AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi 127. Sayı Yayın Kurulu Deniz Eren Fırat Tunabay Onur Keşaplı Orçun Üzüm Özge Aslan Özgür Keşaplı Didrickson Volkan Bağırgan Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak Bastille Baskını Jean-Pierre Houël 1789 Arka Kapak Victor Hugo Anıtı Auguste Rodin 1890 Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com
www.azizmsanat.org
İÇİNDEKİLER
4 Frigya Beresi ve Modernizm: İnsanlık Nereye? Efe Eğilmez
8 15
Yaşam Döngüsü 3 İsmet Şengül
Victor Hugo’nun Gözüyle: Direniş Murat Dicle
27 39
İntikamın Adaleti: In The Fade Emre Bina
Editörden
Yalnızlığın Ressamı: Frida Deniz Eren
49 55
19. ve 20. Yüzyıl Rus Edebiyatında Şiir İlham Şeker
4 EDİTÖRDEN Seçimler, köklü değişimlerin olacağı inancının kalmadığı Kuzey Atlantik ülkelerinde nicedir bir simülasyondan ibaret. Baudrillard’dan ödünç aldığımız bu kavramı, benzeşim gösterdiği her şeye yönelik gelişigüzel kullanmamak gerekiyor. Ne de olsa Fransız düşünür tüketim toplumu ve simülasyon evreni kavramlarını Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin başı çektiği Kuzey Atlantik ülkelerine yakıştırıyordu. Demokrasi oyunu, heyecanını ve daha da önemlisi geçerliliğini, gerçekliğini ve pek tabi önemini yitirirken bu durum Kuzey Atlantik bağımlısı ekonomiler içinse hem geçerliydi, hem de değildi. Geçerliydi çünkü insanlığın özüyle uyuşmayan birkaç yüzyıllık kapitalizmin söz konusu topraklarda hüküm süren en çarpık sürümlerinin köklü olmadığı ortadaydı. Bu yüzden seçimler, özgürlüğe giden yollardan birine pekâlâ kapı aralayabilirdi. Aynı zamanda geçerli değildi zira işbirlikçilik serbest pazar ekonomisinin bağımlısı haline gelmiş “gelişmekte olan ülkeler”de sanıldığının aksine yalnızca hükümetleri değil ona muhalefet edenleri de uzvuna dönüştürmüş durumdaydı. Uzunca bir süredir ülkemizin hangi seçeneğe karşılık geldiği ortada. Vaziyeti tersine çevirmek ise sanılandan çok daha uzun ve sancılı bir sürecin sonunda mümkün olabilecek gibi görünüyor zira 24 Haziran seçimlerinin gösterdiği üzere muhalefetimiz bu toprakların devrimci, aydınlanmacı ve sosyalist birikimine yakışmayacak, onları hak etmeyecek kadar ahmak, bilgisiz, çıkarcı, kibirli ve temelsiz bir özgüven sahibi. En uzlaşmacısından en radikaline, en devrimcisinden en reformcusuna başarısızlık yelpazenin tüm renklerini karşılayan muhaliflerimiz seçim sonrası elbette özeleştiriye gitmediler. Gittilerse de ya bunu kavga gürültü ile kalitesizliğin düeti eşlinde yaptılar ya da bir cemaat gibi kendi içlerinde tartışırken dışa muazzam bir özgüven pompaladılar.
Önceki sayımızda, muhalefetin neredeyse tüm renklerini bir araya getiren Gezi: Beş Yıl Önce, Beş Yıl Sonra dosyamızın sessizlikle geçiştirileceğini öngördüğümüzü belirtmiştik, elbette yanılmadık. Daha da kötüsü, dosya esnasında ve öncesinde bu kapalı devre solculuğu kırmak adına paylaştığımız eleştirel içerikleri kale almayanlar, alaycı bir tona sahip eleştirel bir görüşü paylaştığımızda bize hücum etmeye kalkışmalarıydı. “Seviye”den dem vurup rahatsızlık duydukları seviyenin farklı tonunu icra etmekte elbette herhangi bir sorun görmediler. Hatta biri kalktı, yoldaşlarını Azizm Sanat Örgütü’nü boykota davet etti! Gariptir ki bu çağrıya yoldaşları karşılık vermedi. Belki de solumuzda hala umut vardır kim bilir? Umut arayışının saf salaklıkla eş değer olmadığını biliyoruz. Bu ergen tepkiselliğin bazı diğer başlıklarda başka okurlardan da gelir oluşu en başta kendi çevremizin okuduğunu anlamama, derin ve katmanlı dosya konularının işlendiği paylaşımları algılamakta güçlük çekme, ancak ve ancak güncel politikadan haberdar olma, çok sahiplendiği politikanın örtülü olduğu hiçbir içeriği kavrayamama gibi kısa sürede tedavinin mümkün olmadığı hastalıklar mustarip olduğunu gösterdi. Bunu çözebilme gücü örgütümüzü hiç şüphesiz aşıyor ancak zaman, uzun uzamlı değerlendirildiğinde lehimize işliyor. Acele etmeden, sayıca az olmaktan yakınmadan inşa edilecek sağlam bir birikim er ya da geç yeni bir devrimci dalgayı da beraberinde getirecektir. O zamana dek sosyalizmin ve de aydınlanmanın kimsenin tekelinde olmadığını unutmayarak, manifestomuz ışığında üretmeye devam edeceğiz, şüphesiz huzur kaçıracağız. Gücün rakamlardan şekillenmediğini bilecek kadar olgun bir eşikteyiz. O eşiği aşınca yalnız kalacağımızı biliyorduk, bundan rahatsız da olmuyoruz. Er ya da geç ülkenin ilerici birikimini tıkayan irili ufaklı partilerin şefleri ve şeflik değerlerini aktardıkları şefçikler buharlaşacak. Bu süreci hızlandırmanın onuru ise bizlerin olacak.
5
6 Azizm Sanat E-Dergi’nin 127. sayısı, günümüzün muhaliflerine göre çok daha akılcı ve bizlere göre çok süratli Fransız Cumhuriyetçi, Jakoben devrimcilerinin gerçekleştirdiği çağları ve çarları sarsan 1789 Devrimi’nin dokusunu içeriyor. Voltaire, Diderot, Rousseau aydınlanmasını sırtlarına geçiren, Robespierre ve Marat önderliğindeki baldırıçıplakların, Frigya beresinden modernizm inşasına uzanan çığır ve çağ açıcı değerlerini, post modernizme panzehir olarak değerlendiren bir makale ve devrimlere edebiyatıyla tanıklık eden büyük yazar Victor Hugo’nun Sefiller’inde pasajlar içeren devrimci doku, aynı zamanda Jacques Louis David’in tablolarından bir seçkiye ev sahipliği yapıyor. Sinema yazılarımızda bir kez daha Fatih Akın’ın, ülkemizde Paramparça adıyla gösterime giren son filmine eğilirken, bu ay hem doğum gününün kutlandığı hem de ölüm yıldönümünün anıldığı komünist, feminist ressam Frida Kahlo’nun, tüketici popülizme hem katkı sunan hem de ona karşı başkaldırıyı da içinde barındırmayı başaran, Julie Taymor yönetiminde hayat hikâyesinin anlatıldığı Frida filmine dair eleştirimiz yer alıyor. 19. yüzyılda gerici Çarlık rejiminin baskısına karşı edebiyatta klasik anlatının mutlak zirvesini kurgulamayı başaran, 20. yüzyılda ise Bolşeviklerin Büyük Ekim Devrimi’yle modern edebiyatın doruklarına varan Rus yazarların şiir disiplinindeki izlerinin peşindeki kapsamlı makale ise adeta başucu kaynağı olmaya aday bir zenginlik sunuyor. Bundan böyle boyumuzu aşacak ölçüde güncel mesajlar içeren içeriklere ihtiyaç duymamak umuduyla ve irili ufaklı tüm Bastille’lerin alaşağı edilmesi gerektiğinin bilinciyle,
Sanatla kalın dostlar…
7 Azizm’in Notu: Ağustos 2018 tarihli Azizm Sanat E-Dergi’nin 128. sayısı için, dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 31 Temmuz tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
8
Frigya Beresi ve Modernizm: İnsanlık Nereye? Efe Eğilmez
Modernizm, yani kısaca yirminci yüzyılı kasıp kavuran bu benzersiz akım, Fransız İhtilali’nin ‘Frigya Beresi’nden çıktı. Kimi düşünürlerin modernizmi Aydınlanma Projesi’nin bir devamı olarak ilan etmeleri de bunun bir kanıtıdır herhalde. Fransız İhtilali ve Aydınlanma olmasaydı, başka birçok şeyin yanı sıra modernizm de olmazdı. Zira modernizm köklü bir değişimdir ve hiçbir köklü değişim Fransız İhtilali’nden bağımsız düşünülemez. Üstelik modernizmin temelde savuna geldiği düşünce biçimleriyle İhtilal ile beraber gelen düşünce biçimleri arasında temel bağlar vardır. Ancak modernizmin bir yanı tarihsel ilerleme, kuşku, devrimci
anlayış, aydınlanma ve akılcılık ise, bir başka yanı ideolojik tutarsızlığıdır. Bu ideolojik tutarsızlık kendini en somut haliyle modernite eleştirisinde ele verir. Ne demeye çalışıyorum? Postmodernizmin modernite eleştirisini kabul edemeyiz. Özetle, “Atom bombası felaketinden ötürü fizik bilimini suçlayacak” denli bir sapma, insanlığın ilerleyişini yadsımaya dönük bir bakış taşır postmodern eleştiri. Fransız İhtilali’nin önemsenmemesi, hatta düpedüz baskıcı, tahakkümcü bir vaka olarak görülmesine kadar gider bu… Ama biz şimdi gitmeyelim oradan: Kimi pek bilgin “Aydınlarımız” oradan gitmektedirler zaten.
9
10
Oysa modernizm İhtilalin beresinden çıktı demiştik ve daha ileri gidersek İhtilal de Jean Jacque Rousseau’nun perukasından çıkmıştır. Sahiden de İhtilalin sembolü haline gelen Bastille’in zapt edilişinin birinci yıl dönümünde, yani 14 Temmuz 1790 yılında yapılan zafer töreninde, sokaklarda büyük aydınlanma düşünürü Rousseau’nun kocaman bir büstü taşınmıştır binlerce kişi tarafından, başında defne yaprağıyla…
Horas Kardeşlerin Yemini – Jacques Louis David (1786)
Voltaire, Diderot, Montesquie, Ansiklopediciler… Hepsi önemliydi kuşkusuz ama Rousseau başkaydı. Ne demişti Rousseau? İnsan doğuştan iyidir ancak özel mülkiyet insanı köleleştirir. Pekiyi… İnsana iyi ya da kötü-veya başka bir nitelik- yüklemenin yanlışlığı bir yana, tespiti doğruydu: sahiden de üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyet insanı kötücülleştiriyordu ve kötücülleştirmekte… Ancak Rousseau bir şey daha söylüyordu: insanı ilerlemek mahvetmiş, insan yeniden ilkel yabanıl zamanlara dönmeliymiş! “İlkel yabanıl” terimini aşağılamak için kullanmıyorum, aşağılanacak bir şey de yok zaten… Fakat mesele Rousseau’nun talebinin imkânsızlığında. İnsanın yeniden ilkel yabanıl zamanlara dönmesi bir arzunun çok ötesinde… İmkânsız, çünkü Rousseau insanlığın geriye gitmesini savunuyor. İnsanlığın geriye doğru gitmesini öneren her düşünüşe set örmek durumundayız. Aksi, tarihe haksızlık olur…
Jeu De Paume ve Yemini (Ulusal Kongre) Jacques Louis David (1791)
11
12
Şu çelişkiye bakar mısınız! Tilmizleri, yani Fransa’daki ihtilalciler tarihin çarklarını ileri doğru döndürüp insanlığı kraldan, kiliseden, toprak sahiplerinden, senyörlerden, taassup ve bağnazlıktan kurtarırken, yani tarihteki en büyük ileri atılımlardan birini gerçekleştirirken kendilerine “önder” belledikleri Rousseau, insanlığın felaketinin ilerleme olduğunu söylüyordu. Bu, Fransız İhtilali’nin açmazıdır. Daha ileri gitmeleri gerekiyordu: Oysa Jakobenleri tasfiye ettiler ve devrimin öncüsü olan burjuvazi gericileşerek devrime ihanet etti. Çarklar yeniden geriye doğru dönmeye başlamıştı: 1804’te yeniden imparatorluk ilan edildi. Bugün de geriye doğru gidiyor çarklar. Hoş, postmodern düşünce, yani bir anlamıyla modernizmin safrası, neyin “ileri”, neyin “geri” olduğunu söylemeyi yasak ediyor: Hindu inancında kocasının ölümünden sonra kadının mezara gömülmesinin gericilik olduğunu söylemek tutuculukmuş! Neticede “kültürler göreceli” imiş… Doğru, kültür göreceli. Ama bağnazlık değil.
Napolyon’un Taç Giyme Töreni Jacques Louis David (1807)
Dönecek olursak… Modernizmin modernite konusundaki tavrı bir açıdan kuvvetlidir, yalnızca bir açıdan… Modernizmi yalnızca moderniteye karşı bir refleks olarak göremeyiz. Nedir modernite? Somut olarak söyleyecek olursak otomobil, uçak, metro gibi ulaşım araçları; film, fotoğrafçılık, telefon gibi yeni medya araçları; dizel motorlar, yanmalı motorlar, petrol ve elektrik gibi yeni güç ve enerji kaynaklarıyla gelen bir İLERLEMEDİR. Seri üretim bandını da atlamayalım… Modernizm, modernite içerisinde sıkışıp kalmış bireyin durumunu, modernitenin toplumları nasıl bir cenderenin içine soktuğunu iyi betimlemiş, tasvir etmiş, anlatmıştır. Chris Rodrigues ve Chris Garatti’nin ifadesiyle: “Modernizm, modernitenin bilinçaltı katmanlarının derinlerine dalar ve moderniteyi kendi saklı kaygılarıyla yüzleştirir” Kimi zaman Kafkaesk öğelerden, kimi zaman Kübizm’den, ya da Sovyet Fütürizmi’nden bahsedilebilir… Ama bir bütün olarak yetersiz ve tutarsız bir tavrı vardır moderniteye karşı. Bu noktada modernizmden ziyade modernizmlerden bahsetmek gerekir. Ama bir bütün olarak modernizme baktığımızda J.J Rousseau’nun yüzünü, üstelik iki farklı yüzünü görürüz: iyi niyetlidir o ama romantiktir. Bir bakıma ütopik bir sosyalisttir. Modernitenin yıkıcılığı, gerçekçi bir düzlemde ele alacak olursak ilerleme fikrini kirletemez… Teknoloji, binalar, yeni ulaşım ve iletişim araçları, seri üretim bandı başlı başına kötü değildir. Teknoloji yabancılaşmaya yol açıyorsa bu büyük şirketlerin kendi iç rekabetlerinin ve salgıladıkları ideolojinin bir ürünüdür. Seri üretim bandı, toplumcu bir üretim ile beraber pekâlâ insani ve işçilerin yararına bir alete dönüşebilir. Şimdiyse yalnızca yabancılaşma üretiyor… Baştaki örneğe dönecek olursak, sahiden, Atom Bombası felaketinden ötürü fizik bilimine mi karşı duracağız? Yoksa emperyalizmin saldırganlığına bir karşı duruş mu oluşturacağız?
13
14
Tüm bu yenilikler, icatlar, gelişmeler iyidir. İyidir ama burjuvazinin, sermayenin elinde şişede durduğu gibi durmaz. Bu nedenle Rousseau’nun geriye, “ilkel” zamanlara dönmek istemesi bir noktadan sonra geriyi savunmak anlamına gelir. Geriyi savunamayız. Ama şimdiyi savunabiliriz. İlerlemenin yavru bir kuş olduğunu düşünelim: “kötü” bir insan avuçlarında sıkarak yok edebilir onu. Fakat “iyi” bir insan özgürleştirir. İşte insanlığın, ilerleme fikrini sermaye düzeninin, adını koyalım, kapitalizmin ellerinden alıp özgürleştirmesi gerekir. Fransız İhtilali’nin açmazı buydu: burjuvazi tarafından ihanete uğradı ve Napolyon’u doğurdu… Modernizm’inki ve Rousseau’nunki de buydu: tarihin çarklarını ileri doğru döndürmek konusunda zayıf ve kararsızdılar. Postmodernizm ise çok daha geri bir noktaya tekabül ediyor. Mesele bizim açımızdan moderniteye sırt çevirmek olamaz: onu aşmak ve ileriye, özgürlüğe, eşitliğe, yeni bir düzene taşımak olmalı bizim emelimiz. Ve bu emel doğrultusunda Rousseau’ya da, Fransız İhtilali’ne de, modernizme de sahip çıkacağız, tüm çelişkilerine ve açmazlarına rağmen sırt çevirmeden, tepeden bakmadan sahip çıkacağız. Postmodernizm dursun…
ilerlemeye,
Biz, işimize bakalım.
moderniteye
küfredip
15 Victor Hugo’nun Gözüyle: Direniş Murat Dicle
[Bugün, 5 Ocak 2014, Pazar. Victor Hugo’nun ünlü eseri Sefiller’in ikinci cildindeki (İletişim Yayınlarından toplam iki ciltlik bir eserdir. Sefiller, Cilt II. syf.265) 5 Haziran 1832 başlıklı kısmı okurken bir yandan da ülkemizin bugünkü durumunu sık sık düşünmeye başladım. Yazılanların ülkemizle benzerliğini, yakın zamanda ve şu sıra yaşanan olayların bir izahını okur gibi oldum. Romanın ilgili kısmı, Türk halkının hükümete karşı başlattığı (bana göre pasif) ayaklanmanın gerekçelerini, gidişatını, medyanın ve diğer aydınların düşüncelerini gayet güzel açıkladığını, anıştırdığını gördüm. Okuduğumda çok şaşırmıştım; tıpkı, Platon’un Devlet adlı eserinde bulunan yönetim biçimlerinin bugün bile geçer akçe olduğunu öğrendiğimde olduğu gibi. Dolayısıyla, romanın ilgili kısımlarını sizinle paylaşmak istedim.
16 Araya kendi yorumlarımı da ekleyeceğim. Yorumlarımı köşeli
parantez içerisine alacağım. Bunun dışında kalan metinler olduğu gibi Victor Hugo’ya aittir. (Noktalama işaretleri, sözcükler vb. şeyler kitapta görüleceği gibi aktarılmıştır)] [08.02.2018 tarihli eklemem: Bu yazıyı –ki bu konuda yetkin olmasam da¬ bir cesaretle– sosyal ve politik (o günlerdeki) gözlemlerim doğrultusunda yazmıştım. Bugüne geldiğimizde, bu yazının edebiyat, roman, gerçekçi olmak vb. konuları da bağlayacağını düşünüyorum. Gerçeklerden sapmayan, gerçekleri iyi analiz eden ve gerçekleri süslemeden yazabilen yazarların ne denli kıymetli olduğunu buradaki yazıda göreceksiniz. “Alt tarafı roman, alt tarafı bizi eğlendiren bir kurmaca, alt tarafı hoş vakit geçirten şeyler bunlar,” diye düşünenlerin dikkatini, gerçekçi romanların insan yaşamına ne denli katkısı olduğuna çekmek isterim. Adını çoğu insan biliyor diye söylüyorum, Deniz Gezmişlerin hangi dönem romanlardan etkilendiğiyle, Acun Ilıcalıların hangi dönem romanlardan etkilenmiş olacağını lütfen düşünün. Hatta Atatürk’ün beslendiği roman/kitapları da göz önünde tutun. Sonra kendinize sorun: Neden bir Atatürk (beklenen kurtarıcı) daha gelmiyor bu ülkeye?..]
Yeryüzünde yasalar, gelenekler aracılığıyla uygarlık içinde yapay cehennemler yaratan, ilahi yazgıyı uğursuz insanlar aracılığıyla karıştıran bir toplum lanetlemesi oldukça; çağımızın üç temel sorunu, erkeğin yoksulluk yüzünden alçalması, kadının açlık yüzünden düşkünleşmesi, çocuğun cehalet yüzünden yeteneklerini geliştirememesi sorunları çözümlenmedikçe; bazı bölgelerde toplumun insanları boğması mümkün oldukça; başka bir deyişle ve daha geniş bir açıdan yeryüzünde cehalet, sefalet bulundukça bu gibi kitaplar faydasız olmayacaktır. (Upton Sinclair; Sefiller romanına istinaden yazdığı önsözden alınmıştır.) Meselenin Dış Yüzü Ayaklanmanın terkibinde ne vardır? Hiçbir şey ve de her şey. Yavaş yavaş yayılan bir elektriklenme, birden parlayan bir alev, rastgele dolaşan bir güç, gelip geçen bir esinti. Bu esinti, bazı ağzı laf yapan kafalara, hayal kuran beyinlere, acı çeken ruhlara, yanıp tutuşan ihtiraslara, uluyan sefaletlere rastlar ve onları peşinden sürükler.
Nereye mi?
Tesadüfe bağlı; devlete karşı, kanunlara karşı, başkalarının refahına ve küstahlığına karşı… Rencide edilen inançlar, hayal kırıklığına uğrayıp öfkeye dönüşen heyecanlar, patlamalar, bastırılmış savaş içgüdüleri, kışkırtılan gençlik cesareti, merak, değişiklik arzusu, sürpriz merakı, insanın yeni bir temsilin afişini okumaya sevk eden duygu; hedefi belirsiz kinler, garezler, hayal kırıklıkları, kaderin kendisine oyun ettiğine inanan her çeşit boş gurur; maddi sıkıntılar, boş hayaller, engellerle çevrili hırslar, bir çöküşten kendine çıkış yolu bulmayı umanlar ve nihayet hepsinin en altında yer alan o turba, ateş almaya amade o bataklık kömürü: Ayaklanmayı oluşturan unsurlar bunlardır işte.
17
18
En büyüğünden en küçüğüne, en yücesinden en aşağılığına kadar ne varsa hepsi; her şeyin dışında, başıboş, bir fırsat kollayarak dolanıp duranlar, bohemler, berduşlar, sokak serserileri, geceleri evsizlik barksızlık çölünde göğün soğuk bulutlarından başka altında uyuyacak bir dam bulamadan uyuyanlar, günlük ekmeklerini emeklerinden değil, tesadüflerden bekleyenler, sefaletin ve hiçliğin meçhul insanları, kolları çıplak, baldırları çıplak olanlar, hep ayaklanmaya aittirler. … … Vay haline, onun [ayaklanmanın] kapıp götürdüğünün de, karşısına çıkıp çarptığının da. Onları birbirine ezdirir. Elde ettiklerine, bilinmez nasıl olağan üstü bir kudret aşılar! Rasgele birini olayların gücüyle doldurur. Alelâde bir inşaat taşından gülle, hamalın birinden bir general yapar. [Bundan sonraki paragraf, vaktiyle yazdığım bir yazıdaki teorime uygun bazı bilgiler içeriyor: Victor Hugo’nun, “ayaklanma yıkamadığı hükümetleri güçlendirir,” sözü bile tek başına bahsi geçen yazıma uygun düşüyor. Taksim Gezi Parkı ayaklanmasından önce hükümet, halkı galeyana getirmek için akla hayale uymayan absürtlükler yapmıştır: Şehrin en iyi yerindeki ağaçları yok ederek bir AVM inşaatı başlatacağını duyurması İstanbul halkını rahatsız etti. Bununla beraber üçüncü köprü yapılacağı gerekçesiyle milyonlarca ağaç katledilmiş ve sonra hükümet, “pardon biz yanlış ağaçları kestik,” deme aymazlığını bile göstererek bardağı hepten taşırmıştır. Dolayısıyla, halk, haklı olarak silahsız ve saldırısız protestolara başlamıştır ki bu anayasada açıkça ifade edilen bir haktı. Hükümet, protestocu halkla uzlaşmak yerine, şiddeti arttırarak, gerek gaz bombaları gerekse de polis şiddetiyle, halkı daha fazla galeyana getirmiştir. Ancak, sağduyulu halk, tüm bunlara rağmen silahsız ve saldırısız gösterilerine devam
etmiştir. Benim teorime göre, halk sonuçta istediğini almış gibi görünse de kazanan aslında hükümet idi. Onca yaralanma, ölüm ve şiddete rağmen halk, bağırarak, dövizlerle veya en fazla TOMA’lara taş atarak protestolarını sürdürmüştür. Hükümete göre halk umulduğu kadar tepki vermemiş ve dolayısıyla bundan sonraki baskılarda, yeni çıkacak yasalarda vb. hükümet lehine durumlarda, halkın ne kadar ileri gidebileceği TEST edilmiş oldu. Bununla beraber bilinmesi gerekir ki Küresel Elitlerin çıkarlarına hizmet eden bilim insanları, Türk halkını, tahmin edilemez (unpredictable) olarak tespit etmişlerdir.] Bazı içten pazarlıklı siyaset kâhinlerine inanılacak olursa, iktidar açısından bakıldığında, ufak bir ayaklanma şayanı temennidir. Sistem şu: Ayaklanma, yıkamadığı hükümeti güçlendirir; orduyu (veya polisi) sınamadan geçirir, burjuvaziyi derleyip toparlar; polisin kaslarını gerer; toplumun kemik yapısının gücünü gösterir. Ayaklanma jimnastik yerine geçer; aşağı yukarı sağlığı koruma işi görür. İnsan bir masajdan sonra kendini nasıl daha sıhhatli hissederse, hükümet de bir ayaklanmadan sonra kendini daha sağlıklı hisseder. [Bu noktada aklıma bir soru geldi. Hani Gezi olaylarının başlamasıyla birlikte, Dış Mihraklar söylemi ortalarda dolaşıyordu ya, işte bu dış mihrak, Okyanus Ötesi olabilir mi acaba? AKP hükümetinin başına gelen son günlerdeki -ki Cemaat adı sıkça zikrediliyor- olaylara baktığımızda, Gezi olayları aslında bir ihtar niteliğinde miydi? Gezi olaylarından sonra, AKP’nin, Cemaat ile yaşadığı tartışmalara bir daha gözden geçirelim. Her neyse, bu tartışılır… Bundan sonraki paragraflarda, ayaklanmaya karşı, hem tatlı tatlı karşı çıkan hem de yalakalık yapanları okuyacağız. Ayrıca karşıt görüştekilerin öne sürdükleri gerekçelerin günümüzde de hâlâ kullanıldığını görmek şaşırtıcı olacak. Alceste ve Philinte adından bahsediliyor yazıda. Moliere’nin Misantrophe adlı piyesindeki kişilerdir bunlar. Alceste, açık sözlü ve doğru
19
20 bildiğini söylemekten çekinmeyen bir kişi; Philinte ise, tavrını
ve sözlerini çevresinin beklentilerine göre ayarlayan, nabza göre şerbet veren bir kişidir.] Her konuda kendisini “sağduyu” temsilcisi diye takdim eden bir teori vardır; Alceste’e karşı Philinte; doğru ile yanlışı uzlaştırma çabası; biraz tepeden bakan bir tavırla açıklama, uyarma ve yumuşatma. Çünkü yerme ile mazur görmenin bir karışımıdır o, ve kendisini bilgelik sayar; oysa, genelde ukalalıktan başka bir şey değildir. [Kabul edelim, bizler de bu ukalalığı yaptık; sosyal ağlarda bilip bilmeden çok yorum ve paylaşımlar yaptık.] Orta yol adı verilen bütün bir siyaset ekolü buradan çıkmıştır işte. Soğuk su ile sıcak su arasında ılık su teorisi. Baştanbaşa sathilik [yüzeysellik] olan bu ekol, sebeplere inmeden, sonuçları inceleme masasına yatırmakla yetinen sahte derinliğiyle, bir yarıbilim doruğundan şehir meydanı ajitasyonlarını [tahrik etmeleri, kışkırtmaları] azarlar. [Sonraki paragraf işte bu orta yolcuların genel görüşlerini sergilemektedir. Bu bizim için de önemlidir. Söylenen bu genel sözleri iyi okuyacak olursanız neredeyse tıpkısını Gezi Olayları ve sonrasında da sarf eden bir güruh olmuştur.] Bir ekole bakılırsa: “... Her ayaklanma, dükkânların kapanmasına yol açar, gayrimenkullerin değerini düşürür, borsayı çökertir, ticareti sekteye uğratır, işleri köstekler, iflasları hızlandırır; para ortadan kaybolur, kişisel servetler kaygıya boğulur, devletin itibarı sarsılır, sanayi güven duygusunu yitirir, sermayeler yatırımdan kaçar, emeğin değeri düşer, her yanı korku salar; bu şok bütün şehirlerde yankısını bulur. Hesaplandığına göre, ayaklanmanın birinci günün Fransa’ya maliyeti yirmi milyon, ikinci gününün kırk milyon, üçüncü gününün altmış milyondur. [Yazar bu hesaplamalara, ilerideki satırlarda güzel bir kapak yapacaktır] Demek ki, üç günlük bir ayaklanmanın bedeli yüz yirmi milyon, yani sırf parasal açıdan bakıldığında bile sonuç, bir felaketi bir batış veya altmış harp gemisinin sulara gömüldüğü kaybedilmiş bir savaşla eş değerde.
“...Okullar ve lejyonlar çarpışıyorlardı. Çarpışanlar arasında, olsa olsa, bir yaş farkı vardı sadece; yoksa hepsi aynı ırktandılar, yirmi yaşında fikirleri için, kırk yaşında da aileleri için ölen aynı sert mizaçlı insanlardı onlar. Vatandaş savaşlarında daima hazin bir rol oynayan ordu, cürete karşı temkinle karşılık veriyordu. [!] Ayaklanmalar halkın gözü pekliğini açıkça gösterdikleri gibi, burjuvazinin cesaret eğitiminden de geçmesini sağlamıştır. “İyi, güzel. Ama bütün bunlar, dökülen kana değer mi? [!] Hem sonra, akan kana bir de kararan geleceği, en seçkin kafaları saran kaygıları, namuslu [!] liberallerin ümitsizliğini, devrimin kendi eliyle kendisinde açtığı bu yaralardan yabancı mutlakıyet yöntemlerinin duyduğu mutluluğu, bu kez muzaffer olan 1830 mağluplarının, ‘Biz dememiş miydik!’ demelerini ekleyin. Belki büyümüş olan Paris’e [İstanbul!] karşılık, küçülmüş bir Fransa’yı [Türkiye!] ekleyin. Ve nihayet -her şeyi söylemek gerektiğine göre- gaddarlaşan düzenin, çılgınlaşan özgürlüğe karşı zaferini pek çok defa lekeleyen katliamları da ekleyin. Velhasıl, ayaklanmalar felaket olmuştur.” [Yukarıdaki satırlarda, orta yolcuların meselenin özüne inmeden sadece sonuçlara yönelik yorumlarını okudunuz. Bu sözlerin, daha önceden de dediğim gibi, benzerlerini ülkemizde de okuduk ve işittik. İnsani değil, ekonomik değerlere bakılarak zikredilmiş yorumlardır bunlar. Hele bizdeki jölelinin sözlerini hatırlayın lütfen. Bu orta yolculara Victor Hugo güzel bir kapak yapıyor sonraki satırlarda...] İşte bu yarı buçuk bilgelik böyle diyor ve burjuvazi denilen bu yarı buçuk halk da seve seve bununla yetiniyor. Bize gelince, biz bu pek geniş kapsamlı, dolayısıyla pek kullanışlı kelimeyi, “ayaklanmalar” kelimesini bir yana atıyoruz. Halk hareketinden halk hareketine fark var. Ayırt etmek gerek. Biz, “Bir ayaklanma, bir savaşla aynı şey midir?” diye sormuyoruz. Önce niçin bir savaş? Burada savaş meselesi
21
22
çıkıyor ortaya. Savaş, ayaklanmaya oranla daha mı az felakettir? Hem sonra bütün ayaklanmalar felaket midir? 14 Temmuz, yüz yirmi milyona mal olmuş olsa ne olurdu yani? 5. Philippe’in İspanya tahtına oturtulması, Fransa’ya iki milyara mal olmuştur. Hem zaten 14 Temmuz da aynı fiyata mal olsa, biz yine onu tercih ederdik. Kaldı ki, biz bu rakamları kabul etmiyoruz. Bunlar kanıt gibi görünseler de, boş laftan başka bir şey değildirler. Bir ayaklanma söz konusu olduğunda, biz, onu kendi başına inceleriz. Yukarıda anlatılan doktriner itirazda yalnızca sonuçtan söz ediliyor; oysa biz sebebi araştırıyoruz. Meselenin Özü Bir ayaklanma vardır, bir de ihtilal. İki çeşit öfkedir bunlar. Biri haksız, öteki haklıdır. Adalet üzerine kurulu biricik devletler olan demokratik devletlerde bazen bir hizip [bu bazen, halkın seçtiği varsayılan bir partinin, demokrasiyi gasp etmesiyle de olabilir], iktidarı gasp edecek olur. O zaman bütün toplum ayağa kalkar ve onun [gerçek anlamda, demokrasinin ve demokratik yönetimin] haklarını savunmak zorunda kalması, silaha sarılmaya kadar varabilir. Kollektivitenin hükümranlığına ilişkin bütün meselelerde, bütünün bir hizbe karşı savaşı ihtilaldir. Hizbin bütüne karşı saldırısı ise isyandır. ...Halk, bazen kendi kendisine sadakatte kusur işler. Kitle, halkın haini olur. Bu konuda, mesela, kaçak tuz üreticilerinin uzun ve kanlı direnişlerinden daha garip bir şey olamaz! Müzmin bir hal alan bu meşru isyan tam kesin sonuç alınacağı, selamete çıkılacağı gün, halkın zafere ulaşacağı saatte tahtla uzlaştı; Chouannerie hareketi halini aldı ve tahta karşı ihtilal iken, taht lehine bir ayaklanmaya dönüştü. Cehaletin hazin şaheseri! Tuz kaçakçısı, kralın darağacından kurtulup boynunda bir ip parçasıyla beyaz kokart takındı. “Kahrolsun tuz vergisi, yaşasın kral”`ı doğurdu... ...Isı şiddeti bakımından da ikisi arasında fark vardır: ihtilal çoğu kez yanardağ, ayaklanma ise çoğu kez bir saman alevidir...
Her şeyin genel oyla çözümlenmesi, tamamen modern bir 23 hadisedir. Onun için, ve de bütün daha önceki tarih, dört bin yıldan beri çiğnenen haklar ve halkların çektiği acılarla dolup taştığı için, her tarihi devir, imkanları el verdiği ölçüde, bu duruma karşı itirazlarını ve protestolarını da beraberinde getirmiştir. Sezarlar devrinde ihtilal yoktu, ama Iuvenalis vardı. ...Genel, en genel olarak, ayaklanma maddi bir durumdan çıkar; ihtilal ise manevi bir fenomendir. ...İhtilal kafayla ilişkilidir, ayaklanma mideyle. Mide [yazıda Gaster olarak geçiyor] öfkelenir; ama Mide haksız da değildir elbet her zaman. [Öfkelenmiş midelere söyleniyor] …Halkı beslemek iyi bir amaçtır, ama onu kırıp geçirmek kötü bir araçtır. [Haklı iken, haksız duruma düşmeye dem vuruyor.] Bütün silahlı protestolar, hatta en meşruları bile, hatta 10 Ağustos ve 14 Temmuz bile, hep aynı belirsizlik ve karışıklıkla başlar. Hak, aradan sıyrılıp kendini gösterinceye dek hercümerç, hayhuy ve köpük vardır. İhtilal, ayaklanmayla başlar -nasıl ki, nehir de başlangıçta seldir- ve genellikle sonunda bir okyanusa varır: devrim. Ne var ki, manevi ufka set çeken ve adına adalet, hikmet, akıl ve hukuk denen o yüce dağlardan kopup gelen; idealin en temiz en saf karlarından meydana gelmiş olan ihtilal, kayadan kayaya uzun bir düşüşten, gökyüzünü olanca berraklığı içinde yansıtıştan ve zafer yolunda tantanalı yürüyüşü sırasında yüzlerce kolla beslenip büyüdükten sonra, bazen, birdenbire burjuvazinin bir çamurlu su çukuru içinde kaybolup gider; tıpkı Ren Nehri’nin bir bataklıkta kaybolması gibi. Bütün bunlar geçmişin malı oldu artık. Gelecek ise bambaşka. Genel oy hakkının hayran olunacak yanı şu ki, ayaklanmayı kendi prensibi içinde eritmekte ve ihtilalden yana kullanıldığında, onun silahını elinden almaktadır. Savaşların -sokak savaşının ve sınır savaşının- ortadan kalkması: İşte önüne geçilmesi, kaçınılması imkânsız ilerleme budur. Varsın bugün, istediğini olsun; Yarın barıştır.
24
Kaldı ki ihtilalmiş, ayaklanmaymış, öncekinin sonrakinden farkı neymiş, burjuvazinin halisi bu nüansları pek bilmez. Onun gözünde o da, bu da devlete başkaldırmadır, düpedüz asiliktir, köpeğin sahibine karşı gelmesidir, onu ısırmaya kalkmasıdır, havlamalar, ulumalardır; bu yüzden onu zincirleyerek, kulübesine hapsederek cezalandırmak gerekir. Ne vakte kadar? Köpeğin başı birdenbire koskocaman olup, bir aslan yüzü halinde karanlığın içinden belli belirsiz seçilmeye başladığı vakte kadar.
O vakit burjuvazi haykırmaya başlar: “Yaşasın halk!”
Bu açıklamadan sonra sorabiliriz: 1832 Haziran hareketi tarih gözünde nedir? Bir ayaklanma mı, yoksa bir ihtilal mı? O, bir ihtilaldir. [Peki ya Gezi olaylarıyla başlayan hareket?] [Bundan sonraki bölümde, Paris’i İstanbul olarak da telefuz etmek de mümkündür. İstanbul’da yaşayıp, Gezi olayları hareketine -bir şekilde- şahit olanların, ne demek istediğimi anlayacağını umuyorum.] Paris’in Orijinal Yanı İki yıldan beri Paris epeyce ayaklanma görmüştü. Ayaklanan mahalleler dışında Paris’in çehresi genelde o kadar sakindir ki, hiçbir şey bir ayaklanma sırasında böylesine garip bir sükûnet içinde olamaz. Her şeye çarçabuk alışır Paris -alt tarafı bir ayaklanmadır işte ve onun yapacak o kadar işi vardır ki, bu kadarcık bir şey için istifini bozmaz. Ancak böyle devasa kentlerde rastlanır bu görüntülere. Ancak böyle uçsuz bucaksız alanlar, aynı zamanda hem bir iç savaşa hem de akıl almaz garipliklerle bir sükûnete yer verebilir içinde. [Yazarın bu savını, İstanbul’da cereyan eden olaylar da ispatlar] Genellikle ayaklanma başladığında; uyaran, çağıran, toplayan trampet ve boru sesleri duyulduğunda [ki bizde bu işi internetteki sosyal ağlar üstlenmiştir], dükkâncı, “Saint-Martin sokağında kavga
patırtı çıktı galiba,” demekle yetinir. Ya da, “Saint-Antoine 25 Mahallesi’nde bu galiba,” der. Ve çoğu zaman kayıtsızca ekler: “Oralarda bir yerde olsa gerek.” Daha sonra, musket atışlarının kulakları patlatan ölümcül gürültüsü ve yaylım ateş sesleri fark edilmeye başlayınca [bizde malum gaz bombalarıydı bu] dükkâncı, “Vay canına! Demek işler kızışıyor,” der. “Hem de iyiden iyiye kızışıyor.” Ve hemen arkasından, eğer ayaklanma yaklaşmakta ve yayılmakta ise dükkânını alelacele kapatarak, çarçabuk üniformasını sırtına geçirir. Yani mallarını emniyete alıp kendini tehlikeye atar. Herhangi bir yol kavşağında, bir pasajda, bir çıkmazda insanlar birbirlerine karşılıklı kurşun sıkarlar, barikat alınır, kaybedilir, tekrar alınır; kan akar, mermi parçaları evlerin cephesini kalbura çevirir, kurşunlar insanları yalaklarında öldürür, cesetler yolları kapatır ve bunlar olurken, bir kaç sokak ötede, kahvelerde birbirine çarpan bilardo toplarının sesi işitilir. Tiyatrolar kapılarını açarlar, vodviller oynanır; meraklılar, savaş alanına dönmüş sokakların iki adım ötesinde konuşur, gülüşürler. 1831’de, bir düğün alayına yol vermek için bir ateş teatisine ara verilmiştir. 12 Mayıs 1839 ayaklanmasında, Saint-Martin Sokağı’nda, ufak tefek sakat bir ihtiyar adam, içinde üç renkli birer bezle örtülü ve ne idüğü belirsiz bir sıvıyla dolu sürahiler bulunan iki kollu bir arabayı çekerek, barikattan askerî birliğe, askerî birlikten barikata gide gele, tam bir tarafsızlık içinde -yani bir hükümete, bir anarşiye- bardak bardak meyan kökü şerbeti sunuyordu. Bundan daha şaşırtıcı bir şey olamaz; ama Paris ayaklanmalarının kendine özgü karakteri de budur. Başka bir
26
başkentte böyle bir şeye rastlanmaz. Bunun olabilmesi için gerekli iki şey vardır: Paris’in büyüklüğü ve neşesi. Napolyon’un ve Voltaire’in şehrinde olur bu ancak...
Sefiller, Victor Hugo İletişim Yayınları, Cilt II, (Syf. 265-288)
27
Yaşam Döngüsü 3 İsmet Şengül
BÖLÜM 1 İHANET;” gözlerime”…
Cam
kırıkları
gibi
doldun
kan
çanağı
“Her ne kadar yakınsak bir o kadarda uzağındayız yaşanılası Dünya’nın” “ Dünya’ya acının ve kederlerin birikimi olarak geldik. Arttıkça arttı, tenimizde zulmün kırbacındaki sancıyan yanımız. Bir yanımız dağ rüzgarı, bir yanımız kıtlık kıran sefaletlik . Ant olsun güneşin doğurduğu yarınlara. Çağına ters düşenlere inat, çağına uyanların safında yer tutacağız” Oysaki ne kadarda açız sevgiye, Ne kadarda hasretiz güzel olan her şeye ve de kardeşliğe.
28
Hainlik kuşatmışsa dört yanını, Nifak mekan tutmuşsa toprağını, İnsanlık ektiğin yerde düşmanlık boy veriyorsa, Sevgiyi ektiğin yerde kin nefret türüyorsa, Kardeşliği ektiğin yerde ayrılığın dereleri kuraklığa yön veriyorsa, Ya neylesin, ya nasıl eylesin mertliği namertlik kuşatmışsa, yiğidi kalleşlik pusulamışsa, Ya neylesin toprağa sevgiyi ekip nifak toplayan. “Bizlerse her talan ikliminde, Doğurgan topraklara süreceğiz, çağın işleyen yanını” Boyumuz boyunca uzadığından beri, Taşı yontup şekillendirdiğimizden beri, Çorak topraklara can verip sürdüğümüzden beri, Ya neylesin, ya nasıl eylesin suya hasret toprak ihanetle kuşatılmışsa. İNSANLIK Çıkıp yücesine seyrine daldım. Ey insanlık söyle nedir bu halin. Acı keder katmerlenmiş bağrında. Dermanın dar boğazda tükenmiş ferin Tufan kopmuş yel savurmuş. Tozak olmuş çöl kavurmuş. Dirlik düzen yok dağılmış. Neden sus pus olmuş dilin.
BÖLÜM 2 Kısır bir yaşam döngüsüdür bu, doğurduğu her şey ya topal, ya çolak, ya kör , ya sağır, yada duyarsız ve de dilsiz vücut bulup boy veriyor bir zamanlar kardeşliğe bire on veren bu topraklarda. Topal eşekle bu çağ yangınında yarınlara yol almaktayız. Hastalıklı beyinleri kuşatan kötülük, insanlığı pusuda düşüren ihanet, kendisine verdiği acının doğrultusunda acı vermeye meyil eder. Bıçağa duyduğu sadistçe bir mutluluk taşır içinde. Katilce bir zevk ve tutku yumağıdır örümcek’ leşmiş beyinlerde. “Hayata olan sevginiz umudunuzu büyütsün, umudunuza olan tutkunuz kararan ufkunuza ışık çizgisi olsun.
Boy verdi fidanalar büküldü dallar.
Dertlinin halinden dertsiz ne anlar.
Tasasına düştüğüm derdiyle yandığım har.
Beni al bağrına sarıp da sarmala.
Nefesime nefes olan eyyyy eşsiz diyar. BÖLÜM 3
Gölgelendiğin dala vesvese düşürürsen serinlik yerine ateşi verir tenine. İçtenlikle atılan her adım gelecekte ses verir can olur nefesine. Ama sizlerin o yalancı ruhunuz hep şöyle der, kendinizce doğruluğa bir pay düşürerek en yüce şey olan hayata tutkudan uzak, çıkarsızca bakabilmektir. Ama kendinizle birlikte insanları da kandırmaktan öteye gitmez tuttuğunuz eğri yol . Yalan ve riyakarlık kuşatmış yaşamın her alanında sürüp giden döngüyü insanlığa sunulan acı ve kederden başka bir şey değildir. Sizlerse bu kötülüğün odak noktasında yer almaktasınız, sözde yaşam döngüsüne yön vermeye çalışanlar, ateşten bir daldır uzattığınız kardeşliğe, dokununca eli tutunca yürekleri yakıp kül eden
29
30
BÖLÜM 4 “Bilincin faziletine erenler insanlığa hizmet ederken, gerçeğe yüz dönen cahiller güruhu ise ehli ilme düşmanlığı bir görev telaki ederler.” Bence en güzel olan şey toprağı ayın okşadığı gibi sevmek, güneşin ışıttığı gibi sarmak, sarsmadan o ince ve hassas döngüyü sadece ve sadece o güzelliğe çıplak gözle dokunmak, yani ne incit nede incitsinler seni. Yani ne harla ateşi nede ateşe kuru bir kütük ol. Çünkü o ateş önce seni sonrada çevrendekileri yakıp kül eder. Yani hem dalda bir gonca gül, hem de goncayı kuşatan diken olmayacaksın. Gonca seni, diken sevdiklerini kanatır. Sizi gidi iki yüzlü riyakarlar sizi tutkunuzda masumluk yüreklerinizde sevgi yoktur sizin. Sizler yaratılmışları sevmiyorsunuz yaratandan ötürü. Sizler insanlığın toprağına ekeceğiniz kötülüğü seviyorsunuz, sizler kardeşliğe giden yolu dikenle doldurup uçuruma sürmeyi seviyorsunuz, sizler umutsuza umut olmak yerine; umuda pusu kurup yok etmeyi seviyorsunuz. Sizler kötülüğün anahtarısınız, ne zaman açsanız o kapıyı ölüm ve yıkım sarmalıyor her yanı. Sizler saatin boşalan zembereği gibisiniz hep kendinizden yana çevirirsiniz zamanı. “Ey özüm, kalk şahlandır bilgeliğin atını . Kırbacın aklın olsun mahmuzlarınsa inancın. Cehalet kuşatmışken insanlığın dağını, seni kollayacak Çamlıbellerin olsun.” “Art arda üç el ateş etti gecenin renginde bizleri pusuya düşüren ihanet, bu direniş, bu ihtişamlı gidişlerdir ki beni alıp götürür direnenlerin taa ki şah damarına.” BÖLÜM 5 Masumluk, yaratma iradesinin olduğu yerdedir. İnsan üstü bir döngüyü yaratmak isteyenler bence en temiz iradeyi kendi özüyle harmanlayıp o iradeye sahip olandır. İşte bütün
güzellikler buradan başlar. İradeyi tümüyle kullanabildiğimiz yerde yaşam çerçevelenmiş bir tabloya benzer sadece bir tablo 31 olarak kalmaması için uğrunda ölüme gider gibi inancımızla sevgimizle kararlılıkla sarıp sarmalamalıyız hayatı.
Yaşamla ölüm evvelden ezele kardeştir. Sevgiyle hasret aynı yolda yoldaştır. Kavuşmakla ayrılık, aynı dalda haldaştır. Sılayla gurbet gibi, açla tok gibi
Varoluştan beri bir döngüdür bu. Ve bu döngüyü dengede tutmak iyi huylu dürüst insanlara düşer. Sevgi ırmağından yoğurup hamuru, kardeşlik mayasıyla mayalamak, bir çay misali muhabbetimizle demleyip içirmek yaşama onuru katanlara. Fakat çoğu, korkuları ve şaşılıklarıyla bakar yaşama. Sözde doğru bakar lakin tersten görür her şeyi, oysa ki iddia ettiğimiz şeyler, güzellikten doğruluktan ne kadar da uzak. Siz güneşi balçıkla sıvayanlar sönmüş yıldızların ziyasında yolunuzu bulmaya çalışıyorsunuz, rotanız bozuk sonsuz bir karanlığın girdabında bir toz zerresinden başka hiçbir şey değilsiniz. Soylu kavramları kirletip soysuzlukla kuşatan sizler var olanın dışında kendi yarattığınız yaşam döngüsünün kıyısında güzellikle bütünleşen her şeyi yerle düz yeksan ettiniz. Sözlerim ateşe serpilen tiner gibidir, peki kime göre. Ben yönümü aydınlıktan yana seçip kardeşliğe bezetmişim dizelerimi sevgiye çevirmişim gözelerimi insanlıktan bu gözelerin suyundan yoğursun diye hamurunu. Sizler insanlığın çadırına ateş düşürenler, anaların yüreğini evlat acısıyla pişirenler sevgisizliğiniz sizlerin size melaneti olsun. BÖLÜM 6 Kendine inan! Kendine inancı olmayanlar her zaman yalan söyler. Yalanın açtığı yara derin olur kabuklanmaz.
32
Kendine güven! Kendine güvenemeyenler dirliği düzeni sağlayamazlar. Dirliği düzeni talan ettirenler çölde yağmalanmış kervana benzer, sözde adil davrananlar, sizler aldatıyorsunuz; adalete güvenenleri, temiz inançları. Adaletsizliğiniz adaletiniz olmuş, baskı ve zulüm ise kurallarınız. Körün gördüğüne inanıp açın doyduğuna kanaat getirmektesiniz. Topalın yürüyüşüne çağ atlamak, çıplağın haline atlas libas giymiş dediniz. Ben özgürlüğü nefes gibi bilirim taze toprak üstünde esen havayı severim. Kibirinden böbürlenip kabına sığmayanların iki yüzlülüğündense, onurlu insanların sofrasındaki kuru ekmek ve soğanı tercih ederim. Bilmezler ki fakirin ekmeği alın terinde ve yaz tarlalarının doğurgan bereketinden gelir. Hünerlidirler, usta elleri, maharetli parmakları vardır gösterişin ve kendini beğenmişliğin onların yanında ne kadar değeri olabilirki. Onlar dört mevsime emek dökenler, onlardır aşımızın ekmeğimizin ana kaynağı. “Ecelsiz ölür zulme direnenler, ecelsiz ölür sömürüye dur diyenler. Her talan ikliminde doğurgan topraklara süreceğiz çağın işleyen yanını.”
“Biz ne yangınlar gördük pusulanmış zulmün dağında.”
Gerçek şudur ki; insanların eşitliğini savunmak yalandan, iki yüzlülükten öteye taşımaz bu savı. Çünkü insanlar eşit değildir, ne yaratanın yanında nede yaratılmışların safında. Ayrımcılık bin yılların sancısıdır hiç gitmez durur hep başucumuzda. İnsanlığa ateş düşürenler, ayrımcılığı kinle nefretle bezetenler ne gülene tahammül ederler nede kardeşliği onurla desteklerler. İnsanları iyi tanıyabilirsen ruhun pek de bir önemi kalmaz aslında. Ruh ve sonsuzluk bir sembolden başka bir anlam taşımaz. İnsanlar yalancıdır, hilekardır. Ruh temizdir, saftır. Ruhu kirleten her zaman kişinin kendisidir. Özünü kirletenler ruhça züğürt olanlardır. Kendi ruhlarının ön değerlerini bilemeyenler saflıktan uzak kirlenmişliğin tamda
merkezindedirler. Oysa ki ne kadarda açız güzel olan saf olan her şeye. Ama ne yaptılar insanlığın onurunu ayaklar altına alarak dünyayı da kirlettiler.” Menfaat her şeyin en üstünde fazlasıyla değer buldu değersizleşince insan yaşamı. “ Kin ve haset dünyayı sardı ömrümüzle bütünleşip insanlıkla özdeşen her ne varsa yer yer onuda kuşattı.” “Kardeşliğin kanayan yanı yazacak sevginin ve varoluşun tarihini.” BÖLÜM 7 “Gökyüzü de üşüyor orta çağlı karanlıklarda, acıya kefen biçilmiş yalnızlığımıza gebeyken yarınlarımız.” Yerle gök arasında bir sonsuzluk süre gelmiştir, o sonsuzluğa hükmedip kendi egemenliğine alma çabaları o sonsuzluğu kirletmekten öteye taşımamıştır. Akıl ve idrak’ımız bizlerin tutkularından öteye geçmelidir. Bunu başaramayanlar kendi ruhlarını, bedenlerini, vicdanlarını da kirletirler. Aşık olup sevmek irademizin dışındadır kuşkusuz ama erdemli olmak kısacası insanoğlu insan olmak irademizin dahilindedir. Biz direnenler dünün esaretinden özgür yarınlar kurabilirdik, ama bunun yerine dünün esaretinden geleceğin zindanlarını yarattık. Bizler bugünün ve geleceğin eserleri olmalıyız. İçimizdeki kararlı biz yarınların ve geleceğin tercümanı olmalıdır. Ben doğrunun yalancı savunucularından bezdim usandım. Sadece dışlarına önem verirler, göstermelikten başka hiçbir şey değildirler. Sığ sularda yüzerler, derinlere asla dalmamışlardır. Derinlere ulaşamayanların duyguları yalandır sapkınlıklarına yalnızca bir perdedir. Kendi şehvetli arzuları için yaşar ve bozgunculuk yaşarlar onlar temiz değillerdir, lakin saf görünürler. Sevgiyle bezetilmiş yürekler sezemezler onları, onlarsa bu masumluk üzerine yükselterek binaları güç zehirlenmesiyle bütün erdemleri çürütürler ve yer yüzünün hastalıklı kabuğunu oluşturarak tarihin beyaz sayfalarına
33
34 kara notlar düşürürler. Bundandır ki, her neresine insanlık ekilse ihanet ve ölüm, her neresine el atılsa acı ve keder, her neresine ayak basılsa yokluk ve yoksulluk fışkırır. Kin ve nefret tohumları ayrık otu gibidir ne kadar köklersen kökle ardı arkası asla kesilmez. Gövde köklenir damar hep sürgün verir toprağın derinliğinde. “Kardeşliğe adanmış umutlar , Denizin kenarında sektirdiğimiz taşlara benzer.” BÖLÜM 8 İnsanlık kör bakanların değil ufka yön verenlerin bakışlarında yol alıp hünerli ellerinde şekillenir. İnsanlık için yeni değerler keşfedenler yaşam döngüsünü güzelliklerle bezetenlerdir. Ta ki bozguncular türeyip döngüyü kirletene dek. Sahtelik “Ben suyum!” der, bütün kirlenmişliği temizleyen. Gerçeğin varlığından söz eder hep imandan, inançtan çünkü sahtelik insanların üstünde yarattığı karanlığı aydınlık olarak gösterir. Oysa ki karanlığın ta kendisidir, bozguncudur. İnançsal boyuttan yıkayıp uyuşturduğu beyinler kör bakar kulağına ne fısıldanırsa onu bilir önüne ne konursa onu görür ne söylenirse onu yapar. Daha bir sistemli az işlevli komut dışında çalışmayan güdümlü bir mermi gibidir. İnsanlığa kirlenmişliği ve karanlığı reva görenler bu sizin size cehenneminiz olsun. BÖLÜM 9
İnsanlığı büyük bir kedere düşer gördüm. Halim bilmez naçar gördüm. Sevgiye aç her şeyden kaçar gördüm. Heyy hat bu yılda kurak geçecek insanlık desene. Tarlalar boy vermeyecek. Çorak toprak döl vermeyecek. Toprak deneye sır vermeyecek.
35 Kuruduk gözelerin başında ateş düşse kül olacaz, rüzgar esse toz olacaz hani nerde damlasına hasret kaldığımız deniz. Olur olmaz her yerde olur olmaz her şeye dert yanıyoruz oysa ki her ne eylesek de bizler ölemeyecek kadar yorgunuz, temiz olamayacak kadar kirli, dürüst olamayacak kadar hain ve ihanetle bezetilmişiz. Gülemeyecek kadar kederli, neşelenemeyecek kadar üzgün, toparlanamayacak kadar perişanız. İnsanlık arındırmalı kendini toprağına kök salan ayrık otundan. “Bizler acının çocukları, ne zaman daha berrak bakıp hayata Ne zaman huy edinip sanata dönüştüreceğiz ustaca söylemeyi.” Ya ustalaşıp sanatkar biri olacaksın yaşama dair, ya da toz haline gelip ömrünün kayıp gidişini hissederek ellerinde yenilmiş bir hayat olacaksın. Ne tabut, ne kabir, ne sela, ne de musalla. Ahh! Bir varmış bir yok misali sorarlar; kimdi o çekip giden aramızdan diye. Bir hiç olup hiçler alemine mi yol almak istersin? Yoksa sırtını verip dağlara gözlerinin çakıp yıldızlara alnını yaslayıp al şafağa Dünya cennetinde güzele, güzel olan her şeye ulaşabilecek insanlığın yolunda bir nefer, özgür yaşam yolunda bir savaşçı mı olmak istersin? Hayatta ki yalnızlığın ve çaresizliğin şarkısını sesleyen kuş, yalnız kalınmışlığın koridorlarında acı bir feryat düşürüyorken yadına sus pus olunca gece hüzün çökünce hücreye korkunç bir sessizliğe hapis olmak en korkuncu olarak karşına çıkar her zaman bir yanında yalnızlık çöreklenmişken, bir yanında hırlayan ölümün sessizliği. Ya hayatın doğurgan yanına karışıp çoklaşacak, ya da kıtlık kıran yanına karışıp yok olacaksın .
36
BÖLÜM 10 Bir rüya gibidir hayatımız, o rüyayı yorumlayacak olan yine kendi yaşantımızdır. Hayat rengarenk maskelerle ve kötülükleriyle dop dolu bir tabut değil midir? O tabutun kendisi yine biz insanlar değil miyiz? Doğumdan ölüme hep açık kalınca kapak, gözlerini güzelden yana açanlar o tabutu güzelliklerle doldurarak son deminde yaşamlarını sonsuzluğa uğurlarlar. Gözlerini hayata fesatlıktan yana açanlar kendi kirlenmişliği ile başlayarak hayata kendi tabutlarını bütün kirlenmişlikleriyle doldurarak insanlığa gün yüzü göstermeden ardından saçtığı pislikleriyle hiçlik alemine çekip giderler. Yani hayatımız bir tabuttan ibarettir. İçinden neyi çıkarıp alacağın gerisin geri neyi dolduracağın kişinin dahilindedir. Bütün marifet kapak kapanana kadar. Yaşantın bir kapağın açılması ve kapanması arasında ki zaman dilimidir. İki parmak arasında ki mesafe, bir soluk alıp verme arasında ki ses, bir göz açıp kapama arasında ki ışık, bir adım atma aralığında ki köprüdür. İşte kainata hükmeden devasa sandığınız hiç bitmez dediğiniz ömrünüz bir tabuta sığacak kadar ufak, cılız, çaresiz ve sessiz. Hani nerede o Dünyaya hükmedip kendini çok başlı ejderha sananlar, şimdi küllerinden, kemiklerinden bile bir eser kalmadı. Hani ya o zülmeden yanınızla sonsuzluğa taşıyacağınızı sanırdınız hayatınızı şimdi ne oldu? Nerede kurduğunuz zulüm saltanatınız? Sen ben bizler onlar bunlar hiç birimiz bir tabuttan fazlası değiliz, bir değil on kefen bile örtmez teninize, ruhunuza nüfuz eden pisliği. Tertemiz bir tenle başlar hayatımız, ama bütün kirlenmişlikleriyle tamamlar yolcuğunu. Kirlenen beden olunca kefenle örtülmeye çalışılır, ama bilmezler ki kötülük kötülüktür pislik pisliktir neyin telaşı bu?
İyilik güneş kötülük katran gibidir hangisini seçersen seç o senin kişiliğinin aynasıdır. Kötülüğünün bedelini iyilik yaparak öde, enginine çıkacağın, derinliğine dalacağın kendine bir deniz yarat. Enginine çıkarsan güneşin, derinine dalarsan görüşün bol olur
Can bedenden
Baş gövdeden
Yürek tenden ayrılmadan
Nasıl yaşadıysan hayatını gidişinde öyle olacaktır. Düşünmek insan gibi yaşamı ve geleceği, bir eser bırakmak geride el ense çekmeden hayata. Yoğunlaşıp düşünce gücüyle insanlığın toprağına fitneliğin tohumlarını ekenlere inat bu karışık döngüde, insan olmanın bilincine vararak binlerce yıl sonraya yaşanılası bir Dünya bırakabilmektir. Sevgi, acı, umut gerçek kavramlardır. Selam olsun güzel bir geleceğin onuruna bu yola baş koyanlara. Sorun insanın yaratılışında değil ama Adem’le Havva, ama başka bir döngü. Sorun insanın kendisi ve kendisiyle yaşadığı büyük çelişki. Teslimiyet, sessizlik ve güçsüzlük hep bir kısır döngü içerisinde yol almış bu güne dek. Mağaralar, kovuklar, savaşlar, kıyımlar derken gelmiş gökdelenlere. Büyük metropollerden büyüyen ve küçülen yaşamlar varoşlara sıkışıp kalan insanlar. Ne çare ki uzaklaşarak insancıl duygularından, yalnızlaşıp soyutlanmışlar içtenlik ve kavramlarından. Artan insan sayısı, eksilen sevgi ve yürek sıcaklığı. Dökülen alın teri, fazla iş gücünü artırıp üretimi fazlalaştırmıştır. Bir yanda bir topan ekmek, diğer yanda kıtlık kıran yoksulluk. Ya bir topan ekmeğe boyun bükeceksin ya da ezilip daha bir ağır şartlarda sömürüleceksin. İnanç sahipleri ne yapmaktadır bu doğrultuda döngüye sadece şükretmeyi yüklediler. Böylesi bir züğürt tesellisi ve zorla öğrettiler kanaatkar olmayı, kendileri leylimley sevdalarda,
37
38
ziyafet sofralarında yoksulun etini kemirip alın terini içerlerken garibin göz nurunu yetimin ekmeğini talan ettiler. Bu yaşam döngüsünde insan oğlu bu yönüyle bilimi de kendisini de bir çelişkiler zincirine katarak mevcut yaşam ortamında sıyrılarak karmaşaya ve kaosa daha hızlı adımlarla yaklaşmaktadırlar. Geley günler geley Yaram sarıla. Geley günler geley Umut doğrula. Geley günler geley Hesap sorula… Görsel: Kömür Madenindeki Romalı Köleler - Granger
39 Yalnızlığın Ressamı: Frida Deniz Eren
Yalnız bir birey düşünün… Ama bu yalnızlığı toplumdan dışlanan bireylerin yalnızlığıyla bir tutmayın. Toplum içinde sevilen bir insan olsanız da yaşadığınız olaylar kimi zaman sizi ruhsal ve bedensel olarak yalnız bir insana dönüştürebilir. “Kendi portrelerimi yapıyorum, çünkü çoğu zaman yalnızım ve en iyi bildiğim insan da benim.” Sanat dünyasının en özgün ve en özel kişilerinden biri olan ressam Frida Kahlo’ya ait olan bu söz yukarıda anlatmaya çalıştığımız yalnızlığa örneklem sunar nitelikte.
40
Her ne kadar dünya çapında bilinen bir sanatçıda olsanız hayat size tevazu göstermeyebiliyor. Şöyle ki “6 yaşında çocuk felci, 15 yaşında bir tramvay kazası geçirmiş, bir bacağı aksayan ve bel kemiğinde kalıcı hasar oluşan tüm bunlara rağmen aşkını sonuna kadar yaşamış, dünyanın en saygın ressamlarından biri olmayı başarmış.” yaşadığı her zorlukla başa çıkan hem ruhsal hem de bedensel olarak Anka kuşu misali küllerinden yeniden doğmayı başaran Kahlo, yaşantısıyla adeta insanlara ışık tutup ders vermiştir. Frida’nın 47 yıllık yaşamına baktığımızda yaşantısına politika, sürgün, şehvet, acı ve çarpıcı bir sanatsal üretim sığdırdığını görüyoruz. Her sanatçı gibi yaşadığı dönemde kıymeti bilinmeyen Meksikalı ressam, 21. yüzyıla gelindiğinde sanatçı kimliğini göz ardı edip özel hayatının sömürülmesi sonucu popüler kültür ikonu haline getirilmiştir. Özellikle geçtiğimiz aylarda oyuncak sektöründe “ilham veren kadınlar” serisinde Frida Kahlo’nun Barbie bebeğinin üretilmesi ve hâlihazırda güzellik algısına direnen Frida’nın “Frida bunu bir bilseydi” sloganıyla piyasaya sunulan epilasyon aletinin tanıtıldığı reklamı örnek olarak gösterebiliriz. 2017 senesinde Iphone’un Frida’ya ait emojiler koymasıyla birlikte Frida Kahlo patlaması yaşansa da Frida’nın asıl markalaşması “ABD’nin kimlik politikasının
41 yükseldiği zamanlarda başladı. Kahlo 1954’te öldükten sonra, ataerkil baskıya direnişin simgesine, feminist bir ikona, ve queer camiasında kült bir figüre dönüştü. Giyim tarzı ve savunduğu politikalarla Kahlo, Orta Amerika’nın marjinalleştirilmiş yerli halklarıyla saf tutuyordu. 1980’ler ve 1990’larda Kahlo’nun popüler imgelemde öne çıkan bir figür haline gelmesi, kimlik politikasının yükselişiyle de ilişkiliydi.” Frida’yı popüler kültürün bir parçası haline getirmeye çalışanların dışında asıl olması gerekeni yaparak onun sanatçı kimliğini ön plana çıkartmaya çalışan kişiler de vardır. Hayata karşı sergilemiş olduğu duruşu ve eserlerini gelecek nesillere aktarmak amacıyla seminerler, sergiler düzenlenip yazılar yazılıyor olsa da yedinci sanatın sunmuş olduğu görsel şölene baktığımızda diğer etkinliklerin önüne geçtiğini belirtebiliriz. Bu duruma örnek olarak Accros The Universe filmiyle adını duyuran Julie Taymor’un Frida Kahlo’yu anlattığı filmi 2002 yapımı Frida’yı örnek olarak gösterebiliriz.
42
Yönetmen Taymor’un gözünden izlediğimiz Kahlo’nun hikâyesi etkileyici müzikleri ve zaman zaman izleyicisine sunduğu çizimlerle filmi biyografik türün durağanlığından çıkartarak masalımsı bir havaya dönüştürmüştür. Böylelikle 123 dakika boyunca izleyicisine bir kitap okutma başarısı gösteren film izleyenleri içine çekerek Frida’nın hayatına ortak olmalarını sağlamıştır. Bir muhabirin filmle ilgili sorusu üzerine yönetmen Taylor’un “Frida Kahlo hakkında bir şeyler bilip bilmediğiniz umurumda değil; hatta hiçbir şey bilmeyenler, filmi izlerken harika vakit geçiriyorlar, çünkü film o derece eksantrik, sıra dışı bir kadını anlatıyor ki. Ancak olay izleyicinin sinema salonuna girdiğinde Kahlo hakkında bir şeyler biliyor olup olmaması değil, ayrılırken konu hakkında bir şeyler biliyor olup olmadığıdır.” şeklindeki cevabı yukarıda belirttiğimiz Frida’yı gelecek nesillere aktarma konusunu destekler niteliktedir.
43 Film, 1922 yılında hayatını değiştirecek kazayı yapmadan hemen önce ve henüz büyük bir aşk yaşayacağını bilmediği Diego Rivera ile ilk diyaloğunu kurmasıyla başlıyor. Yönetmenin asıl odaklandığı nokta Frida ve Diego’nun aşkı oluyor. Yönetmen her ne kadar bu tutkulu aşkın üzerinde durmuş olsa da her iki sanatçının da asıl gösterilmesi gereken sanatçı kimliklerinin ön plana çıktığını film boyunca izlemekteyiz. Sokak sanatçısı olan Diego’nun sanatına büyük bir hayranlık duyduğunu gördüğümüz Frida için Diego ilk başta bir hayal kırıklığı olsa da kazadan sonraki karşılaşmalarında ikisi içinde her şeyin değişmiş olduğunu görüyoruz. Taymor’un filminde vermiş olduğu Frida’nın “Annem hakkında yanılıyor. Senin bir fil olduğunu söyledi ama değilsin. Filler güçlüdür, cesurdur ve eşlerini korurlar. Sen bir kurbağasın” ve “İki büyük kaza geçirdim Diego. Tramvay ve sen. En kötüsü sendin!” sözleri tutkulu olduğu kadar yıkıcı olan bir aşkın özeti niteliğindedir.
44 Birçok eleştirmen, Frida’nın hayatından yola çıkarak, filmin kırılma noktasını kaza sahnesi olarak değerlendiriyor olsa da bizce hikâyenin kırılma noktasını kazadan sonra ailesinin resim yapabilmesi için Frida’ya hediye ettiği boya kalemleri ve tuval oluşturuyor. Böylelikle ailesinin vermiş olduğu hediye gerçeküstü tablolarına zemin hazırlamış oluyor. Alçıları çıkıp iyileştikten sonra kırmızı gömleği, siyah eteği ve yakasına taktığı kızıl yıldızı ile tablolarını göstermek için Diego’nun yanına giden Frida’nın Komünist Parti üyesi olduğunu anlıyoruz. Devamında Diego ile gittikleri partide Frida’nın sosyalizme karşı bakış açısını belli belirsiz işitiyor olsak da yönetmenin bu sahne üzerinde durmayarak Frida’nın biseksüel kimliğini ön plana çıkartmaya çalışması bir anlamda zorlama bir sahnenin oluşmasına neden oluyor.
45 Filmin geneline baktığımızda normalde aktif bir Komünist Parti üyesi olan, Troçkist hareketine katılan, gerek Diego ile politik konuşmalar yapan gerekse katıldığı partilerde yapılan siyasal konuşmalara katılan Frida’nın politik görüşünün üzerinde durulmaması filmde büyük bir boşluk yaratmıştır. Yönetmen Taymor, Frida’nın siyasi görüşüne alenen yer vermemiş olsa da politik durumu Diego’nun etrafında izleyicilere vermeye çalışmıştır. Frida’nın evinde gerçekleşen yemekte gerçeküstücü şair André Breton’un, sürgündeki Bolşevik lider Troçki ve Diego’nun kültür sanat konuşuyorken Lenin‘e ölçülü Stalin’e ise gayet ölçüsüz bir gönderme yapmışlardır. Troçki suikastının üzerine Frida’nın şüpheli olarak kabul edilmesi ve Troçkist hareketi kısa bir sahne olarak izleyiciye gösterilmiştir. Troçkist hareketinden daha çok Troçki ile aralarında geçen küçük kaçamakların izleyiciye gösteriliyor oluşu filmin popülizm dalgasına kapılmasına neden oluyor.
46
Amerikalı yönetmen Julie Taymor’un politik sahneler üzerinde durmayışını Hollywood’un izleyiciler üzerinde kalıplaştırmış olduğu sinema diline bağlıyor olsak da kimi başlıklarda filmin havada kaldığını görüyoruz. Bu duruma Diego’nun ABD’de Rockefeller Merkezi’nin duvarına çizdiği Vladimir Lenin portresinin değiştirilmesinin istenmesi ve onun bu durumu kabul etmeyince Rockefeller ile aralarında doğan mücadele karşısında Diego ve Frida’nın sahnelerinde politik anlamda bir kopukluk yaşanmasını örnek olarak gösterebiliriz.
Yalnızlığı resmeden kadın Frida’nın sınırsız olan hayal gücüne tanıklık ediyoruz. Film süresince yönetmenin izleyici üzerinde Frida hayranlığı oluşturmaya çalışması hâlihazırda olan popülizme bilerek ya da bilmeyerek destek sağlamıştır. Hemen hemen her sahnede yaşadığı her türlü olaya karşı tablolar çizebildiğini gördüğümüz Frida Kahlo’nun sanatçı kimliği film süresince ön plana çıkartılmıştır. Filmin hiç şüphesiz en etkileyici sahnesini oluşturan son sahne Frida’nın sanatçı kimliğinin izleyici üzerinde pekiştirilmesine neden olmuştur. Böylelikle Frida hakkında hiçbir şey bilmeyen biri için bile yararlı bir film olduğunu belirtsek te popüler kültüre sağladığı destek ile de filmin ortada kaldığını söyleyebiliriz.
47
Hayden Herrera’nın 25 dile çevrilen Kahlo’nun hayat hikâyesini anlattığı kitabından uyarlanan film 6 dalda Akademi Ödülü’ne aday olmuş ve en iyi makyaj saç tasarımı, en iyi film müziği alanında Oscar ödülünü kazanmıştır. Ayrıca, Altın Küre, BAFTA, Satellite ve Golden Camera gibi ödül törenlerinde Frida filmi ödüllerin sahibi olmuştur.
48
Başrol oyuncuları Salma Hayek ve Alfred Molina başta olmak üzere filme destek sağlayan yardımcı oyuncularında gayet başarılı bir oyunculuk sergilediğini görmekteyiz. Her ne kadar filmde oyunculuklar göz dolduruyor olsa da kamera arkasındaki emekçilerin başarısı kimi sahnelerde oyunculardan rol çalmıştır. Mekânın doğru kullanılması, sanat yönetimi, saç-makyaj tasarımı ve kostüm tasarımının güçlü oluşu izleyicilerin filme odaklanmalarındaki en büyük etken oluşturmuş ve döneminin öne çıkan yapıtlarından olmasını sağlayarak filmi unutulmazlar arasına sokmuştur. Kaynakça Derya Yılmaz – “Frida Kahlo’nun Markalaştırılması” – E-Skop http://www.e-skop.com/skopbulten/frida-kahlonun-markalastirilmasi/3641
İntikamın Adaleti: In The Fade Emre Bina
Kendi adaletinin peşinde olan bir kadının hikâyesini anlatan Fatih Akın filmi Aus dem Nichts (In The Fade / Paramparça) “ırkçılık” tartışmasını duruşma salonundan ele alıyor. Diane Kruger’in, ırkçı bir bombalı saldırı sonucu eşi ve çocuğunu kaybeden Katja Şekerci rolüyle yer aldığı filmde yönetmen adalet, hakkaniyet ve bürokrasiyi tartışmaya açıyor.
49
50
Filmin olay merkezinde Naziler tarafından gerçekleştirilen bir saldırı olmasından ötürü biz ve onlar ayrımının kökenini, sürecini kabaca ele almak daha sağlıklı olacaktır. Ten rengine göre, ırkına göre karşısındakini toplama kampına gönderen ve katleden, kafeslerde siyah insanları beyaz insanlara sergileyen insanoğlunun bu yönünün incelenmesi çok daha kapsamlı bir yazının konusudur. Ancak yönetmen bu filmde yaşanan saldırıyla “ama neden?” sorusunu sordurtmayı başarmıştır. Biz ve onlar ayrışmasının tarihsel kökenine bakıldığında, Mısırlıların M.Ö.14. ve 15.yy. da ilk kez kendilerini ve kendilerinden olmayan sınıfları ötekileştirdiklerine tanık oluyoruz. İnsanlık tarihinde arkasına koca bir devleti alarak zirveye ulaşan bu anlayış 2. Dünya Savaşı ve devamında altı milyon Yahudi’nin ölümüne sebep olmuştur. Son süreçte de özellikte Doğu Avrupa’da aşırı sağ, “ırkçı” partilerin iktidara gelmesi bu anlayışın tarihimizi daha uzun süreler meşgul edeceğinin bir göstergesi denebilir. Fatih Akın’ın filmini ilgilendiren kısmı ise filmimizin ırkçı bir nefret saldırısına kurban giden Nuri Şekerci (Numan Acar)’nin kavruk teni, sakalları kısacası Naziler tarafından 1935 yılında çıkartılan Nuremberg Yasaları’nda ifade edilen “ari” ırkına ait olmayışıdır. Saldırıyı gerçekleştirenler Andre Möller ve Edda Möller ise kendilerinde “ari” kanı olduğunu düşünen ve buna dayanarak tek “suçları” alman olmamak olan küçük bir çocuğu (Rocco Şekerci) ve Nuri Şekerci’yi cezalandıranlardır. Film bu manasıyla ırkçı bir saldırıyla başlamaktadır.
Hukuki anlamda suç belirli bölgede uygulanan pozitif hukuk tarafından sonucu ceza ve güvenlik tedbiri yaptırımlarına bağlanmış fiillerdir. Filmdeki suç unsuru nefret duygularına dayanarak birçok kişinin canına kast edilmesi sonucu gerçekleşen saldırıda Nuri ve Rocco’nun ölümüdür. Ceza ise pozitif hukuk tarafından suç olarak belirlenen fiilin işlenmesi sonucu devreye giren ve suçun önlenmesi, toplumun korunması ve suçlunun uslandırılması amacını taşıyan yaptırımlar bütünüdür. Ancak bazı kelimeler vardır ki tarifi böylesine açık değildir. O kelimeler, bazen başkaca kelimelerin içine girer, bazen onların içinde erir bazen de kuvveti o kadar güçlenir ki anlamı içerisine dâhil olduğu kelimeyi ele geçirir. İşte “intikam” böyle bir kelimedir. Tarihin başından beri ceza ile sıkı bir ilişkisi olmuştur. Bu ilişkiyle sadece hukukçular değil filozoflar, yazarlarda da ilgilenmektedir. Konuyla ilgili olarak Platon şunları söylemiştir: “Hiç kimse hata yapanları aklına yaptığı şeyi koyarak ve bunun uğruna cezalandırmaz – eğer ki kişi yabani bir canavar gibi düşüncesiz bir intikam almıyorsa. Mantıklı bir şekilde cezalandıran kişi bunu artık geçmişte kalmış olan yanlış yapma adına yapmaz – ancak gelecek için yapar ki yapılmış yanlış ne yapan kişi tarafından, ne onu gören diğer kişiler tarafından, ne de onun cezalandırıldığını gören başkaları tarafından tekrar edilmesin.” Platon burada cezalandırma işleminin suçu işleyen kişinin eğitilmesi ve toplumun söz konusu suçtan caydırılması olarak görmektedir. Cezanın kişisel bir boyuta dönüşmesi sonucu bir intikam enstrümanı halini almasını ise bir mantıksızlık olarak ifade etmektedir. Suzanne Uniacke ise intikamı “yaralanmayı, yaralama yoluyla ödetmek” ve “tipik olarak kötücül” olarak tanımlamaktadır. Filmin en etkileyici yanlarını içinde barındıran duruşma sahnelerinde Akın, seyircilere şu soruyu soruyor: Adalet mi istiyorsunuz yoksa iki ırkçı tarafından düzenlenen bir nefret saldırısında çocuğunu ve kocasını kaybeden Katja Şekerci’nin intikamının alınmasını mı? Filmi izlerken kaçımız
51
52
cezanın amacı olarak Federe Mahkemesi tarafından verilecek kararın Almanya’da ırkçılığın önüne geçişini düşündük? Ya da daha temel olarak, hukuk tarafından korunan en temel ilkelerden birisi savunma hakkına rağmen kaçımız müdafaa avukatı Haberbeck’e öfke duymadık? Belki birçoğumuz normal yaşantımızda ceza ile intikam ilişkisi sorulduğunda cezanın ehlileştirici yanından ve bir intikam aleti olmayışı gibi didaktik konulardan bahsedeceğizdir ancak tahmin ediyorum ki Akın’ın yarattığı olay örgüsü ve atmosferde salondaki bizler hayatı çalınan kadına karşı bir denkleştirme istedik. Belki de filmin en büyük başarısı da burada yatıyordur. Robert Nozick ceza ile intikam arasındaki farkı açıklarken şu perspektiflerle olayı ele almaktadır. Nozick’e göre; intikam kişiseldir; ancak cezanın uygulayıcısının cezayı verme nedeni olan hatanın kurbanına hiçbir özel ya da kişisel bağı olması gerekmez. Nozick şöyle devam eder; İntikamın belli bir duygusal tarafı vardır, bir başkasının acı çekmesinden duyulan zevk gibi, ama cezanın duygusal bir tarafının olması ya da bir başkasını içermesi gerekmez yani sadece adaletin yerine gelmesinden zevk duyulur. Bu ayrımlarla ele aldığımızda perdeye seyre dalmış Akın’ın deneklerinden birçoğu intikam istemekteydi. Evet, adaletin yerini bulmasına bir lafımız yoktu ancak Katja’nın ıstırabına bir cevap bekledik hepimiz. Nihayetinde Federe Mahkeme kimliği tespit edilemeyen üçüncü bir kişinin parmak izlerinin suç aletlerinin üzerinde bulunması ve suç aletlerinin bulunduğu garajın anahtarının herkesin ulaşabileceği bir yerde olması sonucunda oluşan şüpheden “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi gereği Andre ve Edda hakkında beraat kararı vermiştir. Bu karar Katja’nın derinden sarsılmasına ve harekete geçmesine neden olur. Duruşma sahnelerinin ardından filmin son bölümü “Deniz’e” diktik gözlerimizi. Bu bölümün başında Katja’nın izlediği Şekerci ailesinin tatilinden bir video görüntüsü olacakları haber
veriri nitelikteydi. Videoda suda bulunan Nuri ve Rocco’yu 53 şezlongda çeken Katja onların ısrarını geri çevirmeyerek suya hareketlenir. Aslında bu sahne hepimize Katja’nın filmin sonunda kimilerimize göre sonsuzluğa, kimilerimize göre hiçliğe uğurlanacağının göstergesiydi.
Bütün bunlardan bağımsız olayların başına dönersek; Alman polisinin Nuri’nin sabıkalarını da dayanak haline getirerek olayı bir uyuşturucu çete hesaplaşmasına çevirme çabaları sonucunda, olayın ırkçı bir saldırı sonucunda gerçekleştiğini düşünen Katja’nın umudu tükenmişti. Belki de filmin görsel açıdan en etkileyici sahnesi de burasıydı. Bilekleri kesik halde acılarıyla dolu kan gölünün içinde boğulan Katja avukatının sesli mesajıyla olayın Naziler tarafından gerçekleştirildiğinin ve saldırganların tutuklandığının haberini alır. Ve kan gölünün içinden tekrar intikamı için geri gelir. Hukuk mücadelesinin ilk ayağını kaybeden Katja, rövanşı temyizde görmez. Artık saf bir intikam aşkıyla saldırganların peşine düşer ve Yunanistan’a gelir. İntikamını kendi hayatını çalan silahla almaya kararlıdır. Ailesini kaybettiği saldırıda kullanıldığı gibi o da bir çivi bombası hazırlar ve Andre ve Edda’yı Gge sahillerinde bir karavanda
54 bulur. İlk denemesinde uzaktan kumandalı olan bombayı karavanın altına bırakır, çalıların arkasına geçer ve beklemeye başlar. İntikamı için hayatta kalan bir kadının intikamını aldıktan sonra hayatta kalmasının pekte mantıklı olmamasındandır belki de Katja bu yöntemden vazgeçer ve bombayı alarak uzaklaşır. Katja’nın süreç içindeki ruhsal ve düşünsel karmaşa sonucu bu eylemi yeniden uygulamaya karar verir. Dr. Ali Şeriati, İnsanlığın Dört Zindanı adlı eserinde “İsar zırhını kuşan ve zindandan kurtul.” demektedir. Şeriati’nin burada bahsettiği isar kendisi hiçbir şey beklemeksizin başkaları adına her şeyini feda edebilmeyi ifade etmektedir. An gelir işar birisidir, an gelir isar bir fikirdir öyle zamanlar gelir ki isar doğrudan ölüm olmaktadır. Katja’nın isarı ise intikamıdır. Üniversitede tanıştığı torbacısı, onunla o hapisteyken evlenmeyi göze aldığı eşi Nuri ve çocuğu Rocco’nun intikamı. Beklenen vakit gelmişti artık kendisi için hiçbir şey beklemeyen Katja intikamı uğruna bir isara kalkmıştır ve canını feda etmiştir. Şeriati’nin deyimiyle zırhını kuşanmış, zindanlarından kurtulmuştur ve intikamını almıştır. Hepimizin intikamını…
55 19. ve 20. Yüzyıl Rus Edebiyatında Şiir İlham Şeker “On dokuzuncu yüzyılda sorun, ‘Tanrı’nın ölmüş’ olmasıyken; yirminci yüzyılda ‘insanın ölmüş’ olmasıdır.” Erich Fromm Edebiyat tarihine açılan kapıdan içeri girdiğimizde kaçınılmaz olarak, görkemli genişliği, yüzyılları sarsan yapıtları, efsunkâr kabiliyetleriyle silinmez izler bırakmış yazarları ve insan zihninden dökülmüş en güzel anlatıları içinde barındıran Rus edebiyatı ile karşılaşırız. Özellikle 19. ve 20. yüzyıl dünya edebiyatını dikkatli bir kavrayışla ele alıp, bir an içinden Rus edebiyatının söz konusu dönemlerde şiir alanında yarattığı yapıtları çıkaracak olursak, dünya edebiyatının azımsanamaz bir yitiriş yaşayacağını görürüz. Rus edebiyatında şiirin uzun, dolambaçlı, karşılıklı çatışmalarla süre giden ve kimi zaman itidalli bir yolculuğu oldu. Bu yolculuk ardında ciddi bir yazınsal sanat mirası bıraktı. Bu yüzyıllardaki şiir yapıtlarını böylesine mühim kılan, öncelikle kültürel dinamikler, eski ifade biçimlerini ve disiplinleri hedef alan avangart akımlar ve derin etkiler yaratan eserler üretmeyi başarmış seçkin şairlerdir. Devrimci şiir tartışmalarının yol açtığı çeşitli akımlar, ‘şiirin bir sanat olarak üstlenmesi gereken rolün ne olması gerektiği’ konusuna dair yapılan tartışmalar ve Ekim Devrimi ile birlikte gerçekleşen kültürel ve sanatsal dönüşümler Rus edebiyatında şiirin uzun yolculuğunun önemli uğrak noktaları olmuştur. Elbette bu uzun ve çetrefilli yolculuğun tamamını birkaç sayfaya sığdırmak olanaksızdır. Dolayısıyla bu yazının meramı, 19. ve 20. yy. Rus edebiyatında şiirin akışına yön vermiş akımları ve çarpıcı yetkinlikleriyle dönemin belirleyici motifleri olmuş şairleri tekrar gün yüzüne çıkartmak olacaktır.
56
“İlk o oldu bize gerçeği gösteren. Sahiden ilk o oldu. Kim vardı daha önce?” 27 Ocak 1837’de St. Petersburg yakınlarında yapılan bir düelloda, bir adam karnına isabet eden kurşunların etkisiyle yaşamını yitirdi. Bu adam, Rus halkına daha önce hiç kimsenin başaramadığı tutkulu bir şiir sevgisi aşılamayı başaran, modern Rus edebiyatının kurucusu olarak kabul edilen Alexsandr Segeyeviç Puşkin’di. Şairin ölüm haberinin yayılmasıyla evine akın eden halk, bu ölümün hükümet tarafından gerçekleştirilmiş bir komplo olduğunu düşünerek neredeyse bir ayaklanma yaratacaktı. Hatta bu ölüm onu sevenlerde öylesine bir infial oluşturacaktı ki, bu durum karşısında çarın polisleri kiliseden tabutunu alıp Mihaylovskoye köyünde sessizce toprağa vereceklerdi. Bu ölüm ve ardından yaşananlar insanı şöyle bir çıkarsama yapmaya itiyor: Puşkin’e sıkılan kurşunlar, aynı zamanda Rus halkına ve dolayısıyla Rus edebiyatına sıkılmıştır. Peki, Rus halkını bu denli çarpıcı bir biçimde etkileyen Alexander Sergeyeviç Puşkin kimdi? Puşkin, 1799 yılında son derece soylu bir ailenin çocuğu olarak Moskova’da doğdu. Henüz erken yaşlarda entelektüel müktesebatıyla tanınan amcasından Fransız edebiyatını öğrendi. Seçkin ailelerin çocuklarının eğitim aldıkları Çarskoye Selo lisesinde eğitim gördüğü yıllarda yazdığı ilk şiirleri, ilerde yazacağı şiirlerinde temel bir disiplin olarak ele alacağı gerçekçi ifade biçiminin izlerini taşıyordu. Dönemindeki siyasal gelişmelerden etkilenen Puşkin, özgürlük fikrinin şiddetli savunucusu olmaktan ve bunu şiirlerinde işlemekten asla vazgeçmedi. Yazdığı şiirler büyük bir etki yarattı ve kısa zamanda şairin saygın bir üne kavuşmasını sağladı. Klasik şiirin prangalarını kırmış özgür bir üslup ve yaşamın olağan gerçekliğiyle ele alınışının doğurduğu imgeler Puşkin’in şiirlerinin en belirleyici iki özelliği oldu. Gerçekliğin dramatik yazgılı şairi olan Puşkin’in ölümünün ardından, 26 Mayıs 1880’de anısına dikilen anıtın açılışında bir
konuşma yapan büyük Rus yazar Dostoyevski, onun edebi disiplinini şu sözleriyle ifade etmişti: “İlk o oldu bize gerçeği gösteren. Sahiden ilk o oldu. Kim vardı daha önce? Doğrudan doğruya Rus gönlünden kopup gelen, halkımızın, kendi öz toprağımızın gerçeğinden fışkıran Rus ahlak güzelliği, ilk Puşkin’in aramıza kattığı kişilerde kendini buldu…’’ Nitekim Puşkin, gerçekçiliği, eserlerinin yaratımında yol gösterici bir ilke olarak özümsemişti. Puşkin’in şiirlerinde görülen realist yazın ve muhtevalar, sözgelimi Sibirya Madenlerinin Derinliklerinde adlı şiirinde belirgin bir biçimde karşımıza çıkar: “Sibirya madenlerinin derinliklerinde bekleyin Yitirmeden gururlu sabrınızı. Boşa gitmeyecek acılı çabanız Ve düşüncelerinizin yüce amacı... Bahtsızlığın sadık kız kardeşi umut Karanlık zindanınızda diri tutacak dinçliği ve neşeyi Ve gelecek beklenen o zaman da. Düşecek ağır prangalar; Ve yıkılan zindanların kapısını aşarak Sevinçle girecek içeri özgürlük Ve kardeşleriniz uzatacak kılıçlarınızı.” Puşkin’in buna benzer birçok özgürlükçü şiiri otokratik güçler tarafından yasaklansa da onları ezberleyen dillerde hep özgürce yaşadı. Askeri yönetime karşı olduğu için dört yıl başkente girmesi yasaklanan Puşkin, kendi köyü Mihaylovskoye’ye sürüldü. Bu sürgün yıllarında dehasının en önemli örneklerinden olan Çingeneler adlı eserini yazdı. Puşkin’in derin bir umutsuzluğa düştüğü dönemlerde kaleme aldığı bu eserinde, umutsuz duygulanımların karakterlerin trajik yazgılarına sirayet ettiği görülür:
57
58 “Gençlik kuşlardan daha özgür; Zapt etmek aşkı kimin elinde? Sevinç sırasıyla herkese devrolur; Olmuş bulunan, artık olmaz yeniden.”
Puşkin - J. L. Obolenskaya (1925)
59 Puşkin, soylu bir ailenin kızı olan Natalia Goçarova’ya evlilik teklifi eder fakat Gonçarova bu teklife karşı kayıtsız kalır. Evlilik teklifinin reddedilmesinden sonra Puşkin, uzaklaşma isteğiyle gözlemci olarak Rus ordusuna katılarak Osmanlı topraklarına gider. Erzurum Yolculuğu adlı eserinde şehre dair izlenimlerini yazar. Daha sonra Puşkin, Natalia Gonçarova’nın ailesini evlenmeleri için ikna etse de, Natalia bu durumda yalnızca ailesinin kararına boyun eğerek evlenmek zorunda kalır. Sürgünden döndükten sonra şiirleri çarın sansüründen geçen Puşkin, defalarca polis baskısıyla karşı karşıya kalır. George Charles d’Anthes adlı bir gencin Puşkin’in hayatına girmesi ölümünü hazırlayan koşulları yaratacaktır. Baron George Charles d’Anthes ile Natalia Gonçarova’nın arasındaki ilişkinin dedikoduları Puşkin’i çileden çıkarmıştır. Puşkin yazdığı birkaç imzasız mektupla George Charles d’Antes’in karısına kur yaptığını öğrenince onu düelloya çağırır. Puşkin bu çağrıyı yaparak bir nevi kendi canına susamışlığını göstermiştir, zira d’Antes’in ordunun en keskin nişancılarından biri olduğunu biliyordur. Ve 1837 yılının bir kış günü yapılan düelloda Puşkin, d’Antes’i omzundan yaralasa da karnına isabet eden kurşunların etkisiyle yaşama gözlerini kapar. Puşkin’in şiirlerinde karşılaşılabilecek kurgusal sonlar gibi olan ölümü yer edindikleri bilinçlere, ölüme dair düşünceleriyle ördüğü Dolaştım mı Gürültülü Sokaklarda adlı şiirini hatırlatıyor: “Ne zaman gösterecek kader ölümü? Kavgada mı? Ya da bir gezide, dalgaların koynunda mı? Veya komşu ova, Soğumuş küllerimi kabul eder mi?
60 Duyarsız bedenime, Her yer aynı, çürümek için. Ama yine de sonsuz uykuya dalmayı, İsterdim sevdiğim yerlerin yakınında.” Rus edebiyatında modern mısra tekniğiyle halk dili geleneklerini ilk defa uzlaştırmayı başaran Puşkin, şiir dışında ürettiği edebi eserleriyle, yenilikçi anlatım teknikleri ve gerçeği olduğu gibi aktarışıyla kendisinden sonra gelen şairlere güçlü bir ilham kaynağı olmuş ve modern Rus edebiyatının öncüsü olarak kabul edilmiştir. Puşkin henüz hayattayken bu denli ciddi bir etki yaratacağını sezmiş midir bilinmez fakat bazı şiirlerinde buna dair izler görmek kaçınılmazdır: “Hayır, tümüyle ölmeyeceğim. Ruhum, Kutsal lirinle kalarak, Kurtulurken çürümekten, Tozlarım yok olacak. Ben de ünleneceğim, Duyulacak ünüm her yerde, Yeryüzünde, ayın altında, Tek bir şair yaşadıkça.” “Kelimelerle ifade edilen düşünce yalandır.” Puşkin’in Rus şiirinde yarattığı gerçekçilik etkisi 19. yüz yılın son çeyreğinde önemini yitirmeye başladı. Dönemin Batı edebiyatı ve felsefesinden – E.A. Poe, F. Nietzsche, C. Baudelaire vb. – ilham alan bir grup şairin şiirlerinde işledikleri konular ve semiyotik teknikler, Rus şiirine değişik ifade biçimleri kazandırarak yeni bir akım meydana getirdi. Bu akım, idealizmi temel bir ilke olarak ele alan, somut olanın yalnızca özün yansımasından ibaret olduğu düşüncesine dayanan, dünyanın sembollerle
dolu olduğuna kanaat getiren ve dolayısıyla da materyalizm temelli gerçekçiliğe karşı bir tepki olarak doğan sembolizmdi. Rus sembolizminin birinci kuşak şairleri – V. Bryusov, K. Bal’mont, Z. Gippius, F. Sologup – sembolizmin vatanından, yani Fransız edebiyatından, özellikle de Les poètes maudits (Lanetli Şair) olarak tanımlanan C. Baudelaire, P. Verlaine, A. Rimbaud gibi şairlerden etkilendiler. Sembolistler şiirde gerçeğin değil, gerçeğin insanda bıraktığı etkilerin yazılmasını savundular. Dahası, şiirin başka dünyalarla iletişim kuran bir araç olduğuna inandılar. Rus sembolistler, sembolizmin düşünsel strüktürünü, nesnel gerçeklik koşulu olmaksızın ve rasyonel bakış açılarından azade bir şekilde, yalnızca ‘semboller referans’ alınarak sezginin egemenliğiyle ulaşılan sembolik idrak olarak belirlediler. Teolojik bir içselliğe sıkı sıkıya bağlı olan sembolizm, dilin, şairin düşündüğü imajları anlatmakta yetersiz olduğunu, kelimelerin düşünceyi asla ifade edemeyeceğini – “kelimelerle ifade edilen düşünce yalandır.” – düşünüyorlardı. Sembolist okulun kuramsal önderlerinden Valeri Bryusov, Karşılama adlı şiirinde, sembolizmin yapı taşlarının en keskin örneklerinden birini sunar: “Karşılaşmalar yok mu o karşılaşmalar Büyük şehirlerin caddelerinde Ve o ister istemez bakışmalar Kırpışan kirpiklerin o kısa konuşması! Ulaşır varlıklarımız birbirine Bir anlık bir çalkantının arasından. Ve iki arzunun çığlığı kopar sessizce: “Söyle kimsin, kimsin söyle? – Ya sen?” Bir bakışta anlatır tüm geçmişini, Ve havada bir çağrı dalgalanır: “BENİM OL!” Bu çağrının zincirine vurulmuştur artık o… Ama bir andır geçer ve yalnız kalırım. Silinip gidişine bakarım kalabalığın içinde… Aldırma: Yetmez mi bir tek an boyunca Tüm tutku ve aşkları tüketip yaşadığım!”
61
62
Bu şiir, sembolizmin anlatımda kullandığı tekniklerin nihai hedefini, yani “ruhani yaşantıyı ifade etmek için başka bir üslup geliştirme”yi gözler önüne serer. Rus sembolizmi ilk kez, daha çok bir yöntem olarak Fyodor Tyutçev’in eserlerinde görülse de, Rus sembolizminin kurucusu Valeri Brysov’dur. Kuşağının en iyi şiirlerini yazan ve bununla birlikte Moskova Sembolistleri’nin lideri olan Bryusov, neredeyse tüm enerjisini çevirilere ve entelektüel konuların yoğunlukta olduğu şiirlerini yazmaya harcamıştır. Şiir biçimleri üzerine de çeşitli teorik yazılar kaleme alan Bryusov’un Rus entelijansiyasında çok seçkin bir yeri olmuştur. Sembolistlerin şiire taşıdıkları dini semboller ve mitolojik öğeler, bir tür dış dünyayı temsil ettikleri için özenli bir tercihle kullanılıyordu; örneğin sembolistlerin öne çıkan şahsiyetlerinden olan ve “şairin mistik bir dindar” olduğunu düşünen Viaçeslav İvanov’un Aşk isimli şiirinde bu öğelere rastlanır: “…İki kederli gövdeyiz Bir Tanrı mezarının mermerine yaslanmış Eski Güzelliğin gömüldüğü mezarın Aynı sırları veren iki sesli bir ağız Bir tek aynı Sfenks’i kurarız durmaksızın Bir tek aynı çarmıhın iki kanadıyız biz.” İkinci kuşak Rus sembolistlerinin en önemli şairlerinden biri, sembolizmle ilk kuşak şairler kadar güçlü bir bağı olmayan İnnokenti Annenski’dir. Annenski, sembolist bir lirizmin hâkim olduğu şiirlerinde günlük yaşamı berrak bir şekilde dile getirir. Annenski’nin, şiirlerinde gerçekleştirdiği sözsel deneyleme tekniği onun Rus Mallarmé’si olarak anılmasına yol açmıştır. Annenski’nin, yaşadığı çağın sınırlarını aşan hırpalayıcı bir lirizmle yüklü şiirlerinden biri de, İmkânsız adlı şiiridir: Kelimeler bilirim, çiçeklerin soluğunu andırır solukları, Öylesine yumuşak ve bir bunaltı okunur beyazlığından. Ama hiçbiri senin kadar yumuşak ve ince olamaz İMKÂNSIZ, ne de senin kadar hüzünlü ve solgun..”
63
Annenski, doğal tavrı –alışıldık yüzeysel realite- bir an olsun bırakarak “imkânsız” kelimesini referans alıp düşünsel bir yolculuğa çıkar ve kelimenin somut yüzeyselliğinin ardındaki duygusal evrenlerin kilitlerini açar. Şiirin son dizelerinde ise hüzünlü bir lirizme yer verir: “Bir gün kelimeler de tıpkı çiçekler gibi Bunaltıcı bir beyazlık içinde dökülecek olursa, Bilirim, gözyaşlarıyla sulanacaktır her biri, Ama sevdiğim içlerinden sadece bir tanesi ve İMKÂNSIZ olacaktır.” Henüz çocuk yaşlarda anne ve babasını yitiren İnnokenti Annenski, St. Petersburg Üniversitesi’nde edebiyat öğrenimi görmüş, eski dil ve edebiyatlar, bir de Rus dili ve teorisi üzerine dersler vermiştir. Ölümü gecenin karanlığıyla özdeşleştirmesiyle bilinen İnnokenti Annenski, bir gece yarısı akademi müfettişi olarak atandığı Kuzeydeki illerden birine giderken, bir gardaki silahlı çatışma sırasında vurularak ölmüştür.
64 Sembolizm akımının ve Hatırlamak Rus şiirinin en gözde şairlerinden 68’i biri de “Rusya’nın milli şairi” olarak anılan Aleksandr Blok’tur. Yaşadığı dönemin edebiyat çevrelerini henüz öğrenim gördüğü sıralarda etkilemeyi başarmış olan Blok, sembolizmin ikinci kuşak şairlerinden biri olarak bu akımın öne çıkan örneklerini yaratmıştır. Hukuk profesörü bir baba ve Petersburg Üniversitesi rektörünün kızı olan edebiyatçı bir anne tarafından dünyaya gelen Blok, yüksek bir kültür ile yetiştirilmiş, annesinin etkisiyle Petersburg Üniversitesi’nde edebiyat eğitimi almıştır. Öğrenim yıllarında şımarık bir bohem hayatı sürdüren Blok, zamanın en güçlü edebiyat akımı olan sembolizmin etkisi altına girmekle kalmamış, yazdığı şiirlerle bu akımı doruk noktasına ulaştırmıştır. Rusya’da, I. Dünya Savaşı’nın yarattığı etkiyle başlayan şovenizm dalgasından kendini kurtarmış ender edebiyatçılardan biri olması ve Ekim Devrimi’ni müspet bir şekilde karşılamasıyla yenidünyaya olan sadakatini göstermiştir. Devrimler çağında yaşamış bir sanatçı olan Blok, bu zorlu çağın yıkımlarını ve ufukta beliren umut dolu günlerin yetkin bir ozanı olmuştur: Durgun yıllarda gelmiş olanlar dünyaya Anımsamazlar geçtikleri yolları; Biz, Rusya’nın korkunç yıllarının çocukları – Gücümüz yok hiçbir şeyi unutmaya. Yakıp kavuran, kül eden yıllar! Çılgınlığın mı, umudun mu kökü gizli sizde? Savaş günlerinden, özgürlük günlerinden Kanlı bir parıltı kaldı yüzlerde. Uğultusu tehlike çanlarının Dilsiz olmaya zorladı bizi. Uğursuz bir boşluk kapladı Bir zaman coşkuyla dolu yüreklerimizi
65
Aleksandr Blok’un şiirlerinde diğer sembolist şairlerde de gözlemlenen tinsel temalar, tanrısal bilgelik için duyulan özlem, lojik bir kavrayışın dışında geliştirilen bir imgelem dünyası hâkimdir. Blok’un tanrısal bilgelik için duyulan özlemi bir kadına duyulan aşkla cisimlendirdiği şiirleri birçok edebiyat eleştirmenince eleştirilmiş, fakat dönemin entelijansiyasının şapka çıkarttığı ismi ve Rus sembolizminin ustası Valeri Brysov bu eleştirilere karşı Blok’u savunmuştur. Ekim Devrimi’nin ilk önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen On İkiler adlı destansı şiiri yazan Blok, devrimin safında olduğunu tescilleyen ilk yazarlardan biri olmuştur: ON İKİLER’DEN “Burjuva, yol kavşağında bekliyor şimdi Yakasını burnuna kadar kaldırmış. Önünde tüyleri dökük zavallı bir köpek Kuyruğunu kısmış kıvranmaktadır. İşte bu aç köpek gibi bekliyor şimdi. Sessiz ve telaşlı, tıpkı bir soru gibi. Ve burjuvanın yanında eski dünya bekliyor: O da kuyruğunu kısmış sahipsiz köpek gibi.”
66
On İkiler şiiri Blok’un edebiyat yaşamında bir dönüm noktası teşkil etmesi açısından oldukça önemli bir şiirdir. Zira Blok, bu şiiriyle “…Devrim öncesi hayatın ve sanatın budalaca çıkmazında tükenip gitmekteyken, Devrim’in tekerleğine tutunmayı başardı.” denebilir. On İkiler adlı yapıtın tarihsel önemini daha belirgin kılmak ve Rus edebiyatındaki yerini kavrayabilmek için Ekim Devrimi’nin önderlerinden Lev Troçki’nin, Blok hakkında yazmış olduğu şu satırlara yer vermek yeterli olacaktır: “Blok Ekim öncesi edebiyata aitti, ama ‘Onikiler’i yazdığı zaman bunu aştı ve Ekim’in dünyasına girdi. Bu yüzden Rus edebiyat tarihi içinde özel bir yeri olacaktır onun. Blok’un, onun anısının çevresinde uçuşup duran ve onun Mayakovski’deki yeteneği nasıl fark ettiğini ve Gumilev’in karşısında hiç gizlemeye gerek görmeden nasıl esnediğini anlayamayan (dindar budalalar!) şu şair ve yarı-şair cinler tarafından karanlığa itilmesine ve unutturulmasına izin verilmemelidir.” “Dünya kültürü için bir özlem” İktidar taşlarının yerinden oynamaya başladığı yirminci yüz yıl Rusya’sı sanatsal dönüşümlere sahne oluyordu. Uzun yıllardır bilhassa şiir alanında bir otorite hali almış olan sembolizm, artık kitleler üzerinde eskisi kadar etkili olamıyor ve bu tek düzeliğin yarattığı kriz yeni bir ifade biçimini, öncekinden farklı bir şiir ekolünü zorunlu olarak ortaya çıkarıyordu: Akmeizm. 1910 yılında, Nikolay Gumilev ve Sergey Gorodetsky’nin önderliğinde teorik alt yapısı oluşturulan, Yunanca ‘achme’ kelimesi referans alınarak ‘insanın en iyi çağı’ şeklinde bir anlam kazandırılan akmeizm, sembolizme karşı bir tepki olarak biçimlerin somut niteliğini yücelten bir şiir anlayışının savunusuna girişti ve bu reaksiyonla şiirler üretmeye koyuldu. Akmeist öğretinin en çarpıcı ve berrak şekliyle işlendiği şiirlerin yazarı Osip Mandelştam, bu akımı “Dünya kültürü için bir özlem” sözüyle tanımlayarak, boyutunun derinliğini tevazu göstermeden vurguluyordu. Akmeistler, Orta Çağ’ın lonca
teşkilatlanmasından ilham alarak Şairler Loncası’nı kurdular ve Rus sembolizminin bilinmezci gizemciliğine karşı eleştirel bir tutum sergileyerek, Fransız parnasizminin temel ilkelerini benimsediler. Şiirin mimaride olduğu gibi ustalığa ihtiyaç duyduğunu düşünen akmeistler, iyi bir şiir yazmayı bir katedral inşa etmekle kıyaslayarak şiirin hatlarını ve çerçevesini daha önce görülmedik bir tarzda yorumladılar. Akmeist okulun öğretileri ve savunusunu üstlendiği şiirsel yaratım ilkeleri temelinde eserler üreten başlıca şairler Nikolay Gumilev, Sergey Gorodetsky, Anna Akhmatova, Mikhail Kuzmin ve Giorgi İvanov olmuştur. Fakat akmeizmin en önemli şairi, bu hareketin teorisini saf haliyle açığa vuran, su götürmez en önemli başarısı olarak gösterilen Kamen adlı esrin yazarı Osip Mandelştam’dır.
67
68
Şairler Loncası’nın kurucularından olan Mandelştam, ilk şiirlerini bu loncanın dergisi Apollon’da yayımlamıştır. İlk şiirlerinde henüz sembolist üslubun etkilerinden kurtulamadığı görülen Mandelştam, Avrupa kültürüne özgü mitopoetik olgulara çokça yer vermesiyle bilinen bir şair olmuştur. İlerleyen yıllarda sembolizm etkisinden sıyrılarak mimari mükemmelliğe yönelen bir imaj yapısı ile bezelenmiş şiirler yazmıştır. Son dönem şiirlerinde günlük olayları olağan durulukta anlatan şairin dolaysız bir yalın üslup geliştirdiği göze çarpar. Leningrad adlı şiiri son dönem şiirlerine verilebilecek güzel bir örnektir: “Petersburg! Hayır, ölmek istemiyorum daha! Defterinden silinmedi telefonumun numarası. Petersburg! Saklıyorum yazdığım adresleri, Onlar duyuracak ölülerin sesini. Karanlık bir eşikte oturuyorum; zil, Etinden sıyrılmış zil şakaklarıma vuruyor. Kapı zincirlerinin paslı demirlerine dokunarak Sevgili konukları bekliyorum bütün gece. 1917’de devrimin safında yer alan entelektüellerden biri de Mandelştam’dır. Bir süre Maksim Gorki’nın yönetiminde Dünya Edebiyatı Yayınları’nda çalışan Mandelştam, bir süre sonra hiçbir edebiyat topluluğunda yer almadan münferit bir edebiyat faaliyeti sürdürür ama bu durum dönemin istibdat rejimince kuşkuyla karşılanır. Stalin diktasının korkusuyla yaşayan tapınmacı, konformist yazarları esefle kınayan Mandelştam, kimsenin açık yüreklilik gösterip en ufak bir eleştiri dahi yapmaya yeltenmediği korku dolu bir dönemde, 1933 yılında Yaşıyoruz Ama Hissetmiyoruz isimli şiirini yayımlar: “Yaşıyoruz, ama hissetmiyoruz artık bastığımız toprağı. On adım öteden duyulmuyor konuştuklarımız.
Oysa ne zaman iki çift laf edecek olsa birileri, Kremlin’in dağcısını anmadan edemiyorlar. Parmakları kalın tırtıllar gibi ve ağır kurşun gibi dökülüyor ağzından kelimeleri. Hamamböceği bıyığı sırıtıyor ve pırıl pırıl çizmelerinin üstleri, İnce boyunlu adamları sarmış çevresini, bu insan bozuntularının soytarılıklarıyla oyalanıyor. Biri ıslık çalıyor, biri miyavlıyor, biri inliyor, Yalnız o parmağını bize sallıyarak kükrüyor. İnsan karnına, alnına, şakağına, gözüne nal fırlatır gibi durmadan emirler yağdırıyor. Bu geniş omuzlu Kafkas Kocası, tatlı bir meyve gibi dilinin üstünde yuvarlıyor her idam kararını.” Olağan üstü baskının yaşandığı öylesi bir dönemde Osip Mandelştam’ın bu gözü kara hicvi, gayet tabii zülfü yâre dokunmuş, aynı zamanda Mandelştam’ın bir nevi intihar mektubu olmuştur. Bu şiir yayımlandıktan sonra tüm engellemelere rağmen elden ele dolaşır ve dönemin en sansasyonel belgelerinden biri haline gelir. Şiirde “Kremlin’in Dağcısı” diye söz ettiği Stalin ve onun bürokratik aygıtı Mandelştam’ı muhtelif yerlere zoraki ikamet ettirir ve ardından 1938 yılında Sibirya’ya sürer. Ve 27 Aralık 1938’de Osip Mandelştam sürgünde ölür. Osip Mandelştam haksızlığa, zulme ve her alanda varlığı hissedilen baskıya sanatıyla başkaldırarak, döneminde eşine ender rastlanan bir cesaretle kendi yazgısını belirledi ve ardında onurlu bir yaşamın pusulasını bıraktı:
69
70
“Omuzlarıma atılıyor şu kurt köpeği çağ, oysa benim kanım kurt kanı değil. İyisi mi, bir Sibirya kürkünün koluna bir kalpak gibi sokun beni ki, gözüm görmesin korkakları, yıvışan çamuru, çarka gerilen kanlı kemikleri, ve bütün gece parlasın benim için ilkel güzellikleriyle mavi tilkiler. Yenisey’in aktığı geceye götürün beni çamların yıldızlara değdiği, çünkü benim kanım kurt kanı değil, ancak bir benzerim öldürebilir beni.” “İşini bitireceğiz senin romantik dünya!” 20. yy.ın ilk çeyreğinde, çarlık otokrasisinin pençesi altında yönetilen Rusya’da adeta bir kaos yaşanıyordu. Köhnemiş çarlık rejiminin toplum içinde yarattığı hoşnutsuzluk, bitmek bilmeyen savaşlar, sınıfsal karşıtlıkların doğurduğu trajik tablo tarihsel zorunluluk olarak bir devrimin gerçekleşmesini kaçınılmaz kılıyordu. Kelimenin tam anlamıyla baştan aşağı politik bir ülke olan Çarlık Rusya, öteden beri çeşitli devrimci yapılanmaların reaksiyonlarıyla karşı karşıya gelmiş, 1905 Devrimi ile geçici bir yenilgi yaşamış, fakat lehine işleyen koşullar ve yaptığı manevralarla bu yenilgiden 1917 Şubat Devrimi’ne kadar geçen sürede sıyrılmıştı. Böylesi politik krizlerin cereyan ettiği yıllarda, edebiyat çevreleri çeşitli sanat görüşleri etrafında kümelenmiş kendi savaşlarını veriyorlardı. Seyrini siyasal gelişmelerin belirlediği iki temel sanat yaklaşımı üzerinde soluksuz ve ateşli tartışmalar yaşanıyordu. Bu yaklaşımlardan ilki o güne değin varlığını sürdüren egemen burjuva sanatı, diğeri ise bu egemen sanat anlayışını ve onun toplumsal, felsefi ve dolayısıyla kültürel tahakkümünü radikal bir biçimde ilga etmek, yerine çağdaş, sınıf bilinci esasına
dayanan bir sanat yaratmak isteyen proletarya sanatıydı. Bu çetrefilli dilemmanın içinde bocalayan Rus entelijansiyası, bir grup şairin 1912 yılında yayımladıkları “Genel Beğeniye Tokat” isimli fütürist (gelecekçi) bildiriyle sarsıldı. Başını David Burliuk, Vladimir Mayakovski, Velimir Hlebnikov ve Aleksey Kruçyonih’in çektiği Hylia adlı grup, yayımladıkları avangart bildiride geçmişin edebi değerlerini, yazınsal biçem ve üsluplarını daha önce eşine rastlanmadık bir sertlikle yeriyorlardı. Bununla birlikte Puşkin, Tolstoy, Dostoyevski gibi Rus edebiyatının kadim putlarını, kendi değimleriyle söyleyecek olursak “...çağdaşlık gemisinin bordasından atmak gerek”tiğini ilan ediyorlardı. Esasen İtalyan menşeli bir fikir hareketi olan fütürizm, yazar Filippo Marinetti’nin çevresinde toplanmış bir takım entelektüelin 1909 yılında kaleme aldıkları Fütürist Bildiri ile hayat bulmuştu. Geçmişin sanatsal, kültürel değerlerini köktenci bir ısrarla reddeden fütüristler, modernizmi geleceğin dünyasına açılan kapıların anahtarı olarak görüyor ve makineleşme, sürat, şehirleşmiş medeniyet -bilhassa İtalya’da- ilkeleriyle yeni bir dünyanın estetik strüktürünü oluşturmayı amaçlıyorlardı. Daha da ileriye giderek, vandal bir cüretkârlıkla “Müzeleri, kütüphaneleri, yerle bir ederek, ahlakçılık, feminizm ve bütün yararcı korkaklıklarla savaşacağız.” şeklinde saldırgan söylemlerle varlığından nefret duydukları kültürel yapıyı tarumar etmek istiyorlardı. Fakat Rus fütüristler, İtalyan fütürizminden başta politik olmak üzere birçok hususta ayrılıyorlardı. Zira İtalyan fütürizminin kuramsal önderi Marinetti ve çevresindekiler İtalyan Faşist Partisi’nin kurucu üyeleri arasında yerlerini almışlardı -ki insanlığın kültürel mirasına susamış böylesi mizantrop emeller ancak dönemin faşizm hareketi tarafından destek görebilirdive buna karşın Rus fütürizminin politik yönünü belirlemiş olan Mayakovski erken yaşlarda Bolşeviklere katılmış bir Marksistsi. Rus fütüristler burjuva kültürünün boğucu statükosunu yıkmak, çağın teknolojik ve siyasal gelişmelerinin belirlediği
71
72 nesnel koşullar minvalinde bir sanat anlayışı yaratarak, özellikle
edebiyatta epeydir egemen olan sembolizmi ortadan kaldırmak istiyorlardı. Bu sebeple fütürizmin ontolojik sütunlarından biri olan “kültürel yadsıma” ilkesini, geçmişin sanat anlayışlarını yok etmek için güçlü bir silah olarak görüyor ve bu hedeflerini yazdıkları öfkeli bildirilerinde açık yüreklilikle dile getiriyorlardı: “Biz çağımızın yüzüyüz... Geçmiş daracıktır. Akademi ve Puşkin, hiyerogliflerden daha anlaşılmazdır... Sayısız Leonid Andreev’lerin sümüklerine değen ellerinizi yıkayın...” Rusya’da fütürizm çağı başladıktan sonra kübofütürizm, egofütürizm vb. gruplar oluşmuş olsa da, bunlar arasından akımın en önemli örneklerini, içinde Mayakovski, Hlebnikov, Burliuk, Kruçyonih’in bulunduğu kübofütüristler vermiştir. Kübofütüristler, şiir dilinde bir devrim gerçekleştirerek, bir takım deneylerle kendilerine özgü edebi teknikler oluşturmuşlardır. Sözgelimi Hlebnikov, konuşma dilinin şiirsel ölçüsünü öne çıkarmıştır: “Yıldızlara bakmak uzun uzun Bir ölüm hükmü imzalamaktan Çok daha hoş gelir bana. Ve çok daha hoş gelir Çiçeklerin sesini dinlemek “İşte Hlebnikov!” diye mırıldanan sesini Bahçede dolaşırken Çok daha hoş gelir evet Beni öldürmek isteyenleri öldüren Tüfekleri görmekten. Niçin hiçbir zaman Yönetici olamayacağımı Anladınız mı şimdi!” Çeşitli bilim dallarında görmüş olduğu tahsiliyle taşkın bir birikime sahip olan Velimir Hlebnikov, Rus fütürizminin kuramsal taşlarını örmüş bir filolog ve şairdir. Kelimelerle nesnelerin özü
arasında dolaysız bir bağlantı kuran bir dil felsefesi yaratması, 73 şiirsel yaratı ve dil yaratısını bütünleştirmesiyle oluşturduğu poetika, fütürist okulun dil doktrini konusunda alametifarikası olmuştur. Sözcüğü, söylencenin yaratıcısı olarak kabul eden fütüristler, bir şairin değerini, onun sözcük dağarcığının belirlediğini düşünüyor ve kendilerinden önceki edebi üretim tekniklerini ve dil kuramlarını bayağı bularak onlara karşı cephe aldıklarını yayımladıkları her bildiride şiddetle ifade etmekten geri durmuyorlardı. Bu avangart topluluk, kurumsal bir oluşum hali alarak, Yargıçlar Balıklığı adlı dergide on üç maddelik kendi şiir kuramlarını ilan etti. On üç maddelik şiir kuramı amentüsünde en çok göze çarpan, “Bireysel gerçeğin özgürlüğü adına yazım kurallarını yadsıma”ları, “Sözcüklere yazılış ve söyleniş özelliklerine göre anlam yakıştırmaya koyulma”ları ve yaratıcılığı dizginlediğini düşündükleri gramer kurallarında reforma gittiklerini duyurmalarıdır. “İşini bitireceğiz senin romantik dünya!” şiarıyla harekete geçmiş olan Rus fütüristler, destekledikleri Bolşeviklerin öncülüğünde gerçekleşen Ekim Devrimi’ni büyük bir coşkuyla karşılarlar. Çarlık otokrasisinden arta kalan sosyo-kültürel ilişkilerin ve Ekim Devrimi öncesi sanat anlayışlarının dönüştürülmeye başlandığı yıllarda, eski kültür ve sanat anlayışlarına karşı uzlaşmazlıkları varlıklarının yongası haline gelmiş olan fütüristler, devrimi düşledikleri dünyayı yaratmak için çok önemli bir araç olarak görmüşlerdir. Yeni bir kültürün inşası için seferber olan fütüristler, başta Mayakovski olmak üzere, fütürizmi proletaryaya tanıtmak, işçi sınıfının sanatını yaratmak iddiasıyla çalışmalara başlarlar. Fakat fütüristler tüm çabalarına rağmen Rus proletaryası ile sanatsal bir bağ kuramazlar. Çünkü Ekim Devrimi öncesi edebiyatın ve diğer sanat formlarının proletarya tarafından bilinmemesi, eski estetiğin reddiyesinden doğan fütürizmle sınıfsal bir estetik ilişki kuramama problemini ortaya çıkarır. Dolayısıyla fütüristler, en başta olduğu gibi marjinal bir hareket olmayı sürdürerek kendi
74
iç tartışmalarına gömülürler. Bu tartışmalar gittikçe Ekim Devrimi’nin sorgulanmasına ve devrimle uyum sorunu yaşamaya varır. Henüz şair olmazdan önce aktif politikaya girmiş ve Bolşeviklerin safında yer almış olan Mayakovski, neredeyse hiç politik olmayan fütüristlerden farklı olarak proletaryayla içten bağlar kurabilmiştir. Fütürist çevrelerle yaşadığı uzlaşmazlıklar ve fütürizmin siyasal davranış sorunsalından doğan nedenlerden ötürü Mayakovski, gittikçe fütürizmden kopar ve artık kendini bütünüyle sosyalist gerçekçiliğe adar. “Dünyayı bozguna uğratarak sesimin gücüyle yürüyorum - yakışıklı, yirmi iki yaşında.“ Bir orman bekçisinin oğlu olan Mayakovski, 1893 yılında Gürcistan’ın Bağdadi köyünde doğar. Lise eğitimi alması için ailesi Kutays’a taşınır ve Mayakovski ilk kez burada sosyalist gruplarla tanışır. Babası Vladimir Konstantinovich’in ölümünden sonra aile Moskova’ya taşınır. Mayakovski, burada odalarını kiraladıkları sosyalist öğrencilerin etkisiyle Marksist klasikleri ve Lenin’in broşürlerini okumaya başlar. Derslerinden çok sol yayınları okumaya zaman ayıran Mayakovski’nin okul yaşamı iyi gitmemektedir. Bu durumu fark eden ablası, İ. Karahan isminde biriyle Mayakovski’ye ders vermesi için anlaşır. Ne var ki İ. Karahan bir Bolşeviktir ve Mayakovski’nin İskra’nın eski sayılarını, Bolşeviklerin yayınlarını okumasını sağlar. Böylece Mayakovski henüz on beş yaşındayken Bolşeviklere katılır, artık bir devrimcidir ve yoldaş Konstantin ismini almıştır. Yaşına aldırış etmeden İskra’nın yeni sayılarını gizlice dağıtır ve Bolşeviklere toplantı için boş daire ayarlar. Yoldaş Kanstantin, Bolşeviklerin bir yeraltı basım evinde çarın polislerince yakalanıp tutuklanır. Cezaevinde çokça okuma şansı bulur, böylece dönemin şiir okullarını ve şairlerini iyice öğrenmiştir. İlk şiirlerini cezaevinde yazan Mayakovski, bu şiirlere gardiyanlar tarafından el konulmasıyla onlara bir daha ulaşamaz. Yıllar sonra bu şiirlerden şöyle söz edecektir: “Gardiyanlar sağolsun, çıkışta aldılar. Yoksa bir de yayınlardım!” Cezaevinden çıktıktan sonra
ressam olma arzusuyla Güzel Sanatlar okuluna girer ve burada hayatına bambaşka bir yön verecek, onu fütürizmle tanıştıracak olan David Burliuk’la tanışır. Mayakovski şiirlerini ilk kez Burliuk’a okur ve bu güçlü şiirlerin etkisinde kalan Burliuk şairin dehasını hemen fark eder. Kübist bir ressam ve şair olan David Burliuk, Mayakovski’yi ilerde Rus fütürizminin temellerini birlikte atacakları Velimir Hlebnikov ve Aleksey Kruçyonih’le tanıştırır. Mayakovski, I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, savaşın sancılı koşullarından etkilenerek devrimci sanatının ilk parıltılı eseri olan Pantolonlu Bulut’u yazar. Moskova’da olduğu bu dönemlerde Rus edebiyatının en değerli kalemlerinden biri olan Maksim Gorki’nin evine giderek başını kaldırmadan ona Pantolonlu Bulut’un bazı bölümlerini okur: “Tek bir ak saç yok ruhumda, Yaşlılığın çıtkırıldımlığı yok onda! Dünyayı bozguna uğratarak sesimin gücüyle yürüyorum - yakışıklı, yirmi iki yaşında. İster misiniz ten kudurtsun beni, -ve gök gibi renk değiştirerek ansızınİster misiniz öylesine yumuşayım, sevecen olayım ki öylesine hani, erkek değil de, pantolonlu bir bulut desinler bu!” Mayakovski şiiri okuduktan sonra başını kaldırır ve Gorki’nin yaşlanmış gözleriyle kendisine baktığını görür. Pantolonlu Bulut, Mayakovski’nin 1915 yılında tanıştığı ve yaşamının sonuna dek şiirlerinde sevgisini dile getirdiği Lili Brik’in yardımıyla basılır. Ekim Devrimi ile birlikte kendini yeni kültürün ve sanatın yaratılmasına adayan Mayakovski, bu yıllarda durmadan ajit-
75
76
prop resimlerle bezenmiş politik pankartlar, afişler yapar, fabrikaları dolaşarak şiirler okur ve sosyalist sanat anlayışını içeren konferanslar verir. Örneğin devrim ordusu askerlerine ayakkabı toplanması için yaptığı bir pankarta şunları yazar: “Arkadaşlar! Çetindir yolu geleceğin. Dayanaklı pabuçları olmalı öncülerin!” Mayakovski, Parti Merkez Komitesi’nin de izniyle 1923 yılında, burjuva sanatına karşı her alanda mücadele etmek için Lef Dergisi’ni (Sol Sanat Cephesi) kurar. Lef, sosyalist sanat fikrini savunan entelektüellerin bir araya geldikleri, sosyalist gerçekçilik akımının kuramsal çalışmalarının tartışıldığı bir dergi olarak, iki yıllık yayım hayatında sekiz sayı çıkartmış ve dönemin en önemli edebiyat mecmuası olmuştur. Daha sonra çeşitli tartışmalar beraberinde gruplaşmaları getirmiş ve Lef 1925’te kapanmıştır.
1923-25 yılları Mayakovski’nın ağır buhranlar yaşadığı yıllardır. 1924’te Lenin’in ölümüyle derinden sarsılan şair, uzun bir süre kendini toparlayamaz. Lenin’in ölümünden sonra, içinde duyduğu acıyı kalemiyle birleştiren şair, en değerli eserlerinden biri olarak görülen Lenin Destanı’nı yazar. İlk kez Pravda’nın yazı kurulu odasında gördüğü, kitaplarını her okuduğunda coşkuya kapıldığı ve ne yazık ki hiç tanışma fırsatı bulamadığı Lenin için şunları yazar: “Çelenkler süslüyor başını. Korkuyorum kapanır diye Lenin’in gerçek bilge ve insan alnı. Korkuyorum kirletir diye geçit törenleri anıtkabirler ve kalıplaşmış saygı duruşları Lenin’in sadeliğini.” Lenin’in ölümünün etkisini henüz atlatmamış olan Mayakovski, ikinci bir felaket yaşar. Şiir tartışmalarında sürekli olarak çekiştiği melankolik şair Sergey Yesenin, 28 Aralık 1925’te bir otel odasında kendini asarak intihar eder ve Mayakovski’ye intiharından bir gün önce damarlarını açıp kendi kanıyla yazmış olduğu Elveda Dostum isimli bir şiir yazar: “Elveda sevgili dostum elveda, Sen kökleri içimde uzanan.. Ayrılık yazılmış alnımıza İlerde gene karşılaşırız inan.. Elveda dostum, el sıkışmadan Sessizce.. Ne keder ne tasa gerek: Ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada Ama yaşamak da yeni bir şey olmasa gerek.” Sergey Yesenin’in trajik bir biçimde canına kıyışı Mayakovski’yi büsbütün harap eder ve 1926 yılında Sergey
77
78
Yesenin’e isimli şiirini yazarak, Yesenin’in intiharını şiddetle kınar: “Alışılmış deyimiyle siz Bir başka dünyaya göçüp gittiniz Hayır Yesenin bu şaka değil, Boğazında düğümlenen acıdır Kahkaha değil... Bu dünyada ölmek güç bir şey değil, Bir hayat kurmaktır güç olan...” Mayakovski bu zor zamanları atlatmak adına uzun bir yurt dışı seyahatine çıkar. Birçok ülke dolaşır, gittiği ülkelerde çeşitli konferanslar verir ve Sovyet Rusya’ya dair yapılan karalamalara karşın insanları aydınlatır. Son yurtdışı gezisini konu edinen şiirinde sosyalist bir ülkenin vatandaşı olması nedeniyle karşı karşıya kaldığı ayrımcılığı anlatır: “Ve şu polis milleti nasıl da şehvetle kırbaçlar nasıl çarmıha gererdi beni sadece ve sadece elimde oraklı çekiçli bir pasaport var diye... Şu memur zihniyetini bir kurt bir kuzuyu paralar gibi paralamak isterdim, ve en ufak bir saygı duymadım bu cinsten belgelere ömrüm boyunca ve cehenneme kadar yolu var tüm evrakların derdim. Ama bu.. bu başka.. Ve daima gururla çekip çıkaracağım ceplerimden pasaportumu: İyi okuyun sayın baylar ve gıpta edin: Yanılmıyorsunuz evet Sosyalist bir ülkenin yurttaşıyım ben.”
Mayakovski 1 Şubat 1930 yılında yirmi yıllık çalışmalarından 79 oluşan retrospektif bir sergi açar. Şiirlerinin yayımlandığı dergiler, gazete kupürleri, yazdığı kitaplar, iç savaş ve NEP döneminde yaptığı pankartların sergilendiği bu sergi bir nevi şairin sevenlerine vedası gibidir. Zira hiç takım elbisesi olmayan şair Mayakovski, 14 Nisan 1930’da, şakağıyla buluşturduğu silahının tetiğini çekerek intihar eder. Rus edebiyatının militan şairi, fabrikalarda okunan şiirlerin davudi sesi, “Genç şairlerin bitirilmemiş şiirleri yoktur.” sözüne karşın henüz bitirilmemiş şiirleri olan, Yesenin’in intiharını kınayan şiiri yazdıktan beş sene sonra, ardında son bir mektup bırakarak kendinden vazgeçer. Hâlâ yakışıklıdır, fakat bu kez yirmi iki değil, otuz yedi yaşındadır. Son Mektup’tan “Anacığım, kardeşlerim, yoldaşlarım! Bağışlayın beni. İş değil bu, biliyorum (kimseye de öğütlemem), ama benim için başka bir çıkar yol kalmamıştı. Lili beni sev. Hükümet yoldaş! Ailem: Lili Brik, anam, kız kardeşlerim ve Veronika Vitoldovna Polonkaya’dan ibarettir; yaşamalarını dağlardan ne mutlu bana.. Aşkın küçük sandalı hayat ırmağının akıntısına kafa tutabilir mi! Dayanamayıp parçalandı işte sonunda...” KAYNAKÇA TOKATLI Atilla, Sovyet Şairleri Antolojisi, Yön Yayınları, İstanbul, 1992. TROÇKİ Leon, Edebiyat ve Devrim, Çev: Hüsen Portakal, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 1987. FROMM Erich, İsa Dogması, Çev: Bozkurt Leblebicioğlu, Say Yayınları, İstanbul, 2017. DOSTOYEVSKİ Fyodor Mihayloviç, Puşkin Konuşması, Çev: Tektaş Ağaoğlu, İletişim Yayıncılık, Ankara, 2009. TÜTEN Özkaya, “Rus Edebiyatında Sembolizm”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, (2013), s. 412- 413- 415416.
80