AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi 118. Sayı Yayın Kurulu Fırat Tunabay Gülbike Yıldırım Onur Keşaplı Özgür Keşaplı Didrickson Selin Gündüz Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak İşte Bakın İnsan İlya Repin 1867 Arka Kapak Fuser Bedri Baykam 2008 Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com
www.azizmsanat.org
İÇİNDEKİLER
4 Ekim Devrimi’ni Hazırlayan Kültür Hareketi İçinde Müzik Sanatı Ahmet Say
6 26
Çığlığını Uzat Özgür Keşaplı Didrickson
Erdemin Başı Dil Adnan Binyazar
36 38
Yürürlük Fırat Tunabay
Editörden
Bir Taşra Öyküsü Barış Mehmetoğlu
52 54
Dijital Çağın Kültüre Etkisi Selin Gündüz
4 EDİTÖRDEN Kumandan Ernesto “Che” Guevara, nam-ı diğer Fişek’in katledilişinin üzerinden yarım asır geride kalırken, imajların siyahbeyazlığı, içine sıkıştırıldığımız güncelin hiper gerçek pasteli ile karşılaştığında tarih/zaman öncesi bir hal alıyor. Tarih olmuşluk, geçmişte kalmışlık ister istemez romantizmi hâkim kılıyor. Bir daha gelecek olamayacak bir geçmişe duyulan özlem, melankolik bir duygu durumunu tetikliyor. Hâlbuki bahsi geçen tarih yalnızca elli yıl öncesi. Türümüzün yeryüzünde birkaç yüz bin yıllık geçmişi düşünüldüğünde elli yılın ne kadar “geçmiş” olarak algılanması gerektiği görecelidir. Che’nin hayatta ve düzen gericiliğine karşı savaşta olduğu dönemin bu denli geride hissedilmesinde ütopyasını veya ülküsünü yitiren insanlığın bugün varmış olduğu zihniyet yapısı büyük bir etmen. Post modern terimleri üzerinden adlandırmak gerekirse türümüzün “güncel”e hapsolmuşluğu yakın tarihle birlikte umudu, hayal gücünü ve belki de Aydınlanmayı öteledi, örttü. Che, devrimler çağının zirvesi olan, 100. Yılını kutlamaya hazırlandığımız Lenin önderliğindeki Bolşevik Devrimi’nin akılcılığını, aynı çağın son büyük devrimi olan ve bu yıl 94. yaşına basan, Atatürk önderliğinde Cumhuriyet’in ulusçu duygudaşlığıyla harmanlamıştı. Her iki öz, takip eden yıllarda küresel ve yerel ölçekte sistem karşıtı başkaldırıları tetiklemeyi sürdürürken emekçi sınıfın, ezilen ulusların ve insanlığın Aydınlanmacı birikiminin taşıyıcısı olmuştur. İlkinin 1991 yılında dağılması, ikincisinin ise içinin tümüyle boşaltılması dünyada sistem karşıtlığının dağınıklığına, öncüsüz ve özsüz kalışına sebebiyet vermiştir. Bize tüm bu satırları yazdıracak dışavurumun kaynağı, Che’nin anısının yanı sıra geçtiğimiz ay yitirdiğimiz, ünlü dilbilimci, yazar ve aydınımız Emin Özdemir için edebiyatımızın
engin kalemi Adnan Binyazar’ın anma yazısı ile ülkemizin önde gelen müzik eleştirmeni ve eğitmeni Ahmet Say’ın Büyük Ekim Devrimi öncesi Rusya’da müzik birikimini ustaca özetleyen makalesidir. Her iki metin, insanlığın yakın tarihinin zirvelerine ışık tutarken, şimdiden bakıldığına ütopik gözüken gerçekliklerinde bezeli sıcacık insan ilişkileri, estetik üretime yönelik cüretkarlık ve yukarıda altını çizdiğimiz umuttur. Tarihi olaylar ve tarihi kişiliklerin, içinde bulundukları zaman/ mekân bağlamından kopartılarak yorumlanmaları sağlıklı bir değerlendirme olamaz; ancak günümüz dayatmalarında Che gibi davranıp düşünmeye olanak tanınmadığını unutmamak gerek. Hapishaneden veya sirkten farksızlaşan güncel, köktenci sistem karşıtlığına alan açılmadığı, açmaya çalışanların lekelenme, ötekileştirme ve yıldırma ile bozguna uğratıldığı, hatta yok edildiği bir atmosferde seyrediyor. Bu atmosferde özünü koruyup başkaldırıyı deneyenler, Sinead O’Connor örneğinde olduğu gibi soyut bir baskı altına alınmaya çalışılıyor. Yazarımız Özgür Keşaplı Didrickson’ın şiiri, Sinead’a el uzatırken, sessizleştirilen başkaldırının lirik haykırışı niteliğinde. Hiç olmadığı kadar tu kaka edilen toplumcu edebiyatın bir örneğinin de yer aldığı bu sayımız farklı konu başlıklarında deneme ve öykülerle güncele meydan okuyan bir içerik sunuyor. Günceli aşıp devrimler çağının aydınlığını geleceğe taşımak adına,
Sanatla kalın dostlar.
Azizm’in Notu: Azizm Sanat E-Dergi’nin Kasım 2017 tarihli 119. sayısında, bu yıl 100. yılını kutlayacağımız, insanlığın en akılcı ve umut dolu zirvelerinden olan Büyük Ekim Devrimi’nin onuruna, “100. Yılında Bolşevik Devrimi” dosyasını işleyeceğiz. Öncelikli olarak dosya ile bağlantılı olmak kaydıyla yazınsal ve görsel çalışmalarınızı, 2 Kasım 2017 tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
5
6
Ekim Devrimi’ni Hazırlayan Kültür Hareketi İçinde Müzik Sanatı Ahmet Say
19. Yüzyılın Çarlık Rusya’sındaki geri ve baskıcı düzenin toplum planındaki sefil görünümünü açıkça sergileyen sanat dallarının başını edebiyat sanatı çekiyordu. Öteki sanat dalları da gerçekleri anlatan bu çizgiye güç katıyordu. Müzik sanatının dili soyut olduğu için, toplum eleştirisi yönünden doğrudan bir etki yaratması beklenemezdi. Ancak, 19. Yüzyıl Avrupa’sında gelişen düşünsel ve siyasal akımlar, hemen bütün ülkelerde ulusal bilincin oluşmasına yol açmış, bu gelişme, sanatın her alanında yankısını bulmuştu. Söz konusu ileri düşüncelerin kökeninde, Fransız Devrimi’nin getirdiği özgürlük ve eşitlik ilkeleri vardı. Napolyon Savaşları’na gösterilen tepkinin de Avrupa ülkelerinde ulusal bilinci geliştirdiği söylenebilir. Bu demekti ki, bir ulusun
hakları hangi ölçüde gasp edilirse o toplum, ulusal değerlerine daha fazla sarılmak durumunda kalır. Alman müzikbilimci ve müzik eleştirmeni Alfred Einstein’a (1880-1952) göre, “19 Yüzyıl bestecilerinin kendi halklarına duyduğu yakınlık, ya da o dönemin deyişiyle ‘toprağa dönüş akımı’, ulusal müzik stillerinin gelişimine yol açmıştır.”(1) Sonuç olarak ulusal sanat akımları, dıştan gelen kültürel baskıları kırmaya ve kendi kültürel varlıklarını ön plana çıkarmaya eğilim göstermiştir. Bu yönüyle 19. Yüzyıl, müzik sanatı açısından özellikle Rus, Çek, İspanyol, İngiliz, Macar, Finlandiyalı, Polonyalı, Norveçli, Danimarkalı bestecilerin ulusal kimlikleriyle müzik dünyasına katıldığı ve bu yönden önemli katkılar getirdiği bir çağdır. Şu da var ki, müzik sanatında yeni bir güç olarak ortaya çıkan ulusalcı akımlar, Avrupa ülkelerinde bağımsız ve “yerli bir ses” arayışından yola çıkarak bütün sanat dallarında kendi toplumunun sorunlarına eğilme görevini de beraberinde getirmiştir. Bestecilerin halk şarkıları ve halk dansları müziklerinden yararlanırken yerli öğelerin karakterini vurgulayarak ülkesinin damgasını taşıyan yeni bir stil geliştirmesi, yaratıcılığa yeni ufuklar açan, dürüst ve açık, yeniliğe yönelik bir akım özelliği taşıyordu. Halk müziklerinden güç alan bu akım, getirdiği yeni solukla başarı kazanmış, toplum ruhunun aynası olan halk ezgilerini bilinçle değerlendirerek uluslararası sanat müziğine taşımaya başlamıştır. Rusya’nın Özellikleri Halktan yana özelliğiyle öne çıkan ulusalcı akımlar, özünde bir “aydınlar hareketi”ydi. Bu kesim, “küçük burjuvazi” diyebileceğimiz orta sınıftan çıkan ilerici bir topluluktu ve “Ataları, Fransız Devrimi’ni hazırlayan ilerici orta sınıftı; ayrıca, kültür alanında gelişmiş, aydınlanmış insanlar olarak geleneklerden bağımsız, özgür ve ilerici bir kişiliğe de sahiptiler.”(2)
7
8
Değişik ülkelerdeki aydın çevrelerin öncülük ettiği bu akımın başlıca ilgi alanı, edebiyattı. Gerçekçi roman, Avrupa’nın hemen bütün ülkelerinde toplumsal sorunlara eğiliyor, halkın sorunlarını irdeliyor, bu yoldan toplum eleştirisini temsil ediyordu. Örneğin Rusya’da roman, 19. yüzyılda salt toplumu kurcalayıp irdeleme niteliğindeydi ve başka türlü de olamazdı: Toplumdaki çelişkiler o denli alevlenmiş, okur kitlelerinin siyasal bilinci öylesine gelişmişti ki, Rusya’da toplumun sorunlarına eğilmeyen başka tür sanat akımlarının öne çıkması olanaksızdı. 19. Yüzyıl Rusya’sında “aydın” kavramı, “etkin olmak” ile bir tutuluyordu ve toplumsal çelişkileri yansıtmak görevi, Batı ülkelerinde görülmeyecek ölçüde bir amaç durumuna gelmişti. “Rus romanının en büyük ustaları olan Dostoyevski ve Tolstoy, düzene karşı takındıkları eleştirel tavırla, aydınların düşüncelerinden fazlasıyla etkilenmiş ve kendileri inkâr edecek olsalar bile, onların yıkıcı etkilerine sanatlarıyla katılmışlardır.”(3) Toplum eleştirisi açısından Rus romanı, Batı Avrupa romanına göre daha keskindi ve bu niteliğiyle amaca daha yatkındı: “Günün siyasal ve toplumsal sorunlarıyla olan ilişki, aynı dönemin Fransız ve İngiliz yazarlarının yapıtlarında olduğundan çok daha sıkıdır. Rusya’da zorba yönetim, aydınların kendini topluma hissettirebilmesi için, edebiyat alanından başka yol pek tanımamıştır. Denetim uygulaması ise toplumsal düzen eleştirisini daha çok edebiyat formları içinde ifade bulmaya zorlamıştır.” (4) Rusya’da güçlü bir eleştirel gerçekçi edebiyat hareketine ortam hazırlayan toplumsal koşullar, Batı Avrupa ülkelerindeki toplumsal koşullarla karşılaştırıldığında, halktan yana akımın gelişme nedenleri daha açık görülebilir: “Batı Avrupalı yazarlar, genel olarak edilgenliğe ve yalnızlığa gömülmüşlerdi. Oysa Ruslar için 19. yüzyıl, Aydınlanma çağı’dır. Rus aydınları, devrim öncesi yılların
coşku ve iyimserliğini Batı dünyasından bir yüzyıl kadar daha uzun bir süre yaşatmışlardı. Rusya, beklentiler açısından Fransız Devrimi’nin Avrupa ülkelerinde yarattığı düş kırıklığını yaşamamış bir ülkeydi. 1848 yılının Rusya’sında, örneğin Fransa ve İngiltere’yi kapsayan yorgunluğun ve bıkkınlığın izi bile yoktu. 19. Yüzyılın sonlarında, Fransa ve İngiltere’de natüralizm (doğalcılık), edilgin bir izlenimciliğe dönüştüğü sırada, Rusya’nın deneyimsizliği ve yenilgiye uğramamış olan toplum psikolojisi sayesinde natüralist roman, taze ve umut veren durumunu korumuştur.”(5) Gelişmeler böyle olunca ulusal akımların içinde en canlı ve atak gözüken Rus Okulu’nu bütün bu yönleriyle ele almak gerekir. Müzikte Rus Okulu
Henüz 18. yüzyılda Rusya, Avrupa’daki müziksel gelişimden habersiz değildi: Bu yüzyılda, Rus saray ve
9
10
mâlikânelerinde İtalyan operaları sahneleniyordu. Bütün parlak yönleriyle İtalyan opera toplulukları, Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, Rus sahnelerini de kaplamıştı. İtalyan müzikçiler, “Rusya’nın zengin işsizleri” üzerinde etkiliydiler. İlk Rus bestecilerden Bortianski (1751-1825), yetişme biçimi ve duygusal yaklaşımıyla bir İtalyan gibiydi. Rusya’da ulusal müzik hareketinin gelişmesini temsil eden ilk büyük besteci, Mihayil İvanoviç Glinka’dır (18041857). Soylu bir aileden gelen Glinka, küçük yaşta keman ve piyano çalmaya başlamıştır. Gençlik yıllarında ise John Field ve Böhm’den piyano ve kompozisyon dersleri almış, özellikle Mozart ve Beethoven gibi klasik dönem bestecilerin eserlerini inceleme fırsatı bulmuştur. Otuz yaşındayken Berlin’e giden besteci, orada ders aldığı bestecilerin “Rus müziği yazması” yolundaki öğütlerinden etkilenerek ilk operasını bestelemiştir. Bu opera, bütün yönleriyle ulusal özellikteydi. Ne var ki, bu yılların soylular çevresi, eseri “arabacı müziği” olarak nitelemişlerdi.
Puşkin ve Gogol gibi dönemin ünlü edebiyatçılarıyla dostluklar kuran Glinka, 1842’de Puşkin’in yazdığı şiirler üzerine bestelediği Ruslan ve Ludmilla operasıyla olgun bir müzik sergilemiştir. 1844’te Paris’e giden Glinka’nın operaları üzerine bir yazı yazan Berlioz, bestecinin ele aldığı opera konularıyla müziğin üstün bir uyum içinde olduğunu belirtmiştir. 1845’te İspanya’ya giderek bu ülkede iki yıl kalan Glinka’nın İspanya atmosferinden esinlenerek yazdığı La Jota Aragonese ve Madrit’te Bir Gece adlı iki parlak eseri vardır. Glinka’nın ardılı olan Aleksandır Dargomijiski (18131868), 1856’da sahnelenen Rusalka adlı operasıyla Rus operasını ileriye götüren, özgün ve doyurucu bir müzik dili kullanmıştır. Bu bilinçli ve kararlı bestecinin orkestra için yazdığı Kazak Dansı, Glinka’nın başlattığı ulusalcı müzik çizgisinin gelişimini örnekler. Ölümünden bir yıl önce Rus Müzik Kurumu’nun başına getirilen Dargomijiski, kendinden sonraki kuşak tarafından “Rus Beşleri” adı altında oluşturulan besteciler grubuna temel olmuştur.
11
12
Burada, aynı zamanda değerli bir yazar ve müzik eleştirmeni olan Aleksandr Serov’un (1820-1871), Rus Beşleri’nin yenilikçi müzik kavrayışını temellendiren bir aydın olduğunu belirtmeliyiz. Konumuz koşutunda şu gerçek de vurgulanmalıdır: Rus Müzik Okulu’nun oluşmasına öncülük eden bestecilerin dayanakları, aslında iki temel üzerine yapılanmıştı: Rus halk müziği ve Rus Ortodoks Kilise Müziği. 19. Yüzyıl Rus müziğinde, Ortodoks Kilise Müziği’nin etkileri görülürse de Rus Ulusal Okulu’nun Rus halk müziğinden yararlanarak yükseldiği açıktır. Rusya, halkın söylediği türküler açısından zengin bir ülkedir. Ses genişliği beşli ya da altılı aralığı aşamayan halk şarkılarında kullanılan makâmlar, eski Yunan modlarını andırır. Toplu olarak seslendirilen bu halk şarkılarından bir kısmı, danslı ve konulu bir gösteri özelliği de taşımaktadır. Bütün bu olguların yanı sıra belirtilmesi gerekir ki, Rusya’da sanatsal müziği Avrupa ülkeleri düzeyine çıkaran, Rus Beşleri ve bu hareket içinde yer almamakla birlikte aynı kuşaktan olan Çaykovski’dir. Rus Beşleri Amaçları birlikte saptayarak bir besteciler grubu oluşturan, ancak yeteneklerini ayrı yönlerde geliştiren Rus Beşleri içinde yer alan besteciler, doğum tarihlerine göre şöyle sıralanır: Aleksandr Borodin (1833-1887), Cesar Cui (1835-1918), Mili Balakirev (1837-1910), Modest Musorgski (1839-1881) Nikola Rimski-Korsakov (1844-1908). Soylu bir aileden gelen Borodin, Rusyanın tanınmış kimyacılarındandı. Beşler grubuna Balakirev tarafından alınmış ve yine Balakirev tarafından yetiştirilmiştir. Beethoven’in senfonilerini, Schumann ve Glinka’nın eserlerini inceleyen ve bunları kısa sürede piyanoda seslendirebilen Borodin,
1862 yılında besteciliğe başlamış, ilk eseri olan mi bemol majör Senfoni’sini beş yılda tamamlamıştır. “Bu eserin ulusal karakteri, özellikle Trio ve Scherzo’suyla Adagio’da belirir. Liszt bu eseri dinledikten sonra ona övgü dolu bir kutlama mektubu yazmıştır.” (6) 1863’de piyanist Katerina Protopova ile evlenen Borodin, bestecilik çalışmalarını kimya profesörlüğüyle birlikte götürmüş, az sayıda eser yazmasına karşın, Prens İgor adlı operası, Ortaasya Steplerinde adlı senfonik şiiri, iki yaylılar kuarteti ve iki senfonisiyle Rus müziğinin hem gelişmesi hem de tanıtımında büyük pay sahibi olmuştur. Prens İgor adlı operasını bitiremeden ölen Borodin’in bu eseri, Rimski-Korsakov ile Glazunov tarafından tamamlanarak 1890 yılında Petersburg’da sahnelenmiştir. Borodin’in senfonik şiiri ile 2. Senfoni’si, Asya temalarına yönelen ilginç müziği ve parlak orkestrasyonuyla günümüzde de seslendirilmektedir. Prens İgor operasının en çarpıcı bölümlerinden olan Kıpçak Dansları, bağımsız bir orkestra eseri olarak yaygınlaşmıştır. Fransız asıllı Rus besteci Cesar Cui (Kui okunur), Napolyon ordularıyla Rusya’ya gelerek bu ülkede yerleşen ve Fransızca öğretmenliği yapan bir baba ile Litvanyalı bir annenin çocuğudur. Monyuşko’nun öğrencisi olan Cui, St. Petersburg’da Balakirev ile tanıştıktan sonra, Rus Beşleri’nin kurucuları arasına girmiştir. 1864’te St. Petersburg’daki Vedomosti gazetesinde müzik eleştirileri yazmaya başlayan ve bu çalışmalarını 36 yıl sürdüren besteci, Rus müziğinin özelliklerini ele aldığı Musique en Russie adlı bir de kitap yazmıştır (Paris, 1880). “Döneminde eserleriyle pek yankı uyandırmayan Cui, yenileşme konusundaki güçlü tutkusu ve besteci dostlarına gösterdiği destekle önemli bir işlev görmüş, bestelediği operalarla da başarı kazanmıştır. Çoğunlukla ses müziği eserleri besteleyen sanatçının 6 operası, şan ve piyano için yaklaşık
13
14
200 şarkısı, ayrıca orkestra ve oda müziği eserleri vardır”(7). Kafkas Mahpusu, Mandaren’in Oğlu ve Korsan adlı operalar, Cui’nin önde gelen eserleridir. Matematik ve doğa bilimleri öğrenimi yapan Mili Balakirev, Glinka’nın etkisiyle kendini müziğe adamış, “Rus Beşleri” grubunun öteki bestecilerini aynı amaç çevresinde toplama başarısını göstermiştir. Özetle “Beşler” grubunun ulusal müzik hareketine öncülük eden sanatçının Balakirev olduğu bilinir. “Düzenlediği konserlerde gerek kendi eserlerinin gerekse çevresindeki bestecilerin eserlerinin seslendirilmesini sağlamış, böylece yeni Rus müziğinin yayılmasına önayak olmuştur.”(8)
1862 yılında parasız bir müzik okulu açan besteci, 1867’de Rus Müzik Kurumu’nun konserlerini düzenlemeye başlamış ve bu konserleri yönetmiştir. Sahne eseri yazmayan Balakirev’in Tamara adlı senfonik şiiri ve piyano için İslamey (1869) adlı doğu müziklerinden esinlenmiş fantezisi, günümüzde de seslendirilir. Bestecinin do majör Senfoni’si, uvertürleri, Kral Lear sahne müziği ve piyano parçaları, tanınmış eserleri arasındadır. Beşler içinde iki üstün yetenek Rus Beşleri’nin içinde en yetenekli besteci olarak bilinen ve stil açısından yenilikçiliği belirgin biçimde temsil eden Modest Petroviç Musorgski, küçük yaşta annesinden müzik dersleri almaya başlamış, 10 yaşındayken götürüldüğü Petersburg’da Anton Herke’nin piyano öğrencisi olmuştur. 13 Yaşında Subay Okulu’na giren sanatçı, 1857’de Rus müzikçilerinin uğrak yeri olan Dargomijiski’nin evine gitmiş ve onun öğütlerine uyarak Balakirev’den kompozisyon dersleri almaya başlamıştır. Subay Okulu’nu bitirmesine karşın, atandığı görevden ayrılan genç sanatçı, kendini bütünüyle bestecilik çalışmalarına vermiştir. Dargomijiski’nin yöntem ve stiline yakınlık duyan Musorgski, Balakirev’in form bilgisi derslerine soğuk bakmış, ancak ondan Rus halk şarkıları üzerine bilgiler edinmiştir. 1864 yılında yazmaya başladığı Salambo adlı operasına iki yıl çalıştıktan sonra bu eserden vazgeçmiş, 1863-1867 arasında sanatsal şarkılar bestelemiştir. 1868’de Gogol’un bir güldürü konusundan yeni bir opera bestelemek istediği halde, çarlık rejiminin dolaylı baskısı yüzünden bu eserden de cayarak metnini Puşkin’den aldığı başeseri Boris Godunov’u yazmaya girişmiştir. Bu yıllarda geçim sıkıntısı çektiği için, 1869’da yeniden memurluğa başlamış ve aynı yıl Boris Godunov operasını bitirmiştir. Yenilikçi özellikleriyle yadırganan bu eserin sahnelenmesi, Çarlık Operası tarafından reddedilince besteci, 1871’de eser üzerinde düzeltmeler yapmış, müziğin
15
16 piyano uyarlaması yayımlandıktan sonra bu opera aynı yıl
sahnelenmiştir. Bu yıllarda Musorgski’nin sağlığı bozulmaya yüz tutmuştu. Ancak söz konusu durum, onun çalışmalarını pek engellemiyor, besteci, yeni eserler yaratmayı görev saymayı sürdürüyordu. 1873 yılında Hovançina ve Soroçinsk Panayırı adlı iki yeni opera bestelemeye başlayan sanatçı, bu iki eserden ancak birincisini bitirebilmiştir. 1879’da piyano eşlikçisi olarak katıldığı bir turne dönüşünde sağlığı iyice bozulan Musorgski, 42 yaşında hayattan ayrılmıştır. Müzik tarihini veren hemen bütün kaynaklarda, onun “bitkinlikten öldüğü” yazılıdır. Modest Musorgski, kendi döneminin kompozisyon ve armoni kurallarına sırt çevirmiş bir bestecidir. Eserlerinde sezgilerini öne alarak kendine özgü yeni bir müzik diline yönelmiştir. “Müziğinin daima yeni bir konusu vardır; daima yeni bir şeyler söylemek ister ve her söyleyeceği şey için de yalnız bir türlü anlatım kullanır. Durumunu çok iyi bildiği halk yığınlarının kâh sâkin, kâh kızgın, hatta isyancı ruhsal durumlarını ifadede şaşılacak bir başarı göstermiştir. Çocukları iyi tanır. Çocukları anlattığı eserlerinin müziği gibi, sözleri de çocukçadır. Çocukları betimlerken âdeta çocuklaşır: Onlarla oynar, gevezelik eder, darılır, somurtur; örneğin Schumann gibi, olgun bir insan diliyle zorla çocukluk yapmaz. Böylece, halk dilinin şiirselliğiyle kıyaslanabilecek dolaysız, dünyevî bir şiirsellik yaratarak derin bir psikolojik müzik portreleri galerisi yaratmıştır.”(9) Başka bir noktayı da belirtmek isteriz: Musorgski için “İzlenimciliğin ilk bestecisi” olduğu söylenir. Kullandığı yeni armonik anlayışla izlenimciliğe yakınlaştığı doğrudur, ama bu yenilikleri izlenimci akım bilinciyle yapmış değildir. Söz konusu ileri yönüyle Musorgski, Rus Beşleri’nin öteki üyelerinden ayrılır ve geliştirdiği kişisel deyişle genelde Dargomijiski’nin anlayışına dayanır. Boris Godunov operasında olduğu gibi, bestelediği şarkılarda da genellikle “Lirik melodik dizeler ve simetrik parçalardan
kaçınmıştır. Şarkıları 19. yüzyılın en değerlileri arasındadır. Halk ezgilerini kimi zaman, olduğu gibi aktarmasına karşın, Rus halk şarkıları onun müziğinde derinlere kök salmıştır. (…) Rus halk şarkılarının ve Musorgski’nin bestelediği şarkıların başka bir belirgin özelliği ise modal (makamsal) karakterde olmasıdır. Makamsal müzik, Musorgski’nin armonik stilini etkilemiştir. (…) Avrupa’nın genel müzik diline modeliteyi sokan Ruslardır ve onların 20. yüzyıl ilk yarısındaki müziğe bu alandaki etkileri önemlidir. Musorgski’nin Tatil Bitti adlı şarkısındaki armonik yapı, izlenimciliğin öncüsü Debussy’nin de dikkatini çekmiş ve Debussy, Bulutlar adlı eserinde bir eşlik modelini Musorgski’nin bu parçasından almıştır. Armonilerinde Musorgski, dönemin bütün bestecileri içinde en özgün ve yenilikçi olandır. Geleneksel düşüncenin alışkanlıklarına kapılmadan ve standart formüllerin kösteklemesinden kurtularak piyanoda cesur, yeni, doğal, ama şaşılacak derecede yerinde armoniler başarmıştır. Armonik dağarı pek gelişkin değildir, ancak basit dizilerle istediği etkiyi tam olarak aktarmasını bilmiştir.”(10) Musorgski’nin yenilikçi özelliklerini yansıtan en değerli yapıtlarından biri, piyano için yazdığı Bir Sergiden Tablolar’dır. Bu eser, bestecinin ressam arkadaşı Hartmann’ın anısına yazdığı, 10 bölümden oluşan ve her bölümü sergideki bir tabloyu anlatan bir başyapıttır. Olağanüstü bir anlatım gücü ve canlı renkleriyle piyano edebiyatının parlak eserleri arasında yer almakla kalmaz, Ekim Devrimi’nin ayak seslerini de duyumsatır. Piyanistimiz Fazıl Say, ilk gençlik yıllarında verdiği konserlerde Bir Sergiden Tablolar’ın yorumundaki başarısıyla dikkat çekmişti. Bestecimiz İlhan Mimaroğlu ise bu eser için şöyle yazmıştır: “Daha saf, daha yalın, daha gerçek bir Musorgski, Sergiden Tablolar’ın piyano için yazılmış olan ünlü eserinde belirginleşir.” (11) Rus Beşleri’nin en genci olan Nikolay Andreyeviç Rimski-Korsakov, Petersburg’daki Deniz Koleji’ni bitirmiş,
17
18
deniz subayı olarak Rus Donanması’nda görev almıştır. 18 yaşındayken Balakirev’le tanışan ve ondan kompozisyon dersleri alan bestecinin 1. Senfoni’si, 1865’de Balakirev yönetiminde seslendirilmiştir. Kısa sürede Beşler’in öteki üyeleriyle dostluklar kuran Rimski-Korsakov, 1871’de Petersburg Konservatuvarı’na kompozisyon öğretmeni olarak atanınca bu alandaki yetersizliğini gidermek amacıyla ciddi bir teorik çalışmaya yönelmiştir. 1873 yılında piyanist Nadejda Nikolayevna ile evlenen sanatçı, kendi özgün stilini geliştirmeye başlamıştır. Rimski-Korsakov’un senfonik eserleri, ulusal duygu ve düşüncelerin şiirsel anlatımı olarak çok başarılıdır. Güçlü orkestrasyon bilgisini içeren bu eserler, Rus bestecilerin geleneksel karakteristik çizgisini geliştirmiştir. Ele aldığı temalar genellikle aydınlık ve neşeli, bazen rüzgârlı ve gürültülü, bazen de pastoral incelikler taşır. Armonileri özgündür ve yer yer Rus kilise müziği makâmlarından yararlanmaya yönelir. Şiirsel alegoriyi gülmeceyle birleştiren Slav efsaneleri ilgisini çekmiştir. 1898’de sahnelenen Sadko adlı operası, müzikal yaratıcılığının olgun bir örneğidir. Kar Kızı ve Altın Horoz operaları dış ülkelerde de ilgi görmüştür. Rimski-Korsakov, çalgılama kavrayışında yeni ve parlak efektler yaratarak üstün yeteneğini ortaya koyar. Rus müziğinin genel özelliklerinden biri olan melankolik eğilimlere uzak durmuş, Rus halk şarkılarının, canlı, iyimser ve parlak renkler arayışına çok daha uygun düşeceğini sezmiştir. Rusya’da çağının çarpıcı eserlerini besteleyen RimskiKorsakov, ülkesinde 1905 yılında patlak veren demokratik devrime katılan konservatuvar öğrencilerini desteklemek amacıyla yazdığı bir yazıdan ötürü konservatuvardaki görevinden alınmış, ancak bu olayı protesto ederek tam bir dayanışma gösteren Glazunov, Liadov ve Blumenfeld’in istifaları üzerine, yeniden görevine getirilmiştir.
15 Opera, 3 senfoni, çok sayıda orkestra eseri bestelemiş olan Rimski-Korsakov’un tanınmış orkestra eserleri arasında bulunan İspanyol Kapriççio’su (1887) Şehrazad (1888) ve Rus Paskalyası Uvertürü, günümüzde sıkça seslendirilen eserleri arasındadır. Beşler ile ayrı kuşaktan olan Anatol Liadov (1855-1924) ve Aleksandır Glazunov (1865-1936), yenilikçi bir çizgi izlememişlerdir. Glazunov’ın op.82 la minör Keman Konçertosu günümüz konser programlarının sevilen eserleri arasındadır. Çaykovski ve Rahmaninov Rus Beşleri’nin bütün bestecileri St. Petersburg’da yaşamıştır. Piyortr İlyiç Çaykovski (1840-1893) ise Petersburg’da öğrenim gördüğü halde yaşamını Moskova’da sürdürmüş, bu kentin konservatuvarında armoni öğretmenliği yapmıştır. Şunu da hemen belirtelim ki, Çaykovski’nin “Beşler” grubuna katılmayışı, ulusalcılık akımına karşı olmasından değildir. Çaykovski de “Beşler” grubu gibi Rus halk müziği köklerinden yararlanmayı öngörmüştür. Ancak Çaykovski’nin öğretmeni Anton Rubinstein, Avrupa’nun klasik armonisinden ve eğitsel yöntemlerinden yola çıkılması gereğine inanıyordu. “Çaykovski ile Beşler arasındaki farklılık, işte bu öğretinin kaynağı ayrılığında kendini göstermektedir. Yoksa Çaykovski’nin müziği, kaskatı bir geleneğin ürünü değildir. Tepkici, gerici olmaktan çok uzaktır. Öte yandan, Çaykovski’nin aşırı duygusal olması da geleneklerin kısır sınırları içine kapanmasına engeldi.”(12) Varlıklı bir ailenin çocuğu olan Çaykovski, Hukuk Okulu’na girerek buradaki öğrenimini tamamlayana kadar bir yandan da müzik çalışmıştır. Petersburg Konservatuvarı’nda Zaremba’dan armoni ve kontrpuan, Anton Rubinstein’dan kompozisyon dersleri almış, 1865’te konservatuvarı bitirmiştir. Ertesi yıl konservatuvarda armoni öğretmenliğine getirilen besteci, bu sırada Rus halk şarkılarından esinlenerek yazdığı 2. Senfoni’sini Balakirev’e adamıştır.
19
20
Bu yıllarda giderek bozulan ruhsal sağlığı, onu bunalımlara itmiştir. “Çaykovski, cinsel tercihinin hemcinslerinden yana olduğunu fark etmiş ve paniğe kapılıp bunalımlara girmiş, hastalığını iyileştirir umuduyla evlenmiş, büyük bir hata yaptığını evliliğinin ilk gününde anlayarak yeise kapılmış, çare olarak kendini Moskova Nehri’nin buzlu sularına atarak intihara kalkışmıştı. Bu olay üzerine karısı Antonia’dan ayrılmaya karar veren Çaykovski, belki de ilk kez kendisiyle ilgili gerçekleri kabul etmek zorunda kalmıştı. Yaşamındaki en önemli ve tek kadın olan Madam Nadejda von Meck ile hiç karşılaşmamış; bütünüyle mektuplarda sürdürülen bu ilişki, besteciyi hem maddî hem de manevî yönden hayata bağlamıştır.” (13) Çaykovski, bunalımlar içinde geçen hayatının yoğun duygularını eserlerine çarpıcı biçimde aktarmıştır. Onun ateşli, tutkulu ve abartılı müziği, sıradan müzikseveri çok etkiler. Bu yüzden eserlerinin derinliği olmadığı, bolca kullanılan renklerin sıradanlığı örtmeyeceği, ağdalı anlatımının aslında basitlikten kaynaklandığı ileri sürülmüştür. Bu ateşli müziğin eleştirel bir kavrayıştan yola çıkarak değil, içten gelen dürtülerle yazıldığı bellidir. Her şeye karşın Çaykovski’nin müziği, duyguların körüklendiği oyunsu ve alevli anlatımıyla Rus romantik müziğinin başta gelen örneklerini oluşturmuş, günümüze değin konser salonlarındaki vazgeçilmez yerini almıştır. Eserlerindeki ustalıklı tekniğin bu yaygınlıkta önemli payı bulunduğu da söylenebilir. “Onun senfonileri, derin kişisel anlatımlardır. Bu eserlerdeki çatışmalar, dönemin Rusya’sında yaşanan çatışmalara koşut olduğu kadar, sevgiye, insanlar arasındaki uyumlu ilişkilere duyulan özleme, öte yandan bu gibi umutları boğan zalim, baskıcı ve onun gördüğü gizemli biçimiyle gizemli güçlere paraleldir.” (14) Bestelediği 11 opera içinde, Yevgeni Onegin ve Maça Kızı, bestecinin opera sanatındaki güçlü verimlerini sergiler. “Senfoni, konçerto, bale müziği ve senfonik şiirlerinde
Çaykovski’nin hem işçilik hem de anlatım bakımından bütün müzik yaratıcılarının en yükseklerinden biri olduğu açıktır.” (15) Çaykovski’nin ardılları arasında Anton Arenski (18611906) ve Sergey Taneyev (1856-1915), Rus romantizmini sürdüren öteki besteciler arasındadır. Oysa Çaykovski’nin müzik anlayışını daha da geliştiren, besteci ve piyanist olarak dünya genelinde haklı bir ün kazanan başka bir Rus müzikçidir: Rahmaninov.
Müzikçi bir aileden gelen Sergey Vasilyeviç Rahmaninov (1873-1943), 20.Yüzyıl bestecisi olduğu halde, yeni akımlara sıcak bakmamış, geliştirdiği kendi özgün çizgisiyle Rus romantizminin simgelerinden biri olmuştur. “Çaykovskiden bu yana, hiçbir Rus besteci, Rahmaninov kadar duygulu, etkileyici, dokunaklı bir müzik yazmamıştır.”(16) Ailesinin 1882’de St. Petersburg’a yerleşmesi üzerine konservatuvara giren küçük yetenek, Vladimir Demianski ile piyano, Aleksandır Rubet ile armoni çalışmıştır. Akrabası olan
21
22 ünlü piyanist Siloti’nin önerisi üzerine 1885’te Moskova Konservatuvarı’na gönderilen Rahmaninov, burada Nikolay Zverev ile çalışmaya başlamış, 1887’de Siloti’nin piyano sınıfına alınmıştır. Bestecilik yeteneğiyle dikkati çeken sanatçı, 1888’de Taneyev’in kontpuan, Arenski’nin armoni öğrencisi olmuş, okulun piyano bölümünü 1891 yılında, kompozisyon bölümünü ise Aleko adlı operasıyla altın madalya alarak 1892’de bitirmiştir. Bu yıllarda yazdığı op.3 piyano parçaları içinde olan do diyez minör Prelüd (1892), bestelendiği günden bu yana, piyano edebiyatının başeserleri arasına girmiştir Aynı yıl içinde Çaykovski ile tanışan genç besteci, yeteneğini gören ustadan dostça öğütler almış, destek görmüştür. 1901’de do minör Piyano Konçertosu’nun dünya prömiyerini Moskova’da gerçekleştiren bestecinin bu eseri, günümüzde de konçerto dağarının en tanınmış eserleri arasındadır. Aynı yıl içinde bestelediği “10 Prelüd” arasında bulunan sol minör Prelüd de benzer biçimde değerlendirilir. 1902 Yılında yeğeni Natalya Satina ile evlilik yapan Rahmaninov, birkaç ay İsviçre’de yaşadıktan sonra Moskova’ya yerleşerek orkestra şefi yönüyle de etkin olmuş, 1904-1906 yıllarında Bolşoy Tiyatrosu Orkestrası’nın şefliğini üstlenmiştir. Dünya ölçeğinde ün kazanmış olmak, kimi bireylerin hayat içindeki temel seçimlerini değiştirdiği gerçeğinin örneklerinden biri de Rahmaninov’da görülür: 1917 Devrimi’nden sonra İsviçre’ye yerleşen sanatçı, piyanist, besteci ve orkestra şefi olarak Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da sürekli konserler vermiş, 1935’te New York’a yerleşerek Amerikan vatandaşlığını seçmiştir. Burada ayrıca, “sıra dışı”, hatta “uç” diye niteleyebileceğimiz başka bir örneği de belirtelim:
23
Aleksandr Skriyabin (1871-1915). Rahmaninov’dan iki yıl önce doğan bu besteci, “Çağdaş müzik” olarak adlandırılan 20. yüzyıldaki tonal sisteme bağlı olmayan müziğin sadece öncülerinden biri değil, “ilk öncüsü”dür. Bu özelliğiyle Skriyabin’in müziği, klasik müziğin tam karşıtıdır. Ünlü müzikbilimci Bowers, çok sonraları, 1973 yılında şöyle yerinde bir değerlendirme yapmıştır: “Ton dışı müzik yazmayı yöntemleştiren Arnold Schönberg, ancak Skriyabin’in öldüğü yılda bu yoldaki çalışmalarına başlamıştır.”(17) Bu saptama doğruydu, çünkü Skriyabin, yeni müziğin en parlak eserlerinden biri olan “Kendinden Geçmenin Şiiri” adlı senfonik eserini daha 1908 yılında bestelemişti. İlginçtir, Ekim Devrimi sonrasında “Atonal” (ton dışı) denen yeni müzik, Sovyetler Birliği’nde yasaklanmıştır.
24
(1) Alfred Einstein, A Short History of Music, N.Y. 1954, sayfa 191. (2) Arnold Hauser, Sanatın Toplumsal Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1984, sayfa 322. (3) D.S. Mirski, A History of Russian Litterature, 1927, sayfa 321. (4) D.S. Mirski, a.g.e. sayfa 219. (5) Arnold Hauser, a.g.e., sayfa 329. (6) Ahmet Muhtar Ataman, Musiki Tarihi, Milli Eğitim Basımevi, Ankara, 1947, sayfa 333. (7) Ahmet Say, Müzik Ansiklopedisi, 9. basım, 2013, cilt 1, sayfa 355. (8) İlhan Mimaroğlu, Müzik Tarihi, Varlık Yayınları, 4. basım, İstanbul, 1991, sayfa 105. (9) Ahmet Muhtar Ataman, Musiki Tarihi, sayfa 335. (10) Donald J. Grout ve Claude V. Palisca, A History of Western Music, Norton Y. 1988, s. 777.
(11) İlhan Mimaroğlu, a.g.e. sayfa 106. (12) İlhan Mimaroğlu, a.g.e, sayfa 107. (13) Filiz Ali, Dünyadan ve Türkiye’den Müzisyen Portreleri, Cem Yayınevi, İstanbul 1994, s. 28. (14) S. Finkelstein, Besteci ve Ulus, çeviren M. Halim Spatar, Kaynak Yayınları 1995, sayfa 235. (15) İlhan Mimaroğlu, a.g.e. sayfa 108. (16) Curt Sachs, Kısa Dünya Musikisi Tarihi, çev. İ. Usmanbaş, İstanbul, 1965, sayfa 235. (17) Leyla Pamir, “Skriyabin/Piyano Yapıtlarındaki Evrim ve Düşünce Dünyası” Müz. Ans. Yay. Ankara 1993, sayfa 31.
25
26 Erdemin Başı Dil Adnan Binyazar
Dost kervanı Kentin dört bir yanından Kocatepe Camisi’nin geniş alanına akan dostları sanki cenazeye değil, zamana aklın ışığını tutan bir aydını uğurlamaya gelmişler. Emin Özdemir, onu sonsuzluğa uğurlamaya gelenlerin her birinin duygu pınarından beslenerek sevgi ırmağına dönüşen bir dil anıtı! Anıt’ın alnında, ilk kitabına da verdiği ad, dilsel bilince erişinin özdeyişi yazılı: “Erdemin Başı Dil”! Hangi dostun yüzüne baksam, on yaşındaki çocuktan doksan bir yaşındaki yetişkine, dil ışığının yansısını görüyorum.
Uğurlanan beden değil, ömrü boyunca toprağın üstünde yola çıkardığı ışık kervanını, orayı da ışıtsın diye sonsuzluğa erdiği toprağın altına götüren... Adını her gün binlerce kez seslediği eşi, kızları, kızlarının eşleri, biri kız, üçü oğlan dört torunu bir köşede, uğurlayanların arasındalar. Oysa onlar her Pazar bu saatlerde evin geniş salonuna kurulan kahvaltı masasında olurlardı. Ankara’da isem başköşeye, uğurlananın 61 yıllık arkadaşı beni de oturturlardı. Şimdi o da uğurlayanlar arasında. Ölüm, ölüm, hezen1 ölüm Evden eve gezen ölüm Her düzeni bozan ölüm Mustafa Ayaz Kimler yok, Kocatepe Camisi’nin her köşesinden dua sesleri gelen koca alanında... Ankara’ya kendi adıyla beş altı katlı büyük bir Resim Müzesi armağan eden dünya ressamı Mustafa Ayaz, zekâ fışkıran gözleriyle bana bakıyor. Biliyorum cenazelere gidemediğini, kalabalıklar arasında bunalımlar geçirdiğini. İnsan bellek gezegenidir. Belleğim beni, Ayaz’ın Resim Müzesi’nde Emin Özdemir’le birlikte sanat soluduğumuz geçmiş bir güne götürüyor. Ayaz, tuval boyacısı değildir; aklının ürünü “Başımız bedenimize göre çok küçük ama kafatası içindeki akıl düşünebildiğim kadar sonsuz./İnsanlık bu güne gelinceye dek çok acılar çekti... Ama insan olabilmek için daha çoook acılar çekecek./Yaptıklarım değil, asıl yapacaklarım heyecanlandırıyor beni...” türünden özdeyişlerle, dünya resminde anılacak yetkinlikte desenler çizen, boyaları birbiriyle karıştırıp kendi rengini yaratan bir sanatçı. 1 Damı toprak evlerde kirişin üzerine dikine konulan kalın ve büyük ağaç. “Ailenin bütün yükünü çeken, en önemli kişisi” anlamına gelen evin direği deyimi buradan doğmuş olmalı...
27
28 Bellek, kırlangıç uçuşlu bir kuştur; konmasıyla kalkması bir olur; bellek kırlangıcı, Ayaz’ın, üçümüzü (Emin, Ayaz, Binyazar) çizdiği güne atlıyor. Ayaz, resim-fotoğraf karışımı bu tablosunda, nerdeyse bütün resimlerinde ana teması olan güzel mi güzel bir kızın yüzünü öne çıkarmış. Biz üçümüz bir masanın çevresinde yer almışız. Masanın ortasında capcanlı çiçekleriyle bir vazo var. Sanatçı, buluşlar saksağanıdır; dökülen çiçekler, vazonun altında ressamın imzasına dönüşmüş.
29 Mevsim kış olmalı. Kış değilse bile, ısırıcı soğuğu çağrıştırıyor üstümüzdekiler. Emin’le ben paltoluyuz, boynumuzda kalın atkılar var. Ayaz ceketli. Hep öyle yapar soğuklarda, ceketini kazağının üstüne giymiş. Kadınları çizdiği her resminin bir köşesine kuş, horoz biçiminde, ya da o anda aklına ne düşmüşse, kendini de koyar. Yıllar önce, Ayaz’la ilgili bir yazıma, “Yarattığına El Sürdürmeyen Gizli Tanrı” başlığını uygun bularak yorum getirmiştim ressamın bu buluşuna. Ayaz, bu resminde iri kanatlı bir kuş; saksıdan kopardığı bir çiçeği kızın eline tutuşturmuş. Resmin alt bölümünde küçültülerek çizilen kız, çiçeği bana uzatıyor. Sanat, ayrıntıdadır; Ayaz, yüzünü bana dönüyor, bizim ayrımında olmadığımız bir inceliğe ilgimizi çekiyor: “Bak, sana iltimas geçtim,” diyor. “İstanbul’dan gelene armağan mı bu?” diyorum ben de. Gülüşler gülüşlere karışıyor. İçimin gülüşü irkiltiyor beni. Bellek kırlangıcı beynimde ötüyor. Ama nerde bıldır2 yağan kar şimdi!3 Bozkurt Güvenç Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’i anımsıyorum. Tansiyonunun yükseldiğinden, belki Kocatepe’ye gelemeyecekti. Durumu Emin Özdemir’in eşine bildirmemi istemişti benden. Onu yerine getirirken, hayatımın her evresinde dostluğuyla gönendiğim Güvenç’le geçen günleri anımsadım. Tanışalı nerdeyse elli yıl oldu. Hacettepe Üniversitesi Temel Bilimler Yüksek Okulu içinde bir Türkçe bölümü açılmıştı. Hangi bölümü seçmiş olurlarsa olsunlar üniversiteye 2 3
bıldır: geçen yıl. François Villon
30
giren öğrenciler Türkçeden muafiyet sınavına girecek, muaf olmayanlar bir yıl Türkçe dersi göreceklerdi. Türkçe Bölümü’nün başına Emin Özdemir getirilmişti. Üniversite, öğretim görevlileri arıyordu. Özdemir öğretim görevliliğine ilk aday olarak beni önermiş, görev yaptığım ta Maraş’lara4 mektup yazarak bunu gerçekleştirmişti. Özdemir’in aramızdan ayrıldığı bu acılı günde, Bozkurt Güvenç, Emin Özdemir, Adnan Binyazar üçlüsünün, Türkçeyle ilgili bu önemli gelişmeye nasıl bir görev duygusuyla sarıldıklarının bilinmesini istiyorum: Muafiyet sınavına ortam hazırlarken, masa, sıra mı taşımamıştık, üniversiteye yeni başlayan öğrencileri yönlendirici afişler mi hazırlamamıştık, elimizdeki bezlerle cam mı silmemiştik! Hafta başı da Özdemir’le ben işe koyulmuş, teksir biçiminde de olsa, yaz tatilimizi vererek, öğrencilerin bir yıl içinde okuyacakları metinlerden, bilgilerden oluşan ders kitabını öğretim yılı başına yetiştirmiştik. ÇOGEM’in 3 Mayıs 2017’de Emin Özdemir adına düzenlediği toplantıda konuşan Güvenç, öğretimde anadilinin kültürdeki yerini belirlerken, yalnızca üniversitelerde değil, devletin kültür politikası açısından da önemine değinmişti: Hacettepe Üniversitesi’nde görev yaptığım zamanlarda şöyle düşündüm. Üniversite nedir, üniversiteyi yapan nedir? Biraz tarih okumaya başladığımda şunu gördüm. Henüz Türkler Bizans’ı işgal etmemişken, İstanbul’u zapt etmemişken, Bizanslı eğitimciler ve filozoflar oturuyorlar, diyorlar ki; “Bu felsefecileri nasıl eğitelim?” Yedi sanat üzerinde duruyorlar. Bu 7 sanattan 4’ü dil ile ilgili: Konuşma, yazma, tartışma, münazara... Diğerleri astronomi, matematik... Ancak konuşma, yazma, tartışma eğitimi almış olan kişiler filozof olabilir. 4
Maraş’a “kahramanlık” sıfatı sonraki yıllarda verildi.
Konuşmada geçen “filozof” kavramı; aydınlanmayı özümsemiş, dili, düşüncesi sağlam, iradesini kendine kılavuz eyleyen çağdaş kişi yetiştirme anlamıyla öne sürülüyorsa; bu, öğretimde konuşma, yazma, tartışma, münazara eğitiminin ne denli önemli olduğunu gösterir. Özdemir Hacettepe Üniversitesi Temel Bilimler Fakültesi’nde de, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinde de bu amacı gerçekleştirmenin “efsane” hocası olmuştur. Ruşen Keleş 3 Mayıs açıkoturumu, Özdemir’in, hastalığı döneminde katıldığı son toplantıdır. Açıkoturumda Prof. Dr. Ruşen Keleş de konuşmacıydı. Keleş’le, son elli yıl içinde, bir süre Türk Dil Kurumu’nca yayımlanan Türk Dili dergisinin yazı kurulunda bulunduk, Berlin’de Özgür Üniversite’ye konuk öğretim üyesi olarak geldiğinde birbirimizi daha yakından tanıdık. Emin Özdemir’in aramızdan ayrılması onu da sarsmıştı. Ruşen Keleş’in rengini hiç öyle soluk görmemiştim. Birbirimizin yüzüne baktığımızda gözyaşlarımızı zor tutmuştuk. Keleş’in nasıl bir ilke sahibi olduğunu Berlin yıllarından biliyorum. Bunu onun adına çıkarılan Armağan kitapta yer alan “Diyojen’e Fener Söndürten Adam” başlıklı yazımda dile getirmiştim. ÇOGEM’in açıkoturumunda yaptığı konuşmada, adımı Emin Özdemir’le birlikte anarak beni hoşgörüsüyle onurlandırdı: Özdemir ve Binyazar... Gerçekten onlar benim dil öğretmenlerim olmuştu. Dildeki hatalarımı yanlışlarımı onlardan esinlenerek, onlardan yardım alarak düzeltmişimdir. Hâlâ da düzeltmeye devam ediyorum. Çok zengin öğreticilerdir onlar. Ayrıca Özdemir ile dil duyarlılığı ve dilin kullanımına gösterdiğimiz özende ortak yanlarımız var.
31
32
Sedat Sever Üzerinden yıllar da geçse, ÇOGEM’in Emin Özdemir adına düzenlediği bu açıkoturum, Prof. Dr. Sedat Sever adıyla da anılacaktır. Hastadan iyi haber alırız diye hemen her gün, kimi zaman birkaç kez telefonda birbirimizi arardık. Küçük şeyler bile sevindiriyordu bizi. Onu ziyarete gitmiş. Emin benim adımı duyunca selam diye elini kaldırmış. Son gününe değin, bedensel tükenişe uğramasına karşın, Emin’in aydınlık beyni parlaklığından bir şey yitirmemişti. Sedat Sever’le uzaktan tanışmamız da Emin’le ilgilidir. Berlin’de, Türk TV’lerinden birinde o güne değin yüzünü görmediğim bir genç konuşuyor. Dil yalınlığı onda, sözcükleri tınısıyla söyleme onda, konuya uygun sözcükleri iç içe bütünleştirme onda... Genç öğretim üyesini dinlerken, içimden, onun, Emin Özdemir’in öğrencisi olabileceğini geçirmiş, kaleme kâğıda sarılarak bir mektup yazmıştım Sever’e. Bir hafta sürmedi, yanıt geldi: “Ben yalnızca Emin Özdemir’in değil, Adnan Binyazar’ın da öğrencisiyim.” Bu incelikli, hoşgörü simgesi yanıtı alınca, yurtdışı gurbet olmaktan çıkmış, inansımızın erdemli bilgeliğini ruhumda duymuştum. Sever bu yanıtıyla, Emin Özdemir-Adnan Binyazar dostluğunun kökenine inmemiş, dilsel bilincimizin ruhunu da okumuştu. Türkiye’ye temelli döndüğümde, Sedat Sever ilk aradığım kişilerden biri olmuştu. ÇOGEM’in açıkoturumunda konuşmasını, beni gönendirici duygularla dinledim: Özdemir yabancı sözcükleri Türkçe sözcüklerin yerine kullanmayı bir seçkinlik sayanların sayısının giderek artığının ayrımına varıp konuya değinenlerden biridir. İlk yazılarından başlayarak dildeki yozlaşmaların karşısına çıkmıştır. Yüzler ve Sözcükler adlı kitabında, deneme özelliği gösteren mektuplarla
seslenir okura. Yazınsal Türler adlı yapıtı, bugün dil ve edebiyat öğretmenlerinin, dil bilimcilerinin temel kaynağıdır. Açıklamalı Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü adlı eserleri ise, bugün de yol göstericiliğini sürdürüyor. Geniş alanlı çalışmalarının ışığında Özdemir’in temel önceliklerinden biri de eleştirel okur yetiştirmek olmuştur. Kâğıdın iki yüzü Açıkoturumun son konuşmasını Emin Özdemir yaptı. Dilimize katkılarını anlatan Özdemir, sözü dostluğumuza değinerek bağladı: Konuşmaları izliyorum, ne zaman Adnan Binyazar adı geçse hemen arkasından benim adım geliyor. Biz ikimiz tıpkı bir kâğıdın iki yüzü gibiyiz, birbirimizden ayrılmayız. 62-63 yıl oldu, bu böyle sürüp gidiyor. Dostluk, elektrik kıvılcımı gibi, parlamasıyla sönmesi bir olan hoşlanma duygusuyla karıştırılmamalı. Dostluğun da göz açıp kapayıncaya kadar oluşuverdiği durumlar doğabilir. Örneğin işkence altında ölümü bekleyen biri, kurtarıcısına yaşamı boyunca minnet duyabilir. Minnet duygusunun ömrü kısadır, tez unutulur. Dostlukta, kişinin kendi mimarı olduğu kadar, karşısındakini mimari yapısını da kavraması çok önemlidir. Gerçek anlamda dostluğun doğması, kişilerin birbirlerini erdemin tartımından geçirecek zaman bulmalarına da bağlıdır. Emin Özdemir ve ben yıllarca aynı ortamı paylaştık, kitaplar yazdık, birlikte sofralara oturduk, yurtiçi-yurtdışı gezilere katıldık. Haftanın en az iki gününde birbirimizi ailece ziyaret ettik. Hangimizin ruh teline dokunulsa, aynı ezgi duyulur. Dostluk, iki insan arasında erdemler oluşuyorsa gelişiyor. Erdem soyut bir kavram ama yansımaları somut verilerle duyumsanır. Shakespeare, bir dizesinde, zambak çiçeğinin
33
34
çimenden tez çürüyüp kokuştuğunu söyler. Yaprakları örselenen zambak çiçeği birden diriliğini yitirir, haksız azarlanan çocuk yüzü gibi buruşuverir. Dostlukta, iki tarafın da neye dokunup dokunmayacağını çok iyi bilmesi gerekir. Bunu da ancak erdemli kişiler başarıyor. ‘Ruhsal yetkinlik’ deyip geçilen erdem, iki insanın hüznü de sevinci de aynı anda, aynı ölçüde yüreğinde duyumsayıp, aralarında kurdukları uyumlu ilişkiler yumağıdır. Biz, Emin’le ben, dostluğumuzu ömürlü kılmayı, zambak çiçeğini çürütmemeye borçluyuz. Hayat, acı çekerken gülmeyi, gülerken acı çekmeyi öğretmiştir ikimize de. Gecenin birinde, hastalandığını duyunca, eşimle birlikte, bir arabaya atlayıp Küçükesat’tan Bahçelievler’e koşmuştuk. Onu ancak aristokratların hayatını anlatan filmlerde rastladığım bir robdöşambr içinde görünce, Molière oyunlarının bir sahnesine düştüğüm duygusuna kapılmış, gülmekten bayılmıştım. Sözde geçmiş olsun gitmiştim, gülmekten kırılıyordum! Zekâ, duyarlık yanılgısının ilacıdır. Emin, neye güldüğümü ânında anlayarak benden çok gülmüştü. Gençlik hastalıklarının ömrü nedir ki; beş dakika sonra o da ben de, hastalığı unutmuş, güzel eşlerimizin yaptıkları çayları yudumlamaya başlamıştık. On dokuz yıl yurtdışında kaldım; on günümüz ayrı geçmedi. Ben aramasam o arardı. Nasıl bir duyguyla doluysak, kimi günler aynı anda telefonun almacına sarılmış bulurduk kendimizi. Bu süre içinde üç beş kez de Berlin’e geldi. Berlin’in metal donduran göğü sanırım onun da içini karartmıştı. “Adnan,” demişti, “Türkiye’de en çok neyi özlüyorsun?” Söyledim özlediğimi: “Ülkemde Türkçe konuşmayı...” O gün de, yine bana göstermeden gözünün yaşını silmişti. Emin Özdemir’le altmış bir yıllık dostluğumuzun özeti bu.
İnsanoğlu, acılarının üstüne gülmenin ışığını düşüremiyorsa nasıl yaşar bu duyarsızlık bataklığında!.. Zaman olur ki, yaşanan bir saniyelik dostluk, bir hayata bedeldir. Sevgimizi her gün erdemin imbiğinden geçirdik, öyle bir dostluk yaşadık biz... 18.09.17
35
36 Çığlığını Uzat Özgür Keşaplı Didrickson
Zaman Ve sayısız insan Ağaçkakan ısrarıyla temiz hava deliği açmaya çalışıyor beyinlerde Sinead kazıyor hepsinin saçlarını, direncin nedenini anlamak için Kalın kemikli karanlık kafalar arasında çığlık atmadan kim gezebilir? Çığlık atmayan kim dillendirebilir dillendirilmeyeni? Sinead ağzını doğumda yırtılan bir vajina gibi açtıkça insanlarını nasıl çağırmasın? Artık bipolarlar mı olur, şizofrenler mi; ne fark eder?
Temiz hava geldikçe, sorular ve korkuyla düğümlenen yaşam mı sınıfladı akılın hastalıklarını? Ses, renk, fizik, onların parıltılı ellerinden doğunca daha mı olağan dışlamak, daha mı çekici alay? Korkuyu koruyan ise masumiyet mi? Sinead her alkışta gamzeleriyle utanır Haksızlıklara ses çıkarırken burnu kurdunki gibi kıvrım kıvrım olur İnsanın bildiği duyguların en az bir fazlasını koymuştur diline Kimini dökmesi intihar mektubuna inanmadığındandır Ağaçkakan çok iyi sır tutar *** Ağaçkakanların dilleri çok uzundur. Gagalarının birkaç kat uzunluğunda olan dillerini beslenmedikleri zaman çok ilginç bir şekilde saklarlar. Dar dilleri çatallanarak ağızlarının gerisinden kafataslarına uzanır. İkiye ayrılmış olarak kafa derilerinin hemen altından ilerleyen dilin çatalları başın üstünde birleşir. Gerektiği durumlarda daha ileriye uzanır ve sağ burun deliğinin içine girer. Ağaçkakanların diliyle ilgili çizim için şu sayfaya bakabilirsiniz; https://www.birdwatchingdaily.com/blog/2013/12/10/ woodpeckers-hammer-without-headaches/ Gagalarıyla sürekli ve çok hızlı şekilde ağaçlara vuran ağaçkakanlarının beyinlerini nasıl koruduklarını merak ediyorsanız şu yazıya göz atabilirsiniz; http://evrimagaci.org/photo/tr/agackakanlarin-basi-nedenagrimaz
37
38 Bir Taşra Öyküsü Barış Mehmetoğlu
Kazir kasabasının güneyine doğru göz alabildiğine uzanan bostanın ve tarlaların sahibi Zeynel Ağa’ydı. Babasının göçebe avcılıktan yerleşik eşrafa terfi etmesini sağlayan fermanın, gâvur kelleleri üzerine fiyat ve mülk biçtiği ahir zamanın ufak hediyesiydi koca tarla ve araziler. Zeynel Ağa yaşayan tek erkek çocuğuymuş ailenin. Babasının yanında tüm işleri öğrenmiş, ilk gençliğin harı söndüğünde ise yüzyıllarca dağlarda dolanan atalarından iz bırakmamıştı üzerinde. Ağalığı adabınca yapar, gücünün sınırını bilirdi. Evlendikten sonra yalnız büyümenin verdiği eski ıstıraplarından intikam alırcasına, doğurgan karısının soyuna hediyesi kabul ettiği 8 oğluna yaptığı amansız harcamalar, konağında bir
şımarık sürüsü yaratmıştı. Oğullarına sonradan ağalık adabını öğretmeye çalışmış, Anadolu’daki yeni devletin sistemine uymaları için tüm çocuklarını okutmak için uğraşmıştı. Lakin sadece biri okuyabilmiş, diğerleri elleri iş tutmayan gece ehlinin birer avanesi olmuş; gündüz gerine gerine uyuyup gece, pavyonlarda taşra şımarıklıklarına devam etmişlerdi. ________________________________________________ Zeynel Ağa yazın sonbahara evrildiği serin bir akşamüstü zamanı, -kaderin cilvesi - Ermeni mezarlığının kenarındaki yokuştan yukarı hafif adımlarla seğirtirken kalbi göğsünde tetiksiz bir bomba gibi apansız patlamıştı. Birkaç dakika hırıltılı soluk alıp vermişti olduğu yerde. Yüzü kızarıp gözleri yuvalarından çıkarken vücudu baştan ayağa titremeye başlamış ve yolun kenarında bir başına ruhunu teslim etmişti. Zeynel Ağa’yı ilk fark eden Bahçe Mahallesinin küçük neferleri olmuştu, çorak tepeden tozu dumana katarak indiklerinde Ağa çoktan dünya değiştirmişti. Çocuklar hemen bu ölümü fırsata çevirmiş, hızlıca ve telaşla ağanın ceplerini boşaltmışlardı. Aynı çocuklar mahalleye döndüklerinde büyüklerine, ağanın, Azrail’le boğuşurken bile zekerinin dimdik durduğunu muzipçe yaymışlardı. Mevtayı ilk gören yetişkinler de bu sıra dışı duruma şahit olduklarını iddia etmişlerdi. Yine de ağanın üstünü örtmüş yanlış bir şey yapmamak için tabip gelene değin de beklemişlerdi. Meraklı kasabalıların bu tuhaf rivayeti yaygara eylediğini duyan yanaşmalar ölünün yattığı yere yığın yığın gelmeye devam eden kalabalığı aceleyle uzaklaştırmışlardı. Akşamüstü olunca da mevta hemen yıkanmış ve gömülmüştü. Gassalın yalancısı olduğunu söyleyen bir fakı, ölü yıkanırken bile zekerin hala dimdik durduğunu birkaç kişiye sır niyetine fısıldamıştı. Kasaba ve civar halkı böylesi bir ölümü bekliyormuş gibi vakayı kaçak Ermeni ruhlarına ve şeytani ifritlere yormuş
39
40
hatta oldukça normal karşılamışlardı. Vartag hanesinin Koçer Süleyman soyundan gizemli intikamını tüm kasaba konuşur olmuştu. Rivayet keşmekeşi cenazede bile fısıltılarla hissedilmişti. Yaşlı Anuş’un yüzyıllık bedduası tutmuş da tırnaklı gâvur elleri ağanın kalbini patlatıvermişmiş. Hâlbuki ağanın son zamanlarda gittikçe bitap düştüğü ve bunu gizlemeye çalıştığı konak çalışanları ve bazı kasabalılarca malumdu. Ağanın taziyesi günlerce sürmüş, çevre kazalardan ve köylerden akın akın insan başsağlığına gelmişti. Sekiz kardeş bıkmadan usanmadan taziyeleri kabul etmiş, gece gündüz demeden misafir ağırlamışlardı. Yine kasaba dedikodusu mu bilinmez ama birçok ziyaretçi oğulların gözlerinde saklamaya çalıştıkları bir mutluluk ve sevinç ifadesi gördüklerini birbirlerine fısıldayıp durmuştu. Asıl hiç kimsenin gözünden kaçmayan en küçüğün gözlerindeki hüzün ve kederdi. Memzan’ın masum kederi ve yalnızlığı taziyelerini bildirmeye gelen herkesi fazlasıyla etkilemişti. Konağın en küçüğü Memzan ‘ın alınyazısı bu taziyeden sonra tuhaf ve içinden çıkılmaz bir hal alacaktı. Memzan’ın kendisi de başına gelebilecekleri ruhunun zifiri köşelerinde derinden hissediyordu. Yine de gerginliğini dışarı sezdirmiyor, yapması gereken tek şeyin taziyenin bitmesini beklemek ve sonra tüm işleri babasının vasiyetince yoluna koymak olduğunu biliyordu. Rahat bir yaşama alışkın olmasına rağmen uzun süreceği belli olan taziyesini yüksünmeden kaldırmaya çalışıyordu. Babasının ani ölümü yıllar evvel ölen annesinin hatıralarını da canlandırmıştı.. Bu ölümle yüreğine çöreklenen anne özlemi, duygularının derinliğini kurcalamaya başlamıştı. Annesinin ince hastalıktan eridiği zamanlar gözünde canlanıyor, tarifsiz bir acıya gark oluyordu. Ebeveynlerinin onun nazarınca zamansız ölümleri, ruhunu mengene gibi kavrıyor, göğüs kafesi sıkışıyor ve boğazına koca bir taş durmuş gibi yutkunamıyordu. Bu yüzden ara ara gizlice misafirlerden uzaklaşıyor çocukken yaptığı gibi
konağın gizli köşelerinde ağlıyor, ruhunun yangınını dindirmek için uğraşıyordu. _________________________________________________ Memzan babasının ölümünden üç yıl önce üç yakası da denize bakan koca şehirden mektepli bir genç olarak kasabaya dönünce koca arazilerin her müşkülüne babasıyla koşar olmuştu. Rençberleri kontrol ederken, yeni makineler getirtip kuyular açtırırken, kırmızı dev traktörleri arazide kullanırken Zeynel Ağa, oğluna güvenini günbegün tazeliyordu. Öteden beri Ağa, bu çocuğuna acımayla karışık tuhaf bir sevgi beslerdi. Merhum zevcesinin de Memzan’a olan abartılı düşkünlüğünü bilirdi. Zira kadıncağız hastalığın pençesinde kıvranırken erken gideceğini ve çocuğun onsuz büyüyeceğini hissetmiş ululuğuyla bilinegelen soyunun terbiyesini her zerresiyle Memzan’a vermek için didinmişti. Oğlu da annesini çocuk yaşta kaybetmenin burukluğuyla büyüdükçe annesinin kulağına fısıldadığı her kaideye uymak için azami derecede uğraşmıştı. Haliyle babasından ve öbür biraderlerden apayrı bir insan olup çıkmıştı. Zamanla koca konakta çok sevilmiş lakin çok da kıskanılmıştı. Zeynel Ağa da son demlerinde en büyük eseri gördüğü küçük oğlunun sükûnet içinde çalışmasına ve işbilir hırsına zaman geçtikçe hayran olmuştu. İşte Ankara’daki cumhur, köylüye toprağının tapusunu vermeye başladığında Ağa da tüm arazileri kadastroda küçük oğlunun adına düzenletmiş ve ölümünden bir süre önce de Memzan’a imzasını attırmıştı. Yine aynı günlerde tüm oğullarına, tüm işleri artık Memzan’ın yürüteceğini, paylaşımın çok zaman sonra, ilerde eli iş tutan bir vasiler olmadıkça yapılmayacağını kati sözlerle belirtmişti. Biraderler, öteden beri babalarının tavizsiz hallerine aşina olduklarından sessiz sedasız homurdanmakla yetinmişler, o günden sonra da Memzan’a diş bilemeye başlamışlardı.
41
42 Ağa ölünce namemnun biraderler topraklardan gelirin adaletsiz dağıtıldığından dem vurmalarına, arada hır gür çıkarmalarına rağmen Memzan, bu serzenişleri, şikâyetleri pek umursamamıştı. Lakin biraderler de boş durmuyor kardeşleri hakkında, koca eskitmiş gizli geline dökülen servetlerden, ecnebi sarı hatunlara alınan pahalı hediyelerden müteşekkil tuhaf dedikodular yayıyorlardı. Memzan’ın yapabildiği tek şey eskisi gibi kulak tıkamak oluyordu. Ağa’nın ölümünden sonraki baharda gelinler ve biraderler ağız birliği edip sahtesinden bir taşınma gayesi koydular ortaya. En kısa zamanda da Memzan’la usulünce konuşmaya karar kıldılar. Dedikodular, araya giren akrabalar, büyükler, yaşlı avukatın heyecansız önerileri işe yaramamıştı. Kardeşlerin her biri dudağının kıyısından babalarına beddua ederek güzel ve serin bir bahar akşamı büyüdükleri konağın yolunu tuttular. Kapıyı açan yanaşmaya selam vermeden her biri ayakkabılarını çıkarıp selamlıktaki bir divana keyfince yığıldı. Ve küçük biraderlerini sessiz ve sinirli hallerle beklemeye başladılar. Memzan gelince de en büyükleri, ukalaca meramlarını belirtti. Bazen sesini yükseltirken bazen sevecen ifadelerle şunları konuştu: __Babanın hükmü de kendisiyle toprağa girmiştir, kendisi gibi toprak olmuştur artık. Senin insafına ve takdirine kalmış bir vasi için çalışamayız birader. Hem bunca ürünün, paranın hesabını da bilmeyiz etmeyiz. Kasabalının dilinde gezinen dedikodular da oldu hani. Nasıl güvenelim sana. Her birimiz büyük şehre göç etmede birlik ettik. Orada ticaretin büyüğü paranın da büyüğünü getirir. Dilersen katılırsın ağabeylerine. Şeref de duyarız. Aklına da ihtiyacımız olur elbet. Lakin burada paçavrasız köylüler gibi toprağın içinde eşelenmeye devam edeceksen payımızı ver gayrı. Gidelim yolumuza, önümüze bakalım.
43 Memzan, _ _Ağalar! Oturduğunuz yerden, tüm ilçenin harcadığından daha fazla para cebinize giriyor. Şimdi dert maliki dervişler gibi davranıp şikâyet etmeye hakkınız yok. Bilirim ki tek bir müşkülünüz yoktur. Siz de müsrifliğinizi biliyorsunuz, yoksa kileriniz her zaman doludur, gelen para da keyfinizin b..kunu çıkarmadığınız sürece size yeter de artar. Babamın kılıcı tepenizdeyken böyle etmezdiniz. Bunca miras, sulak kocaman topraklar yedi göbek torunumuza bile yeter. Kilerinizi de cebinizi de bu toprak doldurur. Metreslerin boynuna astığınız gerdanlık, kumarda çevirdiğiniz gümüş zar… Hepsi de şu toprağın bereketidir. Üleş filan beklemeyin şimdilik. Size itimadım yoktur. Atadan kalmıştır. Benim rızam babamın rızasıdır, Satılmaz. Şimdilik katiyen olmaz! __Parayı bizden iyi yersin tabi, niye satarsın, geveze iblis. __Ağalarınla düzgün konuş pez…k. __Babanın tüm malını iç etme hesabındasın herhal. __Ufaklık, dilinden belli, dayağa hasretsin! Memzan, __ Babam yaşarken sizi bilirdi de size iş emanet etmezdi. Tüm masrafınızı kendi eliyle yapar, cebinize harçlığı eksik etmezdi. Ben de aynısını yapmaz mıyım, dahi fazlasını. Kasaba lüksünüzü konuşur, gazinolarda yaptığınız ağalıklardan bahseder. Kendinizi de bilirsiniz. Bu toprak elden giderse ya çulsuz derviş olursunuz ya da göçerliğe geri döner, keçi çobanlığı yaparsınız. Küle, çöpe ağa olmak istemezsiniz gayrı. Keyfinize kurban olayım. Ağalarımsınız. Bu toprakla bela aramayı bırakın. İtimat edeceğim yeğenleri görünce paylaştırırım anca.
44
Zevkinizin ahbabı değil babamızın dedemizin bunca emeği. Evinize dönün. Babamın vasiyeti, emanetimdir. Şimdilik satmak, paylaşmak yok. Mezarını çiğnemiş olursunuz. Daha da lafügüzaf etmeyin. Bu konuşmadan sonra ağabeylerin her biri sunturlu birer küfür sallayarak kalktı ve hepsi Memzan’ın inadına bir hal çaresi bulmak için akşamüstü saatlerinde büyük biraderin misafir salonunda bir araya gelmek üzere sözleştiler. Tümünün aklındaki müşterek mevzu tantanası dağı taşı aşan toprak paylaşımının fazla beklememesiydi. Ve beklememesi için de yapılacak birçok şey olmalıydı. Memzan da ağabeylerinin hışımla çıkmalarından sonra girişteki divana kuruldu, ellerini sakince saldı ve karşıdaki duvara dalıp kaldı. Yüzü hissizdi. Öfkesini bastırmaya çalışıyordu. Kaç zaman geçti bilinmez tatlı hayallerinin sükûneti, öfkesini bastırmaya meylediyordu. Bir başına ağalık etmenin düşünü kurarken göğsüne tatlı bir uyuşukluk yayılıyordu: ‘’Ne olurdu, biraderlerin ısrarları dursaydı da ben onlara, toprağa, rençpere hakkıyla ağalık etseydim. Yedi sülalelerini beslerdim billahi. Ağalık da hoş hani. İstesem zırnık vermem. Bilmezler mi acep? Hani işime karışıp durmasalar keşke. Acaba hiçbir zaman taksim etmesem nasıl olur? Gayet de hoş olur.’’ Memzan, düşünün son cümlesi dudaklarından dökülürken korkuyla irkildi. Feci bir utanca gark oldu. Hemen yerinden kalkıp ayakyoluna meyletti. Yüzünü yıkamayıp ayılmalı sonra bir gusül abdesti almalıydı. __________________________________________________ Günün akşama evrildiği soğuk bir sonbahar günü köyün girişinden, cübbesini çamurda kirlenmesin diye elleriyle yukarı doğru çekerek, elinde tespih, ağzının kenarında sessiz dualarla
Çiftderya’nın eski fakılarından İmam Metin’in ağanın konağına ağırdan yürüdüğünü yanaşmalara kasabanın çocukları haber etti. Memzan önceden de birkaç defa uğrayarak bir şekilde toprak meselelerine müdahale etmeye çalışan imamı çocukluğundan tanırdı. Konağın kapısında misafirini hürmetle karşıladı ve geniş misafir salonunda ikramlarını sunduktan sonra imamın söyleyeceklerini beklemeye başladı. İmam eteğini toplayıp oturduğu divanda bağdaş kurduktan sonra kısa bir dua okudu ve sözüne başladı: _Babanın vasiyetini bilirim mübarek. Ağa konağı hak kokar, adalet kokar oğlum. Mülkün bu halini ağaların kabul etmiyorlar, aranıza ne iblis girmişse, sana da güvenmezler oğlum. Evine, mahremine geceleri sarı saçlı kadınlar alırmışsın, bunlar cin soyludur, dikkat et. Toprağın rızkını saçı civciv tüyüne benzeyen avratlara koklatırmışsın, öyle derler. Kardeşlerin de meseleyi Allah’ın kelamı ve peygamberimizin sünneti uyarınca makbul bir yol bulmam için beni vekil ettiler. Aranıza girmem de lazım gelmez ama kötü söylerler senin için. Benden duy. Biraderlerin mülküne konduğun doğru ise evinin içine yedi cehennemin felaketi dolar... _İmam efendi, iftiradır, yalandır tümü. Kocakarı zırvası, cahil dümeniyle gelmişsin ocağıma. Ağalarımın masalıdır bunlar, bir de sen söyleme bana. Bu bir aile işidir. Şeyh, imam işi değildir. Sen duydun, ağalarım da duysun bunları. İletesin tümüne. -Hemen kesip atma evladım. Zeynel Ağa rahmetlisindeydi kusur. Ölüm hak miras helaldir oğul, vasiyetten haberim vardır ama reşit erkek malda hakkını isterse vermek lazım gelir. Bilirim ailede müşkül durumda olan yoktur. Bu halde gel beni ve ağalarını dinle. Biraderlerinin ahını alma, boşuna günah yüklenme oğul. Rüyamda gördüm daha geçen gece, gök gürültüsü, yağmur sesi arasında bir şimşek sabah ezanı
45
46
okundukta aile yadigârı konağınızı kül etmişti, yanmış dümdüz topraktan başka bir şey yoktu, temelden bile eser kalmamıştı. İşin usulü neyse onu yap oğul, bela çalar kapını alimallah. Bak rüyama bile girer olmuş, beterinden musibetler. Daha çocukken bile babasının ağzından imamın türlü huylarını duyan Memzan’ın gençliğin getirdiği sıcaklıkla hemen sinirleri gerildi, yüz hatları sertleşti dudakları titredi ve ayağa kalkıp parmağını imama doğrulttu ve sesinin son kuvvetiyle gürlemeye başladı: _Kaç zamandır aile mevzumuzu hutbeye, kahve sohbetine bile sokar olmuşsun, duyduğumca. Allah rızası, hak-helal dilinden de düşmez gayrı. Lakin dünyalık için yaptıklarını bilen de konuşan da çoktur. Günahı boynuma, kasaba yeridir, dedikodu boldur. Duyduğum budur sadece. Bir de şunu bil imam efendi senin başına gelmeyecek musibet bana hiç varmaz. Konağımda kalbini kırmak istemem, ama yavaştan bu muhabbeti bitirmek lazımdır. Uzaması şerdir. Senin burada daha fazla konuşman da hayırlı olmayacak. Git de şehirde beyaz tenli, kumral oğlanlarının vücutlarını ısırmaya devam et. Erkek terini severmişsin. _Tövbe et. Zındık, gâvur! -Biraderlere de de ki, bendeki miras inadı değildir, baba vasiyetidir. Her bir biraderimin kemale eren oğlunu görmedikçe tuzlu çölden bile toprak vermem. Bu gergin muhabbetten sonra imam yüzündeki memnuniyetsizlikle üstünü başını ağır hareketlerle topladı yine yavaş ama sinirli adımlarla konağın bahçe kapısına kadar ev sahibiyle yürüdü ve sertçe hatır isteyerek kasaba çarşısına doğru yürümeye başladı. İmamın ziyaretinden sonraki zamanlarda konağın etrafında tuhaf olaylar olmaya başladı. Kapı eşiğine gizlenmiş muskalar,
evin etrafında rastlanan kurbağa ölüleri, gece gelen tuhaf sesler. Gece yarısı köşkün tavlasındaki atların tuhaf kişnemeleri, bir süre sonra birkaçının düşüp kan köpürerek ölmesi... Dönen dolapları az çok tahmin eden birkaç kişi dışında kasaba halkı da imamın haktan söylediğini gizli köşelerde birbirinin kulağına fısıldamaya başlamıştı. Tüm bunlara rağmen Memzan’ın suskunluğu da devam ediyordu. Biraderlerinin bu beyhude ısrardan ve küçük oyunlardan vazgeçeceklerine inanarak sabırla köşesinde susuyor, er geç durumun kabullenileceğini ümit ediyordu. Fakat kendince önlem almaktan da kaçınmıyordu. Bir ara suyu bile koklayarak içtiği olmuştu ama yine de biraderlerine karşı rahat davranmaya, umarsız görünmeye çalışıyordu. Bir yandan da kâhya ve yanaşmaların korkularını hafifletmek için uğraşıyordu. Yedi kardeşin bitmek tükenmek bilmeyen ısrarları son demlerine varmıştı. Hepsinde ayrı bir umutsuzluk ve çaresiz bir bekleyiş mevcuttu. Birbirlerini suçladıkları küçük tartışmalar dahi bitmeye yüz tutmuştu. Aralarında kısık sesle işlerin yürüme tarzını kabullenmelerini de söyleyen de vardı, paylaşımın gerekliliğinden ödün vermeyen de. Kozlarının tükendiğini anlayan biraderler, toprakla ilgili meşveretleri bir süreliğine kesmiş gibi olmuşlardı. İmam Metin Efendi’nin, konağın başkahyası Kamber tarafından bir köşede tehdit edilip hırpalandığından beridir kasabalı da bu mevzu hakkında konuşmayı kesmiş, herkes, Kamber’in korkusundan kardeşlere uzaktan selam verir olmuştu Artık her şey Ağa’nın vasiyetince olmuş gibiydi. Her şeyin normale döneceğine dair güçlü işaretler ufukta arzı endam etmeye başlamıştı. Ağabeylerin yüzünden ısrarlarının gerginliği yok olmuştu ve tümünün vicdanı en küçüklerine şirinlik gösterecek ahvale kavuşmuş görünüyordu.. Memzan, aileyi,
47
48
bunca tantanayı atlattıktan sonra bile, küskünlük göstermeksizin cömertçe çekip çevirmeye devam ediyordu. Ağabeylerinin ruhlarını boğdukları uzamsız gamları da bitmiş gibiydi. Tüm bunlar Memzan’ın yüreğindeki korkuların yavaşça yatışmasını sağlıyordu. Tembelliği zorunlu hale getiren o fena yaz aylarının yapışkan, bunaltıcı sıcağı çölü umarsız kat eden develeri bile telef edecek cinstendi. Yazın bu beterinde bile Memzan aile işlerinden kafasını kaldırmaz olmuş, yetişmediği zamanlarda ağabeylerinin yardımlarını da kabul etmişti. Bazı günler evden çıkmazken bazı günler de nerede olduğu kestirilemeden her işe durmadan koşturur, babasının çevikliğini ve iş bilirliğini aratmazdı. Arada şehirdeki pavyonlarda küçük kaçamaklar da yapıp, ertesi gün tüm hırsıyla yine işinin başına dönerdi. Ürünü kaldırır, komisyoncular gelmeden hazır eder, parayı peşin alır, sonra kâhyaların, yanaşmaların kilerini doldurur, ağabeylerine de paranın ve ürünün bir kısmını hemen taksim ederdi. Kardeşlerin iyi niyetlerinde hinlik sezmeye alışan Memzan, her türlü düzenbazlığı beklediği bu tarrakanın oyunlarına gelmemeye de azami dikkat ediyordu. Derken sonbaharın ılık esintileri kuzeydeki dağlardan kasabaya bir armağan gibi serinliklerini bırakmaya başlayıp, sandıklardan yünlü kazaklar, kalın içdonları çıkarılırken Memzan hala aile içindeki bu sessizlikten memnun olup olmaması gerektiğinden emin değildi. Memzan’ın kuşkuları azalmış olsa da yine de temkinliydi. Buna rağmen içten içe aile fertlerini memnun ettiğine inanarak nisbi bir teselli buluyor ve kendince yüreğini ferah tutuyordu. Dört gölge adımlarını sabah ezanının temposuna uydurarak Zeynel Ağa konağının arka duvarına sinsice yaklaşırken gök gürültülerinin sûr sesi gibi yeryüzünü kıyamete davet edip adeta zelzele yarattığı soğuk ve yağmurlu o sonbahar gecesinde
şimşekler kasabayı anlık ışıklarıyla boğuyor ve tepedeki koca ağa konağı da onlarca ışıksız penceresi, etrafında rüzgârın hiddetiyle sallanıp duran uzun kavaklarla pençelerini açmış korkunç bir dev suretinde görünüyordu. O anlık parlamalardan birinde iki gölge ayakuçlarına basarak konaktan aşağı sağ taraftaki haraya yürüyüp gözden kayboldu. Bir süre sonra aynı gölgeler gök yırtılmışçasına yağan sağanağın altında, ıslanan vücutlarına aldırmadan her biri uzun bir merdivenin bir ucundan tutarak duvara yanaştı. Önceden defalarca provası yapılmış gibi hızlı ve ezberlenmiş hareketlerle merdiveni, konağın, pencerelerden görülmesi oldukça güç olan doğu köşesine dayadılar. Gecenin tenhalığını, konağın sessizliğini bu dört kişinin hızlı solukları bölüyordu. Merdiveni boylu boyunca duvara yaslayan kara gölgelerden biri ıslak basamakları hafif adımlarla sinsice tırmanıp konağın damına çıktı. Merdiveni tutanlardan biri titizlikle hazırlanmış planın sağlıklı yürümesi için konağın güneyindeki çalılığa doğru seğirtip sessizce çömeldi ve etrafı dikkatle gözetlemeye başladı. Aynı anda damdaki gölge çömelmiş seri devinimlerle beline bağladığı bez bir çuvaldan çıkardığı düzeneği kuruyordu: Bir dinamit lokumunun gövdesi iple bağlanmıştı. İpin ucu oldukça uzun bırakılmıştı. Gerisi artık yerçekimine kalıyordu. Damdaki gölge fünye düzeneğini yavaşça ve dikkatle hazırlayıp fitil aşağı gelecek şekilde geniş salonun şöminesine çıkan bacaya doğru yöneldi. Önceden hesaplanan bir ölçüyle kesilen ipi bacadan aşağı sarkıttı sonra da ipin öbür ucunu sıkıca bacanın gövdesine bağladı. Dört gölge geldikleri gibi tüm sessizlikleriyle hızlıca konağın çevresinden kayboldular. Gecenin zifiri karanlığını arada aydınlatan şimşekler sayesinden birbirlerinin yüzündeki hin, şeytani sırıtışları görebiliyorlardı. Tek kelime etmeden her biri evine geçti.
49
50
Salonun şöminesine bağlanan baca evin kuzeybatı köşesindeydi. Şömine de konağın ikinci katına bakan geniş oturma odasındaydı. Hava soğudu mu her sabah evin yanaşmalarından biri sabah kahvaltısından önce mutlaka şömineyi yakardı. Zeynel Ağa’dan kalma bir gelenekti bu. Babasının her bir zerresine ehemmiyet veren Memzan de babasından kalma ne huy varsa bir borç öder gibi konakta aynısını devam ettiriyordu. Sabah namazını kılan iri ve koca yanaşma Kamber hem salonu ısıtmak için hem de çayı közde demlemek için hızlıca odun yığdığı şömineyi gazyağı dökerek yaktı. Şömineden ağır adımlarla uzaklaşıp olup bitecekten bihaber soğuk günlerin rutin işlerini yaparken arkasından tüm odayı aydınlatan kocaman bir ışık topunun tavanı yarıp göğe doğru yükseldiğini hissetti. Yüzünü döndüğünde duyduğu ses kulaklarını hırpalarken alevler de suratını, vücudunu yalayıverdi. Kalkan toz bulutu ve savrulan duvarla beraber koca yanaşma da kıç üstü düştü. Her yer toz duman içinde kalmıştı. Şoku atlatıp toparlandığında işin zahiri, batini yönlerini yorumlamaya çalışırken bu defa yüzündeki ve kolundaki hafif yaraların acısını da hissetmeye başladı. Hızlıca üstünü başını yokladığında kasıklarından şalvarına yayılan ıslaklığı fark etti. Kestanecik hastalığından muzdaripken oldukça sıkı işediğine şaşırsın mı sevinsin mi bilemedi. Tepesine baktığında konağın, bir parçası gül goncası gibi açılan, damını ve duvarını gördü. _Tövbe ettim Allah’ım duy beni. İmama namussuz dedim, ümüğünden tutup tehdit ettim. Mümin, mübarek adammış; gaipten haber çalarmış, bilemedim. Affet Allah’ım beni! Bu zavallı kulunu affet! Patlama, sabahın köründe horozlara hacet bırakmadan kasabayı korkulu bir gürültüyle uyandırmıştı. Uykulu gözlerle yataklarından fırlayan, olup biteni anlamaya çalışan kasabalılar
konaktan gelen kadın, erkek çığlıklarıyla hemen ayılmış ve şalvarını giyen konağa doğru koşmaya başlamıştı. Kasabanın her köşesinden karınca sırası gibi insan seli ağlamalarla, çığlıklarla tepedeki ağa evine yönelmeye başlamıştı. Kasabalı gözler, geniş bir tepeye kurulmuş civardaki yegâne konağın tüm görkeminin bacasında patlayan dinamitle tarumar olmuş haline şahitlik etmişti. Zerdan Dağı’ndan bakıldığında göz kamaştıran ağa konağı toplarla darmadağın edilmiş bir kaleyi andırıyordu. *** Görsel: Duvar Dibi IV – Neşet Günal (1975)
51
52 Yürürlük Fırat Tunabay
Yavaş yavaş yürürlükten kaldırılmaya hazırlanan, birileri tarafından yürütülmüş duygular. Kayıplar arasında yer aldığıma seviniyorum son günlerde. Bulunabilir olma ihtimalimin giderek azalması seni yakınlaştırıyor bensizliğe. Bir adım daha atacak halimin kalmayışı yorgun olduğum anlamına gelmemeli. Sadece ayaklarımı hissetmiyorum kendimi var hissetmezken. Beklentiler ardına gizlendiğimi söyleyebilirsin ya da herkes bunu rahatça dile getirebilir. Beraber iyi olduğumuz kadar bir o kadar da kötüydük. Yaralı bir çocuktan bahsederken savaşlar aklımıza gelmiyor. Kimler yaralıyor seni benden intikam almak istercesine. Gözyaşları daha bir ağır damlıyor parmağımın kesiğinden akan kandan. Üzüntülerin dönüşümüne bel bağladık yarınların belirsiz
ışığında. Beraber yürümenin verdiği güvene sığınırken, limanlar ateş altında batan ümitler su üstündeyken. Altını üstünü getirdiğimiz ilişkimizde çıkmazların aydınlatılıcılığında bulduk bir hiç uğruna yitirdiğimiz gururumuzu. Sen senden, ben benden vazgeçemedik. Yine de sıyrılmıştık üstümüzdeki bencil yüklerden. Sıyırmışlığın verdiği rahatlık bazılarında endişe yaratıyordu. Sen gülümsedin ben unuttum tüm ümitsizlikleri. Başlı başına bir felaket gibiydin, bazen bir ilaç gibiydin tüm dertlere. Yürü yürüyebildiğince varacağımız yer hep sımsıkı birlikteliğimizdi. Kısacık şarkılar vardı sözleri sonsuzlukta yankılanan. Beklentilerim yoktu sende, peki senin bir beklentin var mıydı benden? Korkak tavrımı bir kenara bırakamadım seni sevdiğimden beri. Az çok tahmin edilebilir bir sıradanlıkla dile getirdim vaz geçmişliğimi. Şaşkın duruşun sıradanlaşmaya karşı duyduğun tiksinmeyi ifade ediyordu. Diziler halinde yürüyen, yürümeyi bilmez tebessümler ile karşıladın beni. Sıradanlık nedir diye sordun? Cevabının bende olmasını istemedin kabullenemedin. Bilmiyorum desem kaçabilir miydim? Bir takım elbiseye hapsettiğimi söylesem ruhum gizlenir miydi? İsteklerimiz sistematik bir şekilde ona yenik düşüyordu. Bir yenilgi imgesi haline gelmem inanmışlığını zedeliyordu. Bir birliktelikten bahsedebilir miydik artık? Satılmışlığı hissediyorken her gün işe gitmek zorunda kalan bedenim. Sana hak vermemek elde değil. Duyguların yürütülmüşlüğün de tabi ki yürürlükten kaldırılacaktı birlikteliğimiz.
53
54 Dijital Çağın Kültüre Etkisi Selin Gündüz
20. yüzyılda insanoğlu teknoloji alanında her geçen gün farklı bir yenilikle karşı karşıya gelmiştir. Bu anlamda elektronik alanındaki gelişmeler insanoğlunu bilgisayar teknolojisiyle tanıştırmış ve yüzyılın ikinci yarısından itibaren önceleri sadece araştırma ve savunma amaçlarıyla kullanılırken, sonraki yıllarda mikro bilgisayarların geliştirilmesi ve maliyetlerinin azalmasıyla kişisel kullanıma açılarak daha geniş bir alana yayılmıştır. Bunun yanı sıra bilgisayar sistemlerini birbirlerine bağlayan sistemin ‘internet’ adıyla insanoğlunun dünyasına girmesi küresel iletişimin kapılarını açmıştır. Bu anlamda ortaya
çıkan gelişmeler bu teknolojilerin hayatına girdiği toplumların 55 ekonomilerinden eğlencelerine, kültürlerinden eğitimlerine, haberleşmelerinden bilimsel araştırmalarına, hukuklarından siyasal/bürokratik yapılarına kadar birçok değişimi yaşamalarına sebep olmuştur. Telekomünikasyon alt yapıları git gide daha stratejik bir konuma oturmaktadır. Ekonomiden eğlenceye, kültür ve sanattan sosyal ilişkilere kadar birçok alanda insan bilgisi ve insan zekâsının üretme imkânları devreye girmektedir. Bütün bu değişikliklerin itici gücünü ise dijital teknoloji oluşturmaktadır. Milli sınırları zorlayan yeni oluşumların tüm alt yapısı telekomünikasyon sistemi üzerine bina edilmektedir. Aynı anda binlerce insan internet üzerinden haberleşmekte, milyarlarca bilgi saniye içinde transfer olmaktadır. İnsanlar her gün bu araçları daha fazla kullanmaktadır. Öyle ki, evinden bankacılık işlemi yapmakta, birçok ihtiyacını telefon veya internet ile giderebilmektedir. Hızlı gelişmeler ve bilgisayarlar arasında bir ağ şebekesi kurulması yeni bir dünyanın doğmasına yol açmıştır. İnternet bu haliyle bir bilgi denizine ya da büyükçe bir kütüphaneye benzetilebilir. Kablolu veya kablosuz kullanılan internet toplumsal hayatımıza teknolojik tabanlı bir değişim sunmaktadır. Bu değişim alışılmış usullerimizi değiştirerek adeta yeni ve dijital bir kültür yaratmaktadır. İnternet toplumsal hayata öyle bir girdi ki, klasik yaşama biçimlerini, değer yargılarını değiştirip; hayatımıza yeni kavramlar, yeni kolaylıklar, yeni uğraşlar, yeni sorunlar getirdi. Bu anlamada toplumsal hayatın bütün boyutlarını etkiledi, önemli dönüşümlere yol açtı ve bir devrim meydana getirdi. Bu devrimin etkisinde kalan bütün toplumlarda benzeri bir süreç yaşanmaktadır. Bir yandan aynı teknolojinin benzer sonuçlar doğurduğu bir bütünleşme/ aynılaşma yaşanırken, diğer yandan her toplumun kendi yapısı ve problemleri ile farklı yansımaları gözlenmektedir.
56
Küreselleşmenin en önemli iddialarından birisi de teknolojinin yol açtığı iletişim imkânlarının toplumlar arasındaki sınırları kaldırdığı ve bütün toplumların ister istemez birbirine benzeyerek aralarında farklılığın kalmayacağıdır. Bilgi ve iletişim çağında kültürel etkileşimin çok fazla olacağı bir gerçektir. Fakat bu etkileşimin tek taraflı bir kültürel egemenlik şeklinde popülerin lehinde olduğu görülmektedir. Batının tüketim kültürünün insanlığın ulaştığı son varılabilecek nokta olarak sunulması Batı dışı kültürlerin varlığının yok sayılması veya müzelere kaldırılması demektir. Bu süreçte tarihteki köklü kültürleri dahi kendi tüketim kültürüne benzeterek bozma eğilimindedir. İletişim araçlarının gelişmesi, küreselleşmenin yoğunlaştığı bu sürecin, bir şeyler getirirken, insanlara yeni olanaklar sunarken diğer yandan da bir şeyleri alıp götürdüğüne dikkat çekenlerden biri de David Riesman’dır. Amerikan toplumunun karakterini çözümlemeye çalıştığı Yalnız Kalabalıklar adlı kitabında kitle iletişim araçlarıyla birlikte toplumun nasıl bir değişim ve dönüşüm sürecine girdiğini sorgular. Riesman’a göre, kitle iletişim teknolojisi çağımız toplumlarının karakterinin oluşmasında önemli bir etkiye sahiptir. Toplumlar, bugün kitlesel bir nitelik kazanmışsa ve insanlar bireyler o kitle içerisinde ya da kalabalıklar içerisinde kendilerini yalnız hissediyorlarsa bunun önemli bir suçlusu da dünyayı kuşatan kitle iletişim araçlarıdır. Riesman’a göre kitle iletişim araçlarının gelişimi insanı bireysellikten toplumsallığa doğru taşır. Kitle iletişim araçlarıyla tanışan insan kocaman bir evrende yaşadığını, orada başka insanların, toplumların ve kültürlerin de var olduğunu kavramaya başlar. Bu kocaman evrende ve kalabalıkta insan artık birey bile değildir. Kendi varlığını ötekinin varlığıyla tanımlayan birimlere dönüşmeye başlamıştır. Yani kitle iletişim teknolojisiyle kuşatılmış günümüz dünyasında insan artık kendisi bile değildir ve kalabalıklar içerisinde yalnızdır.
Türkiye’de insanların ekranda doğru düzgün konuşamamasından yakınırdı bir zamanlar Murat Belge. Türkler için ekran, kendilerine hep dışarıdan bakan bir resmiyetin işaretiydi. Karşılarında kamerayı ya da mikrofonu görünce devlet dairesine adım atmış ya da karakola düşmüş gibi kaskatı kesiliyor, iki lafı bir türlü bir araya getiremiyorlardı insanlar. Böyle bir şeyi kastediyordu sanırım Belge. Epey gürültülü bir “Konuşan Türkiye” döneminden sonra bugün bundan yakınan kalmamıştır herhalde. Boğaz Köprüsü’nden atlamış, tesadüfen kurtulmuş biri artık bir haber bülteninde iç dünyasının kapılarını bir televizyon sunucusuna açabiliyor örneğin. Bir yakınını henüz kaybetmiş biri, kendisine olmadık sorular soran bir haberciyle acısını paylaşabiliyor. Kısa sayılabilecek bir süre içinde bu ülkede insanlar ekranda konuşmayı öğrenmekle kalmadılar, bir kurum ya da bir düşünce adına değil, doğrudan kendileri adına konuşmayı da öğrendiler. Yalnızca aşkı ya da cinselliği değil, aynı zamanda ölümü, ayrılık acısını ya da kızgınlığı da başkalarının önünde samimi bir dille konuşmayı öğrendiler. Kameranın ve mikrofonun artık kendilerini kurumsal değil şahsi, resmi değil teklifsiz bir dille çağırdığını, o halde kendilerinin de bu çağrıya aynı teklifsiz dille cevap vermeleri gerektiğini fark ettiler. Türkiye’de 1980’lerden bu yana yaşanan kültürel dönüşümün kamusal olanla özel olan arasındaki ayrımı belirsizleştirmiştir. Bugün artık bu belirsizliğin insanlara, başlangıçta olduğu gibi bir vaat olarak görünmediğinin de farkındayız. En bariz ifadesini, ekranda hiç tanımadığı insanların önünde, aslında pek de tanımadığı konuklarıyla kendi evinde yakın arkadaşlarıyla sohbet edermiş gibi konuşan talk Show’culara; özel hayatını açık etmekten hoşlanan, dobra dobra konuşan, nedense hep kafa tutan, külhan, bıçkın, alaycı radyo sunucularında; seçmenlerine “hepinizi seviyorum” diye seslenen politikacılarda bulan bu teklifsiz üslup büyüsünü çoktan yitirdi.
57
58
Yine de bugün bütün bunlardan yakınma tarzımız, buna yol açan dönüşümün kendisi tarafından belirlenmiş gibi görünüyor. Şunu kastediyorum: Bugün özel hayata fazlaca dokunulduğundan, kamusal alanın kişisel alanı istila ettiğinden, mahremiyetin kamusalın hükmü altına girdiğinden söz ediliyor. Bu yakınmanın nesnel bir karşılığı da var. Kitle iletişim araçlarının nüfuz alanının artmasıyla birlikte yakın zamana kadar mahrem sayılan bir alan bu özelliğini yitirdi. Ama sorun böyle tarif edildiğinde, onu tanımlayan bağlamın bir parçası olmaktan öteye pek geçmiyor. Bu yüzden sorunu başka terimlerle ifade etmekte yarar var. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren Türkiye’de özellikle de özel radyo ve televizyonlar sayesinde resmi dilin dışında yeni bir kamusal dil oluştu. Genelkurmay bildirilerinin, bakanlar kurulu kararlarının, genelgelerin, kararnameler, mahkeme tutanaklarının dilinin dışında, onlardan farklı bir kamusal dil. Bu dil özel hayatı yok saymak yerine içermeye çalışıyor. Mahrem olanı yani ailenin, dostluğun, inancın, aşkın ya da öznelliğin dilini kamusal alana taşımaya, orada görünmeye kışkırtıyor. Televizyonda anlatıcının kişiliğinin olabildiğince bastırıldığı resmi anlatım tarzı yerini, haberi sunanın kişiliğinin hissettirildiği, anlatanın da en az anlatılan kadar, hatta bazen daha önemli olduğu bir anlatım tarzına bıraktı. “Yetkisini okuduğu haberden ve onu yazan aşkın kaynaktan alan.” Tarafsızlığı baştan kabul edilmiş bir metni olabildiğince vurgusuz bir ses tonuyla, ifadesiz bir yüzle, yorumsuzu bakışlarla okuyan sunuculardan, yetkisini haberi okuyan kişinin inanılırlığından, dahası samimiyetinden alan sunuculara geçildi. Haber aktaran değil, bizzat gündemi oluşturan, bu gündeme dair duygularını, kaygılarını da seyirciyle paylaşan, olan biteni aktarmaktansa bize paylaşacak bir hikâye sunan, bir kurum adına değil de kendi adına konuşan, kendileri de sundukları haber kadar haber
değeri taşıyan kişiler var artık karşımızda. Daha ulaşılabilir, daha içten, daha yakın figürler bunlar. Ardındaki kurumu, sermaye grubunu, onu öyle konuşturan haber ağını, haberi o habere dönüştüren toplumsal sistemi değil, o adamın kendisini seviyor ya da kendisine sinir oluyoruz artık. Televizyon haberlerinin çoğu kötü haberler artık; bize yolsuzluklardan, kazalardan, cinnet ve cinayetten söz ediyor. Tehlikenin, ölümün, terörün, sapkınlık ve skandalın hüküm sürdüğü bir dünyadan haber veriyorlar. Bir bakıma yeraltından haberler bunlar; tehditkâr bir kamudan, tehlikeli yabancılardan haberler. Nitekim bizimle aynı dünyada, aynı ülkede, aynı şehirde yaşayan yabancı daima bir sorun olarak, sorun çıkarttığı ölçüde ekranda yerini bulur. Bu bir gecekondulu, bir köylü, bir taşralı olabileceği gibi, şehir hayatında pek de yabancı sayılmaması gereken işçi, memur ya da öğrenci de olabilir. Bu insanlar ancak sokağa döküldüklerinde, işi bıraktıklarında, polisle çatıştıklarında, uyuşturucu kullandıklarında, cinnet geçirdiklerinde, bir kazaya kurban gittiklerinde; ancak o zaman, o görüntülerle ekranda temsil edilirler. Haber bültenleri toplumun uç kesimlerini birer tuhaflık örneği olarak haber konusu yapmakla kalmaz, aynı zamanda memuru, işçiyi, taşralıyı, köylüyü, İslamcıyı, gençliği ya da varoşta yaşayanı hep tehdit olarak, tehlikeli bir yabancı olarak, negatif bir örneğe dönüştürerek adeta ötekileştirir. Birbiri ardına sıraladığı kötü haberleriyle, korku filmi kesitlerini andıran satırbaşlarıyla bugünün haber söylemi muhabiri hafiyeye, ana haber sunucusunu yargıca, esas önemlisi kamusal alanı da daha baştan bir sorunlar alanına dönüştürür. Böylece, haberi tüketenin özel dünyasıyla haberin geldiği kötü dış dünya arasına anlaşılmaz bir sınır çekilmiş olur. Popüler kültür bütün dünyayı iletişim teknolojisi vasıtasıyla etkisi altına almış olmasına rağmen, bütün toplumların sosyal
59
60
hayatına yerleşmediği, milli kültür kodlarını tamamen silemediği ve kullanımda geçici olduğu gözlenmektedir. Aynı zamanda küreselleşmeciliğin karşısında en önemli yerel ve milliyetçi tepkiler kültürel temelli olarak gelişmektedir. Çeşitli küreselleştirme araçları vasıtasıyla kontrol altına alınan dünya toplumlarının girilemeyen en önemli dünyaları kültürel kökleridir. Bunlar ne kadar bastırılır ve sindirilirse de bir şekilde fırsatını bulduklarında yeniden filizlenebilmektedir.
61 Kaynakça GÜNGÖR, Nazife (2011). İletişim Kuramlar ve Yaklaşımlar, Siyasal Kitabevi. GÜRBİLEK, Nurdan (1992). Vitrinde Yaşamak, 1980’lerin Kültürel İklimi, Metis Yayınları. *** Görsel: Tetsuya Ishida
62