, istekli görünmemişti. O, Sanayi Devrimi’ne açılan bilimsel ve teknolojik atılımların, sermayeciliğin gelişimini sağlayan atılımların getirdiği olumlu ve olumsuz değerlerle ilgili genel bir eleştiriydi.” (Timuçin, 2008, Aydınlanma Nedir. Bilim ve Gelecek, Sayı: 50, sayfa 9) Belki de hiçbir zaman nihai bir neticeye kavuşamayacak Aydınlanma mücadelesinde, on yıldır sanat cephesinde yer alabilmek, “Sanat Aydınlanma İçindir” vurgusunu çoğaltmaya gayret göstermek Azizm Sanat Örgütü için haklı bir onur ve gururdur. Manifestomuzun yazılışının ve kuruluşumuzun onuncu yılında, örgüt olarak özeleştirel yaklaşımımız yoğunlaşırken, Aydınlanma dosyalı, klişe tabirle “arşivlik” bir sayı ile okurlarımızın karşısındayız. Ülkemizin belki de en önemli müzik eğitimcilerinden, yazar/eleştirmen Ahmet Say’ın, tarihsel arka planı ustaca çizerek Aydınlanma ve sanatın karşılıklı etkileşimine yönelik kaleme aldığı makale 113. sayımızın başyazısı. Kuruluşumuzdan bu yana birlikte üretme onuruna bize yaşatan aydınlarımızdan, edebiyatımızın güçlü ve üretken kalemi Adnan Binyazar, kavramın düşünsel sürecini evrensel

5


6

örneklerle işlediği makalesiyle sayımıza derinlik katarken, yine ilk günden bu yana desteğini esirgemeyen, usta karikatürist Mustafa Bilgin, Aydınlanma karşıtlarını özetleyen çizgileriyle sayfalarımızda. Geçtiğimiz yıl Azizm saflarına katılan, tiyatro sanatının çarpıcı aydınlarından Tamer Levent’in makalesi ise ufka umutla bakmayı sağlayan aydınlanmacı bir çalışma. Filozof yoksunu bırakılan ülkemizin, bu sıfatı hala taşıyabilme yetisine sahip aydınlarından Sadık Usta ile ütopya, aydınlanma, aydın, devrim kavramlarına eğilen kapsamlı söyleşimiz ve dokunulmazlara dokunmayı ısrarla sürdürerek, bizlere “kral çıplak”ın çocuk aklına özgü olmaması gerektiğini hatırlatan, değerli yazar Kaan Arslanoğlu’nun, Freud’a yönelik akılcı taşlamasının üçüncü ve son bölümüyle bu sayımızın katmanlı hali perçinleniyor. Sinema yazılarımızdaysa, Aydınlanmanın öncülerinden olup karanlığa boyun eğmediği için katledilen İskenderiyeli bilimci Hypatia’nın yaşamını konu edinen, Alejandro Amenabar’ın yönettiği Agora üzerine eleştiri sizlerle. Ayakları yere basmayan idealist bir yaklaşımın yanlışlığı kadar, gerçekliğe gömülüp ufka bakmayı unutan materyalist tutumun eksikliğinin bilincinde, materyalist bir düsturla ideal bir hedefe doğru ilerlemek adına; Sanatla ve Azizm’le kalın dostlar, Sanat Aydınlanma İçindir! Azizm’in Notu: Haziran 2017 tarihli Azizm Sanat E-Dergi’nin 114. sayısı için, dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 31 Mayıs tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.


7 Aydınlanmanın Göstergesi: Sanat Ahmet Say Sanat aydınlatıcıdır, doğru. Ama bu vargının başka yönleri de var: “Sanat, toplum aydınlandıkça gelişir.” Ya da: “Sanatın geliştiği toplum, aydınlanmayı yükseltmiş olan bir toplumdur.” Bütün bu vargılarda kilit kavram, “Aydınlanma”dır. Bu nedenle önce bu kavram üzerinde durmamız yerinde olur: Nedir “Aydınlanma”? Kim aydınlatılacaktır? Aydınlatılmak istenen nedir? Kuşkusuz ki aydınlanmak isteyen insanın kendisi, aydınlatılması istenen de insan hayatının anlam ve düzeni’dir. Tarihte toplumsal ve kültürel yaşamı düzenleyen değerler, gün gelip yetersizleşerek canlılığını yitirince, yeni bir düzene kılavuzluk edecek düşünceler aranır. Tarih boyunca insanlık kültüründe iki köklü aydınlanma çağı görülmüştür; bu iki aydınlanma çağının amacı, karanlığa karşı savaşarak onu aşmak olmuştur: Birincisi, 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’da “Rönesans” adı verilen aydınlanma hareketidir; ikincisi ise yine Avrupa kültüründe 18. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşen aydınlanmadır. Hemen ekleyelim: Bu dönemde patlayan Fransız Devrimi ise yeni düşüncelerin toplumsal/siyasal hayata uygulanması gereğinin sonucudur. Rönesans Okurlarım da aynı benim gibi, uzun yazılardan hoşlanmaz, biliyorum. Neylersiniz ki, gerek Rönesans çağını, gerekse 1789 Fransız


8

Devrimi öncesi ve sonrasında kitlesel güç kazanan “18. Yüzyıl Aydınlanması”nı anlatmak için, bu iki ayrı çağın temelindeki düşünsel gücün, toplumların kültür ve sanatını nasıl etkileyerek değiştirdiğini örnekleriyle göstermek zorundayım. Böyle olunca da yazı, epeyce uzayacak. Ne diyelim? Tarihin sıçramalı gelişim dönemlerini anlatmak amacıyla onun koşutundaki kültürel gelişimleri örneklemekten başka çarem yoktu. * Rönesans dönemi, Avrupa kültürünün iki büyük çağı arasındaki köprüdür. Daha açık deyişle, içinde bulunduğumuz çağın girişi, ilk basamağıdır. Fransızca bir sözcük olan Renaissance, “yeniden doğuş” demektir. Bu konuda felsefe tarihçimiz Prof. Dr. Macit Gökberk, şöyle bir açıklama yapar: “Bu adlandırma çok yerindedir; çünkü bu dönem, Avrupa kültürünün gelişmesinde gerçekten baştan aşağı bir yeniden doğuş’tur. Rönesans adlandırması, dar anlamında antikçağ üzerindeki incelemelerin yenilenmesi, yeniden doğması demektir. Ama bu özellik, Rönesans’ın ancak bir yönüdür. Çünkü burada yeniden ortaya çıkan, sadece bu incelemeler olmayıp, çok daha geniş, çok daha temelli olan bir şeydir: Bu da İlkçağ ile Ortaçağ’ın vardığı sonuçların büsbütün yeni bir biçimde görünmesi, bundan önceki çağların tanımadığı yepyeni bir insanın tarih sahnesine çıkması, bir sentez yaratılmasıdır. Rönesans’ın köprü kurduğu çağlardan biri Ortaçağ, öteki Yeniçağ’dır. Bunların her ikisinin de kendilerine özgü değerler sistemi, bir dünya görüşü ve oluşturduğu kurumlar vardır. Rönesans, Ortaçağ düzeninin çözülüp Yeniçağ’ı oluşturacak ilkeler ile düşüncelerin artık belirmeye başladığı bir dönemin adıdır. Tarihte yeni formlara ulaştıran geçitler hiç eksik olmamıştır. Hatta bir bakıma tarih süreci, boyuna yeni formlara geçirmektedir de


denebilir. Ancak bu geçişlerden bazısı yavaş yavaş ve sessiz sedasız olur; yeni kendini pek sezdirmeden için için oluşur. Bazı geçişler ise çok canlı, çok dinamik bir nitelik taşırlar. Yeni formlar kendilerini birdenbire belli ederler, gönülleri sürükleyip coştururlar. Rönesans, bu ikinci çeşitten olan bir geçiştir. Bu dönem, çok canlı bir kaynaşma, çok genç bir yaratma sevinci, yeni’ye doğru çok istekli ve cesur atılımlarla doludur. Rönesans, Avrupa kültür çevresinin bir olayıdır. Ama bu sözü biraz sınırlamak gerekir. Çünkü Rönesans’ı, dolayısıyla Yeniçağ’ı yaratan, Avrupa kültür çevresinin ancak bir parçasıdır. Bu çevrenin, Batı Roma’nın mirasçısı olmuş Latin-Cermen bölümüdür. Buna karşılık Doğu Roma, yani Bizans kültürü içinde yer alan ulusların (örneğin bütün Slav dünyasının), Rönesans’ın oluşma ve gelişmesinde doğrudan bir payı olmamıştır. Bunlar, Rönesans’ın başlatıp Yeniçağ’ın olgunlaştırdığı değerleri ancak sonradan benimsemişlerdir. Latin-Cermen dünyasının ortaya koyduğu yeni görüş ve değerler, bu dünyayı yeryüzünün egemeni yapmak yoluna gidince, her yanda bu değerleri alma ve benimseme akımları doğmuştur. Nasıl ki bizde de Tanzimat’tan bu yana böyle benimseme akımları doğmuştur; nasıl ki biz de Tanzimat’tan bu yana böyle bir benimseme süreci içinde bulunuyoruz. Rönesans düşüncesinin bizim için ayrı önemi de bundandır.” (1) Ayrıca Rönesans, düşünce, bilim ve sanatta yeni bir toplumsal/ kültürel hareketin yeşermesi, eskilerin solması anlamına da gelir. Ortaçağ düşüncesinin ana rengi dinseldir. Rönesans’ta ise kültürün bütününde olduğu gibi, düşüncenin ana eğilimi, kendini her türlü bağnazlıktan sıyırmak, kendini arayıp bulmaktır. Bu amaçla Rönesans düşüncesi, deneyin ve aklın sağladığı doğrularla biçimlenmiştir.

9


10

Ortaçağ düşüncesi, kendi içine kapalı bir sistemdi. Bu sistem, Katolik Kilisesi çevresinde toplanmış bütün Hıristiyan halkların ortak malıydı. Rönesans’ta ise bu tek sistemin yerine bir sistemler çokluğu geçmiştir. Söz konusu sistemler çokluğu, hem ilkçağın hem de ortaçağın evren ve yaşam üzerine belirttiği bütün renkleri taşımaktadır. Ortaçağda düşünceyi temsil edenler din adamlarıydı. Rönesans düşünürü ise kendini “yeni ilkeler dönemi”nin müjdecisi saymıştır. Rönesans’ın antik çağ örneklerine göre işlediği ilk sorun, insan sorunu’dur. “İnsan”ı arayan, insanın özü ile bu dünyadaki yerinin ne olduğunu araştıran çalışmalara Rönesans’tan başlayarak hümanizm adı verilmiştir. Böylece, Yeniçağ’ın ilk adımı ve ilk başarısı, benliğini bulmuş olan ve kişiliğini duymuş olan insanı ortaya koymasıdır. (*) Bu çağda hümanizm öğretisinin gelişmesinde büyük pay sahibi olan sanatçı, büyük İtalyan şair ve bilgini Petrarca’dır. Francesco Petrarca, bütün hümanistlerin atası kabul edilir. Ortaçağ’dan Yeniçağ’a geçişte, bu değerli sanatçının yaratıcı kişiliği öne çıkar. Hümanist akım içinde yer alan başka bir büyük sanatçı da Decameron’un yazarı Giovanni Boccaccio’dur. Rönesans’ta plastik sanatlar ve müzik 15. Yüzyılda Avrupa, resim, heykel ve mimarlıkta, “insan”a yönelik yeni atılımların yaşandığı bir dönemdir. Floransalı Paolo Uccello (1397-1475), perspektif yasasının bulunuşundan, başlangıçta en fazla etkilenen ressamdır. 15. Yüzyılın ikinci yarısında Antonio Pollaiolo ve Sandro Botticelli, perspektif kavrayışının yanı sıra, resimde kompozisyon bilinciyle çalışan Floransalı sanatçılardı.


11

Boticelli – Venüs’ün Doğuşu (1486) Plastik sanatlarda tarihe derin iz düşüren büyük bir sanatçı ise Leonardo da Vinci’dir (1452-1519). “O, yalnızca gözlerine inanıyor, her sorunu kendi deneyleriyle çözmeye çalışıyordu. Çağdaşları onu tuhaf, oldukça da gizemli sayıyorlardı. Büyük bir sanatçı olarak hayranlık görüyor, usta bir müzikçi yönüyle her yerde aranıyordu. Oysa buna karşın, düşüncelerinin önemini ve bilgisinin genişliğini çok az kimse sezebilmiştir. Çünkü Leonardo, yazdıklarını yayınlamamıştır. Hatta yazdıklarından kimsenin haberi yoktu. Belki de, düşüncelerinin dine karşı olabileceği korkusuyla bulgularını yaymak istemiyordu. Güncelerinde rastladığımız güneş dönmüyor cümlesinde Leonardo, daha sonra Galileo’nun başına bunca belâ getirecek olan Kopernik kurallarını inceliyordu.” (2)


12

Leonardo – Vitrivius Adamı (1485) * “Rönesans müziğinde öncelikle gözetilen amaç, ortaçağ zincirlerinden kurtulmaktı. Çağdan çağa güzellik anlayışı dönemlerine egemen olan yükselme alçalma yasası, Rönesans’ın 1460’lardaki klasikleşmeye yönelen akımını durulaştırdı. Güzel sanatlar yeniden gerçeği çizmeye, duygu ve hareketi yoğunlaştırmaya döndü. Müzik de onlarla birlikte.” (3) 15. Yüzyılın ikinci yarısında Rönesans müziğini temsil edenler, daha çok Felemenklilerdir. İtalya’daki Rönesans hareketinin


genelde resim, heykel ve mimarlık alanlarında yoğunlaşan yaratıcılığının yanı sıra, müzikte bu kez kuzeyden gelen güçlü bir çokseslilik dalgası vardır. Felemenkli besteci Jean de Ockeghem, (1430-1495), gençlik yıllarında Antwerp Katedrali’nde ve Bourbon Dükü’nün korosunda şarkıcı olarak çalışmış, Camprai’de Dufay’nin öğrencisi olarak yetişmiş ve Fransa’nın Kral Kilisesi’nde yöneticilik yapmıştır. Ölümü, ülkeyi acıya boğmuş, şairler ve besteciler ardından ağıtlar yazmıştır. “Ockeghem, armoni ve kontrpuan teknikleri yönünden, bugün bile bizi hayrete düşüren usta işi eserler bestelemiştir. Onun dönemi, eski üç sesli yazıdan dört sesli çoksesliliğin yerleşmesi ve geliştirilmesini simgeler.” (4) Ockeghem’in en önemli çağdaşı, yine Felemenkli olan Jacob Obrecht’tir (1450-1505). Bu besteci, düşünür Erasmus ile yakın dostluk kurmuş, ilk seyahatinden otuz yıl sonra yeniden İtalya’ya gitmiş, bir yıl sonra bu kentteki veba salgını sırasında yaşamını yitirmiştir. Bestecinin Papalık Kilisesi Arşivi’nde ve Münih Devlet Kitaplığı’nda eserlerinin çok sayıda el yazması notası bulunmaktadır. Obrecht, dinsel eserlerin yanı sıra, çok sayıda Fransız stili şarkılar olan chanson’lar bestelemiştir. Çokseslilik yapılanmasını olağanüstü bir kavrayışla kurgulayan Obrecht’in armonisi yalın, ama ustacadır. Getirdiği yeniliklerden biri de bir ölüm töreni müziği olan ilk çoksesli Passion’u bestelemiş olmasıdır. Müzik tarihinde katkılarıyla anılan ilk Alman besteci Heinrich Finck’tir (1445-1527). Onun eserleri, “Ünlü Heinrich Finck’ten Seçme Güzel Şarkılar” adıyla ilkin 16. yüzyılda basılmıştır.

13


14

Almanya’daki Meistersinger (Şarkıcı ustalar) geleneği, pek bir yenilik getirmemiş, ölmekte olan bir sanatı yüzyıl daha yaşatmayı sağlamıştır. Tarih içinde bilgi iletişiminin başlıca dönemeçlerinden biri olan matbaanın icadı, müziğin önüne yeni olanaklar açmıştır: Nota basımı, gerek müzik yazısına, gerek çalgıcılara ve bestecilere sağladığı kolaylığın yanı sıra, yeni bir disiplin de getirmiştir: Böyleci müzik yazısının daha açık olmasına yönelmek zorunluluğu doğmuştur. İlk nota basımı, Roma’da Ulrich Hahn tarafından 1476 yılında gerçekleştirilmiştir. Bu, “Missa” formunda bir dinsel eser kitabıdır. Nota basım hakkını alan ilk yayıncı ise Ottaviano Petrucci’dir (1501). Dönemin iki değerli müzik teorisyenini de belirtelim: Rönesans müziğinin ateşli bir savunucusu olan Johannes Tinctoris (1435-1511) ve İspanyol teorisyen Ramos de Pareja (14401491). 1490-1520 yılları arasında Rönesans sanat anlayışının durağan bir dönem yaşadığını görüyoruz. Bu dönemin önde gelen müzikçisi, Burgonyalı Josquin des Prez (Joken dö Pre) adlı bestecidir. Josquin, büyük saygı gören bir müzikçi olarak yaşamış, “Müzik prensi” olarak anılmıştır. Eserleri, ünlü İtalyan nota yayıncısı Petrucci tarafından üç ciltte yayımlanmıştır. “Felemenkli Hendrick Isaac (1450-1517), müzikte hem ülkesini, hem İtalya’yı hem de Almanya’yı temsil etmiştir.” (5) Onu Fransız besteci Jean Mouton (1470-1522) ve FransızFelemenk asıllı Loyset Compere izlemiştir. *


Rönesans hareketi, “yeni bir insan” anlayışı yanında, yeni bir felsefe, yeni bir hukuk, yeni bir devlet, yeni bir bilim, yeni bir sanat ve yeni bir din anlayışı getirmiştir. Yeni din anlayışı, Reform adı verilen tarihin önemli akımlarından biriyle gerçekleşmiştir. “Reform’un aslında bir Rönesans fenomeni olduğunu yaşanan şu gerçeklerden anlayabiliriz: Ortaçağ Kilisesi’ne ve bu kilisenin resmî felsefesi olan Skolastiğe karşı, birçok ülkede halkların tepkisi büyümekte, yeni bir kilise modeline özlem duyulmaktadır. Sonuçta Hıristiyanlık dünyasındaki Katoliklik ile Ortodoksluk yanında, üçüncü büyük ayrılık olan Protestanlığı yaratacak süreci, Alman rahibi Martin Luther (1483-1546) başlatmıştır. Reformasyonun başlamasının dış nedeni, Luther’in 1517 yılında Wittenberg Kilisesi’nin kapısına astığı ünlü 95 tezi’dir. Bu tezlerinde Luther, Katolik Kilisesi’nin sapıtmasını, para karşılığı günah bağışlama belgeleri satmasını şiddetle yermiştir. Böyle bir yergiyle başlayan bu din akımı, bütün Avrupa’yı bir yıkıntıya çeviren Otuz Yıl Savaşları’nı doğuracaktır. Luther’in attığı bu adım, zaten ağzına kadar dolu olan bardağı taşıran son damla olmuştur ve söz konusu gelişme, hiçbir Avrupa ülkesinde Almanya’daki geniş ölçüsüyle kendini göstermemiştir.” (6)

Michalengelo – Sistine Şapeli’nin Tavanı (1508-1512)

15


16

Dinde reform, yeni bir kilise müziği anlayışını da doğurmuştur. Bu müzik, Protestan Kilise Müziği’dir. Rönesans sanat anlayışı böylece yeniden sıcaklık, coşku ve ataklık kazanmıştır. Çağın sanat alanındaki temsilcisi Michelangelo’nun Kilise’ye üstten bakan onurlu, ateşli ve yapıcı düş gücüne dayanan kişiliğinin yanı sıra, Rönesans’ın yücelen sanatı müzikte de benzer bir kimliğe yönelmiş, “Rönesans’ın yayılışı” olarak tarihe geçen bu dönem, Nicolas Gombert, Adrian Willaert, Clemens non Papa ve Janequin gibi değerli bestecilerin yetişmesini sağlamıştır. Böylece Rönesans sanatı doruğa ulaşmış, müzikte İtalyan Palestrina (1525-1594), Felemenkli Orlando di Lassus (1532-1594) ve İngiliz William Byrd (1543-1623) gibi üstün yeteneklere yol açılmıştır. İtalya’da opera sanatının doğuşunda payı bulunan sanatçıları da şöyle sayabiliriz: Ünlü fizikçi ve astronom Galilei Galileo’nun babası Vincenzo Galileo (ölümü 1591), şair Ottavio Rinuccini (1562-1621), şarkıcı ve besteci Jacobo Peri (1561-1633), besteci Giulio Caccini (1545-1618), besteci Emilio de Cavalieri (15501602). Müziğin yanı sıra, bu dönemin dikkat çekici gelişmelerini şöyle özetleyebiliriz: İngiltere’de 1. Elizabeth’in Kraliçe olması (1558); matematikçi, astronom ve doğa bilimci Kepler’in doğumu (1571); Floransa’da Kont Bardi’nin sarayında ilk opera eseri Dafne’nin sahnelenmesi (1589); mikroskopun icadı (1590); Shakespeare’in Romeo ve Juliet’i yazması (1595); Giordano Bruno’nun Engizisyon Mahkemesi buyruğuyla yakılması (1600). Burada müzik tarihinin kilometre taşı sayılan bestecilerinden özellikle Claudio Monteverdi’yi anmak gerekir. O, müzik alanında barok çağı başlatan ve armonik yazıyı öne çıkaran bestecidir.


Fransız Devrimi ve aydınlanma çağı Şimdi, tarihin ikinci önemli aydınlanma hareketine göz atalım: 18. Yüzyılın sonlarına doğru patlayan Fransız Devrimi, yeni düşüncelerin toplumsal ve siyasal yaşama uygulanması gereğinden doğmuştur. “Aydınlanma, insanın düşünme ve değerlendirmede din ve geleneklere bağlı kalmaktan kurtulup kendi aklı, kendi görgüleri ile yaşamını aydınlatmaya girişmesidir, diyebiliriz. Buna bir de Alman düşünürü Immanuel Kant’ın (1724-1804) klasikleşmiş tanımını ekleyelim. Kant, Aydınlanma nedir? adlı kitabında (1748) şu tanımı getirir: ‘Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin-olmayış durumundan kurtulup aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır.’ Düşünüre göre, insan bu duruma aklın yetersizliği yüzünden değil, onu kullanmaması yüzünden düşmüştür. Çünkü insan, şimdiye kadar aklını kendi başına kullanamamış, hep başkalarının kılavuzluğunu aramıştır. Şimdi, aklını kendin kullanmak cesaretini göster! sözü, bundan böyle parola olmalıdır.” (7) Doğa bilimlerindeki gelişmeler, Laplace’ın gök mekaniğini aydınlatması, fiziğin ısı ve elektrik üstüne araştırmalarla büyük gelişmeler kaydetmesi, kimyanın Lavasier ile gerçek bir bilim halini alması, Dr. Jenner’in aşıyı, Fahrenheit’in termometreyi bulması, doğanın yapısını doğru kavramış olan insanın doğa karşısındaki egemenlik güdüsünü sürükleyen örneklerdendir. “Öyleyse yapılacak şey, doğa karşısında başarı kazanan aynı aklı, kültür dünyası’na uygulamak, doğa bilimleri paralelinde kültür bilimlerini de kurmak, kültür dünyasını akılla aydınlatıp ona akılla egemen olmaktır. İşte 18. Yüzyıla Aydınlanma Çağı adını verdiren bu düşüncedir, bu inançtır; bu inancı gerçekleştirmeye, onu kültürün bütün alanlarında yürütmeye girişmesidir.” (8)

17


18

Böylece, yüzyılın ilk yarısında egemen olan saray kültüründen, soyluların beğeni anlayışını temsil eden eski sanat stillerinden uzaklaşılmıştır. 18. Yüzyılın sonlarında Avrupa’da egemen olan sanat anlayışı, burjuva sanatı’dır. “Burjuvazi içinde sonraları biri ilerici, öteki tutucu olmak üzere iki farklı akım oluşacak, ancak soyluların ve sarayın amaç ve isteklerine uymakta olan sanat da tarihe karışacaktır.” (9) Devrimin sanat kavrayışı Çok açıktır ki, artık kültürel ve sanatsal değerleri burjuvazinin belirlediği dönem yaşanacaktır. “Sanat ve kültür tarihinde önderliğin bir sınıftan diğerine bu denli kesin bir biçimde geçmesi, ender rastlanan bir olaydır. Burjuvazi, bütünüyle soyluların yerini almış ve süslemeciliğin yerine ifadeciliği yeğleyen beğeni farkı, şimdiye kadar bu denli belirgin olmamıştır. (10) Sonuçta, ortaçağın kalıntısı olan feodal kültür geleneğine karşı güçlü bir muhalefet belirmiş, çok kısa bir süre öncesine kadar göklere çıkarılan bu incelikli sanat anlayışı, saray geleneğini temsil ettiği için saldırıya uğramıştır: “Johann Sebastian Bach ve ondan sonra gelenler arasındaki sert çatışma, Bach’ın modası geçmiş olan füg formuyla genç kuşağın saygısızca alay etmesi; geç Barok devrinin geleneksel ve görkemli üslûbundan, erken romantiklerin sade ve içtenlikli üslûbuna geçildiğini gösterir. Sadece Bach değil, o çağın bütün müziği, öteki sanatların standartları ile ölçülmüş ve tutucu müzik olarak nitelendirilmiştir. Bach’tan hemen sonra gelenler, onun üslûbunun skolastik (ortaçağ kilise anlayışı) olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu üslûp, her ne kadar derinden duyulsa


da, anlatımın heyecanlı derinliği dinleyiciyi ne denli büyülese de, Bach’ın kompozisyonlarındaki sert, eğilmez form anlayışı; arılaştırılmış teknik nitelikli kontrpuan; nihayet kişisel olmayan geleneksel ifade tarzı; sadeliği ve içtenliği doğrudan sanatın amacı olarak kabul eden yeni öznel eğilime, eskimiş, modası geçmiş müzik olarak görünmüştür. Yeni kuşak için en önemli nokta, yapıttaki devinime eşit oranlarda yayılmış sürekli bir duygu yerine, heyecan akımlarının yavaş yavaş yoğunlaşarak bir çözüm ya da çatışmadan oluşan doruk noktasına doğru ilerleyen tek bir süreç halinde ifade bulmasıydı.” (11) Yeni kuşağın bu atılımcı ve “eskiyi silen” sanat anlayışı şöyle açıklanabilir: “J.S. Bach öldüğü zaman, bütün sanat dallarında yeni akımlar olgunluğa ermişti. Büyük sanatçılar sanattan söz açtılar mı, kullandıkları sözcükler çoğunlukla doğa, yalınlık, tutku gibi sözlerdi. Bu bayrak sözcükler herkesin ağzında, ressamların, mimarların heykeltıraşların sözlerinde, Paris’in önde gelen dergilerindeki eleştiri yazılarında, her yerde, drame bourgeois’larda (burjuva dramlarında) ve comedie larmoyente’lerde (göz yaşartan güldürülerde), boyuna geçiyordu. Bale ustası Noverre, aynı sözcükleri, cansız ve katı olan eski baleyi yererken kullanmıştı. Yeniler, çıtkırıldım menuet’ye karşı valsi öne sürerken de bu terimlere dayanıyordu.” (12) Eleştirilerin acımasızlığına bakılırsa akla şu soru gelir: Yeni kuşak insanların ve yeni kuşak sanatçıların duyguları, kendilerinden önceki kuşaktan daha derin ve yoğun muydu? Hayır; ancak yeniler, duygularını daha ciddiye almışlar, onları olduğundan daha önemli görmek istemişler ve bu nedenle de dramlaştırmışlardır. “Bu dramatize etme eğilimi, Lied ve Sonat’ın yeni, kendine yeten biçimleriyle; füg’ün eski, ardışık biçimleri; passacaglia,

19


20

chaconne ve taklitler, çeşitlemeler üzerine kurulmuş diğer türler arasındaki en büyük farktı. Eski müzikteki izlenimler ölçülü ve kontrollüydü. Bunun nedeni de duygusal içeriğin tekdüze işlenmesiydi. Yeni müzik ise sürekli iniş çıkışlar, gerilim ve çözülümler, anlatım ve gelişimlerle insanı uyarır, heyecanlandırır, neredeyse rahatsız ederdi. Besteci, sesleneceği yeni toplumun ilgisini çekmek için, eski topluma uygulanandan daha etkileyici yollara başvurması gerektiğinden, daha keskin etkiler yaratacak sonuçlara yönelmiş olan dramatik ifade biçimini kullanmıştır. Dinleyicisiyle ilişkisini kaybetmekten korkan sanatçı, bestelerini sürekli olarak yinelenen dürtü ve uyarılar dizisi olarak geliştirmiş ve ifade gücü yüksek olan bir yoğunluktan diğerine atlamıştır.” (13) Aslında Fransız Devrimi, Rönesans’ta olduğu gibi, özellikle resim sanatında tarihsel tasvirlere ve kahramanlık konusunu işleyen tablolara duyulan ilginin olağanüstü bir hız kazandığı dönemi temsil eder: “Fransız devrimcileri, kendilerini dirilmiş Yunan’lar ya da Romalı’lar saymayı seviyorlardı.”(14) Bu eğilimin kaynağında, gücünü tarihsel köklerden alan bir devrimci coşkunun “klasikleşme” özlemi yatar. Resim sanatında, klasik üslûbun başlıca temsilcilerinden biri, Jacques-Louis David’dir (1748-1825): “Ressam David, Fransız Devrimi’nin atadığı hükümetin resmî sanatçısıydı. Robespierre’in sahte başrahip giysileri içinde tören yönettiği Üstün Varlık Bayramı türünden propaganda geçitlerinin giysi ve dekorlarının yaratıcısıydı. Fransızlar şimdi kahramanlık çağında yaşadıkları duygusundaydılar ve o yılların olayları, bu ressam için, Yunan ve Roma tarihinin olayları kadar dikkate değer nitelikteydi. Devrimin yöneticilerinden olan Marat, gözü kararmış genç bir kadın tarafından banyoda öldürülünce David, onu dâvâ uğruna canını veren bir şehit olarak resmetti.” (15)


21

Saldırgan kadın, bir dilekçeyle ulaşmıştı Marat’nın yanına. O da dilekçeyi imzalamak üzereyken öldürülmüştü. Durum, görkemli bir tablo için elverişsizdi, ama David, polis raporlarının ayrıntılarına bağlı kalarak bu duruma bir “kahramanlık havası” vermeyi başarmıştır. Yunan-Roma sanatından vücutlara soyluluk ve güzellik veren kas ve sinir oylumlamasını öğrenmişti. Yine klasik sanattan, temel etkiye gerekli olmayan ayrıntıları ayıklamasını ve yalınlığı aramayı da öğrenmişti. Tabloda ne çeşitli renkler, ne de karışık bir perspektif var… David – Marat’nın Ölümü (1793) Bu sözleri müzik planına aktarmaya kalksak şöyle demeliyiz: Ressam David, Barok’un ayrıntılardan oluşan süslemeciliğine yer vermemiş, müzik diliyle söyleyecek olursak çoksesliliğin en


22

eski ve köklü tekniklerinden kontrpuan tekniğini kullanmaktan kaçınmış, kesin akorlarla yalın bir form çerçevesinde işleyerek söylemek istediği ana temayı karışıklığa meydan vermeden dile getirmiştir. İşte tam da burada Arnold Hauser’in yukarıdaki saptamasını yineleyebiliriz: “Besteci, sesleneceği yeni toplumun ilgisini çekmek için etkileyici yollara başvurması gerektiğinden, keskin etkiler yaratacak dramatik ifade biçimini kullanmıştır. Dinleyicileriyle ilişkisini kaybetmekten korkan sanatçı…” Bu son sözler, dinleyicileriyle ilişkisini kaybetmekten korkan sanatçı ne anlama geliyordu? Kimdi bestecinin dinleyicileri? Kimleri kaybedecekti? Kralları, prensleri, kontları, kilise çevresini, kent meclisini mi? Sanatın bu eski koruyucuları, şimdi sanatsal beğeniye egemen değildiler. Onların yerine, felsefede, edebiyatta, resimde ve müzikte, burjuva sanatını temsil eden bir orta sınıf vardı. Beğeniyi belirlediği gibi, müziği dinleyen de bu orta sınıftı, başka deyişle küçük burjuvaziydi. Kent konserleri düzenleyen çok sayıda dernek kurulmuştu şimdi. Bu konserlerle birlikte orta sınıfa özgü bir müzik yaşamı gelişiyordu. Konser dernekleri artık geniş salonlar kiralamaya, müzikçiler de sayısı giderek artan dinleyicileri için para karşılığında konserler vermeye başlamıştı. Bu gelişme sonucu, gazete, dergi ve yayınevlerinin oluşturduğu edebiyat pazarına benzeyen bir müzik ürünleri pazarı oluşmuştu. Küçük burjuvalar artık müziğin baş müşterisi durumuna gelmiş, böylece müzik, bu kesimin en fazla tuttuğu sanat dalı olmuştu. Bunun nedeni, müzik yoluyla ulaşılan coşkunun, öteki sanat dallarından çok daha kolay ifade edilebileceği kanısıdır. Müzik, artık bir amaca hizmet etmek yerine, yalnızca duyguları ifade etmek için besteleniyor, sanatçı da belirli olayları anlatmak veya bir görevi yerine getirmek için bestelenmiş müzikten ve resmî görev olarak


bestelenmiş eserlerden nefret ediyordu. Bach’ın büyük oğlu P. Emmanuel Bach, daha şimdiden yalnız kendi zevki için bestelediği eserlerinin en iyi ürünler olduğunu düşünmekteydi. Bu durum, sanatçıda hem bir vicdan hesaplaşmasına, hem de bunalımın başlamasına yol açtı. Yeni gelişmeyle başlayan öznelciliğin (sübjektivizmin) neden olduğu en çarpıcı çatışma örneği, Mozart’ın Salzburg Başpiskoposu’yla kavgalaşıp onun sarayından ayrılarak beş parasız Viyana’ya yerleşmeyi göze almasıdır. Şimdi, resmî görevli müzikçiyle yaratıcı sanatçı; icracı ile besteci; orkestrada çalan herhangi bir müzikçiyle orkestra şefi arasındaki belirgin farklılıklar, hatta zıtlıklar ortaya çıkmıştır. Bu gelişim olağanüstü bir hızla ilerleyip yaygınlaşmıştır. Yazımdaki bu bölümü uzatmak pahasına, aşağıdaki ilginç alıntıyı okurlarıma sunmak istiyorum. İşçi sınıfının henüz toplumda siyasal varlığını hissettiremediği bir çağda, halk tabakalarını oluşturan küçük burjuvazi, toplumda ileri yönde işlevler de üstlenebilmiştir: “Küçük burjuvalardan oluşan konser toplumunun ortaya çıkması ile sanatsal etkilerin doğası gereği, sanatçının toplumsal durumu değiştiği gibi, müzik eserleri de yeni bir yön kazanmış, besteci, tüm eserleri içinde bireysel olanın özel bir anlamı bulunduğuna inanmıştır. Bir soylu ya da bir sanat koruyucusu için, bestelenen müzikle sanatçının yüzünü görmediği konser dinleyicisi için yazdığı eser arasında önemli farklar vardır: Ismarlanmış eser, bir kez dinlenmek için hazırlanmışken, konser müziği birkaç kez tekrarlanmak için yazılmıştır. Bu nedenle halk için yazılmış eserlere daha çok özen göstermek gerektiği gibi, titizliğin yanı sıra, oldukça büyük çaba gerektiren bir sunuş biçimi bulunmalıdır. Artık sipariş üzerine bestelenmiş

23


24

eserler gibi, çabucak unutulmaya terk edilmeyen besteler yapma olanağı doğduğundan, sanatçı ölümsüz eserler yaratmaya başlamıştır. Örneğin, Mozart ve Beethoven ile birlikte klasik dönemin üç önemli bestecisinden biri ve “ilki” olan Haydn, bestelerine kendinden önce gelenlerden çok daha fazla dikkat göstermeye ve daha çok zaman ayırmaya başlamış, ama yine de 100’dan fazla senfoni bestelemiştir. Mozart bu rakamın ancak yarısını yaratabilmiş, Beethoven ise sadece 9 senfoni bestelemiştir. Ismarlama olarak hazırlanmış nesnel eserlerden, kişisel anlatım olarak bestelenmiş eserlere geçiş, Mozart ile Beethoven arasındaki zaman diliminde gerçekleşmiştir. Zamanı daha kesin olarak saptamak gerekirse bu geçiş, Beethoven’in olgunluk çağına ve “Eroica”nın bestelenmesinin hemen öncesine rastlar: Bu sıralarda halk konserlerinin düzenlenmesi işi artık tam olarak gelişmiş, bu konserlerin tekrarlanmasına duyulan gereksinimle gerçekleşen müzik ticareti, bestecinin başlıca geçim kaynağı olmuştu. Beethoven’de bundan böyle, ister uzun olsun ister kısa, bir eser, yeni bir düşüncenin ifadesi olduğu kadar, sanatçının gelişiminde yeni bir evreyi oluşturmaktadır. Böyle bir gelişim, Mozart için de söz konusudur; ama onun sanatsal gelişiminin yeni bir evresinde, her zaman yeni bir senfoninin önkoşulu bulunmaz. O, ancak gerektiği zaman, ya da yeni bir müzik fikri edindiğinde senfoni yazar; fakat yeni yazdığı eserin üslûbu da daha önceki hakkındaki düşüncelerinden tümüyle değişik ve tümüyle yenilik gösteren bir üslûp değildir. Sanat ve hüner, Mozart’da henüz tam olarak birbirinden ayrılmamış olsa bile, Beethoven’de tamamen ayrılmıştır. Resim sanatının hüner gerektiren işçilikten yüzyıllar önce ayrılmış olmasına karşın, eşi olmayan, tekrar edilmesi olanaksız ve tümüyle bireysel olan sanat eseri, müzik sanatında resimde olduğundan çok daha yalın bir biçimde gerçekleşebilmiştir. Beethoven’in yaşadığı dönemde, edebiyatta da sanatsal amaç, pratik amaçtan tümüyle kurtulmuş durumdaydı.” (16)


25 Arnold Hauser’den yukarıda alıntıladığımız ilginç ama yerinde saptamalar gibi kültürel olguların değerlendirilmesine yönelik araştırmalar, ele alınan dönemi genel çizgileriyle ve egemen rengiyle belirtmeyi amaçlar. Şu da var ki, tarihin hiçbir döneminde, düzenli biçimde sürüp giden bir kültürel akış söz konusu değildir. Evrim, bir ülkede hızlı, bir başkasında yavaş olabilir. Bazen evrimin durakladığı, daha sonra yeniden canlandığı da görülebilir. Aynı dönem içinde, hatta aynı kuşak içinde, yönlerin çatallaşması da yaşanmıştır: İlerici bir akımın karşıtı olarak, tutucu bir akım, varlığını sürdürebilmiştir. Hatta tutucu bir eğilim, karşıtlıktan doğan bir etkiyle daha da ifadeli bir karakter kazanabilir. Tarihçi özeni, genel değerlendirmeye aykırı düşen, hesaba gelmeyen bu zıtlıkları da belirlemekle yükümlüdür. Öte yandan sanat, tarih boyunca olduğu gibi, “Aydınlanmanın göstergesi” olmayı sürdürmüştür.


26 Dipnotlar: (1) Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1980, sayfa 181, 182. (*) Rönesans düşüncesine ilişkin bilgiler, Prof. Macit Gökberk’in Felsefe Tarihi’ndeki 183-189 sayfalar arasından derlenmiştir. (2) E. H. Gombrich, Sanatın Öyküsü, çev. Bedrettin Cöment, Remzi Kitabevi, İstanbul, sayfa 223. (3) Curt Sachs, Kısa Dünya Musikisi Tarihi, çeviren İlhan Usmanbaş, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1965, sayfa 78 ve 84. (4) Donald J. Grout ve Claude V. Palisca, A History of Western Music, W. W. Norton Company, New York ve London, 1988, sayfa 215. (5) E.H. Gombrich, a.g.y., sayfa 246. (6) Macit Gökberk, a.g.y. sayfa 200. (7) Macit Gökberk, a.g.y. sayfa 326. (8) Macit Gökberk. a.g.y. sayfa 327, 328. (9) Arnold Hauser, Sanatın Toplumsal Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1984, sayfa 21, 22. (10) Arnold Hauser, a.g.y. sayfa 18. (11) Arnold Hauser, a.g.y. sayfa 81 (Hauser, yukarıdaki cümleyi Emile Zola’nın “Doğalcı Romancılar” adlı kitabından alıntılamıştır: 1881, 2. basım, sayfa 129). (12) Curt Sachs, a.g.y. Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1965, sayfa 188. (13) Arnold Hauser, a.g.y. sayfa 81. (14) E.H. Gombrich, a.g.y. sayfa 382. (15) E.H. Gomrich, a.g..y. sayfa 383. (16) Arnold Hauser, a.g.y. sayfa 83.


27 Aklın İç Kalesi Adnan Binyazar

Bozkurt Güvenç, kültürü, temel kaynaklarına inerek, “doğa’nın yarattıklarına karşılık, İnsanoğlu’nun yarattığı her şeydir,”1 diye tanımlıyor. Burada geçen “her şey” kavramı, insanın yalnızca gereksinimlerine göre üretip belli biçimlere soktuğu araçları değil, o araçlarla yapılan işleri; düşünceyle, duyguyla, yaratı gücüyle oluşturduğu sanat, bilim, teknik alanlarında ortaya koyduklarını da kapsıyor. Bilim düşüncenin, teknik becerinin, sanat yaratıcılığın ürünüdür. Düşünmek, duyumsamak, beceri yeteneği insana özgüdür. İnsan, varlık bilincine erince doğaya egemen olup onu kendine göre biçimlemeyi düşünmüştür. İnsan, ne gibi savaşımlar vererek benlik bilincine erdi de, onun ardından doğayı değiştirip kendine göre biçimleme gereksinimi duydu? Birçok düşünüre göre insan, soyutlama evresinden sonra “insan” oldu. Evrimleşmenin soyutlama aşamasında yaratma isteği duydu insan. Bireysel çabanın ürünü diye algılansa da araç yapımı emek paylaşımıyla gerçekleştirildi. Soyut tasarlamalar, daha az emekle üretilen, kullanımı da o ölçüde verim getiren 1

Güvenç, B., İnsan ve Kültür, Boyut Yayınları, İstanbul 2010, s. 123,


28

araçlar yapmaya koyuldu insan. Çağımız insanının daha az emek ve enerjiyle daha güçlü araçlar yaratma tasarımını da buna bağlayabiliriz. Akıl, gelişmenin dinamosudur. Akıllı olmak yetmiyor; her şey aklı kullanmakta düğümleniyor. İnsan, aklını kullanmayı da soyutlama evresinde öğrendi. Böylece insanlar bir araya gelmeyi, toplumsallaşarak ortak üretimde bulunmayı öğrendi. Her çağda aklı kullanmanın önüne engeller çıkarılsa da, gelişmenin önü alınamamıştır. Bilim ve düşünce tarihi engellemelerin kanlı öyküleriyle yazılmıştır. Okurken ironi gibi geliyor, Galileo Galilei, “Bize akıl, mantık ve algılama yetisi bağışlamış olan Tanrı, neden bunları kullanmaktan vazgeçmemizi istemiş olsun ki!” derken haklıdır. Kilise yüzyıllarca Tanrı’yı kullanarak karşı çıkmıştır bilime, felsefeye, sanata2. Soyutlama düşüncesi, duyarlığı da geliştirdi. Duyarlıklı insan algılayıp yaratıyor. Doğayı düşünerek, duyumsayarak algıladığı için insana “eşref-i mahlûkat”3 denilmiş olmalı. İnsan her yaratısıyla kendine bilgi’nin yollarını açtı. Bilgi, aklı işletmenin şaşmaz kılavuzudur. Bilgi, düşünsel ya da sanatsal yaratımın da üreticisidir. İnsan, bilgi yaratısıdır. İngiliz deneme yazarı Bacon, “Bilgi, insanın en büyük gücüdür,” diyor. Bacon’ın deyimiyle, bilginin nasıl bir güç olduğunu, bilginin insanın içinde nasıl bir “iç kale” oluşturduğunu, Ahmet Cemal’in aktarmasıyla, Stefan Zweig’ın Montaigne yönelik yorumundan çıkarabiliriz: “Zweig’ın anlatımıyla Montaigne, denemelerinde dış dünyanın gelgitlerinin ortasında kendine hep bir tür “iç kale” inşa etme ve bu kaleyi dış dünya karşısında ne pahasına olursa olsun, ayakta tutabilme çabasıyla belirginleşen bir kişiliktir. Montaigne’e göre böyle bir iç kale inşa edilemediğinde birey, dış dünyadaki dalgalanmalar karşısında neredeyse savunmasız kalır; bu savunmasız kalma durumunun en büyük sakıncası, bireyin dış dünyada olup bitenleri aklın süzgecinden geçirmesinin 2 3

Sözün Özü, Çev. Celâl Üster, Can Yayınları, İstanbul 2010, s. 28. Yaratıkların en şereflisi


engellenebilmesidir. Bu engel, bireyin bir kaos ortamında kendi yönünü saptayamadan dış olayların akışıyla rastgele sürüklenmesine neden olur. Oysa kendine bir “iç kale” inşa etmeyi başarabilmiş olan birey, en büyük kaosların anaforundayken bile kale kapılarını kapatıp içeri çekilebilir ve olup bitenlere bir de dışarıdan bakarak kendi duruşunu şekillendirebilir.” 4 Çağımızda, birey olarak da, toplum olarak da, temelinden çatısına bilgiyle donatılmayan nice “iç kale”lerin, en ufak dalgalanmalarla nasıl savunmasız kaldığına her an tanık oluyoruz. Emanuel Kant’ın dediği de budur, aklını kendi iradesi yolunda kullanmayan birey “bir kaos ortamında kendi yönünü saptayamadan dış olayların akışına rastgele sürüklenmelere” uğrayarak yolunu yordamını şaşırır. Eski bir Çin şairi, eleştirel bir dille, insanın kendini bilgiyle yeniden yarattığını şu dizlerinde dile getiriyor: O ki, bilmiyor ama biliyor bilmediğini çocuktur, onu eğitin, yetiştirin. O ki, bilmiyor ama bilmiyor bilmediğini cahildir, ondan uzakça durun. O ki, biliyor ama bilmiyor bildiğini belki uykudadır onu uyandırın. O ki, biliyor ama biliyor bildiğini de bilge kişidir onu izleyin.5 Senaca yüzyıllarca önce soruyor, sorduğunun yanıtını da veriyor: İyi nedir? Bilgidir. Kötülük nedir? Bilgisizlik. Filozofla sanatçı yerine göre, kimi bilgileri fırlatıp atar, kimilerini seçer alır. Ama attıklarından korkmaz. Seçtiklerine hayran olup kalmaz, 4 5

“Erasmus’un Yansızlığı...” Cumhuriyet, 15 Şubat 2013. Güvenç, B., Agy, s. 413.

29


30

yeter ki ulu, yenilmez bir ruhu olsun. Senin yenilmene, ezilmene karşıyım, desin.6 Düşünce üretiminin kaynağı bilgi; bilginin kaynağı kitaptır; resim gibi sanatsal gösterimler, müzik gibi işitsel yaratılardır. Okuyarak, sanatla uğraşarak duygusunu, düşüncesini, beğenisini geliştiriyor. Kant, duyguyu “hiçbir biçimde bir nesnenin tasarımını oluşturmayan şey” diye tanımlıyor. İnsanın gözlemduyumsama-algılama-kavrama-yorumlama Kant’ın bu soyutsal yaklaşımını çözülmemde de karşımıza çıkıyor. Evrendeki doğal oluşumlar, insan yaratısı olgular gerçeği kavramada ipuçları verebilir. İyi bir eğitim, kişiyi bilgiyle donatıp, gerçekleri, olguları algılayacak bir duyarlıkla yetiştirebiliyorsa amacına varmış sayılır. Kişinin olguları eytişimsel (diyalektik) bir anlayışla kavrayabilmesini böyle bir eğitim anlayışı sağlar. Montaigne’in sözünü ettiği “iç kale”nin sağlam bir temele oturması böyle bir eğitimle olanaklıdır. Bu yolda eğitilen kişi, hiçbir etki altında kalmadan kendi iradesiyle karar verir. Bir şeyin gerçek yüzünü görenler, güzellikle çirkinliği birbirinden ayırt edenler, nelere acıyıp nelere gülünmesi gerektiğinin bilincinde olanlar, kuşkusuz olayları tarafsız bir anlayışla sorgulayıp yargılamayı da bileceklerdir. İnsan, aklıyla var oldu. Ama aklı olmak yetmiyor; önemli olan, aklı iyi kullanmak. Akıl konusunda kafa yormamış düşünür yok gibidir. Anlatının ilk ustası Homeros aklı şöyle algılıyor: Oduncuyu oduncu yapan aklıdır, gücü değil. Fırtına şarap rengi denizi birbirine kattığında, dümenci aklıyla yön verir gemisine. Sürücü de aklıyla alt edip geçer öteki sürücüleri.7 6 Seneca’dan yapılan bu alıntıyı, Gürol Sözen’in, “Her sabah; evet her sabah ve ne yazık ki yıllardan beri kirli bir karanlıkta, içi irin ve kan dolu yaranın göbeğinde uyuyup uyanıyoruz”, diye başlayan “Körleşmenin Dayanılmaz Aymazlığı” başlıklı yazısından aldım (Cumhuriyet, 4 Mart 2013). 7 Sözün Özü, s.28.


Euripides’e göre duyarlık, aklın kılavuzluğunda etkisini gösterir. Balzac, “Akıl, duygunun yanında her zaman bayağı kalır,” diyor. Pascal, “Yüreğin kendi aklı vardır, aklın hiç bilmediği,” diyerek onaylıyor Balzac’ı. Goethe de “Benim edindiğim tüm bilgiyi herkes edinebilir, ama yüreğim yalnızca benim,” diyerek duyarlığa daha geniş alanlı ayrıcalık tanıyor. Bir başka düşünür de, “Zihinden geçmeden, gözden yüreğe giden bir yol var,” diye tanımlıyor. Akıl söz konusu olduğunda, akıllı olmak yetmiyor, insanın akıl yürütecek kadar irade göstermesi de önemli. Pascal, “Akıl veren çoktur, akıl yoktur,” özdeyişiyle, gerçekte çok sözle mantığı alaboraya uğratmaya kalkanların foyasını ortaya çıkarıyor! Akıl, insan beyninin öyle bir belirleyicisidir ki, bir Japon atasözü bu gerçeği doğruluyor: “Yasalar akla aykırı olabilir;/Akıl, yasalara aykırı olamaz.”8 Dünyayı algılamamızı gerçekleştiren duyumsamalar birbirinden bağımsız değildir. İnsanın iç evrenini oluşturan her şey zihinde akılla, yürekle bütünleşiyor. “Eşref-i mahlûkat”tan sayılmak bu düşünce-duygu bütünselliğiyle açıklanabilir. O nedenle hiçbir insana yalnızca düşünce ya da duygu varlığı olarak bakılamaz. Duygusal ya da düşünsel, zihindeki her değişim insanın davranışlarına da yansır. Okuma, resim, müzik gibi sanatsal yeteneği geliştiren de akıldır, akılla beslenen düşüncedir. Düşünce de duyguda da tekdüzelik yoktur. İnsan, neşe içindeki bir insanın içinden hüzün geçebilir. Hüzünlü bir insanın içinde de sevinç kıpırdayışları eksik olmaz. Yunus Emre, bir ikiliğinde dile getiriyor insana özgü bu duygu iç karmaşasını: Hak bir gönül verdi bana ha demeden hayran olur Bir dem gelir şâdi olur bir dem gelir giryân olur Shakespeare, “Gülerek ağlamaktansa, ağlayarak gülmeli,” diyerek, duyguların bu iç devinimine değiniyor. Dostoyevski, gençlik romanı İnsancıklar’da, “Varvara Alekseyevna” ile 8

Güvenç, B., Agy., s. 416.

31


32

“Makar Alekseyeviç” tiplerinde bu içsel duygu devinimini daha belirgin betimlemelerle çiziyor: Dün o kadar hüzünlü olduğum için bana kızmayın; çok iyiydim, çok rahattım, ama en iyi anlarımda bile, ben hep hüzünlenirim. Ağlamış olmamın da hiç önemi yok; ben bile bilmiyorum neden ağladığımı. Hastayım, sinir bozucu hisler içindeyim; izlenimlerim hastalıklı. Bulutsuz, solgun gök, güneşin batışı, dün akşamki sessizlik -bütün bunlar- bilemiyorum ama dün bütün bu izlenimleri ağır ve acı verici bulacak bir haldeydim, kalbim kabardı ve ruhum gözyaşlarımı koyuverdi.9 Sanat, duyumsamalarla algılandığından yaratıcıdır. Sanatsallık, insanı nesneler dünyasından alır, yaratısal bir dünyaya taşıyarak bir duygu varlığına dönüştürür. Şiir, roman, öykü, deneme gibi anlatısal; resim gibi gösterimsel, müzik gibi işitsel sanatlar duyarlığı gelişmiş insanlara ayrı bir dünyanın kapısını aralar. Sanatla beslenen insanların, gördükleri her düzeyli eserle algılamaları derinleşiyor. Bir yerde donup kalmayan sanat, her gelişimde insanın beğeni dünyasını geliştirir. Somut, soyut, figüratif, klasik, romantik, gerçek, gerçeküstü vb. dönemlerin doğması bu beğenisel gelişimden doğmuştur. Bütün türler birbirinden etkilenerek oluşur. Resimde, müzikte de öyle, klasiği var, halk kaynaklı olanı var, popu var, daha niceleri... Düşünsel ya da sanatsal; gelişim hangi kaynaktan doğarsa doğsun, hangi türde olursa olsun, özünde aklın, yaratının, beğeninin yaratıcı izlerini taşır. Portekizli yazar Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı adlı yapıtından aktarılan şu bölüm, insanın duygu arayışları sırasında nasıl bir ruhsal bocalama yaşadığını yansıtıyor: Nefret ettiğim iki şey arasında seçim yapmak zorundayım. Ya aklımın tiksindiği düşleri seçeceğim ya da duyularımı dehşete düşüren eylemi; başka bir deyişle, hamurumda hissedemediğim eylem ya da şimdiye kadar hiç kimsenin mayasından olmayan düş. (...) Sonuç olarak her ikisinden de nefret ettiğime göre 9

Dostoyevski, F., İnsancıklar, Çev. Sabri Gürses, Can Yayınları, İstanbul 2013, s. 74.


tek çare seçim yapmak ama bazen ya düş kurmaya ya eyleme geçmeye mecbur kalıyorum ki, o zaman da ikisini birbirine karıştırıyorum. (...) Ah, düşlerim kaç kez, elle tutulur şeyler gibi dikilmiştir karşıma; gerçekliğin yerini almak değil, kendilerinin de gerçekliğe ne kadar benzediği bana anlatmaktır dertleri.10 Pessoa’nın; Yunus Emre, Shakespeare, Pascal, Goethe, Balzac’ın düşünerek vardığı duyguların yaratıştaki düşsel derinliğini, aklının tiksindiği düşleri, ya da duyularını dehşete düşüren eylemi seçmekte içine düştüğü arayış bocalamalarıyla dile getirdiğini görüyoruz. İnsanı bir kültür varlığı olarak yaratan gelişiminin kaynağı kitaptır. Gerçeği ya da düşsel bir dünyayı yansıttığında bile kitap, insanı tasarlama sınırı belirsiz dünyalara götürür. Kurgusal kitaplarda olay-betimleme-imge-söylem-anlatıyla yaratılan güzel duyusallık dünyasıdır bu. Resim, müzik, yontu gibi güzel sanatlar, kişinin algılayış yeteneğine göre geniş çağrışım alanları serer izleyenin uzamsal belleğine. Vincent van Gogh’a “Sanat, tanrının eksik bıraktığını tamamlar,” dedirten, düşlerde yaratılan bu gerçek dünya görüntüsüdür. Sanat, var olan görüntülerle yetinmez, yaratıyla algılanan çağrışımsal bir dünya düşüyle “eksik” gördüğünü tamamlar. Çağrışım yaratmada kitabın ayrıcalıklı bir yanı var. Kitap, duyulara devinim alanı açarak görmeden gösterir, işitmeden işittirir, koklamadan koklatır, dokunmadan dokundurur, tatmadan tattırır. Kitap, düşünceden düşünceye, duygudan duyguya, doğadan doğaya geçişim sağlayan en kısa yoldur. Her kitapla ayrı bir dünya yaşanır. Okuma çok yönlü bir eylem; okuruna göre kitap, kitabına göre okur vardır. Kimi, yaşamı boyunca hep aynı tür kitaplar okurken, kimi kitaptan kitaba atlar. Yalnızca dış görünüşüne kapılıp kitaplığını sırtı süslü kitaplarla dolduran da az değildir. Çoğunluk ise, en seçkin kitapların kapağını bile açmaz. Öylesi de vardır ki, araya yenilerini katarak, aynı kitabı sürekli elinin altında bulundurur. İnsan, kitapla ilişkisinde alabildiğine 10 Pessoa, F., Huzursuzluğun Kitabı, Çev. Saadet Özen, Can Yayınları, İstanbul 2006, s. 22-23.

33


34 özgürdür. Yeter ki onun bilgi birikimi, kitap özgürlüğünü

kavrayacak, onu hayatının parçası sayacak düzeyde olsun... Mimarlık değeri yüksek yapıların ihtişamı insan gibi, içine girilirse anlaşılır. Kitap da öyledir; değeri sayfaların içeriğindedir. Şiirin, romanın, öykünün, denemenin duygu dolambaçlarına dalmadan yazarın dünyasına girilemez. Kitabı hayatının varoluş nedeni saymayan okurun, onun anlam derinliklerine inmesi olanaksızdır. Bir metni okuyup anlamada teknik yöntemler yok değildir. Bu yöntemler okumanın biçimsel özelliklerini anlamaya yarar. Oysa çağlarına damgasını vuran kitapların anlam katmanlarını tam kavramaya ömür yetmiyor. Homeros’un İliada ve Odysseia’sı, Binbir Gece Masalları, Cervantes’in Don Quijote’si, Shakespeare’in Hamlet’i, Stendhal’in Kızıl ile Kara’sı, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı neden yüzyıllar eskitemiyor onları, okundukça okunmak istiyor? Kitaplar, anlatılan olaylarla değil, olayların özünü oluşturan düşüncelerle, duygularla sonsuzluğa erer. Giorgio Manganelli, “Kitaplar gerçekten iyi iseler, olay örgüsünden arındırıldıklarında, gizli bir imge, içinde gerçekten bir kitabın büyüklüğünün yattığı bir yeraltı katmanı sunarlar,” diyor. Baudelaire, insanın iç dünyasında yeni bir ürperme yaratmayan şiiri şiirden saymaz. Roman, öykü, deneme, resim, yontu, müzik için de geçerlidir bu. Neden yeryüzünün saygın konser salonlarında her an Beethoven, Bach, Mozart, Çaykovski seslendirilir? Neden büyük galeriler ellerindeki Rembrandt’larla, Goya’larla, Vincent van Gogh’larla, Picasso’larla övünürler? Örneğin Binbir Gece Masalları’nın aslı dört bin sayfadır. Olağanüstü olaylarla ayrı bir değer taşıyan bu kitap, yalnızca şu iki sözden dolayı bile baştan sona okunmalıdır: “Güzellik onu arayana görünür.” “Sen ki güneşe bakmaktasın’ Görmez misin ki, onun yeri insan gözünün ölçemeyeceği yükseklerdedir! Kanat takınmadan ona ulaşabileceğini mi sanıyorsun ey saf kişi; yoksa sana kadar ineceğini mi, güneşin?”


35 Mevlana’nın Divan-i Kebir’ndeki şu söz, diyalektiğin nasıl bir doğa gücü, düşünce sistemi olduğunu, en azından bir yönüyle kavramaya yetmez mi? “Hakk, ipekböceğine verdiğini file vermemiştir.” Öyle ya, ipekböceği filin yaptığını yapamaz ama fil de ipekböceğinin yaptığını yapamaz!” Cervantes’in Don Quijote’sinde geçen şu söz bile, insanı hayata tutundurabilir: “Gücümü güçsüzlüğümden alıyorum.” Shakespeare’in Romeo ve Juliet’ini köy enstitüsüne girdiğim yıl okudum. Ardından, yazarın okul kitaplığında bulunan öbür kitapları geldi. Yaz tatiliydi. At otarma nöbeti bana gelmişti. Koluma atın sicimini dolamıştım. Öbür elimde de Shakespeare’in Othello’su vardı. Şu söz o günlerde belleğime yerleşmiştir: “Yaşayıp durduğun şu ortamda öyle şatafatlı elbise giyip böbürlenme. Gurur ve kibir bütün saltanatları devirir. Alçakgönüllü ol, köhne cüppeni üstüne çek.” Düşünmenin, duyumsamanın, güzelduyusallığın ülkesi yoktur. Teslim Abdal’ın nerdeyse aynı anlamda şu dörtlüğüyle yıllar sonra karşılaştım: Gel ha gönül havalanma Engin ol gönül engin ol Dünya malına güvenme Engin ol gönül engin ol Hayat, Shakespeare’in Macbeth’inden aktardığım şu dizelerde dile getirdiği değil de nedir? Hayat dediğin ne ki; Yürüyen bir gölge, bir zavallı kukla sahnede... Bir saat boy gösterecek, Boyun kırıp gidecek!


36 George Orwell, 1943 yılında yazdığı Bindokuzyüzseksendört adlı romanında Stalin’in baskıcı yönetimini eleştirdi. Roman, ancak 1949 yılında yayımlanabilmiştir. Üzerinde sürekli dolaştırılan kameradan bunalan romanın kahramanı, içinden şunu geçirir: “İnsanın en büyük düşmanı kendi sinir sistemidir.” Haruki Murakami, Orwell’den altmış yılı aşkın bir süre sonra yazdığı 1Q84 adlı 1256 sayfalık dev romanında da şunu diyor: “Yürekten sevdiğin bir insan varsa, bir kişi olsun yeter; hayatın kurtulmuş demektir.” İyi okur, tutkuya dönüşen bir duyguyla sarılır kitaba, okuduğunu sindirir. Kötü okur, iş olsun diye eline kitap alır, kavrayışsızlığının suçunu da yazara yükler. William Faulkner, Nobel’i kazandıktan sonra Japonya’da bir üniversite öğrencisinin, “Ses ve Öfke’yi üç kez okudum bir şey anlayamadım,” sorusunu, “Dördüncü kez okuyun!” diye yanıtlar. Bir başka öğrenci de, Ernest Hemingway’in nasıl bir yazar olduğunu sorar. Ona verdiği yanıt da anlamlıdır: “Hemingway iyi bir yazardır ama başardığına erken inandı.” Okuma, yazarla okur arasında doğan duygu etkileşimini sağlar. O nedenle okuma eylemi okur kadar yazarı da ilgilendirir. Öğrencilerin sorusu da, Faulkner’ın verdiği yanıtlar da bu dengenin ne gibi ince ölçülerinin olduğunu gösteriyor. Kültürle beslenmiş hayat, yeteneğiyle, becerileriyle, insanı yeniden biçimlendirir. Bu anlamda biçimlenme, “iç kale”lerini aklıyla ayakta tutanlara özgüdür. İç kaleleri olmayanlar, alışılmışın dışında başka bir hayat yokmuşçasına yaşarlar. Kişi, her an hayatını biçimleyecek bir irade gösterebilir. Yeteneklerini geliştirip yaşadıklarını üretimsel kılma insanın kendi elindedir. Bu bilince eren, kendini kültürle var etmenin üstesinden gelir. Doğa, insanı yalnızca var etmiştir, doğadan bir şeyler alma, ona bir şeyler katması insanın varoluş gereğidir.


Bedene bir şey eklenemez ama beden çok şeyin yaratıcısı kılınabilir. İnsan, bedenini iyi değerlendirmekten sorumlusudur. Bu sorumluluk ancak sanatla, bilgiyle yerine getirilebilir. Sanata yabancı kalan, okumayan, hayatını köreltime uğratır. Okuma kültürünü edinmenin tek yolu okumaktır. Sanat da izlenerek kavranıyor. Sanata karşı bağnazlık, insanın kendine güzellikleri yasaklamasıdır. Herkes sanatsal üretimde bulunamaz ama güzelduyulu olabilir. Tıpkı onun gibi, düzenli bir öğrenimden yoksun kalma, kitap okumaya engel değildir. Şiirler, romanlar, öyküler, resimler, yontular, dinletiler insan için ortaya koyuldu. Perulu yazar Mario Vargas Llosa, edebiyatın kişiye neler kazandırdığına değiniyor: “Edebiyat aklı ve sağduyuyu çalıştırır; edebi yaratıcılıktaysa bu unsurların yanında sezgiye, duyarlığa ve tahmine, hatta eleştirel bakışın ağından kurtulmayı her seferinde başaran şansa bile yer vardır. İşte bu yüzden, yaratıcılık başkasından öğrenilemez; yaratıcı olmanın tek yolu okumak ve yazmaktır. Gerisini insan kendi başına, pes etmeden öğrenir.”11 André Gide de, Oscar Wilde’ın De Profundis adlı kitabına yazdığı “Oscar Wilde’ın Anısına” başlıklı önsözde dünya ile sanat arasında şöyle bir bağlantı kuruyor: “İki dünya vardır: Sözü edilmeden var olan dünyaya gerçek dünya denir, çünkü bu dünyayı görmek için sözünü etmeye hiç gerek yoktur. Öteki işse sanat dünyasıdır, bu dünyadan söz etmek gerekir, çünkü ancak sözü edildiğinde var olur. Sanat yapıtını sanat yapıtı, doğa yapıtını da doğa yapıtı yapan nedir? Aralarındaki fark nereden gelir? Nergis çiçeği bir sanat yapıtı kadar güzeldir; aralarındaki fark güzellik olamaz. Nedir ikisini ayıran? Sanat yapıtı her zaman tek’tir. Kalıcı hiçbir şey yaratmayan doğa, yaptıklarının hiçbiri kaybolup gitmesin diye hep kendini yineler. Tanrı insanı, insan da sanat yapıtını yaratır.”12 11 Llosa, M.V., Genç Bir Romancıya Mektuplar, Çev. Emrah İmre, Can Yayınları, İstanbul 2012, s. 124. 12 Oscar Wilde, De Profundis, Çev. Rosa Hakmen, Can Yayınları, İstanbul 2009, s. 12.

37


38

İnsan, kültürel bir varlıktır. Varlığını, kendi yarattığı kültüre borçludur. Goethe’nin deyimiyle, kimsenin kapısını zorlamaya bile güç yetiremediği iç kalenin13 aşılmaz duvarları, kültür denen granit taşıyla örülmüştür. *** Görsel: Vincent van Gogh – Buğday Tarlası ve Kargalar (1890)

13 ��������������������������������������������������������������������������������������� Zweig’ın Montaigne’i değerlendirirken kullandığı “iç kale” kavramını Goethe’den aktardığı, şu cümleden anlaşılıyor: “Montaigne’in savaşımı yalnızca savunmayla, Goethe’nin ‘iç kale’ diye adlandırdığı, insanoğlunun benliğinin en derininde yatan ve kimsenin bir başkasına girme iznini vermeyeceği o siperin savunulmasıyla sınırlı kaldı.” (Zweig, S., Montaigne, Çev. Ahmet Cemal, Can Yayınları, İstanbul 2012, s. 27.)


39 AkÄąl Gidince Mustafa Bilgin


40 Umut İnsanda Tamer Levent

İnsanın mutlu olmasını engellemeden, kendi mutluluğunun engellenmesine de izin vermeden yaşayabilmek için; insanlık her 50-100 yılda bir Rönesans yapmalıdır... Kudüs’te, kutsal Kabir Kilisesi olarak anılan ve içinde Hristiyanlığın bütün mezheplerinin temsilciliği olan; Kıyamet Kilisesi olarak da bilinen kilisede Hz. İsa’nın mezarı olduğu varsayılmaktadır. Bu kilisenin kilidi ise 1192 yılından beri, yani 825 yıldır Müslüman bir aile tarafından açılıp kapatılmaktadır. Sebep; Hristiyan mezheplerinin bu görevi kendi aralarından bir mezhebe vererek, birinin diğerinden fazla sevap kazanmasını engellemek! Söz konusu çatışma, çok anlamsız detaylarda da, farklı mezheplerin arasında, bu kilise ziyaretinde çok net algılanıyor çünkü kilisenin içinde mezheplerin kendilerini temsil etmeleri için


yan yana odalar ayrılmış. Her oda da bir mezhebin temsilcileri bulunuyor. Bunlar görevli papazlar. Fakat birbirlerine selam vermiyorlar. Sadece kendi önlerini süpürüyorlar. Diğer mezhebin oda sınırına bile getirmesine, ya da herhangi bir malzeme bırakmasına izin vermiyorlar. Oysa Rönesans’tan sonra, Reform ile oluşmaya başlayan demokratikleşme ile bireyin demokrasi kültürünü benimseyerek, kendini yönetmesi sanatının, gelişmesi söz konusuydu! Bu tutum dünyayı etkileyen bir “Yeniden Doğuş” anlayışı yarattı. Skolastik dönem bitti. Kilisenin dini siyasete alet etmesi; işkencelerin simgesi engizisyon mahkemeleri bitti. İnsanlık çektiği büyük acılardan sonra sanat kültürü ile yeniden yaşamını şekillendirmeye başladı. Demokrasi kavramı ile sanat kavramı buluştu. Bilim ve teknolojinin insanlığın yaşamını kolaylaştıracağı, artı zaman düşünceleri gelişme gösterdi. Umberto Eco’nun Gülün Adı romanında, bilim eserlerini depolara kilitleyen, kitap sayfalarına, okunmasın diye siyanür süren kiliseler dışa açıldı. Tiyatro ve opera sahneleri arttı, üstelik bu sahnelerin projelerinde masraftan kaçılmadı, hatta kiliseler kadar görkemli ve gösterişli yapılmasına özen gösterildi. Girişlerine ”iyi, güzel, doğru” yazıldı çünkü binalara girenler, girişte yazılı özellikleri kazanarak salondan çıkmalı diye düşünülmüştü. Katolik mezhebinin boşanmayı günah saymasına karşın Protestan mezhebi kuruldu. Thomas More‘a rağmen İngiliz kralı eşinden boşanıp, yeni bir eş ile evlenebildi. Bilim ve sanatın önü açıldı. İnsanların gelişerek kendi kendilerini yönetmesi idealini savunan demokrasi kültürü yeniden gündeme gelmeye başladı. Felsefe önem kazandı ve felsefi sorgulamalar gelişmeye başladı. Güzel kavramı estetik kavramı ile buluşarak, güzel ya da estetik sözcüklerinin sadece dış görünüş olarak algılanmamasını, toplumun ve bireyin yaşamının yeniden şekillendirilmesinde, insanın mutluluğunun ön planda gözetilmesi olarak anlaşılması üzerinde duruldu.

41


42

Reform, Rönesans’ı gündelik yaşama taşıdı. Adalet mekanizması bu anlayışla yeniden şekillendi. İnsan olmanın sosyal hakları ile estetik değerler buluştu. Bütün disiplinler; etik, estetik ve adalet ölçme değerlendirmesi ile yeniden yorumlanmaya başladı. Daha sonra modern dünyada adı konulacak olan “disiplinler arası kültür” bence daha o zaman başlamıştı Max Weber yıllar sonra Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu kitabında, kapitalizmin 16 yüzyıldan sonra şekillenmeye başladığını ve eskiye göre çağın ileri bir hareketi olarak görülebileceğini belirtiyordu. Ancak, yüzyıllar içinde gelmiş olduğu boyut ile ilgili yabancılaşma sorunlarını sıralıyor, eleştirisini yapıyordu. Günümüzde Bill Gates de aynı eleştirileri yapıyor, kapitalizmin bittiğini söylüyor. Ancak Weber kitabın önsözünde doğu toplumlarının kapitalizmi anlamadıklarını, feodalizme yatkınlıklarını örnekliyor çünkü başlangıçta, kapitalizmin kuruluşunda, ticaretin bireyin hakkı olması savunulurken, dürüst ticaret ve hak arama konularının da önemsendiğini ve sistemleştirildiğini belirtiyor. Bu tespiti ile feodal toplumlarda hak arama mekanizmasını destekleyen sistemler oluşmadığını belirtiyor. “Batı toplumlarında bir sermaye sahibi şirket kurar, sonra da büyütürse, o şirket büyüme hızı ile orantılı olarak; sadece o kişinin şirketi olmaktan çıkar. Oysa doğu toplumlarında bir sermaye sahibi şirket kurar ve ne kadar büyütürse büyütsün, şirketin mal sahibi olarak hep kendini görür. Üstelik doğu toplumlarında bir şahıs bir devlet kurumunun yönetimine gelirse, işin ilginç tarafı o şahıs, söz konusu kurumu da kendi malı olarak görmeye başlar.” diyerek sistemsizliği ve anlayış farkını örnekliyor. 16 yüzyıl Rönesans ve Reform hareketlerinden sonra Aydınlanma çağının gelmesi ve demokrasi kültürü arayışlarında Rousseau’nun deyişi ile demokrasi; “her bir bireyin apriori Tanrı kadar gelişmesini ve kendini yönetebilmesini” gerektiriyordu! Bu saptama, gerçek bir demokrasi kültürünün oluşabilmesinin bir ütopya olacağı


kuşkusunu taşıyordu belki, ama o ütopyaya ulaşabilmek için çaba sarf etmek, çare aramak ve sistemler oluşturmaktan da kimse vazgeçmiyordu. Keşif, icat, buluş vb. kelimeleri; bu sözlerle sembolize ettiğimiz yaratıcılık ve çözümler üretme anlayışı; İngiliz Sanayi Devriminde makinaların kırılmasından sonra, makinaları savunmak ve onlarla birlikte gelişerek yaşantımıza artı değer katmayı düşünme eğiliminin giderek artmasıyla, 1. Dünya Savaşı, Sovyet Devrimi ve 2. Dünya Savaşı sonralarında, toplumsal yaşamın geliştirilmesi önem kazanmaya başladı. Başka bir açıdan da, insan yaşamının gelişmesi ve insanın mutluluğuna dair çözüm arayışlarında makinalara bel bağlandı. Makinalaşmayı eleştirenler ve makinalaşmayı savunan kutuplar oluşmaya başladı. Makinalaşmayı eleştirmek, bir anlamda dünyanın toplumsal bir devrim yaşamasına karşı olmakla eş anlamlı bile tutuldu. “Trim trak, trim trak makinalaşmak istiyorum makinalaşmak” sözcükleri Nazım Hikmet ustanın şiirinde yer alarak bu tartışmanın hangi noktaya geldiğini belgeliyordu. Oysa insanlığın toplumsal buluşlar da yapması gerekiyordu. Vahşi kapitalizm evresine geldiğimizde, insanın robotlaşmaya başladığı, Chaplin‘in Modern Zamanlar filminde de olduğu gibi, ürettiği aracın ne olduğunu bilmeden önüne gelen tek vidayı sıkan adam haline gelmeye başladığı, bunun karşılığında artı zamanının da olmadığı gerçeği tartışılmaya başlandı. Bütün bunlar tartışılırken, olayın temelindeki dinsel tartışma unutuldu mu acaba? Çünkü Rönesans’la başlayan hareket geniş din kültüründe, çağdaş gelişmeleri de göz önünde bulundurarak bir güncelleme yapılmasına olanak vermişti. Rönesans diğer dinleri de etkiledi. İslamiyet ise sanki etkilenmemişti. Dünyanın sosyal yapısının sorunlarını teşhis edebilmek, hiç bir zaman din kültürünün etkilerinden bütünüyle bağımsız olamamıştır. Rönesans, insanın değerli olduğunu ve bu değerin

43


44

kendisi tarafından da anlaşılmasının önemli olduğunu kabul ederek yapılmış bir sosyal güncellemedir! Yani insandan, kendisinin ne kadar değerli olduğunu, saklamadan, sanatın asıl etken olduğu, bilimsel buluşlar ile, din kavramının ilk ortaya çıktığı günden Rönesans’a; insan yaşamında önemli değişiklikler olduğu kabul edilerek; yaşamın, insanlığın gelişmelerine göre yeniden organize edilmesi gerçeği, estetik değer olmuştur. Bu anlamda Galileo Galilei‘nin, teleskopla yıldızlara bakması; dünyanın kaplumbağanın sırtında durmadığını; kendi ekseni etrafında döndüğünü kanıtlaması, önemli etki yaratmış, bu etki düşünce anlayışlarının değişmesine, keşfedilmezlerin keşfedilmesine yol açmıştır. İçinde bulunduğumuz çağda, en dindar bir kişinin, cep telefonu kullanması, akrabalarına en azından mektup yollaması, otobüse, trene, uçağa binmesi, elektrik kullanması, otomobil kullanması, traktör kullanması, hatta cep telefonu, bilgisayar kullanmasına karşın, İslamiyet’i ilk çıktığı haliyle yaşamak ve yaşatmak isteyen bir tutumun varlığından söz edebiliriz! Bu tutum, söz konusu teknolojileri kullanmasına rağmen, yaşamın gelişmeleri ile çelişkili olan, hissedilir bir tutumsa; yaşama, ortak düşünme ve algılama konularında anlama ve anlaşma sorunları yaratır. Oysa bilindiği gibi; İslam’ın Altın Çağı ya da İslam Rönesans’ı olarak adlandırılan 8. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar, Rönesans’tan çok önce, İslam dünyasının yükselişini ifade eden dönem yaşanmıştır. Bazı kaynaklarda bu dönem 14. yüzyıla kadar, bazı kaynaklarda ise 15. yüzyıl/16. yüzyıla kadar sürdüğü söyleniyor. Bu dönem esnasında, İslam dünyasında mühendisler, bilginler, tüccarlar; sanata, tarıma, ekonomiye, sanayiye, hukuka, edebiyata, gemiciliğe, felsefeye, bilime ve teknolojiye, eski adetleri koruyup onları yenileştirerek, yeniler ekleyerek, katkıda bulundu. Howard R. Turner: “Müslüman sanatçılar ve bilim insanları, prensler ve işçiler birlikte benzersiz bir kültür yarattı, doğrudan ve dolaylı olarak, her kıtada toplumları etkiledi” der.


Siyasi yapılanmaların taraf tutma ve ötekileştirme ile çıkarları dar alanlarda kendi yandaşları ile paylaşma hastalığı, eski bir hastalık. Özellikle Aydınlanma ve aydınlanmama kavramları hangi ölçülerde kimin lehine çalışıyor; neden bilimsel olanın doğrusu ile objektif olunma sistematiği oluşturulmuyor? Neden insanlığın altın kalbi derinlerden yüzeye çıkarılamıyor? Neden evrensel değerler tüm insanlığın değeri olarak algılanarak ortaklaşa sahiplenilemiyor? Coğrafi özelliklerden kaynaklanan kültürel farklılıklar, niçin kültürel zenginlik olarak algılanmıyor hatta değişemez kader gibi gösteriliyor? Neden dünyanın bir kısmının geri kalmış, bir kısmının gelişmiş olması titizlikle korunuyor? Yaşamın her alanına müdahale edebilen, silah endüstrisine yaptığı yatırımlarla ülkeler kurup ülkeler batırabilecek güç odakları, neden insanlığın topyekûn gelişmesine yönelik yaratıcı projeler üretemiyor? 16. yüzyıla kadar sürdüğü varsayılan “İslam Rönesansı”, neden kültürleşemedi? İslamiyet kendi bünyesinde neden Reform yapamadı? Neden, 1789 Devriminden sonra başlayan demokrasi arayışları, tüm Avrupa’yı ve Asya’yı etkilerken Ortadoğu ülkelerini etkilemedi? Uygarlığın beşiği olan bu coğrafya, neden eskiden var olan sanat kültürü mirasını inceleyip kendisini toplumsal olarak güncelleyip, geliştiremedi? Dünyanın en zengin petrol kaynaklarına sahip olan coğrafyada, bu petrol gelirine rağmen neden toplumun geniş kesimi sefil bir hayat yaşıyor? Neden terör hiç eksik olmuyor? İnsanın mutluluğu, kendini yönetmesi, eğitim, adalet, sanat, sosyal yaşam gelişmiyor! Neden, özellikle Ortadoğu ülkelerinde? Güney Kore, Japonya, Çin Halk Cumhuriyeti, Tayvan, Hindistan gibi ülkelerde olduğu gibi kültürel anlamda gelişmeler yaşanmıyor, sanayi yok? Buna engel olan ne? Sanki bu coğrafya, insanının kendi sorunlarını kendisinin çözemediği bir coğrafya olarak, özellikle karıştırılıyor ve geri bıraktırılıyor. Özellikle, “sanki” diyerek, saflığımı belli etmek

45


46 yerine, böyle bir politikanın doğruluğuna inanmak istememe refleksimi gösteriyorum! Ancak Frances Stonor Saunders’ın Parayı Verdi Düdüğü Çaldı adı ile Ülker İnce tarafından Türkçeye çevrilen CIA’in sanat ve edebiyat dünyasında parmağı başlıklı kitap, kültür politikalarının da nasıl manipüle edilebileceği hakkında fikir veriyor! İçinde bulunduğumuz binyıl, insanlığın mutluluğu için yeni arayış ve umutların da binyılı olacak, heyecanını, 2000 yılına geçilecek gece yaşamıştık. İki şık vardı; ya bilgisayarlar kendilerini güncellemeyecek ve bütün bilgiler yok olacaktı, ya da umutlu bir binyıl olacaktı 21. yüzyıl. Bilgisayarlar durmadı. Umutlu da olmadı! Yeni yüzyılın, başından günümüze, 17. yılına, insanlık Ortadoğu’da büyük yıkım yaşıyor. Condeleezza Rice, eski Amerikan Dış işleri bakanı, Ortadoğu’nun yeniden şekilleneceğini, hatta isimleri yeni olan ülkeler oluşabileceğini söylemişti. Bu düşünce gerçekleştiriliyor. Ancak her toplumun kültüründe bulunan olumlu yanlar ve insanca yaşama isteğini harekete geçirecek bir siyaset uygulaması doğrultusunda hareket yok! Belirtilen görüş yok! Geleneklerine bağlılığı ile ünlü Japonlar, Japon mucizesi diye anılan sanayi gelişmelerinin yanında, kültürel olarak da kendilerini yeniliyorlar. Dünyaca ünlü Kabuki ve Noh tiyatrolarının, geleneksel dans ve müziklerinin yanında, evrensel müzik, dans ve tiyatroda, sinemada, çizgi flimde erişmiş oldukları başarı, onların kültürel yaşamlarına da yansıdı. Aynı şey, Güney Kore, Çin Halk Cumhuriyeti, Tayvan ve Hindistan için de geçerli. Ortadoğu’da bu gelişmeler önceleri bir tek Türkiye de yaşanmıştı. Din kültürünün siyasete alet edildiği ülkelerde ise, sorunlar çözülemediği gibi, cehaletin arttırılması bir politika halini aldı. Toplumların gelişmesine yatırım yapılmaması, sorunların artmasının da nedeni olarak görülmüyor, aksine iktidarların bu


47 toplumları daha kolay yönetebileceği gibi bir yanlış düşünceyi geliştiriyor. Oysa bir yandan bilgisayar yaşamın içine giriyor, bilgiye ulaşmak hızla kolaylaşıyor; insanın yapacağı birçok işin bilgisayarlarla yapılabilme olanakları doğuyor. 1917 yılında, Sovyetler Birliği kurulduğunda, bütün dünyada, sosyalist devrim dönemi de başlamıştı. Dünya kapitalist ve sosyalist sistem arasında bir sistem tercihi yapma dönemine girmişti. Ancak Rusya merkezli bu ilk Sosyalist birliğin, köylü toplumu üzerine kurulduğu, oysa Karl Marx’ın, proletarya diktatörlüğü ve komünizm tezlerinin bu durumla uygunluk göstermediği de konuşuluyordu. İlerleyen yıllarda İspanyol Komünist Partisi Genel Sekreteri Santiago Carillo, dünyada gerçek komünizmin bir gün Amerika’da gerçekleşeceği düşüncesini ortaya atmıştı. Sovyetler Birliği’nden farklı olan bu komünizm anlayışı Avrupa Komünizmi olarak adlandırılıyordu. İçinde bulunduğumuz yıllarda, dünya, silah, otomotiv, kimya, maden devlerine rağmen ilk kez farklı bir alan olarak dünya devi olan bilgisayar sektörü ve onun babası Bill Gates, kapitalizmin bittiğini dile getirdi! Bilgisayarlı yaşam, dünyada pek çok değişikliğe neden olabilecek güçte. Ancak bugüne kadar insanlığın yanlış anladığı kavramlar doğrultusunda da yenilenmeler gerekiyor. İnovasyon çağı olarak da adlandırılabilecek bu çağda, internetli yaşamın başladığı günden bugüne dünyada yeni bir kuşak yetişti. Şimdi onun ikinci ve üçüncü kuşakları da yolda. Bilgisayara ve internet odaklı bir yaşama sonradan dâhil olan kuşak ise giderek azalıyor. Yani bilgisayar kültürü ile din, dil, ırk ayrımından kaynaklanan farklılık anlayışı yerine insanların birbirlerine olan-online- benzerliklerini araştırması yaygınlaşmaya başladı. Bu kültür, sanat kavramının da yeniden anlamlandırılmasını gerektirmelidir.


48

‘SANAT’, YAPMAK DEMEKTİR, KÜLTÜRLEŞMESİ İÇİN, KULLANIM DEĞERİNİN ANLAŞILMASI GEREKİR. Çünkü sanat kültürü anlayışına yönelik inovasyonun insan yaşamına önemli bir ivme kazandıracağını düşünüyorum. Genellikle sanat kültürü denilince; ‘sanat eserine talepte bulunmak’tan ibaret zannedilen anlayış yerine; toplumun sanat kavramını ‘kendini keşfetmek ve başkaları ile benzerliklerini geliştirmesi’ni de kapsayan bütünsel bir kültür olarak benimsemesi, yaşama biçimini de doğrudan etkileyecektir. Artık; ortaçağda olduğu gibi sanat kavramının sadece aristokratlar, sonra burjuvalar ve de elit özentisinde bulunanlara ait olduğu, toplumun diğer kesimlerinin ise ona uzak olduğu düşüncesi terk edilmelidir. O zaman varlık sahipleri, kendi yaşam kalitesini elde etmiş olmanın özgüveni ile sanat eserine ilgi duyarak, özelliklerini korumayı ve geliştirmeyi, algılarını açık tutmayı ihtiyaç olarak görüyorlardı. Kendilerinin dışındaki kesimin böyle ihtiyaçları olmamalıydı. Bu tutum, Rönesans’tan günümüze, demokratikleşme sürecinde aşamalı olarak değişti. Demokrasi kültürü gelişmeleri, sanat kültürü ile paralel yürüdü. Ortadoğu’da ise böyle gelişmeler yaşanamadı. Hatta evrensel sanat kültürüne karşı olmak, halkçılık, yurtseverlik, dinine mezhebine bağlılık göstergesi imiş gibi, Aydınlanma karşıtlığına dönüştü. Evrensel değerler, sadece batı siyasetine ait değerler zannedildi. Batıya kızgınlık ile kültürel gelişme birbirine karıştı. Bu doğrultuda algı yönetimi operasyonları yapıldı. Uluslararası siyasetler, ulusal siyaseti yönlendirdi! Gelişme kültürünü oluşturabilecek okullar kapatıldı! Eğitim politikaları sınırlandırıldı. Toplum kendisine verilen kadarına razı olmaya ikna edildi. Doğru olana talepte bulunulmak, isyankârlık, devlete millete karşı olmak anlamına getirildi. Bu durumlarda hep toplum suçlandı ama toplumu yönlendiren mekanizmaların politikalarına-karşı-kültürel politikalar geliştirilemedi! Bol bol tespitler yapıldı ama tedavi gerçekleşemedi!


SANAT KÜLTÜRÜ, İNSANA DEĞER SORUMLULUK OLARAK GÖRÜR.

VERMEYİ,

Sanat kültürünü yaşama sanatı haline getirme sürecinde, insana hizmet en özenli, başarılı ve en kusursuz şekilde gerçekleştirilmelidir. Sanat kültürünün geliştiği bir toplumda insanı kandırmak, dolandırmak, ticari kar amacıyla insan sağlığına zarar vermek, insan yaşantısını bitirmek ya da toplu katliamlara girişmek, insanlık dışıdır. Sanat, iyi, güzel ve doğru temelinde; kötü, çirkin ve yanlışı görmezden gelmeden - etik, estetik ve adalet - ile ölçülen bir yaşama biçimidir. Yaşamın tümünü kapsar. - Öncelikle bu anlayışın gelişmesi için eğitim sanatı politikaları belirlenir. - Bu politikaları yürütecek kadrolar, liderler yetiştirilir. - İnsanların, akıl, mantık, bilgi ve anlayış ile etik, estetik ve adalet değerlerine hâkim olarak kendi kendilerinin yaşamlarını yönetmeleri beklenir. - İnsanların kendi kendilerinin yaşamlarını yönetmeleri sırasında, kendi kurdukları devlet, onlara hizmet verir. - Bu hizmetler, sağlık, güvenlik, beslenme, çalışma, haklar, tanımlar, kendini geliştirme, sosyal yaşam, bilim vb. alanlarında olduğu kadar bütün bu işlerin sanatlı bir özenle gerçekleştirilmesi için de örgün ve yaygın sanat eğitimi gerçekleşmelidir çünkü bu alanlarda verimli uygulamalar ve başarı, ancak sanat eğitimi almış, kendi konularında uzman ve sorumluluk sahibi kişilerle sağlanabilir. Sanat eğitimi bu özelliği tüm topluma mal eder. - Sanat eğitimi alan toplumlar yaşamının kalitesini ve sistemliliğini sürdürmek konusunda, din, dil, ırk ve siyasi görüş farklılığı dışında; duyarlı, birbirine güvenen, temel hak ve özgürlüklerde devamlılığı sürdürebilen, istikrarlı toplumlar oluşturabilirler.

49


50

- Sanat eğitimi, sadece sanat eseri üretme veya sanat eseri üreticisi olmak amacıyla yapılmaz. - Sanat eğitimi, karşılıklı rol oynama (drama) yöntemi ile yaşamsal durumları algılamak, kendini tanımak, kendisi ile başkalarının benzerliklerini bularak; kendine yapılmasını istemediği davranışları başkasına yapmamak ortak bilincini oluşturur. - Karşılıklı rol oynama yöntemi ile durumları canlandıran katılımcılar, birbirlerini izleyerek birbirlerini eleştirerek, yaşanılan sorunları anlamak ve çözüm üretmek konusunda ortak akıl ile yaratıcı çözümler bulurlar. - Birbirlerini dinlemeyi öğrenirler, birbirlerinin düşüncelerini anlamaya çalışırlar, kendi düşüncelerini ifade edebilirler. - Çözüm üretebilmek için bilgiye başvurmayı, bilgiyi doğru kullanmayı öğrenirler. - Bütün sanatların özünde durum(drama) olduğunu öğrenirler. Durum analizi yapmayı öğrenirler. - Kendini tanımayı ve kendi kendini eleştirebilerek geliştirmeyi öğrenirler. - İnsanları tanırlar, insanların gündelik yaşam içinde roller oynadıklarını anlarlar. - Yaşam içinde oynadığı rolleri, sanat özeni ile iyi, güzel, doğru oynamayı öğrenerek, ilkeselleştirirler. - Kendilerini iyi ifade etmeyi öğrenirler, karar oluşturabilirler. - Şimdilik, sporun da dâhil olduğu 9 sanat dalına ilgi duyarlar. - Bu dallarda beceri kazanmak için çalışmalar yapabilir, kendilerine moral destek sağlayabilirler. - Teknolojiyi, robotlaşmadan ve doğadan vazgeçmeden kullanabilirler. Bilişim teknolojisinin yararlanabilirler.

olanaklarından

daha

çok


Aydınlanma adına bu sıraladıklarım ve hep birlikte çoğaltabileceklerimiz, sanat felsefesi bakımından hiç de ütopik düşünceler değil. Üstelik pek çoğu gelişmiş ülkelerde uygulanmakta. Zaten, bir insan ilginç bir şey düşünüyorsa, bilinmelidir ki, dünyanın herhangi bir yerinde onunla aynı şeyi düşünen bir insan daha vardır. Yeter ki bizim coğrafyamız insan bu anlayışlara gereksinim duysun. Bunların ulaşılamayacak ütopyalar olmadığını kabul etsin. SANATAEVET; Bu düşüncelerin sembolik sözcüğüdür. Sanat eğitimi, amatör sanat ve profesyonel sanatı, sanat kültürü olarak yaygınlaştırmanın bir kampanya haline getirilmesi önerisidir. Türkiye’de başlayacak bu hareketin birlik ve beraberlik içerisinde gerçekleşmesi ve başarı kazanmış bir örnek oluşturması halinde, UNESCO aracılığı ile dünya ya da önerilmesi söz konusu olmalıdır. Şu anda Türkiye’nin pek çok bölgesinde amatör tiyatro yapanlar, sanat eğitimi atölyeleri, kurslar, resim atölyeleri, halk eğitim kursları, müzik çalışmaları, halk dansları, belediyelerin edebiyat günleri, ustalara saygı, kent estetiği çalışmaları, profesyonellerin turneleri, estetik bilimcilerin konferans ve atölyeleri, drama lideri eğitimcileri böyle bir başlık altında birleşebilseler, yayın kuruluşları, sosyal medya bunu özendirse, bir aydınlanma hareketine yönelik özendirici bir sürecin başlamasına da hizmet edilmiş olur. Bu süreç için toplumsal çağrılar yapılabilir! Belediyeler bu süreçte aktif rol oynayabilir. Onlarla nasıl çalışılacağı detaylandırılabilir. Bu bir büyük oluşumdur. İstenirse, aynı anda tüm Türkiye’de, bütün il ve ilçelerde, hatta köylerde, aynı anda halkın katılımı ile başlayan buluşmalar gerçekleştirilebilir. Bu TV ve sosyal medya aracılığı ile sırayla tanıtılabilir. Yeter ki isteyelim! *** Görsel: Charlie Chaplin – Modern Zamanlar (1936)

51


52 SÖYLEŞİ: SADIK USTA

Türkiye’de “ütopya” kavramı, sözcüğü ve yazım türü söz konusu olduğunda akla gelen ilk ad olan, Türk Ütopyaları’nın yazarı Sadık Usta ile söyleşi amacıyla bir araya gelme fikri ilk olarak geçtiğimiz Ekim 2016’da gerçekleştirdiğimiz Ütopya dosyamız için olmuştu. Sosyal medyanın öngörülemeyen aksamaları neticesinde o tarihte gerçekleştirme fırsatı bulamadığımız söyleşinin, değerli aydınımızla kuracağımız yoğun etkileşimli bir iletişime imkân sağlayacağını da öngörülemeyenler listesine eklemek doğru olacaktır. Aydın görünümlü boşlukların aksine Sadık Usta’nın üretme ve dayanışma konularındaki zindeliği, epey yoğun akışına rağmen Uşak’ta Ütopya-Aydınlanma başlıklı bir Azizm etkinliğine ve Uşak Üniversitesi’nde düzenlenen Ütopya konulu edebiyat yarışmasında bizlerle olmasını sağladı. Kuruluşumuzun onuncu yılına özel olan bu sayıda, söyleşiyi kiminle gerçekleştireceğimize dair fikirlerin Sadık Usta’da ortak paydaya varması sonucu, ülkemizde pek rastlayamadığımız “filozof” nitelemesini fazlasıyla hak eden aydınımızla, Aydınlanma dosyası için bir araya geldik. Pek çok çevirinin yanı sıra Dünyayı Değiştiren Düşünürler serisi, İlkçağ Ütopyaları derlemesi, şimdilik son kitabı olan ve sıra dışı devrimci hayatlara odaklanan Fıçılarda Yaşamak ile köşe yazısının ne denli ufuk açıcı olabileceğini her hafta altını çizerek hatırlatan Oda TV makaleleriyle “devrimci aydın” payesinin rahatlıkla atfedebileceğimiz Sadık Usta ile yoğun ve katmanlı bir görüşmemiz oldu. İyi okumalar. ***


53

Güncel bir konu olan ancak etkisi güncelin ötesine taşacağından şüphe duyulmayan referandum ile başlayalım istiyoruz. Evet/Hayır çatışmasını ve sonuçlarını, ülke ve coğrafyanın yakın geleceği açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Doğrusu söylemek gerekirse sonuçla ilgili beklentim de böyleydi. Moda deyimle bütün bu “abidik gubidik” işlere rağmen sonucun kıl payı olacağını düşünmüştüm. Fakat şimdi, söz konusu mevcut sonuçları yorumlamak gerekirse: 1. AKP hükümeti ciddi anlamda bir gerileme sürecine girmiştir. Bunun en önemli göstergesi, AKP’nin büyük kentleri, özellikle de son yıllarda kazandıkları kentleri (Antalya vs.) kaybetmiş olmasıdır. Son bir iki yıl içinde İzmir’in de düşeceği ciddi ciddi konuşuluyordu, hatta İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı, CHP’li olmasına rağmen, AKP’ye yanaşacağını düşündürten konuşmalar da yapıyordu. Bu bakımdan halk oylaması çok önemli bir kırılma oldu. Bırakalım İzmir’i almayı, ellerindeki kentleri de kaybetme


54

sürecine girdiler. 2. AKP hükümeti, bütün devlet olanaklarını kullandığı, polis teşkilatını “Hayır”cıların üzerine sürdüğü, “Hayır”cıların bütün imkânlarını yok ettiği, yüzbinlerce insanı hapse attığı, işinden ettiği ve korkuttuğu halde; valilerin, devlet kurumlarındaki amirlerin, öğretim üyelerinin ve hatta rektörlerin bile açıktan “Evet” için çalışmalarına rağmen ancak bu kadar oy alabildi. Üstelik muhalefet de ciddi anlamda “dağınık”ken. Demek ki gerçekte “Hayırcı”ların oy oranı çok daha fazla. En az yüzde 55 diyebiliriz. Bu kadar zulüm, bu kadar adaletsizlik, bu kadar mağduriyet, geleneksel olarak AKP’ye oy verenleri bile isyan ettirdi. Bu çok güzel bir gelişmedir. Henüz oylar sayılmaya başlamıştı ki işin sonucu belli olmuştu. Sosyal medya üzerinden bir açıklama yaptım o anda. Korkuya, karamsarlığa neden olacak bir durumun olmadığını, artık şafak vaktinin yaklaştığını söyledim. Bu gerçektir. Bir “gaza getirme” tavrı değildir. Hayatımda hep gerçekçi oldum ve böyle bilinirim. Bu bakımdan sonuç çok iyi, ancak bunu değerlendirecek bir muhalefetin örgütlenmesi şart. Sonuçlar bunun ne kadar zorunlu olduğunu da gösteriyor. 3. AKP ve özellikle Tayyip Erdoğan artık mağduriyet edebiyatı yapamayacaktır. Hem dışta Türkiye’yi yalnızlaştırdı hem de içte toplumu keskin iki kampa böldü. Bunun altından kalkamazlar. Artık Müslümanların saflarında ciddi bir tartışma başlamıştır. İslamcılar demiyorum, Müslümanlar diyorum. Birçok Müslüman yazar (bunlar Fetullahçı falan değil), Türkiye’nin Müslümanlıktan en çok soğuduğu dönemin bu dönem olduğunu belirtiyorlar ki bu saptama çok önemlidir. Fakat bütün bu söylediklerime rağmen ihtiyat çağrısı da yapıyorum. Şafak vakti yaklaşıyor ancak henüz alacakaranlıktayız. Henüz dibe vurmadık, yani ayaklarımız henüz yere değmiyor. Asıl, dibi boyladığımızda “ne olduk” diyeceğiz ve sonra da bir çıkış yolu bulacağız. Bunun çok uzun sürmeyeceğini düşünüyorum. Ne yazık ki keskin bir virajda şarampole yuvarlanacak bu ülke, öyle görünüyor. Yol virajlı, frenler kopmuş, şoför kötü ama yeni


bir yol arayışına çıkılacaktır. Umarım bu çıkış yolu arayışına şimdiden hazırlık yapılır ki esas çağrım da buna yöneliktir. Geleceğe hazırlanmak gerekiyor. Ancak bu hazırlık yapılarak yeni ütopyaların, toplumsal arzuların ve özlemlerin hayata geçirileceği, deneneceği ve sınanacağı kutsal bir ovaya, düzlüğe çıkılacaktır. Ayağa kalkan Türkiye bütün bölgeyi, coğrafyayı peşinden sürükler... Daha doğrusu içinde yaşadığımız coğrafya hep birlikte yeni ufuklara yol alabilir. Dünya tarihi büyük umutların kör çıkmazlarda belirdiğini onlarca kez kanıtlamıştır. “Aydın” kavramının yorumlanışına ve özellikle sola aitmiş gibi davranılmasına yönelik eleştirilerinizi katmanlı metinlerle dile getiriyorsunuz. Hemfikir olduğumuz bu tespitlerinizden yola çıkarsak, ülkemizde pek çok başlıkta ortodoksluğa hapsolmuş ve hatta ortodoksluğun bile hakkını veremeyen adların “aydın”mış gibi değer görmesine karşı daha aydınlatıcı hareket etmenin yolları neler olabilir? Kısaca şunu belirteyim, tırnak içine aldığınız aydın terimini aslında tırnak içinde kullanmadığınızı varsayarak konuşuyorum, çünkü bana göre aydın kavramı, genel anlamda mevcut düzenin muhafaza edilebilmesi için ideoloji ve ideolojik aygıt üreten insandır. Bu aydınların ezici çoğunluğu için geçerlidir, fakat devrimci aydınlar, bir kopuş yaşayarak, bir bakıma “sınıfına ihanet ederek” devrimci saflara katılırlar. Örneğin Cumhuriyet devrimini yaratan kuşaklar. Ya da 1789 Büyük Fransız Devrimi... Aydınlar esas olarak mevcut düzenden nemalanır, ancak bunların vicdanlı olanları, aklını kullanarak insanlığın başka bir yola girmesi gerektiğini düşünenler “aydınlanarak” devrimci saflara iltihak ederler. Gelelim tırnak içine alınmayı hak eden aydın sorununa, yani sözde Ortodoks aydınlar sorununa. Gerçekliği kavrayamayan tutucu tavırlarıyla toplumun gelişmesinin önünde bir engel haline gelen bu tırnak içi aydınların etkilerini nasıl sınırlayabiliriz?

55


56

Ya da bunların “aydın” olarak anılmasını nasıl engelleyebiliriz? Kanımca bu görev de devrimci aydınlara düşüyor. Sadece mevcudu ve kötüyü eleştirerek, etkin olanı yadsıyarak, olumsuzlayarak bu soruna çözüm bulamayız. Alternatifler sunan, yaratıcılıklarını konuşturan, çareler üreterek hem halkın aydınlanmasına etkin bir şekilde katılan hem de mevcut düzenin çıkmazının sonundaki “güneşli güzel günlerin” nasıl olacağını gösteren gerçekler aydınlar bu derdin ilacı olabilir. Devrimci aydınların görevi, henüz var olmayanı ortaya çıkarmak, ufukta bile gözükmeyeni (fikir, yöntem, yığınların ihtiyacına yanıt veren araçların yaratılması ve bu ihtiyaçların giderilmesi vs.) görünür kılmaktır. Bilinenin, klişenin ötesine geçmektir. İnsanlara umut ve ufuk aşılamak gerekir. Bunun yolu da kolektif aklı yaratmaktan, devrimci projeler üretmekten geçiyor. Herkes (aydınlar) bulunduğu yerde, en iyi bildiği alanda halkla (öğrenci, işçi, köylü vs) bütünleşmeli, onları bizzat mücadelenin içine katmalı ve onların kendi pratikleri içinde aydınlanmasını sağlamalıdır. Bu yapıldıkça, sizin tabirinizle “ortodoksluğa hapsolmuş ve hatta ortodoksluğun bile hakkını veremeyen adların” bu sözde aydınların esamisinin bile okunmayacağı açıktır. Voltaire alıntısıyla açılan “Kaleyi İçten Fethetmek” başlıklı makalenizde (http://odatv.com/kaleyi-ictenfethetmek-0804171200.html) Aydınlanma düşüncesinin karşısına aldığı zihniyete nüfuz edebilme gücünü gözler önüne seriyorsunuz. Ülkemizdeyse sekterliğin hatalı yorumlanması sonucu alaşağı etmek istediğimiz yapılanmanın yanında yer alanlara ulaşmakta güçlük çekiyoruz. Aydınlanmacıların yüzyıllar önce denediği yöntemler günümüzde elbette geçerli olamaz fakat sizce bugün bu yönde ne yapılmalı? Bakın, birkaç gün önce İstanbul’da Beylikdüzü Belediyesi bünyesinde faaliyet yürüten bir grubun (Ece Ataer Okuma Atölyesi) davetine konuşmacı olarak katıldım. Hasret kalınan


güneşli bir günde, üstelik sınavların yoğun olduğu bir hafta sonunda (gelenlerin çoğu anneydi) 100’ün üzerinde insan katıldı toplantıya. Bu etkinlik yeni bir fenomen benim açımdan. Neden? Ece Hanım emekli bir öğretmen ve kendisi gibi zamanı olan fakat bu zamanı evde oturarak, televizyon karşısında uyuklayarak ya da kahvehane köşelerinde küflenerek geçirmek istemeyen insanlara ulaşmak için bir okuma atölyesi kurmak istemiş ve yaşadığı bölgenin belediyesine başvurmuş. Belediyenin olumlu yaklaşımı sonucunda 150’ye yakın insanı okuma atölyelerinde birleştirmiş. Belediyenin sunduğu imkânları da kullanarak insanların okuma ihtiyacına yanıt vermiş, hatta okuma alışkanlığı olmayanlara okuma alışkanlığı kazandırmış. Sanırım her ay bir kitap okuyorlar, tartışıyorlar ve yazarları da davet ederek sohbet ediyorlar. Bu insanları çevresiyle birlikte düşünün; çocuklarını, eşlerini, arkadaşlarını… Ve bu insanların birçoğu sosyal medyayı da etkin bir şekilde kullanıyor, yüzlerce insanın aydınlanmasına kısmen katkıda bulunuyorlar. Bu, olumlu ve etkin bir deneyimdir. Yüzlerce belediye (muhalif belediyeler başta olmak üzere) bu imkânı sunuyor, sunmayanlar da en azından sunmaya zorlanabilir. Belediyeler, kentlerde, kasabalarda ve mahallelerde yaşayan insanlara en yakın devlet kurumlarıdır. Bu kurumların imkânlarını değerlendirebilecek yüzlerce insan var ama ya miskin miskin oturuyorlar ya da kendi gücü ve etkisine güvenmiyorlar. Önce silkinmemiz lazım. Sonra herkes kendi olanaklarını kullanarak, bir bakıma kolları sıvayarak halkla bütünleşmenin yollarını bulmalıdır. Bu işe girişildiğinde onlarca farklı yöntem bulunabilir. Yeter ki isteyelim. Siz beni Uşak Üniversite’sine davet etmiştiniz. Orada da söylemiştim. Kaç üniversitede sizin yaptığınız çalışma yapılıyor ki? Siz de örnek bir çalışma yapıyorsunuz, yaptığınız iş yorucu ve meşakkatli olmakla birlikte ürünlerini alıyorsunuzdur diye düşünüyorum. Ürünlerini gördükçe de insan umutlanıyor ve mutlu oluyor. İnsan olmak, Aristo’nun dediği gibi siyaset yapan, yani toplumsal sorunlara kafa yoran ve pratiğe giren insan olmak da bu değil mi?

57


58

Halkın bize ihtiyacı var, ama en çok da biz aydınların halka ihtiyacı var. “Biz aydınlar da”, tabirim mazur görülürse, “odunları işlerken kalaslığımızdan kurtuluyoruz.” Önceki sorunun çerçevesinden ilerlersek, Mustafa KemalAtatürk’ün aydınlanmacı karakteri ve uygulamalarını kendi zamanı ve şimdiki gerçeklik noktasında nasıl değerlendiriyorsunuz? Kanımca Atatürk, Türkiye tarihinin en büyük devrimcisidir. Eğer devrimi, gerçek anlamda, toplumu dönüştürmek olarak algılıyorsak bu böyledir. Ben de devrimcilik konusunda “mangalda kül bırakmıyorum” ama halkı ne kadar dönüştürdüğüm sorusu ortaya atılınca Atatürk gibi bir lokomotifin karşısında yaya kalırım. Yani Atatürk’ün önderlik ettiği devrimler tarihseldir önemdedir. Ne başardı peki bu devrimler? Halkı nispeten siyaset meydanına çekti. Toplumda dinamizm yarattı; kadınları toplumsal hayatın merkezine çekti; gençlere umut verdi; ekonomik kalkınma yarattı, insanları üretken ve verimli kıldı ve bütün bunların yanında nispeten toplumsal refah da sağladı.. Okuma yazma seferberliğiyle halk, evreni, çevresini, tarihini ve varlık olmanın ne anlama geldiğini kavradı. Savaşlardan savaşlara sürüklenen ülkeye huzur geldi. Bir Osmanlı tarihine bakın bir de 100. yılına merdiven dayayan Cumhuriyet tarihine. Eskiden savaş, seferberlik, Yemen yollarında gömülmek, tifodan ölmek, bir daha köyüne dönememek bir kaderdi. Yüz yıldır yok bu, Atatürk’ün “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi sayesinde yok. Şimdi AKP’lilere battı bu rahatlık ve Türkiye’yi savaşa sokmak için çırpınıp duruyorlar. Hatta bunu sıklıkla dile getiriyorlar, Türklerin yeniden savaşa girerek kendisine gelmesi gerektiğini savunuyorlar. Ahmakça düşünceler bunlar ama ne yazık ki bu düşünceler çok etkili oluyor. Çünkü iktidar alttan alta ganimete bu sayede ulaşılacağının propagandasını yapıyor. Atatürk döneminde sadece eğitim değil, bilim de gelişti; spor da gelişti, kültür ve sanat hayatımız da canlandı. Çağdaşlaşma alanında önemli bir adım atıldı.


Ancak... Bu yetmezdi. Yürüyen, ilerleyen bir toplumun belli bir kalıp içinde kalarak gelişmesi mümkün değildi ki bu kalıplar yüzünden gericileşme azgınlaştı. Atatürk’ten sonraki dönemde yaşadığımız her krizin, her çıkmazın faturası çağdaşlaşma hamlemize mal edildi. 1700’lü yıllarda başlayan yıkımın nedenlerini gelenek ve göreneklerden kopmayla açıklayanlar yeniden hortladılar ve bugün de sıkıntıların nedenlerini gelenek ve göreneklerden kopmayla açıklıyorlar ve ülkemizi yeniden Osmanlı dönemine götürmeye çalışıyorlar. Bu nafile, buna imkânları yok, fakat büyük sıkıntılara neden olacakları da çok açık. Buradan ders çıkarmamız lazım. Bakın iki önemli filozoftan bahsedeceğim. Horkheimer ve Adorno. Her ikisi de parlak akademisyen ve Alman Yahudisi. 1933 yılında Hitler iktidara gelince ülkeden kaçmak zorunda kalmışlar. Aydınlanma sürecinden geçmiş olan Avrupalı toplumların 2. Dünya Savaşı dönemindeki barbarlıkları bağırlarından nasıl çıkarabildiklerini çok tartışmışlar. Savaştan sora umutla ülkelerine dönmüşler. Ne yazık ki büyük bir hayal kırıklığı yaşamışlar. Ancak bu arada aydınlanmışlar da! Çünkü Almanlar sözüm ona Hitler faşizminden ders çıkarmışlar ama bu kez de 1950’li yılların yeni hurafelerine kapılmışlar. Kapitalizmin her yöntemini, eğitim anlayışlarını, araçlarını vs. sorgulamadan benimsemenin aslında Aydınlanma felsefesini terk etmek olduğunu anlamışlar. Onlar şu sonuca varmışlar: Aydınlanma sadece geçmişin ideolojisiyle hesaplaşmak değil, bugünün modern ideolojik aygıtlarıyla da hesaplaşmadır. Çok haklılar, çünkü bugün Avrupa toplumları çok ciddi bir kriz içinde. Bezginlik, yılgınlık, boş vermişlik, bireycilik, rekabet, hırs, kıskançlık, hazımsızlık vs. insanları manen mahvetmiş. Bunun yanı sıra yabancı düşmanlığı, ırkçılık vs. yeniden güçlenmektedir. Aydınlanma irrasyonelliğin sırrının çözülmesidir. Siz aydınlanmadan vazgeçerseniz, irrasyonellik gelir toplumun bağrına oturur. Bundan bağışık olmanın yolu,

59


60

aklı, ama eleştirel aklı, sorgulayan aklı ve yaratıcı aklı elden bırakmamaktır. Siz bunu yapmazsanız, karşıtınız bu silahları size karşı kullanır. Ne yazık ki ilerici çevreler eleştirel akıldan, sorgulayan akıldan koptular. Bu nedenle post modernizm etkin oldu ve onların düzlediği yoldan şimdi canavarlaşmış İslamcılık (El Kaide, IŞİD vsb) geçmektedir. İşimiz zorlaştı; ikili bir görevle karşı karşıya kaldık, hem eski hem de yeni hurafelere karşı mücadele etmek gibi bir görevle karşı karşıyayız. Şimdi yeniden Atatürk devrimlerine dönersek... Eleştirel aklın, sorgulayan aklın terk edilmesiyle önce muhafazakârlık yaygınlaştı sonra da emperyalizmin kışkırtmasıyla gericilik dalgası geldi Türkiye’nin üstüne oturdu. Cumhuriyetin ilk döneminde bile birçok kırılma yaşadık aslında. Ethem Nejat’ın Karadeniz’de boğdurulması, Nazım Hikmetlerin düzmece davalarla hapiste çürütülmesi, Şevket Süreyyaların, Yakup Kadrilerin, Mahmut Makalların, Azra Erhatların, Sabahattin Alilerin kovuşturulması, sürgüne gönderilmesi, devrimci kadroların yönetim mekanizmalarından dışlanmaları, eğitim kurumlarından atılmaları, öldürülmeleri vb. Türkiye’nin siyasi ve kültür hayatına önemli darbeler indirdi. Ortam çıkarcı, yükselme hırsı içinde olan, vasatlığıyla övünen, taş kafalı, “Bekçi Murteza” ruhlu bezirgânlara kaldı. Yakup Kadri Karaosmanoğlu Ankara romanında çok iyi anlatır bu süreci. Ankara romanı Atatürk devrimlerinin devam edeceği umudunu taşıyan bir yazarın romanıdır. Gelişen, çağdaşlaşan bir toplumun romanıdır. Ancak ne yazık ki Türkiye toplumu 1940’lardan sonra gerilemekle kalmamış, gericiliğin de mekânı olmuştur. Demek ki Cumhuriyet devrimleri, köylünün özgürleşmesiyle, Kürt yurttaşların ağa-din ve sömürü çarkından kurtarılmasıyla, gençlerin gelişen toplumda önemli roller üstlenmesiyle devam


ettirilmeliydi. Tabii ki bütün bu süreçte akıl, sorgulayan ve eleştiren akıl elden bırakılmamalıydı. Eleştiren akla çağrı, sadece eski tarafından güdülmeye karşı olmak değildir, aynı zamanda içinde bulunduğumuz dönemdeki güdüleme yöntem ve araçlarına, eğitim anlayışına, yaşam tarzına da güçlü bir eleştiri çağrısıdır. Bunun yeniden kazanılması gerekir ve geleceğe dair umutlar taşınmalıdır yeni kuşaklara... Diyalektik materyalizm ve tarihsel ilerlemenin felsefi yaklaşımlarınızın omurgası olduğunu biliyoruz. Yine de klişeleşmiş soruyu yöneltmeden de duramayacağız; Batı odaklı ilerleme, insanlığın evrensel ilerlemesi olarak kabul edilmeli mi? Doğuda ya da yön sözcüklerinden arınarak konuşmak gerekirse, başka bir zaman/mekânda insanlık için başka bir ufuk tercih ya da inşa edilebilir mi? Genel anlamda şu söylenebilir: Aydınlanma ve aklın yürüyüşü her zaman düz bir hatta ilerlemez. 18. ve 19. Yüzyılın birçok aydını ve filozofu böyle düşünüyordu, ancak bunun böyle olamayacağını büyük filozof Hegel, 1800’lü yılların başında Tinin Görüngübilimi adlı eserinde saptamıştı. Bunun esasını tarihe diyalektik açıdan yaklaşmak olmak olarak belirleyebiliriz. İnsanlık tarihinin düz bir hatta ilerlemediğini, ileri ve geri adımları da kapsayarak, ancak her defasında eskiyi aşarak spiral bir formda ilerlediğini söyler Hegel. Spiral denince de akla bir tepeye tırmanmak gelir. Tepeye tırmanırken de bazen irtifa kaybederiz ancak bu sayede, yani kıvrılarak ilerleyerek, tepenin daha üst noktalarına vardığımızı görürüz. İnsanlık tarihi de böyle. Dolayısıyla insanlığın uygarlık yürüyüşünün bugün Avrupa ve Batı merkezli bir perspektifle devam ettiği düşünülse de bundan pek de emin olmamak gerektiğini hatırlatmak isterim. İnsanlık tarihine baktığımızda hep kalıcı olacağı düşünülen uygarlıkların, devletlerin, yolların, yöntemlerin, felsefelerin, bakış açılarının vs. kalıcı olmadığını, hatta sanki hiç var olmamış gibi yok olup gittiklerini görüyoruz. Bugünkü Batı’nın durumu

61


62

da budur. İnsanlık şu an, Batı’nın biraz da zorla kabul ettirdiği bir yoldan ilerliyor, ancak bu yolun çıkmaz olduğu da (doğanın tahribatı, ekonomik çıkmazlar, tüketim hastalığı, toplumların içinde bulundukları ahlaki krizler, insanın yabancılaşması, teknolojinin vardığı aşama ve yaşamın anlamsızlığını düşündürten karamsarlık, bezginlik, yılgınlık vs.) şimdiden görülmektedir. Bu nedenle de insanlığın gelecekte, bugün pek de dikkatimizi çekmeyen, dikkatimize sunulmayan, aksine görülmesi ve bilinmesi yasaklanan, ancak bazı insanların dikkat çektiği bir başka yola girilecektir. Yeni bir paradigma gelip baş köşeye oturacaktır, ama o da bir gün çekip gitmek için gelecektir. İnsanlık tarihi paradigmaların savaşıdır, geçit törenidir. Biri gelir biri gider. Bir paradigma gelir insanlığın, felsefenin, siyasetin baş köşesine oturur hem de hiç gitmeyecekmiş gibi oturur, hatta oturması için canlar verilir, kanlar dökülür. Ancak bir süre sonra o da çekip gider, hatta gitmesi için canlar verilir, kanlar dökülür. Ne gelirken ebedi gerçekliğe sahip olacaktır ne de giderken ezeli kötülüğü temsil ediyor olacaktır. Paradigmalar gelir ve etkin olurlar, çünkü o gün açısından insanlığın ihtiyacına yanıt verirler. Giderler çünkü o artık insanlığın ihtiyacına yanıt veremez olmuştur. Aslında giden, gelenin kendisi değildir, çünkü gelen zamanla canlılığını, yaratıcılığını, dinamizmini, ihtiyaca yanıt veren üretkenliğini ve doğurganlığını kaybetmiştir de ondan. Bu artık doğurgan olmayan ve yaşlanmış bir ineğin kesilerek et niyetine yenilmesi gibi bir şeydir. Ya da artık kendisini taşıyamayacak kadar bitkin düşmüş eşeğin kurda yem olarak bırakılması gibidir. Batı’nın tuttuğu yol da bir zaman sonra unutulup gidecektir, belki sadece kitaplarda bilgi ve anı olarak yer alacaktır. İnsanlık tarihine uzun erimli bakılırsa bu rahatlıkla görülebilir. William Haviland, Kültürel Antropoloji adlı eserinde Kuzey Amerika Yerlilerinin, Avrupalıların yıkıcılığı sonrası kaybettikleri kültürel dengenin, temas öncesi bin yıllar boyu aynı kalışının, durgunluk, geri kalma veya ilerleyememe


değil, tam aksine bir başarı olduğunu, söz konusu kültürün insanların fiziksel ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılayabildiği için süreklilik sağlayabildiğini belirtiyor. Öncelikle bu görüşe katılıyor musunuz? Bir tür olarak insanın doğasını veya özünü belirleyenlerden biri olarak coğrafya ve pek tabi çevrenin etkisi düşünüldüğünde kimi ilkel komünal toplulukların insani değerler açısından yeterli ve hatta hala ileride olduğunu söylenebilir mi? Kanımca insanoğlunun bilimin sağladığı olanakları kullanmadan hayatını devam ettirmesi mümkün değil. Amerikan yerlilerinin veya daha başka yerli halkların kıyımını getiren fetih ve işgallerin nedeni Rönesans’la başlayan ve sonra Aydınlanmayla devam eden toplumsal ilerleme anlayışı değildir, ilerlemenin bir ara uğrağı olan kapitalist sistemdir. İlerleme anlayışının kökeni çok daha gerilere gider, daha doğrusu insanlığın hayvanlar âleminden kurtuluşuna kadar gider. Fakat dünyanın farklı coğrafyalarında yerleşik olan her toplum, aynı oranda gelişme göstermiyor. Gelişmek insanoğlunun kaderidir, çünkü ilerlemeye odaklanmış bir zihinsel yapıya sahip. İnsan çevresinden başlayarak bütün doğayı ve dolayısıyla içinde yaşadığı toplumu (kendisini) değiştirmeye ve geliştirmeye odaklı. Gelişme anlayışımız ezelden beri var, bunu yadsımak mümkün değil, çünkü insanoğlu mevcut zihinsel yapısından hareketle içinde bulunduğu konumun bilincine varır, hayatını düzenlemek için aletler icat eder, toplumsal kurumlar yaratır; başka canlılardan farklı olarak bedeninin kendisine sunduğu olanakları bizzat kendi eseri olan (tabii ki doğadan öykünme yoluyla keşfettiği) araçlarla arttırır, bu araçlar sayesinde hayatını kolaylaştırır. Bu süreci durduramayız. En doğal şartlarda yaşayan yerliler de bunu böyle yaparlar. Eşitsiz gelişim yasası bilinen bir doğa yasasıdır. Bu yasanın etkilerini toplumlarda da görüyoruz. Farklı toplumlar farklı yaşam biçimleriyle farklı yollarda ilerliyorlar. Dolayısıyla farklı

63


64

gelişim evrelerinde oluyorlar. Üretim, mübadele, ticaret, el ve kafa emeğinin ayrışması, sınıfların ortaya çıkması, şiddetin daha rafine bir şekilde örgütlenmesi; devletin, bürokrasinin, silahlı kuvvetlerin ortaya çıkması, savaşlara, sömürgelere, sömürüye ve zalimliklere neden olan temel etkendir. Eşitsizlik güçlü olana bu olanağı sunmuştur ne yazık ki. Amerika’nın, Avusturalya’nın ve diğer ücra yerlerde yaşayan yerel halkların büyük bir pazara dönüşen dünya uygarlığının girdabına çekilmesi kaçınılmazdı. Şimdi varsayalım ki Batı Amerikan yerlilerine ulaşamadı ve onlar kendi halinde yaşamaya devam ettiler. Soru şu: Hep böyle mi kalacaklardı? Batı onların gelişmesinin belirli bir momentinde toplumsal hayatlarına müdahale etti, fakat onların, eğer onlara müdahale edilmeseydi, hep böyle kalacaklarını iddia etmek ne kadar doğru? Batı’nın kapitalizmden kaynaklı tahripkâr niteliklerinden kurtulması gerekir, bunun için de mümkün olduğu kadar doğal ortamlarda yaşayan yerel halkların geleneklerinden ve erdemlerinden öğrenmelidir, ancak o gelenekleri bugün çok gelişmiş toplumlara uyarlamak mümkün değildir, çünkü gelenek ve erdemler belli bir toplumsal üretimin ifadeleri olarak yerleşik hale gelirler. İnsanlar edindikleri alışkanlıkları, kabul ettikleri yasaları ve yaşattıkları gelenekleri içinde bulundukları toplumsal üretim düzeyinden hareketle ortaya çıkarırlar. O düzey bozulmuşsa, o geleneklerin de hiçbir anlamı kalmaz. Kısaca, yeniden toparlamak gerekirse, insanlık girdiği süreçten geri dönemez, dönmek istemek gerçekçi olmadığı için nostaljik arzunun ötesine geçemez; yerel toplulukların, doğal ortamda yaşayan toplulukların bazı alışkanlıklarını edinmek, onlardan öğrenmek gereklidir. Ancak onların daha doğru olduklarını söylemek mümkün değildir. Bu toplulukların bize çok cazip gelen bazı geleneklere sahip oldukları doğrudur,


ancak hiçbir şekilde kabul etmeyeceğimiz ve bize belki de barbarlığın bir örneği olarak gelen bazı alışkanlıkları ve gelenekleri de vardır. 18. yüzyıl Aydınlanmacıları, feodal düzenin bazı yasalarının ve geleneklerinin mantıksızlığını açıklamak için ücra köşelerde yaşayan yerel halkların, doğal ortamda yaşayan toplulukların, yani henüz kapitalizmin girdabına çekilmemiş bazı toplulukların alışkanlıklarını ve geleneklerini Batı’nınkiyle karşılaştırmışlar ve tartışmışlardır. Bu kıyaslamalar ve tartışmalarla da her gelenek ve göreneğin, yasanın ve alışkanlıkların toplumların zorunlu olarak içinde bulundukları toplumsal düzeyin ihtiyacıyla belirlendiğini çok iyi ortaya koymuşlar. Fakat bir tek şunu söyleyebiliriz; eğer insanlık bir gün büyük bir felaketle karşılaşırsa, doğal koşullarda yaşayan halkların daha dayanıklı olacakları ve neslini sürdürecekleri çok açık. Ancak bu savı da ihtiyatla kullanıyorum, çünkü bundan 10 yıl önceki büyük Tsunami felaketinden “uygarlaşmış” olanlar ellerindeki alet ve imkânları kullanarak canlarını kurtarabilirken, bunlara sahip olmayan küçük doğal topluluklar birçok adada tümüyle yok olmuşlardır. ÜtopyaAtölyeleri gibi açıkçası bir benzeri duymadığımız, özgün bir deneyin merkezinde yer alıyorsunuz. Thomas More’un Ütopya’yı yazışının 500. yılı kutlanıldığı ancak bir fikir olarak ütopyanın düşünce dünyasından alabildiğine uzaklaştırıldığı bir zamanda, bu atölye nasıl bir uyanışın/ farkındalığın kıvılcımı olacak? Yitirilen ütopyayı geri kazanma noktasında ne yapmalı? Ne yazık ki Türkiye ütopya kavramına çok uzak. Bu konu henüz çok az sayıda insanın (ki bunların da çoğunluğu gençler) görüş açısına girmiştir. Ütopya sadece bir yazın türü değildir, aynı zamanda şimdiki zamanı ve geleceği biçimlendirmektir. Bu anlayıştan önemli oranda yoksun olduğumuz için el yordamıyla

65


66

yürüyoruz. Amacımız bu türden atölyelerle sadece bir bilinç sıçraması yaratmak değil, aynı zamanda içinde bulunduğumuz karabasandan da bir çıkış yolu aramaktır. Bu türden atölyelerle insanlara etkin olmanın, kendi hayatlarına müdahale etmenin, aklı benimsemenin, sorgulamanın ve eleştirel bir tavrın önemini anlatıyoruz. Umarız bir parça etkili olur. Keşke bu atölyeler bir sivil toplum dalgasına dönüşse, yani herkesin geleceğine sahip çıkma koşusunun bir ilk adımı olsa. Herkes en iyi bildiği şeyi, halkla bütünlük içinde çeşitli atölyelere, uyandırma ve aydınlanma faaliyetine dönüştürmelidir. Siyasetten sıdkım sıyrıldı diyenler, kollarını sıvamalı ve bu türden yerel, küçük ve yerinde hareketlerle bir mayalama faaliyetine girişmelidirler. Bu türden hareketlerin amacı tabii ki siyasal iktidar olamaz, bu iş partilerin görevidir, ancak partilere de bu işin nasıl yapıldığı bu türden etkinliklerle anlatılabilir. Hayatımızın değişmesi sorunu, yarın iktidara gelindiğinde ele alınacak bir şey değildir; hayatımızı belirleme pratiği bugünden ele alınması gereken bir fenomendir. Karşı ütopya olarak yazılan, kurgulanan eserlerin pek çoğunun bir benzerini yaşamaktayız. Artık “Huxley mi haklı Orwell mi?” sorusunun, her ikisinin distopyasından da bir tutam barındıran günümüzde önemini yitirdiğini söyleyebiliriz. Günümüz distopik sistemindeki egemenlere fikir verme ve diğer taraftan kitleleri olası dönüşümlere/ yeniliklere aşinalık üzerinden hazır etme noktasında bu gibi yapıtların katkısı var mıdır? Genelde distopyaların uyarıcı bir niteliği vardır, ancak şahsen ben bunlardan ziyade ütopyalarla halka umut verilmesinden, özlemlere ve arzulara dönük tasarıların öne çıkarılmasından yanayım. Çünkü büyük devrimci dalgaların psikolojik alt yapısını olumlu, iç açıcı ve ferahlatıcı ütopyalar hazırlamaktadır.


Son olarak yakın ve uzak geleceğe yönelik çalışmalarınız neleri kapsayacağını öğrenebilir miyiz? Şu sıralar Dünyayı Değiştiren Düşünürler’in 4. Cildini hazırlıyorum. Amacım bu eseri bir beşinci ciltle, Doğu ve İslam felsefesiyle tamamlamaktır. Sonrasında devlet teorisine ilişkin çalışmalarım olacak, özellikle de devletlerin ortaya çıkış sürecine yönelik çalışmalarım olacak. Adını şimdiden belirlediğim (Sümer’de Devlet ve Devrim) bir çalışma içinde olacağım. Bundaki amacım, ilk devletlerin ortaya çıkışının dinamiğini mercek altına almak, toplumsal özgürleşme mücadelesinin nasıl başladığını ve ilk ütopyanın (yazılı metin olarak) nasıl ortaya çıktığını incelemek. Malzeme önemli oranda hazır, sadece yazımı kaldı.

Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim. Azizm Sanat’a yeni 10 yıllar dilerim. Onur Keşaplı

67


68 Agora: Dini Küstahlık ve Bilim Orçun Üzüm

Satranç oyuncularının oyuna başlamadan önce tek bir şey vardır kafalarında, merkeze hâkim olmak. Açılış tercihleri farklı olsa da her iki oyuncu da taşlarını e4,e5,d4 ve d5 noktasında sabitlemeye ve oyunu oradan yönlendirmeye gayret ederler. Kesin bir kural değildir bu, olması gerekende değildir fakat tahtaya hâkimiyeti gösterir karşı oyuncuya, merkezde olmayan taşlarını daha iyi yönlendirebileceği bir alan yaratır kendine oyuncu. Merkezde olmak oyunun amacı olur bir süre sonra ve sadece şah kalır ortada ta ki yıkılana kadar. Şili’li yönetmen Alejandro Amenabar’ın 2009 yapımı filmi Agora, M.S 300’lü yıllarda İskenderiye kütüphanesinde yaşanan dini küstahlık ve radikalizmin, medeniyeti ve bilimi yıkışını ele alıyor. Mısır’da Hıristiyan nüfusu artmaya başlıyor, şehrin merkezine ve İskenderiye’ye hâkim olan Paganlar bu durumdan rahatsız olup Hıristiyanlar dinimizle alay ediyor söylemiyle Hıristiyanlara saldırıyorlar. Savaş sonunda Paganlar yenik düşüp şehri ve kütüphaneyi terk ediyorlar, dünyanın o zamana kadar ki en büyük bilgi birikimini içinde barındıran İskenderiye kütüphanesi de Hıristiyanların eline geçip yerle bir ediliyor. Nüfusun gücünü arkasına alan ve yönetimde de söz sahibi olan Hıristiyanlar bir süre sonra azınlıkta olan Yahudilere de saldırarak onları da şehirden gönderiyorlar. Filmin devamında dini kendi çıkarları için kullanan din adamı Cyril ve dini yönetimin getirdiği şiddet ve baskı politikasına tanık oluyoruz.


Yönetmen Alejandro Amenabar’ın filmde yer alan dinlere eşit mesafede oluşu, anlatmak istediği konunun önemine vurgu yapar nitelikte. Filmde önemli bir karakter var, İskenderiye kütüphanesinin son yöneticisi olan Theon’un kızı Hypatia. Hypatia bilimcidir. İskenderiye kütüphanesinde paganların hâkim olduğu dönemde matematik, felsefe dersleri veren bilime âşık, güzel bir kadındır.

Yönetmenin asıl hikâyesi bir bilim insanının, din adamı tarafından öldürülmeye mahkûm edilmesidir. Hypatia valinin baş danışmanıdır, vali aynı zamanda Hypatia’nın öğrencisidir. İskenderiye piskoposu Cyril, vali Orestes’in üzerinde tam anlamıyla hâkimiyet kuramamasını inançsız ve bilim insanı olan Hypatia’ya bağlar. Bir süre sonra vaazlarında Hypatia için ‘dinsizlik’ ve ‘şeytanlık’ söylemlerinde bulunur. Piskoposun sözleri üzerine Hıristiyan çeteleri Hypatia’yı kilisede çıplak bir halde taşlamaya karar verirken, eski kölesi taşlamaya izin vermeden boğarak öldürür. Gerçek tarihte Hypatia’nın ölümü taşlanarak gerçekleşir, filmde yönetmenin buna izin vermemesi gözden kaçırılmayacak önemli bir ayrıntı olarak çıkıyor karşımıza.

69


70

İnsanlık tarihinde aydınlanmanın önündeki en büyük engeldir dinler. Tanrının emirleri adını verdikleri dogma düşünceleri bilime her zaman karşı durmuş, gelişimini engellemiştir. Agora filmi, dinlerin bilime ve insanlığa tarih boyunca yaklaşımını görmemize yardımcı olacak nitelikte bir film olarak yönetmenin başarısını kanıtlıyor. Tüm dinler, kendilerine din adamıyım diyen ve çeşitli vaatler ile arkasına geniş kitleleri alıp toplumun ne yazık ki tamamını kendi çıkarlarınca yöneten kara lekelerden ibarettir. Aydınlık bir toplumda dinlerin ve din adamlarının yeri olmadığı gibi, bilimsel üretimi destekleyen tüm alanlarda din safsatalarının yok edilmesi gerekmektedir.


Agora filminde vali Orestes yönetime girebilmek ve yönetimde kalabilmek için Hıristiyanlığı seçmiş bir karakterdir. Şehrin valiliğini temsili olarak yapan Orestes aldığı ve alacağı tüm kararların piskoposun onayından geçmesi gerektiğini bilmektedir. Filmde valinin din adamı Cyril ile olan ilişkisi günümüzde daha da bütünleşmiş, yönetimin başında bulunan liderleri birer din adamı haline getirmiştir. Öyle ki bugün sokaklarda Kur’an-ı Kerim’e imza günü düzenleyen, sanat merkezlerini yıkıp camii yapacağım diyen, üniversiteler gibi bilim yerlerinin içerisine en az bir camii konduran, cihatçı çete ve örgütlere destek veren liderlere tanık olmaktayız.

Amenabar, Agora filmiyle izleyenlere din kavramının tarihin her döneminde bilimsel birikime ve insanlığa verdiği zararı anlatmak istemiş. Fakat insanlığın bu zarara karşı nasıl tavır takınması gerektiğini bizlere sunmamış. Bu noktada tercihinin, izleyenlere soru sordurmak olduğu aşikâr.

71


72

Film, mücadelenin nasıl gerçekleşeceği konusunda bizlere fikir vermiyor fakat aydınlanma hareketlerinin teori ve pratikleri tarihsel süreçte mevcut. Aydınlanma, hem düşüncenin hem toplumsal yaşamın köklü değişimlere uğrayacağı bir süreçtir. Fransız devrimi en önemli tarihsel pratiktir. Fransız halkı önceki döneme göre büyük bir evrim geçirmektedir. Halk bilinçlenmektedir ve sarayın, kralın, din adamlarının denetiminden çıkmaya başlamıştır. İnsanlar kendi akıllarıyla hareket etmeye başlamışlardır. Aydınlanma düşüncesinin temel ilkesi akıldır. Mücadele yollarının başında öz devrim gelmektedir, bireyin çevresinin baskısından ve dayatılan yaşayıştan sıyrılması. Bu sıyrılma ve öz devrimi gerçekleştirme sürecinin sonunda bireyin bilinçlenmesi ve aydınlanması söz konusu olur. Kant’a göre aydınlanma, ‘insanın kendi aklını başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanmasıdır’. Aklını kullanma cesareti gösteremeyen bireyler karanlıkta kalmaya, din kavramının insanlığa verdiği zarar karşısında kendisine düşen payı almaya mahkûmdur.


73 Freudculuğun Eleştirisi (3. Bölüm)* Kaan Arslanoğlu

Yazı dizisinin birinci ve ikinci bölümleri için; http://www.azizmsanat.org/2017/04/05/freudculugunelestirisi-1-bolum-kaan-arslanoglu/ http://www.azizmsanat.org/2017/04/28/freudculugunelestirisi-2-bolum-kaan-arslanoglu/ ***

Lacan’ı en hızlı buradan öğrenebilirsiniz Lacan metinlerini okuyorsanız ve bu sizi hasta etmiyorsa, olmuşsunuz demektir, zaten hastasınızdır. Şaka tabii. Ancak her şakada olduğu gibi doğruluk payını siz değerlendirin. İşin ciddi esası şu: Her kuram belli tipte kişilikler içindir. İnsan toplumları belli kişilik gruplarından oluşur. Bu gruplar dünya ölçeğinde


74

ve tarihsel boyutta oldukça değişmezdir. Freud-Lacan kuramı da bu kişilik gruplarından birinin (birkaçının) gereksinimlerine oturmaktadır. Kişilikler kuramı ve siyaset bahsini bu bölümün son kısmında genişçe ele alacağız. Şimdi Lacan’a geçebiliriz. Bazıları Freud’u esas kabul edip fikrin ana kaynağına bağlı kalırken, bazıları da ana kaynağa daha eleştirel bakıp onun modern çeşitlemelerine eğilim gösterirler. Galiba Lacancılık, Freudculuğun çok kaba, kabulü zor önermelerine karşı, pürüzsüz yutulur, yemek borusundan geçerken bir şey hissettirmez önermeleri sayesinde yayılabilmiştir solda. Öyle ya, kendisine öksürük şikâyetiyle başvurmuş bir genç kıza birdenbire, “Sen aslında babanla oral seks yapmak istiyorsun da, onun için gıcıklanıyorsun,” diyen Freud’a karşı, Lacan’ın aynı anlama gelecek, ama asla net anlaşılmayacak lafları birçok zamaneye kibar ve bir o kadar derin manalı gelecektir. Lacancılıkla Freudculuğun ana tezleri aynıdır aslında. Lacancılık bir yandan Freud’un dobralığını bol renkli bir laf salatasıyla boğuntuya getirir, bir yandan Freud’dan fazla Freudcu ardıllara ve ego psikolojisi akımına tepkileri değerlendirir. Şimdi esas işimize, Lacan’daki bilim karşıtlığına itirazlarımıza geçelim. Lacan okumak birçok defa denedimse de bende panik atak veya manik nöbete benzer semptomlar yarattığından ve de ondan doğrudan aktarım yapsak sizdeki sorumluluğu alamayacağımı düşündüğümden dozu azaltılmış dolaylı anlatımı yeğledim. Hep bahsettiğim, dünyadaki tek Kemalist Lacancı olan Mutluhan İzmir meslektaşımın iki kitabını kaynak göstereceğim ve onlardan bolca alıntı yapacağım. Daha net bir Lacan anlatımı bulamadım: 1- Öznenin Diyalektiği14 2- Lacancı Psikanaliz ve Karakter Çözümleme.15 14 Mutluhan İzmir, Öznenin Diyalektiği, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2013. 15 Mutluhan İzmir, Lacancı Psikanaliz ve Karakter Çözümleme, İmge Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2015.


Lacan, Lacancı psikanaliz Bir kere Lacan’ın kuramının temel taşları, aynı Freud’un dogma betonlarıdır: Bilinçdışı, Oidipal çatışma, BabanınAdı metaforu, imgesel dönem, simgesel düzen, fallus, fallik nesne, öteki… Mutluhan şöyle diyor: “Lacancı tarzda yapılan psikanalizin, diğer yöntemlerden en önemli farkı, daha kolay anlaşılabilir olması, bireylerin bu yöntem hakkında bilgilenmelerinin daha kolay olması ve bu konuda bilgilenen bireylerin kendileri ile ilgili sorunların çözümlemesini kendi başlarına da yapabilme olanağı kazanmalarıdır. Bu yöntemi kullanarak herkes kendisini oldukça ciddi oranda çözümleyebilme olanağına kavuşabilir.”

Bu cümle karşısında aval aval bakmakla yetiniyorum.

“Burada yapılan çözümlemelerde de görülebileceği gibi, Lacancı psikanaliz, sadece öznenin analizi değil, öznenin içinde bulunduğu gerçekliğin analizi olarak, bir mekân analizidir aynı zamanda. Öteki’nden hiçbir zaman ayrı düşünülemeyen bir özne yapısı, Lacan’ın kuramının merkezine oturduğu için, bir Öteki olarak mekân, Lacan’ın kuramı temel alınarak yapılacak olan kişilik analizlerinde, öznenin psişik yapısından önce analiz edilmesi gereken bir etken olarak görülmelidir.” “Kişilik dediğimiz şey su gibidir ve içine girdiği kabın biçimini alır. Bu nedenle insanı biçimlendiren en önemli etken, bilincinin derinliklerinde kalan karanlık dehlizler değil, içinde bulunduğu koşullardır.” Ben tam tersini düşünüyorum. Kişilik dediğimiz şey su değil, kaptır, bunun içine giren her şey kişiliğin biçimini alır. Mesela Mutluhan da solcu-ilerici, ben de öyle olduğumu sanıyorum iyi niyetle. Ama solculuklarımız, yani suyumuz, içinde bulundukları kaba göre (kişiliklerimiz) ne kadar farklı değil mi?

75


76

Ensest yasağı “Cezalandırıcı baba imgesi ise, ana kucağından hiç inemeyen günümüz insanı için, ensest yasağının evrensel bir yasak olmasından dolayı, hiç kurtulamayacağı bir imge olarak yaşamının en önde gelen belirleyici güçlerinden biridir bundan böyle.” Her cümlede ayrılıyoruz. Benim ensest yasağından anladığım farklı. Freud ve Lacan’a göre çocuk daha sıfır yaşından itibaren annesiyle cinsel ilişki kurmak istiyor. Baba buna mâni olduğundan, onu hadım etmekle korkuttuğundan korkunç travmaya uğruyor, özgürlüğü filan kalmıyor, sonra yaşam boyu kahrediyor… Bütün insanlık bozgunu işte bundan… Benim açıklamam ise dümdüz tabii. İlk insansılar büyük olasılıkla kediler, köpekler gibiydiler, yani çok özgür, aşmış ve komplekssizdiler, son derece gelişmiştiler her bakımdan! Ana bacı sınırı tanımıyorlardı. Ancak tür içinde farklı farklı eğilimler var ya! Bir grup insansı bu işten, yani onca yakını olduğu, kan bağı olduğu insansılarla cinsellik yaşamaktan sıkılıyordu, tiksiniyordu, tamamen rastlantı sonucu. İşte o grup insansılar daha çok, daha kolay ürediler. Tiksinmeyenler ise yakın kangen bağı olanlarla çiftleşmenin yarattığı anomaliler, hastalıklar, sakatlıklar nedeniyle öteki grup kadar üreyemedi. İnsanda ensest yasağına sıcak bakan grup baskın hale geçti. Ama öteki grubun genleri de tamamen kaybolmadı. İşin Darwinci-evrimcievrimci psikolojici açıklaması bu. Bu işin “mem”ci açıklaması da var. Başka birtakım sosyolojik, antropolojik, psikolojik tezler de var. Fakat kaba kafama ve galiba bilime en yakın açıklama, bu dediğim doğal seçilimci açıklama. Doğal seçilim bu olunca, bunun kültürü de, yasağı da peşinden geliyor. Ama altta türsel genetik yapı var. Ve ensest yasağı anaerkil toplumla birlikte sosyolojik bir gereksinim tabanına oturuyor, insanda ilerlemeyi sağlayan en önemli yasaklardan biri haline geliyor, türün


77 varlığını, devamını Yani her zamanki tartışma, Kötülüktekolaylaştırıyor. Tutucu Zamanlar ahlak ve yasaklar özgürleşme mi getirir, köleleşme mi? Olgunun temel biyolojik gerçeğini bildikten, işin zorunlu yasalarını (doğa kanunu) kabul ettikten sonra bunları ayrıca tartışabiliriz. Ama Freud-Lacancılarla baştan doğa kanunlarında anlaşamıyoruz. Toplumcu Lacancılık “Günümüzün şehirleşen postmodern tüketici toplumları için, ana kucağından inme ve babanın cezalandırıcı yasasından kurtulma olanağı yoktur artık. Çünkü ana kucağından inemeyen ve Oidipal çatışmasını sağlıklı biçimde tamamlayamayan bireyler, bağımsız birer birey haline gelemezler.” Oidipal çatışmayı sağlıklı biçimde aşmanın ne manaya geldiğini bir türlü anlayamıyorum. Nedir bu, “mother fucking” mi, bir de kızlar nasıl sağlıklı aşacak? Kadınları daha baştan ikinci sınıf insan kabul eden bir kuramın izleyicileri nasıl laik, solcu olabiliyor, cidden tuhaf. “Anneden ayrılan bireyin sağlıklı bir birey olabilmesi için, içinde kendisine saygın bir yer bulabileceği sağlıklı bir toplumsal yapıya gereksinimi vardır. Üretme yetisini yitirmiş, tüketiminde bütünüyle bağımlı olan ve had safhada yabancılaşmış günümüzün bireylerinin geldiği son nokta, en akıllı yaratık olduğu öne sürülen insan için utanılacak derecede bir aptallaşma noktasıdır.” Mutluhan, Lacan’a dayanarak bunu çok tekrarlar. Ama bu bir totoloji. Sağlıklı toplum olursa sağlıklı birey olacakmış. Tam sağlık hiçbir zaman mümkün değil, ama sağlıklı toplumda sağlığın hayli düzeleceğini herkes kabul eder. Bu bir tez mi şimdi? “Üretme yeteneğini yitirmiş toplum…” Bak o çok tartışmalı. Üretme yeteneğini mi yitirmiş, yoksa çılgıncasına üretiyor mu? Yabancılaşma diyorsan o ayrı konu, Marx tanımını yapmış, geçerliliği var, saygı duyarız. Ama fazla üretim krizleri de var, onu nereye koyacağız?


78

“Yapılan araştırmalar, insanın özgür iradesi ile hareket etmektense, gücü elinde tutan öteki birey(ler)i taklit etmeye ya da güç odağının onayladığı davranışları otomatik olarak düşünmeden sergilemeye eğilim gösterdiğini bize anlatmaktadır.” Bir dost sormuştu, “Büyük Öteki” ne? “Büyük Öteki” bu işte, dışımızdaki otorite dünyası, onu temsil eden bireylerin oluş- turduğu baskıcı yapı. “Büyük Öteki” şu meşhur “Küçük Turgut” gibi bir şey anlayacağınız. Özne ve ego “İnsanlar güç odağı ile girdikleri çıkar ilişkisi içinde, çıkarlarının gerektirdiği yönde davranarak, yanlış olduğunu bile bile bir davranışı sergileyebiliyorlar.” “Özne kendi kendini nasıl kandırabilir?” Katliamları gördüğü halde gözlerini kapayıp görevini yapmaya devam eden bir Nazi subayını örnek veren Mutluhan şöyle açıklıyor durumu: “Görülüyor ki, gözlerini kapayan egoya karşılık, gözleri epeyce açık, başka bir ego, aynı insanın kişiliğini temsil etmek üzere ortaya çıkıyor. Burada bir ego zayıflığı söz konusu değildir. Özne, değişen koşullara çok iyi ayak uydurabilmektedir. Tüm hedefi kendisini sevebilmek olan ego, güç odağı ile uzlaşmanın, kendisini sevebilmesini sağlayacak çok önemli bir mekanizma olduğunu anlamıştır. En önemli gereksinimi kendisini sevebilmek olan egonun davranışlarını belirleyen şey, içsel bir gereksinim (dürtünün doyurulması) değil, dışsal bir onaylanma gereksinimidir (güç odağının takdirini alan kişi olmak). Özne böylece birçok parçaya bölünecektir. Bu nedenle, Lacan’ın kuramına göre bir kişilik analizi yapmak istediğimizde, insan kişiliğini her zaman, en azından iki kişiliği bir arada barındıran bir yapı olarak ele almak gerekecektir. Kişilik dediğimizde her zaman en azından ben ve öteki biçimindeki iki yapıyı kastediyor olacağız. Bu durum Freud’un kuramına bağlı kalanlar için bir hastalık belirtisiyken, Lacan’ın kuramına göre kişilik yapımızın temelini oluşturan bir durumdur.


Lacan’a bağlı kalarak yapacağımız kişilik çözümlemeleri, kişilik denen yekpare bir yapıyı değil, içinde farklı dönemlerde oluşmuş olan birçok kendilik temsilcisinin (egonun) bir arada bulunduğu daha çetrefilli bir yapıyı çözümlemeye yönelik olacaktır.” Yani Freud’da kişinin davranışları esas olarak içsel dürtülerin doyurulması temelindeyken, Lacan’da ötekinin (veya büyük ötekinin) (kişiyi çevreleyen öteki egoların-kişiliklerin, öznelerin) gözüne girme ve bu yolla çıkar sağlama amacıyla, kişinin bölünmüş egolarının pazarlıkları temelindedir. (Bizim sonradan ele alacağımız modüler akıl kuramına -ki bilimsel bir gerçekliği vardır- yakın bir sav, doğruya doğru.)

Freud’da zayıf egomuzun yarattığı ruhsal sorunlar vardır, bölünmüş ego bir hastalıktır. Lacan’da ise bölünmüş ego normal bir durumdur. Dolayısıyla hastalığa karşı egoyu güçlendirmek de yanlıştır. Lacan’ın Freud sonrası ego psikanalistlerinden en önemli ayrılık noktası bu. Lacan’a göre ruhsal hastalıkların birçoğunda “egonun aslında oldukça güçlü bir durumda olduğu ortaya çıkmıştır. Bu durum, psikolojik sorunların egonun gücü ile bağlantılı bir sorun olmayıp, öznenin öteki ile olan ilişkisi çerçevesinde oluşan benlik algısından kaynaklandığını düşündürmektedir.”

79


80 Lacan’ın fizik merakı “Lacan’ın kendi kuramında, dualizmi Möbius Şeridi biçiminde yeniden gündeme soktuğunu görüyoruz. Öznenin bilinçdışı ile bilincinin ilişkisi, hatta imgesel ve simgesel egoları arasındaki ilişki, iç ile dışın sürekli yer değiştirdiği ama tek yüzlü olan Möbius Şeridi’ndeki gibidir. Lacan öznenin hangi yüzünün görünür hale geleceğini belirleyen şeyin, yüzleştiği güç odağı olduğunu belirtir. Bu durum, kuantum parçacıklarının gözlendiği anda olasılıklardan birine çökelmesi gibi bir durumdur.” “Henüz yeni doğmuş olan bebeğin kendisinden bir canavar doğacaktır: Bebeğin ideal bir biçimi modelleyerek yarattığı bir şey olarak kendisi, bir heykel, bir otomaton, üretilmiş bir yapaylıktır.” (Lacan) “Bir otomaton olmaktan tek kurtuluş olanağımız, sağlıklı bir Oidipal dönem geçirerek Oidipal çatışmayı sağlıklı biçimde çözebilmemizdir. Ancak günümüzün neo-liberal ataerkil toplumları, bireylerin her türlü gereksinimini karşılayan bir sermayeana imgesi ile bireyi ikili bir ilişkinin içinde hapsettiği için, özne, Lacan’ın Babanın-Adı metaforu olarak adlandırdığı toplumun yasasına karşı gereken başkaldırıyı gerçekleştirememektedirler. Oidipal çatışmanın sağlıklı biçimde çözülmesi, bireyin içinde bulunduğu toplumdaki egemen güce karşı sağlıklı bir tutum takınabilmesinin gereğidir. Ancak bu güç bireyin her türlü gereksinimini karşılayan bir ana imgesi olarak bireyin karşısına çıkınca Oidipal çatışmanın kazanımları geçersiz hale gelmektedir. Kastrasyon, Lacancı kuramda bir organın kopartılması değil, simgesel dönem açısından, imgesel kimliğin ölüme terk edilmesi anlamına gelir ve ilk imgesel kimliğimizi annemizin karşısında elde ederiz.” Bilinç – bilinçdışı “Yalnızca öznel koşullar içinde oluşmuş ve diyalektikten yoksun bir bilinç tanımı, nesnel koşullar içermediği için, nesnel


doğruluğu konusunda emin olunmayacak bir tanımdır. Kendisini tanımlayabilmesinin ön koşulu eğer kendisini görebilmek ise, bilincin kendisini nesnel olarak görebileceği tek yer başka bir bilinçtir.” Mutluhan burada Hegelci bir bilinç tanımı yapmış. Yanlış yok gibi, fakat biraz ilerleyelim ne şenlik ateşleri göreceğiz. Biraz LSD aldık mı imgeler havada uçuşacak, ara sıra gerçeklik parçalarına, gelişigüzel sıçrayan doğrulara çarpsak da, simgesel boşluğunda yerçekimsiz yüzeceğiz. Lacan’a göre Freud’un anal, oral, fallik dönemine benzer ama bir bakıma hayli farklı üç dönem peşi sıra birbirini izler çocuklukta. İlk dönem ironik bir adlandırmayla “Gerçek” dönemidir. Bu dönemde bebek tüm dünyayı kendi dokunduğu gerçeklik, kendi gerçekliği olarak algılar. Anneyle fiziksel temastadır çoğunlukla, ama onu bile kendi parçası sayar. Bu aynı zamanda otoerotizm, kendi kendine cinsellik dönemidir. Sonra “İmgesel” dönem gelir. Anneyle ve kendiyle hemhal oluş biraz sınırlanmış, dış dünyanın imgeleri hâkim hale gelmeye başlamıştır. (Ben öyle anladım, tamamen yanlış olabilir, Bu Lacancı dil öyle farklı ki, insan her an aptal durumuna düşebilir, iyisi mi daha fazla özgün laf etmeden hemen alıntı yapayım.) “Çevreyle kurulan alışveriş, özne üç dönemden hangisinin içinden geçiyorsa, o dönemin kendine göre biçimlendirdiği fenomenler çerçevesinde ortaya çıkar. Bu dönemler Gerçek, İmgesel ve Simgesel dönemlerdir. (…) Lacan’ın bu modeli, Lacancı özneyi tanımlamak için çok uygun modeldir. (…) Lacancı özne sürekli olarak, bu üç dönemin kendine has özelliklerinin belirlediği bir temsilci ile temsil edilir. (…) Yani Lacan’ın kuramında özne, hep bir vekil yoluyla temsil edilen durumdadır ve özneyi anlamak, temsil durumunu ve öznenin vekilini anlamakla eşdeğerdir. Çizginin altına çekilen ve kendi yerine bir temsilciyi vekil olarak bırakan öznenin gizlenmiş

81


82

yapısı, bilinçdışı denilen bir yapının da oluşumuna neden olur (…) Oidipus karmaşası öznenin öznelerarası evrende kendisini deneylediği ilk simgesel yapı olması açısından büyük önem taşır. Bu önem, öznenin kendisini, ilk kez kendisine bütünüyle yabancı bir simgesel evren içinde anlamlandırması zorunluluğundan kaynaklanır.” Ba ba ba ba! İmgeseli açıklayayım derken araya özne ve vekilleri de girdi, adam, kuramının neresi havadar kalsa istihareye bile yatmadan şıppadak bir kavram bulmuş ve oraya yamamış, bir sözlük taşımadan çözmeye imkân yok. Mamafih sözlük de kurtarmıyor, çünkü bir kavramın içeriği öteki kavramla pekâlâ çelişebiliyor, onu götürebiliyor, olsun, önemli olan ruh sağlığı! İmgesel dönemden devamla: “İmgesel olarak tanımlanan ve Gerçek’ten sonra gelen ikinci aşama, öznenin ilkel Gerçek’ten ayrılmasına yardımcı olan bir bütünlük ve bastırma yanılsaması olarak ortaya çıkar ve yitirilen anneye duyulan arzu ile özneyi anneden ayıran babaya duyulan öfkenin bilinçdışına itilmesi biçiminde yapılanır.” Anladınız siz onu. Çok açık, daha fazla izaha hacet yok. Şimdi, İmgesel dönem şöyle hususiyetler arz ediyor: Daha Simgesel döneme geçilmemiş, çocuğun aklı o kadar gelişmemiş, dil yok (veya çok basit bir dil var) (öyle mi, yanlış yapmamayım). Çocuğun yaşamında fiziksel temaslar, fizyolojik gereksinimler (böyle kaba şeylerden pek bahsedilmez Lacancılıkta ama ben anladığımı anlamanız için söylüyorum) ve birtakım görüngüler, hayaller, kendi yarattığı imajlar var. İşte o dönem. O dönem çocuk büyük bir bunalıma düşüyor. Ana baba veya bakıcı ona çok önemli bir şeymiş gibi birtakım sevgi gösterilerinde bulunur, iltifatlar ederken, çocuk yavaş yavaş bir şeyi fark ediyor. Kendisi güya çok değerli ya… Ama çevresindeki büyüklerin yanında adeta bir ucube. Küçücük bir şey, zavallı. Aynada kendine bakıyor


aynı felaket! İşte bu keyfiyet, çocukta müthiş bir eksiklik duygusu yaratıyor ki sormayın gitsin, bütün yaşamı bu eziklikle geçiyor. “Özneyi oluşturan ve son noktası hiçbir zaman gelmeyecek olan aynadaki bu diyalektik, sonsuza dek yansımadaki imge peşinde koşmamıza neden olacaktır.” Gerçi Freud ve bilhassa Lacan’a göre bizim eksiklik krizlerimiz… hepsi birbirinden beter. İlk kriz anneden kopmayla başlıyor ve büyük bir travma yaratıyor. Tüm yaşamımıza damga vuran bir katastrofi. İşte insanın trajedisi bu derken, birden “aynadaki diyalektik kompleksi”nin daha da büyük olduğunu görüyoruz. Sonra babanın bizi hadım edeceği korkusu… Fallik döneme giriyoruz, oradan çıkıyoruz, o takıntı, fallus olamama perişanlığı, işte o tam bitiriyor bizi. Kadınlarda fallus yok, zaten baştan bitikler. Erkeklerde var da neye yarıyor, imajdaki fallusun büyüklüğü yanında eldeki bir hiç! Kahrediyoruz. Batsın bu dünya. Küçücük sahte falluslarla koca bir ömür geçer mi! Lacancılara göre bu Fallik nesne meselesi cidden çok çok önemlidir. Annemize fallus olamama vicdan azabı yer bitirir bizi, hayatımızı felç eder. (Yahu kendimize Fallus olamamıştık zaten, bir de annemize mi olacağız, tuhaf…) Bunun bilimsel bir karşılığı var mıdır? Neden olsun, isteyen kim? Arztalep piyasasında böyle bir yoğun istek bize henüz ulaşmadı efendim, siparişlerinizi bekleriz. “Fallik nesne” yerine “kıllık nesne” desek demiştim Mutluhan’a, ne değişir? Örneğin tüm yaşamamızda atalarımızın, örneğin Cro-Magnonların kıllarla kaplı bedenine öykünseydik, yeterince kıllı olamadığımızı düşünerek onun derdine düşseydik (veya acaba gerçekten öyle mi?)? O kavram da birçok şeyi açıklamaz mıydı? Yok, dediler bazı arkadaşlar, aynı ölçüde saçma da olsa “kıllık nesne” yeterince güçlü erotik çağrışım vermediğinden, hiçbir şekilde aynı ilgiyi uyandırmaz… Neyse, devam:

83


84

Geldik “Simgesel” döneme “Eski gerçeklik, genellikle anne-çocuk ilişkisi zemininde oluş- muş bir gerçekliktir. Geçersiz hale gelen ve dışa vurulmasından bundan böyle kaçınılacak olan eski gerçeklik, artık öznenin bilinçdışını oluşturacaktır. Lacan, Oidipus karmaşasının etkisiyle, bilinçdışının bireyi aşan bir âleme ait öznelerarası bir yapı durumuna geldiğini söyler ve öznelerarası bu âlem dilin simgesel âlemidir. (…) Geçmiş deneyim dilin simgeleriyle yeniden kodlanır. Bu nedenle dilin yapısını düzenleyen ve Saussure ile Jakobson’un tanımladığı yasalara çok benzer yasalar, toplumsal yaşamı da düzenler. (…) Bu simgesel dizge, toplumun üzerinde uzlaşmış olduğu yasakların bireyi biçimlendirme süreci sırasında ortaya çıkar.” Hoş geldiniz bir paragrafta 7 yanlışı bul yarışmasına! Cevaplara nereden başlasak? Anne-çocuk ilişkisi sonlanacaktır, şu aydan itibaren sonlanacaktır diye bir yasa mı konmuştu? Biz mi duymadık? Anne-çocuk ilişkisi niye kopuyor, nasıl kopuyor, ne zaman kopuyor? Yaşlarımız 70’e de gelse, annelerimiz sağsa onlarla fiziksel temasımız da kopmaz. Ne denli verimli uyduruyor bu Lacan, şaşkınlık verici! Annelerimizle tüm ilişkilerimiz artık bilinçdışı âlemimize aitmiş? Bunamış isek evet öyle. Oedipus karmaşasıyla simgesel âleme geçecekmişiz, dilin gerçek olmayan dünyasına girecekmişiz. İleride bunun tam tersi bir cümleyle karşılaşacaksınız ama dil bebekte 1- 2 yaşında başlar, 3-4 yaşında çocuklar şakır şakır konuşur. Oedipal dönem 5-6 yaşında biter. Yaşa göre evrelemeye hiç uymuyor ama kim takar evrelemeyi! Dilin yasalarını düzenleyen Saussure ve Jakobson’un koyduğu yasalara çok benzer toplumsal yasalar düzenlermiş her şeyi. Yahu o tarihten beri bir yığın dil kuramı ortaya çıktı, Saussure’ün falan söylediklerinin çoğunun “sosarya” olduğu ortaya çıktı, en azından birçok şeyi açıklayamıyor artık o kuram, nasıl toplum yasaları gibiymiş…


“Şunu artık biliyoruz ki eğer birisi ‘öyle değil’ derse, İçinden, İçimizdeki Korku aslındaYaşamın o öyle olduğu içindir; ‘onu kastetmemiştim’ derse onu kastediyordur.” (Lacan) Gerçek söylenende değil, söylenmemiş olandadır esprisi bu. Gerçek her yerdedir, hem söylenir, hem söylenmez de, böyle artistik laflar üstünden ne kütüphaneler dolusu lafazanlık üretilir, o da ayrı bir gerçeklik. “Lacan’a göre dil her zaman yitik olana, yokluğa ilişkindir, çünkü ancak bir şey kayıpsa onun yerini almak için sözcüğe gerek duyarız. Bu sözcükler (…) tümce içinde yapılanınca, bu dizgede söylenemeyen ve dile getirilemeyen olarak bilinçdışı ortaya çıkacaktır.” Oldu! Ayıya ayı demişler, ayı diye bir şey olmadığı için. O yüzden ilkel insanların bazıları telef olmuş. “Kaçın ayı geliyooor!” diye bağırırlarmış arkadaşları, bizim ilk Lacancılar da “Ayı mı geliyor? Olan bir şeyi adlandıramazsınız ki!” derlermiş pençeyi yemeden saniyeler önce. Onun için yeterince üreyememişler, kampüslere tıkılı bir azınlık olarak kalmışlar. “Dili oluşturan birincil bastırma Odipal dönemden önce çocuğun anneden ayrı olduğunu anlamaya başladığı dönemde gerçekleşir.” Tuvalet eğitimi falan kastediliyor herhalde. Hani simgesel dönem Oedipal’le birlikteydi. Bir yaşında altına kaçırmamayı öğrenen bastırılmış bebek hızlandırılmış eğitimle sanırım “Gerçek” dönem bitmeden Simgesel’e geçmiş. Oysa dil, açığa çıkmıştır ki (Chomsky’nin ünlü ettiği kuram), beynimizdeki bağımsız bir modülün eseridir. Çevresindeki dil iletişimini algılayan modül otomatik şekilde, diğer zekâ bölümlerinden bağımsız olarak belli bir süre sonra anlamaya ve konuşmaya başlar. Bunun bastırmayla da, yasaklamalarla

85


86

da, bilinç ve bilinçdışıyla da bir alâkası yoktur. Hele başlangıçta gayet somuttur ve ihtiyaçları karşılamaya yarayan sosyobiyolojik bir işlevdir. “Psikanaliz yoluyla iyileşme, simgeselleşememiş olan imgeselin, simgeselleşmiş imgesele dönüşebilmesiyle olur. Diğer bir deyişle bu, hastanın kişisel kodlarının hakikatine ulaşabilmektir.” Hani Lacancı psikanaliz çok daha basitti ve hastalara öğretmek daha kolaydı Sevgili Mutluhan! Ben şu cümleyi altı ayda çözemem. Yoksa bu bir meşguliyet terapisi mi? “Bilinç-bilinçdışı ayrımını belirleyen, o an içinde bulunduğumuz duruma hâkim olan gücün hoşuna gidecek biçimde hareket etmemizdir.” Yine döndük kürkçü dükkânına. Yine ego “Freud’un topografik zihinsel modeli, bilinç, bilinç-öncesi ve bilinçdışı olarak adlandırdığı üçlüden oluşan bir zihinsel modele dayanır. Freud’un id, ego ve süperego olarak adlandırdığı zihinsel yapılar ise, bu üçlü zihinsel topografyanın üzerinde icraat yaparlar. Bu modelleme uyarınca, ego ve süperegonun bazı kısımları bilinçte, bazı kısımları ise bilinçdışında kalırken, id tümüyle bilinçdışının alanında kalan bir yapıdır. Lacan’ın kuramında ise Freud’un kuramının aksine, yekpare birçok ego bulunur. Ego, bilinç ile bilinçdışı arasında bölünmüş bir yapı değildir.” Eh, yine biraz yaklaştık bilime. Bilinçdışı “Kelimelere dökülmemiş ya da hiperkatektik hale gelememiş psişik bir eylemsel temsil, bastırılmış dediğimiz biçimde bilinçdışında varlığını sürdürür. Bu bağlamda Lacan bilinç ve bilinçdışı kavramlarını şöyle belirler:”


“Bilinç ve bilinçdışı, aynı içeriğin farklı psişik konumlardaki kaydı ya da aynı konumdaki kateksisin farklı işlevsel durumları değillerdir; bilinçli temsil o şeyin kendisi ile birlikte ona ait olan kelimenin bir arada içerilmesinden oluşurken, bilinç- dışı temsil yalnızca o şeyin kendi başına temsilidir. Bilinçdışı sistemi, nesnelerin şey-kateksisi halinde ilk ve gerçek nesne kateksisidir; bilinç dizgesi ise o şeyle ilgili kelime-temsilcilerine olan bağlantı yoluyla bu şey-kateksisinin hiperkatektik hale gelmesidir.” (Bowie) Gayet açık, daha fazla izaha gerek var mı? “Dile getiremediğimiz bir şeyi bilinçli olarak tanımlayamayız. Yani bilinç, dil ile oluşur diyebiliriz. Dilin dışında kalan, dilde temsil edilemeyen şeyler ise bilinçdışını oluşturur. Psikoterapi, bilinçdışında kalmış olan ve dilde karşılığı olmayan imgesel temsillerin, dilde karşılığını oluşturma sürecidir. Ya da imgesel olarak bile temsil edilemeyen şeylerin dilde temsil edilir hale getirilmesidir.” “Bilinçdışı gösterenlerden oluşmuştur ancak bu gösterenler konuştuğumuz dilde kullanılır duruma gelememişlerdir. Bu gösterenler bilinçdışında özellikle görsel olmak üzere imgesel boyuta indirgenmişlerdir.” Bunlar nasıl cümleler… biri bitmeden öbürü geliyor. Fakat niye hocam? Rüyalarımızda basbayağı konuşuyoruz, hatta yabancı dilde konuşuyoruz, problem bile çözüyoruz, hipnozda çenemiz açılıyor. Bunlar bilinçdışı-bilinçaltı durumlara en baba örnekler değil miydi? Ağzımızdan çıkan ne, düşündüğümüz ne peki? Hani bilinçdışında konuştuğumuz dilde kullanılır duruma gelemeyenler ne?

87


88

Son moda saçmalar Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları: Son Moda Saçmalar.16 Alan Sokal ve Jean Bricmont bu kitaplarıyla Lacancılığı bitirir. Ama düşünsel âlemde tezler dokuz değil dokuz milyon canlıdır ve her ölümlerinde yeniden doğarlar küllerinden. Neden: Çünkü insanlar bilimsel bilgiye, deneye, kanıta itibar etmez, öznel ruhsal ihtiyaçlarının doyurulmasına yarayan öğretilere inanırlar. Bir dindar gibi… Hatta çoğu dindardan derin inanırlar. Ongun Onaran’ın, yapıtı çok iyi özetleyen önsözünden bir bölüm: “Richard Dawkins 1998’de Nature dergisinin kitap eleştirileri bölümünde bu kitaptan bahsederken ‘postmodernizmin maskesi düştü’ diyordu. Yazının içeriği başlığından çok daha alçakgönüllüydü ama İngiliz bilim adamı kimsenin cesaret edemediğini sonunda Sokal ile Bricmont’un yaptığını yazıyordu. Lacan, Kristeva, Baudrillard, Deleuze gibi yazarların çevrelerindeki dokunulmazlık halesini kaldırmışlardı.” “… Bu düşünürlerin açıkça veya örtük olarak dayandıkları ‘postmodern’ söylemdeki aşırı göreci ve aşırı öznel eğilimlerin, Aydınlanma’nın akılcı geleneğine zarar vereceğine biz de yürekten inanıyorduk. Uygarlık tarihinde (şimdiki köktendincilik gibi) çeşitli irrasyonalizm biçimlerinin nelere yol açtığı ortadayken, postmodern söylem akılcı ve bilimsel düşünceyi karşısına alıyor, epistemik göreciliği de ahlaki ya da estetik görecilik gibi öneriyordu. Bu konunun şakaya gelir bir yanı olmadığını, hele samimiyetsizliği hiç kaldırmayacağını hangi kültürden gelirse gelsin, sıcak bir sobanın üstüne oturan herkesin (postmodern düşünürlerin bile) yanacağını, bu gerçeğin onlardan bağımsız olarak var olan ‘yanma durumu’ ile ilgili olduğunu düşünüyorduk.” 16

Çevirenler Memet Baydur, Ongun Onaran, İletişim Yayınları, 2002, 2. baskı.


Sokal ve Bricmont ise Önsöz’de şunları söylüyorlar: “Peki ama ne iddia ediyoruz? Aşağı yukarı şunu: Lacan, Kristeva, Irigaray, Baudrillard ve Deleuze gibi ünlü entelektüeller sürekli, defalarca bilimsel kavramların ırzına geçmişlerdir. Ya en küçük açıklama yapmadan bilimsel fikirleri tümüyle bağlamları dışında kullanmışlar – lütfen kavramları bir alandan ötekine taşımaya karşı olmadığımızı biliniz, yalnızca bu aktarmanın tartışılmadan yapılmasına karşıyız – ya da bilimsel jargonu bilim adamı olmayan okurların karşısında, ilintisine ya da anlamlarına bakmadan atıp tutarak kullanmışlardır.” “İstismar kelimesini aşağıdaki özelliklerin bir veya birkaçını anlatmak üzere kullanıyoruz: 1) En iyi durumda bile hakkında son derece bulanık bir fikre sahip olunan bilimsel kuramlar üzerine uzun uzadıya atıp tutmak. En sık rastlanan taktik, yazılarda bilimsel (veya sözde bilimsel) bir terminolojiyi, kelimelerin gerçekte ne anlama geldiklerine aldırmaksızın kullanmaktır. 2) Doğa bilimlerindeki kavramları, en küçük bir kavramsal veya deneysel gerekçelendirme yapmaksızın, bu işlemi haklı çıkarma yönünde hiçbir zorunluluk duymaksızın beşeri veya sosyal bilimlere ihraç etmek... Lacan’dan nevrotik öznenin yapısının tam olarak torus biçiminde (ve bunun gerçeğin ta kendisi) olduğunu, Kristeva’dan şiirsel dilin süreklilik niceliğine dayanarak kuramsallaştırılabileceğini öğreniyoruz. 3) Tamamıyla ilgisiz bağlamlarda teknik terimler kullanma yoluyla hiç utanmadan yüzeysel bir bilgiçlik taslamak. 4) Aslında anlamsız olan cümle ve ifadeleri manipüle etmek. Bahsi geçen yazarların bazıları kullandıkları sözcüklerin anlamlarına enfes bir aldırmazlıkla okur üzerinde etkili bir baş dönmesi yaratmaktadırlar.”

89


90

İki yazar, Lacan’ın matematiksel kavramları nasıl çarpıtarak yanlış bir şekilde kullandıklarına örnekler vererek şunları yazıyorlar: “Erekte olmuş organlarımızın Ö-1 ’e eşitlendiğini görmenin oldukça üzücü olduğunu itiraf ediyoruz. Bu bize Sleeper’da beyninin yeniden programlanmasına karşı çıkan Woody Allen’ı hatırlatıyor: ‘Beynime dokunamazsınız, o benim ikinci önemli organım!’” Konuyla ilgili Kerem Cankoçak şöyle der: “Bu arada Türkiye’deki Lacan izleyicilerinin derslerini iyi ezberlediklerine şüphe yok. Geçenlerde Psikeart dergisinin düzenlediği bir etkinlikte konuşan Bilgi’nin popüler ‘hocalarından’ birisi Sokal’ın, Lacan’ı anlamadığını ileri sürerek, ‘Lacan kadın yoktur der’, ‘hatta erkek de yoktur’ demiş. Bilgi’nin popüler hocasının başarılı bir şekilde aktardığı tipik bir postmodern düşünce. Aslında hiçbir şey yoktur. Kadın/erkek yoktur, işçi/patron yoktur, ilerici/ gerici yoktur vs. Ne kadar kolay bir düşünme tarzı değil mi? Aslında hiçbir şey yok, ne uğraşıyorsunuz boşuna! Modern bilim cinsiyetler arasındaki ayrımın 2,5 milyar yıl önce başladığını söylemiş, bize ne? Oturup bir sürü kitap mı okuyacağız şimdi evrimi öğrenmek için. Bütün bunlar boş işler. Zaten bilim de bir ‘kurgu’ değil mi?” Sokal, Lacan’ın akıl sağlığını hiç iyi görmez: “Lacan’ın grameri ve imlası böyle tezlerin çoğundan daha iyidir; ancak mantığı için aynı şeyi söyleyemem. Açıkça söylemek gerekirse, Lacan bir kaçıktır—kuşkusuz çok bilgili bir kaçık ama neticede kaçık.” Sokal, Lacan’ın matematik iddialarının hiçbir bilimsel geçerliliği olmadığını ayrıntılandırdıktan sonra ki onun dilsel yapısökümünün de bilimsel bir geçerliliği olmadığını göstermiştir, bunları yapmaktaki motivasyonunu şöyle açıklar: “İtiraf ediyorum ki ben, yapısökümün nasıl olup da işçi sınıfına yardımı dokunacağını hiçbir zaman anlayamamış utanmaz bir eski solcuyum.”17 17

Alan Sokal, Şakanın Ardından, çev. Gülsima Eryılmaz, Alfa Yayınları, 2011.


Lacan bir kaçık olarak (hemen dâhilerin deli olduğu klişesi gelecektir, ama böyle bir şey yoktur) hoş görülebilir. Ama son derece normal, sıkıcı olacak derede normal on binlerce akademisyenin, entelektüelin onun laflarını bant kaydı yinelemesinin hiçbir hoş yanı yok. EK Örnek olması açısından bu bölüme yapılan itirazlardan birisi aynen şuydu: “Doğal seçilimle ensest karşıtlarının evrildiğine dair kuramınız için kanıtınız var mı, yoksa size öylesi daha doğru mu geliyor? Dasein diyen Heidegger de, köleefendi diyalektiğinden bahseden Hegel de, noumenon’u anlatan Kant da safsata üreten kaçıklar mıdır sizce? Mevlana’da da her var olan aynı zamanda yok değil midir? Shakespeare bunu sadece Hamlet’e mi söyletti? Her şey bilimsel olarak belirliyse, elimizden hiçbir şey gelmeyen sadece belli genlerle kodlanmış canlılar mıyız biz insanlar? Her şey önceden belirlenmiş ve alınyazısı mıdır? Niye yazıyor ve bunlarla uğraşıyorsunuz? Diğerleri bu evrimi geçirmediyse kime anlatıyorsunuz? Zaten geni sizce iyi olan kendiliğinden düşünebiliyordur nasıl olsa, gerek yok o halde bu siteye. Genetik kodumuzda yazılı değilse, sizi anlamam genetik özelliklerim nedeniyle imkânsızsa benimle ne yapacaksınız? Stalin’e şaka yollu bile olsa hak vermeniz, geni bozukları büyük temizleme isteğinizin bir yansıması mıdır?” Cevabımsa şuydu: “Ensest yasağının doğal seçilimle gelmesi evrimbilimin bir çıkarsaması. İsteyen için evrimbilimin kanıtları sürekli yığılmakta ve çok yayın yapılmakta. İstemeyen çok büyük bir çoğunluk için ise tüm bunların bir önemi yok. Kanıtı gözüne soksanız, hani kanıt der. Zaten sorduğunuz sorular da insanın bir tür olarak bunca bilgi birikimine karşı onları anlayabilmekteki zayıflığını gösteriyor. Yani siz ve sizin sorularınız türsel geriliğimiz için gayet güzel bir kanıt ve bunlara sürekli boğulduğumuz için bu berbat durumdayız. Acı ama aynı

91


92

zamanda komik. Biz niye mi yazıyoruz? Daha önceki yüzyıllarda gerçekleri yazan bir kesim niye yazmışsa ondan. Daha önceki yüzyıllarda gerçeklere tutkun olan nasıl insanlar çıkmışsa onlar yine var ve onlara yazıyoruz. Bunları da boş verin, hiç kimse bizi dinlemese, kendimize karşı sorumluluğumuz var, tebliğ görevimiz var, bu görev gereği yazıyoruz. Bildirdikten sonra kimi değer verir, kimi yüz binlerce yıllık kalıp cevaplarla karşı çıkar. Kendilerine kalmış. Kanıt? Biz çok verdik kanıtı, biraz da kendiniz bulun. Konuyla ilgili yabancı yerli yüzlerce kitap, pek çok internet yayını var. Yer damar damar, insan kısım kısımdır. İnsanda öyle karakter farklılıkları vardır ki, ayrı türler gibidir. Şu andaki düzene itiraz edenlerin geninin “normal” olmamasını kastediyorsanız, doğru. Bozuktur. Genimiz, türümüz normaline göre bozuktur. Bu bozukluk iyi midir, daha mı ileridir, o da tartışma konusu. Sonuçta genimiz ne emrediyorsa onu yapıyoruz. Hepimiz için geçerli. Gerçek şu: Genimiz öyle emrettiği için itiraz ediyoruz. Bu muhaliflik, bu başkaldırı, sonuçsuz da olsa bizim kaderimiz.” Bir okurun katkısı: “Daha önceden bahsedildi mi bilmiyorum ama ensest yasağı diğer primatlarda da var, hatta birçok ahlak prensibi primatlarda var, merak edenler Frank de Waal’in Youtube’daki ‘Moral behaviors in animals’ sunumunu izleyebilirler.” Başka bir okurun cevabı: “Kaldı ki, ensesti garip karşılamayan tarihte ve günümüzde pek çok toplum ya da altküme mevcuttur. Size belki kültür koşullanmanız itibarı ile garip gelecek poliamoröz ilişkileri norm olarak yaşayan halihazırda milyonlarca insan var. Yok demekle olmuyor. Yokun ispatı zor. Var derseniz kanıt hazır! Vurgulamak istediğim, ensest ilişki kurmamanın ve daha başka ahlaki değerlerin (karşılıksız yardım, empati, eşitlik duygusu vs.) kültürel değil genetik kökenli olduğu; bu herkesin bu ahlaki kurallara uyacağı anlamına gelmez elbette. Tek bir kişi bile ensest


yapmışsa bu ensest yasağı diye bir şey olmadığı anlamına gelmez.” . Bir düşünce zararlısı olarak Lacan Siyaset ve kişilik grupları Freud ve Lacan’a kötü insan oldukları için mi karşıyız? Birinci büyük savaş patlak verir. Yine Breger’in kitabından: “Daima politikadan uzak duran ve önceki yıllarda pek vatanseverlik sergilememiş olan Freud, kitlesel ulusal birlik ifadesine kendisini kaptırmıştı. Abraham’a yazdığı bir mektupta, düşmanlıkların patlak vermesinden duyduğu heyecandan bahsediyordu. ‘Otuz yıldır ilk olarak kendimi bir Avusturyalı gibi hissediyorum ve pek de umut vaat etmeyen bu imparatorluğa son bir şans vermek geçiyor içimden. Her yerde moral bir harika. Aynı zamanda, cesurca eylemlerin özgürleştirici etkisi ve Almanya’nın güvenli desteği de buna katkıda bulunuyor.’” Jones da şöyle yazmıştı: “Freud’un savaş ilanına anında tepki vermesi beklenmedik bir şeydi. Elli sekiz yaşındaki, pasifist bir alimin bunu, pek çokları gibi salt korkuyla karşılaması beklenirdi. Aksine, onun ilk tepkisi gençlere yaraşır bir heyecan, görünüşe göre çocukluğunun askeri şevklerinin yeniden uyanışı olmuştu… kendini iyice kaptırmıştı, işini falan düşünemiyor (…) ‘bütün libidomu Avusturya-Macaristan’a vakfettim,’ diyordu.” “Freud’un savaş imgesi, AvusturyaMacaristan’ı sağlıksız ‘cerahatler’inden temizleyecek bir ‘fırtına’ydı ve bu imge çoğunluk tarafından paylaşılıyordu.”18 Açıklayalım, Freud birçok entelektüel gibi 1. Savaş’ın birkaç ay içinde sonlanacağını ve Almanya bloğunun zafer kazanacağını düşünüyordu. Savaşın uzaması, sadece askerlerin değil, sivillerin de kan gölünün ortasında kalmasıyla fikirler değişmeye başladı. Sonraki yıllarda savaşa karşı fikirler ifade etti üstat. 18 Louis Breger, Freud, Görüntünün Ortasındaki Karanlık, çev. Aslı Biçen, Yapı Kredi Yay, 2002, s. 305-307.

93


94

1908’de feminist harekete karşı çıkan ve kadınlar hem çalışıp hem çocuk yetiştiremez diyen bir bildiriye imza attı.19 Lacan da biyografisini incelediğim kadarıyla kişisel olarak veya entelektüel anlamda asla güvenilmeyecek bir şahsiyetti. Yaşamı boyunca riske girmedi, buna rağmen solun büyük sempatisini topladı! Solun bu tavrı, kendine bir şey katmayan ünlülere, aldıkları ilk selamda şükran borcu duyarak hayran kesilmeleri evrensel bir tavırdır ve tabii ki çok gariptir. Bu bahis üstüne kitaplar yazılabilir. Solu eleştiren kişi, bir cengâver bile olsa kaçkınlıkla suçlanır ama elini sıcak sudan soğuk suya değdirmemiş herhangi bir entelektüel bir kere göz kırpmışsa kahraman ilan edilir. Oysa iyi bilinen Fransız psikanalistdüşünürlerinden François Roustang, Lacan’ın tezleri için “Sahte bilimsel saçmalıkların tutarsız sistemi”dir, diyebilmekteydi. Chomsky ise onun, eğlendirici, ama tamı tamına bilinçli bir şarlatan olduğunu söyler. Bu insanlar karakter olarak kötü olabilirler. Ama biz bilimde, bilim insanın karakterine değil, yaptığı işe ve o işten çıkan sonuca bakarız. Fizikte, matematikte bu kesindir, ama sosyal bilimler için de geçerlidir aynı şey. Bizim FreudLacan ve onların izinden gidenlere karşıtlığımız, “Bu insanlar kötüymüş, dediklerini dinlemeyin” karşıtlığı değildir. Önceki onlarca sayfada ortaya döktüğümüz bilimsel yöntem hatalarıyla, iş üstündeki profesyonel şarlatanlıklarıyla ilgiliyiz biz, kişisel yaşamlarındaki şarlatanlıklarıyla değil. Psikanaliz hiç mi işe yaramaz? Böyle bir savım yok. Bugüne dek herhalde on milyonlarca insan psikanalizden veya benzer teknikli terapilerden geçmiştir, birçoğu da herhalde az ya da çok bundan fayda görmüştür. Hekim ile hasta veya başvuran arasındaki, hatta hekim bile olmasın iki kişi arasındaki her insani sözel iletişimden insan bir ölçüde fayda 19

Age, s. 439.


sağlar. Buna komşu teyzeyle sohbet veya bir imamın duası da dâhil. Psikanaliz teknikli terapilerden özellikle belli tipte kişilikler daha fazla fayda görür. Terapist ile başvuran arasındaki iletişim kalitesi, güven düzeyi, teknikten bağımsız olarak önemli bir güçlendirici etkendir. Yine de genel olarak ağır olmayan kişilik sorunlarında, yaşam olaylarına uyumu artırmada, hafif depresyon veya anksiyetede, histeri-konversiyon gibi bazı nevroz türlerinde başarı oranı daha yüksektir. Buna dair elimizde çok da veri, ciddiye alınacak derecede fazla yayın yoktur. Ağır vakalarda bu tekniğin ilaçsız olarak sürdürülmesinin faydası yoktur, hatta kimi ruhsal hastalıklarda açıkça zararlıdır. (Psikozlar, ağır depresyonlar, obsesyonlar vb.) Bir şizoaffektif hastam isyan etmişti: “Sizler hastalıkları hastalıkla tedavi etmeye çalışıyorsunuz. Sıkıntıları daha büyük sıkıntı vererek iyileştirmeye çalışıyorsunuz!” Haklılık payı vardı. Bugün klasik psikanaliz tekniği psikiyatride çok sınırlı kullanılıyor, daha çok özel hastalara uygulanıyor. Bu bir zengin tedavisi. Zenginler hobileri için para harcamayı severler. Bu bile iyi geliyordur onlara. Ama en büyük faydayı herhalde terapistlerin bütçeleri görmekte. Psikanaliz bir yerde hastalığın başka bir hastalıkla tedavisi. Çivi çiviyi söker, yangını karşı ateşle engellersin. Bu hastalık artık psikiyatrinin konusu bir hastalık olmaktan çıktı, yaygın entelektüel, aydın hastalığı boyutunda epidemik hikâyesini sürdürüyor. *Kaan Arslanoğlu’nun, 2016 yılında İthaki Yayınları’ndan çıkan Evrimci Açıdan Din, Psikoloji, Siyaset kitabının Freud eleştirisine ayrılan bölümlerine yer verdiğimiz yazı dizisi burada sona ermiştir. Yayıncıya ve yazara bu değerli paylaşım için tüm okurlarımız adına teşekkür ederiz.

95


96


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.