Azizm Sanat E-Dergi Kasım 2018

Page 1


AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi 131. Sayı Yayın Kurulu Deniz Eren Onur Keşaplı Orçun Üzüm Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak Derinlik Jackson Pollock 1953 Arka Kapak Sonsuz Otoban III Bob Dylan 2016 Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com

www.azizmsanat.org


İÇİNDEKİLER

İçimizdeki Var Olma Mücadelesi: Naked Lunch Deniz Eren

Beat Kuşağı’nın İsyanı: Uluma Orçun Üzüm

4 8 19 27 36

Nefret İçerikli İçerik Yasemin Gül

Yönetmenin Yolu: On The Road Rasim Levent

Beat Kuşağı’nın Gerçeklikle Yüzleşmesi: Big Sur Onur Keşaplı

44 46

Ömrün Geçişi Batuhan Suiçmez

Editörden

50 52

Gizli Mehmet Rayman

Sürgünden Mektuplar III Bilgen Seven


4 EDİTÖRDEN Yarım asrı geride bırakan 68 Kuşağı’nı, pek çokları gibi bizler de Azizm sayfalarında, hazırladığımız dosya ve fazlasıyla yıl boyunca elimizden geldiğince hatırlamaya ve mirasını geleceğe taşımaya çalıştık. Bu bağlamda her ne kadar 68 Kuşağı tabirinin evrensel bir karşılığı olsa da bölgesel olarak büyük farklılıklar taşıdığını hatırlamakta fayda var. Nasıl ki Gezi ve Haziran Direnişi, biçim olarak büyük benzerlikler taşımasına rağmen Tahrir Meydanı, Arap Baharı ve Occupy Wall Street başkaldırılarıyla içerik olarak ayrışıyorsa, 68’in Latin Amerika’ya, Çinhindi’ne, Avrupa’ya, Amerika’ya veya ülkemize aynı şekilde sirayet ettiğini söylemek yanlış. Hatta çoğu zaman “Batı” olarak tektipleştirilen zihniyetin büyük kentleri olarak Paris’teki 68 ile Prag’taki 68’in birbirlerine zıt konumlandığını hatırlamak gerek. Hal böyle olunca Kıta Avrupası ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki 68 Kuşağı ve eylemlerinin, nedensonuç ilişkilerinden kopartılarak, bir bütün olarak “çiçek çocuk” karikatürü halinde dünyaya sunulması tarihi bir hataya dönüşüyor. Antiemperyalizm, ulusal bağımsızlık ve Aydınlanma çağrısıyla köktenci tavır eşliğinde ortaklaşan Asya, Afrika, Latin Amerika ve Türkiye ile gündelik yaşamdaki muhafazakârlığa karşı mevzi kazanmak ile savaş karşıtlığı arasında seyreden Batı 68’inin farkı, ABD 68’ine ayrıca göz atmayı gerektiriyor. Zira Paris ve Berlin 68’lerinin radikalliğine dair dile getirilen pek çok olgu yanında ABD 68’inin hiç de gerilerinde kalmadığı görülüyor. Kapitalizmin, tüketim toplumunun ve NATO’nun kalbinde, fazlasıyla radikal bir seyir izleyen 1960’lar, sosyalistlerin, Siyahların, Yerlilerin, kadınların, eşcinsellerin ve hepsini kapsayacak şekilde gençlerin başkaldırısına sahne olurken, devrimden ziyade reform bağlamında pek çok kazanımın elde edildiği, küresel hegemonyaya kendi topraklarında korku dolu


günler yaşatıldığı bir dönem. Farklı disiplinlerden pek çok kült sanatçının da desteklediği veyahut bizzat içinde yer aldığı başkaldırılarda ABD muhafazakârlığının hem ekonomik hem kültürel anlamda onarılamaz yaralar aldığı da keza aynı şekilde görmezden gelinebiliyor. Kapitalizmin 1929’da yaşadığı büyük ekonomik kriz ile 2. Dünya Savaşı yıllarının yarattığı çok yönlü yıkım, ABD’nin içe dönük hegemonyasını kâğıttan kaplan haline getirirken dönemin genç entelektüelleri, New York’ta filizlenen ve ülkeyi Atlantik’ten Pasifik’e süratle kat eden, toy ancak olgun bir tavırla, uçlarda gezinen radikal söylemlerini usulca dile getiren, yeni bir düşünce yapısını ortaya koydular. Sonrasında Hippileri, çiçek çocukları, 68 Kuşağını ve takip eden kuşakların tamamını az ya da çok etkilemeyi başaran Beat Kuşağı, tutuculuğa, basmakalıp yargılara, sistemin bireyi tüketirken tektipleştiren değerlerine başkaldırırken, varoluşçuluk ve zen ile felsefi temellerini örmekteydi. Yer yer hiçliğe kaymasına rağmen, yeraltında devinen sesleri yeryüzüne taşıyarak başka bir gerçeklik sürümünü ortaya koyarak kalıcı bir etki bırakan Beat Kuşağı’nın en ilgi çekici özelliği ise burada kaleme aldığımız büyük söylevlerin hiçbirini planlamadıkları gibi amaçlamamış oldukları gerçeğidir. Doğaçlamanın belirlediği yazı dili ile yol/ yolculuk motiflerinin tetiklediği değişken/dönüşümcü ruh halinin biçimlendirmesiyle soyut hudutlarına kavuşan Beat Kuşağı ya da Beatnickler, ABD ile Hindistan’ı, Fas ile Avrupa’yı, o dönem için özgün bir varoluşçuluk başkaldırısının zindeliğinde paydaş hale getiriyordu. Ancak ilerleyen yıllarda ve özellikle 1990 sonrasının tek kutuplu serbest piyasa ekonomisinin zafer ilanıyla birlikte pek çok alt kültürün başına geldiği gibi Beat Kuşağı da dışsal, yapay bir sömürünün hedefi halini aldı. Akımın tetiklediği ve doğumunu izlediği pek çok kazanım ve ruhsal dışavurum yerini popülist, salt hazcı ve seks-uyuşturucu-içki üçlemesinden öte bir değer sunamayan bir atığa bıraktı. Kaba

5


6 tabirle işin cılkının çıkmasında Beat Kuşağı’nın temelinde yatan

söylem ve eylemlerin ne denli payı var tartışılır zira söz konusu atıklar dönemin tutuculuğuna karşı mızrak görevi görüyor ve surda gedikler açıyordu ancak Beat’in bütünlüklü ve gaye sahibi bir akım/hareket olmamasından doğan kimi çürüme emareleri yüzünden kuşağı suçlamak ne kadar yanlışsa Beat’i masumane bir kılıfa sokmak da bir o kadar yanlış. Azizm Sanat E-Dergi’nin 131. sayısında Beat Kuşağı’na eğilirken söz konusu tartışmada son sözü söylemek gibi bir iddia taşımıyoruz. Yine de okurlarımızın fikir ve olası çıkarım sağlayabilmeleri konusunda elimizden geldiğince eleştirel bir dosya hazırlamaya çalıştık. 68 Kuşağı’nın 50. yılını kutlarken, 68’de izleri yadsınamayacak öncü Beat Kuşağı’na odaklandığımız dosyamızın daha çok akımın özünü oluşturan kitapların sinema uyarlamaları ve arınık olmaktan uzak günümüz yer üstünü kirletmekten ziyade çeşitlendiren yeraltı çıkışlı edebi pasajlar ile şiirlerden oluştuğunu fark ettik. Azizm’den köşeleriyle ay boyunca özellikle müzikal açıdan zenginleştirmeyi ümit ettiğimiz Beat Kuşağı dosyamızı tecrübe ederken, dergimizin sayfalarında akımın özünü oluşturan kalemlerin yapıtlarına yönelik sinemasal bir yolculuk yapma imkânı yer alıyor. Beat’in üç büyüklerinden William Burroughs imzalı uçuk kaçık Naked Lunch’un kült yönetmen David Cronenberg tarafından hakkıyla sinemaya uyarlanması saçmanın estetiğini sahnelerken Allen Ginsberg’in manifesto ve fazlasını içeren, serbest çağrışımlı modern destanı Uluma’nın belgesel, deneysel, canlandırma üçgenini tamamlayan Rob Epstein ve Jeffrey Friedman imzalı uyarlaması ayaklarımızı yerden keserken yere basmamızı da sağlıyor. Ve elbette Beatnicklerin Kralı olarak da nitelendirilen Jack Kerouac’tan, şimdilerde küresel bir fenomene dönüşen yolculuk eylemini tetikleyen biricik roman Yolda’nın Walter Salles imzalı uyarlaması ile yine Kerouac’ın kaleme aldığı ancak Yolda’nın temsil ettiği pek çok yüksek duygu durumunun tersine


tekabül eden Big Sur’un, öz yaşam öyküsel dokusunu koruyan Michael Polish yönetimindeki uyarlaması kuşağa farklı açılardan yaklaşmamızı sağlıyor.

68’in renkli yelpazesini çürümeden korumak adına,

Sanatla kalın dostlar.

Azizm’in Notu: UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girişinin 20. yılı vesilesiyle 2018 boyunca pek çok kültürel ve sanatsal etkinlikle onurlandırılan “Troya”nın dosya konusu olarak işleneceği, Aralık 2018 tarihli Azizm Sanat E-Dergi’nin 132. sayısı için, dosya konusu başta olmak üzere dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 3 Aralık tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.

7


8

İçimizdeki Var Olma Mücadelesi: Naked Lunch Deniz Eren

İnsan hayatı boyunca ergin bir birey olabilmek için yaşar. Ergin bir birey olmak sadece aklımızı kullanabilme durumundan ibaret değildir. Yaşadığımız kültürün bize dayattırdıkları ve toplumun en küçük yapı taşı olan aileden öğrendiklerimiz bizi görünmeyen sınırlar içerisine alır ve bu durum özgürlüğün en basit noktası olan ergin olabilme durumundan uzaklaşmamızı sağlar. Sadece kararlılık ve cesaret gösteren insanlarda ergin olabilme durumu aranmalıdır. Oysaki “Aydınlanma” kavramı için sadece özgür olmak yeterlidir. Aklı her yönüyle kullanma ve bunu geniş kitlelere duyurma çabası 18. yüzyıla dayanır ancak ne yazık ki 21. yüzyılda yaşayan bizler her yönüyle ve her anlamda aklı kullanabilme yetisine sahip değiliz. Bu duruma içerisinde bulunduğumuz toplumun salt çoğunluğunu örnek vermek doğru olacaktır.


Aydınlanma’nın hemen ardından 19. yüzyılda doğan ve aydınlanma felsefesinin çocuğu sayılabilecek “varoluşçuluk” kavramının izlerine rastlıyoruz. En basit örneğiyle varoluşçuluk kavramı “biz neyiz” ve “bir birey olarak var olmamızın asıl amacı nedir” gibi sorularla açıklanmaya çalışılsa da bu sorular varoluşçuluk kavramı için yeterli bir açıklama değildir çünkü bu sorulara yanıt bulunsa bile varoluşçu felsefenin çok geniş bir yelpazesi vardır. Sartre için varoluşçuluk “özden önce gelir” yani insan önce var olur ve daha sonra kendini aramaya, bulmaya başlar. En basit yorumlamayla insan, olması gereken şeydir yani insan olabilme durumudur. Akımların asıl doğuş sebebinin de var olma mücadelesinden kaynaklandığını söylemek mümkün. Çıkış olarak 19. yüzyıla dayandırılsa da insanlığın ilk yıllarından itibaren varoluş meselesinin hayatımızın tam ortasında olduğunu belirtmemiz doğru olacaktır. Diğer felsefi akımlara göre varoluşçu felsefeyi ayırt etmemiz hem biçim hem de biçem bakımından oldukça kolaydır. Şöyle ki psikolojinin varoluşçularından Maslow’un beş temel ihtiyaçlar hiyerarşisi fizyolojik ihtiyaçlar, güvenlik ihtiyacı, ait olma ve sevgi ihtiyacı, saygı ihtiyacı ve kendini gerçekleştirme ihtiyacı bu durumu kanıtlar nitelikte. Bu yazıda Maslow’un “kendini gerçekleştirme” teorisinden yola çıkarak David Cronenberg yönetimindeki Naked Lunch adlı filmi yazmaya çalışacağız. Ama ondan önce kendini gerçekleştirme teorisine göz atmakta fayda var.

9


10

Ergin bir birey olmanın en önemli koşullarından biri kendini gerçekleştirebilme durumudur. Her insanın yaşam döngüsü kendini gerçekleştirebilme durumuna bağlıdır. Hayatımızı bir tablo olarak düşünecek olursak o tabloya resmi çizecek olan biziz ve bu tabloda kullandığımız renkler ise kendimizi ifade etme şeklimizdir. Bu hayatta istek, arzularımızı gerçekleştirebildiğimizin yanı sıra hayallerimizi gerçekleştirebildiğimiz ve kendimizi etrafa kanıtlayabildiğimiz kadar varız. Kişiden kişiye değişiyor olsa da kendimizi ifade etmenin en iyi yolu hayallerimizi gerçek hayata döktüğümüzde başlar. Hayaller, boyutuna göre bir dalga etkisi yaratır ve etrafımızdaki kişileri içerisine alır, kimi zaman ise daha da büyür ve dünyanın konuştuğu bir durum haline gelir. Bu duruma verilebilecek en iyi örneklerden biri, yabancılaşma, özgürleşme, cinsellik, uyuşturucu gibi kelimeleri tanımlayan Beat Kuşağı‘dır. Beat Kuşağı, Jack Kerouac, Allen Ginsberg ve William Burroughs başta olmak üzere edebiyatla ilgilenen yazar ve şairlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkmıştır. İlk olarak New York’ta ortaya çıkan topluluk bir süre sonra dünyada ilgi odağı olmuş ve edebi metinler dışında sinema ve müzik alanına da girmiştir. Alışıldık yaşam biçimine karşı muhalif bir duruş sergileyen Beat Kuşağı özellikle genç kitle üzerinde büyük etki yaratmıştır. 1950’li ve 1960’lı yıllarda büyük bir patlama yaşayan Beat Kuşağı, “hippi” olarak adlandırılan gençlerle yakından ilgilidir. İdeolojiler yok olurken mülkiyetsizlik-aidiyetsizlik gibi değerleri hayatlarının merkezine koyan Beat Kuşağı’nın amacı kendilerini nesilden nesile aktararak “yaşam coşkusu” olarak vücut bulmaktı. Bu durumu ne kadar gerçekleştirebildikleri tartışma konusu olsa da “60’ların Londra’sı, underground kültürün başkentiydi, burada oluşturulan kültürün New York’taki Beat çılgınlığıyla birleşmesi dünyayı değiştirdi. Bu kuşaktaki arayışın merkezinde ilk insandan bu yana nesilden


nesile aktarılan trajediler, öyküler, acılar, travmalar vardır.” 1960’lı yıllarda karşımıza çıkan The Doors, Bob Dylan, The Rolling Stones, The Beatles, Pink Floyd müzik grupları Beat Kuşağı’nda deneysel müziğin temsilcisi olarak karşımıza çıktılar. Özellikle yabancılaşma, özgürlük, aidiyet sorunu gibi kelimelerin tanımını müziklerinde iyi bir şekilde yedirerek anlatan bu gruplar bir yandan dışa vurumun temsili haline geldi. Bu yüzden günümüzde topluma karşı yabancılaştığımızı hissettiğimizde ve bir nefes alma gereksinimi duyduğumuzda Beat Kuşağı gruplarını dinleyerek rahatlıyoruz. İşin özüne baktığımızda kendini gerçekleştirebilme durumuyla ilk başta küçük bir grup olarak ortaya çıkan bu kuşağın hayalleri zamanla dalga etkisi yaratarak kitlelerin etkilendiği bir durum halini almıştır. Kerouac’ın Yolda adlı kitabıyla kendilerini dünyaya duyuran topluluk, Ginsberg’in Uluma şiirini ise manifesto olarak kabul etti. Kimi kesimin oldukça tehlikeli olarak gördüğü bu topluluğa sansür uygulamaya çalışsalar da başarılı olamadılar. Temellerinde yatan var olma mücadelesiyle yola çıkan grup kendilerinin deyişiyle üretmekten ve yola çıkmaktan asla vazgeçmedi. Edebiyat, müzik ve felsefeyi etkisi altına alan Beat Kuşağı’nın izlerini sinemada da görmek mümkün. Doğrudan Beat Kuşağı’nı anlatan filmleri sıralamak istediğimizde Naked Lunch (Müthiş Yemek) filmini saymazsak liste eksik kalır. Kanada, İngiltere, Japonya ortak yapımı olan filmin yönetmenliğini kariyerine 1960’lı yılların ortasında başlayan David Cronenberg yapıyor. Kanadalı sinemacının filmografisini incelediğimizde kariyerinin ilk yarısında bedensel korkuya yönelik filmler yaptığını görmekteyiz. Korku, psikoloji ve bedensel deformasyonu bilim kurgu/korku şeklinde izleyicisine sunan yönetmen kariyerinin ikinci yarısında ise psikolojik deformasyon ve kimlik kargaşası üzerine filmler çekmiştir. Döneminin kült yönetmenlerinden olan David Cronenberg

11


12 korku türünün bir alt türü olan bedensel korku diyebileceğimiz bir akımın öncüsü olmuştur. Bedensel korku türüyle azınlık bir gruba hitap eden yönetmenin geniş kitlelere anlatmak istediği yarı biyolojik gelişmeler, makineleşme, teknoloji gibi insan kaynaklı gelişmelerin yine insan kaynaklı tehlikelere yol açacak olmasıydı. Bu durumun insanlarda “bedensel olarak bambaşka bir varlığa dönüştürmesini anlatırken, yarattığı her sahnenin arkasına bir anlam gizleyerek filmlerinin üzerinde düşünülmesini sağlamaktadır. Bu bağlamda her zaman sözünü ettiği ve savunduğu New Flesh (Yeni Beden) kavramını geniş kitlelere ulaştırmaktadır.” Yönetmenin 2002 yılında çekmiş olduğu Spider filmiyle ise kariyerinin ikinci yarısı başlamış oldu. Spider filmiyle ana akım sinemanın etkisi altına girerek adını daha geniş kitlelere duyuran Cronenberg, bu filminde bedensel korkunun yerini şiddet, kimlik kargaşası ve psikolojik deformasyon aldı.


Cronenberg’in çekmiş olduğu en iyi filmlerinden biri olan 1991 yapımı Naked Lunch yukarıda bahsetmiş olduğum bedensel deformasyonu bilim kurgu türüyle harmanlayarak izleyicisine sunmuştur. William S. Burroughs’un Naked Lunch isimli romanından uyarlanan film Beat Kuşağı ruhunun izleyiciye tipik bir şekilde aktaran bir Cronenberg filmidir.

Film, yazar olmak isteyen ama böcek ilaçlayıcılığı yaparak yaşamını sürdüren Bill karakterinin etrafında dönüyor. Tekdüze bir yaşam süren Bill’in hayatı, karısı Joan’ın bir böcek ilacı bağımlısı olduğunu öğrenmesiyle kırılma yaşıyor ve o andan itibaren karısına ayak uyduran Bill’e sürreal dünyanın kapıları açılıyor.

13


14

Romanı okumamış bile olsanız filmi izlediğinizde yönetmenin romandan tamamen uzaklaşarak izleyicisini kendi karanlık evrenine konuk ettiğinin farkına varıyorsunuz. Filmin en başında verilen “Hiçbir şey doğru değil. Her şey serbest. / Hasan Sabbah“ ile “Dünyanın tüm fahişeleri altından kalkamayacağınız tek damga var. Oda içinizdeki damga. / William S. Burroughs” alıntıları ile yönetmen, bilmediğimiz bir dünyaya adım atacağımızın sinyalini izleyicisine önceden veriyor. Bill’in uyuşturucuyla tanıştıktan sonra kendisini dev böceklerin, konuşan hareket eden daktiloların hatta dev böceklerin yönetiminde olan Interzone teşkilatının ajanı olarak görmeye ve teşkilatın kendisine verdiği görevleri yapmaya başlar. Halüsinasyon ve sanrıların bol olduğu bu üst kurmacada teşkilatın verdiği ilk görev Joan’ı öldürmektir. Bilinç ve bilinç dışı arasında bir atmosferde geçen filmde Joan’ın ölümü birçok sahnede karşımıza çıkmaktadır. Bu durumla adeta izleyicisinin zihniyle oynayan yönetmen gözlemci bakış açısını da kullanmasıyla izleyicisini filmde tutmayı başarmıştır.


15

Gerçek hayata dönüldüğünde ise kaza sonucu öldürdüğü karısına karşı pişman olduğunu hissediyor gibi olsak ta yazar arkadaşlarından birinin “kaza diye bir şey yoktur Bill” demesi ve dev böceklerinde Bill’i bu duruma inandırmaları başkarakterimizin pişmanlığının kısa sürmesine neden olmuştur. “Resim yapabilir, çizebilir yâda yazabilirsin değil mi? Sonra onu birilerine aktarırsın ne dediğini okurlar ve hissettiklerini hissederler. Onlarla arandaki tek bağlantı budur. Yani tekrar yazamazsın, tekrar yazmak aldatmak ve yalan söylemektir. Kendi düşüncelerine ihanet etmiş olursun. Kelimelerin akışıyla, ritmiyle, ahengiyle oynamak bir ihanettir.” Repliği filmdeki ana motifi oluşturuyor.


16

Naked Lunch’ta olan tüm gerçek üstü olayları çıkartsak bile film tek başına yazma eylemi etrafında dönüyor. Bill’in iç dünyasına girdiğimizde bir varoluş savaşı verdiğini görmekteyiz. Hayali bir yazar olmakken geçinebilmek adına birçok meslek dalında çalıştığını duyuyoruz ve en son bizim gördüğümüz böcek ilaçlayıcılığı mesleği hayallerine kavuşmasının bir dışavurumunu oluşturuyor. Devamlı birilerinin söylediğini yapan Bill hayallerini gerçekleştirmeye çalışırken bile ergin bir birey olamıyor maalesef. Bu durum bizlere 27 yıl öncede durumun şimdiki gibi olduğunu ve bir değişim olmadığını bizlere gösteriyor. Aynı zamanda yazma eyleminin zor ve tehlikeli bir süreç olduğuna vurgu yapan Naked Lunch, bu anlamda Bill’in içimizden biri olduğunu da bize gösteriyor. Ergin bir birey olamayan Bill’in uyuşturucu kullanmaya başladıktan sonra yazar olabilmek için kitap yazmaya başlaması ve her karakterin kendi içerisinde bir yaşantısının bulunmasıyla yönetmen Cronenberg izleyiciye ters köşe yaparak Bill’in yazdığı romanı izleyiciye göstermeye çalışmış olabilir.


17

Daktiloların Bill yazdıkça cinsel haz duyması, dev böceklerin karısının kendisini yakın arkadaşları Hank ve Martin’le aldattığını fısıldamasıyla filmde cinsellik üst düzeyde yansıtılmıştır. Uyuşturucu, cinsellik ve edebiyatın birleşimiyle, yönetmenin vazgeçilmezi dönüşüm-değişim sahnelerinin birleşimi izleyici üzerinde büyük bir etki bıraktığını söyleyebiliriz. Peter Weller(Bill) ve Judy Davis(Joan)’in oyunculukları göz doldursa da kamera arkasındaki sanat ekibi, kurgu, görüntü ve ses ekibinin oyunculukları sollayarak öne geçtiğini görüyoruz. Özellikle değişim ve dönüşüm sahnelerinde 1960’lı yıllarda halüsinasyon gördüren uyuşturucuların etkisi altında yapılan rock müzik türü olarak ortaya çıkan psychedelic rock (saykodelilik rock) nokta atışı yapılarak oldukça etkili bir biçimde kullanılmıştır. Genie Ödülleri’nde en başarılı ses kurgusu, en iyi film, en başarılı sanat yönetimi ve en iyi senaryo ödülünü alan Naked Lunch, ABD Uluslararası Film Eleştirmenleri Derneği’nin düzenlemiş olduğu ödül töreninde en iyi yönetmen ve en iyi senaryo ödülünün sahibi olmuştur.


18

Kaynakça - listekitap.com Yeni Başlayanlar İçin Beat Kuşağı - Gökçe Türkkan - www.maroon.com.tr


Yönetmenin Yolu: On The Road Rasim Levent ‘’Bir yere mi gidiyorsun, yoksa sadece gidiyor musun?’’ On The Road, Jack Kerouac’ın aynı adlı romanından esinlenen Walter Salles’in 2012’de çektiği bir Beat Kuşağı portresi. İkinci Dünya Harbi sonrası, apolitikleşmiş dünya milletlerinin kişileri, bir uçtan bir uca kutuplara çekilerek, komünizm ve kapitalizm gölgesi altına girdiler. Kazanmak, daha çok kazanmak ve en iyisi olmak isteyen gururlu ve açgözlü kimseler olmak yerine, yaşamı bilinmez bir ufuk çizgisinin altına bakmak, gökkuşağının altındaki altın madenlerine ulaşmak gibi, hayalperest ve vurdumduymaz bir bakış açısıyla ele aldılar.

19


20 On the Road; başkaldırı, isyan, maceraperest bir filmin anlatısı olarak algılanabilir, bu da kitabın öğretisinden dolayı ilk akla gelen şey olacaktır. Oysa film, böyle bir kitap yazılmamış olsaydı ya da biz Beat Kuşağı nedir bilmeseydik, başrol Dean’in (Garrett Hedlund) etrafında gelişen bir olaylar silsilesi olarak hatrımızda kalabilirdi. Walles’ın özeleştirisi de bu yöndeydi, kitaptaki tutkuyu ve ruhun tam olarak beyazperdeye yansıtılamayacağını, bunun denenmesi halinde zor ve yorucu bir film ortaya çıkacağından endişelendiğini söylüyor. Bu nedenle dönemin estetiği renk ve dekor olarak çok iyi yansıtılsa da, aynı başarı kuşağın içinde bulunduğu atmosfer izleyiciye aktarmakta gösterilememiş. Yol, ölümle başlayan, ölümün başlattığı bir yol hikâyesi. Sal’ın babasını kaybetmesiyle, yeni bir arayış ve sorgulama dönemine girdiği bir tünel. Oysa Beat Kuşağı sırtını siyasi, toplumsal ve varoluşçu bir tartışmalar bütününe dayıyor, buradan hareketle ortaya çıkıyor ve besleniyordu. Bu fikrin oluşmasına sebep ise Salles’ın doğrudan kendi kafasındakileri aktarıp; ‘’Bakın ben bir şey, bir hayat tarzını anlatmak istiyorum. Bunlar böyledir’’ der gibi bir hava içerisinde yansıtması. Bu durumu böyle göstermek yerine, gerçeğe iyice yaslayarak, kitabın izinden giderek, görsel sanatta da aynı dikkati çekmek şansı böylece yitirilmiş oldu. Sal’ın annesinin oğlunun çizdiği yola ve arkadaşlarına gösterdiği tepki, toplumun ve devletin kuşağın temsilcilerine baktığı bakışla aynı çizgide ilerliyor. Konuşmuyor, tepki göstermiyor, kızmıyor. Sadece bakışlarıyla ve mimikleriyle oğlunun yanlış bir yolda olduğunun farkına varmasını istiyor gibi. Sal çantasını hazırlayıp yola çıkarken annesine yapılan kesme hareketi de, yapılan işin ne kadar hoyratça ve üzücü olduğunu bize anlatmak ister gibi.


21

Olay örgüsü; Sal’ın bakışından Dean’ın etrafında toparlanmış. Sal’ın dediği gibi, Dean hayatın içinde yetişmiş, ondan öğrenilecek çok şey var. Tanışmaları ortak bir arkadaşlarının vasıtasıyla oluyor ve hızlı ve köklü bir dostluk geliştiriyorlar. Bu kertede dikkat çeken şey ise, Dean kız arkadaşına (Marylou) kuvvetli bir sevgi hissetmiyor, ya da sevgisinin boyutu bizim tahmin edemeyeceğimiz bir formda. Çünkü ilk tanışma faslında Sal ve Marylou arasında geçen yakınlaşma Dean için gayet normal. Fakat diğer karakterler ya da yolda karşılaşılan insanlar için Marylou aynı bakışlara ya da tavırlara sahip değil. İşte burada üzerinde düşünülmesi gereken noktada bu.


Her türlü sınırı aşıp içsel bir savaş başlatan karakterler,

22 estetik sınırlarını aşmamış olacaklar ki, yalnızca belli bir

güzellik düzeyinde ya da konumda olan kişilere karşı perdelerini indiriyorlar. Karakterleri canlandıran oyuncuların özellikle çok güzel ve çok yakışıklı oyunculardan seçilmesi, yönetmenin kurduğu dünyanın Hollywood’un popüler çapından büyük olmadığını gösteriyor. Galatea ve Ed ise başrollerin güzelliğini ve harikalıklarını ön plana çıkaracak çirkin ve biçimsiz vücutlu B sınıfı tipler. Bunlar birer tip olsalar da, yansıttıkları insan özellikleri bayağılaşmış ve sıradan aile formunu kötülemek ve kötü özelliklerini iyice ortaya çıkartıp ana karakterleri bu yolla beslemek. Galatea kendisini bırakan kocası Ed’i mutlu edebilmek için bir çıkar yol ararken, kendisine gelen öneri ise daha iyi oral seks yapabilmesi tavsiyesi. Galatea terk edilmiş, dolandırılmış ve hiçe sayılmış olmasına rağmen aileye ve kocasına yine de bağlı, yine de evliliği kurtarma görevi ona verilmiş ve onuru yok sayılmış. Oysa Camille Dean’ı ne kadar sevse de yaptığı son sorumsuzluğu kabul etmeyerek kocasını evden postalamıştı. İkinci plandakiler ve görece çirkin olanlar aileyi korumak ve sorumluluk almak zorundayken, başroldeki güzeller keskin ve kati kararlar alabiliyorsa, burada yönetmenin ne yapmaya çalıştığı tartışmaya oldukça açık. Çarpıtılan bir diğer husus ise yol hikâyesi. Film bittikten sonra izleyicide uyandırdığı his, yola çıkmak, gezmek, yeni yerler keşfetmek, sevişmek, uçsuz bucaksız bir dünyaya sorgusuz sualsiz bodoslama dalmak duygusu. Peki, ne için? Ne için yapıldığı, bu eylemlerde niçin bulunacağı kendi içinde açıklanmıyor. Sırtını kitabın felsefesine dayayarak, bir iki mesnetsiz siyasi göndermede bulunarak muhalif bir duruş sergilemek çok yersiz ve bütünden ayrı olmuş. Bu gibi bir dünyada yola çıkış hikâyesinin kişinin kendini bulmak, kendini yeniden keşfetmek ve evrensel niçin sorusuna cevap bulmak olduğu bilinir. Bu nedenle Beat Kuşağı rotalarını Hindistan’a doğru çevirmişti. Oysa filmde yolun gittiği yer, Dean’ın seviştiği kadınlar ve onun çizdiği rota olarak belirleniyor. Karakterler


arasında devamlı bir cinsel çekim mevcut, dostluklar dahi erotik. Bunun sebebi de kuşağın yol göstericisi olan Wilhelm Reich’ın tanımladığı cinsel devrim. Çünkü cinsellik bir tabuydu, önce onun yok edilmesi gerekiyordu. Aile kavramı yıkılıyor, böylece temel arayışın kaynağına iniliyordu. Filmde bu cinselliğin merkezi Dean. Her karakter, tek tek Dean üzerinden kendi yolunu buluyor. Bu, manifestoya aykırı mı, yoksa manifesto tam olarak böyle bir şey mi, burası tartışmaya açık. Zaten adı konmayan, sınırları olmayan bir tavrı belirli kalıplar içinde eleştirmek yerine, filmin odağında bir inceleme yapmak daha kolay ve isabetli olacaktır. Dean, beat kuşağının oluşumundaki sanatçı grubuna ait değil, ama kuşağın öğretilerini bilinçli ya da bilinçsiz uygulayan psikoz seviyesinde sorumsuz bir serseri. Hiçbir yere, hiçbir kurala bağlı değil. Bir öğreti ya da merak sonucu bu yola çıkmamış, doğuştan bir serseri. Uyuşturucu, seks, macera, yol. Bu kelimelerin anlamlarıyla dahi açıklanamayacak bir sebepten ötürü, bağlı kalamayan, devamlı hareket halinde olan bir kişi. Sal ya da Carlo için yeni bir macera anahtarı, ondan alınacak türlü feyzler ve öğrenilecek şeylerle dolu. Oysa Sal, tüm bu girdap içerisinde dahi içerisinde bir normallik ve kabul edilememişlik barındırıyor, gördüğü her şeye fazlaca şaşırıyor ve sorgusuzca kabul ediyor. Kendisine vaat edilen şeylere ulaşsın ya da ulaşmasın, önce aynı mimiklerle bir kabulleniş, arkasından olumlu ya da olumsuz bir uygulayış.

23


24

Bu nedenle Dean olmazsa, Sal’ın bir anlamı yok. Dean, bizim sinemamızdaki Piç Rıza ile çok benzer bir tip. Eğer On The Road 1980’lerde çekilmiş olsaydı, Natuk Baykan’ın Üçkağıtçılar’ındaki bazı sahneler çok iyi bir On the Road parodisi olarak karşımıza çıkabilirdi. Piç Rıza da sürekli kadın peşinde, macera ve kolay para avında olan bir serseri. Roller ve hikâye tamamen bambaşka olsalar da, Salles’ın Dean karakterine entelektüel bir merak katmaya çalışması çok yersiz ve sakil durmuş. Zira Dean, travmatik bir karakter, babasıyla olan köklü sorunu kendisini bu yola itmiş gibi duruyor. Aynı şekilde Sal da babasının ölümüyle yeni bir arayış içine girmişti. Kişisel meseleleri toplumsal sorunlarla buluşturmaya çabalayan Salles, toplumun köklü birimi aile faktörüne sürekli dokunarak, bir yandan bu hareketi destekliyor, diğer yandan bu maceraya çıkanların ya da çıkmak isteyenlerin sonunun ne denli zorlu ve kötü bir sona sahip olduğunu anlatmaya çalışıyor gibi. Dean, sürekli kaçmak ve aramak isterken, bir yandan da aile ve çocuk hayali kuruyor, bu hayalini de nispeten daha ağırbaşlı Camilie ile gerçekleştirmek istiyor. Ama sorumsuz yolculuğu boyunca yanında Marylou var, âşık olduğunu iddia ettiği Marylou’yu yakın arkadaşı Sal ile paylaşabilirken, çocuklarının annesi Camilie ile böyle bir ihtimali dahi görmüyoruz. Galatea’ya hiç yaklaşmazken, otel odasında para için eşcinsel bir ilişki yaşayabiliyor. Sınırlarını neye göre, hangi duygu duruma göre çizdiğini belirleyen yönetmen, aynı çizgiyi Sal için de belirlemiş gibi. Sal da Dean ile daha ilk tanışmasında Marylou ile birlikte olmak isterken, Camilie çocuk sahibi olduktan sonra böyle bir şeyi gözlerinden okuyamıyoruz. Her türlü sınır ihlal edildiyse ve önemli olan sadece gitmekse, bu belli bir yere gidiş hikâyesi nasıl ve neye göre çizilmiş anlamak oldukça güç. Filmin durak noktalarından biri olan Bull’un evinde konuşulanlar ise Sal’a


akıl veren devlet - aile otoritesinin bir yansıması, yönetmenin kendini ya da toplumun isteklerini göstermek istediği bir yer mi? Trafik polislerinin attığı bakışlar, örnek aile fertlerinin bu yeni yaşam biçimlerine attığı bakışlarla aynı mı?

Tüm bu sürecin sonunda Dean, Sal’ı hasta yatağında terk etmesi, maceranın ayrı ayrı sona ermesi ve nihayette Sal’ın karşısına aciz, sefil ve düşkün bir şekilde çıkması, bu yola çıkan herkesin bu yolda kaybolacağı anlamına mı geliyor? Bir takım gençler bir şeye karar verirler ve bu karar verdikleri şey her neyse, onların genç ve akılsız olduklarından dolayı kötü sonla biter. Doğru yola dönün ve onun peşinden ayrılmayın. İşte doğru yol Sal ve yanlış yol Dean. Oysa Sal da aynı yola çıkmıştı, Dean ile dostlukları ve kaderleri bu yolda pekişmişti. Peki, Dean, sınırı mı aşmıştı, aslında sınır yoktu ve sonuna kadar mı gitmeyi tercih etmişti. Bu hangi sondu? Marylou’nun grup ilişkileri, sınırsız ve sonsuz macera arayışı, Dean tarafından yok sayılınca niçin eski nişanlısına geri dönmekle son buldu? Tüm bu olaylardan sonra verilmek istenen alt mesaj olan aile kurumunun güzelliği,

25


26

parçalanmış kişilikler ve kötü bir geçmişten sonra nasıl seçkin ve doğru bir hale bürünecekti? Belki de filmin tüm hikâyesi, bu çok boyutlu duvarlar arasında gidip gelmek, tüm bakış açılarına hürmet göstererek en az zararla bu işten ayrılmaktır. Sonuçta Coppola’nın başaramam korkusuyla beyazperdeye uyarlamaktan çekindiği bir hikâye bu, oldukça zor ve ‘sınırsız’.


27 Beat Kuşağı’nın İsyanı: Uluma Orçun Üzüm

Beat Kuşağı’nın öncülerinden olan, Allen Ginsberg’e ait Uluma şiiri 2010 yılında, Rob Epstein ve Jeffrey Friedman’ın yönetiminde başarılı bir şekilde görselleştirildi. Uluma şiiri Beat Kuşağı açısından büyük öneme sahip bir eser, öyle ki kuşağın manifestosu olarak da nitelendirilmekte. Şiire yapılan bu nitelemenin sebebi ise, kapitalizme, popülizme, anti-özgürlükçü sisteme, muhafazakârlığa ve dünyayı yaşanılamaz hale getiren Amerikan yönetim şekline karşı topyekûn ve en açık biçimde ki isyan etme cesaretinden gelir. Uluma, günümüze kadar uzanan bir isyan çığlığıdır. Bu çığlık kendisinden sonra yani 1960’lı yıllardan sonra, yeraltı kültürü ve Hippi yaşamının yaratıcısı olmuştur.


28 Bu bağlamda, Uluma şiirini görselleştiren film, Allen Ginsberg’ten yola çıkarak o dönem yazarlarının ve kuşak hakkında bilgilere yer verirken ‘müstehcenlik’ ile yargılanan Uluma’nın mahkemede yargıca karşı verdiği mücadeleyi de anlatıyor.

Ek olarak filmde, Uluma’nın ilk okunduğu yer olan Six Galery’de yapılan nostaljik canlandırma filmin duygusunu ve heyecanı arttıran güzel bir ayrıntı olarak karşımıza çıkıyor. Filmde şiiri tam olarak dinleyebiliyorken, Ginsberg ile yapılan röportajda ise farklı yerlerden alınma ama kendi cümlelerini, kendi ağızından dinleme şansımız oluyor. Yeri gelmişken, kurmaca röportaj sırasında ve Six Galery’de ki okumasıyla Ginsberg’i canlandıran oyuncu James Franco’nun da iyi bir iş çıkardığı gözden kaçmamalı.


29

Özünde belgeselci olan Rob Epstein ve Jeffrey Friedman’ın filmde kullandığı dil, üslup ve dramatik yapı ise deneysel denilebilecek nitelikte. Film röportaj, animasyon, canlandırma ve kurmaca gibi farklı anlatım türlerinden yararlanmış durumda. Filmde kurmaca bir röportaja yer verilmiş, bu röportajda Ginsberg’in farklı ortamlardaki sözleri birleştirilmiş ve bir bütün ortaya konulmuş. İyi bir oyunculuk sunan James Franco yapılmak isteneni gerçekleştirmiş durumda, röportaj sırasında Ginsberg’ten cümleler duyuyormuşçasına etkilenmemek pek mümkün değil.


30

Filmde yer alan animasyon görüntüleri şiirin anlam ve vurgusunu daha da arttırmış durumda. Eric Drooker’in yaptığı 20-25 dakikalık animasyon görüntüleri, filmden bağımsız olarak düşünüldüğünde, Uluma şiirinin animasyon uyarlaması olarak çok rahat nitelendirilebilir düzeyde. Fakat filmin içerisine de harika bir şekilde yedirilmiş durumda, genel anlatıyı oldukça destekliyor.


Renk kullanımı konusunda da oldukça başarılı bir yol izlenmiş filmde. Six Galery Uluma şiirinin Ginsberg tarafından ilk kez okunduğu ve yayıldığı yerdir. Bu bağlamda bir nostalji yaratılmak istendiği için filmin şiir okuması bölümü siyahbeyaz olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca mekânın ve ortamın şerefine yakışır biçimde hazırlanan kurgu ritmi hali hazırda bulunan yüksek duygu ve heyecanı arttırmada oldukça yardımcı oluyor.

Tüm bunların dışında filmde kurmaca olarak ilerleyen ve dramatik yapısı güçlü bir yan da bulunuyor. Mahkeme sahnesinde, Uluma‘nın ‘müstehcenlik’ suçuyla yargılandığını ve kitabın yasaklanmasını isteyen bir savcı görüyoruz. Bu nokta da film başka bir boyuta taşınarak, kitabın gerçek akıbetini bilmeyen izleyiciler için heyecanla ve merakla kendisini izleten, seyir zevkinin yüksek olduğu bir yapıya dönüşüyor.

31


32

Beat Kuşağı’nın en önemli üç eseri arasında gösterilen (diğer ikisi; On the Road ve Naked Lunch) ve bunlar arasında kuşağın manifestosu olarak geçen Uluma’nın filme uyarlanmış hali dolu dolu bir Beat gerçekliği sunuyor izleyiciye. Ginsberg’ten yola çıkarak kuşağın yazarları hakkında bilgilere ulaşabileceğimiz, o dönem için önemli bir yere sahip olan kitabın yargılanma süreci hakkında bilgilere ulaşabileceğimiz ve pek tabi politik olarak çıkarımlarda bulunabileceğimiz bir ‘Beat Kuşağı özeti’ niteliğinde 2010 yapımı Uluma.


33

Beat Kuşağında, geleneksel yapıya karşı, yıkıcı-muhalif tavır ve karakter ile üretilen eserlerin neredeyse tümü sansüre uğradı ve birçoğu dava konusu oldu. Genel olarak aile yapısını reddeden yapıları vardı, fazla özgür ve yeni alışılmadık bir yaşayış biçimleri vardı, dar bir çevrenin bu doğrultuda hızla büyüyeceğinin bilincindeydiler. Haliyle bu durum onları mücadeleye zorladı. Hissettikleri ‘yaşam mutluluğu’ onlara yaşanacak bir dünyanın umudunu aşıladı. O umut ki, dünyayı değiştirmeye yeterdi. Günümüzde eksikliğini duyduğumuz en büyük değer halini aldı umut. Umut kırıcılar çoğaldı, umut edebilecek cesaret kalmadı, umut yerini hayale bıraktı. Haliyle hayal kuramayan insanlar üretildi, hayallerinin asla gerçekleşmeyeceğinin garantisini veren insanlar sayesinde oldu bu. Beat Kuşağı’nın var olan yaşam mutluluğu günümüzde, özellikle bizim coğrafyamızda günden güne tükendi. Uluma’nın bir diğer önemi ise, bizlere tekrardan yaşama sarılmayı hatırlatması belki de mücadeleyi hatırlatması, bugün atılacak bir çığlığın yarına duyulabileceğini hatırlatması. Çünkü onlar bunu başardı, muhafazakâr bir


34

toplumda oldukça cesaretli davrandılar, söylemek istedikleri sözleri engelleyenlere karşı ayakta durup sözlerini dinlettiler, kendileri dar gruplarında başlattıkları yeni yaşam biçimini yarınlara bırakacak bir temel değer oluşturdular ki bunun sonucunda edebiyat, sinema, müzik değildi sadece yaratılan, ‘bir hayalet atmışlardı ortaya’ dolaşsın ve gidebildiğine ileriye gitsin diye. Yarınlara bırakabilecek değerler gerekiyor bizlere, Uluma bize bunu söylüyor.

Tam da bu noktada Ginsberg’in çığlığı ulaşıyor bizlere, dizelerinde ki isyanı içimizde taşıyoruz her geçen gün artarcasına. Uluma kaleme alındığı ilk andan itibaren devam ediyor, ‘her kuşaktan, her dönemden binlerce iyi beynin yıkımı.’ ‘Tanrı Moloch’ bugün değilse de bir gün yok edilecek elbet ve biz o günlerin inancıyla, Seninleyiz Rockland’da!


35


36

Beat Kuşağı’nın Gerçeklikle Yüzleşmesi: Big Sur Onur Keşaplı

Günümüzde ilahlaştırılma şekliyle, tutucu baskıyı aşmak adına sıradan hazcılıktan başka bir şey sunamayacak hale indirgenen ve içki, uyuşturucu, seks üzerinden iğdiş edilen Beat Kuşağı’nın, aslında 20. yüzyıl Amerikan muhafazakârlığına karşı yine ABD’de filizlenmiş zihniyet düzleminde ilk başkaldırılardan biri olduğunu hatırlamak/ hatırlatmak gerekiyor. Her ne kadar bu yönde bir amaç ile hareket edilmemiş olsa da, kapitalizmin 1929 Büyük Ekonomik Krizi ve devamında yaşanan 2. Dünya Savaşı sonrası kalıplaşmış ve bir hayli püriten ahlaki yargılarla baskılanan yeni kuşakların, sessiz ancak uçlarda gezinen haykırışının dışavurumudur Beat Kuşağı. 1950’lerde New


York’ta ilk ürünlerini edebiyat disiplininde veren, 1960’larla birlikte ise başta o zamana kadarki edebiyat yapısı olmak üzerine verili tüm disiplinleri ve disiplin sözcüğünün kendisini adeta yapı bozuma uğratacak şekilde doğaçlamacı, gündelik, bireyci bir dil yakalayan Beat, varoluşçuluk ve nihilizme dair söylemleriyle ortalama yeniyetmelerden daha fazlası olduğunun altını çiziyordu. Camus, Sartre, Nietzsche, Kierkegaard ve benzerleriyle şekillenen felsefi arka planı, yol motifiyle bezeyen Beat kalemleri, yolculuğa kavramsal bir doygunluk kazandırarak çağrışımlardaki süratle zihinsel dönüşüme uğrayacak bireylerin algı odaklarındaki, yer yer gerçeküstü tonlara da varan, devinimleri somutlaştırmaya giriştiler.

Kuşağın özüne ya da çeperine dâhil edilebilecek pek çok ad, sanat dalı, sanat yapıtı olmasına karşın Jack Kerouac ve ünlü yapıtı Yolda’nın, Beat Kuşağı’nın evrensel ölçekteki vitrini olduğunu iddia etmek pek de asılsız olmayacaktır. 1951’de yayınlanan ve Beat’in diğer öncü yapıtları gibi önce şaşkınlık, ardından öfke ve en nihayetinde hayranlıkla karşılanan Yolda’nın başarısı özellikle o dönem ilk gençliğini yaşayanlar için can alıcı

37


38

olurken kitap pek çok müzikal efsanenin de başucu yapıtı olma mertebesine erişmiştir. Haklı fakat süratli ün Kerouac ve Beat Kuşağı sarmalamışken, en önemlisi daha sonra popüler kültüre yeraltı edebiyatı olarak anılacak olan anlatılar yeryüzüne taşınırken yaşanan sancılar ve bocalamalar genellikle hasıraltı edilegelmiştir.

Gerçeküstücü dokularla dışavurumlar ortaya koyan sanatçıların, gerçekliğin albenisizliği ile çarpışmaları, çok emek verdikleri düşünsel varoluş doygunluğunu da bir anda hiçlikle baş başa bırakırken gelinen noktanın, eğer mümkünse, aşımı yine üreterek var olabilmekten geçmekteydi. Bu süreçte bir edebiyat klişesi olarak, dostlarının davetiyle Pasifik yakasındaki ormanlık Big Sur bölgesinde bir kulübede inzivaya çekilerek bir nevi ilham perilerini aramaya koyulan Kerouac’ın, bu çabanın sonucunda ortaya koyduğu 1962 çıkışlı Big Sur adlı kitabının yazım sürecini aktarıldığı aynı adlı film, ilahlaştırılan bir kuşağının, yüceleştirilen kral figürünün gerçeklikle imtihanı olarak yorumlanabilir. 2013 yılında, daha çok bağımsız yapıtlarla adını duyuran Michael


Polish’in yönettiği Big Sur, bir Kerouac alıntısıyla başlıyor. Okurların ve özellikle gençlerin kendisini Yolda’da olduğu gibi 20’lerinde bir genç olarak sırt çantasıyla otostop çekerek kıtayı baştanbaşa kat eden bir maceraperest olarak gördüğünü ancak gerçekte 40’lı yaşlarına merdiven dayayan ve San Francisco’ya tren ile güç bela gelebilen biri olduğunu hatırlatan yazar, izlediğimizin herhangi bir kurmaca olmadığının da altını çiziyor. Daha çok bir buhran veya sancı olarak tek sözcüğe indirgenebilecek bir duygu durumunun filmi olan Big Sur, kitapta ileriye dönük veya gelecek zamanlı sözcüklerle iletilen akışı şimdiki veya geniş zamanda tutmayı tercih ediyor. Kerouac’ın, kitaptan pasajlar da içeren anlatıcılığında ilerleyen film, yazarın serbest çağrışımlı doğaçlama yazım tekniğini de bu şekilde izleyiciye aktarıyor.

Başlangıçta yalnız olma fikri ve doğa kuşatmasıyla bocalayan sonrasında ise kalabalıklar içinde ve kentte bunalan Kerouac, Fransız ve dünya sinemasının kült oyuncusu JeanMarc Barr’ın canlandırmasıyla gerçekçi bir hüviyete bürünürken

39


40

bu gerçekçilik Big Sur’un içerik nezdinde olası idealizmi aşmasını sağlıyor. Şöyle ki Beat Kuşağı gibi efsanevi bir kültürel dalganın kralı ilan edilen Kerouac’ın bir kesitine eğilen filmde daha bilindik bir oyuncu tercihi Big Sur’un hem kitap hem de film olarak amacını aşmasını ya da yitirmesine yol açabilirdi. Barr’ın ısrarla büyümeyen oyunculuğu, içe dönüklüğü, fizyoloji yerine psikolojiyi öne çıkartan jest ve mimikleri Kerouac’ı, tıpkı Big Sur ile yapmak istediği, efsane mertebesinden indirirken zaman zaman çekici, zaman zamansa çekilmez biri olarak sunulmasını sağlıyor. Luc Besson’un Le Grand Bleu’su ile Lars von Trier’in Avrupa’sı gibi kült yapıtların başrollerindeki yüklü ancak hissiyatını dışa vurmakta zorlanan karakterleri başarıyla canlandırdığı gibi, Big Sur’da da Kerouac’a özdeşlik olmasa da duygudaşlık kazandıran bir sahneleme ortaya koyan Barr’ın yetkinliği filme olgunluk kazandırıyor. Bu olgunluğun izleyici açısından, hele de Beat veya Kerouac tanışıklığı olmayan seyirci için, Big Sur’u seyri zor bir yapıta dönüştürdüğünü belirtmek gerek. Buna rağmen yan rollerde önemli ve ünlü adların yer aldığı filmin oyunculuk yelpazesinin büyük ölçüde tutarlı oluşu yönetmenin oyuncu yönetimi başta olmak üzere bu tercihinde bilinçli olduğu izlenimi güçlendiriyor.


Bir bölge adı olarak Big Sur, başta Henry Miller olmak üzere 20. yüzyıldan bu yana gezginlerin, entelektüellerin ya da onların hayranlarının/yandaşlarının uğrak noktalarından biri olarak yüksek kayalıklarla örülü çarpıcı sahilleri ve Kalifornia’nın kuzeyinden Alaska’ya uzanan dev kızıl sedirlerle bezeli kuzey pasifik ormanlarının başlangıcına ev sahipliği yaparken film de yönetmen de elbette bu görselliği yok saymıyor. Kimi anlarda timelapse çiğliğine düşse de Big Sur’un M. David Mullen imzalı görüntü yönetimi coğrafyanın akılcı kullanımı ve mavi ağırlıklı soğuk renk paletiyle göz alıcı bir seyir sunuyor. Doğrusal bir kurgu amaçlamayan Big Sur’da yönetmenin görüntü seçimleri ve sıralamasında, Beat edebiyatı ve elbette filme konu olan kitabın serbest çağrışım gücünün karşılamaya çalıştığı ve bunu büyük oranda başardığını görüyoruz. Müzik tercihinin de süreklilik ve eşlik arz ettiği dengeli kullanımıyla film, bir yapıt olarak Big Sur’un edebi ve felsefi derinliğini besleyecek yüksek sinematografik dili tutturan biçimi ile bununla tezat oluşturacak şekilde Jack Kerouac’in ayakları yere pek de basamayan akışkanlığı ve insan ilişkilerindeki sıradanlığını sahneleyen içeriği sayesinde ikili bir seyir sunuyor.

41


42 Bolca içki, sigara ve bir nebze cinsellik içerek film, yine de tüm bunları, hazcılık peşinde koşanları tatmin etmeyecek şekilde idealize etmeden, bir anlamda belgeselvari bir sadelikte tutarken karakter ve yapıtın yekpareliğini olabildiğince gerçekçi kılmaya çalışıyor. Yönetmenin, Amerikan bağımsız sinemasının sınırları elverdiğince giriştiği deneysel anlatı, Big Sur’un bir filmden ziyade bir duygu durumu kesitinin kameraya alınmış haline bürünmesini sağlarken ortalama izleyici için pek de merak uyandırmayan, mutlak bir mesafeyi beraberinde getiriyor. Bu mesafeye meydan okuyan izleyici içinse yüzleşilen yabancılaşma, Big Sur’un hem bir kitap hem de bir film olarak Kerouac’ın amacını tamamlayacak şekilde Beat efsanesini, temelsiz güzellemesini gerçeklikle buharlaştırmaya tekabül ediyor. Kerouac’ın maceraperest bir hedonistten öte annesiyle yaşayan, muazzam bir kaygı hissiyatıyla yorulan ve yoğrulan, hiçlik endişesine karşı var olma gayretiyle kendisini ürkekçe ancak özgürce dışavuran bir yazar haline bürüyen Big Sur, kısa bir kesitle de olsa, tümevarımcı bir yaklaşımla, Kerouac ve kuşağını hak ettikleri mütevazı mertebeye yükseltiyor.


43

Not: Filmin başlarında, 02.15 – 03.33 aralığında çalan parçayı bulabilen ve bildiren olursa, o şanslı kişi bu cümleyi tamamlamaya çalışan kişiyi şanslı kılacak ve hiç de büyük olmayan ödülün sahibi olacak!


44

Nefret İçerikli İçerik Yasemin Gül

Arabesk kafaları uzun metraj çekip, büyük kahkahaları dayanılmaz pozisyonlarda izliyorum. Yüzeysel dostluklara yüzeyinden dalıp, dibine kadar balçıkla sıvanıyorum. Kontrollü deliliklerime huzurlu sonlar yazıp, finali hep ucu açık bırakıyorum.. Bazen bu simülasyon suratlarınızın gevşek kısmından bir yıldız kayıyor. O yıldız kaz ayaklarına ulaşmadan, son kirpiğin yamacına kıvranıyor. Romantizmin edebiyatı parçalanıyor. Münasip olmayan uzuvlardan çok bilinmeyenli denklemler uyduruluyor.


Muhafazakar kesime ithafen de o uzuvlar hep münasip bi yerlere sokuluyor. Hacmi büyük fakat şiddeti niyetsiz içten pazarlıklar yapılıyor. Pek naif olan sinirler, yükselmeye başlıyor. Bu erdemli ayaklarınız fazla imitasyon. Bu yüzden; Pollyanna hala karmaya inanıyor.. Buz gibi bir suya kafayı sokup, şuursuzca onun içinde çığlık atmak istiyorum. Yine bu yüzden; Ne zaman şu arabesk kafaları bırakacağım desem; gece oluyor. Baydım. Kendimi bile. İlişki arayaşlarınız duvarımda hiç asılı olmamış padalya gibi cansız. Direktiflerle sürünün psikolojisine ayak uydurmayanlar hep bir çıkıntı. Ömrünüzden yediğiniz melankolik hoşnutsuzluklarınızdan nemalanmıyorum. Kamu spotuna çok amaçlı yersizlikle, hadsiz sansürler getiriliyor. Konulara çekirge kıvamında kabak tadı veriliyor.

45


Gizli

46

Mehmet Rayman


bir çekimdir bu kızların avlusu kimi bahardan kimi yazdan kalma zıpkın gibi giyiniyorlar dar paça pantolonları göklere dayamışlar yüz basamaklı merdiveni balkonları geçmiş göğüslerin birbirine değen erdemi direniyor yer çekimine yine terlemiş elimin içi bu dönüşüm içinde bilmem ki kaç damla düşürdüm yere onunla bütünleşmek için girmedim hiçbir yarışa benim aşklarım pirinç tanesi kadar ama gözleri manavgat çavlanı bıldır göremedim onu bu sene kızgın kumlara sermiş havlusunu güneş ondan yana ilmek ilmek dokumuş gelip geçen günleri ben köylüsüm bütün çekincelerin odağına koymuşlar beni

47


48

uçsuz bucaksız kadım daha soyunamadım bile onları görünce kaçırdım denizden yeni çıkan balığı ikisi birden geliyor üzerime ikisi birbirinden yakıyor yüreğimi

aşk bütün kadınların üstünde iki kilim deseni ışkın günler zamansız yakalar seni içinden geçen yolların birleşkesi bir mantar evleğine çıkar bu gidişle


göğüslerin serpilince küçük tepelerin arasından geçer marşların başlangıcıdır gümüş dere hep onun düşüneceğim boşalmış ipliğin makarası bacakların ak kavağın soygunu iri gözlerin yağmurun damlası çırpıyor kulağımı değince çitleri geçince önünüze bir deniz çıkar olası yılkıların yelesi saçaklanıyor seğiren torosların güneşidir üstünde şile bezinden bir elbise yapışkan ıslak duygular içerir öyle dursan kıskanır seni hera *** Görseller: Brigitte Bardot (1954) – Kees van Dongen

49


50 Ömrün Geçişi Batuhan Suiçmez

Bak, geçiyor şu ömür denen şey. Vurarak kendini duvarlara, yollara; geçiyor eski bir mahzenden, geçiyor altın yüklü kervansaraylardan. Atıp duruyor bilekte, çarpıp duruyor beynin köşelerinde. Ama kim kandırabilir onu, kim, yaşamın sunduğu leziz mucizelerle? Sen değil, Hayal, sen değil; gerçi kaplamıştın içimizi bir vakit kokunun ruha doluşu gibi.


51 Çekerdik seni içimize ve ah! daima “yöntemi telaffuz ederdik”! Fakat geçti güllük gülistan, ne kaldıysa geriye çürümeyi bekliyor; ve belirsizliğin o tatlı ürpertisiSıkıntı, almış başını gidiyor. 23.10.2018 Ankara *** Görsel: Ölüm Öncesi Eşitlik (1848) – William-Adolphe Bouguereau


52 Sürgünden Mektuplar III Bilgen Seven

33. Cehennemi buz gibi yapacak soğukluğun. Cenneti cehennem yapacak içinin yangını. Gidebileceğin hiçbir yer yok. Sen düşün şimdi. Ben gidiyorum arafa. Gelirsen bir müddetin var barınabilecek. Ama bil ki bir müddet bu iki değil. Cennetin de cehennemin de kapıları açılmadı daha. Münker ile Nekir ne biçerse sana o kadar yerin olacak. Gel bekleyelim. Sonra ben birine, sen…


34. Parmak izin başkasında yok diye böbürlenmeyi bırak da git parmak izini sildir. Parmağının izi yokken kaçarsan kaçarsın. Ya da bırak aklın kaçsın olmadı fikrin. Hangisi kurtulsa yeridir. 35. Ah yazı kıymetini bil. Seni yazabileyim diye onca şeyi çekiyorum ben. Şimdi terk etmeye koyuldun beni. Anlamıyorum sanma. Gidiyorsun yavaştan. Beklesen Nisan yağmurunda beraber yıkasak ölümüzü öyle gitsen? Karya prensesine beraber bir Fatiha okusak öyle gitsen? Evliliğimin her köşesinden sızan adet kanımı beraber temizlesek sonra yıkanıp da gitsen? İlk romanımda bütün derdimi anlatıp öyle gitsen? Olmaz mıydı? 36. El yordamıyla saati kuran kadın zamanı geri aldı bilmeden düne kalktı elinde bir gün fazlasıyla. Tezgâh açsa çalacaklar kuyumcuya gitse bozmayacaklar. Dile kolay yirmi dört saat fazla var elinde ve satılık. Terziye götürdü paha biçtirmeye. Hanlar hamamlar saraylar verseler yetmez satma diye tutturdu terziyle çırağı biçmediler pahasını. Oldu olacak gitti denize fırlattı neme lazım dedi. Öyle ya suyun zamanla hiç işi olmadı. Yazın buharlaştı kışın taştı. 37. Aptalların acelesine kandık anlımı aceleci diye mühürlediler. Gideceği yeri bilmeyene aceleci demek ne oturaksız ne kifayetsiz bir sıfatlama. Öyle ya ben nereye gideceğimi daha bilemiyorum. Kör yürüyüşü bu. Ellerim önde çarpa çarpa gidiyorum sağa sola ayaklarım yara bere içinde. Ellerimi ayaklarımı cehenneme atmasınlar çok sevapları var sağ taraftakiler şahittir. Kollarımla bir ellerimi bir de ayaklarımı cennete giden bir elsiz, kolsuz,

53


54 ayaksıza versinler bağışladım şimdiden. Beni görenler elsiz ayaksız geldi diye alkış tutacak cehennemde razıyım yeter ki onlar sonsuz ateşe düşmesinler yazıktır. Kırklar meclisine hizmet etsinler diye alacaklarmış ellerimi ayaklarımı rüyama geldi, elsiz ayaksız söyledi, şimdi rahatladım. 38. Bana diyeceklerini çok düşünüp söyle ki paha biçilmez olsun. Şehir şehir elimde gezdirip kuyumcu dolaşayım bozdurmaya. Peşime soyguncular takılsın, camların içinde kırılmaz kilitlere konsun. Yeter ki bulunmaz olsun. Bir tek benim olsun. Şimdi gel baltanla, taşınla, topacınla beni yık. Ya yerle bir et beni yoksa bu kibir yerle bir edecek beni dağılıp gideceğiz ya da ben kalbimi dikenli bir gülle gibi yerinden söküp sana fırlatacağım. Sen sus en iyisi, hiçbir şey söylemeden git ben nefsimi tüketip gideceğim. 39. Bu kervan nereye gidiyor diye sorma takıl peşine. Gide gide dünyayı dolaşır dönersin çıktığın yola o kadar. Söyle var mı gideceğin başka yer? İster yerinde dur ister gez dön gel, voltanı ha hapishane bahçesinde atmışsın ha yeryüzünün bahçesinde. Hiç fark etmez dönüp geleceğin yer aynı; sen. Gezegen kervanının düştüğü yola merak sarma kelebek ömrün yetmeyecek bilmeye. Gücün yetecekse yüksel buradan. Yüksel de gör kendini bir. Biraz daha yüksel sen olmayacaksın. Yere göğe sığdıramadığın o başın var ya, ne yerde ne gökte. Kalk şimdi demli bulutlardan koy ve yudumla çayını ve dua et, bilgeliğin çamura batsın, bilemedin çünkü.


40. Ben ne zaman olacağım? Olup mu gideceğim olmadan mı? Bana ol demedi mi? Demediyse nasıl oldum? Olduysam neden olmadım? Neyin özlemindeyim? Neden hapisteyim? Hani suçtan düştüm buraya? Dünya bir çeşit hapishane mi? Öyleyse suçunu neden hatırlamıyorum? Kasım eskisi seni! Sus artık… Kristal vitrinde duran emanet hayatını vitrinden çıkarıp üstüne geçirdi şehzade. Ahretliğini bulamadan son yolculuğa çıkacağına bin pişman, yaşanmamış günlerine lanet ede ede, ayın öbür yüzünü göstermediğine küskün, yirmi iki sultanın yanına gizlice uzandı torunlarının ormana beton süreceğinden bir haber, torunları ondan bir haber, geçmişi taptaze, geleceği olmayan, kabri yirmi iki sultanın yanında emanet duran, beş yüz yıl geçse de adı hiç yirmi üç sultanlar kabri olmayacak olan. Şimdi tut elimden gel döndürelim ayı öbür yüzünü gösterelim dünyaya şehzadenin ruhuna Fatiha, kabirsiz kabrine destur niyetine. 42. İnsan doğduk diye şükür mü ediyorsun lanet mi ediyorsun? Ebrehe’nin ordusu filden, orduyu yok eden kuştandı. Hiç yere inmeyen kuştan. Uçarken uyuyan kuştan. Görünce bir yıl dert tasa görmeyeceğin kuştan. Düşün dur şimdi, Ebrehe’nin ordusuna mı yazılacaksın, Ebabil’in ordusuna mı? 43. İçimi sıkıp sıkıp çıkan suyu mürekkep yapıp yazıyorum bu yazıyı. Rengi zaman zaman açılabilir de koyulaşabilir de yazdıklarımın. Şimdiden bilinsin ki kimse suç atmasın mürekkebe.

55


56

44.

Sürgünden Mektuplar II* Mezarlıktaki ağaçları kesince kan akacağını mı sanıyorsun da dokunamıyorsun onlara? En karanlık, en girilmemiş ormanın dibinde öyle görmüş geçirmiş ağaç bulamayacaksın benden söylemesi. 45. Denizin mavisi gökyüzünden gökyüzünün mavisi denizden diyor kitaplar. Peki, grisi nereden geliyor? Denizin de bulutun da grisini yazmamışlar. Sen de ben de havva ve âdemden geliyoruz. Havva’ya mı benziyorum Âdem’e mi? Ya sen hangisine benziyorsun? Kardeşliğimizin en büyük kanıtı dururken karı kocalık nereden? Kediler ve köpekler peki? Onlar da havva ve âdemin kedi ve köpeklerinden mi geliyor? Nasıl çeşitlenmişler öyleyse? Sorularım devam edecek. Sen düşün şimdilik. 46. Aşk cehennemden düşen ateşti niye sürdün gözüne? Şimdi aşk olmadan yaşayamayacaksın. Âşıksan yaşayacaksın değilsen gündüz gözüyle kör gece gözüyle sağır dolaşacaksın. 47. Kör büyücünün kehaneti lanet diye yazıldığından yanlış yere yakanı bırakmıyor lanetler, düşüp kamburunu yere sürteceksin derin yanacak. Acını benden çıkartırsın diye korkmam ama bıraktığın deri parçalarından yeni senler çıkacak ondan korkarım. Ormanın derinine dalarken sessiz ol ki anlamasınlar geldiğini. Sonsuza giden yola girdin artık kapılar açıldı, yer de açık gök


de açık sana şimdi. Dualarını dürüstçe et ya yıldız olacaksın ya yanardağın dibinde mağma. Ne fark eder ikisinde de yanacaksın diye fısıldaşanlara sakın kulak asma, dibe gidersen dünyayı yakıp eriteceksin göğe gidersen yanında yörende ne varsa kim geçerse onu eriteceksin. Bil ki hepsinden sonra söneceksin. Mağma da olsan kül olacaksın yıldız da olsan kül olacaksın. Seç şimdi kum saati çevrildi. Sen seçinceye kadar beş tane destan yazılacak yeryüzünde, siyah pelerinli adamın destanı, ulu ağaçların destanı, aşk perisi önünde tövbe edenlerin destanı, karanlıklara övgü düzenlerin kahroluşunun destanı, uzak gezegenlerden gelenlerin şerefine okutulan mevlidin hatırasına destan. Herkes katacak bir hikâye destan oluncaya dek. Bil ki ben sadece yazıya geçiren olacağım, destanı yazacaklar o halk olacak. Siyah pelerinli adamın destanını kısa tutmuşlar. Ben kolay yazayım diye. Bana ne dert… Ben bütün dizeleri yazarım yeter ki söylesinler. Dediğine bakmayın yazarın şair kandı siyah pelerinliye son dizesini yazayım zaten anlarsınız “bilmeyeceğime hiç inanmadan doğmuşum ben Sen geldin karanlıklar daha bir zifirlendi Gördüm, duydum, hissettim Bileceğim, Şimdi pelerinini ben giyeceğim, sen bendim ben sendin zaten” Ulu ağaçların uğultusunu duyanlar binyıllarca anlata anlata söylemiş onların destanını, ormanın derinlerinde kimsenin

57


58 giremediği, girenin çıkamadığı bir orman daha varmış, orada toplaşırmış ulu çınarlar varsa misafir gelen kayınlar, selviler, cevizler. Ancak dönebilen kuşlar olmuş ama hiçbiri konuşamaz çıkmış oradan. Bülbül gibi konuşan kuşlar çıkınca derinden ne dedikleri anlaşılmaz olmuş, yavruları da öyle doğmuş o gün bugündür çeşit çeşit öten, sayısı bilinmez kuş gelmiş geçmiş bu âlemden ama hiçbiri ne demiş anlaşılmamış. Kuşu susturan, insanı döndürmeyen ağaç kavmi hala bir yerde, bir ormanın derininde toplantısını sürdürüyor demedi deme. Aşk perisi önünde tövbe etmeye gelenlerin hepsi de âşık olmuş, dili aşktan yana yana kararmış meczuplarmış. Âşık olabilecek yerlerini kör etsin diye sıraya girmişler, aşk perisi elinde bir tutam kor kalplere sıvayıp sıvayıp göndermiş her geleni. Ateş sönünce kor da bitmiş sıradakiler aşktan yana yana kül olup dönmüş bir daha kendileri olamamış. Karanlıklara övgü düzenler bir bir kahrolup gittiğinden kimse haber alamamış. Vagon vagon yüklenip götürülmüşler geceye doğru. Hiç ışık sızdırmaz panjurlarla kaplı camlarda trenlerin içinde yollanmışlar. Zaten karanlıkta olduklarından cezalarını anlamamışlar. Anlayamadan gündüz olmuş onlar da yerle bir. Uzak gezegenlerden gelenlerin şerefine okutulan mevlit öyle dillere destan olmuş ki dize dize dilden dile nesilden nesile geçmiş. Konuşmayan canlılar gelmiş, dile gelmediklerini sananlar yanılıp gitmiş, hâlbuki düşünüp konuşurlarmış, insanı karınca sanarlarmış. İşte destanlar yazıldı bitti, kum saatinin son tanesi boğazdan geçti, sıra sende, cennet de sende cehennem de.


59 48. Seneler süren suskunluğa pencere açmak bu. Deli deli bağırıyorum şimdi laf edemiyorsunuz delilerden hesap sorulmaz diye. Bağladığınız eller kollar yerine yenileri çıkıyor görmüyorsunuz. Hiç yakalayamayacağınız eller kollar hem de. Verdiğiniz ilaçlardan da yeni bir benlik çıktı benliğimde müteşekkirim size. Yoktan varım hiçten değil. Eşdeğerliğimizin kanıtını yok edince görüşeceğiz. 49. Kim bilir kaç bin yıl öncesinin tanığıydım bu gece. Gökyüzüne bakarak uyudum. Atalarımın rüyalarına daldım ve çıktım… 50. Adın da sanın da kayıp. Zavallı diye kayıt yaptırma bu masala da git mezar taşlarından isim seç. Zaten çoktan göçmüşler buradan korkma aynı kişiye rastlarsın diye. Her güne bir isim var orada. Kimi gün Cengâver ol, kimi gün Raci. İsmini seçtiğin gibi taşıyacaksın ama. Raci olup eyvallahsız dolaşma meydanda peşine düşer ahali. Celal olup al yanaklarla koşma ekmeğin peşinden vermezler bilirsin. İşte böyle adını ne takarsan onu taşırsın unutma…


60

51. Bu mektup hiç yazılmayacak. 52. Masallara kötü kalpli cadı diye yazılacağım başka bir çarem kalmadı benim. Baksana içimden bir iyilik geçmez oldu. Yardım isteyene “edemem” dedim çıktım işin içinden. Benden bu saatten sonra sadece masallara kötü kalpli cadı olur. 53. Sonuyla makbul hayatımı ellerimle heykel oyarak oyalıyorum çekiçsiz aletsiz. Tek işim bu. Yazımın dili kopsun yalanımdan, hepsi yalan. Sakin köyün sakinlerini ayaklandırdım az önce şimdi oradan göçüyorum gökyüzü caddelerine. Orada sergileyeceğim heykelleri. Düşerse bulutlar yağmur olur biter yenileri gelir hayallerin. Atın şimdi tabutları denizlere yüzsün dursunlar. Zamanı gelince geçip dinleneceğim. Birazdan senin zamanından da gideceğim yeni köyde yeni sakinleri ayaklandırmaya, hepsi inanacak yalanlarıma. İşte gör! Ben artık müzede antik sanılan bir amforayım. Daha yeni şekillendim, fırınlandım, kirlendim, yolda bulanlar müzeye verdiler, antik sandılar yanıldılar. Şimdi öğrendiniz inancınız yerlerle bir, zafer mutluluk mu? Yalanın zaferi batsın, Yazar’ın ruhu şad olsun! ***


61

Sürgüden Mektuplar’ın ilk iki bölümü için; http://www.azizmsanat.org/2018/10/01/surgunden-mektuplarbilgen-seven/ http://www.azizmsanat.org/2018/10/26/surgunden-mektuplarii-bilgen-seven/ Görsel: Mahkûm Gemisi (1864) – James Hamilton


62


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.