Azizm Sanat E-Dergi Ekim 2018

Page 1


AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi 130. Sayı Yayın Kurulu Deniz Eren Onur Keşaplı Özge Aslan Özgür Keşaplı Didrickson Tasarım Selçuk Korkmaz Çizimleriyle Atilla Yakşi Ön Kapak Mutlak Olanın Peşinde Rene Magritte 1963 Arka Kapak Kaan Turhan 1983-2018 Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com

www.azizmsanat.org


İÇİNDEKİLER

4 Nöro-Sanata Doğru; Dijital Sanat Özge Aslan

8 23

Söyleşi: Haydar Ali Albayrak

Ayrılanlar İçin Batuhan Suiçmez

42 54

Sürgünden Mektuplar II Bilgen Seven

Muhteşem Değil İlginç Kadın: A Fantastic Woman Deniz Eren

28 40

Çelişkili Hayatlar İsmet Şengül

Editörden

56

Fahriye Abla Kemâl Hatipoğlu


4 EDİTÖRDEN Daha çok klasik psikanalitik okumalarla anılan eserler üreten Rene Magritte’in, mutlak olanın peşine düştüğü yapıtını kapaklaştırırken, estetik kaygı gütmenin ötesinde mutlağa, gerçekliğe dair aydınlanmacı arayışın günümüzdeki güçlüğüne de değinmeyi amaçladık. Magritte, bina içindeki yapay, gökyüzünde ise doğal ışık kaynaklarının renk dokusunu pembemsi bir eşitlikte sabitlerken minimalist bir ağaç motifi ile fütürist bir kapsülü binanın dışına konuşlandırıyor. Pek çok soyut çıkarım ve çağrışımla yol alınabilecek tablonun bizdeki yansıması ise mutlak olana erişmenin zorluğunda yatıyor. Günümüzde, post modern söylemle, mutlaktan çok mutlakların hükmünün geçerli olduğu ve dolayısıyla tek bir mutlak peşine düşmenin yanlışlığı alkışlanırken tam aksine çoklu hedef şaşırtmayla olası mutlakların da buharlaşmaya zorlandığını görüyoruz. Klasik anlamda aydınlanmacı olması gerekenler, tablodaki güneş ışıklarının pembeleşmesi ve yapaylaşmasının bir benzeri olarak şimdilerde mutlak olanı örten, dokusunu zedeleyen anlayışlara sahip olmaktalar. Kapalı devre solculuk ya da muhaliflik olarak somutlaştırabileceğimiz bu vaziyet, mutlak olanın izini ararken mücadele edilmesi beklenen gericilikle savaşımı da epey zedeliyor. Herkesin yalnızca kendi eteklerinde yer alanlarla ilgilenmesi, başkalarıyla etkileşimden, iletişimden sakınması, günümüz teknolojileri düşünüldüğünde utanç vericidir. Kirlenmeyi geçtik lekelenmekten bile korkulmasının sebebinin ardında arınma güçlüğü olduğuna dair ciddi şüpheler uyanırken yüzünü yalnızca kendi gibi olanlara dönenlerin tek tipleşmesinin insanlığın geleceğe uzanma serüveninde zaman kaybından başka bir sonuç doğurmayacağı ortada. Hal böyleyken geçtiğimiz ay Azizm Sanat E-Dergi’de bir hayli önem verdiğimiz Bağımsız Sinema Merkezi’nin Ev


Kira Semt Bizim filmine dair görüşlerimizi kaleme alırken, eleştirimizin içine pek çok soru iliştirmiştik sosyalist temelli sinematografik amaçlara dair fikri alışverişi ve tartışmalar yaratmak adına. Yanıt alamayacağımızı öngörüyorduk fakat rakamsal olarak çokça okunan bu eleştiriye sanki umursanmıyormuş gibi davranılmasına gülmeyi bile beceremedik. Ortada bir deney yoktu ancak umut ateşini biraz daha körükleme ihtimali denemeye değerdi. Sonuç elbette kapalı devre solculuk oldu. Beklentimiz düşük ve gelecek zamanlı olduğu için Azizm Sanat Örgütü olarak ilgisiz, desteksiz bırakılmayı pek de önemsediğimiz söylenemez. Bizden çok daha acımasız ve haksız bir yalnızlığa terk edilen Vincent van Gogh’un resmetmeyi bırakmadığı bir dünyada bizim gibi çok daha düşük nitelikte ve yaratıcılıkla bir toplamın nazlanmaya hakkı olamaz. Elimizden geldiğince üretmeyi sürdüreceğiz. Lakin bizdeki bu zamanın ruhuna biraz uygun kaçan vurdumduymazlığın ülkemizdeki her aydınlanmacı bireyde olmasını beklemek haksızlıktır. Kapalı devrecilik, ünlü sevicilik, başarı ve güç asalaklığı öylesine çok sayıda bireyi yıldırıyor ki toplumsallaşmamada bu boyut daha fazla ilgiyi hak ediyor. Geçtiğimiz hafta Edremitli yazar ve kırtasiyeci Kaan Turhan’ın ısrarla mecbur bırakıldığı Don Kişotçuluk neticesinde intiharı tercih ederek sonsuzluğa ilerlemesinde bu ülkenin ilerici ve aydınlık kesimlerinin değer bilmezliğinin, tek tipleştirme harekâtlarının, şan şöhret budalalıklarının payı, en az Kaan Turhan’ı ölümle tehdit eden gerici sermaye kadar büyüktür! Azizm Sanat E-Dergi’nin 130. sayısında, nicel açıdan büyürken işin nitel boyutunda büyük bir erozyona uğrayan sinema yazarlığı sahamıza Türk Sinemasında Yol Ayrımı başlıklı kitabıyla güçlü bir eleştirel katkı sunan Haydar Ali Albayrak ile gerçekleştirdiğimiz söyleşi öne çıkıyor. İşin komiği(kötüsü), böylesi önemli bir çalışma üzerine tartışmak adına Albayrak ile iletişime geçtiğimizde, bu söyleşinin kitap

5


6 ve yazarıyla yapılan ilk söyleşi olduğunu öğrendik. İlklere imza

atma gibi popülist bir amaç gütmediğimiz halde bir kez daha karşı karşıya kaldığımız ilgisizlik, değer bilmezlik ve sessizlik sarmalıyla tek tipleştirmeye dönük çabaların surlarında gedikler açmak adına başka kitaba ardından, mütevazılığı bir kenara bırakarak, söyleşimize önem atfediyoruz. İlklere imza atmak demişken; yeni medya aygıtları sayesinde yepyeni uzamlara ve katmanlara erişen sanat disiplinlerinin gerçekliği çoğaltan ya da yok eden algısal düzlemlerine dair, “nöro sanat” adında yepyeni bir kavram geliştirerek eleştirel bir okuma getiren avangart makale Azizm’de. Ek olarak ülkemizde Muhteşem Kadın adıyla gösterime giren, Sebastian Lelio’nun yönettiği A Fantastic Woman üzerine eleştirinin yanı sıra Sürgünden Mektuplar’ın ikinci bölümü ve farklı anlatılarda şiirler ile desenler bu ay sayfalarımızda. Mücadelesi ve iziyle bize Rene Magritte yorumlayacak cesareti kazandıran ve kıvılcımıyla umut alevlerini körükleyen Kaan Turhan’ın anısıyla beraber ilerlemek adına ve mutlak olana varabilmek gayesiyle,

Sanatla kalın dostlar.


Azizm’in Notu: Pek çok disipline sızarak üslubunu günümüzde de etkin olabilecek kadar kalıcı bir halde katmayı başaran Beat Kuşağı ve sanata katkısına odaklanacak olan Kasım 2018 tarihli Azizm Sanat E-Dergi’nin 131. sayısı için, dosya konusu başta olmak üzere dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 3 Kasım tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.

7


8

Nöro-Sanata1 Doğru; Dijital Sanat Özge Aslan Sanat, tarihin her anında döneminin sosyo-ekonomik, politik, bilimsel bunlara bağlı olarak sınıfsal değişimlerden etkilenmiştir. Dünyanın yaşadığı değişim ve dönüşümler tarihimizin her anında sanatta bir yansıma ve yönelim yaratmıştır. Sanatçı da kimi zaman bu dönüşümün bir parçası kimi zamanda öncüsü olarak tarihte yerini almıştır. İlk mağara çizimlerinden, dönemin avcı toplayıcı üretimine, pagan anlayışından mağara duvarlarındaki çizimlere, aydınlanma döneminden sovyet devrimine kısacası tarihin her anında toplumsal dönüşümlerin kültürel etkileri sanatçının üretiminde kendine yer bulmuştur. 21. Yy’da da kapitalizmin geldiği aşamanın sonuçlarından olan dijitalleşmeninde sanata etkisi bu süreçte kendini fazlasıyla göstermeye başlamıştır. Bu dijital devrim sanatta birtakım konuları tartışmaya açmıştır. Sanat eseri ve mekan ilişkisi, sanatçının üretim sürecinde özgünlüğü, sanat eserininin üretimindeki kollektif çalışma biçiminin artışı, üretilen eserlerin ortaya konuş biçimlerinin çeşitlenmesi gibi konuları gündeme getirmiştir. “Günümüzde iletişim teknolojilerindeki hızlı ilerlemeler yeni medya, internet, sosyal medya, sosyal ağlar, sanal dünya gibi pek çok yeni kavramın medya literatürüne girmesine yol açmıştır. Bu yeni oluşumlar sosyolojik, kültürel ve ekonomik alanda da değişim ve dönüşümleri beraberinde getirmiştir” (Başlar) . Burada iletişim teknolojileri ile birlikte değişen ekonomik alanlar ve bununla ilintili olan sanatsal üretimler ele alınacaktır. 1980 sonrası kapitalist üretim ve dağıtım mekanizmasının geldiği nokta ilerleyen teknoloji ile birlikte ulus 1 Nöro-sanat: beynin zihinsel, bilişsel, duygusal, sinirsel akışına etki edebilecek güçte, bilinçaltı ile etkileşimli, zaman-mekan-gerçeklik algısını sarsabilecek nitelikte sanat eserlerinin üretilmesi sonucu oluşan alandır.


ötesi bir özellik kazanmış bunun yanında sermaye birikimini arttırmaya yarayacak yeni araçlar ortaya çıkarmıştır. Kapital ürettiği malın piyasada tüketici tarafından hızlı bir biçimde fark edilebilmesi ve talep görmesi için 2000’li yıllardan sonra gelişen sosyal medya mecralarında ürün ile ilgili reklam sayfalarından başlayarak çeşitli etkinlik ya da yarışmalarla tüketicileri web sitesine çekmeye yarayan uygulamalara kadar birçok yeni yöntemi denemeye başlamıştır. Örneğin; Bankacılık işlemlerinin gittikçe artan bir şekilde internet bankacılığı üzerinden yükselmeye başlaması ve kredi kartının yaygın kullanımı, elektronik aletlerden tutunda giyim, yiyecek içeceğe kadar alışveriş sitelerinin artan kullanım oranı, çevrimiçi yapılan iş görüşmeleri, alınan toplantılar, homeofis çalışanların sayısındaki artışlar, interaktif eğitim kursları gibi birçok alanın gittikçe sanal bir dünya içerisinde konumlanmaya başlandığı bir mevcut durum söz konusudur. Bu sosyal ağların dünyanın birçok noktasına ulaşabilme gücü ekonomide yeni alanların ve pazarlama, satış, yönetim, çalışma biçimleri gibi yeni uygulamaların ortaya çıkıp yaygınlaşmasına zemin hazırlamıştır. Web sitelerine ziyaretçi sayısının artmasının sanal dünyada daha fazla ya da daha az “gelir elde etme” kısmına denk geldiği bir alandır bu. Bu sayede kâr marjı daha yüksek ve sermaye birikiminin daha hızlı aktığı bir sanal evrenden bahsettiğimiz kapitalizmin dijitalleştiği bir güncel durum ile karşı karşıyayız. Dijitalleşmenin altyapısını hızlandırıp yaygın hale getiren noktalardan en önemlileri ise internet sunucuları, web altyapısı, donanım, yazılım, e-ticaret, içerik sağlayıcılar, verilerin depolama alanlarının sanal alan kayması (cloud gibi) dinamik bir biçimde ilerleyen çalışma alanlarıdır. Kapitalizmin en küçük tüketim ürünlerinden kültürel ürünlere kadar her alandaki bu gittikçe artan hegemonyası bizi yeni medyadaki kültürel ürünlerin dijitalleşme sürecine girdiği

9


10

ve kültür üzerindeki aynı zamanda sanat eserleri üzerindeki algı ve anlayışın değişime uğradığını anlatır. Öyle ki artık bu hızla değişen koşullarda dijital sanat kavramından bahsedilir olmuş ve bunun üzerine yeni kavramsal çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Teorik alandaki çalışmalara ek olarak pratik alanda sanatçılar güncel gelişmeleri ve ileri teknolojik biçimleri kullanarak yeni formlarda ve farklı alt metinlere sahip sanat eserleri üretmeye ve “sergileme biçimleri” üzerine düşünmeye başlamıştır. Yeni medya sanatı içerisinde daha kapsayıcı bir noktada duran dijital sanat, kapitalizmin geldiği teknolojik aşamayla yakından ilintilidir. “Dijital sanat, interneti, ağ bağlantılarını, özgün yazılımları, sanal gerçekliği, sanal ortamları, yapay yaşamı ve organizmaları, GPS teknolojilerini, veri tabanlarını, robotları, bedene takılan başlıkları, protezleri, makine uzantılarını kullanılmakta, yapay zekâ, veri görüntüleme ve haritalama, hiper-metinsel (hypertextual) anlatılar ve oyunlar dijital sanat eseri olarak kabul edilmektedir.” (Sağlamtimur, 2010) Bu tanımda daha belirgin bir biçimde ortaya çıkan teknoloji ve sanat ilişkisi aynı zamanda kapitalizmin yeni medya biçimlerini kendi alanında çekinmeden kullanmaya başlaması ile kol kola ilerlemektedir. Şirketlerin kültürel alanda attığı adımlardan biri olan sponsorluk bu iç içeliği görünür kılmaktadır. Kimi zaman festivallerin ana sponsoru konumunda kimi zamanda üretilen sanatsal ürünlerde kullanılan teknolojiyi ya da materyalleri ücretsiz sağlayan bir noktada yer almaktadır. Burada sanatın günümüzde sermaye ile daha fazla etkileşim halinde olması, sanat eserinin niteliği veya sanatçının özgür hareket edebilme konularını tartışmaya açmaktadır. Üretilen eserlerde değinilen konuların çoğunlukla göç, aidiyet, yoksulluk, toplumsal cinsiyet, savaş/yıkımlar gibi toplumsal meselelerden oluştuğu görülmektedir. Çoğu zaman olayın ya da durumun kendisine ayna tutan veya bireylerin bu olay/


durumlardan etkilenmesini dikkate alan eserler dijital kodlar kullanılarak üretilmektedir. Buradaki asıl meselelerden biride bu ayna görevinin sermayenin ev sahipliğinde sergilenirken kimi zaman inandırıcılığını kaybetmesidir. Örneğin, belirli bir miktar ödeyerek sermayenin ev sahipliği yaptığı mekânlara girildiğinde yoksulluğun anlatıldığı video, yerleştirme ya da fotoğrafları görünce katılımcı bunun kendisi için anlatıldığını anlamaktadır. Çünkü sanat eserine konu olan asıl yaşam, o giriş kapısının ardında kalmıştır. Burada aslında sınıfsal bir ayrıcalık aynı zamanda sanat eserinin, sanatçının riyakâr hali de tartışmaya açılmaktadır. Kavramların ve olayların sadece sanata konu olabilecek malzemelere dönüşmesini gittikçe seçkinleşen sanat galerilerinde bienallerde, fuarlarda görmek mümkün hale gelmiştir. Bir anlamda postmodern anlayışlada uyuşan ve her defasında kavramlara vurgu yapıp içlerini yeniden doldurmaya çalışmamıza neden olan budur. Her şeyin hiçleşmeye başlaması ve kayıp gidenleri yeniden sanat eserleri aracılığıyla kazıklara çakmaya çalışıp gitmesini engellemektir. Bu sermaye-sanatçıeser sarmalının çözümü kapitalist sosyo-ekonomik toplumda sadece sermayeyi reddetmekle çözülebilecek bir durum olmaktan çıkmıştır. Üretim ve sanatçının yaşamını idame ettirebilmesi için dayatılan koşullar, sermayenin ev sahipliğini ve sorunu gösterip çözümü susmakta arayan “sanat piyasasını” doğurmuştur. Ticaretleşen bu alanın yeniden özgün ve bağımsız olmasının yolu bunu yaratan koşulları değiştirmekten geçecektir. Bunun yanında küresel siyaset ile ilintili küresel sanattan bahsedilmeye başlanması, uluslararası film festivallerinin ya da bienallerin gittikçe artan bir biçimde dünyayı sarması sanatçıların yerel ile evrensel arasında daha fazla bağ kurarak bir yaratım süreci içine girmesine olanak tanımaya başlamıştır. Bu yaratımın örneklerinin sergilendiği yakın tarihli “İyi Bir Komşu” 15. İstanbul Bienali’nin dünyanın birçok bölgesindeki yerellerden çıkıp ortak bağlar kurmaya yarayan bir düzleme

11


12

dönüşen bu sergiler, evrenseli doğuracak üretimlerin beslenme alanları olmaktadır. Aslında, tüm bu kısaca üzerinde durulan sürecin başlangıç noktası “Yeni Medya” ve “Yeni Medya Sanatı” kavramlarıdır. Ancak henüz bu alanda tam bir ortak tanıma erişilemediğini belirtmekte fayda var. Bir tanıma göre; “Yeni medya sanatı’nın ‘yeni’ kısmının belirli bir medya teknolojisine değil genel olarak bilim ve sanatı yakınlaştıran Sanat ve Teknoloji anlayışından aldığı söylenebilir. ‘Medya sanatı’ kısmı ise medya kanallarının sanatsal ve yaratıcı kullanımlarıyla uğraşan sanat kolundan almaktadır.” (Erlevent). Bir başka tanımlamaya göre de “Yeni Medya; gelişen bilgisayar, Internet ve mobil teknolojisi ile ortaya çıkan, kullanıcıların zamandan/mekândan bağımsız bir şekilde interaktif olarak etkileşimde bulundukları sanal medya ortamıdır.” (Akbaş, 2009). Buna göre yeni medya teknolojileri interaktif etkileşimin yüksek olduğu, sanal ortam iletişimlerinin ve küresel ağların gelişmişliğini gösteren bir dijital evren yaratmıştır. Bu dijital evren sanatçılar tarafından dikkate alınarak yakından takip edilmeye başlanmıştır. “Sanata entegre olan teknolojik araçlar, sadece iletimin bir yolu değil, sanatın biçimi, içeriği ve süreci ile bütünlük arz etmektedir.

Şekil 1. Dördüncü Mühür- O Gayesiz Ve O İkinci Defa Ölmek İstiyor, 2010, Tsang Kin- Wah, Sound and Lıght art Video Enstelasyonu


Çünkü yeni medya, teknolojik bir araç olmanın ötesinde kültürel bir ortam, tekno-kültürel bir karakter, ideolojik ve ekonomik bir güç olarak da kullanılmaktadır. Yeni medya sanat projeleri, kullanılan teknolojilerin işleyişini anlamamıza yardımcı olmanın ötesinde, teknolojinin düşünme biçimlerimizi etkilemekte ve zihinsel işleyişlerin/süreçlerin doğasını, yapısını değiştirmektedir. Nesne, özne, içerik ve iletişim süreçleri, dijital teknolojilerin sağladığı olanaklar ile dönüşüme uğramaktadır.” (Güney, 2014). Tam da bu noktada “Yeni medya sanatı” kavramı ortaya çıkmakta, yeni medya teknolojilerinin sanat alanında bir yöntem/ araç olarak kullanılması ile şekillenmektedir. Yeni medya sanatı içerisinde birçok alt daldan bahsedilebilir. Bunlar, “dijital sanat”, “dijital performans”, dijital enstalasyon”, “dijital video ve animasyon”, “dijital heykel”, “algoritmik sanat”, “yazılım sanatı”, “veri sanatı”, “net sanatı (net art)”, “aktivist sanat”, “multimedya sanatı”, “robotik sanat”, “fraktal sanat”, “sound art”, “hacktivizm”, “jeneratif sanat”, “BioArt” “etkileşimli enstalasyon” “sanal gerçeklik”, “arttırılmış gerçeklik” yeni medya sanatı kapsamında değerlendirilmektedir. Birçok alternatif üretim yöntemlerinin bulunduğu bu dijital evrende eser, sadece bir alt dala ait olmadan birçok yönden değerlendirebilir hale gelmiştir. Yeni medya sanatı ile sanatçı, politik, kütürel ve estetik kodlar üreterek seyircinin “alıcı” konumundan çıkarıp “izleyici temelli katılım” noktasına getirerek yeni sanatçı-eser-katılımcı çerçevesini kurmuş olmaktadır. Yeni medya sanatı ile birlikte sanatçının nitelikleri, eserin biricikliği, sergileme, izleyici, esere dijital müdahaleler, eser üretiminde kullanılan materyaller, müzecilik, koleksiyonerlik gibi konuları da tartışmaya açarak geleneksel yöntemleri sorgulayıcı bir noktaya gelmiştir. Bu noktada sanatçının nitelikleri konusu sanatçının dijital ile olan ilişkisinde bir zorunluluk olarak çeşitli disiplinler ile birlikte çalışması gerekliliğini ya da o nitelikleri üzerinde toplaması yolunda çaba harcamasını gündeme getirmiştir. Örneğin;

13


14

birazdan değineceğimiz “Yansıtım Hizalama12” tekniği ile çalışma yapmak isteyen bir sanatçı gerekli yazılım kodlarını ya da tasarım programlarını bilmek ya da bu konuda uzman biriyle çalışmak zorunda kalmaktadır. Ortaya çıkacak eserde heykeltıraş, mimar, tasarımcı, ses ve ışık ekibi, video sanatçısı gibi alanında uzman kişiler ortak hareket ederek sanat yapıtını ortaya koyar. Burada eserin heykeltıraş ya da ressam gibi tek bir yaratıcısı yoktur. Böylelikle kapitalist üretimde meydana gelen uzmanlaşma ve rekabetin sonucu olarak başka alanlarda da becerilerin geliştirilmesi gerekliliği sanat üretimi alanına da etki etmiştir. “Eserin biricikliği” ile de şu anlaşılmadır ki ortaya çıkan eserler dijital ortamda birden fazla kopya haline getirilerek ve dünyanın birçok noktasına internet ağları vasıtasıyla gönderi çok kısa ve hızlı bir biçimde birçok noktada birçok sayıda gösterimsergilenme imkânı bulabilmektedir. “Sergileme” kısmı ise geleneksel algıda var olan beyaz kutu sanat galerisi mekânını aşarak hareket eder. Burada eserin hangi gösterim-sergilenme koşullarına ihtiyacı olduğu sorusu öne çıkarak, buna uygun bir cevap ile mekân tercihi belirlenir. Yukarıdaki örnekten yola çıkarsak bir Yansıtım Hizalama ile oluşturulan eser herhangi bir caddede bir kule ya da apartman dairesi kullanılarak ortaya konulabilir. Tam tersi bir iç mekân kullanılarak da ortaya konulabilir. İstanbul Modern sanatlar müzesinde sergilenen bir eser bu konuda iyi bir örnek oluşturmaktadır. Eserde iki bölmeli oda ve arka odada sesli bir şekilde oynatılan videoda şarkı söyleyen solist, ön odada heykel şeklinde ve sadece yüz kısmına yönlendirilmiş hareketli görüntü ile şarkı söylemektedir. Yüz kısmına videodaki şarkıyı seslendirirken ki yüz ifadeleri yansıtım hizalama tekniği ile yerleştirilmiştir. Görüldüğü gibi mekân artık eserin kendi niteliğine göre şekillenmektedir. 12 Yansıtım Hizalama (Projeksiyon Mapping): hareketli görüntülerin bir ya da birden fazla projektör tarafından binalar ya da heykel gibi üç boyutlu yüzeyler üzerine hizalanarak yansıtılmasından oluşan bir yerleştirme sanatı tekniğidir.


Burada değişen etmenlerden bir tanesi de “müzecilik” ve “koleksiyonerlik” anlayışıdır. Dijital sanatın sanal ortama kolayca aktarımı veya sanal ortamda üretilmesi ile birlikte somut mekânlardan çıkıp sanal müzelerin kurulmaya başlandığı bir evreye girmiştir. Bununla birlikte üretilen sanal eserlerin koleksiyonerler tarafından satın alınması yine ağlar üzerinden ve sanal kodların yarattığı o evren içerinde görüntülenerek var olan bir biçime bürünmüştür. Bütün bunların hepsi koleksiyoner tarafından flash bellek ya da harici diskler ile muhafaza edilerek saklanmaktadır. Sanal müzelerin kurulmasıyla izleyici-katılımcının bulunduğu mekândan müzedeki eserleri görebilmesi ya da sadece kodlarla üretilen eserleri bilgisayar başında sanatçının kurguladığı biçimlerde deneyimleyerek izleyici temelli bir katılım ile birçok formda eseri deneyimleme şansı elde etmektedir. Yazıda baştan beri “izleyici” yerine “katılımcı kavramının kullanıldığı göz önüne alınırsa bunun en önemli sebebi sanatçının eserini sergilerken katılımcının hareketlerinden, düşüncelerinden yani fiziksel ve psikolojik durumundan hareketle değişip dönüşebilen eserler üretmeye başlamasıdır. Burada asıl olan eserlere katılım ve iş birliğidir. Tabi ki buna olanak sağlayan yine dijitalin kendisidir. Teknolojik olanakların sanatçı tarafından kullanıldığı en önemli örneklerden birisi budur. Burada örneğin; sanatçı yarattığı bir video yazılımı ile videonun karşısına geçen katılımcının hareketlerine göre videoda çeşitli dönüşümler, efektler, çizgiler, renkler oluşmasına olanak veren bir dijital altyapı oluşturmuştur. Video ve katılımcı katı çizgilerle birbirinden ayrı bir halden çıkarılmıştır. Salt seyirlik ve pasif izleyici konumu değişmiştir. Bunun yerine üretilen video o an karşısındaki katılımcıya göre yeniden şekillenerek hem sanat eserinin o ilk andaki biricik hali değişime uğrar hem de her seferinde farklı formlarda bir eser ortaya çıkmış olur. “Eser üretiminde kullanılan materyaller” ise bu dijital evrende kimi zaman sadece sanal kodlardan kimi zaman mekanik parçalardan kimi zaman

15


16 robotlardan oluşabilmektedir. Sanat galerilerinde, bienallerde

gittikçe artan bir düzeyde kendine yer bulan sound art, light art, dijital performans gibi alanlardan örnekler sanatçının üretim yaparken birçok yolu denediğini ve sözünü söyleyebileceği materyali kullanmaktan çekinmediğini göstermektedir. Bütün bu eserlerin üretilirken dijital ortamda çeşitli müdahalelere (kurgu, renk, ses, eklenen yazılımlar, yönlendirilen web sayfa eklentileri vs) uğraması eserin her defasında yeniden farklı varyasyonlarla ortaya konulabilme ihtimalini yükseltmektedir. Geleneksel olarak üretilen sanat eserlerinde bu imkânların daha kısıtlı olduğu aşikârdır. Bitmiş bir tablonun yeniden ve yeniden değiştirilebilir olma ihtimali sanal ortamda üretilen bir tabloya göre daha zordur.

Şekil2. Rota, 2016, Okan Ercan, Video Mapping


17 Dijital sanat, geleneksel sanat eserleriyle farklı bir noktada duran ama aynı zamanda onun üzerinden şekillenen bir üretim biçimidir. Geleneksel sanat eserlerinin ileri teknolojik yöntemlerle yeniden üretilmesi ya da farklı formlar estetik modüller ortaya koyarak ilerlemesidir. Burada önemli farkı oluşturan nokta katılımcının eseri fiziksel ya da zihinsel olarak deneyimleyebilmesi, kimi zamanda yeniden üretilmesine katkıda bulunabilmesidir. Bazen evrenin, maddenin, duygunun ya da düşüncenin bir simülasyonu şeklinde “gerçekliği” yeniden üretme bazen de nesneyi gerçek bağlamından koparma ve yeni bir düzleme taşıma olarak ortaya çıkabilmektedir. “Dijital teknolojilerin üretimde etkin olduğu ve bu bağlamda simülasyon ilkesinin öne çıktığı sanat dünyasında, gerçek ancak modelin bir kopyası olabilmekte, gerçeğin artık doğayla olan ilişkiden değil daha önceden üretilmiş nesnelerden ve gerçeklerden, kısacası yapay bir dünyadan hareket edilerek üretilebildiği söylenmektedir. Dijital üretim yöntemleri tümüyle gelenekselin yerini almasa da türler arası melez eserlerin artmasına neden olmaktadır. Yaratılan bu melez çalışmalarda, sanal karakter ve mekânların, gerçeklik alanına dâhil olduğu bir süreç başlamakta, bilgisayar yazılımlarıyla ikincil bir gerçeklik alanı olan sanal gerçeklikler üretilmektedir.” (Sağlamtimur, 2010). Dijital sanat bugün gittikçe artan bir biçimde gerçeğin yerine sanallığı koyarak ilerlemekte ve “yanılsamalar” üzerine vurgu yapmaktadır. Bununda ötesinde yarattığı yanılsamanın katılımcı tarafından daha güçlü bir duygu ile hissedilebilmesi için “gerçeğin aşındırılması” ile daha ileri giderek nöro-sanat alanına doğru ilerlemektedir.


18

Şekil3. Evim Nerede? “Bir Yıkım Neyi İnşa Eder?”, 2018, Umut Kambak, Video Yerleştirme 1’00’’ Zihnin daha fazla ilgi alanına girdiği bu günlerde sadece video, resim heykel, yerleştirme değil aynı zamanda sinema alanında da bunu konu edinen filmler ortaya çıkmaya başlamıştır. Zihnin “gerçeklik algısı” ile ilgili giderek artan bu ilgi sinemanın doğuşundan günümüze dek bir sarmalda ilerlemektedir. Sinemada seyircilerin artan beklentisi sonucu daha komplike olayların, kurguların yer aldığı filmler artmıştır. Seyir esnasında beyazperdedekinin hayal ürünü olduğu ön kabulü kenara kaldırılmış ve akan karelerde neyin gerçek neyin simülasyon olduğu tartışmasına davet edilmiş bir kitle yaratılmıştır. En son çekilmeye başlanan filmlerde sanal gerçeklik ve VR (Virtual Realty) gözlüğü ile ilgili kurgular dikkat çekmeye başlamıştır. İlerde bunların 3D çekim ya da


360 derece filmlerin çekim yöntemleri ile farklı bir “seyir” ilişkisinin doğup doğmayacağının sinyalleri verilmektedir. Film ekipmanlarının ve kameraların çekim kalitesinin yükselmesi, 3D gözlüklerle yükselen ve ilerde VR gözlüklerle izlenme ihtimali olan filmlerde yaratılacak katharsis’in dozunun iyice artacağı aşikâr. “Bahsettiğimiz üzere kullandığı teknik açısından seyircideki yarattığı üst düzeydeki katharsis ve haz alma deneyimi sinema salonuna gitme arzusu uyandırırken diğer yandan seyirci film izlediği o topluluğa karşı yabancılaşır (Kırel, 2010) Verdiği hazzı aslında yalnız yaşamamızı ve seyircinin içinde bulunduğu sinema salonundan ve atmosferinden soyutlanmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla burada geleneksel olarak seyircinin yer aldığı konumdan farklı bir konum söz konusudur” (Kırel, 2010). Dijital sinema bu açıdan geleneksel sinema-seyir- salon ilişkisini dönüştürmekte ve “birlikte olmanın kolektif temsili”ni (Feigelson, 2004) aşındırmaktadır. Burada sanal gerçeklik ve arttırılmış gerçeklik kavramlarına yer vermemizde fayda var. “Sanal gerçeklik “bilgisayar üzerinde üretilen, katılımcılara gerçekmiş hissi veren, etkileşimli bir ortam olanağı sağlayan, üç boyutlu izlenebilen bir sanat alanının yaratılması olarak değerlendirilmektedir. Özellikle bilim kurgu filmlerinde konu olarak yaygınlaşmaya başlayan sanal gerçeklik, gerçek dışı üç boyutlu bir uzaya ulaşma ve dolaşma fırsatı sunmaktadır” (Sağlamtimur, 2010). Sanal gerçeklik kendine bilim ve eğlence alanında daha fazla uygulama olanağı bulmaktadır. Günümüzde bu durum gittikçe sinema ve sanat alanına da girmeye başlamıştır. “Artırılmış Gerçeklik (Augmented Reality), bilgisayar ile üretilmiş üç boyutlu sayısal görüntüler ve gerçek dünya nesneleri arasında eş-zamanlı bileşimi konu almaktadır. İzleyiciyi bilgisayar tarafından oluşturulan sentetik bir ortamın içine çeken Sanal Gerçeklik’in (Virtual Reality) aksine, Artırılmış Gerçeklik izleyicilerin 3 boyutlu sayısal nesneleri gerçek dünya nesnelerinin üzerinde görmelerine olanak tanır.” (Haller M., 2007)

19


20

Sanal gerçekliğin toplumsal hayatta bireylerin yaşamını tamamlayıcı etkisinden söz edilmektedir. Buna karşın ilerleyen teknoloji ile birlikte VR gözlüklerinin ucuz ve ulaşılabilir olma ihtimalinin arttığı bir gelecekte sanal dünya bireylerin yaşamında bir alternatif haline gelme ihtimali daha yüksektir. Bir teknoloji şirketinin tasarladığı LED ekrandan oluşan sinema salonları bu teknolojinin kullanımını daha da arttıracağa benziyor. Bunun yanında bir sanat galerisinde yaptığı çalışmada orijinal tabloların yerine LED ekranlar yerleştirip eserlerin bu şekilde deneyimlenmesini sağladı. Şimdilik bir film senaryosu gibi duran ve Spielberg’in son filmini hatırlatan bu varsayım çok yakın bir gelecekte gerçek yaşamın acılarından ve sıkıntılarından kurtulmanın bir yolu olarak sanal evrende daha fazla vakit geçirmenin bir sebebi olabilecektir. Arttırılmış gerçekliğinde etkisiyle VR gözlüklerin hemen yanı başınızda sizi gerçeklikten koparıp istediğiniz bir evrene yollayacak gücü olduğunda bunun bir yaşam alternatifi olacağını düşünmek çok zor olmayacaktır. “Burada sorun yanıltıcı bir yeniden canlandırmış gerçeklikten (ideoloji) çok, gerçeğin gerçeğe benzemediğini gizleyebilmek ve gerçeklik ilkesinin devamını sağlayabilmektedir” (Baudrıllard, 2013). Tamamen geçeklik algısı yani beyin ve psikoloji ile ilgili bir alanın içine çekilen sanat, bilim ile olan ilişkisinin daha da artacağı bir yöne evrilmektedir. Bu perspektifle bakıldığında değişen dünyaya ayak uydurmak zorunda kalan sanat bize şu soruları hatırlatır. Sanat eserinin mekân-zaman olgusunun yıkılışı sorunu ve gerekliliği, artık bir sanat eserine web tabanından ulaşılabileceği gibi bu zamandan bağımsız bir biçimde meydana gelebilir. Aynı zamanda mekân olgusunu klasik kare sergi alanlarını dönüştüren ve sergi içeriğine uygun bir biçimde dekore edilen alanlar olarak görmek mümkündür. Biçimin içeriği kısıtlamadığı tam tersine içeriğin yani eserlerin o mekânın


yeniden kurgulanmasına yol açtığı daha özgür ve yaratıcı bir düzlemdir. Aynı zamanda katılımcıların aktif rol aldığı bu yeni mekân ve sergileme algısı daha da yaratıcı alanlara ilerleme şansına sahiptir. Diğer bir soru ise, sanatçının asli bir sanat eseri yaratıcısından çok eserin oluşumunda bir yol gösterici konumuna gelmesidir. Uzmanlarla ortak çalışma gerekliliğinden bahsederken bu tartışmanın pratikte görünümü bu şekilde ortaya çıkmaktadır. Bunu yaparken sermaye ile olan ilişkinin boyutu ve sonuçları ise konunun bir diğer önemli noktasıdır. Geleneksel sanatın ilerleyen süreçte kendini var etmeye çalışırken güncel gelişmeleri göz ardı edemeyeceği kabul edilirse yeni medya sanatının dilini yavaş yavaş öğrenmeye başlayacaktır. Yeni medya sanatının alt dallarının gittikçe hızlı bir dönüşüm ve çeşitlilikle sergileme alanlarında büyük bir yer kaplamaya başladığı görülmektedir. İlerleyen süreçte bu alanların nörosanat kavramına dek uzanacağı ve gerçeklik algısı, mekân, zaman, robot, bilim, teknoloji konularının daha çok gündemde olacağı bir güncel sanat alanına doğru gelişmektedir. NOT: “Nöro-Sanat” kavram ve tanımlamasına Türkçe yazın ve akademik çalışmalarında rastlayamadığım için zorunlu ihtiyaç ile birlikte kendim oluşturmaya çalıştığımı belirtmek isterim.

21


22 Kaynakça Akbaş, M. (2009, Aralık 31). Yeni medya nedir. http://www.mahsumakbas.com/ http://www.mahsumakbas.com/yeni-medya-nedir/ adresinden alındı Başlar, G. (tarih yok). Yeni Medyanın Gelişimi ve Dijitalleşen Kapitalizm. 1. Baudrıllard, J. (2013). Simülakrlar ve Simülasyon. Doğu Batı Yayınları. Erlevent, E. (tarih yok). Yeni Medya Sanatı. 2. Feigelson, K. (2004). Sinema ve Toplumsal Kırılmalar. Güney, E. (2014). DİJİTAL GÖRSEL KÜLTÜR VE YENİ MEDYA EKSENİNDE. 128. Haller M., B. M. (2007). Emerging Technologies of Augmented Reality – Interfaces and Design. Kırel, S. (2010). Kültürel Çalışmalar ve Sinema. Sağlamtimur, Z. Ö. (2010). DİJİTAL SANAT. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ, 213238. Fotoğraflar: Özge Aslan


23 Muhteşem Değil İlginç Kadın: A Fantastic Woman Deniz Eren

Aşk, sevgi, sevmek ve sevilmek kelimeleri toplumlar arasında değerli bir kavramken aşk ve sevgi sözcüklerini daha da değerli kılmak adına “aşkın yaşı yoktur” klişe cümlesini kuran bireylerin, gerçek hayatta söylediklerinin ve yaptıklarının birbiriyle uyuşmadığını görüyoruz. Öyleyse iki kişinin rızasıyla gerçekleşen “aşk ve sevgi kavramları ne anlama geliyor” “Ayıp nedir” gibi soruları izleyicisine sorgulatan 2017 yapımı Muhteşem Kadın (A Fantastic Woman) filmiyle karşı karşıya kalıyoruz. Berlin Film Festivali’nde 2013 yılında Gloria filmi ile boy göstererek kendini tanıtan Şilili yönetmen Sebastion Lelio, Muhteşem Kadın filmiyle Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar ödülünün sahibi olmuştur. Rüştünü her geçen yıl daha ispatlayan yönetmen Lelio, Muhteşem Kadın’da daha çok cinsiyet ve tabu kavramlarının üzerinde durmuştur.


24 Müziğin sinemada ne denli tamamlayıcı bir unsur olduğunu Muhteşem Kadın’da da görmekteyiz. Orlando’nun ölümüne kadar gündüz garsonluk, akşam ise şarkıcılık yaparak hayatını sürdüren bir kadının hikâyesi. Film açılış sahnesini iki başrol oyuncusu Orlando ve Marina’nın romantik yemeği ile yapıyor. Bu tutkulu aşk yemeğine jenerik akışından itibaren seyirciye eşlik eden parça ise Nani Gercia ve Matthew Herbert ‘in yapmış olduğu fon müziği oluyor. Kimi zaman tehlikenin haberini önceden algılatan kimi zamansa umut ışığı oluşturan fon müziği adeta “her karanlığın içerisinde bir ışık vardır” dedirtiyor. Diyalogla müziğin yer değiştirdiğini gördüğümüz ilk sahnelerde müzikle sahnelerin anlatılmak istenmesi müziğin film için ne denli önemli olduğunun da altını çiziyor.


Asıl film Orlando ve Marina’nın romantik yemeğinden sonra Orlando’nun rahatsızlanarak ani bir şekilde ölmesiyle başlıyor. Orlando’nun ölümünden sonra dış çevre tarafından acısı yaşatılmayan ve devamlı suçluluk duygusunun içine hapsedilen Marina’nın güçlü kişiliğini izliyoruz. Gerek Orlando ile aralarındaki yaş farkı gerekse Marina’nın seçmiş olduğu cinsel kimlik üzerinden sürekli eleştirilmesini eleştiren yönetmen toplumun tabularını yıkmayı hedefliyor. Her ne kadar yönetmen Lellio hedeflediği başarıya ulaşamasa da ötekileştirme kavramını anlatma biçimi takdire şayan. Orlando’nun eski karısından gördüğü psikolojik baskının yanı sıra Orlando’nun oğlunun sözlü tacizlerine maruz kalması ve olayı anlamaya çalışan sözde iyilik timsallerinin Marina’yı defalarca kez yaralamasını izliyoruz. Trans bir genç kadının hikâyesini bize sunan yönetmen ve gerçek trans oyuncu Daniela Vega‘nın canlandırdığı Marina karakteri izleyiciyi fazlasıyla ikna edici nitelikte. Yaşadığı tüm olumsuzluklara karşı kendisine iyi geleni yapmaktan vazgeçmeyen bir karakter izliyoruz. Çevresine karşı soğuk tavırlar sergilemesi ve etrafına donuk bakışlar atmasıyla izleyiciyle arasına bir mesafe koysa da karşılaştığı zor durumlarda devamlı bir melodi mırıldanması, toplumun içinden bir birey olduğunu bize göstermektedir. Marina’nın ruhunu özgürleştirmesi ve benliğine kavuşmaya çalışmasını müzik yoluyla anlatan Sebastian Lellio, müziğin insan ruhuna iyi gelişini en iyi yolla betimlemiştir. Orlando’nun ölümünden sonra film bir süre yavaş ilerlese de yönetmen bu durumu çabuk toparlıyor ve Marina’nın, Orlando’ya karşı son görevini yapmak için mücadele etmeye başlamasıyla film olağan hızına geri dönüyor. Filmin en etkileyici sahnesi Orlando’nun cenaze törenine katılmasına izin verilmese de yakılacağı yere gelerek son kez sevgilisini gördüğü, hayal-gerçek arasında gidip gelen sahne olduğunu söylemek mümkün. Hayal ve gerçek arasında gidip gelinen sahnede aşkı temsil eden kırmızı ışık ve Orlando’nun yakıldığı sahnede ateşe yapılan zoom tercihi oldukça zeki düşünülmüş.

25


26

Kimi sahnelerde Marina’nın kadın kimliğinden uzaklaştığını görüyoruz. Bu duruma en büyük örnek olarak yatakta çıplak bir biçimde yattığı sırada eline bir ayna iliştirerek donuk suratına bakmasını ve saunaya gittiği zaman kadınların olduğu bölüme girmek yerine doğrudan erkeklerin olduğu bölüme girmesini verebiliriz. Toplum tarafından bir türlü kabul görmeyen kadın duruşunu aynada kendine bakarak anlamaya çalışması oldukça politik bir davranıştır. Trans bireylerin yaşadığı zorluğu en iyi biçimde anlatan film kendi içerisinde zaman zaman git-gel yaşayan Marina’nın durumunu iyi bir şekilde özetlemiştir. Hatta özet olan bu durumu Daniela Vega “Benim trans oluşum, senaryoyu ve anlatıyı daha gerçek kılıyor. Ama daha da önemlisi, daha önce hiç keşfedilmemiş olan film dünyasına bir kapı açıyor çünkü ben trans kadın oynayan, trans bir aktrisim.” şeklinde açıklamıştır.


Yönetmenin muhteşem bir kadın yaratma isteğini film boyunca görüyor olmamıza karşın orijinal adı “Une mujer fantástica” ve “A Fantastic Woman” olan filmi Muhteşem Kadın olarak çevirmemiz uygun bir seçim olmamıştır. Oradaki muhteşem kelimesi kadınları bir kalıba sokmaya yönelik dursa da filmdeki asıl amaç trans bir kadının güçlü kişiliğini topluma gösterebilmektir. İçimizden biri olmayan bir kadını izlediğimizden muhteşem yerine orijinal ismindeki ilginç kelimesi alınarak ilginç kadın şeklinde çevrilseydi bizce daha uygun olacaktı.

27


28 SÖYLEŞİ: HAYDAR ALİ ALBAYRAK

Kitap, Yeşilçam ve günümüz ana akım sinemasına dair akademik yaklaşımlar içererek özgün ve önemli bir noktaya varıyor ve popüler dil ile akademik söylevi ustaca harmanlıyor. Ölçek olarak bu yönde bir tercihteki, klişeleşen tabirle “festival” ya da “sanat” filmleri yerine daha bilindik ancak üzerinde çok durulmamış yapıtlara yönelmedeki, güdülenme nedir? Sorunuzu üslup ve içerik bakımından ikiye ayırmak istiyorum. Öncelikle popüler dil ve akademik söyleyişe eşit mesafede durmaya çalıştım. Günümüzde sinema yazarlığı ve eleştirmenliği belki hiç olmadığı kadar fakir bir dönemden geçiyor. Sinema yazmak ile film yazmak karıştırılıyor. Sinema yazarı filmleri yazan ama esas, filmler üzerinden sinema yazan


kişidir bana göre. Sinema ise başlı başına sosyal-siyasal bir meseledir. Filmleri açmak, kesitleri değerlendirmek, verileri yorumlamak bir meziyetse bile ürünlere tek tek ve bir eğlence metası biçiminde yaklaşmak çoğu kez toplumsal ve tarihsel bağları ıskalamak türünden olumsuz sonuçlar doğuruyor. Günümüzde ehli keyif bir çerçevede gelişmiş film değerlendirme kültürü ile akademik düzey arasında bariz bir ayrım bulunuyor. Film değerlendirme kültürü, filmi izleyip yazma pratiğinin bir karşılığı olarak yorumlanabilir. Sinemayı sevmek yahut filmleri sevmek sinema yazmak için yeterli değil maalesef. Bunu kibirle, itibarsızlaştırmak amacıyla söylemiyorum. Aksine, örneğin sinefiller doğru bildikleri işi doğru yapıyorlar. Filmi izledikten sonra duygu düşüncelerini bildiriyor ve şüphesiz bir bakış zenginliği katıyorlar. Fakat birçoğu hikâyeyi hikâyeye sıkıştırıyor, yani ürünün ötesine berisine bakmaya pek yanaşmıyor. Diğer yandan akademik söyleyiş ise bir tür bağlam fanatizmine sapıyor. Fanatizm ifademi açayım. Sert bir şekilde açayım. Makaleleri okuduğumuzda filmleri bulamıyoruz! Tuhaf ama öyle bir hisse kapılıyorum. Bir film hakkında makale yazılmış ama ortada film yok. Filmin ele alındığı bağlam var, o bağlamın dayanakları var, sözü söylemek için sözler var, kısacası laf kalabalığı var ama film yok. Neredeyse yok! Bir bağlamda yazmak yararlı olduğu kadar kısıtlayıcı ve yetersiz. Yaratıcı söylemin, özgün tespitlerin bastırıldığı akademik anlayışların böyle handikapları var. Bol alıntı-az fikir denklemi benimseniyor. Alıntılar fikir alış verişini sağlamak maksadıyla yapılmıyor, amaç yazının daha kalabalık ve daha emek yoğun bir görüntü vermesi... Bilimsel uğurda diyalektiğin sakatlandığını görüyoruz. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak gibi bir şey bu! Elbette genelleme yapamam, her makale yazarına ‘’yazıyorsunuz, okuyoruz ama bize ne katıyor’’ demek büyük haksızlık olur. Ben kitapta yer alan değerlendirmelerde her iki eğilime de uzak durduğumu düşünüyorum. Belki kalemim de o yönde evrildi. Duygularımdan ziyade öznel yargılarımı bildirmeye çalıştım, orta yolu böyle bulmaya çalıştım.

29


30

İçerik meselesine gelirsek, bu sorunuz beni çok sevindirdi! Gerçekten de bu filmleri derlerken festival filmi, sanat filmi yazayım, ilgi çeksin tavrından sakındım. Kuşkusuz her izlediğimi yazmadım ancak bir filmde, o film görünür olsun olmasın ayırt etmeksizin, tartışma malzemesi, sinema malzemesi gördüysem üzerine eğilmek istedim. Tekrar sinema yazarları meselesine döneceğim. Açıkçası festival filmleri veya bilinen yönetmenlerimiz üzerine aynı tornadan çıkmış bir alay yazı okuma fırsatı bulunurken kıyıda köşede kalmış filmlerin hiç konuşulmaması bu alandaki verimliliği düşürüyor. Size ilginç gelir mi bilmiyorum fakat ben popüler ve ticari filmler hakkında yazmayı da önemsiyorum. Mesela ucuz piyasa filmleri ne serbest bir şekilde ne de akademik anlamda pek fazla analiz edilmiyor. Analizin en bereketli toprakları buralardır aslında! Ayrıca yazar özgün bir yargı koyacaksa malzemenin mutlaka özgün olması gerekmez. Ana akım filmlere özgün yargılarla yaklaşılabilir. Dahası bunun bir ihtiyaç olduğunu savunuyorum. Sanat açıklamalı, sanatsal iddialı ve festival filmleri diye artık parodileşen filmler toplumun yalnız belirli bir kesimine hitap ediyor. Toplum entelektüel malzeme alıcısından ve yorumlayıcısından ibaret değil. Hatta daha pervasızlaşayım. Popüler filmleri hakkını vererek irdelemeden toplumsal çıkarımlar yapamayız. Başka bir deyişle acı çeken bir entelektüel olarak sinemacının sorun tespiti hem toplum aktarımında, betiminde hem topluma ulaşmakta, ona geri dönmekte güçlük yaşayacaktır. Popüler filmleri eleştirmek derken şu itiraz gelebilir: Neresini eleştireceğiz, zaten çöp! İşte sinema yazarının film yazıcısından farkı tam da burada. İnsanlık bir zümrüdü dönüştürmektense çöplüğü eşelemeye yatkındır. Zümrütten daha değerli bir taş çıkarmak kimsenin aklına gelmez de çöpleri işe yarar kılmak akla mantığa sığar. Sinema yazarı da bir bakıma geri dönüştürür, arıtır, toplar parçalar. Sinema yazarı gerek teknik gerek içeriksel bakımdan genel çerçeveye bakacak ve çerçeveyi aşacak kişidir.


Yol ayrımı kavramını bir netice yerine süreç olarak yorumlayan ve irdeleyen çalışmanızda nihayete ermiş bir duruma dair tespit yerine tarihsel birikimle varılan ve varılabilecek duraklara dair bir öngörü hissediliyor. Sizce sinemamız için yol ayrımı süreci hangi aşamada filizlenmeye başladı? Önsözde de belirtmeye çalıştım. Duraklarda tabela asılı değil, yolda izde işaret taşları yok. Ancak ayrımlar, kırılmalar, salt sezinsel temellenmiyor elbette. Aslında birçok yol ayrımından söz edilebilir. Ayrımlardan en dikkat çekicisi bana göre Yeşilçam’dan çıkıştır. 1970’lerin ilk yarısında Yeşilçam’ın yaşadığı krizle birlikte sinemamız yaklaşık yirmi yıllık bir aktif dönemi geride bırakıyor. Sonrası tufan! Yeşilçam ticari bir mekanizma ve ticaret bir biçimiyle devam etmek zorunda. Melodram ve avantür kalıpları geri çekilince erotik güldürüler, erotik avantürler hatta giderek pornografiye varan filmler bu alanı dolduruyor, çarkı döndürüyor. Sinemamızın yeniden sektöre dönmesi bana kalırsa epey uzun bir aradan sonra mümkün oldu. Araya 12 Eylül darbesi girdi, televizyon seyir alışkanlığının artması, videokaset kültürünün yaygınlaşması ve enikonu Hollywood filmlerinin dağıtım-gösterim işgali girdi. O arada neler oldu? Korhan Yurtsever filminin makaralarını bir sinema salonu önünde yaktı. Yavuzer Çetinkaya bireysel bir boykot başlatarak Amerikan filmlerine gitmiyorum dedi. Bunların hepsi dışa bağımlılık ve ona tepkinin göstergeleriydi. Türk Sineması Eşkıya filmine kadar seyirciyi salona çekemedi, adıyla var oldu, miras yedi. Eşkıya sektöre umut ışığı oldu, yeni popülist film dilinin yaratımında katkı sundu. Başkaca şu gelişmeler de yaşandı. Doksanlarda yönetmenler de öne çıktı. Demirkubuzlar, Ceylanlar, Erdemler, Zaimler sonra Kaplanoğlu, Onur Ünlü... Ticari sinemanın yeniden canlanışında ise belki Mustafa Altıoklar’ın, Çağan Irmak’ın payı vardır. Ve elbette bugün sinema salonlarını domine

31


32

eden yerli komediler... Şahan Gökbakar, Cem Yılmaz, Ata Demirer, Selçuk Aydemir... Şafak Sezer’in tutan işlerini de ekleyebiliriz bu listeye. Kabaca tekrar edip toparlarsam şu yol ayrımlarını dile getireceğim: Yeşilçam’ın çözülüşü, 12 Eylül’ün bireye dönüp toplumdan uzaklaşan filmlere zemin hazırlaması, o bireyci filmlerin post modern bir dille bütünleşerek seyirciyi yitirmesi, sonrasında yeni yönetmenlerimizin sanat sinemasını ve gişe sinemasını canlandırma çabası, nihayet bu kez komedi filmlerine teslim olan sinema salonları...


Kitabın önsözü, alışılageldik metinlerin aksine bir önizleme veya sunumdan ziyade bir manifesto niteliği taşıyor. Öyle ki kitabın sonsözü de burada saklı gibi. Sinemamızın güncel ile ilişkisinin iyi olmadığını, hayatı geriden takip ettiğini vurguluyorsunuz. Fazlasıyla katıldığımız bu önermenizi neden-sonuç ilişkisi içinde biraz açar mısınız? Haklısınız, önsöz kitaptan tamamen bağımsız bir görüntü veriyor. Önsözden ziyade bağımsız bir beyana hatta manifestoya benziyor. Bunun sebebi kitap derleme bir kitap ve belli bir ana hattı takip etmiyor. Yazıları dört başlıkta toplayabilsem de bu başlıkların birbirini izlediği söylenemez. Dolayısıyla hepsine birden giriş yapmak durumunda kaldım. Ortaya ateşli bir metin çıktı! Güncelle adaletsiz alışveriş meselesine gelirsek sinemamızın Epimetheuslara emanet edildiğini düşünüyorum. Bugün sinemamızda Prometheus yok, Prometheus adayı yok. Böyle bir hava ve çaba da yok. Doğal olarak kurucu bir politika ihtimali ortadan kalkıyor. Metinler politik meseleleri içerse bile bir yavanlık görülüyor. Öte yandan teknik bir öncülüğün zemini de mevcut değil. Film çekmek kolaylaşınca, filmi çekmeyi zorlaştıracak etmenler de kayboldu. Zorlanmayan bir üretimden haliyle yenilik doğmuyor. Basit bir örnek vereyim. Beğenmediğimiz Recep İvedik karakteri fırsatçıdır, iyi takipçidir, toplumda yükselen neyse o karakterin davranışlarını düzenlenmiştir. Serinin filmlerine baktığımızda her bir filmin siyasi sosyal ilişkileri taklit ettiğine şahit oluyoruz. Zaten İvedik karakteri söylem bakımından siyasi iktidarın bir karikatürü pozisyonunda. Yahut iktidarın desteklenişine dair fikir verebilir bize bu filmler. Geriden gelmek meselesinin diğer boyutuysa yine ikiye ayrılabilir. Yenilikçi filmler yapılmıyor. Yönetmenlerimiz, senaristlerimiz denemeden yoksun. Bir program benimsemişler. O programda ruhu şeytana satma kabahati zorunluluk halini almış. İdealleri gerçekleştirmek için piyasaya çalışmak gerekiyor. Tiyatro yapan dizide oynuyor,

33


34

film yöneten dizi senaryosu yazıyor ve değirmenlerin bir şekilde dönmesi gerekiyor. 1970’lerde erotik filmlerde oynayanlar kendilerini ‘’aç kalmamak için oynadık’’ diye savunuyormuş, yanı sıra “biz tiyatro da yapıyorduk” diyenler çıkıyormuş. Yıllar geçiyor, bahaneler hiç değişmiyor: Biz tiyatro yapıyoruz o yüzden dizide de oynarız, reklamda da oynarız. Sanat filmi çekiyoruz, o yüzden reklam metni de yazarız. İşte hep bir ağızdan üflenerek döndürülen bu yel değirmenlerinden gündemi belirleyen iş çıkmaz. O işin çıkması yel değirmenlerine saldıran Don Kişotlara bağlı... Ancak biz öğrenilmiş çaresizlik yaşıyoruz. Don Kişot olunamayacağını, bizden Don Kişot falan çıkmayacağını hemen her alanda ezberledik. Kitapta ideolojik eleştiriler içermekle birlikte doğrudan ideolojik meseleleri içeren filmleri kapsam dışında tuttuğunuz görülüyor. Bunun sebebinin bir bütün olarak sinemamızın hayatı geriden takip etmesi eleştirinizde yattığını söyleyebilir miyiz? Sinemamızın son yıllarında politik bir tavırla çekilen filmleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Politik film yapmakla filmde politika yapmak arasında fark var. Her film, düzenle kurduğu ilişki üzerinden politika üretiyor. Hayatın politik düşünülüşüyle, yani insanın elini attığı her şeyin politik bir anlam kazandığı yorumuyla ilerlersek her girdiyi ve çıktıyı, her eseri, her detayı politik kabul etmek zorundayız. Politik film yapmak ise şayet böyle bir kaygıyla yola çıkılıyorsa sanat sineması pekiştirmesine benziyor. Harcı politik meseleler olan bu filmlerde güncel-tarihi fark etmeksizin benzer yollardan yürünüp aynı kapılara varılıyor. Toptancılık yapmak istemiyorum. Ucuz propaganda filmleriyle değerli politik filmlerimizi aynı kefeye koymuyorum fakat maalesef gelişkin bir politik sinemamız yok. Zira gelişkin bir politik üsluptan yoksunuz. 1960’larda ve 1970’lerde çok şey anlatan bir süreci yaşadı sinemamız, 1980’ler çok şey anlatmanın yasaklandığı bir süreçti


ve 1990’larda artık hiçbir şey anlatılmamaya başlandı. İddialı ve belki abartılı ifadeler kullanıyorum oysa şu gerçekleri göz ardı edemeyiz. 12 Eylül depolitizasyonunu takip eden Amerikancı apolitizasyon topluma ve emeğe duyarlı sinemacılarımızın reflekslerini zayıflattı. Filmlerde sık görürüz. Doktor dizin altına vurur karakter tekmeyi basar. Gel gelelim bu toplumun bağrına hançer saplıyorlar sinemacılarımız suskun kalıyor. Bugün de politik filmler çekiliyor fakat filmlerin sahipleri politiğiz demiyor veya diyemiyor. İki endişe var bu filmlerin sahiplerinde. Endişelerden biri baskıya maruz kalmak, diğeri sanat camiasından ötelenme endişesi. Öyleyse ne görüyoruz? Bizim sinema camiamız 1980’lerde yeniden kurulmuş ve orada takılıp kalmış. O camia politika sevmiyor. O camia benmerkezci bir camia... Doksanların sonuna doğru Mezopotamya Kültür Merkezi politik film yapmayı denedi. Kürt sorununa eğilen filmler yaptılar ama dar bir kitleye seslendiler. Ümit Ünal 2002’de 9 filmini çekti. Peki Susurluk? Susurluk gibi sansasyonel bir olayın Derviş Zaim’in çektiği Filler ve Çimen filmine konu olması ve yeni mafya dizilerine esin vermesi dışında ele alınmayışı can sıkmıyor mu? Daha yakın dönemlere eğilelim. Siyasal İslam’ın egemenliğine, kentsel dönüşüme vs. Sol bir çevreyle ilişkisi olan Takva ve Çoğunluk filmlerini izledik. Bana kalırsa eksikleri var ama başarılı filmler... Bir diğer sol çevrenin filmleriyse hayli amatör duruyor. Aslında bunu anlayamıyorum. Ellerinde çok fazla imkân var, teorik anlamda yetkinler, pratikte sonuç alamıyorlar. F Tipi filmi izlemedim, bir şey diyemem. Örgütlü çevrelerle anabileceğimiz bu filmlerden geriye ne kalıyor? Özcan Alper, Emin Alper, Yüksel Aksu ve Tolga Karaçelik’i sayabiliriz, özellikle Sarmaşık filmiyle... Bu yönetmenler toplumsal olanı irdeleyen filmler çektiler. Tabii sağdan da siyasi filmler çekildi. Derviş Zaim, Semih Kaplanoğlu çektiler. Belki esas mesele tüm bu sayım döküm işinden sonra başlıyor. Bunları sayıyoruz ama günü açıklamaya, günü kurtarmaya

35


36

yetmiyor. Çünkü günümüzde politik sinema sanat sinemasının sepetine girdi! Oradan gözlemlemek zorundayız. NBC son filminde ne dedi? Demirkubuz ne yaptı? Buralardan politik unsurlar değerlendirmek zorundayız. Ama örneğin Bir Avuç Deniz filmi var. 2011 yapımı, Leyla Yılmaz yönetmiş, üstelik yapımcısı da solcu! Eleştirmenlerimizin umursadığını zannetmiyorum. Senaryo klişe, oyuncular popüler ve doğrudan piyasaya çekilmiş bir film fakat politik bir film! 1960’lardaki filmler nasıl politikse bu da öyle politik... Politik geçinip kopya hikâyeler anlatan filmlerden daha politik. Neden? Basit bir olay örgüsü var ama burjuvazi ahlâkını kaçak dövüşmeden ortaya koyuyor. Eskimiş bir mevzu olan ve ne zamanında ne de şimdi hakkı verilebilen Ulusal Sinema tartışmalarında yola çıkarsak, sizce sinemamız biçim olarak ulusal bir sinematografiye sahip mi? Geçmişte Fransız, ABD, Sovyet ve İtalyan sinemalarının başardığı özgün ulusal sinematografik kodları günümüzde başarmak mümkün mü veya gerekli mi? Açıkçası ülkemiz sineması ulusal bir dil yaratıp o dilden konuşacak koşullara hiç erişemedi. Sinemamız hepimizin malumu tiyatro etkisinde kuruldu, Arap etkisinde devam etti. Ticari açıdan güçlendiğindeyse en kolayını yaptı ve Amerikan dilini taklit etti. Ancak soruda yer verdiğiniz sinemaların yalnızca ulusal sinema şeklinde sınıflanabileceğini düşünmüyorum. Fransız ve İtalyan sinemaları akımlara dayanıyor. Daha ulusal veya daha yerel diyebileceğimiz sinemalar da var bugün: Balkan sineması, İran sineması, Hint sineması, Japon sineması... İtalyan ve Fransız özelinden gidersek Avrupa savaşı yaşadı, faşizmi yaşadı ve bu akımları doğurdu. Türkiye’de ifade arayışı belki hiçbir zaman o kadar yakıcı hissedilmedi yahut Türkiye sineması ifadesini Amerikan sineması, Sovyet sineması gibi dayatacak güce hiçbir zaman kavuşamadı. Aslında başta söylediğimi


yineleyip koşullar olgunlaşmadı diyebilirim. Bugün için söylersek yerel politik söylemlerin evrensele doğru ortalanmaya başladığını görüyoruz. Amerikan sineması yine tüm dünyaya hâkim... Asya sinemaları kısmen direnç gösteriyor. Yine bu soruyu bir üçüncü sinema tartışması biçiminde yanıtlıyorsak günümüzde ne Latin Amerika ne Afrika’dan güçlü bir ses çıkıyor. Çağ değişti. Dünya çağ atladı belki ama çukura düştü, teknoloji çukuruna. Oradan nasıl çıkılır? Kim kestirebilir bunu? Teknoloji tüm dünyayı, tüm sanatsal üretimi anonimleştiriyor ve fabrikasyon bir iletişimi, fabrikasyon beğeni ölçütlerini dayatıyor. Hayatın Twitter’a, Instagram’a, Youtube’a sıkıştığı günümüzde ulusal bir sinema kurmak epey güç... Kültürel direniş ise sürecektir. Yozgat neden hâlâ Yozgat’taysa Bollywood da Bollywood’luğunu sürdürecektir. Yine Asyalılar, korkularını ve aşklarını en azından Hollywood remake anlaşmaları yapıncaya değin diledikleri gibi yaşayacaklardır. Sinemamız açısından gidişata dair daha çok olumsuz bir beklenti taşıdığınızı belirtiyorsunuz; sizce gidişatın ve yol ayrımının olumlu bir ivme kazanması için kimler neler yapmalı ya da yapabilir? Bana kalırsa sinemamız anlatının zengin olanaklarını bir türlü yaratamıyor, toparlanamıyor fakat sektörde işler pek de kötü gitmiyor. Yerli filmler gişede üstünlük sağladı. Bu durumu siyasal zeminden bağımsız sayamayız. Yerli ve milli söyleminin de payı var. Doğrudan değilse bile şöyle var: yerli ve popülist filmler çekildikçe seyirci salonlara kazanıldı. Bir diğer deyişle müşterinin ayağı alıştı! Fakat bu suni bir artış... Ben bu artışa karşılık bilinçli seyirci sayısında ciddi bir azalma olduğunu düşünüyorum. Bu azalmayı da ilginç gelecek belki ama festival filmlerinin soğuk ve boğucu düzlemine bağlıyorum. Festival filmlerine giden seyirci de bilinçli bir seyirci değil. Topluma yararsız düzene zararsız entelektüeller bunlar. Dost meclisinde sohbeti takip edebilmek, altta kalmamak için

37


38

gidiyorlar sinemaya. Hangi biri çıkıp Yavuzer Çetinkaya’nın zamanında kalkıştığı işe kalkışabilir. Recep İvedik’i eleştirmek serbest ama entelektüel çabamız o kadar sınırlı ki döne döne aynı şeyleri izliyoruz, gıkımız çıkmıyor. Ne diyelim, hak ettiğimizi yaşıyoruz! Öyleyse sinemamız nasıl güçlenir? Çok boyutlu... Sektörün güçlü kalması, ana akım filmlerin cazibesini yitirmemesi lazım. Ayrıca alternatif işlerin teşvik edilmesi lazım. Bunu derken sponsordan, fondan söz etmiyorum. Butik yapım şirketleri, kolektifler idealist bir tavır sergileyebilir. Ama bana kalırsa hepsinden öte bilinçli seyircinin artması lazım. Sinemayı sanat kılmanın yolu alıcısını da müşteri kimliğiyle sınırlamamaktan geçiyor. Bilinçli seyirci kimdir, ne yer ne içer derseniz şunu derim. Evvela seyirci sinemaya âşık olmayacak! Sinema çok da âşık olunacak bir şey değil! Aynı mantıkla elmaya da âşık olabilirsiniz. Elmanın bizi sevmeme ihtimalini değerli şairimiz Nazım Hikmet belirtmiş. Sinema da seyircisini sevmez, bir noktadan sonra kazancına ve etki alanına bakar, niyeti neyse onun karşılığını arar. Onun ötesinde festival sinemasını artık taşlamak gerek. Festivalleri değil ama festival sinemasını... Birbirinin aynı birey bunalımlarını inciğine cıncığına dek işleyip tüketmiş festival filmlerini... Ek olarak sinema yazınının da bereketlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ben bu kitabı kendimce bir söz söylemek için yazdım. Kendince söylenen sözlerin bloglardan taşması gerektiğini savunuyorum. Kitabın şu ana dek sektör içinden aldığı geri dönütleri de içererek sonraki çalışmalarınız hakkında bilgi verebilir misiniz? Türk Sinemasında Yol Ayrımı’nın çok fazla sattığını sanmıyorum. Rakamlar ortada değil ama kitaplar ortada! Bin adet basıldı, yarısını zaten evimde muhafaza ediyorum. Nuri


Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı filminde Sinan karakteri var. Sinan ilk kitabını kendi imkânlarıyla bastırıyor, onun acısını çekiyor. Ben de bir yönüyle onun acısına ortak oldum diyebilirim. Ziyanı yok, acı çekeceğiz! Acı duymak bir tepki değil mi? Tepkimizi vereceğiz. Uysal koyun olmaktansa acı çekmeyi yeğlerim. Ama gönül bu, ferman dinlemiyor! Gönül istiyor ki kitabın hiç değilse ön sözü daha çok tartışılsın. Bir ihtiras falan taşımıyorum, çok okunur, çok tartışılır gibi büyük beklentilere de kapılmadım. Fakat bu önsözün hiç dikkat çekmeyişi egomu biraz yaraladı. Sizin dikkatinizi çekti. Evvelinde Kaan Arslanoğlu ve Mehmet Akkaya yazdılar. Meslekleri, ilgileri sinema olmamasına rağmen yazdılar ve anlamaya çalıştılar. Bu vesileyle onlara da teşekkür edeyim. Ancak sinema cephesi hiç ses vermedi. Büyük ihtimalle kimsenin haberi olmadı böyle bir kitaptan yahut haberdar olanlar da ciddiye almadı. Umarım gerçekleştirdiğimiz bu ilk röportaj sinema cephesinden de birkaç kişiye ulaşır. Bundan sonrasına dair ise şunu söyleyeyim. Yazılmayı bekleyen bir yüksek lisans tezi var, ona yoğunlaşacağım. Yeni bir kitap çıkarır mıyım? İnanın hiç bilmiyorum!

Zaman ayırdığınız için çok teşekkürler.

Soruların özenle hazırlandığını gördüm. Emeğinize ve ilginize çok teşekkür ederim. Onur Keşaplı

39


40

Ayrılanlar İçin Batuhan Suiçmez

Sayılı günlerim, sayılı. Gideceğim buralardan; gezmeye alıştığım sokaklar, her sabah beklediğim güneş, hatta bu seğirten gökyüzü bile yerli yerinde duracak. Gideceğim buralardan.


41

Gideceğim, dostlar, gideceğim. Bana dair bir şey kalmayacak; ihtimâl arkadaşlar adımı anacak ama özlem duymayacaklar. Gideceğim, sırf bu yüzden, sanki hiç gelmemiş gibi buraya. 06.02.2018 İstanbul *** Görsel: Sokak Lambalı Manzara (1958) – Paul Delvaux


42 Çelişkili Hayatlar İsmet Şengül

HAYATIN İÇİNDE, YAŞAMIN KIYISINA ÇELİŞKİLİ HAYATLAR. BÖLÜM - 1 Eğer yabancılaştırırsan kendini hayata, ilke edinirsen kendine, üst üste oturmuş dışlanmışlığın katmanlarını oluşturursun. Yani, varla yok arasında fosilleştirmektir kendini. Jeolojik katmanlara bağlı kalırsak, sürekli göz önünde olmak demektir. Daha iyi tabiriyle, yabancılaştırmak kendinde başlar kendinde biter.


Kötülüğünü bilerek kötü şeylerin tiryakisi olmak, istenmedikten sonra o tiryakilikten vaz geçirtme zorunluluğuna sürüklemez insanı. Güzel şeyler murat edenler güzelliklerle bezetirler dünyalarını. Yaşamın en yüksek kat sayısını oluşturanlar insanlığa büyük bir özveriyle hizmet edenlerdir. Sevgiyi aşkla taçlandıranlar, düşmanlığı bitirenlerdir. Sevgi sevdaya dönüşürse insanlığın ırmağında, kıyısı çerçeveler bu sevdanın tablosunu. Büyük bir çelişki olmamalı dır insanlığın toprağına verdiğimiz sevgi suyu. Çelişkiyle başlayan hayatlar, olumsuzluklar zinciriyle hem hal olur. O zincirdeki bir halka olup yada olmamak, taşır kişiyi belirsizliğin kumsalında amansız bir dalgaya, yada zamansız bir fırtınaya. BÖLÜM - 2 ÖZDEYİŞLERLE HAYATA BAKIŞ. 1.“Doğanın erdemidir verili olmak. Minnet ise yıkıma uğratandır insanın doğasını” 2.“İnsan bilip bilmediği çok şeyleri elde etmeyi murat eder, bilmez ki ölüm tenindeki bir tüy kadar yakındır kendisine can bilip candan içeriymiş gibicesine. 3.”Zamanın bizlere sunduklarına yergi ile söz edip isyan edeceğine, zamanın akışını kendilerince şekillendirip önümüze sunan o devrin insanlarına eleştiri oklarınla yönelt kendini”. 4.”Zaman ırmağına karışmış birer su damlacığı gibiyiz. Çağıl, çağıl akan kıyısında derelerin”. 5.”Gökyüzü bizden hiç esirgemedi yağmuru, ne güneşin izi, ne de ayın aydınlığı tenimizde hiç silinmedi”. 6.”Demir alır bu limanda bir gemi, yükü hüzün ve de keder, yolcusu gurbet yollarında sonsuzluğa göç eder”.

43


44 7.”Mükemmelliktir hata ve de kusurlarını bilip kabullenmek. Büyük bir erdemdir onları gizlememek. En kötüsüyse doymak bilmez hırsların ve isteklerin peşinde gitmek.” 8.”İlgin ve alakan dahilinde olmadığını düşündüğün işleri araştırma eğilimine yeltenme. Önce başarısızlık ve yenilgiyi getirir, sonrasında ise yarasız bir insan haline düşürür seni” 9.”Sizlerki uyumlu yolda yürümeyi şiar edinin, ne eksiksiz işler yapın, ne de aşırıcılığa yeltenin, ne de çaresizliklerinden çıkar sağlamaya çalışmayın insanların.” 10.”Zamanın getirdiklerine katlanmak kırbacındaki izi sonsuza dek taşımaktır”

zamanın

11.”İnsanca yaşamanın erdemini kendisiyle bütünleştirenler, mekan ve de zamanda duvara çizilenden fazlasını görüp, sunulandan fazlasıyla yaşar” 12.”Hırs, kin ve nefretin kölesidir. Birine beslediğn kin ve nefrette her zaman ölçülü ol ki, beklenmedik bir anda hırsın biter, nefretin geçer, işte o aşırılık mahçup etmesin seni”

BÖLÜM - 3 ÖZDEYİŞLERLE, AŞKA, SEVDAYA DAİR. “Sevdiğim iki gözüm – Seni gözden sakınırım. Canımsın hem de özüm – Seni tende sakınırım.”


45 1.”En doğru yol aşk sahibinin yoludur, aşka canını adayan ululardan uludur” 2.”Aşk olsun aşk ile gönül binasını kuranlara, fedakarlığın makamına eremeyenler aşkın gizli kudretini asla sezemezler, aşık olup aşka tutunmak en yüksek mertebedir.” 3.“Aşk cennete gitmeden cenneti aşkla yaşamaktır.” 4.”Aşkın sırrına eren kişi, o aşkın bostanındaki bir gonca gülü değişirmi sandın cennet bahçesindeki bir güle.” 5.”Aşkın badesini bir kez içenler o badeden elin çeker mi? Badeden el çekmeyenler ömrünü içmekle geçirse de gene kanar mı?” 6.”Gerçek aşık olan aşıklar, dünya nimetinde el çeker de sevgiliden el çekmez, ne kadar yansa da köze asla el aman dilemez.” 7.”Kıblesinde vaz geçmek değildir muradı, dünyasında vaz geçen Zahit’in.” 8.”Gerçek aşıklar kalbinin sızıyla zemheri sıcağında, zahmetini çeker de el aman demez, susuzlukta kırılsada aşksız gelen rahmete murat etmez.” 9.”Kanayan tenimdi dikenler ile şimdilerde gonca güle ulaştım.” 10.”Yusufun kuyusunda dara düşmüşken, diyarında, yâre ulaştım.”

yokluk

11.”Bağı bostan düzlükleri gezerken, Kerbela ya, gerçek dosta ulaştım.” 12.”Dört yana savrulan bir zerre iken, şimdilerde çoklaşıp gerçek aşka ulaştım.”


46

BÖLÜM - 4 YARIM ADIMDA BİTER, HER ÖMÜR. (1) Nice zamandır ki karşı kıyısındayım hayatın. Dalgalar amansız, gelgitler tutmuşken yollarımı. Bir dağ rüzgarının tınısında günlerim, eserken efil efil sarmalarken yalnızlığımı, Ömrüm bugünüme, bugünümse belirsizliğe gebe. Kim tutabilirki beni, düşmeden gözlerinin uçurumuna. Serseri bir mayına benzer yaşantım, bir çarpmaya görsün sensizliğin buz dağına. Yedi iklim dört mevsim bende son bulur. Bir daha çıkamam sensizliğin kıyısına. Göz kırpmadan sona erer, sana doğan günlerim. Bakışlarımda ölümün ürkekliği, Zindan gecelerimde esaretine tutuklu yüreğim. Belirsizliğin ufkunda , anlamını arayan hayat. Ve, Merhametin son bulduğu ölüm hücresindeyim. Pamuk ipliğine bağlı varlığımla yokluğumun, en zayıf noktasındayım.


47 Oysa ki, deryaları aşmışken bu deli ömrüm. Bir bardak suda boğulursa sakın şaşırmayın. Nefes bu, bir yudumda bitebileceğinin hesabını kim, nasıl yapabilir ki. (2) Sürüldüğüm şehrinde yıkıntılar arasındayım, Tutsak kalacağım belki de bin yıl, Ne diplomasi, ne siyasi, ne de politik. Sadece senin yasaların, senin kanunların yargılamadan asar beni. Hiçbir güç hükmedemez, değiştirilemez yapına. En kirli akşamlardan, en berrak şafaklara, Senin hükmün ulaştırır beni, yaşamın, dayanılamaz hafifliğine. Nasıl sevmem bendeki seni, eeeyyy, katlime ferman olan yar. Sen isyanım, sen diğer yanımsın. Aldığım her nefes sende saklı. Başlangıcım sen oldun, hayata dair, Bitişimde sen olmalısın, ölüme dair.


48

(3) Hep geç kalıyor ömrüm, Nazı yüzünden, misafiri olamadığım, kovulmuşlar şehrine. Seni sevmekten değil de, seni beklemekten, beklerken, özlemekten yoruldum. Hep zulamda taşıdım seni, celladın yolunda, geçerken ömrüm. Ne fermanım olup kırdın kalemimi, Nede merhametsizliğin kıldı bir karar. Mermi gibi süzüldün, binlerce namluda, insafsızca, bedenime. İçimi kavuran kurşunlar değildi, kan ile kanca gibi, sen, kanatırken yüreğimi. Bir umuttur deyip hep bekleyen ben oldum, ipin ucunda. sensiz yaşamaktansa bu aşkın lanetini, kurşunlara geleyim oyyy.


Sensizlik hüküm sürecekse dünyamda, topraklara dolayım oyyy, Biz zamana hükmedemeyiz, zaman, bizim hükümdarımızdır. Zamana dur diyemeyiz, bağır açık, yalın ayak Kaçınılmaz sona, bizleri koşturandır. Zaman, amansız dermanımsa dar boğazda. Her gelen gün yeni bir güne gebe. yeni günler ise sonsuzluğa. Her gün “Ya nasip!” deyip başalarken güne. Meğerse yaptığımız tek şey, sadece ve sadece el ense çektirmekmiş kendimizi hayata. Nasipten öte köy, ölümden öte yol bulunmazmış. Haktan gelen, Hakka gider bu gidişe sorgu sual olunmazmış. Peki ya nedir kulun kula zulmü, insanın insana laneti. Peki ya nedir bunca kin, bunca nefret, bunca düşmanlık. Sevgiye karşı sevgisizlik, dostluğa ihanet.

49


50

(4) İki dönemeç var önümüzde, bizler için ebedi değildir hiçbiri. Birinci dönemeç yarım adımlık ömrümüze. İkinci dönemeç ise kaçınılmaz sona götür bizleri. Ben seven, sen sevmeyen, ben kollayan, sen dışlayan. şeyi.

Ben paylaşan, sense sömüren, sana olan sevgimi ve her Eeeeeyyyy, sevdasına yandığım yar. Hüküm, senden gelir sevdama, boyun bükmekse benden. Ne Mecnun’un çölü, ne Kerem’in közü, ne de Ferhat’ın dağları un eden gürzü. sadece bir vızıltı kalırdı yanında, eğer bir görebilselerdi beni. BÖLÜM - 5 YAŞAMIN SAHNESİNDEKİ KESİTLER.

Diyeceğim o ki, ömrünün ilk sahnesi, son sahneyi. Son sahnesi de ilk sahneyi yabancılaştırır. Hayatının katmanlarının arasına gerçek anlamda değer katamazsan eğer. Sürecin her aşamasında üstleneceğin rol, ya yabancılaştırarak seni hayata; alır gider çıkmazın girdabına, ya da anlamlaştırarak hayatını, derin izler bıraktırarak, taşır seni güzel olan her şeyin sonsuzluğuna. Var oluş boyutunda, hafızalara kazınan yaşamlar, mana aleminde toplum için üstün değerlere ulaşıp anlamlaştırarak


kendilerini, toplum un nezdinde basite indirgenemeyecek şekilde değer kazanırlar. Bir yasanın eksiksiz ve faydalı oluşu getirilen sınırlamaların benimsenir ve eksiksiz oluşundan anlaşılır. Bir insanın hayatı boyunca kusursuz ve sevilir olması, ilke ve erdemleriyle, kararlılıkla yürüdüğü yolda, kat ettiği mesafenin her kilometre taşının biyolojik yapısıyla ölçütlendirilir. Yolun mesafesi değil nasıl yüründüğü baz alınır. Kendisiyle çelişen yaşamlar zaman ve mekan sınırları içinde, dalında düşen yaprak misali rüzgarın oyuncağı olmaktan daha ileriye taşıyamazlar kendilerini. Var olmanın ve varlığı diri kılmanın en büyük kaynağı üretkenlik ve paylaşımcılıktır. Her açıdan olanı mana kazanıp, varlık aleminde oluşturduğu her nesnel olguyu, nihayetinde kendini üretebilmesini sağlayan mucizevi bir yetenek kazanımını kendinde oluşturmasıdır. Esnek ve pratikte olmayan sıkıcı ve bunaltıcı olgularıda kendisinden uzaklaştırabilmek yeteneğinide buna ekleyebiliriz. İnsanlık için esirgenmeyen özveri, sadakat ve fedakarlıklar, büyük bir devinim içindeki sanatı oluşturur. Sanatı, mücadeleyle harmanlayıp bir bütün olarak değişim sağlanması, mücadeleyi verenler ve toplum açısında bir haz alma kaynağına dönüştürülebilir. Dolayısıyla, insanlar kendilerini ve toplumları değişebilir olarak görmeli ve de hissetmelidirler. Bunun içinde değişimleri yöneten yasaların sanatsal boyutuyla ve yönüyle anlaşılabilir şekilde buyur edilip benimsenmesi gerekir. İlgi ve alakalı değişikliklerin biçim ve nedenlerinide diyalektik materyalizm bize göstermektedir.

51


52

Üretmek değişim, değişim ise modern dünyada hızla yol almak demektir. Sınıf kavramını ortadan kaldırmaktır. Elde edilen köklü kazanımlar doğrultusunda var olmanın olgusunu kavramsallaştırmaktır. Dünyanın, değişebilirliği, kendi çelişkili ve karmaşık yapısından kaynaklanır. Nesneler, insanlar, olaylar bir değişim sürecinden geçerek aynı kalmazlar, farklılaştırırlar kendilerini. Geldikleri noktada bulundukları konum ve şu anki durumlarıyla, nesneler başka türlü olanını daha eskiyi ve de yeniyi, birbirine düşman olanları olmayanları tanımazmış gibi görünüp barındırırlar içlerinde. Biz insanlar, yarınlara dair kendi tarihi görev yükümlülüğümüzü fazlasıyla yerine getirme çabası içinde olmakla kendimize övünç kaynağımızı oluşturacak şekilde arenadaki yerimizi sıkıca almalıyız. Bütün olumsuzluk ve mevcut durumda olan risklere rağmen ezilen halkların ve sınıfların yapması gerekeni yapmadıkları için, kendi haklarını haklılıklarını savunmayıp ram ettikleri için, ve yerine getiremedikleri görevlerini yerine getirmek için, her daim hedefteki olmak zorundayız. “Mücadelenin en olmaz anında can vermek, namertçe, korkakça, ihanet içinde bulunup kaçmaktan evladır.” “Eğer yemin ve andımızı, mücadele ve kavgamızı terk etmek şartıyla cenneti bize sunsalar o cennet ki cehennemden daha beter cehennem olur bize.” 21.08.2018 İzmir *** Görsel: Mammal Habitat (2011) – Marcus Jansen


53


Fahriye Abla

54

Kemâl Hatipoğlu


55

Sen ne güzel kadındın, Fahriye Abla. Yok muydu her sabah balkona çıkıp Çıkıp da esneyişin, bir edayla? Bilmem, ben uyuyordum o sıra… Zaten sen de nemrut bir karıydın. Aman, eksin kalsın esneyişin, Başına çal edanı da… Tekirdağ, Haziran 2018 *** Görsel: Masadaki Genç Kadın (1887) - Henri de ToulouseLautrec


56

Sürgünden Mektuplar II* Bilgen Seven

16. Işığın eserisin fotonlar çiziyor şeklini. Kerli ferli durduğuna aldanma. Karanlıkta var mısın önce onu söyle. 17. Şimdi ışığa atla, bak gör nasıl uzaklara ne hızla gideceksin. Burada işin yok senin. Yaktığın ateşin dumanı peri bacalarından tütüyor. Öyle eğretisin işte. Tabağına döktüğün tuzun hülyasına dalıyorsun günler sürüyor çıkamıyorsun o hülyadan. Sonra sanıyorsun yıldız kapıları sana ardına kadar açık istediğin


zaman girip çıkabileceksin hatta orada sıkılırsan kapıyı çarpıp çıkacaksın. Toplu yanılgılarımızı anlıma dövme dövdürdüm kafanı kaldırıp okumadın. Şeşicar Beylere yazdığın vasiyet niyetine veda mektubunu buldum dün. İtirafından şehir sallandı. Tek cümle ömrüne bedel; “dünyalar bana sığdı ben dünyalara sığmıyorum”… 18. Bu sana son mektubumdur; Karahindiba üfürükçüsüne okuttum kendimi. Nazarın değmiş ondan kendimden geçmişim. Burada kaçacak yer yok senden bari arafta öte dur. Sen daha doğumunda kalmışsın haberin yok. Emerek başladık yaşamaya bu tarafta işte sen tam da oradasın, hala emiyorsun etrafına ne gelirse. Sağıp bitirip bir kenara atıp yenisini arıyorsun. İşte ben de onlardan biri oldum şimdi ve yaşamaya nereden başlayacağımı hiç bilemiyorum. Yazık ki sen de ben de hala aynı deli deli yanan yıldıza muhtacız. Ortaklığımız da hesabımız da daha bitmedi. Benden kaçıp yeraltı şehirlerine sığınasın olacağı günlerin özlemiyle elveda. 19. Gün boyu ışık içip geceleri gök deryasında yüzmek budur işte; Adem ile Havva’nın günahının tanığıyım, Adem ile Havva’nın günahıyım, benim suçum nerede? Ben niye demir parmaklıkların ardındaki mahzende parmaklıklar ardında çözülmez kilitlerin arkasında saklıyım? Ben elma yemeyi istemedim, bana bıraksalar yemeyecektim o cennetten çıkmayacaktım. O günahı işlemeyecektim. Şimdi zamandan ayrıyım mekanda yapışık. Söyleyin bir cennet elbisesi eksik dikilsin. Hüzün patırtılarında iç endişelerimi yamamaktan bıktım usandım artık. İsyanım yere

57


58

göğe sığmayacak birazdan. Sonra ayılıp durulanacağım. Kirim pasım döküldüğünde gümüş suyunda banyo yapıp çıkacağım parıltımdan gözler kamaşacak, dışımın renginden içimi kimse merak etmeyecek sürüp gideceğim. Ben ki devir daimin bir zerresi devir daim ne zaman biterse hesabı o zaman göreceğim. Bir süre çekip gitmiş olacağım araf durağında bekleyeceğim o kadar. İsyanın coşkusu içimi kanatıyor pansumandayım, beklemeyin, dönmeyeceğim.

20. Dünyanın engereğini boynuna geçirmişsin kolye sanıyorsun ya, sen eğlen dur, gez dolaş, engereği büyüt. Ben belime gökkuşağı sardım.

21. Kırmızı yağmur damlası, kanlı bıçaklı şehir savunması. Hiçbiri benim derdim değil ben göçüyorum kavimlerle birlikte. Şövalyelerin sandalyelerini dizeceğim masanın etrafına. Demirden ve siyah. Öyle ya zerdüşt ateşi doğurdu, ateş demiri kaynattı, şimdi dizilme sırasında hepsi. Yüzyıllar dönecek geçecek gelecek gidecek demiri eritip kalıplara dökmeye devam edeceksiniz. Hepsi bu.

22. Meğer şehir seni doğuracakmış ondan bulutlar inmiş üstüne ameliyat örtüsü olmuş. Bilmiyordum, girdim şehre bu sabah


destursuz. Seni verdiler kucağıma insan taifesinden. Şimdi ne yapacağımızı bilmiyorum kucağımda sen… 23. Ormandan kovulan rengârenk kuşlar hainlerin kara düşlerinin kara bulutlarından geçtiler kumsala vardılar. Buldukları bütün canlılardan birer parça kopardılar, rüzgara inat ona yol vermeden yollarına devam edip yitip gittiklerini sandılar ama renklerini bıraktılar…

24. Sonbahar bildiğin Eylül öbür kıtada ilkbahar. Sen eylül tutturup melodramında boğulurken öbür kıtada çiçekler açıyor buradaki sarılara nispetli. Ne varsa tersiyle makbulken sen hep iyi iyi diye niye tutturur oldun ki? Katil olmasa masumu kutlayacak mıydın? Masum olmasa katile tükürecek miydin? Kış olmasa yazın sıcaklayacak mıydın? Yaz olmasa kışın ürperecek miydin? İyiliğin kıymetini kötülükle bildin. Git şimdi Ehrimen’e de Hürmüz’e de ayrı ayrı af dilen öyle gel.

25. Yaprağı rüzgardan kadın kalkıp şöyle bir silkelenince uçuşuyor yaprakları. Kokusunu duyan kendinden geçiyor diye kahveye yatıyor geceleri. Altını yakıyor kahvenin sıcacık uyku derinden için için geliyor sarıyor. Aşka düşecek gözlerini çoktan denize attığından aklı da rahat fikri de.

59


60

Kanı damarından inadına tersten akan adam güvenli su diye bildiği yerde boğulacak diye gemiye atıyor kendini gece gündüz. Denizde olup denizden korunabilme derdine düşenin vay haline. Dokuz ayı unutturan hafızaya hiç yere lanet! 26. Tarlalardan çalınmış korkuluklardan kurduğum orkestranın konserine davet ediyorum bütün şehir halkını. Haydi, toplanın uydurma korkulukları yeterince alkışladınız, artık vakit gerçekle yüzleşme vaktidir. 27. Martılar tarlaya geldi tohumları çalmaya, şahitim. Büyülenmiş gibiydim aklıma yazdım olan biteni. Denizden ümidini kesti kuşlar. Sen daha acısını nerede duyacaksın? Martılar denizi terk etti tarlalara deniz, yeni ekilen tohumlara balık muamelesi yaptı. Yani olmasa da oluyormuş görüyorsun. Deniz olmasa da balık olmasa da martılar karınlarını doyurabiliyormuş. Sen tutturdun ya “sen” “sen” “sen” diye. İşte ben olmasam da oluyor. Sen olmasan oluyor biliyorum, yıllar yılı olmadın zaten. Diş biledim durmadan işte ondan ısırdığımda canın bu kadar yanıyor etin bu kadar kanıyor.

28. Karga ruhu olan tek kuşmuş ondan yüzyıl yaşamış duymuş muydun bunu? Sevimsiz bildiğin kara karga ermiş ondan övgü de yergi de birmiş gözünde, umursamazlığı da bundanmış.


Buda Gotama Şakyamuni’nin altında aydınladığı ağacın dallarında incir yemekle meşgulmüş ataları. O sırada olan olmuş Nirvana’dan bir ruh kopmuş kargaya geçmiş. O gün bugün olmuş kargalar ruhuyla çıkmış yumurtalarından. Şimdi evimi miras yazıyorum kargalara. Benden sonra onlar gelip oturacaklar. Ürpertinden kendine hırkalar ör şimdi lazım olacak. Bir ters bir düz yap, şişlerin birbirine sürterken çıkarttığı takırtı görüp göreceğin tek huzur parçası olacak. 29. Senin anlayacağın dil yazılmamış söylenmemiş dile gelmemiş daha. Bu yüzden anlamıyorsun derdimi anlatamıyorum derdimi. Senin anlayacağın dilin daha yeri yok burada. Yaz diyorum dilini, öğret bana, beraber çıkaralım kelimeleri diyorum kaçıyorsun. Ben benim anlayacağım dili yazıncaya kadar ne sözlükler devirdim. Hiçbiri derdime derman değildi. A’dan Z’ye kanırttı beni onların dili. Olmadı kendim oturdum kendi dilimi kurdum. Şimdi senin dilini kuracağız ama birbirimizi hiç anlamayacağız, hazırsan…

30. Gökyüzünde en yüksekten uçan kuş hanginizse o gelsin şimdi. Dualarımı yazdım ayağına bağlayacağım. Sürüdeki her bir kuş sıraya geçsin. Çocuklardan dua topladım onları da yazıp yazıp asacağım ayaklarına. En yükseklere uçup uçup götürsünler bakalım dualarımı.

61


62

Ömrümü altında uyuyarak geçirdiğim ağacın meyvesinin olgunlaşmasını bekliyorum öyle gideceğim buradan. Hayatı anlamlı kılan ölümmüş! Ne budalaca! Benim yaşamımı anlamlı kılan olmasını beklediğim meyve. Bir ömürde olgunlaşıyor ancak bu ağacın meyvesi. İyice sulansın iyice olgunlaşsın yiyip gideceğim. Şimdilik buradayım. Uykuya yatacağım kaç zaman sonra uyanacağım. Meyveyi koparacağım tadına varacağım. Ve elveda. Mezarımı ağacın gölgesine kazın. Benim ağacım bu. Daha başka meyve vermeyecek. Biz beraber kuruyup gideceğiz. 31. Sadece aynada karşılaşıyorum cismimle. Çekilince karşısından ne yapıyor bilmiyorum ben. Ara sıra kontrol etmeye gidiyorum aynaya geliyor bakıp gidiyor yine gideceği yere. Aynada görmesem arada sırada hiç tanıyamayacağım. Ya gelen ben değil bir başkasıysa aynaya? Yani ben beni görmeye gittiğimde bir başkası geliyorsa? Beni kandırıyorlarsa ne yapacağım? Ben cismime kavuşmuş ama cisminden bir haber mi dolaşacağım? Erleri erenleri, dervişleri bilmişleri, ermişleri, azizleri bir araya toplayın ancak onlar bilir benim bu halimin çaresini. Onlar der aynanın öbür tarafına geçip gerçekten gelenin ben olup olmadığını. Eğer ben isem gelen ona diyeceklerim var siz söyleyin ben söz geçiremiyorum. Ne zaman gelse benim taklidimi yapmaktan konuşamıyoruz. Ağzımı açıyorum o da açıyor delireceğim. Zaten şaşkın kalmaktan konuşamıyoruz ki. Bir kere oyun oynadılar benimle zaten. Karşılıklı iki duvarda karşılıklı asılmış iki aynanın karşısına geçtim. Güya ben akıllıyım ya bakalım denesin hangi taraftan gelecek dedim, yolunu bir şaşırtayım şunun dedim. Bir de ne göreyim sonsuz


sayıda gelmişler. Ayna aynada o ayna o aynada sonra yine ayna içinde aynada benden sonsuz. Anladım ki ben de sonsuzdum. Söyleyin ona yüz karası güzelliğini mi mühürletmek istiyormuş da gelip gelip durayım karşısına? Aşkın ak suyuna batırılmış kolyeleri boynuna geçirip geçirip parıltısına bakmaya geliyor, istiyor ki aynısından takayım boynuma geçeyim karşısına. Süsün derdine düşmüş aptal. Sen çıplak geldin çıplak gideceksin, beyaza sarılacaksın diye kendini temizlerden sanma. Adettir diye o. Kefenlenmeden çağırılsa münker ile nekir de sorulsa ona göre griye çalan, griden siyaha kaçan kefenler giydirilse yeridir. Sözümü sapıtıyor her defasında bakmasın öyle şaşkın şaşkın. Ne diyordum ben? Evet güzelliği yüz karası onun. Gelmiş geçecek haberi yok gibi duruyor. Geceden gündüze gündüzden geceye nasıl da koşuyor zaman farkında değil. Zamanı o tarafta küçük küçük kırpmışlar ondan çok geliyor ona saatler günler haftalar. Burada onun 360 günü bir gün sayılıyor. Yani hepi topu olmuş 37 günlük. Daha kırkı bile çıkmamış. Kaç gününün kaldığını ben bilemem ama hergün sabah akşam beni çağırmasın yeter. Ben burada böylece iyiyim. O paralarını sayıp dursun. Biraz daha kibirlense mezarını hergün sulayacak uşak tutacak yetmez gibi eteklerine takıp gezdiği mandallar. Şimdi gidip söyleyin ilişmesin bana, kim olduğunu cisminden bilmeye niyet edecek kadar aptala benim diyecek bir sözüm olmaz. Söylemiyorsam bilmesin diye değil hiç anlayamayacağından. Erene ermişe dervişe azize ne gerek, bilmek istiyorsa sussun dinlesin yeter. 32. Bebeğimi kucaklayacağım derken kendi bebekliğimi kucağıma

63


64

aldım, taşıdığım, süt verdiğim, hergün sevip okşadığım her akşam uyuttuğum ben oldum kucağımda. Yeniden büyüyorum doğuramadığım bebeğim sayesinde. Daha emeklemeye yeni başladım, aynı benim yine. Merak eder gibi görünüp şaşkın şaşkın bakan ama hep içine düşen ben. Beni yine ben yapacağım bu gidişle diye ayrılmaya karar verdim. Evlatlık vereceğim beni başkaları büyütsün ben istemiyorum. Vazgeçtim. *** Sürecek…


*Sürgünden Mektuplar dizisinin ilk bölümü için; http://www.azizmsanat.org/2018/10/01/surgunden-mektuplarbilgen-seven/ Görsel: Mavi Yelkenli Kırmızı Tekne (1907) – Odilon Redon

65


66


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.