AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi 128. Sayı Yayın Kurulu Deniz Eren Fırat Tunabay Onur Keşaplı Orçun Üzüm Özge Aslan Özgür Keşaplı Didrickson Volkan Bağırgan Tasarım Selçuk Korkmaz Çizimleriyle Atilla Yakşi Ön Kapak Kelebekli Manzara Salvador Dali 1956 Arka Kapak Kurtuluş Savaşı ve Mustafa Kemal Mehmet Aksoy 2000 Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com
www.azizmsanat.org
İÇİNDEKİLER
Kelebekler: Tolga Karaçelik İçin Küçük, Sinemamız İçin Büyük Bir Adım Onur Keşaplı
Yağmurun Şarkısı Özge Aslan
4 8 14
Süheyla Yasemin Gül
28 36
Fork Mustafa Bilgin
Ragıp Efendi Kimdir Oğuz Hendekçi
20 27
Var Olmak Ya Da Var Olamamak İsmet Şengül
Editörden
Yağmur Pek De İyi Değildir Kemâl Hatipoğlu
38 39
Bağımsızlık Özgür Karakaya
4 EDİTÖRDEN Hatırı sayılır bir çoğunluğun kendinden, ağırlığından ve haddinden büyük laflar sarf etmeyi sevdiği, işin kötüsü bu tercihin adeta bir kabul edilebilirlik, var oluş, safları sıklaştırma, veya sonradan görmeliğimizin son on yılına damga vuran altın sözcüğüyle ifade etmek gerekirse, konsolide olma/etme amacı taşıdığı ülkemizde akıl dışılığın bir kez daha nüksettiği bir dönemdeyiz. Seçim sonuçlarının yıpranma yaratacağına şüphe yoktu ancak alıklık salgınına yol açacağını da herhalde hiç kimse bu denli öngöremezdi. 1960’larda ülkemizin ilerici düşün dünyasının dümenine geçen ve bugün hala büyük bir saygıyla anılan, Doğan Avcıoğlu yönetimindeki YönDevrim yayınları, ya da daha doğru bir tabirle hareketi, işleyen bir meclisin ötesinde bir senatonun olduğu 61 Anayasası günlerinde demokrasi kavramını kıyasıya eleştiriyordu. Dergilerde yazan sayısız aydının, sıklıkla “cici demokrasi” olarak andıkları, sözde demokrasiye yönelik bu eleştirinin ülkemizin çağdaş demokratik kurumlar bağlamında en demokrat döneminde getirilmiş olması, Avcıoğlu ve Yön hareketinin bugünü görseler neler yazacaklarını merak ettiriyor doğrusu. Ülkemizde artık bilinen anlamıyla çoğulcu bir demokrasi yerine adı henüz konulamamış ama farklı olumsuz sıfatlarla betimlenen bir rejimin geldiğini dile getirmek haber değeri taşımıyor olabilir ama sayıları 600’ü bulan muazzam sayılarıyla ve onları ilgiyle izleyen milyonlarıyla birilerinin ısrarla meclis ve demokrasi oyununa dair söz söylemek bugün bir gerekliliktir. 24 Haziran önceki dönemde defalarca listelerden meclise giren anlı şanlı sosyalistlerin sıfırın altında etkisi hafızalardayken aynı saf/ salak umutlarla ölü doğmuş yeni meclisimize giren vekiller ile heyecanlanma dalgasını eleştirebilmek için sıfat dağarcığımızı zorluyoruz. Geçtiğimiz ay simülasyon olarak andığımız zihniyet yapısının düpedüz sahtekar olduğunu düşünüyoruz artık zira kendi
işe yaramaz, toplum düşmanı bütünlüklerini korumak adına topluma yalan söyleyerek her şeyin yolunda olduğu, hiçbir şeyin değişmediği illüzyonunu yaratıyorlar tüm eylemleriyle. Sosyal medyadan sallanan, karşılığı olmayan büyük lafların meclis kürsüsünden karşılığı olamayacak şekilde sarf edilmesi kitlesel muhalif mastürbasyonun yeni sürümü olarak dikkat çekiyor. İşin kötüsü, buna dikkat çekmeyi başaran, meclis dışı olup henüz bütünlüğünü yitirmemiş, buharlaşmamış gerçek muhalif oluşumlarımız “ben dememiş miydin” ukalalığından öteye geçmeyen farklı bir orgazmı yaşamakla meşgul. Şefler ölmeli! Tüm bu uyuşukluğu, temelsiz ukalalığı, nefes alıp vermesi gereken ideolojileri kutsala dönüştürüp yaşamdan uzaklaştıranları, kitlelerle buluşmanın yeni yöntemlerini aramayanları, karşıtlarla etkileşime girip o çok ihtiyaç duyduğumuz yeni insanları kazanmayı bir kenara bırakanları, kısacası tabanlarını konsolide etmekten başka işe yaramayanları öldürmek zorundayız. Bu simgesel ölüme nasıl ulaşılır henüz bilmemekle birlikte bunun mecburiyetinin farkındayız ve bu konuda gücümüzün yettiği ölçüde algıları açacağımızın sözünü veriyoruz. Bir süredir topraklarımız üstünde ortalama gözler için dolaylı gezinmeyi tercih eden emperyalizmin, bir kez daha Amerika Birleşik Devletleri üniformasıyla açıktan oynadığı ve çoğunluğun gözlerinin emperyalizm karşıtlığı adına açıldığı günlerde, Azizm Sanat E-Dergi’nin yeni sayısında, değerli karikatürist Mustafa Bilgin’in çizgileri, coğrafyamızı katletmeyi sürdüren barbar zihniyete vurgu yapıyor. Emperyalizme yönelik açıldığı hissedilen duyargaları uzun soluklu kılmak adına Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde emperyalizme karşı verilen Kurtuluş Savaşı’yla gerçekleştirebildiğimiz 1923 Devrimini, Cumhuriyetimizi daha sık anmamız gerektiğini düşünerek bağımsızlık olgusuna dikkat çeken bir metne yer veriyoruz.
5
6
Eksikliğini zaman zaman hissettiğimiz çizerlik konusunda bu ay Bilgin’in yanı sıra Atilla Yakşi’nin dikkat çekici desenleri sayfalarımıza her anlamda renk katıyor. Ülke gündeminin ağırlığı ve sanat gündeminin süratle tekelleştiği bir süreçte, gecikmeyle de olsa izleme şansına eriştiğimiz, Tolga Karaçelik’in yönettiği ve Sundance Film Festivali’nden ödülle dönen ilk Türk filmi olma başarısını gösteren Kelebekler hakkında kısa bir eleştiri kaleme aldık. Filmin olumlu anlamda hafifliğine eşlik etmeyi deneyen bu hafif eleştirinin dışında, bağımsız ancak ortak bilinç akışına örnek teşkil edecek şekilde, yaz yağmurlarının da etkisiyle yağmura odaklanan bir şiir ve öykünün yanı sıra varoluşçuluğa materyalist bir doku kazandıran bir akış ve gerçekle hayali gündüz düşünde buluşturan bir pasaj bu ay dergimizde sizlerle. Büyük konuşarak bir daha büyük konuşma ihtiyacı duymayacağımız günleri büyük konuşmak zorunda kalmadan yazmak ve aşabilmek adına,
Sanatla kalın dostlar.
Azizm’in Notu: Eylül 2018 tarihli Azizm Sanat E-Dergi’nin 129. sayısı için, dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 30 Ağustos tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
7
8
Kelebekler: Tolga Karaçelik İçin Küçük, Sinemamız İçin Büyük Bir Adım Onur Keşaplı
Tek mekâna psikolojik uzamlar getiren ilk filmi Gişe Memuru ile büyük umut vaat eden, ardından yönettiği ve yine tek mekânda geçerken bu kez mekân algısı aşmayı başarıp evrensel bir sinematografiye erişerek vaat ettiği umudun da ötesine Sarmaşık’la varan Tolga Karaçelik’in üçüncü filmi Kelebekler’i gecikmeyle de olsa izleme şansına eriştik. Önce, olup olmayacak işlerin yüklü meblağlar alabildiği Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan destek alamamasıyla, ardındansa dünyanın en önemli bağımsız sinema festivali olan Sundance Film Festivali’nde En İyi Drama Filmi Ödülü ile sinema tarihimizde bir ilke imza atarak adını duyuran film hakkında bunca ay sonra yazmanın güncel bir karşılığı yok. Fakat Kelebekler ayrıksı, yenilikçi yapısı ve de en önemlisi sinema
disiplinin sınırlarında kalma gayretiyle üst okumalara imkân 9 tanımak yerine sanat eserini izleyici alımlamaları noktasında mutlak hâkim kılarak fark yaratıyor. Şöyle ki film, kendisine getirilebilecek olası sosyolojik, psikolojik, ideolojik, kültürel okumalarla dalga geçercesine bir seyir izliyor başından sonuna dek. Bunda yönetmenin önceki filmi Sarmaşık’ta başına gelen, filmin küresel anlatısını “şu CHP’li, şu AKP’li, şu MHP’li, şu zaten Kürt” seviyesiyle güncel politikaya hapsetmeye yönelik sonu gelmeyen ezberci yazıların payı olabilir.
Kelebekler, otuz yıl boyunca haber almadıkları, koptukları babaları tarafından köye çağrılan, üç uyumsuz kardeşin yol filmi olarak göze çarpıyor. Babalarıyla süregelen iletişimsizliğin benzerini birbirlerine layık gördükleri için birbirlerine aynı anda hem tanıdık hem de yabancı olan üç kardeşin öyküsü, yönetmenin de kimi söyleşilerinde dile getirdiği üzere zaman zaman güldürü zaman zamansa dram olarak işliyor. Almanya’da yaşayan ve kuşağının uçuk hayali astronot olmayı başarmasına karşın Merkel hükümetinin ödenek ayırmaması sonucu uzaya bir kez olsun çıkamamış Cemal, içine sinmeyen popülist bir mahalle dizisi ile üne kavuşan, devamındaysa seslendirme işleriyle haşır neşir olup ortalama bir bohem hayatı süren Kenan
10 ve mesleğine dair bir fikirden ziyade hapsedildiği boğucu, tüketici evliliğinden kurtulma savaşımına tanık olunan Suzan karakterleri Kelebekler’in absürt ve hatta saçma dokusunun devinenleri konumundalar. Kentten taşraya uzanan zoraki yolculukları sonunda babalarının öldüğünü öğrenen ve filmin başında annelerinin sesinden dinlediğimiz kelebekler öyküsüne ithafen bir vasiyet bırakan babanın çağrısı neticesinde imam ve muhtarın başı çektiği köy ahalisiyle, birbirleriyle, kendileriyle etkileşime giren üç kardeş, bir alt tür olan yol filmlerinin olmazsa olmaz kodunu karşılayacak şekilde, yolun sonunda değişime uğrarlar. Ancak bu değişim, klasik anlatının talep edeceği veya izleyicinin bekleyeceği yönde büyük bir aydınlanma ve başkalaşımı beraberinde getirmez. Bu açıdan film, adını aldığı kelebeklerin, tırtıl-koza ve kısa yaşam döngülerinde yaşadıkları dönüşümleri içermez.
11 Tolga Karaçelik bunun sağlamasını, belki dünya izleyicisinin değil fakat ülkemiz izleyicisinin alışageldiği kimi klişe motif, eylem, durum ve söylemleri, en hafif tabirle alaya alarak yapıyor. Kelebekler ne bir taşra öykünmesine imkân tanıyor ne de aile kurumunu yüceltiyor. Aksine taşrayı yer yer gerçeküstüne de kayan bir mizahın sahnesi halinde tutuyor. Taşlamaktan bıkılmayan kent kaosunun küçük sürümü taşrada sürüyor. Aile ise filme adını veren öykünün sahibi anne ve olay örgüsünü tetikleyen babanın ölüm çağrısına rağmen kadim bir yuva izlenimi vermiyor. Annenin intiharı, babanın kendi çocuklarını reddetmesi gibi başka yönetmenlerin elinde ağır ve belki ağdalı bir seyir izleyebilecek yaşanmışlıklara karşın Kelebekler üç karakterin üzerinden getirdiği yüzleşmeyle görece hafif bir duygu durumu inşa ediyor. Karakterlerin aile olamama, anne-baba eksikliği çekme noktalarında yaşadıkları
12 bocalamalar, filmin dramatik zirvesi olarak yorumlanabilecek mezarlık sahnesinde, babanın gömülmesi esnasında tam da vasiyetine uygun olarak binlerce kelebek ölüsünün yağmaya başlaması, izleyicide filmin olağanca gayri ciddiliğine rağmen en nihayetinde izlenimini verdiği lirik masalsılığa varacağını düşündürürken akabinde gelen kör çobanlı final, tüm beklentiyi müthiş bir mizahla adeta kursakta bırakıyor. Cemal’in başını çektiği Alman astronotların mücadelesi, patlayan tavuklar, başlı başına gazino sahnesi, nereden geldiği belirsiz Jimmy Floyd Hasselbaink esprisi ve daha pek çok yaratıcı güldürü unsuruna sahip Kelebekler, muhalefet meraklılarını da paskalya yumurtası misali yerleştirilmiş Gezi Direnişi’ne yönelik gaz maskesi ve kendi varlığını/yokluğunu, tanrıyı, dini, kitabı, uzayı, kara delikleri sorgulayan, kuşkucu ve eleştirel imamıyla hoş tutmayı başarıyor. Öyle ki Kelebekler’in imamı, yakın dönemde beyazperdeye taşınan ve kitlelerce övgüye boğulan başka imamların sahnelerini daha da yaşlı ve klişe kılıyor. Her ne kadar filmin yapım öncesi süreci birkaç yıl öncesine varsa da günümüzde ülke sineması ve dizi pazarının geldiği noktaya dair kimi kişisel tepkilerin hissedildiği Kelebekler, taşra-mahalle güzellemeleriyle öngörülebilir olay örgülerine ev sahipliği yapan kurmacaların çıkışsız döngüsüne çıkış yolunu gösteriyor. Tolga Tekin’den Serkan Keskin’e, Bartu Küçükçağlayan’dan Hakan Karsak’a, Tuğçe Altuğ’dan Ezgi Mola’ya uzanan kalabalık ve güçlü oyuncu kadrosunun yer yer tekrara düşmelerine ve kimi durağan anlarda yüksek anlardaki sahneleme becerilerine nazaran bocalamalarına karşın, amatör oyuncuları da dâhil olmak üzere başarılı bir oyuncu yönetimi ortaya koyan Karaçelik, ilk filminin ana karakteri gişe memuruna da bir sahne sağlayarak kendi sinemasal evrenine yaptığı göndermeyle gülümsetmeyi başarıyor.
13
Dışarıdan bakıldığında önceki filmlerine nazaran daha az yorucu ve bir hayli süratli bir çekim süreciyle kendisi için pekâlâ küçük bir adım attığı söylenebilecek Tolga Karaçelik, öte yanda içerik ve biçim açısından ister klasik anlatı ister çağdaş anlatı olsun adeta bir yeniden çevrimler diyarına dönüşen ülke sinemamıza zeki, genç ve olumlu anlamda hafif bir yapıt kazandırarak büyük bir adıma imza atıyor. İlk üç filmiyle de göz dolduran ve şimdiden sinema tarihimizin parlak sayfalarında yerini almayı başaran yönetmen, ağdalı anlatımlı klişelere övgünün nüksettiği günümüzde daha fazla ilgiyi ve desteği hak ediyor.
14
Ragıp Efendi Kimdir Oğuz Hendekçi
“Eh pek tuhaflaşıyor. Yalnızlık efendim biraz şey gibi, mevsimler.” Seyirciler: Biz neden buradayız? “Oturduk alkışlamaya, kalktık alkışlamaya Güldük, ağladık hep alkışlamaya”
Biz güldük siz ağladınız Oyunu siz yazdınız oynarken seyrettiniz Seyrederken oynadınız
Siz Ragıp Bey
15
Kimsiniz? - Ben buyum desem değişir mi gözlerinizin boşluğu? Anlatabilir mi varlığım bu boşluğun sancısını? Oyunlar efendim siz varsınız diye değil Boşluğun doğurduğu kimsesiz çocuklardır Yokluğun var edilebilen hali. Tumturaklı konuşmayı sever ve sayarım, Adım Ragıptır sorduğunuzdan değil Öyle olduğundan, bilseniz değişir mi gözleriniz? ‘Koltuktan kalkar gömleğini çıkarır göğüs uçları yerine iki göz vardır’ Değişimden korkarım. Her gün kahvaltıda aynı çayı içer 12 zeytin yerim Sessizliğim bir duruş değil korkaklıktır Duş aldığımda ellerim soyulur Sesim ağır, parmak uçlarım sarıdır sigaradan Marx’ın adını her duyduğumda saçlarım ağarır Aşktan korkarım yalnızlıktan korkmadığım kadar. Seyirciler: Yeter duymak istemiyoruz!
16
“Sessizlik bir çığ gibi düştüyse üzerinize, kavgalarınız büyüktür. Kavgalarınız zihninizde kendinizle hep kendinizle” +Susar mısın Ragıp. - Her zaman ki gibi değil efendim Bu sefer değil +Bilmemeleri gerek bilmemeleri Bizden başka kimsemiz yok Bilirlerse ayrı düşeriz Kar kalktığında yeşil olur her yer Biz sevmeyiz Biz hiç sevmeyiz. - Severiz sevdiğimiz kadın gibi Hep yeşili severiz de, korkarız Korkaklığımızın arkasında sevilmemenin Tarif edilemez acısı. Severiz biz yeşili, sardunyaları, ağaç gövdelerini. “Bir parka gittiğimizde yağmur yağsın isteriz de güneşi gördük mü birbirimize sığmayız, bir o bir ben değil biz oluruz. Bundan da korkarız” Seyirciler: Atın şu deliyi dışarı gülmek istiyoruz, İsyan ediyor bize
Sen kimsin? Siz kimsiniz? -Duyduklarımı duysanız bir yardım çığlığı atardınız Delilikten korkmayız, severiz Bize yakışır da ondan Yalnızlık dışında bir onu severiz Ragıp ve ben, Ragıp ve Ragıp Hep bir olmasak da bir ben bir o olmayı da biliriz İnsanlar bilmez bunu Hep biz derler sevdiklerine de deliliklerine de Bir sen bir o olsa, ömür ömüre binse İki ömür yaşamak istemez mi hiç insan? ‘Pantolonunu indirir seyirciler bağrışmaya başlar, iki penisi vardır’ Seyirciler: Amma da utanmazsın Ucube! - Çıplaklık çarmıhta sadece İsa’ya mahsus değilse Söyleyeceklerim var. Bir daha gelirsem dünyaya
17
18 Ragıp olarak gelmek isterim İki tane penisim bir kalbimle Biz çünkü iki kişiyiz Ragıp ve ben Ragıp ve Ragıp Sizin gördüğünüz efendiler Bir film değil Sahneye özgü de değil İki penisim ve Ragıp Biz artık buradan gitmek istiyoruz Sahneye indiğinde perde Ragıp’ı da alıp gideceğim Sizin yüzünüz bol geliyor bana Sözleriniz bayağı Artık gücümüz yok sevmeye ve güvenmeye Bir daha gelsem yine tiksineceğim hepinizden Şimdi eğlenin bembeyaz dişlerinizle gülmeye başlayın Ucubeliğimden utanacak değilim Siz utanmıyorsanız, Siz Efendiler Siz utanmıyorsanız Böyle yaşamaktan Ben ve Ragıp utanacak değiliz Ucubeliğimizden
‘Seyirciler kahkahaya boğulurlar, gülerken birbirlerine vururlar’ - Ragıp Efendi yolun amaç olduğu bir dünyaya, koşarak ve çoğalarak gidelim. + Durmayalım hem de hiç durmayalım! “Biz bir daha gelsek dünyaya değişmeyecek hiçbir şey. Her zaman savaşlar kazanılacak, önce böcekler, sonra ormanlar yanacak içimizde ki yangında.” *** Görsel: İki Frida – Frida Kahlo (1939)
19
20
Yağmurun Şarkısı Özge Aslan
Hayır, adım Yağmur değil. Sözcüklerle oynayan ben değilim. Gözümü kapadığımda gördüğüm şeydi o, yağmur. Hızla camları dövdüğü ya da usulca izler bıraktığı anlar. Suları gökyüzünden aşağı kaydıran ya da renklerden yolu boyayan ben değilim. Ben basit bir türküyüm annemin dilinden düşmeden solup gidecek. Gördüğüm şu pencere pervazı kadardır dünyam. Ne içerdeyim ne de dışarıda, arafta ki ipte salınan ruhum kadardır bedenim. Ziyaret saatlerine muktedir babam ile abim, dünyamın kapısını araladığında ipten inip yere basıyor ayaklarım. Çaprazımızdaki evin şarkısını dünyama taşıyan bir kuş, Narin. Usulca açtığı gözleri, yuvarlak kaşları, tombul kırmızı yanakları, en ufak bir çizginin yer almaya utanacağı bir alın. Dünyama penceremden güneşler saçan, varlığıyla ruhumu okşayan. Ne güzeldir yan yana sonbahar yapraklarını tek tek topraktan toplamak. Ceylanım ben, annemin ürkek bakışlı ceylanı. Sürme çekilmiş gibi duran gözlerim annemden, yanaklarımın allığı ise yine annemden. Gözlerimiz birbirine değdi mi güller açar rüzgâr şarkı söylerdi sanki. Fistanın kokusunu en sevdiğim yemeğin kokusuyla bir tutar, kalbim hızla çarpardı. Adı Gülbahar’dı.
Narin bu sene okula başladı. Evden çıkarken annesi kapıda önlüğünü düzeltip cebine temiz mendillini koyar sonra başını hafifçe yukarı kaldırıp pencereme doğru bakardı. Annesi her sabah bıkıp usanmadan evlerinin sıralandığı sokaktaki kaldırımı işaret edip el kol hareketleriyle yolları tarif etmeye başlardı. Unutkanlığı dalga konusu olan Narin, her sabah aynı şeyleri dinleyip başını sallar, tombul yanaklarını annesinin avuçlarından çekip yola koyulurdu. Bizim apartmanın önünden her geçişindeyse pencereme doğru el sallar gözleri büyür, hayret ettiği zamanlardaki gibi yuvarlak kaşları yay gibi yukarı kalkardı. Odamın rengi gökyüzüne benziyor aslında, camdan yukarı baktığımda gördüğüm renge yakın, tek fark duvarların siyah bir tül ile örtülmüş gibi durmasıydı. Bir gün çok merak edip anneme sormuştum, “mavi” demişti ışıldayan gözlerle. İlk öğrendiğim renklerden biri olabilir bu, şu an tam hatırlayamıyorum. Unutkanlık konusunda Narin ile yarışmaya başlayacağım yakında. Dedim ya hafızam biraz kötüdür, renkler, kokular, hayal meyal görüntüler canlanır zihnimde. Gerisi bilemem, anlatamam. Pek konuşkan sayılmam zaten, ne anlatacağım ki. Çoğunlukla içimden konuşurum, bazen de pencerenin dibine bir serçe konar. Annem beslerdi, ekmek kırıntıları koyardı ufak bir çay altlığına, o da acıktıkça gelip yerdi. Onu görünce nefesimi tutar hareketsiz kalırdım, hiç sesimi çıkarmadan sessizce yemesini beklerdim, uçup gitmesin biraz daha kalsın diye annemden duyduğum yarım yamalak tüm duaları arka arkaya tek bir şeymiş gibi okurdum. Bu alışkanlığı edineli oldu baya, bazı geceler yine sesim çıkmadan, içimden bütün duaları ederek geçirirdim. Başta çok korkardım bu durumdan sonra ise bunu bir oyun gibi düşünüp korkmamaya karar verdim. Pencerede üç cam var, bir sağda biri solda açılır kapanır, diğerinin ise kolu yok. Kolum yetişse bir gün pencereyi açacağım. Boyumun uzamasını bekliyorum, tahmin edersiniz ki
21
22 bu sancılı bir süreç. Bir gün birinden birini açabilirsem eğer neler
yapacağımı hayal edebiliyorum. Bazen de annemi görüyorum yan yana aralıksız dizilmiş evlerin sol tarafında bir sokak başında. Gözlerini pek seçemiyorum ama başında açık pembe bir yemeni, ondan daha koyu pembe uzun kollu sade bir üst, altında kırmızı çiçekleri ve yeşil taç yaprakları olan uzun etek. Ayağında yine koyu pembe bir bez ayakkabı. Fazla kıyafeti olmadığından uzaktan bile tanırdım, pazarda yolumu öyle bulurdum. Adı gibi giyinir, adı gibi kokardı. Pencereden bakmaktan sıkıldığımda, odamdaki boy aynasına bakardım. Siyah beneklerinden kendimi zor seçebildiğim ayna, çerçevesi olmayan, kenarları kesmesin diye beyaz bantla çevrelenmişti. Aynada kendime bir süre baktıktan sonra sıkılır yer yatağıma uzanıp tavanın rutubetlerini izlerim. Her defasında farklı şekillere giren tavandaki lekeler belki de pencereden sonra en sevdiğim uğraşımdı. Bir gün yine yatağımda uzanmış, lekeleri televizyonda izlediğim çizgi film kahramanlarına benzetmeye çalışırken kapı yumruklanmaya başladı. Kapımın deliğinden olanları izlemeye gittiğimde abimin kapıyı açtıktan sonra babamı çağırdığını ve kapıdaki adamı el kol hareketleri ile göndermeye çalıştığını gördüm. Elinde tespih başında da dantelli kahverengi bir bezle duran adamı daha önce görmüştüm. Bir keresinde ben evde dolaşabiliyorken babam ona kapıda cebinden para çıkarıp vermişti. Şimdi yine elini cebine atıp karıştırdı ama para çıkmadı, dantelli ve tespihli adam sinirden dişlerini sıkmaya başlayınca abim adamın üzerine yürüyerek “anlamıyor musun, yok dedik ya, sonra gel!” diye bağırdı. Babam onu durdurup geriye itti. “Geç içeri karışma sen” deyip kovdu. Tespihli ve dantelli adam elindeki tespihi sıkıca tutup babamın suratına sallamaya başladı “atarım sizi” dedi ama yaşlı adamı pek duymam mümkün değildi. Odam evin uzun koridorunun sonunda, dış kapı ile karşılıklı duruyor. En son babamın “sizde din iman yok mu? Anla be adam!” diye bağırıp adamı ittirerek kapıyı suratına kapattığını gördüm. İzlemeyi bırakıp olduğum yere oturup sırtımı kapıya yasladım, merdiven ve kapı önünden hala boğuk boğuk kelimeler hakaretler geliyordu.
Günler sonra, yağmurun camları yavaşça ıslattığı bir gün sabahın köründe kapı çalındı. Bu sefer o kadar uykusuz ve yorgun hissediyordum ki kalkıp kim olduğuna bakmak istememiştim. Gece abim gelip uyutmamıştı. Tek bir gün bile sevgi duymadım ona karşı, bunu hissederdi. Tek bir gün bile bir kelime etmemiştim. Bunu bilirdi. Hiç soru sormazdı sadece emir verirdi. Yarı uyanık halde uzanmışken annemin sesini işitir gibi oldum ve yataktan sıçrayarak kapı deliğine gittim. Gözlerime inanamadım annem pembeler içinde kapıda babama beni istediğini vermezse polise gideceğini anlatıyordu. Babam annemi kolundan çekiştirip kovmaya çalıştı. Annem her defasında kolunu kurtarıp bağırmaya devam ediyordu. “Vicdansızlar, namussuzlar, çocuğumu verin, allah bu evi başınıza yıksın, evladım nerde ver onu…” gibi kesik kesik kelime cümlelerle arada yaptığı gibi bağırıp çağırıp giderdi. Aslında babam zorla dayak atarak onu dışarı sürükler, apartman kapısını kilitleyip eve geri dönerdi. Bu gibi günlerde olayın bir kısmını kapı deliğinden geri kalanını camdan izler en son annemle bakışıp yerime dönerdim. Annemde bir süre bekleyip giderdi. Babamlar onu evden dışarı attığından beri, bir gün olsun ağlayan sesini duymadım, gözyaşlarını görmedim. Birkaç günde bir sokağın başına gelip beni izler giderdi, o gittiğinden beri bende hiç ağlamadım. Ne zaman içimde bir şeyler kopsa onun o gözlerini hatırlar güç verirdim kendime, ellerimi tuttuğunu hisseder sımsıkı dururdum. Bazen camdan ona el salladığımda olurdu, onunla uzun uzun bakışır içimizi öyle dökerdik kalbimizden. Bu zamana kadar belki de en sevdiğim anım; annemin benim için apartmanın ufak bahçesine diktiği o küçük kiraz ağacıydı. Ağacı merak ettiğimi her söylediğimde gülümseyip susardı. O zamanlar televizyonda istediğim çizgi filmi açar sessizce annemin işlerini halletmesini beklerdim. O gün yine sevdiğim bir şeyler izlerken gelip saçımı okşayıp alnımdan öptüğünde gözlerinin parıldadığını fark ettim, soran gözlerle gülümsedim. Beni kucağına alıp kapının önüne götürdü. Fidanı
23
24
görünce ne yapacağımı ne düşüneceğimi bilemeden bir fidana bir de anneme bakmaya başladım. Babamın ev masrafları için verdiği harçlıklardan biriktirdikleriyle gidip kiraz fidanı alıp gelmişti. Annem ürkek ceylanım diye söze başlayıp bana kiraz ağacı olacak olan fideyi ve onu dikmemiz gerektiğini anlattı. Kalbim en çok o zaman hızla çarpmaya başlamıştı. Bir de bir gece vakti, odamdan içeri babam girdiğinde. Hızla ayakkabılarımı giyip merdivenlerden uçarak bahçeye indim. Annemin fidanı kucaklayıp getirmesini sabırsızlıkla beklerken Narin’i gördüm. Bize oyun oynamaya yollamış annesi, çığlık atar gibi durumu anlatıp bahçe kapısını açtım hemen. Tombul yanakları daha şişkin bir hal aldı. Onunda yüreğinin hızla çarpamaya başladığı belliydi, yanakları kızarıyordu. Bence bu çok komikti. Utandığında, ağladığında ya da çok heyecanlandığında yanakları al al olur beni bir gülme tutardı. O da buna hiç kızmaz aksine mutlu olur beraber gülerdik. Annem aşağı indiğinde okulla ilgili konuşuyorduk, okula yeni başlayacağımız için heyecanlıydık. Aynı sırayı paylaşma sözü verdik ayaküstü. Annem inip de fidanı diktiğimizde gözlerimiz yaşardı. Üçümüz gururla bahçe duvarının dibine, ufak fidana umutla baktık. Bir gün akşama doğru serçe yeniden geldi, çay altlığını boş görünce sağa sola bakınıp gerisin geriye uçup gitti. Onu yanımda tutacak hiçbir şeyim yok diye düşündüm. Erkenden uyumaya karar verdim. Evin diğer odalarında annem babam, salonda abim, bu odada ben ve mutfağın yanında ufak bir kiler vardı. Annem oraya evle ilgili ıvır zıvırları koyardı. Eski bir ikili koltuk bile sığdırmıştı. Ben o odayı pek fazla sevmediğimden girmezdim. Bir gece odamın kapısı açılıp babamın girdiğini gördüm, benle konuşmayan yokmuşum gibi davranan adam bir anda gelince tedirginlikle karışık korkuya kapıldım. Kötü bir şey oldu zannedip ayağa kalktım. Saçlarımı okşadı, kalbimin gümbürtüsünü duyacak diye sağ elimi kalbimin üzerine bastırarak sesi kapatmaya çalıştım. Belime kadar siyah
saçlarım vardır. Dümdüz ince telleri olan, annem her banyoda özenle tarardı. Sonra kolumdan çekmeye başladı, “yürü” diye fısıldadı. Evin en sevmediğim odasına doğru yürümeye başladık, kalbimin sesi duyulmasın diye bu sefer iki elimin avucunu kalbimin üzerine bastırmaya başladım. Sonra her gece kapımın ansızın açılmasına alışmış, sadece ilk defa abimi gördüğümde şaşırmıştım. Sonbahara doğru bir gece, o gün hafif ateşim var diye annem uyanıp bana bakmaya gelirken kilerin kapısını açtı, babam yüzünde donuk bir ifade ile pijamasını alıp odasına gitti. Annem konuşmuyordu, konuşmuyordum. Ardından kıyamet koptu, çığlıklar bağırışlar, dayakla annemi dışarı attılar. Bir daha da dokunamadım ona. Bir gün pencereyi açabilsem eğer, yapacaklarımı hayal edebiliyorum. Usul usul kar yağdığında, parmaklarımı dışarı çıkarıp onları hissetmek isterdim. Fidanımın büyüyüp pencereme yetişmesini isterdim. Atına atlayıp kaçan kovboylar gibi, dallarına atlayıp bu diyarlardan gitmek isterdim. Eğer çok dalları olursa bir dalına annemi diğerine de Narin’i koyardım. Ama Narin’ in dalı kalın olmalıydı yoksa gidemezdik. Hayaller ile gerçeklerin birbirine karıştığı anda gece yatmaya doğru kapıda bir ses, yine annemin sesi. Ne de özlemişim derken kapıya doğru yürümeye başladım, o an kulakları sağır eden iki ses duydum, hemen kapının yanındaki duvarın dibine çömeldim. Anneme bir şey olduğunu düşünüp titremeye başladım, kapım açıldı bakamadım. Yumuşacık tanıdık bir koku geldi burnuma, Gülbahar, beni alıp kiraz ağacının dallarına bıraktı. *** Görsel: Yağmur – Vincent Van Gogh (1890)
25
26
Süheyla Yasemin Gül
İçim örümcek ağı, Temas yeni boyutlar yaratıyor, Daha da şeffaflaştırıyor derinlik. Çırıpçıplak kıvrılıyor belirsizlik ardından. Anaç tavırlarla uzanıyor parmaklar. Yaş almış yerlerinden öpüyor sonra. Sanki öpmüş gibi Süheyla’yı. Süheyla’nın caddeleri kalabalıktı. Pek yokuşlu yollardan kaynağa çıkıyordu. En hassas yerlerinden çarpıyordu sokaklar. Yüzme bilmeden, okyanuslara dalmış gibi. Nefes nefese sil baştan koşuşturuyorduk. Koşuşturuyorduk, karşılıklı yalnızlıkla.
27
28
Var Olmak Ya Da Var Olamamak İsmet Şengül
BÖLÜM - 1 “Biz insanlar sadece bir beden ve de ruhtan ibaretiz. Gerçek bunu der. Peki, bu ne demektir? Kendini sonsuzluk mu sanarsın, sonsuzluk var olmuş ve var olacak nesneleri içinde barındırıp sonunu
29
hazırlayandır. Biz canlı ve de cansızlar hepimiz birer nesneyiz. Sonsuzluğun girdabında zerreye dönüşen”
“Ne mutlu yürekleri ve muratları temiz olanlara, gerçeğin önündeki sırrı yalnız onlar görebileceklerdir. Gerçek ve giz, geceyle, gündüz gibidir ne mutlu ikisini bir kılana.” Yaşamın belirli belirsiz kıyısında, karanlık sulara yelken açmış, altı delik birer tekne gibidir hayatımız. Acemisiydik aşkın, hep de acemice yaşadık. Ne aşka pişirebildik kendimizi, Ne de hayata. Ve de hayatın bize getirdiklerine karşın Hep dayatılmış bir hayatı yaşıyorken, ne kadar mutlu olunabilir ki, Şu yarım adımlık ömrümüzde? Yaşamın kıyısında, kumsala çizerken sevdalarımızı. Ve de yalnızlıklarımızı. Taşlar dizerken adına sevgilinin ve bir talan iklimin girdabında savrulup giden zamandır, payımıza ve ömrümüzün son demine düşen. Hep derimya; hayatı ne kadar yaşadığın değil, nasıl yaşadığın önemlidir aslında. Kör ocaklar, ekmeksiz tandırlar, buğdaysız başaklar, bomboş kilerler, açlığa oyulmuş bebeler, duvağı alınmış gelin, kursağında kalmış sevinçler, sevdalar.
30
BÖLÜM - 2 Bütün zamanların durduğu en hazin yerdeyim, Bütün saatler sensizliğe ayarlı, Boşaldı zembereğinde zaman, Vakit gece yarısı, sensizliğin şafağına dönerken, Bu ayrılık, bu hüzünler yüklü kervan. Sen benim ay ışığına çarpan şafak çizgimsin. Seninle açtım aydınlığa gözlerimi, sen gelene kadar yummayacağım. Böylece bil iyi belle sözlerimi. Bilmeni isterim, nefes gibi özledim seni. Ben sana gelirken seni ben, beni de sen bilirken, Kendimden vazgeçtim. Beni sana seni bana getirmeyen zalim yollar utansın, Tutuşsun ay ışığı geceler yansın, yansın. Seninle başladı hayat yolculuğum, Miladım sen olduysan, miadımda sen olmalısın. Başka ellere, başka sonlara bırakma beni. Ben sana sadece ve sadece bizi anlatmak isterdim. Eğer çoklar olmasaydı Dünyanda. “Kirlenmeden ve de kirletmeden sevgiyi, içtenlikle hissederek yaşamak lazım, aşk olsun o mertebeye erene” Herkesin acısı sadece kendisine mi düşer acaba? Hep kendi acımı içime gömüp görmezden geldim. Ömrümün odak noktasında bir tek sen vardın.
Her acı ki senden yana düşerdi payıma.
31
Sahip olduğumuz her ne varsa, eğer kalıyorsa dünyada, O zaman bizler bir hiçiz, hiçlik âleminden yaşayıp, hiçlik âlemine göç alan, Meçhul bir kervanın, meçhul birer yolcularıyız. Öyle değil mi eeeeey SEVGİLİ? BÖLÜM - 3 “Koskocaman güneşi bir kıvılcıma değişirsen eğer, karanlığın ebediyen mahkûmu olursun, bu mahkûmiyetlik seni aydınlığın en büyük düşmanı yapar” İtiş kakış sürüp giden bir hayatı, ite kaka önümüze diktiler. Yaşantımızın kara bulutları devinim halinde belirsiz bir doğurganlığın sancısı içerisinde kıvranırken, zulmün kırbacındaki sancıyan yanımıza neler düşer bilemeyiz. Gelecek hüzne gebe, gelecek kötülüğe. Bizler ki geleceği bir punduna getirip yakalamaya çalışırken, hep kimvurduya gider oldu ömrümüz. Ölümün adı değişmeli artık! Bastığımız toprağa yüz sürer gibi. Köpeklerin ulumalarında yırtılan gecelerimin sessizliği, beni taşır sahipsizliğin kimsesizliğin en ücra köşesine. Değişmeli ölümün adı! Korku dağlarının ardında korku sinmiş metalleşmiş yüzlere yenilmiş bedenlere. İşleyen rotatifler, gecenin sessizliğini yırtan bekçi düdükleri, sirenler ve bir mermi ışık hüzmesi bırakırken gecenin ağırlaşmış rengine ve bir bıçağın sadistçe kana susadığı hoyratlığında son bulan yaşamlar. İçimdeki kanayan yanımla beni çağırıyor gece, korkarım ki kim vurduya gidecek ömrüm. Ölümün adı değişmeli artık! Hatta ve hatta her şeyin adı değişmeli. Ne mi olmalı? Sevgi ve de hoşgörü…
32
Kötülüklerden arındırılmalı sevgi, hüsnü niyetle bezetilmeli hoşgörü. Ayın toprağı okşadığı gibi sevmek, güneşin ışıttığı gibi sarmak. Bu kadar imkânsız olacak olan ne varki ey zulmün dağında pusulanmış ihanet, yolumuzu bekleyen ölüm… Bize zorla dayattıklarınız olmasaydı eğer. Sevgiyi alıp kötülüğün elinde, hoşgörüyü kurtarıp ihanetin dilinde, apaydınlık bir gecede yüzüne bakarak ölmek istiyorum. Çok mu şey istiyorum acaba? BÖLÜM - 4 Ne garip çiçeğe damlatılan kan. Ne garip şey değil mi; tertemiz bir dünyaya kirli bir gelecek, kin ve nefretiyle büyüyen bir nesil bırakmak? İnsanlığa adanmış umutların ve de yaşamların ihanete uğraması. Ne gariptir ölümlüyken tüm zamanlara ve gelecek yarınlara hükmedebileceğini sanmak. Ne garip şey değil mi; bitmiş bir hayat iken kendini sonsuzluk olarak görmek? Ne garip şey değil mi; duvarları aşamamak, Zincirleri kıramamak, uçurumları geçememek? Korku dağlarını yıkamamak. Ne gariptir değil mi; hayatımızı güzelleştiren olgulara kalem sallamak varken, olumsuzluklara, karamsarlıklara sayfalar dolusu yazı dökmek?
Ne gariptir değil mi bütün güzlliklerin sadece hatıralardaki bir fotoğraf karesi olarak kalması. Ne gariptir dostun dosta kazığı, İnsanın insana zulmü. Yoldaşın yoldaşa ihaneti. Gel de güzel olan bir şey al kaleme. Korku filmlerinden fırlayıp da çıkmış gibiyken hayatlar ve de insanlar… Gerçi neresinden baksan bir gariplikler ülkesinde yaşamaktayız. Neresinde baksan hüzün, neresinde baksan keder, nice nice masum yaşamlar belini bükmekte, zamansız gelen ecelin eşiğinde toprağa düşmekte. Ne gariptir! Bir türlü cana doymadın be toprak... BÖLÜM - 5 Ne gariptir yakınken uzak olmak, en yakının bile kilometrelerce uzağında kalmak. Dokunsan tutacaksın, kucak açsan sarılacaksın, seslense duyacaksın, ne haldedir bileceksin. Ne gariptir gözlerinin içine bakamamak, en güzel dizeleri okuyamamak, “Seni seviyorum!” diyememek. Oysaki en derin yalnızlıklar benim içimde. Ne gariptir su olup akamamak, yol bulup gidememek. Umut etmek umutla beklemek, gözlerini yatırıp yarınlara can demek canan demek gelecek bir selama “Baş üstüne!” demek, bir merhabaya eyvallah çekmek, içinde ki birikmişleri mezata dökmek.
Kimin payına düşen her ne varsa onu da pay etmek
Dört mevsimi dört duvara sığdırdım, dört duvara dört mevsim
33
34
yedi iklimi çizerek her duvarda bir bir kendi çalınmış hayatımı parçalanmış yarınlarımı yaşadım. Bilmem biliyor musun? Ey kaşı karalım yüreği hançer yaralım, bakışların bir kılıç gibi kesip atarken düşlerimi belirsiz bir zamanda sahipsiz bir mekânda kurumuş bir ağacın budağına takılıp kaldım. Ne gariptir be yahu kendi içinde kendi karanlığına hapsolmak, sevdanın kapısında beklersin “Bir umuttur.” dersin içerdekine. Özlemle kavuştuğunu sanarsın ama hiç özlenmemişsindir aslında. Bir salise bile unutmamışsındır; sense çoktan unutulup gitmişsindir oysa.
Heeeeyhat topraklar başına, taşlar döşüne dolası BEN.
İzmir, Temmuz 2018 *** Görsel: Jupiter Chariot Between Justice And Piety
Noel Coypel (1671)
35
36 Yağmur Pek De İyi Değildir Kemâl Hatipoğlu
Ah! Bir bilseniz Yağmur pek de iyi değildir. Evet, toprak kokusunu Sindirdiği doğrudur sokaklara Ve bereketlidir de, evet, Hepsini kabul ediyorum, ama, Ah! Bir bilseniz Yağdıkça yağmur, siz, Zannediyor musunuz ki ıslanan Yalnız saçlarımdır?
Ah! Bir bilseniz Yağmur pek de iyi değildir Bir de çoraplarıma Sorun isterseniz… Tekirdağ, Haziran 2018 *** Görsel: Yağmur – Claude Monet (1887)
37
38
Fork Mustafa Bilgin
Bağımsızlık Özgür Karakaya
39
“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” Mustafa Kemal Atatürk Bağımsızlık, onurlu varoluştur. Varlık nedenidir. İçersinde gücü barındırır. Kölelik kavramına ters düşmektedir. İnsanlık tarihi bağımsızlık için çekilen sıkıntıları, katlanılan güçlükleri, girişilen savaşları anlatmaktadır. Platon’un, “özgürlük kişinin kendi olmasıdır” sözünü de anımsatır. Kimseye bağımlı olmamayı getirmektedir. İrade serbestliğini sunmaktadır. Hiç bir ülkenin sömürgesi olmama durumudur. Hiç bir ülkeye, hiç bir ayrıcalık tanınmaması demektir.
40
Kendi içinde bütün olmayı getirmektedir. Ülkelerin uğruna savaş verdikleri en büyük değerdir. Bir devletin iç ve dış işlerinde bağımsız olarak istediği gibi hareket edebilmesidir. Halkın kendi vatandaşları tarafından özgürce yönetilebilmesidir. Başka bir gücün egemenliğine bağlı olmayı red etmektir. Ne içine kapanmak, ne de herhangi bir ülkeye karşı tavır almaktır. Eğilmemek ancak bağımsızlıkla mümkündür. Ülkenin dış ekonomik tehditlere boyun eğmemesidir. Üretim ve finans gücüne sahip olmasıdır. Enerji gereksinimi yurt içinden alternatif kaynaklardan sağlayabilmektir. Adalet, askerlik, ekonomi, kültür, maliye, siyasal gibi her alanda bağımsızlık özgürce davranmayı getirmektedir. Köy Enstitüleri halkın, fikri, irfani ve vicdani hür bir şekilde eğitilerek her alanda bağımsız olma düşüncesini yaşatma ve pekiştirme amacıyla kurulmuştu. Halkevleri ve Halkodaları bağımsız yaşamın yapısını ve kültürünü halkımıza yaymak icin kurulmuştu. Aksak tarafları düzenlenmek yerine kapatılmıştır. Halkın kararlarını baskı altında kalmayarak serbestçe kendisinin alması demektir. Müdahale varsa bağımsızlık zedelenmis demektir. Sürekli borçlanan bir ülke de mali bağımsızlığını yitirerek iflas eder. Bağımsızlık, onurlu ve saygın olmayı getirmektedir. İtilip kakılmadan yaşama varlığını sürdürmeyi sunmaktadır. Kaynakların halk icin kullanılmasının önünü açmaktadır. Bağımsızlık özgürce yaşam demektir. Eğer bir güç etkisine girilirse bağımsızlık kavramı yerini esarete bırakmaktadır. Sömürgeciliği reddetmektir. Kolaylıkla kaybedilebilen ancak, kazanılması kaybedilmesinin aksine çok zor olan bir kavramdır.
Düşünebilmeyi getirir. Zincirlerini kırarak kısıtlanmamaktır. Hayatın esasıdır. Su ve hava gibi gereklidir. Toplumların öz varlıkların korunmasını sağlayan eyleme dayanan olgu olmasıyla birlikte halkın hafızasında önemli bir isteklendirme değeri taşır. İnsanlığın, çağdaş toplumların en onurlu varlığı bağımsızlık bayrağı fikri ve inadından vazgeçmemektir. Onur bilerek ödünsüz sahip çıkmaktır. Özgürlüklerin çiğnenmesine, kayda bağlanmasına karşı çıkar. Her ne pahasına olursa olsun! Bütün anlamıyla özgürlükleri dokunulmaz olarak görmektedir. Bağımsızlığı erdem olarak bilenlerin bu ilkeden herhangi bir nedenle ödün vermesi beklenemez... Mazlum halklar için bağımsızlık güneşin doğduğu güne benzer. Engel tanımayan, emperyalizme direncin adıdır. Emperyalizm var oldukça yeryüzünden savaşları eksik etmeyecektir. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Arslan ve daha birçok genç emperyalizme karşı direnerek tarihteki yerlerini aldılar. Halkların bağımsızlık tutkusunu hiç bir araç söndürememektedir. Uğur Mumcu’nun Sesleniş yazısında dediği gibi “Bağımsızlık Mustafa Kemal’den armağandı bize”. Onu koruyup, kötü etkilerden sakınmak da en büyük görevimiz olmalıdır. Zira o olmazsa varlığımızın bir anlamı kalmayacaktır. Kafese konup özgürlüğü kısıtlanan bir hayvan bile özgürlüğünü her fırsatta yeniden kazanmaya çabalamaktadır ki; biz insanız... “Ya istiklâl, ya ölüm!” sözü bunun en somut halidir. *** Görsel: Kuvayı Milliye Atlıları – Avni Arbaş (1995)
41
42