AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi 117. Sayı Yayın Kurulu Deniz Eren Gülbike Yıldırım Onur Keşaplı Orçun Üzüm Özge Aslan Özgür Keşaplı Didrickson Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak Nick Cave Murat Gümüş 2017 Arka Kapak Nick Cave Murat Gümüş 2017 Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com
www.azizmsanat.org
İÇİNDEKİLER
4 Nick Cave Adlı Fantastik Bir Dünya Zülâl Kalkandelen
7 20
Nick Cave’e Özgür Keşaplı Didrickson
Modern Westernde Varoluşçuluk Ya Da Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikastı Orçun Üzüm
Şiirler/Pasajlar/Sözler Nick Cave
27 32
Belgesel Sinemada Çağdaş Anlatı Öznesi Olarak Nick Cave Onur Keşaplı
Editörden
Bunny Munro: Bir Anti Kahramanın Hikâyesi Gülbike Yıldırım
40 53 60
İntikam Savaşı: Kanlı Tehdit Deniz Eren
4 EDİTÖRDEN Disiplinlerarasılık terimi, tarihsel bağlamından kopartılarak güncele sıkıştırılan zamanımızın düşün dünyasının en popüler kavramlarından biri. Öyle ki günümüzde disiplinlerarası çalışmamak dinozor olmakla eşdeğer görülüyor. Sosyal bilimlerde, güzel sanatlarda ve hatta sayısal bilimlerde disiplinlerarası çalışmayanın vay haline! Söz konusu kavram (kavram olmayı başarabildiğince) eğretiliğe ve eklentiye çıkarttığı davetiyelerle buram buram post modernizm kokuyor ya da post modernitenin en kullanışlı oyuncağı haline indirgenmiş durumda. Hâlbuki disiplinlerarası gezinti çokça övülen post modern çağdan önce, hatta bir bakıma insanlığın kendisi kadar eskiye uzanıyor ve bunun temelinde insanlığın en büyük özerkliği olan soyutlama yeteneği yatıyor. Bir bütün olarak Şamanizm’i hatta paganizmi buna örnek gösterebiliriz. Anlatı olarak değerlendirildiklerinde pek çok duygu durumunu ve zıt eğilimi içlerinde barındırıyorlar. Alaska Yerlilerinin totem ile zirvesini bulan sanatları(zanaatları) soyutlama ve hatta zamanının ötesinde modern sanat olarak adlandırılabilir. Ya da Ütopya’da farklı tür ve katmanlar barındıran akışında edebiyat ve toplum biliminin birlikteliği, yapıtı disiplinlerarası teriminin öncüleri arasına pekâlâ katabilir. Modernitenin güzel sanatlara yansımalarındaki evrenselci, biçimci yapının, türler, kalıplar üstü üslubunun disiplinleri aşarken, pek çoğunu kapsayıcı olduğunu kim yadsıyabilir? Durum buyken zamane disiplinlerarasıcıların ne yaptığını, üretim açısından ne gibi yenilikler, alaşımlar sunduklarını merak etmemek elde değil. Zira hatırı sayılır bir uluslararası toplam için, yakın geçmişe damgasını vuran bir disiplinlerarası ad var; Nick Cave. Bu nitelemede bir abartı yok çünkü Avustralyalı sanatçı, 1978’de sahneye çıkışından bu güne, yaklaşık kırk yılda
müzikten sinemaya, sahnelemeden edebiyata uzanan temkinli ve bir o kadar cesur bir yelpazede durmaksızın üreten, tarifi zor bir personaya tekabül ediyor. Azizm olarak, Cave’in somutluğunda soyutlaşan kendine has ürkütücü, çekici, gizemli, hırçın, dingin, canlı ve yaratıcı karakterini, sanatçının 60. yaşı onuruna özel bir dosya ile değerlendirmeye aldık. The Birthday Party (ya da asıl adıyla The Boys Next Door) ile başlayan, The Bad Seeds ile zirveye yükselmekle kalmayan orada kalıcılaşan, Grinderman’la öfkelenen, pek çok düetle ehlileşen müzik yaşamında Nick Cave, post punktan garage rocka uzanan ses uzamında alternatif tabirinin altını dolduran ve pek çok enstrümana hayat veren bir sanatçı olarak öne çıkıyor. Cave’in yalnızca asri zamanlarda değil bir bütün olarak müzik tarihindeki önemi ve serüvenini, ülkemizin önde gelen müzik eleştirmenlerinden Zülâl Kalkandelen’in kaleminden okuyoruz. Çoğunlukla bizzat kaleme aldığı şarkı sözlerinde öne çıkan hikâye anlatıcılığı, şiirsel estetik biçimi ve içerik tercihlerindeki radikallik, Cave’in edebi tonunu birinci elden hissettiren bir dokuya sahip. Yazı sahasında roman, öykü, şiir türlerinde üreten Cave’in kimi pasajları, dizeleri ve sözleri, yazar Özgür Keşaplı Didrickson’ın çevirisiyle dosyamızda. Ek olarak Didrickson’ın Cave’e adadığı bir deneme ve şiir doğum günü armağanı yerine geçebilecek özgünlükleriyle dosyamıza derinlik katıyor. Özgün yazımda iki uzak zaman diliminde yer edebiyatı külliyatına iki eser kazandıran Cave’in romanlarından Bunny Munro’nun Ölümü’nün eleştirisi bu ay sayfalarımızda. Sinema yazılarımızda ise üç farklı noktadan, oyuncu, senarist ve film müzisyeni olarak Cave’in yedinci sanattaki konumuna bakıyoruz. Sanatçının oyuncudan çok öznesi olduğu, belgesel türüne yeni açılımlar kazandırırken iki zıt kutupta seyreden, yönetmenliğini Iain Forsyth ve Jane Pollard’ın üstlendiği 2014 yapımı Dünyada 20.000 Gün ve Andrew Dominic’in yönettiği 2016 yapımı One More Time With Feeling ile Cave’in
5
6
senaryosunu kaleme alıp müziklerini bestelediği John Hilcoat yönetimindeki 2005 yapımı Kanlı Teklif üzerine eleştiriler de bu sayımızda. Son olarak yine Andrew Dominic’in yönettiği, 2007 yapımı modern western Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikastı’na, Cave’in film müziklerinden hareketle varoluşçu bir yaklaşım getiriyoruz. Ayrıca kapaklarımızı süsleyen desenleriyle, Nick Cave’in rengârenk paletine kuzey ışıkları tonu kazandıran Murat Gümüş’e teşekkürlerimizi sunuyoruz. Disiplinlerarası ve türevi kavramları hakkıyla karşılamak adına,
Sanatla kalın dostlar.
Azizm’in Notu: Ekim 2017 tarihli Azizm Sanat E-Dergi’nin 118. sayısı için, dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 7 Ekim tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
Nick Cave Adlı Fantastik Bir Dünya Zülâl Kalkandelen* -Bu yazı ilk olarak Vogue Türkiye’nin Mayıs 2013 sayısında yayınlanmıştır- ***
55 yaşında, yaklaşık 40 yıldır sahnede, besteci, yazar, senarist, oyuncu... Birisine tanımadığı bir insanı bu şekilde anlattığınızı düşünün. Büyük olasılıkla daha adını bile duymadan etkilenecektir. Ama gelin görün ki, sözünü ettiğiniz o sanatçı Avustralyalı alt-rock ikonu Nick Cave bile olsa, hâlâ her konserde sahneye çıkmadan önce içinde bir korku yaşıyor, ne zaman bir albüm yayınlasa insanların o kadar da iyi olmadığını düşünecekleri endişesini taşıyor. Herkes Nick Cave and the Bad Seeds’in birkaç ay önce çıkan yeni albümü “Push the Sky Away”e övgüler yağdırırken, o, bu tür bir ruh haline giriyor.
7
8
Dünya turnesini sürdüren Nick Cave ve grubunu geçen ay New York konserinde izlemeye giderken aklımda bunlar vardı. Ben koltuğuma oturup mutlulukla sahneye bakarken, aynı sahnenin tam ortasında durup bütün dikkatleri üzerinde toplayan müzisyen neler hissediyor olacaktı? Duygularının dışavurumu Beacon Theater’ı tıklım tıklım dolduran izleyicilere nasıl geçecekti? Konserde müziği dinlerken, bir yandan da bu gözle inceledim Nick Cave’i.
Beklenen an gelip de karşımızda grubuyla birlikte onu gördüğümüzde, bir süre dinmeyen çığlıklara maruz kaldı kulaklarımız. İnce uzun endamı, heybetli duruşu, sert bakışları, ölene kadar boyayacağını söylediği simsiyah saçları ve üzerindeki jilet gibi takım elbiseyle sahnede estirdiği karizma mıydı o etkiyi yaratan? The Guardian’ın mart ayında yayınladığı 50 yaşın üzerinde en iyi giyinen ünlüler listesinde yer alıyor Nick Cave. Tarantino gangsterlerinin tarzına sahip, dünyanın tek “chic goth”u diye tanımlamışlar onu. O kadar çarpıcı bir dış görüntüsü olmasa, romantik şair ruhu yine de aynı çığlıkları duymamıza neden olmaz mıydı? Bariton sesi kalbimizde sarsıntılar yaratıp, bizi garip bir şekilde ona çekmez miydi? Çekerdi elbette, en azından benim için öyle...
Ancak ilginç olan, bunca yeteneğe ve böyle bir karizmaya sahip olan sanatçının hâlâ insanların onda beğenilmeyecek bir yan bulacağından endişe duyması. Bir röportajında, kendine güvensizliğinin arkasında üniversiteyi tamamlayamamasının da etken olduğunu söylemişti. Ancak sanat eğitimi alırken bitiremediği o üniversite, 30 yıl sonra kendisine onursal
9
10
doktora unvanı verdi. Bunu annesine söylediğinde, 85 yaşındaki ağırbaşlı kadın, “Başını dik tut ve siktir et gerisini!” diyerek kendisinden hiç beklenmeyen bir küfür sallamış.
Birçok kişinin tanrılaştırdığı bir sanatçının da, bir zamanlar bazı alanlarda başarısız olmuş olabileceğini düşünmeyiz genellikle. O bizim için bugün gördüğümüz haliyle kalıplaşmış bir efsane gibidir aslında. Beacon Theater’da sahnede gördüğüm Nick Cave, bütün kontrolü elinde tutan büyük bir profesyoneldi. Çocuklardan oluşan Harlem Voices adlı koroyu yönlendirdi, şarkıları seslendirirken eğilip en öndekilerin gözlerinin içine dik dik baktı, söylediği sözleri teatral bir şekilde yorumladı. Uzun bacaklarını açıp havaya tekmeler savurdu, bedenini özgür bıraktığı çeşitli dans figürleri sergiledi, zaman zaman sanki bir vaiz gibi ellerini iki yana açıp olabildiğince gür sesiyle inletti salonu. Aşk, din, ölüm, kader, kurtuluş ve Tanrı üzerine düşüncelerini yansıtan şarkılarını söylerken, hissettiklerini bedeniyle de destekliyor, sahnenin bir yanından diğer yanına savuruyordu kendisini.
11
UYUŞTURUCU SARMALINDAKİ KAOTİK HAYATTAN SAKİN AİLE BABALIĞINA Hiç kuşkusuz 1970’lerin öfkeli The Birthday Party döneminden beri canlı performansı en güçlü müzisyenlerden birisi Nick Cave. O günlerden bu yana, David Bowie ve Johnny Cash’ten aldığını söylediği ilk ilhamı dönüştürüp kendisini geliştirmeyi bildi. The Birthday Party, gitarist Rowland Howard ile Cave arasındaki anlaşmazlık ve uyuşturucu bağımlılıkları yüzünden 1983’te dağılınca, aynı yıl multienstrümantalist Mick Harvey ve gitarist Blixa Bargeld ile birlikte The Bad Seeds’i kurdu. Grup bugüne kadar varlığını başarıyla sürdürdü ama önce kurucu üyelerden Blixa Bargeld 2003’te, ardından da 2009’da 25 yıl sonra Mick Harvey ayrıldı. Cave, 2000’li yıllarda bu kez Grinderman adlı garage rock grubunu kurdu. Multienstrümantalist, besteci Warren
12
Ellis’i de yanına alarak başlattığı Grinderman, kendi ifadesine göre The Bad Seeds’e atılmış bir bombaydı; karınıza geri dönüp bir dönem metresinizin olduğunu itiraf etmek gibiydi. Çok yıkıcı da olabilecek bir gelişmeydi ama aksi oldu; grupta belli bir rahatlama sağlamıştı Grinderman. Çünkü The Bad Seeds söz konusu olduğunda üzerinde hissettiği baskıyı Grinderman’de hissetmedi Cave. “Grinderman’le utanacağımız bir iş yapsak da, berbat bir albüm yayınlasak da olur ama The Bad Seeds ile olmaz,” diyordu.
Cave’in müzik hayatındaki bu gelişmelerle birlikte özel hayatında da değişiklikler oldu. Eski yılların uyuşturucu sarmalındaki hırçın günleri de, Blixa Bargeld ile paylaştığı kaotik sahne de geride kaldı. Artık içki de sigara da içmiyor. Avustralyalı ozan şarkıcı Anita Lane ile 80’lerin ortasında biten ilişkisinden sonra Brezilyalı gazeteci Viviane Carneiro ile tanışıp, bir çocuk sahibi oldu. 1990’larda PJ Harvey ile “The Boatman’s Call” gibi gelmiş geçmiş en romantik albümlerden birine ilham veren bir ilişki yaşadı. Bir süre adı Kylie Minogue ile
anıldı; birlikte unutulmaz “Where the Wild Roses Grow” adlı düete imza attılar. Ama en nihayetinde 1997’de modellik yapan Susie Bick ile karşılaştı, 1999’da evlendiler, ondan da ikiz erkek çocuk sahibi oldu.
Depresyonlu günlerini Brezilya’da geçirdiği dönemde aştı, şimdi çocuklarına düşkün bir aile babası. Melbourne, Londra, Berlin, New York, Brezilya şeklinde süren yerleşim yeri zincirinin son durağı şimdilik Brighton. 2011’de Grinderman’i dağıtıp, hem palabıyığını hem de gürültülü soundu geride bırakarak The Bad Seeds ile daha sakin sounda döndü ama onunla ilgili değişmeyen şeyler de var: Hâlâ eskisi kadar huysuz, çok verimli ve yaratıcı.
13
14
Kısa bir süre önce Twitter üzerinden hayranlarının sorularını yanıtladığı röportaj, aksi kişiliğini bir kez daha ortaya koydu. Gerçi bir zamanlar röportajın ortasında gazeteciye yumruk atan ve “Scum” adlı şarkısında NME yazarı Mat Snow’u kendisine “kötü ruhlu cüceyi hatırlatan pislik” olarak niteleyen birisi için, Cave’in artık biraz daha olgunlaşıp durulduğunu söylemek yanlış olmaz. Ters yanıtlar verse de yumruk atmıyor en azından. Yanlış anlaşılmasın; bunları onu olumsuz yönde eleştirmek için değil, onun karakterinin bir parçası olduğu için yazıyorum. Cave, kişiliğine ihanet edip sempatik görünmeye çalışsa, ben hiç memnun olmam. ŞARKILARLA ÇIKILAN GERÇEKÜSTÜ SEYAHATLER Aşırı uçları bünyesinde toplayan bir yapısı var Nick Cave’in. New York konserinde çığlıklar atıp haykırırken bir an geldi oturdu piyanosunun başına “Love Letter”, “People Ain’t No Good” gibi eski baladları sakince ve dokunaklı bir sesle söyledi. Sonra aniden kalktı yerinden, yeni albümdeki “Jubilee Street”i olabildiğince vahşi bir tonda kendini yıpratarak yorumladı; şiddet, seks, yeniden doğuş ve günah vardı şarkının özünde. Hayalindeki bir sokakta yaşanan utançları anlatırken hem bizi hem kendisini oraya götürdü. Ben Jubilee adlı sokağı konserde gördüm. O şarkı sırasında Nick Cave’in kendinden geçercesine dans edişini hiç unutmayacağım. Ne zaman “Jubilee Street”i duysam, Nick Cave ile o sokakta yürüyor olacağım.
Görsel olarak dış dünyada var olmayan olgular hakkında şarkı yazmakta zorlandığını söylüyor Nick Cave. Belki de bir zamanlar ressam olmak isteyip olamadığından, imajlara karşı açık bir düşkünlüğü var. Bütün ilhamını gördüklerinden, yaşadığı olaylardan alıyor ve onları o güzel kafasının içinde evirip çevirip yeni bir hale sokuyor. Sadece şarkılarını yazarken değil, onları sahnede seslendirirken de olabildiğince o görselliği yaşamak istiyor. New York konserinde “Stagger Lee”yi söylerken şarkıda anlatılan bardaki kadını canlandırsın diye kalabalığın içinden 30’lu yaşlarında birisini sahneye çıkardı. Cave, “Kadın bardan çalımla yürüyüp eteğini yukarı çekti, Stagger Lee ile flört etmeye başladı,” dediğinde, izleyici kadın elinden geleni yaptı ama ne kıyafeti ne de kolundaki çantası şarkıdaki kadının çalımını canlandırmaya uygundu. Benim açımdan bu sahneyi izlemek gereksiz bir dikkat dağıtma nedeni oldu ama Nick Cave o sırada 19. yüzyılda Ortabatı Amerika’da yaşayan kadın tüccarı Stagger Lee ruhuna bürünmüş gibiydi.
15
16
Gerek müzik gerekse edebiyat alanında olsun, yazdığı her materyalde görüldüğü gibi, bizi kendi özel evreninde gerçeküstü bir seyahate çıkarıyor Cave. Örneğin, The Bad Seeds’in 1986 albümündeki “Hard On for Love”da, Tevrat’tan bir ilahiyi (Psalm 23) alıp pornografik bir nitelik taşıyan şarkı sözleriyle kullanır. 2009’da yayımlanan ikinci romanı “The Death of Bunny Munro”, karısı intihar eden orta yaşlı, hovarda bir kozmetik ürünleri satıcısının sapkın eğilimlerine, dejenere olmuş yaşantısına ve ahlaki çöküşüne tanık eder okuyucuyu. YARATICI İMGELEM, KUTSALLIK, TANRI Kara komedi ile absürd olayları, gerçek dünya ile ruhani dünyayı organik bir şekilde harmanlama yeteneği var onda. Bir dönem Hıristiyan olduğunu söylüyordu ama artık dindar ya da Hıristiyan diye nitelemiyor kendisini; sadece Tanrı’nın varlığına inandığını, şarkılarında kutsal kavramının yer aldığını belirtiyor. Ancak bir yandan da Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda izi bulunan Higgs bozonuna atıf yapan “Higgs Boson Blues” isimli bir şarkı yazıp, bunu farklı bir konsept için kullanıyor. Nick Cave’in aklının nasıl çalıştığını anlamak adına bu şarkıyı mercek altına alacağım.
Adına bakıp şarkının sadece Tanrı parçacığı hakkında olduğunu sanabilirsiniz ama öyle değil. Çünkü söz konusu olan Nick Cave; hem dile çok hâkim hem de içinde bin bir çeşit fikir dolanan yaratıcı bir beynin sahibi. Şarkıyı dinlediğimizde, 27’ler Kulübü’nün üyelerinden Amerikalı blues şarkıcısı Robert Leroy Johnson’ın sırtında 10 dolarlık bir gitarla melodi peşinde dolaştığını, Martin Luther King’in Memphis’te vurulduğunu, Amerikalı şarkıcı-oyuncu Miley Cyrus’un Los Angeles’ta bir havuzda salındığını ve kendisinin de Cenevre’ye doğru yol aldığını duyuyoruz. Bütün bunları nasıl bir araya getirmiş olabilir? Hikâyenin çıkış noktası çok basit ama gelişimi karışık. Çocuklarını Madame Tussauds Müzesi’ne götürmüş Nick Cave. Çocuklar, orada Miley Cyrus heykelini görünce koşup ona sarılmış. “Bakın yan odada Kleopatra kılığında Elizabeth Taylor var,” demiş ama “O kim?” yanıtını almış. O anda yanlış giden bir şeyler olduğunu düşünmüş. Miley Cyrus’a karşı kişisel olarak herhangi bir kötü düşüncesi olmasa da, toplumda yaşanan çöküşü simgeleştirmek için onun popüler kültürdeki imajından yararlanmış.
17
Şarkıya “Higgs Boson Blues” adını vermesi elbette manidar. 18 Ölüm nedeni bilinmeyen Robert L. Johnson hakkında yayılan efsaneye göre, Johson blues müziğini yaratabilmek için şeytanla ruhu karşılığında Faust’u hatırlatan bir anlaşma yapmış. Bu ruhani yıkımla Tanrı’nın varlığını sorgulatan bilimsel gelişme ve modern toplumların gidişatını ilişkilendiriyor Cave; ona göre bunlar aşırı durumlar. “Gerçek aşk şarkısı, Tanrı için yazılmıştır,” demişti bir zamanlar. Kendi ifadesiyle 1970 ve 80’lerde Tevrat’la daha yoğun ilgiliyken, 90’larda İncil’e eğilmiş, dünyaya karşı daha sıcak hisler beslemeye başlamıştı. Ancak onun Tanrı anlayışı, çocukluğunda kilise korolarında şarkı söylerken tanıştığı ortodoks, despotik anlayıştan uzak. Yaratıcı imgelemin ortaya çıkması ile kutsallık kavramı arasında oldukça sofistike bağlar kurduğu açık. Aslında bütün yaptığı, mart ayında Austin’deki SXSW festivalindeki söyleşisinde dile getirdiği gibi, “absürd, büyülü, dönüşebilen, gerçeğinden farklı, özel bir Cave dünyası” hayal etmek. Bu şekilde çevresindeki sevdiği insanlara yakınlaştığını, şarkıların içinde yer alan eşi Susie’yi gerçek hayattaki halinden daha iyi tanıdığını söylüyor. “O şarkılarla kendimi eşime lehimliyorum,” diyor.
Bence dinleyicileri de aynı şarkılarla kendisine lehimliyor. Ancak şarkılar ve konserler bizi Nick Cave’e yakınlaştırsa da, aslında gerçek hayattaki Nick Cave’i tanımıyoruz. Avustralya’nın küçük bir kentinde, yerel bir okulda İngilizce ve matematik dersleri veren öğretmen bir baba ile o okulda kütüphaneci olarak çalışan bir annenin oğlu olarak doğduğunu, kamuoyuna yansıyan ilişkilerini ve röportajlarda söylediği düşüncelerini biliyoruz, o kadar. Ama bana sorarsanız, bize müziğinden yansıyan Nick Cave, kocaman fantastik bir dünya.
* http://www.veganlogic.net/2013/05/nick-cave-adli-fantastikbir-dunya.html
19
20 Şiirler/Pasajlar/Sözler Nick Cave İsa Tek Başına*
Gökyüzünden düştün Bir tarlaya çakıldın Adur nehrinin yakınında Yerden çiçekler fışkırıyor Koyunlar fırlıyor annelerinin rahminden Köprünün altındaki bir delikte
O iyileşiyor, kilden ve küçük dallardan maskeler yaptı Sen damlayan ağaçların altında ağladın Bir denizkızının boğazına hayalet şarkısı yerleşti Sesimle seni çağırıyorum Uyanan bir genç adamsın Senin olmayan kanla örtülü Sarı elbiseli bir kadınsın Sinekkuşlarının cazibesiyle çevrili Yasaklanmış enerjiyle dolu bir genç kızsın Kasvet içinde titreyen Sırtüstü uzanmış bir uyuşturucu bağımlısısın Tijuana’nın bir otel odasında Sesimle seni çağırıyorum Sesimle seni çağırıyorım Gözyaşı kanallarını hasat eden Afrikalı bir doktorsun Tanrıya inanıyorsun ama şimdi bu inanç nedeniyle özel bir muafiyete sahip değilsin Ateşin başında oturan yaşlı bir adamsın Denizin üzerinde yiten bir sissin
21
22
Yaratıcının aklındaki uzak bir anısın, görmüyor musun? Sesimle seni çağırıyorum Sesimle seni çağırıyorum Vakit gelene kadar birlikte oturalım Sesimle seni çağırıyorum Vakit gelene kadar karanlıkta birlikte oturalım Sesimle seni çağırıyorum Sesimle seni çağırıyorum Sesimle seni çağırıyorum * Nick Cave & The Bad Seeds’in 2016 çıkışlı Skeleton Tree albümünden.
Doğru sana**
Fildişinden yapılma tüm kuleler parçalanıyor Ve kırlangıçlar gagalarını sivriltti Bizim büyük çöküşümüzün zamanıdır bu Benim koşarak sana geleceğim zamandır Doğru sana çünkü yakalandım Doğru sana çünkü bir kez daha yakalandım Penceremizdeki ışık sönükleşiyor Mum kenarda eriyip akıyor İşte şimdi araklayarak geliyor keder Ve ağlayacağım sevgili ama koşarak geleceğim Doğru sana çünkü yakalandım Doğru sana
23
24
çünkü bir kez daha yakalandım Gökkuşaklarının günleri gitti Yıldızlarda sallanma geceleri gitti Çünkü deniz dağları yutacak Ve gökyüzü şimşek ve kıvılcım fırlatacak Tam üzerine ama koşarak geleceğim Doğru sana ama koşarak geleceğim Bir kez daha Cennet krallığını bizden esirgedi Azizler şarhoş, aya karşı uluyorlar Meleklerin arabaları çarpışıyor Öyleyse, koşacağım bebeğim ama koşarak geleceğim Doğru sana Çünkü yakalandım Doğru sana Çünkü yakalandım Bir kez daha ** Nick Cave & The Bad Seeds’in 1992 çıkışlı Henry’s Dream albümünden.
Ormanın Derinliklerinde***
Orman kadını yer ve bal-bedenini çamura atar Elbisesi kuyudan aşağıya yüzer ve küçük bir kızın bedeninin şeklini alır Evet bu kızı tanıyorum Son yalnızlıkta bir an sendeleyerek girdi içeri Ama şimdi ona dokunmaya dayanamıyorum Biriciğim Ormanın derinliklerinde Ormanın derinliklerinde Ormanın derinliklerinde bir cenaze töreni salınıyor Tenine Ö-L Göbeğine ÖLÜ ve omzuna ÖLÜM diyerek zalim desenlerini çiziyor kurtlar
25
26
Aslına bakarsanız dün beni öptü ama o zaman ÖLÜM vardı üzerinde Ormanın derinliklerinde Ormanın derinliklerinde Ormanın derinliklerinde bir cenaze salınıyor Şimdi öldürülmüş olan öldüreni bekliyor Ve ağaçların hepsi başını sallıyor; kabul ettiler Bu bıçak bu bıçak yem olmuşa benziyor Evet bu kızı tanıyorum Onu paçavraların içinden alıp doğruca eğlenceye götürdüm (şimdi benim için dua edin) Ah bebeğim, bugün farklı hendeklerde uyuyacağız Ormanın derinliklerinde Ormanın derinliklerinde Ormanın derinliklerinde bir cenaze salınıyor Aşk aptallar içindir ve tüm aptallar âşıktır Hiç birininkine değil, tek benim evimin üstüne yağıyor yağmur Aşk aptallar içindir ve Tanrı biliyor ki ben hala tekim Kaldırımlar aşkın yalnız çocuklarıyla dolu Kaldırım onları öldürmek zorunda kaldığımız için pişman *** The Birthday Party’nin 2001 çıkışlı The John Peel Sessions albümünden. Çeviri ile birinci ve üçüncü fotoğraflar: Özgür Keşaplı Didrickson
27 Nick Cave’e Özgür Keşaplı Didrickson
İsveç’te Nick Cave’le…
2000 yılıydı. Kuş çalışmalarına katılmak için İsveç’e gitmiştim. Bir süre de orada yaşayan amcamlarda kalmıştım. Trollhättan’da. Amcamlar içinde şekerden, sigaraya pek çok şeyin satıldığı bir dükkân çalıştırıyordu. Bu küçük şehrin merkezine indiğimde uğrardım. Bir gün iki yanda sıralanmış şeker kutularının içinden geçip kasaya ulaştığımda afalladım. Heyecanımı, gülümsememi ne kadar içimde tutabildiğimi hatırlamıyorum. İnsanların seçip seçip küçük kepçelerle torbalara doldurduğu şekerlere ister istemez değmiştir gözüm. Amcamın biz küçükken de getirdiği, acı geldiği için yiyemediğim, likörlü, siyah kedi şeklindekilerden pek yoktu aralarında büyük olasılıkla. Bu nedenle gözüm oradan geçerken gökkuşağı renklerinden birinde takılmış olmalı. Ve hey, karşımda Bay Cave!
28
Şeker, sigara, sabırsız bir genç yılan gibi küfreden diller, kendisinden umut kesilmeyen yeryüzü… Nick Cave köprüsü üzerinden boşalıveren müzik, müzik sevgisi… O an olduğu gibi şimdi de Nick Cave kadar özel geliyor o çocuk, müzik köprümüz, bu anım. Pantalonunu, beyaz gömleğini, tavırlarını hatırlıyorum. İnce telli, çenesini geçmeyen saçı ve onu sık sık elleyişi şu an gülümseyen hafızamın hediye etmeye çalıştığı bir şey mi bilmiyorum. Sözcüklerimin sırasını şaşırmasına engel olamamışımdır; “Merhaba, ben de çok seviyorum Nick Cave’i. Hiç canlı izledin mi?” falan yerine “Nick Cave mi dinliyorsun?” demişimdir. Bir tutamı iyi gelen saçmalamalar… O zamana ait günlüklerim şimdi yanımda değil. İyi ki değil. Bu anıyı tekrar tekrar düşündüğümde en çok oyalandığım yer şekerlerin arasından geçişim. Bu aralar Cave’in en severek dinlediğim şarkısının “Bring it on” olmasıyla ilgili belki. Az sonra afallayacağımı bilmeyen yürüyüşüme, böylesi anlara tutku ve açlık. Sineklerin üzerini ev bellediği göllerin durağanlığı, öfkeyi bilmeyen dudakların mezar kokan gülümseyişleri, örümcek ağlarıyla hazır bekleyenler… Gerilimin devinimiyle, acılarıyla dalga geçebilenlerce kurtarılıyor oysa yaşam. Kara mizah yüklü bu şarkının başlığının dilimize nasıl çevrileceğini düşündüğüm bir gün Cheetos arabası çıktı önümüze. Çok düşününce tadı kaçıyormuş işte; Bring it on/ Eğlence başlasın! İmdat, şekere bandırılmış ölü yaşamlar! Yaşasın, şekere bandırabildiğimiz acılarımız! O zamana ait günlüklerim şimdi yanımda değil. Keşke olsaydı. Adı neydi acaba o çocuğun? Tam olarak ne konuştuk, ortak sevdiğimiz başka müzisyenler var mıydı? Acaba ses tonu güzel miydi? Bunu yazdığım an silikçe kıpırdayan hafızam; yoksa bir grubu mu vardı? Öyleyse içim gitmiştir.
Özellikle o zamanlar sürekli müzik dinleyerek dolaşırdım. Dükkâna girdiğimde, şekerlerin arasından geçerken acaba kimi dinliyordum? Üzerimde ne vardı? Nirvana, Pearl Jam falan ilk çıktığında biz de onların giyimini taklit ederdik, sevgimizi göstermek için. Tişört giymişsem belki altına da çizgili bir bluz giymişimdir. Ancak amcamların yanına bahar kuş göçü çalışmasından sonra gittiğimi hatırlıyorum. Yazın içime uzun kollu bir şey giymemişimdir herhalde. Belki de üzerimde kuşlu bir şeyler vardı. Sevdiğimiz şeyleri üzerimizde, dilimizde apaçık etmemiz belki bir köprü kadar kalkan da. Hiç tanımadığımız insanlardan güç alabileceğimiz mesafenin işaretleyicisi… Acımadan canınıza okuyacaklarsa, hele çoktan parçaladılarsa yüreğinizi, hızla yutkunup “Eğlence başlasın!” diyebilmek az şey mi? En içimizdeki “kötü”yü sahiplenmeden “iyi” olamayacağımıza, belki de iyilik diye bir şeyin olmadığına dair ortak düşüncelerimizi ,” tohum olarak kalma” baskısından koruyan sesinin özgürleştirici gücünü çoğaltarak sokaklara akıtmadık mı? Tüm duyguları içinden geçirebilen bu zarif ve saldırgan adam mikrofonu her aldığında hep birlikte hayatta kalma gücümüzü tazeliyoruz bence. Yanı başımdaki, onu seven dostlarımdan da geçen, yolda, İsveç’te karşılaştığım “yabancı” çocuğu da tanıdık yapan bir his. Ölümden aşka; meleklerden katillere sayısız öykü anlatıyorsun ancak aslında en çok aşka, sevgiye dair sözlerin. Oğlun Arthur’u kaybettiğini öğrendiğimden beri şarkı sözlerine daha dikkat ettim. Üzüntüm büyüdü. “Uzaktan ne yapabilirim, yakınında olsam ne yapabilirdim ki?” diye düşünüyorum şimdi yine, sonra tüm bu satırların hayal ürünü olmadığını hatırlıyorum. Yaşamım, ben, en az 20 yıldır içine sızmasaydın çok farklı olabilirdi. İyi ki izin vermişim kendim olmaya çalışmamda bana
29
30
eşlik etmene, beni etkilemene. İyi ki varsın! Ne çok insanın ne çok insanın ağzına hiç tereddüt etmeden sıçtığı bu dünyada benzerler benzerleri korusun! Âmin! ***
Nick Cave’e… Ne kadar güzel yaşlandın Gece gibi Ay ışığını güçlendirmek için koyulaşan ceketin Ve gelgitin sihrini bir tutuşturmak bir toplamak için üzerimizde gezinen elin Sahnedesin Yağmur taşıyan fazla telaşsız bir bulut gibi geziniyor yüzünde sesin Kimi zaman can sıkıntısından açan güneş kadar anlamsız sözcükler ama işte sahnedesin
Bize ve mikrofona sayısız uzaklıktan saldırıyorsun
31
Kuşlarınki gibi hafif kemiklerinle yaylanıyor bedenin Dar pantolon paçalarından akan hem çocuklara özgü ciddiyet hem de âşıkların huzurlu aptallıkları Yerçekimini mıhlayan siluetin sessizliği çoktan ehlileştirdi Piyano tuşlarına kendini rahatça bırakan senin kolun Ne kadar güzel değiştin Ve bu ışık senin Eylül 2017, Selçuk
32 Bunny Munro: Bir Anti Kahramanın Hikâyesi Gülbike Yıldırım
Bunny Munro’nun Ölümü, Nick Cave’in kaleminden çıkan ikinci roman. İlk romanı Ve Eşek Meleği Gördü’den tam yirmi yıl sonra okurlarıyla buluşan roman kozmetik ürünler pazarlayan Bunny Munro’nun hayatının ölüme uzanan hikâyesini anlatıyor. Yer altı edebiyatına dâhil edilebilecek bir anti kahraman hikâyesi sunan kitapta Bunny Munro’nun yavaş olmayan yok oluşunu izliyoruz. Romanın ortaya çıkışı aslında bir senaryoya dayanıyor.
Yönetmen John Hillcoat, Nick Cave’den bir pazarlamacının yolculuğu hakkında kısa film senaryosu yazmasını ister. Bunun üzerine birkaç pazarlamacıyla görüşen ve bu konuyla ilgili birçok doküman inceleyen Nick Cave, araştırmaları sonucunda pazarlamacıların genel olarak alkol, uyuşturucu ve kadın avcılığına meraklı tipler olduğunu görür.1 Kitaba adını veren Bunny Munro’nun doğuşu bu şekilde gerçekleşir. Kozmetik ürünler pazarlamacısı olan Bunny Munro’nun işi doğal olarak kadınlara hitap etmektedir. Kitapta kozmetik ürünleriyle birlikte -hatta belki daha fazla- kendini pazarlamaya çalışan Bunny Munro için seks bağımlısı diyebiliriz. Karakterin tüm görsel özelliklerini ince ince işleyen Nick Cave sinematografik anlatımıyla da canlı bir Bunny Munro karakteri oluşturur. Yaptığı araştırmaların yanı sıra Nick Cave, Bunny Munro karakterini yaratırken radikal feminist Valerie Solanas’ın yazmış olduğu Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu’ndan da faydalandığını dile getiriyor.2 Nick Cave’e göre Valerie Solanas, ilk birkaç sayfada erkek ruhunun harika bir özetini yazıyor: “Erkek tam anlamıyla benmerkezcidir. Başkalarıyla empati kurmaktan ya da onlarla özdeşleşmekten aciz, sevgi, dostluk, yakınlık ya da hassasiyetten yoksundur. O yarı ölü, tamamen izole edilmiş, keyif ya da mutluk almaktan ve vermekten acizdir.”* şeklinde Türkçeye çevrilebilecek sözler Nick Cave’in Bunny Munro karakterini bir canavara dönüştürürken esas aldığı bir tanım olmuş. Bunny Munro aslında üzerinde çok da düşünülmeyecek en basit tabiriyle “pislik herifin teki” olarak nitelendirilebilecek bir tip. O, yer altı edebiyatına çokça malzeme edilen, varoluş sıkıntısı çeken bir kaybeden ya da dünyanın sonunu gelmesini bekleyen bir melankolik değil. Bunny Munro ile ilgili dikkat çeken en önemli şey, okuyucunun nasıl bu berduş hale geldiğini merak etmek istemeyeceği ve hatta karısı öldüğünde bile ona 1 2
https://www.newyorker.com/books/page-turner/the-exchange-nick-cave https://www.newyorker.com/books/page-turner/the-exchange-nick-cave
33
34
acımayacağı, onunla empati kurmak istemeyeceği kadar itici bir karakter olması. Burada Nick Cave’in bir anti kahraman yaratmadaki başarısını görüyoruz. Sarı Fiat Punto arabası ve Lambert & Butler marka sigarasıyla bitişik yaşayan Bunny Munro’nun sonunun kitap adı halinde ifşa edilmesi ise bir risk olarak görünüyor. Çünkü ölümü kitap adı olarak verilen Bunny Munro’nun hayatını kaybedişi kitabın sonunda gerçekleşiyor. Kitap adının bu haliyle var oluşu akıllara Nick Cave’in müziklerini yaptığı Korkak Robert Ford’un Jessie James Suikastı filmini getiriyor. Kitabın filmden iki sene sonra yazılması Bunny Munro’nun bir diğer sonu başından belli olan Jesse James’ten esinlenebileceğini düşündürüyor. Türkçeye Avi Pardo çevirisiyle ulaşan kitap, “Cocksman”, “Salesman”, “Deadman” olarak üç bölümden oluşmakta. Tabii Pardo bu üç bölüm adını da Türkçeye çevirmiş. Fakat İngilizcede yakalanan anlam bütünlüğü Türkçeye yansımadığı için biz bölüm adlarının okuyucuya bu şekilde sunmanın bütünlüğü göstermesi açısından daha uygun olacağını düşündük. Bunun dışında Avi Pardo’nun çeviriyi yaparken metinin sulandırılmaya oldukça müsait yapısına rağmen herhangi bir aşırılığa kaçmaması da elimize yeniyetmelikten uzak olgun bir çeviri ulaşmasını sağlıyor. Bunny Munro, depresyon hastası karısı ve 9 yaşındaki çocuğuyla yeterince ilgilenmeyen, kendisini pazarlamacılığa ve pazarlamacılığın ona sağladığı daha fazla kadına ulaşma imkânına adamış bir adam olarak karşımıza çıkıyor. Pazarlamacılık için uğradığı her kapıdan kadınlar anlamında eli boş dönmemek için çabalıyor. Yaratıcılıktan uzak olan Bunny Munro karakterinin bir kadınla ilgili hayal ettiği tek şey vajina. Kendini tatmin etmek için herhangi bir vajina hayal etmesi yeterli oluyor. Fakat bazen ünlülerin
vajinalarını da hayal etmekten geri kalmıyor. Kitapta Kylie 35 Minogue ve Avril Lavigne vajinaları sıklıkla kullanılıyor. Özellikle Kylie Minogue’un Spinning Around şarkısındaki altın renkli iç çamaşırıyla ilgili fantezileri ve Avril Lavigne’in hayalleri sıklıkla benzer şekilde tekrar ediliyor. Avril Lavigne ile ilişkilerini bilmesek de Nick Cave’in Kylie Minogue ile dostluklarının Where The White Roses Grow şarkısına kadar dayandığını biliyoruz.
Nick Cave’in birçok konserinde ona eşlik eden Kylie Minogue’un, Nick Cave’in yaşamına sıradışı bir bakış atan Dünyada 20.000 Gün belgeselinde de görüyoruz. Orada da yine esprili bir şekilde Kylie Minogue’a takılan ve radyoda onun şarkısı çaldığında yüzünü ekşiterek frekansı değiştiren Nick Cave görüntüsü ikilinin alaycılıkla dolu samimi ilişkilerinin
36
bir yansımasıydı. Kylie’ye takılmayı seven Nick, bu sefer de bunu altın renkli iç çamaşırı üzerinden yapmayı seçmişti. Fakat İngilizce aslında yer alıp Türkçe çevirisinde bulunmayan kitabın sonundaki teşekkür kısmında Nick Cave, Bunny Munro karakterinin fantezi objeleri haline getirdiği iki kadından “Kylie Minogue ve Avril Lavigne’e sevgi, saygı ve özürlerimle teşekkür etmek istiyorum.” diyerek ince bir şekilde af diliyor.
Cinsel doyumsuzluğun zirvesinde gezinen Bunny Munro’nun hayatı depresyon hastası karısının ilaçlarını içmeyerek kendini asması sonucu küçük bir değişikliğe uğrar. Artık o çok ilgilenmediği ve ilk doğduğunda bile realist bir tavırla “Kıyma makinesinden geçmiş gibi bir halin var, ufaklık”, “Bir tabak spagettiye benziyorsun.”, “Şebek götüne benziyorsun.” dediği oğlu Bunny Junior ile ilgilenmek zorundadır. Kitabın ilk bölümü olan “Cocksman”, Libby’nin ölümü ile sonlanır. Bunny Junior 9 yaşında annesi ve babasını çok seven çoğu zamanını ansiklopedi okuyarak geçiren, sakin bir çocuktur. Ebeveynlerinden tamamen farklı olan bu çocuğun babasıyla tek bir ortak yönü vardır o da zaman zaman annesi Libby’nin
hayaletini görmesidir. Bunny Munro Libby’nin ölümüne 37 yeterince tepki vermemiş ve iki gün içinde tekrar çalışma hayatına dönmeye karar vermiştir. Bunny M. Junior’u ise bırakacak kimsesi olmadığı için yanına almış ve baba oğul ikilisi kozmetik pazarlamacılığı için yollara düşmüşlerdir. Kitabın ikinci bölümü olan “Salesman” bu şekilde başlar. Başlarda uyumsuz görünen baba oğul ilişkisi zamanla tuhaf bir uyum içinde ilerlemeye başlar. İkili arasındaki diyalogların yazımı oldukça başarılıdır. Çoğu diyalogda incelikli espriler ve zekâ pırıltıları dikkat çeker. Kitabın en uzun bölümü olan bu bölüm Bunny Munro ve Bunny M. Junior’ın birkaç günlük seyahatini anlatmaktadır. Kitabın ve Bunny Munro’nun sonu olan “Dead Man” bölümünde ise kendimizi gerçek anlamda Bunny Munro’nun ölüm sahnesinde buluruz. Bütün tanıdıklarının toplandığı dev bir salonda Bunny Munro sahneye çıkar ve önce seyircinin tepkilerine maruz kalır ve ardından onların şefkatine sığınır. Kitapta, Bunny M. Junior ve Libby Munro dışında karşımıza çıkan iki yan karakter daha var. Bunlar Bunny Munro’nun ölüm döşeğinde olan babası ve ülkenin bir ucundan diğer bir ucuna doğru ilerleyen üst bedeni kırmızıya boyalı şeytan kulaklı bir seri katil. Özellikle kadınları kendine hedef seçen ve onları vahşice öldürerek ilerleyen bu katil birçok kez kameralara takılmasına rağmen bir türlü yakalanamaz. Ara sıra haberlerde görünerek hikâyede kendine yer bulur. Nick Cave, Bunny Munro ve seri katili karakter benzerlikleriyle birbirine yakınlaştırıyor. Hatta okuyucuya seri katilin Bunny Munro olabileceğini düşündürtüyor. Kitaptaki en derinlikli kurmacanın bu iki karakterin iç içe geçmişliği olduğu söylenebilir. Bunny Munro’nun edebi açıdan nerede durduğunu sorguladığımızda bu açıdan başarılı kabul edilemeyeceğini söyleyebiliriz. Tabii romanın edebi yönü Nick Cave için ne derece hayatiydi bilemiyoruz. Fakat şarkı sözü yazmadaki edebi gücünü düşündüğümüzde Bunny Munro’nun hayal kırıklığı
38
olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle Murder Ballads gibi her bir parçası ayrı bir katil hikâyesi anlatan bir albümü düşündüğümüzde bu hayal kırıklığının gerçekliği daha da ortaya çıkmakta. Roman edebi açıdan doyuruculuktan uzak olsa da kurgulandığı zeminde ilerleme becerisinin tatmin edici görünüyor. Akıcılığın yanında sıklıkla kullanılan betimlemeler karakter ve mekânları gözümüzün önünde canlandırması bakımından oldukça başarılı. Geniş zaman kipinde yazılan roman, senaryo dili izlenimini verse de bu denli yoğun bir betimleme içerdiği için tam anlamıyla bir senaryo metni olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Okurken geniş zamanlı kip çekiminin sık kullanılması romanın aslında bir hayal âleminde geçtiğini ve gerçek olamayacağı izlenimini veriyor.
Nick Cave, Bunny Munro’yu Avrupa ve Amerika turneleri sırasında, toplam altı haftada kaleme aldığını dile getiriyor.3 Uçakta, kuliste, partide, boş bulduğu her yerde yazmayı sürdürmüş. Ona göre kitap yazmak şarkı yazmaktan çok daha kolay.4 Bir karakter yaratıp ona istediği gibi şekil vermenin çok eğlenceli olduğunu düşünüyor. Belki de bunu biraz daha eğlenceli hale getirmek için kitabı The Bad Seeds’den Warren Elles’in müziklerini yaptığı sesli bir kitap halinde kaydediyor. 3 4
https://www.newyorker.com/books/page-turner/the-exchange-nick-cave https://www.newyorker.com/books/page-turner/the-exchange-nick-cave
Sonuç olarak Bunny Munro’nun, karakter inşa etme ve diyalog kurma açısından başarılı olduğu söylenebilir. Ayrıca görselliği hissettiren detaylı bir betimleme oluşturma ve olayları kurgulama sıralamasının da iyi bir şekilde planlandığı fark edilmektedir. Bu da metinin akıcı olmasını sağlamıştır. Fakat bunlar bir edebi metin oluşturmaya ne yazık ki yetmemiştir. Yine de bu durum Nick Cave’in edebi metin oluşturma kabiliyetsizliği olarak değil, tamamen kişisel tercihi olarak görünüyor. Şarkı sözlerini inceleyen birçok kişinin de böyle düşüneceğini tahmin ediyoruz. İlk romanı ile arasında yirmi yıl kadar uzunca bir zaman bırakan Nick Cave umalım ki bir sonraki romanı için okuyucusunu bu kadar bekletmesin. Zira o kendini hiçbir zaman bir edebiyatçı olarak nitelemese de ne yazarsa yazsın merak unsuru olmaya devam edecektir.
39
40
Belgesel Sinemada Çağdaş Anlatı Öznesi Olarak Nick Cave Onur Keşaplı
En basit tanımıyla, belge değerindeki gerçek görüntülerin – veya canlandırmaların – bir konu, olay, kişi ya da durum ile ilgili olarak izleyicisini bilgilendirdiği görüntüler dizisi olan belgesel türü, Lumiere Kardeşlerin kayda aldığı ilk sinematografik görüntüler düşünüldüğünde, sinema tarihinin en eski anlatım biçimidir. Günümüzde kurmaca ile birlikte egemenliğini sürdüren belgesel, gerçekliğin sunumu, üretilmesi, temsil edilmesi ve alımlanması duraklarında yönetmenden başlayarak izleyiciye kadar uzanan bir yelpazede müdahaleye açık bir hal almış, haber kanallarının kimi zaman yanıltıcı olabilen tercihleri neticesinde bir hayli ideolojik bir kitle iletişim aracı haline bürünmüştür. Bu noktada belgesel sinema, tıpkı kurmaca gibi alt türlere ayrılarak yaşam öyküsel, polisiye, tarihsel, çevresel, tıbbi, dramatik ve hatta sahte belgesel gibi başlıklarda ilerlemeyi sürdürmüştür. Ara formlara giderek alıştığımız güncel zamanlarda bazı çalışmalar ise tür kalıplarını
zorlayan veyahut muğlaklaştıran bir biçimde seyretmektedir. 41 Disiplinler arası çalışma, düşünme ve hatta üretme noktasına varan sanatçı Nick Cave’in müzik ve edebiyattan sonra taştığı sinemada bugüne dek senarist, oyuncu ve elbette müzisyen olarak boy gösterdikten sonra özne olarak yer aldığı 2014 yapımı Dünyada 20.000 Gün ve 2016 yapımı One More Time With Feeling filmleri tam da bu sularda devinen belgesellerden. 1980’lerden bu yana punk ezgilerinden rock vuruşlarına uzanan zenginlikte şarkılarıyla tüm dünyada hatırı sayılır bir hayran toplamına erişen Bad Seeds topluluğunun aykırı ve bir o kadar çekici vokali Nick Cave’in öznesi olduğu belgeseller akla yaşam öyküsel yapıtları getirebilir ancak iki yıl arayla birbirinden tümüyle zıt kutuplarda atmosferlere sahip bu iki filmin yaşam öyküsü ile ilgilenmediğini anlamak zor değil. Cave gibi efsanevi sıfatıyla anılan bir sanatçının günümüz iletişim teknolojisi düşünüldüğünde yaşamına dair bilgilerin ilgili herkes tarafından az çok bilindiği bir gerçek. İki yapıtta da alışılageldik belgesel biçimlerini kıran ve aşan pek çok sahne yer almakta. Sahne sözcüğünün bir belgesel eleştirisinde geçmesi ise onun ister istemez mizansenlerle dolu olduğu izlenimini uyandırıyor ki bu iki yapıtta durum tam olarak bu yönde. Dolayısıyla karşımızda kurmaca dokusuna sahip işler var. Belgeselin öncülerinden Robert Flaherty’nin Kuzey Kutbunda yaşayan yerlilerin yaşamını konu edindiği Kuzeyli Nanook adlı filminin gerçek olarak sunduğu pek çok görüntünün aslında o zamanki gerçekliği bozan kurmaca mizansenler olduğunun açığa çıkmasından beri kurmacanın belgesel sinemada yeri yadırgatıcı olmaktan çıktı. Devamında docudrama olarak adlandırılan bu tarz kullanım, hem kurmaca hem belgesel özellikleri taşımakta ancak incelediğimiz belgeselleri tam olarak karşıladığı söylenemez. Nick Cave belgesellerinde izleyiciye bir şeyler gösterme, öğretme gibi bir güdülenme yakalamak zor ve ekrana yansıyan yüzlerin hiçbirinin oyunculuk yapmaması, tümüyle kendilerini canlandırmaları
42
yapıtları docudramadan ayırıyor. Aslına bakarsak her iki çalışmanın da belgesele en çok yaklaştıkları durum, o tarihlerde stüdyo aşamasında olan Bad Seeds uzunçalarlarının kayıtlarına tanıklık ediyor olmaları. Ancak bu tanıklıkların filmlerde odak noktası olmaktan çok arka fonda yer almaları nitelemeyi güçleştiren bir diğer etmen.
Yönetmenliğini Iain Forsyth ve Jane Pollard’ın üstlendiği Dünyada 20.000 Gün, Nick Cave’in bir karakter olarak bu gezegende geçirdiği zamanı karşılama amacıyla, sanatçının bir gününe eşlik ediyor. Ancak bu bir gün, geçmişe, geleceğe ve oradan geniş zamana taşarak bir anlamda 20.000 gün ve ötesinden izler taşıyor. Bu açıdan Theo Angelopoulos’un Sonsuzluk ve Bir Gün’ü ile benzerlik taşısa da burada ölümden çok yaşam duygusunun ağırlığı hissediliyor. Cave’in anlatıcılığında ilerleyen belgesel, sanatçının evinde güne başlayışı, o günlük programı dâhilinde olan kişisel arşivin taranması, stüdyoda albüm çalışmalarına devam edilmesi ile bu çerçevede ziyaret edilen kişi, mekân ve anılardan ibaret. Aralara serpiştirilmiş klasik belgeselvari söyleşi kısımları ise sanki stok görüntüler gibi belgeselin genel ritmiyle uyumlu geçişler görevi görüyor. Belgeselin müzikal dokusunu oluşturan 2013 tarihli minimalist melankolik albüm Push the Sky Away’in kayıt çalışmaları için eski bir malikâneye kapanan Bad Seeds üyeleri ile Cave’in
çalışmaları, albümün pek çok parçasının kaydedilişinin görsel kaydı olarak önem taşıyor.
Ek olarak belgesel ile ilk kez yayınlanan parça Give Us a Kiss, yoğun melankolisi ve ağırlığıyla hem belgeseli hem de albümü taçlandırıyor. Belgeselin çekildiği dönem Cave’in sanat kariyerinde çıktığı zirveye alıştığı döneme tekabül ediyor.
Bad Seeds ile gelen haklı başarılara ve bir hayli ünlü (kimi zaman olumlu anlamda kötü ünlü) sahne yeteneğine rağmen özgüven sorununu asla tam olarak aşamadığını ifade eden Cave’in, Bad Seeds kurucularından Blixa Bargeld’in 2003
43
44
yılında, Mick Harvey’nin ise 2009 yılında topluluktan ayrılmaları ile içine düştüğü kuşku, takip eden yıllarda hem Bad Seeds hem “müzikal metres” olarak nitelediği Grinderman işlerinin başarısıyla dağılmış. Model ve tasarımcı Susie Bick ile süren evliliği ve ikiz oğullarının getirdiği çocuksu dinginlik, Cave’in ilk yıllarındaki vahşi ve hatta yıkıcı doğasının ehlileşerek daha onun olgun bir hale bürünmesine yol açmış, yükselişini sağlayan çarpıcılığı ise tıpkı belgeselin güçlü metninde yüzeye yakın deniz canavarı olarak betimlediği gibi kendini zaman zaman gösteren bir eşlik edici konumuna çekilmiş. Böylesi bir dönemde çekilen belgesel, Nick Cave’i varoluş devinimlerini çözen ve özgüveni yerinde, zamansal atlamalarla dolu zihnini denetlemeyi başarmış, rengârenk, esrarengiz ve elbette çekici bir karakter olarak sunuyor. Yönetim tercihlerinin güçlü kadrajlarda sunduğu ilginç mizansenler ve özellikle araba sahnelerinde konuklardan doğan tuhaf gerilimler belgeseli sinematografik açıdan eşsiz bir noktaya taşıyor.
Cave’in arabasıyla yaptığı küçük yolculuklar, mekânsal geçişlerden öte zamansal geçişlere de ev sahipliği yapıyor. Arabada bir anda beliren Blixa Bargeld ile buluşmaları eski dostların kavuşması klişesinden tümüyle uzak hala çözülemediği belli bir anlaşmazlığın soru işaretlerini izleyiciyle buluşturuyor ve Bargeld’in Bad Seeds’e vedasını bir ölçüde yanıtsız bırakmayı sürdürüyor.
Derken bir başka anda arabada beliren, Cave’in ebedi takıntısı Kylie Minogue ile girilen diyalog ikilinin etkileşimindeki sis bulutunu biraz olsun aralıyor. Son olarak ünlü oyuncu Ray Winstone ile başlayan sohbet bir bütün olarak araba sahnelerinin gerçekliğini ve beraberinde filmin türünü sorgulatır nitelikte. Winstone’un aynı zamanda video klibinde oynadığı, albümün en yüksek şarkısı Jubilee Street’in ününe yaraşır bir canlı sahnelemesi ve geçmiş sahneleri ekrana taşıyan ritmik kurgu ile zirvesine kavuşan belgesel, anlatıcılığıyla ünlü Nick Cave’in tiradıyla son buluyor.
45
46
2000 sonrası dünya sinemasının en güçlü yapıtlarından olan Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikastı filminin yönetmeni Andrew Dominic’in çektiği 2016 yapımı One More Time With Feeling, Dünyada 20.000 Gün belgeselinin temsil ettiği hemen her şeyin zıttı hatta reddi konumunda bir yapıt.
Dünyada 20.000 Gün’ün Cave karakteri açısından en dingin ve keyifli sahnesi gibi gözüken pizza eşliğinde Al Pacino’nun Yaralı Yüzü’nü seyredildiği planda ona eşlik eden ikiz oğulları Arthur ve Earl’den Arthur’un 2015 yılında uyuşturucu etkisi olduğu düşünülen bir baş dönmesi sonucu kayalıklara düşüp hayatını kaybetmesi söz konusu zıtlık ve reddetmenin yegâne gerekçesi.
Oğlunun ölümü sonrası sessizliğe bürünen ve kameralardan uzak duran Cave’e yardım etmek isteyen Dominic’in fikri olan One More Time With Feeling, o sıralarda yeni Bad Seeds uzunçaların çalışmalarını sürdürmeye çalışan Cave’in empatisi mümkün olmayan kayıp sonrası hissiyatına odaklanıyor. Kelimenin tam anlamıyla hiçliğe düşen Cave’in doğrulma ya da doğrulamama gayretinin belgeseli olan film aynı zamanda Skeleton Tree albümünün kayıtlarına ve bu kayıtların videolarının çekimini gözler önüne seriyor. Arthur’un ölümü öncesi başlayan ancak genel tonunu ve duygu durumunu Arthur sonrası kazanan albüme fazlasıyla sinen ölüm ağırlığı ve buradan doğan hüzün ve acı belgeselin de anlatısına egemen. Yönetmenin üç boyutlu ve siyah beyaz çektiği belgesel teknik açıdan ilginç bir deneyim
47
48
sunuyor. Dominic, üç boyutu izleyiciyi yaklaştırması siyah beyazı ise izleyici ile araya mesafe koyması gerekçeleriyle açıkladığı bu tercihler, görsel doğalarında çelişen bu ikili yapıyı belgeselin duygu durumunda buluşturuyor.
Cave’in yine anlatıcı olarak öne çıktığı belgesel, zamanın ve olayların her daim şimdiki zamanda gerçekleştiği önermesini içerirken yaşam-ölüm diyalektiği üzerinden değişkenlik, boyut ve uzamı sorgulamaya girişiyor. Girişiyor çünkü Cave’i belgeselin hiçbir anında canlı ve istekli görmüyoruz. Arthur’un ölümü Cave’i yeniden özgüvensiz ve en önemlisi varoluş amacını arar bir hale geriletmiş durumda. Hiçliğin sarmalını üretme arzusu, ihtiyacı, hayattaki çocuğu, eşi ve en önemlisi kendi biricik karakteriyle aşma çabasında, zorunluluğunda adeta. Belgeselin adının bile sade bir Türkçeyle “bir kez daha, bu kez duyguyla” anlamına gelen adı, düşüş sonrası yeniden doğrulma amacını arayan, bu amacın doğasını sorgulayan bir başrolün sessiz haykırışı gibi. Aynı zamanda sinemacılar açısından sahnenin bir kez daha tekrarlanması komutu olarak da yorumlanabilecek başlık, Dominic’in hem kurmaca, hem belgesel, hem müzik videosu hem de tümünün kamera arkası olarak kurguladığı(veya kurgulamadığı) yapıtın biçimini de
karşılıyor. Sabit kadrajların nadiren kullanıldığı film, stüdyo sahnelerinde karanlık bir gövde gösterisi sunacak ölçüde şaryo donanımı ve ışık/ses takımlarıyla göz doldururken, geri kalan bölümlerde aktüel kamera kullanımı kimi zaman yorucu bir hal alabilen doğaçlama hissi uyandırıyor.
Belgeselin ağırlığına rağmen en büyük başarısı ise taşıdığı duygu yüküne rağmen duygu sömürüsüne girmemesi. Dominic ve elbette Cave ölüm güzellemesine, ağıt yakmaya bir an olsun girişmiyorlar. Cave’in getirdiği gerçekçi yaklaşım sömürüye karşı en büyük engel. Ölümün kesin bir gerçeklik olduğunu dile getiren Cave, “kalbimde yaşıyorsun” ve benzeri klişe cümlelerin katıksız yalan olduğunun altını çizerek röportaj kısımlarında sıkça içinde bulunduğu belgeselin gereksizliği üzerine dil döküyor. Anlatıcı tonuyla da benzer anlamsızlık gel-gitleri yaşayan Cave’in bu belgeseli, hakkında konuşmak istemediği trajedisi, travması üzerine söyleyebileceği kadarını söyleyerek bir nokta koyma ve bu noktayı yeni bir başlangıç noktası olarak kullanma amacıyla kabul ettiği hissediliyor. Bu açıdan da belgeselin olası amacı ile Bad Seeds’in 1991 tarihli destansı şarkısı Weeping Song’un nakaratında yer alan “Bu bir
49
50
ağıt şarkısıdır, ama bundan böyle ağıt yakmayacağım” sözlerinin uyumunun huzursuz bir rahatlama verdiğini söyleyebiliriz.
One More Time With Feeling’in kapanışı ise belgeselin en duygusal anlarını oluşturuyor. Filmde kadraja giren herkesin sabit bir ölçekte portreleştirildiği sahnenin ardından Arthur’un yaşamını yitirdiği kayaların sade görüntüleri üzerine Marienne Faithfull’un Deep Water parçasının Arthur Cave tarafından yorumlanışını ses kanalını dolduruyor. Böylece Cave’in ve bir bütün olarak belgesele sirayet eden hiçliğin, belki de kaybedilen yaşamın bıraktığı izin devam etmeyecek oluşundan doğduğunu hissedebiliyoruz. Sonuç olarak girişte belgesel türüne ve biçimine yönelik sorgulama düşünüldüğünde, Dünyada 20.000 Gün ve One More Time With Feeling belgeselleri, ortada belli belirsiz veya dolaylı hissedilebilen iki farklı hissiyatın aktarılmasının belgeselleri olabilirler. Nick Cave’in ilkinde büyük bir arzu ve istekle ikincisinde ise müthiş bir isteksizlik ve en önemlisi zorunlu olmayan bir zorunlulukta özneleştiği filmler, içerik ve biçim açısından günümüzde pek çok kurmacanın başaramadığı mizansenlerin, devinimlerin yapıtları olurken birçok belgeselin
yakalayamadığı gerçekliği ve samimiyeti de bünyesine katarak çağdaş bir ara biçim yakalamayı başarıyorlar.
Yönetmenlerin farklı olduğunu göz önüne alırsak bu ortaklığın Cave sayesinde gerçekleştiğini kabul etmek gerekiyor. Blixa ve Harvey sonrası müzikal açıdan büyük ölçüde Warren Ellis etkisiyle ehlileşen Bad Seeds’in, çocuklardan oluşan Harlem Voices korosunun katkısıyla en minimalist albümünün, Dünyada 20.000 Gün belgeselinde ruh hali olarak epey histerik bir biçimde sunuluşu ile Bad Seeds’in duygusal olarak en ağdalı albümünün One More Time With Feeling belgeselinde kelimenin tam anlamıyla minimalist bir sadelikte aktarılması Cave’in bedeninde zıt bir ortak payda bulmayı başarıyor. Senaryo yazımı ve özdeşlik kurulacak olay örgüleri, karakterler, mekânlar gibi asgari sinema temellerinde ciddi anlatı sorunları yaşayan günümüz sineması açısından Nick Cave’in özneleştiği bu iki yapıt ufuk açıcı bir noktaya yerleşiyor. Sömürüye, yapaylığa bulaşmadan, farklı duygu durumlarının gerçek bir karakter üzerinden inşa edilmesi veya ters açıdan bakıldığında inşa edilmiş olanın bu
51
52
şekilde kayda alınması, belgesel sinema özelinde ve sinema sanatı genelinde özgün bir eğilime dönüşmeli.
53 İntikam Savaşı: Kanlı Teklif Deniz Eren
Sanat her zaman bir iletişim aracı olmuştur. Bu iletişimin etkileşime dönüşebilmesi için aşk, sevgi, mutluluk, öfke, hüzün gibi duyguları istek ve şikâyetleri içerisinde barındırması gerekir. Duygular, istekler ve şikâyetler bize aktarılırken en kısa yol şüphesiz müzik sanatından geçiyor. Müziğin, insanlar üzerindeki psikolojik etkisi sürekli vurgulanmaktadır. Özellikle ilk çağlarda insanların ruhuna şeytan girdi düşüncesiyle
54 başlanan müzikli tedavi yönteminin günümüze uzanan bir
yolculuğu vardır. Her ne kadar müziğin psikolojik etkisini bu yazıda konuşmayacak olsak da sesin ritmi ve tondaki ahengi biz pek farkına varmasak da yaşantımızı şekillendiriyor. İzlediğimiz film sahnelerinde çalan müzikler karşısında değişen duygu durumumuz bu konuda en büyük örneklerden. Seyircileri etkisi altına alan unutulmaz film müziklerinin yaratıcıları arasında, hem senaryosunu yazdığı hem de müziklerini yaptığı filmlerdeki etkisiyle Avustralyalı rock şarkıcısı Nick Cave’i örnek olarak göstermek mümkün. Özellikle Avustralya Sinema ve Televizyon Sanatları Akademisi En İyi Özgün Film Müziği, En İyi Kostüm Tasarım Ödülü, En İyi Görüntü Yönetimi, San Diego Film Eleştirmenleri Birliği En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü ve Chlotrudis En İyi Özgün Senaryo Ödülü gibi başarılarla ses getiren 2005 yapımı The Proposition filmi bu anlamda başı çekmektedir.
Nick Cave’in çok yönlü kişiliğinin sanata yansımalarından biri de sinemadır. Bu alanda çalışmaları film müziklerinden oyunculuğa ve senaryo yazımına kadar geniş bir alanı kapsamaktadır. Bu yazıda senarist kimliği üzerinden Cave’in hayal dünyasına göz atmaya çalışacağız. Yaşayan Ölülerin Hayaletleri (1988), The Proposition (2005) ve Lawless (2012) adlı filmlerin yönetmenliğini John Hilcoat, senaryo yazarlığını ise Cave üstlenmiştir. İlk filmi Yaşayan Ölülerin Hayaletleri’nde Cave’ in senarist kimliğini görmeye başlamamızın yanı sıra filmin müziklerine katkısı da söz konusu. Bunların yanında filmde oyuncu olarak da yer aldığını belirtelim. Filmin müziklerini The Bad Seeds kurucularından Mick Harvey ve Blixa Bargeld ile yapmış, senaryosunda ise daha kalabalık bir kadro ile (John Hillcoat, Hugo Race, Evan English, Gene Conkie) çalışmıştır. İkinci filmi The Proposition, tür olarak western filmlerini andıran dramatik yapısı ve biçimiyle öne çıkıyor.
55
56
Film, Avustralya’nın çöllerinde geçen bir intikam, kan davası hikâyesi çerçevesinde gerçekleşiyor. Kanun kaçağı Burns kardeşlerin kasaba halkı ve polislerle olan mücadelesi anlatılırken aynı zamanda çöllerdeki gerilime tanıklık ediyoruz. Cave’in belirlediği gruplar ve aralarındaki çatışmada izleyicinin taraf olabileceği koşullar ortadan kaldırılmış ve sadece olacakların takip edildiği bir anlatım biçimi tercih edilmiş. (Bunun bir benzerini Lawless filminde de görmek mümkün) Filmdeki gruplaşmalar sömürgeci İngilizler, Aborjinler, Arthur Burn ve çetesi ile diğer iki Burns kardeşler şeklinde özetlenebilir.
Çoğu izleyicinin The Road (2009) filmiyle tanıdığı Avustralyalı yönetmen John Hillcoat’un 2005 yapımı The Proposition/Kanlı Teklif filminde kendisine senaryo ve müzikleriyle eşlik eden Nick Cave ile güzel bir uyum yakaladığını söyleyebiliriz. Şöyle ki Nick Cave’in sıra dışı yapısı ve ağır müziğiyle yönetmen Hillcoat’un macera dolu karanlık film anlayışının birleşmesiyle ortaya çıkan Kanlı Teklif, kimi sahnelerde(özellikle son sahnede) vermiş olduğu kapalı mesajlarla izleyicide düşündürücü bir yol izleği oluşturuyor.
Filmin açılışında gördüğümüz fotoğraflar ve arka fonda çalan müziğin etkisi izleyiciye fotoğraf albümüne bakıyormuşçasına özlemli bir his oluştursa da hikâyenin devamında aile kurumunun olmadığını görüyoruz. Hopkins ailesinin çiftliğine yapılan saldırı sonucu ailenin intikamını almak isteyen şerif Stanley’nin (Ray Wibstone) Burns kardeşlere götürdüğü teklif bir süre sonra masumiyet kavramının sorgulanmasına neden oluyor. Şöyle ki Burns kardeşlerin ortancası olan Charlie (Guy Pearce) intikamdan sorumlu tutulan ağabeyi Arthur’u ya öldürecek ya da küçük kardeşi Mikey Noel günü asılacaktır. Mikey’i idamdan kurtarmak için Arthur’u aramaya koyulan Charlie’nin yol boyunca karşılaştıkları, “ahlak kavramı iyi olmak için yeterli mi” sorusunu akıllara getiriyor. Charlie’nin Hopkins’lerin evine gitmesi ve yapılan vahşetle yüzleşmesi aynı zamanda yönetmenin olayları tüm açıklığıyla ortaya koyarak bizleri bir sorguya davet ettiğini gösteriyor. Masum olan kim, suçlu kim, Charlie’nin hangi kardeşini ateşe atacağı belki de bu tartışmada ortaya çıkıyor.
57
58
Filmin kilit noktasını oluşturan Charlie karakterinin Arthur’u bulduğu sahnede uçuruma bakıp “biz cehenneme gideceğiz” söylemini kullanması olay örgüsünde gerginliğin artmasına neden oluyor. Bu söylemden sonra cehennem hayatı yaşayan karakterler ve Mike’nin gördüğü haksız işkencenin izleyiciye yansımasıyla film adeta yeniden başlıyor. Arkada çalan fon müziğinin rahatsızlık verici tonu ise seyirciye tehlikenin haberini önceden hissettiriyor. Güçlü görüntü dilinin, ışık ve ses kanalından gelen müzikle birleşmesi filmdeki duygunun izleyiciye geçmesinde büyük bir etkiye sahip.
Diğer yandan Avustralya’da yeni bir kültür yaratmak isteyen İngiliz şerifi Stanley’in Avustralya çöllerine bakıp her defasında medeniyet getireceğini dile getirmesi bize Amerika dış politikasını hatırlatıyor. Şöyle ki Amerika’nın masum “medeniyet” söylemlerinin altında yatan işgalci zihniyet, kardeş İngiliz devletinin de her daim dilinde. Burada da karşımıza Şerif Stanley ile açığa çıkan bu gerçek (ya da zihniyet yapısı), Avustralya’nın sosyo-politik tarihinde birçok tahribata yol açacak şekilde var olmuştur.
59
Tarihin her sahnesinde tanık olduğumuz “köleleştirme” kavramına yönetmen Hilcoat’ın insanı insana anlatan filmi ile tanıklık ediyoruz. 19.yy sonlarında Avustralya’ya gelen Britanya kolonilerinin adanın yerli halkı Aborjinlere yaptığı köleleştirme ve küçük düşürmeleri görmekteyiz. Şerif Stanley ile gördüğümüz bu durum bir süre sonra Stanley’nin iç hesaplaşmasıyla adaletli bir hal alıyor gibi görünse de bu durumun uzun sürmediğini söyleyebiliriz. Zira filmin sonunun izleyiciye bırakılması filmdeki adalet kavramını yerle bir ediyor. Ve bu durum adeta izleyiciye “adalet istiyorsanız buna kendinizi sorgulayarak başlayın” dedirtiyor. Son olarak, Nick Cave’in özenle işlediği senaryosu ile birleştirdiği müziğin kimi sahnelerde oyunculardan rol çalacak ölçüde güçlü olduğunu vurgulanmalı.
60
Modern Westernde Varoluşçuluk ya da Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikastı Orçun Üzüm
Andrew Dominik’in 2007 yılında yönettiğin Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikasti filmi ilk bakışta sarı sıcak bir western gibi görünse de filmde aksiyondan uzak, ağır bir anlatımla varoluşsal ve psikolojik unsurlara yer veriliyor.
61
Film, bir tren soygunu öncesinde başlıyor. James kardeşlerin çetesi artık eski gücünden uzaktır fakat Jesse James çoktan yaşayan bir efsaneye dönüşmüştür. Çeteye katılmak isteyen Robert Ford bu sırada kendisini gösterir. Ford henüz 20 yaşında toy ve şaşkındır. Jesse James hikayeleriyle büyümüş ve onu idol almış bir gençtir. Filmin asıl konusu bu ikilinin ilişkisi üzerine kuruludur.
Jesse eski bir asker olarak saygın bir geçmişe sahiptir. Amerikan iç savaşında Güney yani Konfederasyon adına savaşmış ve “yanki” kovalamıştır. Daha sonra halkı sömüren
62
demiryollarını soymuştur ve bu sayede soyguncu olmasına rağmen güneyliler için bir kahramandır. Fakat biz onun karakterinin yıkılış dönemini izliyoruz, öyle ki bu yıkılış dönemi psikolojisi ile James kendisini ölüme teslim etmiştir. Filme yönelik getirilebilecek nadir olumsuz eleştirilerden biri ise Brad Pitt’in hayat verdiği Jesse James’in bir karakter olarak hakkınca işlenememiş oluşu ve bu sebeple iç dünyasının izleyiciye tam olarak aktarılamamasıdır. Tam olarak olaylar hakkında ne düşündüğü konusunda ne yazık ki belirgin bir karar şekillenemiyor. Öldürene veya canlı yakalayana yüksek miktarda para verildiği bir dönemde yakalanamayan güçlü haydut, efsane olmuş bir karakter, nasıl oldu da 20 yaşındaki bir yeniyetme tarafından öldürüldü veya James’i ölüme iten asıl sebep nedir?
Andrew Dominik, gerçeğinden farklı bambaşka bir Jesse James portresi çiziyor filmde. James son dönemlerinde eskisi kadar sağlam bir duruşu olmadığını fark ettiği an hatalar yapmaya başlar ve son dönemlerinde herkesten şüphe duyan paranoyak biri haline gelir. Onu bu hale getiren nedenler başlıca,
güvenecek kimsesinin kalmaması, fazla yaşanmışlığın verdiği yorgunluk (belki de yaptıklarından duyduğu pişmanlık) ve kuzeninin ortadan kaybolmasından bihaber olmasıdır. James sıradan bir insan olduğunu fark etmeye başlar, fakat süreçte bu farkındalığa varan yalnızca kendisi değildi.
Robert Ford onun hikâyeleriyle büyür onun gibi olmak istiyordur, her hareketini takip edip onun gibi düşünmeye çalışır. James’in bunu fark etmemesi kaçınılmaz. Robert küçüklüğünden beri ezik muamelesi görmüştür, kötü adam olma ve hükmetme isteği buradan gelir. Olmak istediği kişinin en yakınındadır artık. Fakat James’in de onu aşağılamalarıyla karşı karşıya gelince, hayranlık durumu yerini düşmanlığa bırakmıştır. James’in paranoyakça davranışları Robert’in gözündeki imajını iyice yıkmış ve James’e hayranlık durumu tamamen ortadan kalkmıştır. Artık hayalleri değişmiştir. James’i öldürüp, valinin sunduğu ganimeti alıp toplumda itibar kazanıp efsane olmayı ister. Bir zamanlar en fazla abisi tarafından ezilen Robert artık abisini yönlendiren ve hayranlık duyduğu kişiyi öldürebilecek biri haline dönüşmüştür.
63
64
Malum cinayete doğru, Robert Ford korkak bir takipçiden, cesur bir kahramana dönüşmek için kendini hazırlamaya çalışmaktadır. İzleyicinin film adını okuduktan itibaren beklediği suikast sahnesinde yönetmen, James’e onu vuranın kim olduğunu tablodaki yansımadan gösterir. James kaderine boyun eğer. Burada önemli bir ayrıntı var ki, film boyunca silahını yanından ayırmayan James ilk kez silahını bir yere bırakıyor ve bıraktığı anda ölüyor. Bu da demek oluyor ki silahını bıraktığı anda ölmeye zaten hazırdır. Bir anlamda kendi ölüm emrini kendisi vermiş olur. James son dönemlerinde fazla yorgun ve yıpranmıştır, uzak bir ihtimal olmasına karşın Robert’e duyduğu veya duymak istediği güven nedeniyle de silahını onun yanında bırakmış olma ihtimali var. Fakat iç dünyasını ne yazık ki kötü oyunculuk sebebiyle (bu nokta özelinde) anlayamadığımızdan bu ihtimali uzak tutuyoruz.
Filmin görüntü yönetmeni Roger Deakins’ın filmin var olma sürecinde ki estetik dokunuşları ve tercihleri sinematografik anlamda muazzam etkilere sahip. Her bir karesi resim sergisinde yer alabilecek olan görselliğin yanında, filmin müziklerini yapan Nick Cave de filmin ses kanalında aynı etkiyi yaratmayı ve görüntüyü beslemeyi başarıyor. Karakterler arası duygusal tartışmaları izleyiciye aktaran, var olan hikâyenin anlatımını son derece güçlendiren bir etkide ilerliyor müzikler.
Albert Camus’a ait bir söz, ‘Alçalmak, yükselmekten daha kolaydır’. Filmin ölüm sahnesinden sonra Robert tam anlamıyla sözün varoluşsal anlamını karşılamakta. Filmin başından sonuna yaşadığı karakter değişimleri bir yere kadar hoş ve anlamlı geliyordu aslında, ölene kadar. Olmak istediği kişi, büyütmüştü onu. İnandığımız birinden vazgeçme eylemi hiç kolay değildir, James’i arkasından savunmasız halde vurmak hiç kolay değildir. Filmde anlatılan aslında Robert Ford’un hikâyesidir. Ezikliğinin tek kurtuluşu James olmaktı, olamadı. James’i yok etmek oldu sonrasında, yok edemedi. Kendisini yaratmıştı sonunda, artık tanınan ve kişilik sahibi biriydi Robert Ford. Hatta mahlas takıp şarkısını bile yapmışlardı; Nick Cave’in bar sahnesinde söylediği şarkının sözlerinde geçiriyordu, ‘Korkak Robert Ford’...
65
66
Filmde Dominik’in yönetimi, Deakins ve Nick Cave’in tanrısal dokunuşları ve diğer bir yandan filmin temel aldığı romanın yazarı Ron Hansen’in de belirttiği gibi ‘Casey Affleck, Robert Ford rolü için dünyaya gelmiş’ dedirtebilecek güçlü oyunculuklar göz önüne alındığında Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikastı seyirlik anlamda inanılmaz bir boyuta taşınıyor. *** Korkak Robert Ford’un Mektubu: 3 Nisan sabahı Jesse ve ben her zamanki gibi kahvaltıdan önce gazete almaya merkeze gittik. Eve 8 gibi vardık ve odanın karşısında oturmaya başladık. Jesse bana arkasını dönük oturup St. Louis Republican’ı okuyordu. Times’ı aldım elime, gördüğüm ilk şey manşette Dick Liddil’ın teslim olmasıydı. O arada Bayan James geldi ve kahvaltının hazır olduğunu söyledi. Hemen yanımda duran sandalyenin üstünde bir şal vardı, hemen onunla gazeteyi örttüm. Jesse fark etti ama göremedi, sandalyeye doğru geldi, şalı yatağa doğru fırlatıp gazeteyi aldı. Sonra mutfağa gitti. Ardından ben de gittim mutfağa ve Jesse’in karşısına oturdum. Bayan James kahve koydu ve masanın sonuna oturdu. Jesse gazeteyi masaya yaymış başlıkları bakıyordu. “baksana, Dick Liddil’in yakalanışını yazmışlar” dedi ve bana doğru baktı sertçe. “Genç adam! Dick Liddil’in yakalandığını bilmediğini düşünüyordum” dedi. Bilmediğimi söyledim. “Peki” dedi, “çok ilginç, üç hafta önce yakalanmış ve sen onun komşusuydun o zaman, hiç inandırıcı değil.” ve
Kızgın bakışlar atmaya devam ederken, ben kalktım karşı odaya geçtim. Bir dakika sonra, Jesse’nin
sandalyesini ve kapıya doğru yürüyüşünü duydum. “Önemli değil Bob, her neyse.” dedi gülerek ve mutlu bir edayla. Onu kandıramadığımı biliyordum. Çok sinirliydi. Orada onu satmak için olduğumu benim kadar iyi biliyordu o an. Çocukları ve karısının yanında öldürmeyecekti beni elbette. Yatağa doğru yürüdü ve kasıtlı olarak kemerini çıkardı tabancasıyla birlikte ve yatağa attı. Bu onu silahsız ve kemersiz ilk görüşümdü. Bir şeylerle uğraşmak istiyordu kahvaltı masasında olanları unutturabilmek için. Ve “şu resim baya tozlanmış” dedi. Görebildiğim kadarıyla hiç toz yoktu. Bir sandalye çekti ve resmi eline alıp tozunu almaya başladı. Oradaydı, silahsız, arkası bana dönük... Birden düşündüm. “Ya şimdi ya hiç. eğer onur vurmazsan, o seni vuracak akşam.” ertelemeden altı patlarımı çektim ve otururken hazırladım. Silahın sesini duymuş olmalı ki bana doğru dönerken silahı ateşledim. Kulağının arkasından vurmuştum. Birden kütük gibi yere düştü ve öldü.
67
68