Azizm Sanat E-Dergi Temmuz 2017

Page 1


AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi 115. Sayı Yayın Kurulu Gülbike Yıldırım Onur Keşaplı Orçun Üzüm Özgür Keşaplı Didrickson Tasarım Elif Budak Selçuk Korkmaz Ön Kapak Ölüm Atlısı Salvador Dali 1935 Arka Kapak Ölüm Meleği Dirk Romyn 1946 Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com

www.azizmsanat.org


İÇİNDEKİLER

4 6

Chris’e Özgür Keşaplı Didrickson

8 Ölü Kemâl Hatipoğlu

Müptezeller’de Müptezel Ararken Romanı Kaybettim Ubeydullah Günel

19 20

Satıcı / Ters Yüz Orçun Üzüm

Editörden

Dağılmış Saçlar Tamer Şarkaya

22 27

Gök gürültüsü, sakin akan su… Eksildiler, çoğalacaklar. Dostumuz Chris bu! Özgür Keşaplı Didrickson

32

Guy Ritchie’nin Gayri Ciddi Arthur’u Onur Keşaplı


4 EDİTÖRDEN Mustafa Kemal Atatürk’ün tabiriyle “bizi ezmek isteyen emperyalizm ve bizi yutmak isteyen kapitalizm” karşısında yorgun ve yorucu bir hal alan bu toprakların en yakıcı ayı hiç şüphesiz Temmuz olagelmiştir. Gericiliğin 1993 Temmuzunun ikinci günü Madımak’ta otuz beş aydınımızın canına kıyan ateşi, aynı gericiliğin geçtiğimiz yıl Temmuzun on beşinde ülkeye dayattığı muğlak ve mutlak karanlık ölüm hissini de beraberinde getiriyor. Gündelik ve güncel akışın durmak bilmezliği nicedir türümüzün odağını dar alanlara hapsetti. Genel geçer konular üzerine yoğunlaşmalar, var oluşumuzun, resmin boyutuna göre değeri veya değersizliği hakkında fikir yürütmek pek de tat vermiyor. Farkında olmadan belki de hedonizmin mutlak keyfine teslim olurken kaygı yaratabilecek her şeyden, yanı başımızdakinden bile, sakınabilmeyi becerebilecek bir yeti kazandık. Oysaki ölüm, klişe ve tutucu yaklaşımla “bir gün her canlının tadacağı” bir olgu olmaktan öte bir kavram. Ölümün bilincinde olmak türümüzün en büyük tetikleyicisi değilse nedir? Kaçınılmazdan kaçmak hayal gücümüzü tetikleyen başat unsur olmadı mı anlatılar çağını açtığımızdan bu yana? Kaçınılmazın yarattığı kaygı ile her yeni bir gün doğumunda başa çıkmakla uğraşamayacak noktaya gelmemiz türümüzün en büyük düşünsel devrimlerine yol açtı muhtemelen. Ölüm fikri olmasaydı ölümsüzlük düşü var olamazdı. Ölüm gerçekliği olmasaydı dinler kurgulanmaya girişilmezdi. Ölümüm tetikleyici gücünü, var oluşunun üzerimizde yarattığı hiçlik duygusunu aşmak amacıyla meydana getirdiklerimizde aramak epey faydalı bir düşün akışı olacaktır. 115. sayımızın kapaklarına da yansıyan ölüm vurgusunun altında bir “ölüm dosyası” yatmıyor ve olası izlenimin aksine


karamsarlık tarafından kuşatılmış ya da ölümü idealize etme eğilimde de değiliz. Belki genç bir kalemin “Ölü” başlığı ve buram buram Garip Akımı kokan içeriğiyle yazdığı şiirin etkisi sinmiş olabilir üzerimize. Veyahut geçtiğimiz Mayıs ayında hala doğrulamakta güçlük çektiğimiz zamansız bir ölümle ayamızdan ayrılan, tanışmamış olsak da reddedilemez tanışıklığa sahip olduğumuz Chris Cornell’in ölümü üzerine yazarımız Özgür Keşaplı Didrickson’ın kaleme aldığı destansı şiir ve destan uzunluğunu andıran anma yazısının ağırlığı binmiş olabilir omuzlarımıza. Sinema yazılarımız, iki uçta seyrederken bir tarafta son dönem İran sinemasının en yetkin sanatçılarından Asgar Ferhadi’nin yönettiği, En İyi Yabancı Film dalında Oscar ödüllü Satıcı yer alırken diğer yanda yaz aylarının yarattığı uçucu izlenimin beyazperdedeki karşılığı olan popüler gişe canavarları arasında nispeten derli toplu duran, Guy Ritchie yönetimindeki Kral Arthur: Kılıç Efsanesi hakkında eleştiri var. Edebiyat çalışmalarında, özgün şiirlerin yanı sıra, sistem karşıtı bir muhalif(!) olup nasıl becerilebiliyorsa çok satan olmayı başarabilen Emrah Serbes’in yeni romanı Müptezeller hakkında, edebiyatın güncel sürümlerine dair güçlü değerlendirmeleri de barındıran, bir hayli ufuk açıcı ve umut verici bir eleştirel makale yer alıyor. Ölüm fikrine rağmen, her gün yeniden var olabilmek adına, Sanatla kalın dostlar. Azizm’in Notu: Ağustos 2017 tarihli Azizm Sanat E-Dergi’nin 116. sayısı için, dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 30 Temmuz tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.

5


6 Chris’e Özgür Keşaplı Didrickson

Chris’e Özgür Keşaplı Didrickson

Sesinin ayakları olduğunu bilmezdim Hele onları kesip parlak kanatlı sinekler gibi ebabillere fırlattığımı hiç, Sesinin kanatları olduğunu bazen unutmak istedim Ses arası yutkunduğunda kanatlarından maskeler çıkardığını görmezden mi gelmişim? Maskelere bir şans vermeli; evet Ama ne zaman bir kanat görsem, şiirlerim ağlıyor Gözlerimizi kaç kere birlikte kapattık acaba?


Tel ve kâğıt biliyordur; off bilmeyeyim Senle söylesem kanayacağını bildiğim dudağım bununla baş edemiyor Seni özlerken zamanı durduruyorum Yağmur yağacak 1 Temmuz 2017

7


8

Müptezeller’de Müptezel Ararken Romanı Kaybettim* Ubeydullah Günel

Müptezeller’de Müptezel Ararken Romanı Kaybettim* Ubeydullah Günel

Emrah Serbes’in daha önce Erken Kaybedenler adlı öykü kitabını okumuştum; kitaptaki birçok öyküyü de beğenmiştim. Diğer kitaplarını okumaya yeltendiysem de iki şey beni engelledi. Neredeyse her kitabı, “çok satanlar listesinde” okura dayatılıyordu, neyi okuyacağımızı belirleyen bu listedeki kitaplar bana hep itici gelmiştir. Yine de Emrah Serbes’i okuma girişimlerim oldu, bu sefer de ilk birkaç sayfada karşılaştığım gereksiz/abartı, küfürler ve arabesk tutum okumayı sürdürmemi engellemişti. Müptezeller’i, E.Serbes’in TV programlarındaki tavrı ve kitaplarındaki üslubunu görüp müptezel sıfatına uygun karakterleri iyi anlatabileceğini düşündüğüm için okumak istedim. Müptezelliğin edebiyat yapıtına nasıl yansıtılacağını merak ediyordum açıkçası. Bu merakla başladım kitabı okumaya…


Müptezeller’in başında anlatıcının 15 yıl öncesinden başlayarak bir hikâye anlattığını görüyoruz. Kahramanımız 15 yıl önce 19 yaşında. Emrah Serbes birinci tekil (kahraman) bakış açısını kullanıyor. Basit bir hesapla, anlatıcı/kahramanın kitabın yazıldığı tarihte 34 yaşında olduğunu çıkarıyoruz. Henüz ilk sayfada üstkurmacaya yakın bir tekniğin denendiğini görüyoruz. “(…)Özellikle altmışlardan sonra postmodern tanımıyla bir şemsiye altında toplanmaya çalışılan edebiyatın ana kurgu eğilimidir üstkurmaca; edebiyatı oyun olarak gören bir anlayışın ürünüdür…”(1) Yani üstkurmacada sistemli olarak anlatının bir kurmaca olduğuna dikkat çekiliyor. Sözgelimi yazarın anlatıya müdahalesi, araya girmesi gibi özellikleri var. Emrah Serbes de, kitabında, benim görebildiğim bir yerde bunu hissettiriyor; okurla dertleşiyor: “Allah kahretsin, hayatım nereye gidiyordu böyle,” diyerek.(S.128) Kitabın sonunda, 15 yıl öncesini anlatan anlatıcı, sanki 15 yıl öncesinin hikâyesine başlamamış gibi 26 yaşında bitiriyor hikâyeyi. Bu konuya ilerde değineceğim. İlk bölümde şef garson, kahramanımıza ve kahramanımızın garson arkadaşı İsmail’e köpekleri zehirletmek istiyor. Barmenden zor da olsa öğreniyorlar poşetin içindeki etlerin zehirli olduğunu. Sonrasında şef garson başka birine yaptırıyor bu işi. En son Artist adlı köpeğin de öldüğünü görünce İsmail, şef garsonu bıçaklıyor ve hapse giriyor. Kahramanımız ise işten ayrılıyor, İsmail’in de isteğiyle, İsmail’in Hacettepe’de tıp okuyan kardeşine para yolluyor. Çoğu zaman savsaklıyor; yollayacağı parayla içiyor. 7 ay sonra İsmail’in hapisten çıktığını öğrenip arıyor kahramanımız İsmail’i ama telefonu kullanım dışı. Sonrasında kahramanımız Son Görev Cenaze Hizmetleri’ni arayıp başını belaya sokuyor. Neyse ki İsmail karşısına çıkıyor ve kurtarıyor. Kebapçıda çalışıyormuş. Teşekkür ediyor İsmail ama kötü haberi de veriyor: Kardeşi örgüte girmiş. E.Serbes kahramanımızı bir parkta, “ulur gibi acıyla havlatarak” bölümü bitiriyor.

9


10

Emrah Serbes’in Tutmayan Yaş Hesabı Bombacı başlıklı bölüm, yine Antalya’da, Samsunlu ve Tofaş’ın kavgasıyla başlıyor. Öz amcası kahramanımızı arayıp babasının hasta olduğunu söylüyor. Hesabına para aktarıyor gelmesi için. İlk bölümde gördük; kahramanımız yardımseverliğiyle, duyarlığıyla biliniyor, dolayısıyla şaşırtmıyor: Amcasının yolladığı parayla içiyor. Cebinde para kalmayınca İsmail çıkıyor bir anda ortaya. Bu kez de otoparkta bekçilik yapıyormuş. Kahramanımız İsmail’den para alıp gidiyor babasının yanına. Babası ölmüş. Cenazede, babasını işten atan şirketin çelengini tekmeliyor. Çelengin babasının eski iş arkadaşları tarafından yollandığı söyleniyor. Birkaç sayfa işçi güzellemeleri, patronlara küfürler, sol yumruk vb. imgelerle geçiyor. Yine bu bölümde, kafası güzel bir anında emniyeti arayıp bomba ihbarında bulunuyor kahramanımız. Polisler, mahkemeler, hapislerle geçiyor sayfalar. Kahramanımızın bu bölümde 21 yaşında ve üniversite öğrencisi olduğunu öğreniyoruz. Anlatıcı, “şimdi, on beş sene sonra düşünüyorum” diyor. Anlatıcı 36 yaşında oluyor dolayısıyla. E.Serbes çok büyük bir mantık hatası yapıyor. Çalakalem yazılmış, yazıldıktan sonra bir daha okunmamış, sanki bir yerlere (çok satanlar rafına olması yüksek olasılık) yetiştirilmek üzere kaleme alınmış bir kitapla karşı karşıyayız. Sonrasında kahramanımız Antalya’dan ayrılıp, “Dil Tarih Tiyatro’ya, yazarlık bölümü” için Ankara’ya gitmeye karar veriyor. Platin başlıklı bölümde kahramanımız Tuzluçayır’da, Karabüklünün sık sık bok basan evinde. Her türlü bela onun başına gelmeli çünkü. Sonra konduya geçiyor. Bu bölümde yazar olmayı çok isteyen bir kahramanımız var diyebilir miyiz artık, aktarıyorum: “Yalan yalan yalan! Yaşadığım yirmi iki yılın hepsi tek tek yalan! Yazar olmaya geldik buraya, burada da milletin maskarası olacağız. Para lazım bana. Güzel hikâyeler


yazabilmek için para lazım. Az da olsa düzenli bir para. Sıcak bir 11 oda. Başka iş yapamam ben artık, başka maskaralık yapamam.” (S.68) O denli çok istiyor ki yazarlığı, “Ya yazar olacağım ya katil” diyor. (S.69) Kahramanımıza para gerekiyor ama bunun için kılını kıpırdatmıyor. Çalışmak, maskaralıktan başka bir şey değil onun için. Kahramanımız işçi güzellemelerini çarçabuk unutuyor. Buraya kadar anlatılanlarda yazar olmak isteyen bir insan da göremiyoruz. E. Serbes tarafından her türlü mesleğe sokulan kukla ve joker İsmail bile Che’nin yaşamını okuyordu. Kahramanımızın elinde kitap göremiyoruz; anca içiyor. Arada “Beckett okudum, Goethe okudum” diye söyletiliyor kahramana ama okura gösterilmiyor, inandırıcı biçimde yansıtılmıyor, canlandırılmıyor. Kitap okumak, Veronica’yı barmene kaptırdığında, kendisini barmenden üstün görmesini gerekçelendirirken kullandığı araçlardan biri oluyor yalnızca. Bu bölümde de komşulardan birine yardım ediyor kahramanımız. Konduda kalan yaşlı amca düşüp bacağını sakatlıyor. İlk kez kitaplarla ilgilenirken görüyoruz kahramanımızı: “Bütün kitapları, ders notlarını sıraya dizdim, eski Yunan, antik tiyatrolar, tragedyalar, komedyalar. Benim yazmak istediklerimle ne alakası var demeden, hepsini sırayla okuyacaktım,”(S.75) diye düşünüyor ama terslik bu ya, komşu amcanın inlemelerini duyup bırakıyor ders çalışmayı. Bir de iyilik yapıyor amcaya; afyon veriyor. Bu arada kahramanımızın yine parası yok ama rastlantılar peşini bırakmıyor. “Tam zamanında yetişen bir sürpriz”: Yaptığı bir röportajın telifi yatmış hesabına. Amca ameliyat masasında kanamadan ölüyor. Kahramanımız epey etkileniyor. Sonrasında dişçiye kaplama yaptırmasıyla bu bölümü de bitiriyoruz. Örgenin rastlantılarla kurulmasının üstüne, örge dışı, dişine kaplama yapılmasının anlatılmasını E.Serbes’in okuru etkilemek için dişçi kadınla girdiği sığ laf sokma diyaloğunun gözlere sokulmak istenmesi


12

olarak değerlendiriyorum. E.Serbes bunu katıldığı TV programlarında da yapıyor; başlarken işçilere selam çakıyor, ardından patlatıyor kamyon arkası sözleri: “Doktor değiliz ama hastamız çok!” Hoca başlıklı bölüme “o yaz tiyatroya küstüğünü” okuyarak başlıyoruz. Böyle bir başlangıç önceki sayfalarda kahramanımızın birçok kez tiyatroya gittiğini düşündürüyor ama okuduğumuz 88 sayfada tiyatroyla ilgili hiçbir şey yok. Sonrasında da yok. Yazarın bir yerlere yetiştirmek için çalakalem yazdığını söylemiştim. Editöründen yayıncısına kadar sorumsuzluktan geçilmiyor. Uyuşturucu Kullanım Kılavuzu Olan Edebiyat “Edebiyat dünyasının yükselen yıldızı”(S.93) olma düşleri kuran kahramanımız bu bölümde Ege Mahallesinde… “Tıkanmıştım romanda, belki açılırım diye abanıyordum sigaralığa.” (S.90) Belli ki açılıyor; romanı bitirip İstanbul’daki yayınevlerine kadar gidiyor. Dönüş olmayınca kahramanımız umutsuzca Ankara’ya dönüyor. Hayırsever kahramanımıza para lazımdı; bu parayı ecza deposundan çalacağı “afyon türevi” ilaçları satarak elde etmek istiyor. Neyse ki soygun girişimi başarısızlıkla sonuçlanıyor ve uyuşturucu piyasasında yokluk dönemi başlıyor. Olumlamayı aktarıyorum: “Kullanıcıların çoğu otun alışkanlık yapmadığını iddia eder, doktorlar ise yaptığını. Bence iki taraf da yanılıyor, çünkü yanlış sorunun cevabını arıyorlar. Otun bir çeşit alışkanlığı var ama bu ne alışkanlık yapar manasına geliyor ne de yapmaz. Otun alışkanlığı ikame edilebilir bir alışkanlıktır. Ot alışkanlığını alkolle ikame edebilirsiniz ya da kafanızı güzel yapacak başka bir şeyle, ex’le, kokainle, rojla. Bir esrarkeşi alkolik yapabilirsiniz ama bir alkoliği kolay kolay esrarkeş yapamazsınız, söylemek istediğim bu kadar basit. Asıl mesele şu, eğer ağır cigaratörseniz bağımlılık döngüsüne girmişsiniz demektir, cigara olmaz da başka bir şey olur, bu dünyanın müptezeller hanesine bir


kişi daha yazılır.” (S.101) Kitapta en çok özen gösterilen yerlere geliyorum. E.Serbes bir müptezelin bile yapamayacağı kadar güzelleme yaparak sorumsuzca yaşamanın kılavuzunu yazıyor. Yazılanlar bir müptezelin ağzından değil, daha çok argo sözlüğünden aktarılmış gibi duruyor. Akşam 9’da apar topar Yenidoğan’a gidiyorlar Karabüklüyle. Son paralarıyla aldıkları paketten nane çıkıyor. Bir olumlama ve güzelleme daha geliyor: “Çukurun dibinde olduğunu bilirsin çoğu zaman ama keyfin yerindedir. Çünkü seni ilgilendiren küçük zaferler ve düş gücüdür. Dünya nimetleri onların olsun dersin. Elli metrelik yatlar, havuzlu villalar, palmiye ağaçları, güzel kadınlar ve yıllanmış şaraplar ilgini çekmez. Çünkü seni ilgilendiren sevinç, neşe, ruh, aşk ve danstır acılardan önce ve acıların içinde. Çünkü seni ilgilendiren güçlü bir yaşama arzusu ve keşfetme arzusudur nalları dikip de toprağın altına girmeden evvel, doyasıya yaşamaktır seni ilgilendiren. Ama işte bazen de böyle her şey ters gidiverir, bütün dünya sana karşı kurulmuş gibi. Son paranı verirsin bu dünyaya, istediğin tek şey dürüst bir torbacı ve iki gram ottur, ama onun yerine gazete kâğıdına sarılı nane verir sana orospu çocukları. İşte o zaman çukurun dibinde olduğunu bütün benliğinle hissedersin, hissetmekle de kalmazsın çukurun dibine çakılı olduğunu anlarsın. Artık oradan bir santim bile kıpırdayamayacağını anlarsın. Senin için neşe yoktur artık, sevinç yoktur, gökyüzü, aşk ve dans yoktur, kuşlar yalandır ve keyfin kaçar.” (S.103) E. Serbes güzellemeyi yaparken, müptezellerin kullanmayacağı, yaşamsal kullanımdan uzak tümcelerle okuru etkilemeye çalışıyor. E.Serbes’in egemen güce çalıştığını buradan da anlıyoruz. Kaan Arslanoğlu’ndan alıntılıyorum: “Politik alanı yaygın olarak ilgilendiren başka bir psikiyatrik durum keyif verici maddelerin kullanımıdır. Bunu alkol, tütün ve psikoaktif madde kullanımları biçiminde üç bölümde görebiliriz. Hepsinin

13


14

ortak özelliği insanlara yapay yolla keyif vermesi ve böylece maddi veya manevi olarak kendini kötü hisseden bireylerin, dolayısıyla yığınların yaşamdan biraz daha fazla zevk almasını sağlamasıdır. Bir yönden bakıldığında son kertede insancıl bir durum olan bu kullanım, öte yandan birçok ciddi toplum problemine, yol açmakta, başka bir yandan da yönetenlerin yönetebilmesini, yönetilenlerin de yönetilebilmesini kolaylaştırmaktadır. Her ülkedeki hâkim sınıfların bu tür maddelerin üretimi ve satışından yasal olsa da olmasa da büyük gelirler sağladığı bilinmektedir. Bazı sol, sağ, hatta radikal dinci siyasi örgütlerin uyuşturucu satışından gelir sağladıkları açıktır. Bu üç grup madde arasında en yaygın ahlaki tepkiyi alan psikoaktif maddeler olan uyuşturucu-uyarıcı maddeler olmakla birlikte, öbür ikisi çok daha yaygın kullanımı nedeniyle belki daha büyük bir sorundur.”(2) Müptezeler’de alkol, tütün ve “psikoaktif maddeler” alabildiğine yaygın kullanımda ve sanki yaşamın olmazsa olmazı düzeyinde. Kahramanlarımız uyuşturucu satıcısınca dolandırıldıktan sonra Çinçin’de bir kahveye giriyorlar. Yan masalarda “Hoca” lakaplı biri hakkında konuşuluyor. Hoca, camiye gelsinler diye, gözünün tuttuğuna beleş dalga (uyuşturucu) veriyormuş. Söylenilenlere göre hem müezzinlik hem de uyuşturucu ticareti yapıyormuş, iki de cinayeti varmış. Tam kahramanlarımıza göre. Hepimizin bildiği, bir yere girildiğinde içeri giren, selam verir ama Müptezeller’de içeride bulunan, o ortamda bulunan Hoca selam veriyor. Kısa bir konuşmadan sonra iki çarşaf içiyorlar. “En sonunda Hoca, dibine gelmiş koca zıvanasıyla çarşafı küllüğe bastırdı. ‘Vakti kerahet geldi,’ dedi.”(S.109) Bildiğimiz “kerahat”tir ve anlamı da akşamcılar arasında içkiye başlama zamanıdır. Bir de namazın kılınması mekruh olan vakitlerdir. Hoca birden ayağı kalkıyor, camı açıp ezan okuyor. Namaz kılınıyor. Ardından Hoca, söylediği yalandan ötürü Karabüklüyü öldürüyor. Kahramanımıza bu bölümde


de kendini alkol ve uyuşturucuya verecek yapay bir neden çıkartılıyor. İstanbul’a dönüyor. Rastlantılarla Örülmeye Çalışılan Örge Son bölümde kahramanımız garsonluğa dönüyor yine. “En doğal sigara”nın olduğu Sarıgöl’e gidip uyuşturucu alıyorlar. Dönüşte polisler yakalıyor. Nezaret ve sonrasında denetimli serbestlik… Ama teorik derslere girmesi gerekiyormuş kahramanımızın. Kendisi isteksiz elbette… Dersi terk ediyor bir gün. Hoca dünden razı: “Derslerde yok yazmayacağını ama idrar testi yaptırması gerektiğini, AMATEM’e sevk edileceğini”(S.120) söylüyor. E.Serbes’in elinde çok büyük bir joker var. AMATEM’de İsmail’e rastlıyor. E.Serbes’in romanı nedensellikler üzerine kurduğunu söyleyemiyoruz ve beklemiyoruz da. Kahramanın yaşadığı zorluklar müptezelliğe neden oluşturmuyor. Baştan sona rastlantılar üzerine kurulu örgeler topluluğunu okuyoruz. Dolayısıyla nesnelerin birliğinden söz edemiyoruz. Son İsmail rastlantısının temellendirilmesi ise tüy dikiyor: “İsmail sen nereden girdin bu işlere ya?” diye sordum. “Otoparkta çalışıyordun en son. Hani Gebze’de gübre fabrikasına girecektin?” “Ya işte kardeşim,” deyip kederle güldü. “Gübreye giremedik, çişe girdik. Çünkü bu dünyada deveye diken insana siken yaraşırmış.”(S.121) “Yaraşırmış” değil, yaranırmış olmalı. Bu diyalogda da, kitabın geri kalanı gibi, argo dil eğretilikten kıvranıyor. İsmail torbacı olmuş. Kahramanımız çok temiz ya, hemen dünyanın temizliğini sorguluyor: “Yargılamak istemiyorum ama bu dünyada hiç mi bir şey temiz kalmayacak, diye düşündüm ister istemez. İsmail de sanki bunu sezmiş gibi, ‘Gel’ dedi, ‘bir sarma yapalım.’”(S.122) Amcası, psikiyatri kliniğine kapattırıyor kahramanımızı. Hastanede genellikle Serap ve Şuayip’le konuşuyor. Serap’la

15


16

öpüşüyorlar hatta. Bir umut… Hayır. E.Serbes iyimserliğe ve umuda izin vermiyor. Serap kahramanımızın verdiği kalemle gözünü çıkarıyor. Umutsuzluk mutlaklaşmalı çünkü. E.Serbes bunu istiyor. Kahramanımız 15 gün sonra taburcu oluyor. Çıktığı gibi içmeyi sürdürüyor. Bir sonraki sayfayı çeviriyorum. Kitap, kahraman 26 yaşındayken yarım bırakılıyor. Başından beri anlatıcı/kahramanın 34 ya da 36 yaşında olduğunu biliyoruz. E.Serbes’in yanlış hesabı dolayısıyla 8 ya da 10 yıl yazılmadan kitap bitiriliyor. Kitabı okuyanlar kahramanın E.Serbes’in kendisi olduğunu tahmin ediyorlardır. Ben kesinlikle E.Serbes diyorum ama kaç yaşında olduğunu bilmeyen bir yazarla karşı karşıya olduğumuzu da ekliyorum. Kanıtlarımı sıralıyorum: E.Serbes de kahramanımız gibi garsonluk yapıyor Antalya’da, sonrasında Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde okuyorlar. E.Serbes, öğrencilik yıllarında BirGün gazetesi için söyleşiler yapıyor, kahraman da… Tabii, bu, bir rastlantı gibi sunuluyordu. E.Serbes’ten başkası bilmiyor söyleşi yaptığını. Yaşayarak içselleştirdiğini okurun bildiğini sanıyor Serbes. E.Serbes 1981 doğumlu ve Müptezeller 2016’da yayımlandı. Yani E.Serbes 35 yaşındaydı. Anlatıcı/kahraman’a uyuyor. İlk kitabı ise 2006’da, 25 yaşındayken yayımlanıyor. Müptezeller’deki kahramanımız da yaklaşık 26 yaşına kadar yayımlatamıyordu kitabını ve kitap böyle yarım bırakılıyordu. E.Serbes gerçekleri yazsaydı ve kitabı bitirseydi kahramanımız da kitaplarını yayımlatabilecekti. Kitabın yarım bırakılmasıyla ilgili bir soru yöneltiliyor kendisine bir röportajda: “Futbolun hayatındaki yeri nedir? Romanı bile Dünya Kupası’nı rahat izlemek için erken bitirmek istemişsin.” Serbes çok güzel savuşturuyor: “Çocukluktan başlıyor hikâye, bütün aile Beşiktaşlıydı. Haliyle sen de Beşiktaşlı oluyorsun. Eskiden televizyon başında maç seyretme vardı. Şimdi mekânlara yayıldı


iş. Ailecek maç seyretme keyfinin hazzı inanılmazdı. Çocukken çok fanatiktim. Beşiktaş gol yiyince kafamı duvarlara vurup ağlıyordum. Annem hâlâ anlatır.”(3) Heyecanlanan E.Serbes Dünya Kupası (milli takımlar) sorusuna Beşiktaş’la yanıt veriyor. Erken biten kitapla ilgili ise hiçbir şey söylemiyor. E.Serbes 26 yaşından sonrasını yazsaydı, yani kahraman kitaplarını yayımlatabilseydi ne olurdu? Bir kere, Emrah Serbes, Emrah Serbes olmazdı. Kendi ekmeğine kan doğramış olurdu. Müptezeller’deki ufacık bir umut E.Serbes’in sonu olurdu. E.Serbes, insanlara umutsuzluk pompalayarak, acıyı mutlaklaştırarak para kazanıyor. Bu yolla bir okur/müşteri kitlesi edinmiş durumda. Burada da gerçeğe açılan tek yol olarak uyuşturucuyu ve alkolü gösteriyor. Bunun bir nedeni olmalı. E.Serbes’in yazdıkları edebiyatsa eğer uyutucu ve kendisini müşteriye/alıcıya göre ayarlayan edebiyat olduğunu söylemek gerekiyor. Müşterisi acı istiyor ve E.Serbes de gözyaşını, acıyı ve arabeski yazıyor. Birçok yerde derin denilen konulara el atılsa bile müşterisinin anlama ve beğeni olanakları çerçevesinde geçiştiriliyor. Aklı yormayan, eğlendirici, uyutucu ve bir oturuşta okunan kitap Müptezeller. Müptezeller’e Otobiyografik Roman Denilebilir mi? E.Serbes’e şu anımsatılmalı: Anılarını, daha doğrusu yaşamındaki yalnızca kötü anıları ayıklayıp alt alta sıraladığında, aralara da argo sözcükler serpiştirdiğinde roman yazmış olmuyor yazar. Müptezeller’e yalnızca anı parçaları diyebiliyorum. Dolayısıyla acılı parçaları sıralayarak oluşturulmaya çalışılan örge nedensellikle örülemiyor. Bunun yerine birçok yerde rastlantılara başvuruluyor. Yalçın Küçük’ten alıntılıyorum: “Yaşamdan sanatı için bir kurgu çıkaramayan acemi yazıcı, ya şematizme kayıyor, ya da yazıcılık sanatı ile eğlenebileceğini düşünüyor. Acemi yazıcı ya sahte bir peygamber ya da bir kuyruklu yıldız oluyor; kısa ömürlü demektir.”(4) E.Serbes’in hayranlarını/müşterilerini mürit olarak görüyorum. Kısa ömürlü olacağından da kuşku duymuyorum.

17


18

Nasıl E.Serbes’in reklamı yapılıyorsa o da bunun karşılığını kitaplarında ürün yerleştirme yaparak fazlasıyla veriyor. Müptezeller kitabında geçen markaları yazıyorum: Can Yayınları, Posta Gazetesi, Samsun, Apranax, As Ecza, Suboxon, Windows 97, Hosta Piknik, Hedef Ecza, Aldolan, Contramal, Zalidar, Dramador, Toyota Corolla, Baby TV, Ford, Bond, Zippo, Vito, Komagene, BMW, Vialand, Vodafone, Hilton, Efes… Müptezel: sıradan, bayağı ve iptizalin sıfatı. İptizal ise, ayağa düşme, bayağılaşma, onursuzlaşma… E.Serbes’in buralara gelmesinde Gezi’nin yeri büyük… Bir gezi sloganıyla bitiriyorum: “Simit sat, onurlu yaşa!” 1- Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodern Açılımlar, İletişim Yayınları, İstanbul,2016 2- Kaan Arslanoğlu, Politik Psikiyatri, Adam Yayınları, İstanbul, 2003 3- http://www.hurriyet.com.tr/emrah-serbes-bazendelirmek-de-care-degil-40255809 4- Yalçın Küçük, Cumhuriyet’e Karşı Küfür Romanları, Mızrak Yayınları, İstanbul, 2011 *Bu çalışma ilk olarak Eleştirel Kültür Dergisi EK’in MayısHaziran 2017 tarihli birinci sayısında yayınlanmıştır.


19 Ölü Kemâl Hatipoğlu

Bir ölüden farkım yok yaz aylarında. Tabutum odam olur Kefenim nevresim; Ne yataktan kalkasım gelir Ne bir şey yapasım. Ne hatırımı soranım olur Ne de hâlime ağlayanım, Kimsesizler apartmanındayım. 27 Haziran 2017


20 Dağılmış Saçlar Tamer Şarkaya


21

Kıyısında oturuyoruz fırtınanın. Dağılmış saçlar; Toplanmamış odalar, Yaşanmamış aşklar gibidir. Kirpiklerinin ucuyla yıldırım düşürüyorsun. Baldın, bal saçlımdın. Buhurumeryem çiçekleri açmasını beklerken Balçık oldu toprak. *** Görsel: Sahildeki Genç Kadın (1896) – Edvard Munch


22 Satıcı / Ters Yüz Orçun Üzüm

Asgar Ferhadi son filmi Satıcı’da, Arthur Miller’in 1949’da yazdığı eleştirel bir tiyatro oyunu olan Satıcının Ölümü adlı eserden esinlenmiş. Genel anlamda bireyin ters yüz edilişini konu alıyor film. Başlarda iyi olan bir bireyin sonlara doğru kötüye dönüşmesi Ferhadi’nin asıl meselesi olmalı ki kültürlü ve sanatçı bir karakterin, yaşlı çaresiz birine karşı nasıl acımasızlaştığını izletiyor bizlere. Bu dönüşüm


için gerekli nedenleri bizlere sorgulatırken diğer yandan kadın ve erkeğin toplumsal rollerini erkeğin gözünden aktarmayı başarıyor. Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini kazanan film Oscar’da Yabancı Dilde En İyi Film ödülünü de almayı başardı.

Film Emad ve Rana çiftinin oturdukları evi terk edip başka bir eve geçiş yapmasıyla başlar. Rana yeni taşındıkları evde yalnızken eski kiracıyı ziyarete gelen bir yabancının saldırısına uğrar. İçeride yaşanan olayları bilemiyoruz ancak banyoda olaydan sonra kafasına darbe alan Rana, yatak odasındaki paralar, prezervatif ve salonda bulunan bir araba anahtarı var elimizde. Emad polise gidip olayı anlatma taraftarı olsa da Rana polise gitmeyi reddeder. Kendini açıklayamayacağını düşünür, bu tavır olası bir tecavüz ihtimali ile ilişkide güvensizliğe yol açar ve Emad’ın kafasında soru işaretleri oluşur. Modern, kültürlü bu çift yaşadıkları toplumun da biraz zorlamasıyla ilk kırılmalarını yaşıyorlar. Rana olayı sessizce kendi içerisine bastırarak kabullenmeye çalışıyor, hatta unutmak istediğini söylüyor.

23


24

Öte yandan Emad kafasında ki soruları cevaplandırmak adına saldırganı kendisi bulup cezalandırmak istiyor. Emad Rana’nın polise gitmeyi reddettiği anda intikam almak için yanıp tutuşan bir birey haline geliyor. Eve giren adam yaşlı ve çaresiz bir satıcıdır. Emad satıcıyı cezalandırmak amacıyla yaşanan her şeyi ailesine anlatması için onu zorlar. Satıcının ailesi ve Rana olaya dâhil olduktan sonra Emad hikâyenin kötü karakterine dönüşür. Rana ve Emad karakterlerinin film içindeki karakteristik dönüşümleri doğru ve yanlış üzerine bildiklerimizi sarsar haldedir. Rana karakteri yaşadığı olaydan sonra korkuya yenik düşmüş, mesleğini yapamayacak duruma gelmiş, yaşadıklarını anlatmaya çekinen ve acı çeken birine dönüşmüştür. Emad başlarda yardımsever, düşünceli görünürken o da yaşananlardan sonra sadece intikama odaklanan biri haline gelmiştir. İkilide yaşanan bu değişiklik aralarındaki ilişkiyi yıpratır hatta yok ederken, “doğru ve yanlış nedir?” sorularıyla karşılaşıyoruz. Peki, karakterler neye bağlı olarak değişti? İranlı yönetmenin bu hikâyede anlatmak istediği gerçek neydi?


25

Öncelikle hikâye bir erkeğin gözünden anlatılmış, toplumun erkeğe yüklediği sorumluluk, namus gibi kavramların arasında boğulan bir Emad izliyoruz. Kendi içerisinde bastırılmış duygularını, yaşanan olaydan sonra dışarı vuran ve öfkesini nasıl kontrol edeceğini bilmeyen bir karakter, diğer bir değişle sahte modernliğin yıkılışı gerçek benliğin ortaya çıkışı. Aynı durum Rana’da da beliriyor güçlü, modern bir görüntünün ardında toplum baskısından çekinen, yaşadıklarını bile anlatamayan güçsüz bir kadın figürü. Rana’ya saldıran yaşlı adam ve ailesi filmin içerisine doğrudan yansıtılmış İran toplumunun yalın örneği olarak çıkıyor karşımıza. Geleneksel toplumlar içerisinde modern olmaya çalışan bireylere açık bir eleştiri ya da özeleştiriye davet var filmde. İnsanlığın ezici çoğunluğu olduğundan farklı, aslını gizleyerek yaşar toplumda. Her ortama uygun olarak başvurduğumuz roller vardır, ya kendi benliğimizi gizleriz ya da olmak istediğimiz gibi davranırız. Gerçek benliğimizin açığa çıkması, içimizdeki duyguların bir tetikleyiciye bağlı hareket etmesinden başka bir


26

şey değildir. Bu durum doğru veya etik değildir tartışmasından ziyade, ortaya çıkan duyguları yönlendirmede sorun yaşarız sıklıkla.

Emad karakterinin yaşlı bir adama ne yapacağını bilmemesi ama sonsuz bir öfke duyması gibi. Bu karakter değişimlerinin temel sorunu bireyin yaşadığı çevre ve toplumda olmak istediği kişiliğin karşılığını ve dayanağını bulamaması olmuştur. Satıcı filminde modern görünen ama intikam hırsıyla yanan ve beraberinde modern öncesi güdülerle hareket eden bir karaktere eleştiri sunulurken aynı zamanda İran toplumunun aynı birey üzerindeki etkisi gözler önüne serilmiş ve aslında bireyin toplumdan ayrılamaz bir parça olduğuna vurgu yapılmıştır. Bizler tüm ilerici çabamıza rağmen içimizde bir yerlerde yaşadığımız toplumun egemen görüşlerini barındırıyoruz. Bir sorun karşısında ters yüz edileceğimiz güne kadar karakterimizi en iyi şekilde hazırlıyoruz ve sunuyoruz. Satıcı, izleyiciyi bu gibi sorularla baş başa bırakan, toplumsal roller üzerine tartışabileceğimiz, benlik duygusu ve toplumda ki yapay karakterlerimiz hakkında bizlere ayna tutan bir film.


27 Guy Ritchie’nin Gayri Ciddi Arthur’u Onur Keşaplı

Sıklıkla romantize edilen, yazlık sinema geleneğini saymazsak ülkemizde yaz ayları sinema hasılatları açısından durgun olagelmiştir. Bunun tam aksini yaşayan ABD’de ise yaz ayları para kazanma hırsıyla yanıp tutuşan yapımcılar için, “blockbuster” olarak adlandırılan gişe canavarı filmlerin sahasıdır. Ancak son yıllarda bu tarz yapımların sabun köpüğü kıvamını bile tutturamayacak kadar düşmesi Hollywood için tehlike çanlarını çalışı olarak yorumlanmalı. Özellikle Suicide Squad/Gerçek Kötüler, Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar ve bir bütün olarak Transformers dizisi, senaryo yazımının asgari değerlerini bile taşımaya tenezzül etmemiş, kendi düşüklüklerini fiyakalı efektler ve bunu takip eden oyuncaklar/oyunlarla kitlelere yaymayı adeta amaç edinen işler


28

olarak çıtayı epey aşağıya çekti. Bu yıl her zamankinden daha fazla sayıda “blockbuster”a sahip olan ABD sineması, bir hayli beğenilen Wonder Woman ile mevsimi açtıktan sonra popüler film severler adına umut verici bir ivme yakaladı. Bu ivme yaratan ve ivmeden yararlanan filmler arasında, ülkemizde Kapışma adıyla gösterilen 2000 yapımı kült film Snatch ile güçlü bir çıkış yakaladıktan sonra irtifa kaybeden ancak iki başarılı Sherlock Holmes filmiyle gücünü yakalayan İngiliz yönetmen Guy Ritchie’nin yeni işi Kral Arthur: Kılıç Efsanesi yer alıyor.

Ülkemizde geçtiğimiz aylarda gösterime giren film, Britanya mitolojisinin özü konumundaki Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri efsanesine gayri ciddi bir yaklaşım getiriyor. Ancak bu tonun sulu bir güldürü olduğu düşünülmemeli. Marvel filmleriyle baskınlaşan eğilim olan mizah dozlu aksiyonun, bunu ilk filminden itibaren başarıyla uygulayan Guy Ritchie ile buluşması olan Kral Arthur: Kılıç Efsanesi, efsaneye daha önce eğilen filmlerden ayrılıyor. 1981 yılında John Boorman’ın yönettiği, değeri sonradan anlaşılan ağdalı destan Excalibur’ın parlaklığına nazaran kendini daha az ciddiye alan, efsaneyi gerçekleştirme eğilimi ile 2004 yılında Antoine Fuqua yönetiminde beyazperdeye taşınan ancak akıl dışına çıkarak bir başarısızlık abidesine dönüşen Kral


Arthur’a göreyse her açıdan üstün Ritchie uyarlaması, daha ilk on dakikasında mitolojinin en büyük kötüsü Mordred’i harcayıp ve özdeşlik kurulması mümkün olmayan hacimdeki savaş sahnesiyle cesur bir açılış yapıyor.

Arthur dışında kimsenin saplı olduğu kayadan çıkartıp doğrultmayı beceremediği ve Arthur’un ancak bunu başararak kral unvanını hak etmesini sağlayan efsanevi kılıç Excalibur etrafında şekillenen film, mitolojiye göre kılıcı yeryüzüne getiren Göldeki Kadın başta olmak üzere efsanenin önemli yan karakterleri olan büyücü Merlin’i, Arthur’un en önemli yoldaşı Lancelot’u ve her ikisinin de âşık olduğu Guinevere’i hiç kullanmayarak farklılaşıyor. Hatta yuvarlak masanın bile kullanılmayışı akıllarda devam filmlerine yönelik bir ön hazırlık olduğu hissi uyandırıyor. Hudutları bu şekilde çizilen filmin sinematografisinde ise Ritchie’nin imzasına dönüşen hareketli kamera kullanımları ve sıçramalı kurgunun ağırlığını görüyoruz. Aksiyon sahnelerindeki kamera açısı ve hareketlerindeki tercihler Ritchie’nin yönetme becerilerini kanıtlar nitelikte. Özellikle Sherlock Holmes filmleriyle akıllarda kalan diyaloglara eşlik eden gelecek veya geçmiş zamanlı görüntüler silsilesi ise ana akımın klasik kurgu tercihlerine nazaran özgün

29


30

ve zeki olmayı sürdürüyor. Filmin müzikleri, lakaplar üzerinden ilerleyen kalabalık karakter dizilimi Snatch ve öncesinde Ateşten Kalbe Akıldan Dumana filmlerinin canlılığını akla getiriyor. Filmografisinin tamamına yedirdiği İngiliz mizahını, Kral Arthur: Kılıç Efsanesi’nde de başat bir unsur olarak kullanan Ritchie, ünlü komedi ekibi Monthy Python’un 1975 yapımı Arthur parodisi Kutsal Kâse kadar olmasa da güldürüyü türün klişelerini umulmadık anlarda taşlamasıyla zekice kullanarak yaz mevsimi için birebir bir seyirlik ortaya koyuyor.

Kral Arthur’un şimdilik son uyarlamasını, hafif zorlama bir okuma ile ideolojik olarak, Jude Law’ın canlandırdığı kötü kral Vortigern’in baskı rejimine karşı “direniş” olarak adlandırılan bir yapılanmanın savaşım vermesi üzerinden düzen içi muhalif olarak yorumlayabiliriz. Bunun değeri var mı elbette tartışılır ancak Wall Street’i İşgal Et hareketinin en hararetli günlerinde, Yarasa Adam üçlemesini Kara Şövalye Yükseliyor ile noktalarken açık şekilde Wall Street’ten yani sermaye düzeninden yana tavır koyan Christopher Nolan akla geldiğinde Ritchie’nin yönelimi az da olsa önem arz ediyor. Tüm bunların ötesinde


tek bir mitolojik anlatımını farklı sanat disiplinlerine defalarca uyarlayarak küreselleştirmeyi başaran ülke ve kültürleri gördükçe, zengin Türk mitolojisinden bihaber oluşumuz ve Anka Kuşu, Dede Korkut, Ergenekon gibi daha nice mitolojik anlatıyı güncele taşıma konusundaki isteksizlikle harmanlanmış beceriksizliğimiz akla geldiğinde üzülmemek elde değil.

31


32 Gök gürültüsü, sakin akan su… Eksildiler, çoğalacaklar. Dostumuz Chris bu! Özgür Keşaplı Didrickson Sayısız anıma sesiyle iz bırakmış, yaşamın türlü zorluklarıyla açılan yaraları iyileştirmeme yardım etmiş Chris Cornell, beklenmedik ölümüyle pek çok insan gibi beni de derinden etkiledi. Yaşamımda rekabet ile ciddi olarak – biraz da doğallıklailk kez üniversitede tanıştığımı düşünürüm. Dershaneler, sınavlar hayatımızı kâbusa dönüştürmüşse de lise yıllarındaki dostluklarım çok daha gerçek ve çıkarsızdı. Birbirimizi okula, ailelerimize, önünün kesileceği kesin görünen düşlerimize karşı müthiş bir sevgi ve dayanışma ile destekleyip koruduğumuz bu yıllarda tanışmıştık Soundgarden ve diğer “Seattle çıkışlı”, “grunge” müzik yapan gruplarla. Beklenmedik bir göktaşı yağmuru gibi hayatımıza girmişlerdi ama öfkeleri ve sahicilikleri sarsıcı derecede tanıdıktı. Onları tutkuyla dinlediğimiz için Amerikan hayranı sayıldık belki, oysa hemen hepsi düzene karşı gerçek bir öfke duyuyordu. Gençliğimizin çalındığı lise yıllarımızdan sağ çıkmamızı sağlayan bu müzisyenleri o günden beri dost saydık, Seattle olduğundan yakın göründü. Soundgarden’i ilk olarak Outshined şarkısının klibiyle Yunan televizyonunda gördüm. Chris’in çok etkileyici biri olduğu ortadaydı ama en çarpıcı olan sesi ve şarkı söylerkenki beden diliydi. Taşkın bir öfkeyle dershaneye giderken otobüs demirlerini yerinden sökesim gelirdi. Hele walkmande dinlediğim müziğin kulaklarımdan taşan sesini bile fazla bulup kısmamı isteyenler olduğunda çok sinirlenirdim. Chris ve özellikle Eddie’nin (Pearl Jam) şarkılarını elleri, kolları, ayakları sakin durmadan söylemeleri


33 taşkınlıklarımızı olabildiğince içimize, müziğe akıtmamızı sağlıyordu. Outshined klibinde Chris’in ayaklarını sertçe yere vurması da üzerinden geçen enerjiyi topraklamasına benzemesi gibi. Ne de olsa haksızlığa uğrayan bizdik ve elbette kimseye zarar vermek gibi bir isteğimiz yoktu. “Grunge” adıyla pazarlanan her grup Seattle çıkışlı değildi aslında ve soundları da aynı çatı altında toplanamayacak kadar farklıydı. Birlikte anılmalarının asıl nedeni bir kısmının albümlerinin Seattle merkezli bağımsız plak şirketi Sub Pop altında toplanmaları ve peşi sıra dünyaca ünlenmeleriydi. Cornell’in cenaze töreninde Audioslave (ayrıca Rage Against the Machine) gitaristi Tom Morello’nun üzerinde Sub Pop yazan tişört giymesi bu nedenle anlamlıydı.

“Nirvana” yazılı üstüyle Chris Cornell ve Andy Wood Chris’i, sesinin muhteşemliği dışında gruplar arasındaki dostluğun bir simgesi olarak da çok sever, sayardım. Mother Love Bone isimli grubun solisti ve oda arkadaşı olan Andy Wood’un uyuşturucudan ölümü üzerine müzisyen dostlarını bir araya getirerek muhteşem bir albüm yapması böyle düşünmemi


34

sağlayan ilk şeydi. Chris’in öncülüğünde kurulan Temple of the Dog isimli grupta Soundgarden’dan Matt Cameron (davul) , MLB grubundan Jeff Ament (bas) ve Stone Gossard(gitar) yer alıyordu. Onların yanı sıra gitarda Mike McCready ve kimi şarkılarda vokal olarak Eddie Vedder vardı. Bizler TOTD grubunu aynı isimli albümde yer alan Hunger Strike şarkısıyla tanımıştık. Yoksulluk, açlık gibi ABD topraklarında da hala yaşanan sorunlarına karşı duyarlılık içeren sözleri ve çarpıcı klibiyle bu şarkıyı çok sevmiştik. Müzikle aramıza öyküsünü sokan kliplerden de uzaklaşmaya başladığımız yıllardı. TOTD 2016’ya dek tek albüm dışında bir araya gelmedi ancak Hunger Strikeşarkısı, inanılmaz bir enerjiye sahip Andy’in küllerinden bambaşka ama yine muhteşem bir grubun kurulacağının müjdesini vermişti. Tam da bu nedenle TOTD grubunun 2016’da, 25. yıllarını kutlamak için yeniden bir araya gelerek bir dizi konser vermesi, yine benzersiz üretimlerin ateşini yakacağı müjdesini verdiği için de çok heyecan vericiydi. Konser videolarını sonradan izlediğimde grubun doğallıkla MLB şarkılarından birkaçını söylediğini gördüm. Bu şarkıları çalmadan önce Chris seyircilere Andy’den, müziğinden söz ediyor. Zamanı görece kılan bu selam, Chris’in bu konserlerden kısa süre sonra öldüğünü de düşündüğümüzde kuşkusuz tüyler ürpertici. Chris’in Andy’in kimi şarkıları için “Nasıl oldu da ben böyle bir şarkı yazamadım?” diye düşünmüş olduğundan, aralarında sağlıklı, güzel bir rekabet olduğundan söz etmesi ise bu tür rekabetin nerdeyse tarihe karıştığı dönemde ne kadar anlamlı. Chris, MLB’dan “Man of Golden Words” şarkısını, Pearl Jam’in son zamanlarda coverladığı bir şarkıya bağlayarak söylüyor. Hatta bir versiyonunda PJ coverından sonra başka bir MLB şarkısına geçiyor. İzlememiş olanlar için bu şarkılarının hangileri olduğunu yazmayayım.


“Man of golden words” şarkısı sözleri açısından ilginç bir şarkı. Pek çok şarkı sözünde müzisyenlerin tam olarak neye selam verdiğini, neden söz ettiğini tam olarak anlamadığımız zaten anlamamız da gerekmeyen; kendi dünyamızca bir şeyler hissetmemizi sağlayan sayısız kelime, cümle vardır ya; bu şarkıda Andy, çok açık bir şekilde müziğin çok güçlü bir evrensel iletişim dili olduğundan söz eder. Bu sanki Andy ve 3 şarkıyı birbirine bağlayan Chris ile gündelik bir konuşmada buluştuğumuz hissini uyandırdı bende. Sahne ile seyircinin bir olduğunu. İlk yıllara dönersek, MLB grubundan Stone Gossard’un birkaç demo kaydının olduğu bir kaset, Red Hot Chili Peppers davulcusu Jack Irons’ın da aracılığıyla o sıralar San Diego’da yaşayan Eddie Vedder’e ulaşmıştı. Bu demolar üzerine söz yazıp şarkı söyleyen Eddie’nin sarsıcı sesinden çok etkilenen Gossard, Ament ve Mike McCready onu Seattle’a çağırmışlardı. ABD ile Türkiye arasında o zamanlar zaman farkı vardı, kliplerin kayıt sırasına göre de dönmediği düşünüldüğünde tam emin olamıyorum ama sanırım Hunger Strike müzikseverlerin Eddie’nin sesiyle ilk karşılaşmasıydı. Gossard, Ament ve Mike Mccready, TOTD nedeniyle bir araya gelişlerinin hemen sonrasında davulda Dave Krusen ile birlikte Pearl Jam grubunu kurarak stüdyoya geçtiler. TOTD albümünün kayıtlarından yalnızca 4 ay sonra, ilk albümleri Ten yayınlandı. Bu sürece, özellikle Chris’in ve elbette PJ üyelerinin birbirlerini de besleyen yaratıcılıklarından ne kadar etkilendiğimi anlatabilmek için de değindim. Birbiriyle kesişen kayıtlar arasında Chris de Gossard’ın demoları üzerine söz yazıp söylemiş. O sıralar İzmir’de yaşayan bizim, Konak’taki Stüdyo Ümit’den edindiğimiz kasetlerde albümlere girmeyen şarkılar da olurdu. Ten albümüne dâhil edilmemiş olan Footsteps isimli şarkıyla ne şanslıydık ki böylece erkenden tanışmıştık. TOTD

35


36

albümündeki Times of Trouble şarkısı ile Footsteps şarkısının müzikal benzerliği ancak aynı zamanda çok farklı oluşu nedeniyle yaratıcılıklarına şapka çıkarmıştık.

Soundgarden ve Pearl Jam bir arada

Chris’in ne kadar özel bir sesi olduğunu gösteren muhteşem TOTD albümünü yıllar içinde hiç bıkmadan dinledim. Şarkı söylemeyi çok sevdiğim için Chris’e -örn. Badmotorfinger’e göre- daha çok eşlik edebildiğim için de bu albüm çok özel oldu her zaman. Bu albüm Andy Wood’u, Mother Love Bone’u merak etmeme de neden olmuştu elbette. MLB’nun ve Stone ile Jeff’in ondan önce yine birlikte çaldıkları Green River grubunun albümünü de o günlerde yurt dışına giden aile dostlarımız sayesinde edindim. Özellikle, hala sık sık dinlediğim MLB çarptı beni. Andy’nin sesinden de kaynaklanan çok özgün, lirik bir soundları vardı. (Müzik aleti çalmadığım için büyük olasılıkla soundları doğru tarif edemiyorum ama ne iyi ki youtube üzerinden dinleyip kendi kararınızı verebilirsiniz). Chris’in, ününü diğer müzisyenleri de görünür kılacak şekilde kullanmasına neden olan müzik ve dost sevgisi olmasa “grunge” dünyada patlamadan önce ölen Andy Wood’dan, MLB’nun benzersiz müziğinden haberimiz olmayacaktı.


37

Chris’in, ses aralıkları arasında bir çita gibi hızlı geçiş yapabildiği muhteşem sesini, dönemin kült filmlerinden, 1992 tarihli Singles/Bekârlar filminin soundtrack albümünde de keyif diyarlarına uçarak dinledik. Bu filmde Soundgarden, Alice in Chains, Pearl Jam gibi gruplar değişik şekilde görünüyordu. Benim için ayrıca, sesini çok beğendiğim oyuncu Campbell Scott’un yer alışıyla da özel bir filmdi. Cameron Crowe’un çektiği filmde sonlara doğru Chris’in göründüğü bir sahne vardı. O sahnede arabanın camlarının çalan müzikle değil, onun sesiyle parçalandığını bile söyleyebilirdik. Mesela soundtrackte yer alan Birth Ritual ile. Bir müzisyenin sesi ne kadar güçlü olursa olsun elbette söylediği her şarkıyı beğenmediğimiz oluyor. Chris’ten, Soundgarden’dan ilk haberdar olduğum Badmotorfinger albümü zaman karşısında gücünü hiç yitirmedi ancak bir sonraki albümleri Superunknown’u, en sevdiğim şarkılarından olan Spoonman dışında pek beğenmedim. O albümün en ünlü şarkılarından Black Hole Sun da, klibi içimi daraltsa da çok farklı bir şarkıydı. Bu arada Chris’e kısa saç da acayip yakışmıştı, sesi aynıydı ama işte o dönemde Soundgarden’ın


38

yörüngemden çıktı biraz. Chris’in sonraki grubu Audioslave’i ve solo albümlerini de takip etmedim. Bir yerlerde duyup kulak kesildiğimde beğendiğim şarkılar oluyordu ama o kadar.

Pearl Jam, tüm o gruplar içinde müzik açısından en çok sevdiğim, kesintisiz takip ettiğim tek gruptu. Onları da internet ve youtubelu yıllarda bile müzikleri dışında takip etmedim. Pearl Jam’i çok sevmeme neden olan şeylerden biri de zaten şarkılarına uzun süre video klip çekmemeleriydi. Ancak 2010 yılında Alaska’ya yerleşince, sevdiğim bu müzisyenlerin yaşadıkları toprağın sorunlarını daha iyi tanımaya başlayan birisi olarak söyleşiler, youtube’da kaydı olan şarkılar, konserler aracılığıyla da yaklaşmak istedim onlara. Açıkçası yüzlerini de özlemiştim. Tam da o sıralarda Pearl Jam’in 20. yıllarını kutlayan bir belgesel yayımladı. Böyle bir fikri saçma bulmuştum ama tabii ki izledim. Elbette Chris’le de söyleşi yapılmıştı. PJ üyeleriyle yakın dostluğu, onlara verdiği destek, zaman tünelinden çıkan görsellerle de ortadaydı. Ancak bence Chris’in söylediği en önemli şey, Kurt Cobain’in ölümünden önce Andy Wood’un


ölümüyle sarsılmış olmalarıydı. Sonuçta Seattle dünyanın merkezine yerleşmeden önce de müzik yapıyordu onlar, bundan açık belirtilemezdi. Chris’in gözlerinden de çok etkilenmiştim. Bu gruplara kol kanat geren, ün konusuyla arasındaki mesafeyi en iyi gözetebilen bir ağabey olarak görünüşünün anahtarı gözlerindeymiş gibiydi. Zorluklara daha erken maruz kalmış, acı veren çok şey görmüş, yaşamış birinin gözleri gibi. Bir de tedirginlik; sanki kendi değerini bilmek ile dünyaca ünlü olmak arasındaki dengeyi kaybetmeme tedirginliği. Ancak bunlar şimşek hızıyla aklımdan geçen kişisel düşüncelerimdi. Ancak yine de bu söyleşiyi Chris’in onlar için çok güçlü, çok kendinde bir dayanak noktası olduğu izlenimlerimizin kanıtı olarak görmüştüm. Çok uzun boylu olan Chris’in Eddie’yi sırtında taşıdığı kareler bunun somutlaşması gibiydi sanki.

Eddie ve Chris yıllar içinde Hunger Strike’ı sayısız kere söylemişler. Görmediğim birkaçına youtube keşiflerimde rastladım. 92 tarihli sevimli, hatta komik versiyonu; uzun boyuyla da görkemli bir rock tanrısına benzeyen Chris’in bu kez ayakları yerine mikrofonunu yere vuran yakın tarihli biri… Bu 2

39


40

müthiş sesin, dilediklerinde gök gürültüsünü evcilleştirebilecekleri bir şekilde yaş alışından da etkilenmemek mümkün değil. Youtube’da gezinirken Chris’in Whitney Houston, Michael Jackson şarkılarını coverladığını da gördüm. Houston’un, ortaokul yıllarında beğenerek, sesimi yettirmeye çalışarak söylediğim, ancak soran olsa beğendiğimi söylemekten utanacağım I will love you şarkısını falan söylemesi, Chris’in kendi sesine, müziğe, müzisyenlere ve yaşamın zorluklarına bir tür selamıydı sanki. Sanki iyi yaptığımız, sevdiğimiz bir alanda eleştirilere gereğinden fazla takmadan üretmek, keyif alacağımız her anı içe çekmekle ilgili bir selam. Ayrıca bu şarkıları müthiş bir yaratıcılıkla coverlamıştı. Bu coverlar Chris’in karakterini de – elbette bana geçtiği kadarıyla-ne kadar sevdiğimi hatırlattı. Kendi şarkısı Part of me’nin şaşkınlıkla karşılandığını, düş kırıklığı yarattığını okumuştum. Oysa ben Chris’in sesiyle, bizi dans pistine çağırmasının ilginçliğine gülümsediğim o şarkıyı da çok sevmiştim. Yazdığı sözlerde sıklıkla kara mizah, acı olsa da -ya da tam da bu yüzden- özgür bıraktığı sesi, sahteliklere dayanmaya çağıran yalın bir nefesti. Prince öldüğü zaman Nothing compares to you şarkısını coverlaması da yine müziğe, müzisyenlere sevgisini ve saygısını gösteriyordu. U2’nun One şarkısının müziği üzerine Metallica’nın One şarkısının sözlerini koyarak yaptığı cover da yine yaratıcılığını… Yakın arkadaşı Eddie Vedder’in John Lennon’un Imagine şarkısı ile Bob Marley’in Redemption song şarkısını coverladığı (sonuncusunu kızı Toni ile) dönemde aynı şarkıları coverlayarak dostuna selam etmesi, tadı kaçmış, sığlaşmış şu dünyada müziksiz yaşayamayan bizleri gülümseten bir jestti. Yine de Chris’in sesi Higher Truth isimli son solo albümünde yer alan Nearly forgot my broken heart şarkısıyla döndü en içime.


Çırılçıplak sesi, Amerika’nın çelişkilerini yoksul bir yerlinin eşi olarak çok çarpıcı şekilde gördüğüm için sıklıkla çıldırmanın sınırlarına geldiğim o dönemde “Acı çekiyorsun ama güçleniyorsun da. Dingin karşıla, dingin…” der gibiydi. Zaten sanat da böyle bir şey değil mi? Kaynağından bize ulaştığında aynı olmayan, kimi zaman içine girip kendimizi iyileştirecek mesajlar bulduğumuz bir nehir. Şarkının iki klibinden animasyon olanını izlemek de yine bir tür meditasyondu benim için. İçimdeki, lise yıllarındakine benzer bir öfke değildi elbette. Ve o yıllarımdaki görüşlerim de her şeyi daha berraklaştıracak şekilde değişmişti. Yıllar önce tüm benzerlik hislerimize rağmen onların bizlerden biraz daha “özgür” olduklarını düşünmemiz bir yanılsamaymış. Onlar da aslında “doğal yaşam parkında” yaşıyorlarmış. ABD’de yaşamasam belki böyle düşünmeyebilir, lise yıllarının saflığında kalabilirdim. Chris dendiğinde pek çok farklı yaşıma yolculuk etsem de beni en çok gülümseten onunkine benzer postallara kavuştuğum an. Üniversiteye (Ankara) bizden önce giden bir arkadaşım orada bana özel postal yaptırmıştı. Vişne kurusu postalları gördüğümde deliler gibi sevinmiştim. Bir de annemin pek çok yeri yırtıldığı halde giymeye devam ettiğim için kızdığı Badmotorfinger tişörtümü yer bezi yaptığında delirmiştim. O sıralar renkli postallara, sevdiğimiz grupların tişörtlerine sahip olmak, saçlarımızı kısacık kestirmek bile çoğunlukla uyumsuzluğumuzu gösterirdi sanki “özgür” hissettirirdi. Chris’inkine benzer postallarla sinirli sinirli dershane yollarında yolculuk ederken yoksul ABD vatandaşlarının inanılmaz pahalı olan üniversiteye gidemediklerini, ABD’nin bizimki gibi ülkelerin beyinlerini satın aldığını, orada insanların parası kadar “özgür” olduklarını bilseydik acaba yaşamımız ne kadar farklı olurdu? Kim bilir belki her fırsatta sorunlarının

41


42

ve düşüncelerinin “sıradan” pek çok insanla benzediğini dile getiren, bizi iyileştiren müzisyen dostlarla güç birliği yaparak dünyayı daha adil, yaşanır kılardık. Chris aynı Eddie gibi Obama’yla ilgili çeşitli törenlerde şarkı söyledi. En son Ermeni “soykırımını” konu alan The Promise filmi için şarkı bestelemiş. Politik olmaları (ayrıca yoksullar ve doğa için de çalışmalar yapıyorlar) aslında olmamalarından daha iyi bir şey. Ancak bizlerin orayı daha “özgür” sanmamız gibi onların da bizim coğrafyayı doğru tanımadıkları kesin. Amerika, “uygar, özgür, yaşanılası ülke” algısını güçlendirmek için her fırsattan yararlanıyor. Kültürel emperyalizm sayesinde, üstelik internet öncesinin verdiği inanılmaz güçle “grunge” olarak piyasaya sürülen bu gruplar da ne yazık ki bu algıyı güçlendirmiş. Biz ve dünya gençliği onlarda sahicilik bulsak da, müziğin de dünyanın da yozlaşmasına engel olamadık. Düzen karşıtlığımız gökyüzünü hala aydınlatıyor ama ışık kirliliği de her geçen gün güçleniyor.


Chris son konserinde kayışının üzerinde tek yıldız olan bir gitarla çalmış. Giysilerinde sıklıkla yer aldığı ve çoğu insanın sözünü ettiği müthiş sahne hâkimiyetini hissedebildiğim için olsa gerek “yıldız” bana Andy Wood’u hatırlatır hemen. Pek çok şeyin yanı sıra, Wood’dan Cobain’e, Joplin’den Hendrix’e, Staley’den “sıradan” bir insana kadar milyonlarca insanın uzun yıllardır yoğun şekilde uyuşturucu kullandığı bir ülke değilse neresidir ışık kirliliğinin ana kaynağı? Yıldızları yeryüzünün ilk günleri kadar görünür kılacak şey tek başına o olmayabilir ancak içinde bu kadar çok, bu kadar gerçek sevgi barındıran müziğin en parlak yıldızlardan biri olduğu konusunda şüphesi olan var mı? Bu yazı işte böylesi bir sevgiyle karalanmıştır. Yıldızları ucundan tutan Chris’in ışığına saygıyla…

43


44


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.