AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi Nisan 2019, 136. Sayı Tasarım Orçun Üzüm Ön Kapak Zafer René Magritte 1939 Arka Kapak Hitit Güneş Kursu Anadolu Medeniyetleri Müzesi / Ankara M.Ö.1600 - M.Ö1178
Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com
www.azizmsanat.org
İÇİNDEKİLER
Adam Kullanmak Adnan Binyazar
4 7 11
Charlie Chaplin Filmlerinde Kullanılan Politik Göstergeler Orçun Üzüm
Deva Petek Aysima Can
29 32
Yaşam Döngüsü IV İsmet Şengül
Yakalım Geceyi Ahmet Ayberk Aykul
14 27
Şelâle Dibi Hikâyeleri Ziza Rumas
Editörden
34
Yağmurun Iskaladığı Ağaç Batuhan Suiçmez
4 EDİTÖRDEN Geride bıraktığımız seçimler, sermayeci ve gerici iktidarın mutlak hegemonyasına rağmen ülkenin en önemli bölgelerinde yenilgiye uğratılması ve komünist seçeneğin gösterdiği başarı ve halktan aldığı onayın ilçe ölçeğinden kent ölçeğine taşınmasıyla olumlu sayılabilecek bir şekilde sonuçlandı. Özellikle son yirmi yılda kursakta kalan hevesler ve giderek varoluşsak bir bunalıma evrilen kitlesel ruh halinin, çıkan sonuçtan mutlu olması ve umutlanması kadar doğal bir durum olamaz. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, varsa eğer, başarının kimler tarafından nasıl sahiplenileceği ve yorumlanacağıdır. Büyük ve nüfuzlu muhalefet partilerinin serbest piyasa ekonomisine yani sistemin özüne karşı geliştirilmiş hiçbir politikalarının olmayışı, dahası seçmenlerinin büyük bölümünün bu yönde bir bilinç taşımaması, söz konusu partilerin başarısının yanına soru işareti iliştirmekte ve ideolojik mücadele yerine başka etkenlerin önemine işaret etmektedir. Sekter ideolojik muhalefet konusunda daha açık ve donanımlı olan küçük oluşumların ise kimi nokta atışı başarıları kendilerine mal etmeleri, bir de üstüne her zaman olduğu gibi ölçeklerinin çok ötesinde büyük cümleleri bağırarak sarf etmeleri, kendi yapılanmalarını kemikleştirme ve zinde tutma işlevi görebilecekken, dev aynası etkisi yaşatması da muhtemeldir. Bilinçli ya da bilinçsiz olarak serbest piyasa ekonomisinin mutlaklığına alıştırılmış kitlelerin oy kullandığı seçimlerin belirleyeni ise ideolojiden ziyade nefret ve ötekileştirme olmuştur. Safları sıklaştırmak uğruna surları dışında kalanları ötekileştirerek nefret ağı oluşturanlar, ötekileştirdiklerinde kendilerine yönelik beliren nefret karşısında yenilgi almışlardır. Farklı disiplinlerden pek çok düşünürün benlik inşası ve özneleşme gayesi için olmazsa olmaz olarak nitelendirdiği öteki inşası ve ötekileştirme çabası, eşyanın doğası gereği ben-
5
zer güçte karşıtını kurgularken süreci bir çıkmaza sürüklüyor. Öteki ve ötekileştirme üzerine çalışmaların artışı ötekileştirme eylemini azaltma güdülenmesinde temellenirken ötekileştirmenin ve beraberinde ötekinin olmazsa olmazlığını kanıtlama amacına dönüşmekte. Soğuk Savaşı öncesi ve esnasının sağ politikaları ötekileştirmeyi bir dışavurum olarak kullanırken, post asri zamanın sağ politikaları, öteki çalışmalarından hareketle ötekileştirmenin doğal bir mecburiyet olduğu yanılgısını pazarlayarak çok sesli bir yekparelik kazanmakta.
Söz konusu bulanıklık ile buradan filizlenen bunalımları aşabilme noktasında aydınlara çok iş düşmekte. Ya da düşmekte mi? Fazlasıyla akışkan, tekinsiz ve en önemlisi ideolojisizleştirilmekten keyif alınan bir zaman mekanda aydın kimdir, mümkün müdür, ne işe yarar? “Sanat Aydınlanma İçindir” söylemini benimsemiş bir yapılanma olarak kuruluşumuzun on ikinci yılını kutlayacağımız Mayıs ayında hem dergimizde hem de sitemizde bu sorulara arayacağımız yanıtları sizlerin katkıları, ilgileri ve eleştirileriyle daha isabetli bulacağımıza hiç şüphe yok. Azizm Sanat E-Dergi’nin bu sayısında ise uzunca bir sürenin ardından, Orhan Kemal Roman Ödüllü, Köy Enstitüsü mezunu değerli edebiyatçı Adnan Binyazar’ın denemesi yer alıyor. Çağdaş edebiyatın yeni kuşağından Samanta Schweblin’in öykülerinden yol alan Binyazar, türümüz yaratılmış olmakla yetinmeyip varolma çabasının altını çiziyor. Sinema yazılarımızda, yedinci sanatın evrensel yüzü ve simgesi olmayı halen sürdüren Charlie Chaplin’in doğum günü onuruna, yönetmenin ölümsüz filmleri Modern Zamanlar ve Büyük Diktatör’ü, göstergebilimsel çözümlemeyle inceliyoruz. Genç kalemlerin şiir ve öyküleri bu sayımızı edebi yönden güçlendirirken genel olarak ana akım dışı edebiyatımızın olasılıkları üzerinden bir başka umutlanma vesilesi olarak dikkat çekiyor.
6 Ötekileştirme ve nefretin ardını görebilmek adına, Sanatla kalın dostlar. Azizm’in Notu: Manifestomuzun yazılışının ve kuruluşumuzun 12. yılını kutlayacağımız Mayıs ayında “Aydın” sözcüğünün karşılıklarını bir dosya kapsamında arayacağımız Azizm Sanat E-Dergi’nin 137. sayısı için öncelikle dosya ile ilgili olmak kaydıyla, dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 2 Mayıs tarihine kadar azizm. sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
Adam Kullanmak
7
Adnan Binyazar
İnsan, yaratılmış olmakla kalmamalı, usta bir mimar gibi, her gelişim evresinde varlığını bilgiyle donatacak yollar aramalıdır. Donatım damarının besleyicisi, insana aklını kullanma kanallarını açan bilimdir; sınırsız beceri yeteneğini geliştirerek onu yaratıcı kılan sanattır. Et-kemik-damar yumağı olan beden, bu bilince ermeyip varoluşunu doğal gelişimin akışımına bıraktı mı, yaşamının her evresinde, herkes tarafından kullanılarak, kıraç topraklar gibi, üretimsizliğin batağına saplanır. Mario Vargas Llosa’nın, “Günümüz İspanyolca edebiyatının en ümit vaat eden yeteneklerinden biri” saydığı Arjantinli Samanta Schweblin’in Ağızdaki Kuşlar (Çev. Emrah İmre, Can Yayınları) adlı kitabında yer alan “Bir Köpeği Öldürmek” adlı öyküsünde, her alanda kullanılacak yapıdaki bir yurttaşa uygulanan sınav anlatılıyor. Aklını kullanma bilincinden yoksun adam, bisiklet yönelteci (gidon) gibidir, küçük bir dokunuşla düz yolda bile sağa sola sapıverir. Kullanma-kullanılma olgusu, en üsttekinden en alttakine, toplumun kan akışımının yarasıdır. Kullanan direksiyon başında yer alır. Kullanılan
8 ise, öylesine beklenti içine düşürülür ki, irade körlüğüne uğrayarak za-
yıf yanlarını gücü sayar. Kırk yaşlarındaki genç yazar Schweblin, öyküsünde bu onulmaz yaranın iğrenç derinliğinde dolaştırıyor kalemini.
‘Köstebek’ Mario Puzo’nun Baba romanının baş kişisi hiçbir eyleme katılmaz ama bütün buyruklar ondan çıkar. Schweblin’in öyküsünde de “Baba” ortalarda görünmese de yazar, öykünün her satırında bunun, kurnazlığı akıllılık sayan bir kafadan çıktığını sezdiriyor. Baba, öldürmeyi gerçekleştirme görevini, lakabı “Köstebek” olan bir adama veriyor. Kullanılma yeteneği (!) yüksek adam, gerçek bir köstebek gibi toprağın altına gömülüyor, üstüne çıkıyor, sına-
va sokulacak adayı kolayca buluyor. Üç beş kuruş kazanıp haya-9 ta tutunmaya çalışan işsiz güçsüzün biridir aday. Sınavın konusu, köpek sürüsü arasından birini seçip onu Buenos Aires Limanı’nda sopayla öldürmektir! Sınava girenin sopası yoktur. Adayın, elinde öldürecek sopası olmayışını eksiklik sayar. Arabasının bagajında sakladığı küreği çıkarır, adayın eline tutuşturuverir. Onlarca köpeğin bulunduğu alana gelirler. Aday; yaşlı, güzel, saldırgan demeden, içlerinden bir köpeği seçmenin kolay olduğunu düşünür. Hangisinin öldürülmesi gerektiği “zaman ve tecrübe” ister. Sonunda üstünde lekeler bulunan birini seçer, küreği önce kaburgalarına, sonra başına indirince hayvan inleyerek devrilir ama ölmez. K., onu dışlayacak bir eksiklik daha bulmuştur. Eldivensiz olduğu için köpeği öldüremediğini ileri sürer. Aday, bu kez küreği bir kez daha köpeğin kafasına indirir. Hayvan yattığı yerde inler, bir an titrer, sonra her şey sessizliğe gömülür. Köpek ölmüş, her şey olup bitmiştir. K., köpeği öldürttükten sonra onu başından savmayı aklına koymuştur. Aday, ne olacağını sorar. K., “Hiçbir şey olmayacak, çünkü köpeğe küreği vururken tereddüt ettiniz” der, Peugeot’sunun motorunu çalıştırır, oradan uzaklaşır. Öykü,
sınavı
başaran
adayın
şu
sözleriyle
sona
eriyor:
“Etrafıma baktığımda beni meydanda bıraktığını fark ediyorum. Aynen biraz önceki meydanda, fıskıyeli havuzun orada, köpekler teker teker yerlerinden kalkıp bana bakıyorlar.” Utanç... Hayvan da bile ne soylu duygusun!..
10 İhanet Bu tür uygulamaların sıkça gerçekleştirildiği bir toplum düşünün. Çaresizin biri, insanlık dışı bir sınavdan geçiriliyor. Adam nasıl bir darlık içinde olmalı ki, işi edinmek için, bir köpeği öldürmeyi bile göze alıyor. Sınavı başarsa da, inandırıcı olmayan nedenler ileri sürülerek ortada bırakılıveriyor... Politikacı, bürokrat ya da kullanılmayı onurlu ayrıcalık sayacak denli bilinç yoksunu biri... Hangi makamda oturursa otursun, ister kayrılarak oraya getirilmiş olsun, ister emeğini tepe tepe kullananı sözleriyle yücelerde dolaştırsın, ister yaranmak için bal yapmaz arılar gibi ortalarda vızıldasın... Onlar, göz kamaştıran villalarda sefa sürseler de, renkli ışıklar saçan arabalarıyla oradan oraya sıçrasalar da, sofralarında yalnızca kuşsütü eksik olsa da, her dar kapıyı açabilseler de... Onur ülkesinin kapıları yüzlerine kapanacaktır...
Yakalım Geceyi Ahmet Ayberk Aykul
Daha karanlıktı dünya, kavuşmaz dağlar yoktu; denizler, toprak yoktu. Ben yoktum, şiir yoktu. Bir sen vardın bir de fırçanın telleri, inceden orda ben
11
12
Sen renk tanrıçasıydın, çize çize, tüketmiştin bizi. Gerçeği yok etmek üzre dedim ben Yakalım geceyi! Bir defa aşık olan durmasın yarına yakalım geceyi koşsun aşkına. Daha şu gün kıyametti oysa sonu gelmişti dünyanın sen hiç durmamış bana koşmuştun son mu lazım başlangıca Yakalım geceyi! Senin gözlerin bize su olur yanmayız, Yakalım, saçlarının her tanesi her bir dalga darbesi beni süzüp geçerken gözlerin Kaçma artık kal orda göz göze biz Yakalım geceyi! Sonra renkler. Ben kahve olayım, sen yeşil birleşince gözlerimiz bir ağaç çiz; ben kırmızı olayım
sen kıpkırmızı birleşince dudaklarımız bir elma çiz. Sonra yakalım geceyi Bir tek biz olur ufukta, Masmavi sevişiriz. *** Görsel: Baş Döndürücü Manzara (1997) – Victoria Crowe
13
14
Charlie Chaplin Filmlerinde Kullanılan Politik Göstergeler Orçun Üzüm ‘Modern Zamanlar’ ve ‘Diktatör’ filmleri Özelinde Göstergebilimsel Çözümleme Giriş Sinema, ilk ortaya çıktığı dönemlerden itibaren siyasi ideolojilerin kitleleri etkileyebilmek ve onlara kendi fikirlerini empoze etmek için kullandıkları önemli bir kitle iletişim aracı olmuştur. Sinemayı bu denli basite indirgemek doğru bir tavır olmasa da sinemanın, belki de sanat dallarının en güçlü gerçeğinin bu olduğu kabul edilebilecek durumdadır. Bu durum göz önüne alındığında göstergebilimin önemi daha da vurgulanmakla beraber, filmlerde kullanılan göstergelerin yönetmenin politik kaygılarına göre bire bir anlam ürettiğini söyleyebiliriz. Charlie Chaplin, dünyada herkes tarafından sevilen ve filmlerinin hala ilgi gördüğü bir komedyen, oyuncu, yönetmen ve yazardır. Göstergebilimi filmlerinde en iyi kullanan sinemacıların başında gelmektedir. Bu durum sinemanın sessiz olduğu dönemde film yapmasına ve sadece görsel ve sinematografi kullanarak bir takım düşünce, fikir ve olay anlatmasından kaynaklanır. ci
İleri sürmüş olduğum bu ve somutlaştırıcı örneklemeler
düşünceyi destekleyiyapmayı amaçlıyorum.
Modern Zamanlar filminde, işçilerin ve fakir halkın kötü yaşam şartlarından bahseden Chapline, Büyük Diktatör filminde ise Hitler Almanya’sını eleştirel ve alaycı bir dille anlatır. Sivri dili ve muhalif tavrı ile her zaman göz önünde olan Chaplin filmlerinde, Dönemin çalışma ilişkileri, kapitalist ve modernist sistem
eleştirileri yapılmaktadır. Chaplin’in bakış açısıyla dönem eleştirisi yapmak mümkün görünmektedir, bu duruma yol açan göstergeleri saptamayı amaçlarken, aynı zamanda başta vurgulamış olduğum ‘Yönetmenlerin politik tavırları filme, göstergeler üzerinden yansımaktadır’ notunun doğruluğunu da kanıtlamaya çalışacağım. Modern Zamanlar Filmi Göstergebilimsel Çözümleme Künye:
Yönetmen: Charlie Chaplin Yapımcı: Charlie Chaplin Senarist: Charlie Chaplin Oyuncular: Charlie Chaplin, Paulette Goddard Tür: Dram, Komedi, Romantik Renk: Siyah-Beyaz Yapım Yılı: 5 Şubat 1936 Süre: 87 Dakika Ülke: ABD Dil: İngilizce
Film Afişi:
15
16
17
18
Büyük Diktatör Filmi Göstergebilimsel Çözümleme Künye:
Yönetmen: Charlie Chaplin, Wheeler Dryden Yapımcı: Charlie Chaplin Senarist: Charlie Chaplin Oyuncular: Charlie Chaplin, Paulette Goddard, Jack Oakie Tür: Komedi Renk: Siyah-Beyaz Yapım Yılı: 15 Ekim 1940 Süre: 124 Dakika Dil: İngilizce
Film Afişi:
19
20
21
22
Sonuç Charlie Chaplin sinemasını, politik göstergeleri inceleyerek, politik güldürü unsurlarının neler olduğu? Nasıl kullanıldığı? Yönetmenlerin kişisel politik tavırlarının filmlerine göstergeler üzerinden nasıl yansıtıldığını incelemeyi amaçladım. Öncelikle, Chaplin sineması auteur bir sinemadır. Yazanın, yönetenin, oynayanın hatta yapımcısının Chaplin oldu filmler, her şeyiyle Chaplin’in dünyasını ve dünyayı nasıl algıladığını anlatır. Bu bağlamda sinemayı kişisel politik tavırlar dışında değerlendirmek güç olur. İncelemede Chaplin’in politik duruşunu göstergebilimsel anlamda filmlerine nasıl empoze ettiğini araştırdım. Burada en temel faktör ve en somut örnekleme ise filmlerin konularıdır. Seçmiş olduğum iki film birbirinden ayrı konular olsa da politik
23
bir altyapıda ve bir düşünceyi öne sürmek adına yapılmış filmlerdir. Modern Zamanlar’da kapitalist ve modernist sistemin eleştirisini yapan Chaplin, emek gücünün yerini artık makinelerin alması ve ortaya çıkan işsizliğin insanları monotonluğa sürüklemesini, zamandan kar elde etmek isteyen insanları düşünmeyen ve parayı her şeyin önüne koyan sermaye sahiplerini eleştirirken, dönemin sorunlarını da somut göstergelerle anlatmıştır. Chaplin filmleri üzerinden, saptamasını yaptığım somut göstergeler ise, insanların koyunlaştırılması, insanların robot haline gelmesini sembolize eden kareler, makinelerin hapsettiği insanlık gibi ve buradan kurtuluş yolunun yine insanların yani işçilerin dayanışması ile olacağı inancını filmde göstergeler üzerinden metaforik ve metanomik olarak göstermiştir.
İşçilerin birleşme göstergesi temelde Chaplin’in politik tavrının yansımasıdır. Kişisel olarak Chaplin’in politik görüşü ve inancı sosyalizm temelindedir. Bu bağlamda söylemleri ve filmlerinde kullandığı göstergeler sosyalizm düşüncesinin birebir yansımasıdır. Burada başta amaçlamış olduğum inceleme ve doğrulama ihtiyacı hissettiğim ‘Yönetmenlerin politik tavırları filme, göstergeler üzerinden yansımaktadır’ sözü doğruluk kazanmış durumdadır. Bir diğer incelediğim filmi Büyük Diktatör ise aynı şekilde ele alınabiliyor. Nazi Almanya’sını eleştirmesi Mussolini ile dalga geçmesi gibi konusu anlamında zaten politik olan bir filmi göstergeler üzerinden güçlendirmiştir. Bu filmde göstergeleri yeni bir anlam yaratmaktan çok, var olan şeyleri sembolize etme anlamında kullanmıştır Chaplin. Göstergebilim açısından ele aldığım örneklemeler bu filmde metaforik olarak anlamı güçlendirip filmde söylemek istediği sözleri tamamlayacak niteliktedir. Yine aynı şekilde bu filmde de yönetmenin politik tavrı söz konusudur. Faşizm karşıtı olan yönetmen dönemin faşist güç-
24
lerini komedi unsuru içerisinde somut göstergeler ile eleştirmiştir. Kullanılan göstergelerde Kodlama-Kod açımlama yöntemi basit ve yalındır. Bu durum filmlerin evrenselliğini korumaktadır. Burada kullanılan göstergelerin bu denli basit ve yalın olmasını Chaplin’in şu sözleri ile daha iyi anlamlandırabiliyoruz, ‘’Konuşursam beni sadece İngiliz’ce bilenler anlayacak ama sessiz bir filmi herkes anlayabilir ve dünya Amerika’dan ibaret değil’’. Sessiz film üzerinden söylediği bu cümleler filmlerinde kullandığı göstergeler için de kullanılabilir nitelikte ve yalınlığı açıklar durumdadır. Yönetmenin filmlerini evrensel olarak anlatma, düşüncesini herkesle paylaşma gibi bir derdi vardır. Bu düşünce tekrardan aynı şeyi vurgulamaktadır ve bize bir gerçekliği tekrar gösterir, sinema politik bir araç olarak kullanılır ve yönetmenin politik düşüncelerini kitlelere empoze etme durumu güçlü bir etkendir.
Yönetmenin iki filminde de sinematografik araç kullanımı eşit şekildedir. Modern Zamanlar’da geniş planlar ile büyük makinenin önünde duran ufak insanlar yani kadrajın içerisinde ki zıtlık anlamı güçlendirirken, Büyük Diktatör filminde ki kamera kullanımı ve kamera açılarının anlamı anlamı güçlendirmeye yardımcı olur. Chaplin sinematografi ile anlatım konusunda iki filmde de eşit başarı elde etmiş durumdadır. Metaforik ve metanomik anlamları Modern zamanlar filminde fazlaca kullanmış ve ektra yeni anlamlar yaratabilmiştir. Büyük Diktatör filminde ise sembolleri anımsattığı için yeni bir anlam doğuramamıştır. Fakat Büyük Diktatör’ün kodlama-Kod açılım tekniği Modern zamanlara göre daha basit ve yalındır. Bunun sebebi ise filmde doğrudan bir yapıyı hedef alarak o yapıdaki insanları hicivlemesidir. Nazi Almanya’sını bilen, Hitler’i tanıyan, Mussolini faşizmini duyan herkes bu filmin sembolik göndermelerini anlayabilecek durumdadır. İki filminde politik tavırlarını öncesinde yorumlamıştık, fakat tabloda Büyük Diktatör filmini öne çıkaran konusu ve hicivi ile doğrudan bir politik gönderme üzerine kurulu olmasından kaynaklıdır. Auteur kavramında yönetmenlerin tercihleri özgürdür. Bu tercihler göstergeler, sinamatografi, film dili ve üslubu olacağı gibi aynı zamanda ahlak ve ekonomik kaynaklı da olabilir. Filmleri sermaye tarafından finanse edilmeyen ve kendi bütçeleriyle film çeken yönetmenlerin diğerlerine kıyasla başkasına sorumluluğunu az olduğu için özgür olduklarını biliriz. Chaplin’de bu doğrultuda hareket edip kendi filmlerini kendisi finanse etmeyi tercih etmiştir. Bu durum ona filmlerinde her konuda özgürlük sağladığı gibi, sansürü de yok etmiş oluyor. Sonuç olarak, Charlie Chaplin filmlerinde göstergebilimi politik tavır için kullandığı saptaması yapılabilir durumdadır. Ağır eleştirilerini sinematografik dil ve göstergelerin uyumu ile seyirci-
25
26
lere ulaştırmada başarılı olmuştur. Bu inceleme sırasında elde edilen en önemli bulgu ise, auteur kavramında yönetmenlerin kişisel politik tavırlarının, eserlerinden ayrı düşünülemeyeceği saptaması olmuştur. Tüm örneklemeler bu düşünceyi doğrular niteliktedir.
Deva Petek Aysima Can
Şimdi değil Baksana çiçekler yeni soldu. Daha açacaklar. Şimdi olmaz Gitmek için çok erken.. Bilirsin ki zamansız vedaları sevmem. Adının, yüzünün, elinin olduğu yerde vedaları sevemem ki..
27
28
Sen benim, Ay’ım Mira’m Gökyüzüm’m Kuşlar gitsin sen gitme. Gündüzler gitsin, sen kal bu gece.. *** “İlhamım olduğun için…” *** Görsel: Melankolik Kadın (1903) – Pablo Picasso
29
Şelâle Dibi Hikâyeleri Ziza Rumas
Şiirden
Hikâyeye
Sergüzeşti
Ahvalim
Büyüklerimin dille ateşli atış talimi yapar gibi ‘Gözün kör mü!’ salvolarına maruz kaldığım ergenliğin benmerkezci karmaşasındayken, herkesin bana baktığına olan batıl inancıma zıtlıkta her şeyi flu görüyordum. O yüzdendi ki benden istenen her ne obje ise varlık algımın iç saha oyuncusu değildiler artık. Sofradayken elimin yanı başında duran tuzluğu defalarca ve de yalvarırcasına isteyen ablama bön boş bakınıp: ‘Hani yaaa, ne tuzluğu! Getirmemişsin, yok tuzluk!’ diyerek ergen
30
felsefi çıkarımında bulunmasaydım eğer belki bugün evrende flu görünen bir varlık olmayacak, yalnızlık mührüyle dağlanmayacaktım. Tapınak terbiyesine savrulan gençliğimin mengenede sıkışıp kalmış çıktısında işlemeye ve işlenmeye dair herhangi bir gelecek elde kalamamışken, flulaşmış görüntünün merceksi odaklanmaya döndüğü otuzlu yaş anlam arayışında ve de evrene düşen yalnızlığın değer kurunda gittikçe artışlar kendini göstertiyordu. O zamanlar hayata tutunmaya dair kutsallık atfedilen her ne olgu var ise onlara tutunduğu zannıyla kötü enerji yayan iki ayaklı türdeşlerimin ayakları altında doğanın paralel kanunları gereği gitgide sıradanlaşıyorlardı. İşte o zaman imgelem âleminde maddeye bürünerek somutlaşmamış anlam algısı gaz halinden sıvışarak katılaşmaya doğru itilmek suretiyle akılca varlık haline bürünüyordu. Anlamstral gezginliğimin birinde çoğu kez olduğu gibi fuzuli encamlar bekleyedururken birden bir dost elimden tuttu benim. Sonra ruhtan kaçınmış bedeni üzüm suyunda durulayıp kamıştan sepetin içine yerleştirerek bir nehre salıverdi. Nehir boyu ağaç dallarında gözleriyle leşine himmet eyleyen akbabalar, sepetin dibini kemirerek yukarı çıkmaya hevesli piranaların uğultusunda bir şelâleye yuvarlandım. Yuvarlananın zamanla tutunana döndüğünü kısa süreli kriz halinden sonra anlayan beden-ruh anlaşması kendini şiiristan şelâlesinde buluverdi.
Şiir suda süzülüp üzüme kar oldu Üzüm şarapta büzülüp şiire yar oldu
Kurumaya yüz tutmuş bir kaç çakıl ve kum zemininden başka bir görünüşe sahip olmayan su gözü, anlam yükü edinmiş şarap algısına sahip bir kaynağa dönüşerek, coşkulu bir heybetlikle kendine bir güzergâh çizip şarap şelâlesine dönüşüverdi. Üzerine şiddetle dikine aktığı kocaman kayalıkları ufalayan basınç, her biri un ufak olmuş
taşlara birer hikâye bahşetmişti. Şelâlenin dibinde üzerime yağan şiir akıntısının altında ne olacağıma dair zikre dalmışken, birden yanı başımda duran bin bir şelâle dibi hikâyesinin varlığına uyandım. Elimden tutup şiirle yüzdüren dost elin, şiir sarhoşluğundan çıkmadan az evvel, çöl ekvatorundaki kavruk beden ile gözyaşı kutuplarındaki donuk ruhu hikâye okyanusuyla buluşturacağını nerden bilebilirdim.
Hikâye şarapça dökülüp taşlarda izi kaldı Taşlar hüzünce durulup ağıdına bizi saldı
*** Görsel: Şelâle (1912) – Franz Moritz Wilhelm Marc
31
32
Yağmurun Iskaladığı Ağaç Batuhan Suiçmez
İyi hatırlarım: Ormanın yağmurla şen şakrak, adamotuna dönmüş sevgililer gibi iç içe olduğu bir gündü, çok iyi hatırlarım. İyi hatırlarım meşeleri, kavakları; gökyüzüne tehditle ve zarafetle uzanan dalları. Karıncaları, sincapları hele! Hele o öpüşler demetini, kucak dolusu çiçekleri hele!
Patikaları çıkarken ıslıkla söylenen o cânım türküleri.. Hepsini çok iyi hatırlarım. Ama işte tüm bunların ortasında, orada, ne tüm bunlara karışan ne de tüm bunlara görünen bir ağaç vardı. Bir ağaç vardı, yağmurun dahi ıskaladığı. *** Görsel: Dört Ağaç (1917) – Egon Schiele
33
34
Yaşam Döngüsü IV İsmet Şengül
Bölüm 1 Sevgi ve Aşk, siyahın üstüne yazılan ak be ak bembeyaz bir yazı gibiydi. Taaki sizler onu kirletene dek. Evren simsiyah bir tabloydu ilk önce, üzerine sevgi, aşk ve hoşgörü kelimeleri yazılıp, çehresine insanlığın şeması çizilene dek. İşte bütün güzelliklere tam da bu noktada yola çıkılarak varıldı.
Kâinat dediğimiz bu koca çınarın dallarında boy veren, her bir yaprağında ayrı bir dünya, her bir yaprağında apayrı bir yaşam, her bir dalında ayrı bir nefes, vücuda gelip yeşerdi, hava, toprak, su ve oksijen bileşiminde. İşte o dalları yapraklarla bezeten insanlar, taaki ak bir yazı iken o tabloyu ihanetle kuşatana dek. Sevgi ve Aşk, Ateşe harı, yüreklere koru, Bülbüle zarı, Hz. Yusuf’a kuyuyu Hz. İbrahim’e Ateşi, Şah Hüseyin’e Kerbela’yı, H. Hacı Bektaş-i Veliye ilim irfanı ve Diyar-ı Rum-u, Hz. Mevlana’ya aşkı deryayı, Mansur’a darı, Pir Sultana urganı, Köroğlu’na dağları, Yunusa Dergâhı, yar eyledi, yol eyledi, dil eyledi, söz eyledi, gel gör beni aşk ne eyledi. Bölüm 2 Ülkeyi yöneten’ler! Irkçılığın, Bağnazlıkın ve baskının temeli üzerinde kendi idealleri ve ideolojilerine uygun Arap kültürüyle harmanlanan bir Türk, Arap Birliği kurmayı amaç edinerek bu güne kadar geldiler. Lakin Türkiye’nin etnik mozaiği benimsedikleri yaşam döngüsü harcında sadece ve sadece sömürü ve ayrımcılığın zindanını oluşturdu. Dünya yeni bir çağ değişiminin içindedir. Yeterince umut vaat etmeyen yaşadığımız çağ bu güne dair neyi sunup, yarınlara dair neyi vaat ederek, gelecekteki çağlara nasıl bir izlenim ve nasıl imaj bırakabilir ki. Yayından çıkmış okun geri dönmemesi, namluda fırlayan merminin hedefini bulamaması nasıl önlenemezse, bugünün başıbozukluğunun geleceğin çarpıklığına bağlanmasını önleyebilmek de o derece zor ve imkânsız olacaktır. Nasıl ki yaşamakta olduğumuz çağ geçmiş çağlarda hesap soruyorsa, gelecektekilerde yaşadığımız bu çağda hesap soracaklardır. Ve bin yılların sancısı dün ne idiyse, bugün de yarın da o olarak sürüp gidecektir. Şimdiki çağı adlandırmaya kalkarsak, teknolojik diye adlandırdığımız uzay çağındayız. Teknolojinin insanlığa sunaca-
35
36
ğı güzelliklerin ve rahatlıkların yanı sıra ölümü, yıkımı, acıyı ve sömürüyü de beraberinde getirdiğini ve en ağır şartlarıyla yaşattığını söylemekten yanılmış olmayız zannımca. Şöyle bir durup da bakıldığında, dünya çok mu daha güzel ve yaşanılır oldu sizce? Dünyaya hükmeden bir avuç hüküm sahipleri değil midir ki insanlığın sırtındaki en büyük kambur, ne doğrulturlar insanlığın belini, ne de güldürürler yüzünü. Her ne kadar insanlığın yararına hizmete sunulmuş olsa da teknoloji dediğimiz canavar, bir o kadar da insanlığın felaketine ferman olarak en büyük rolü oynamaktadır. Teknolojiyle rahatlık ve güzelliğe dönüşen yaşam döngüsü, teknolojinin getirdiği ölüm ve yıkım makinalarıyla bir anda cehenneme rahatlıkla dönüştürülebilmektedir. Artık ne doğa eski doğa, ne de insanlık eski insanlık. Sadece insanlığın yararına kullanılsaydı, Atomlar, Hidrojenler ölüm makinalarına dönüştürülmeseydi olmaz mıydı? Bölüm 3 Döngünün Getirdikleri “Savaş insanlığı kökünden kesip atan en keskin baltadır” “Savaş insanlığın sürüklendiği en derin uçurumdur” “Savaş aptallığın en bariz, en büyük göstergesidir” İnsan olan insan ne öldürmeyi, ne de öldürülmeyi ister. Savaş gibi devasa bir kıyma makinasında acılarla çekilip öğütülmektense, barış gibi kutsal bir amaç uğruna, canla başla mücadele verilmesi daha doğru olmaz mıydı? İnsanların bütün olanaklarını ellerinde alıp zalimce gasp eden savaş, bağımlılık halini alarak kontrolünde sapan kaba bir güç olarak ortaya çıkar. İnsanlığın en etkin ana kuralı yaşamak ve mut-
lak yaşatmaktır. Ve bu öğreti, bu inanç böylece benimsetilip empoze edildi. Ama kurulan ordular, üretilen son sistem füzeler ve de silahlar neyin nesidir peki, kendi kendisiyle çelişen bir dünya ve ahret görüşü inançsal yönüyle boyutunu fazlasıyla aşarak, insanların manevi yatıyla oynayarak, büyük bir kaoslar zincirinin halkaları olmaktan daha öteye taşıyamamıştır. Değil midir ki bin yılların laneti olan savaş tarihe ve insanlığa hükmederek egemen olmuştur. Bu egemenliği meşrulaştıran nasıl ki biz insanlar isek, meşruluktan çıkarıp, insanlık suçu olarak ilan edip, yozlaşmadan, kirletmeden insanlığın otağını “Yurtta sulh, Cihan’da sulh M. K. ATATÜRK“ şiarıyla yola çıkarak bu bilinci taşıma zorunluluğunu amaç edinerek dünyayı daha yaşanılır kılıp, insanlığı da bu kaoslar zincirinden kurtarabiliriz. Her bir birey bu olguyu kararlılıkla, azim ve inançla mutlak amaç edinerek bu mücadeleye katılmalıdır. BARIŞA ÖZLEM Her daim Barıştan yanadır sözüm. İlimle, İrfanla yeşerir özüm. Cehalet durmaz körükler közüm. Her ne eylese de yakamaz beni. Kardeşliğin hamuruna mayayım Barışa sunulan özgür dünyayım. Okunu fırlatan İlim yayıyım. Her ne eylese de boşa atamaz beni. Savaş insanların ve ulusların arasındaki güç ve çıkar çatışmalarının en azgın, en bencil, en kanlı ve en zalimce dizginlenemez biçimidir. Savaş zorbalıktır, savaş çılgınlıktır, savaş deliliktir, savaş ve savaşa taraf olanlar insanlığa ve insan hakkına
37
38
tecavüz eden en büyük düşmandır, savaş sapkınlıktır. Savaş insani haklarımızı elimizden alıp, temelinden yok eden, insanlığı aşağılayıp insanlığın onurunu kirleten, cana kast ettirip tüm insani değerleri yerle yeksan eden en büyük, en aşağılık hep olmuş ve olacak olan bir vazgeçilmezliktir artık. Savaş insanlığa pranga vuran politik ve siyasi iktidar halini almış bir kültür, aynı zamanda bir yaşama biçimi ve bir ana görüş olmuştur. Bu da demek oluyor ki toplumlarda yaşanan adaletsizlikle, siyasi ve politik özgürlüklerle uzak değil yakinen ilgilidir savaş. Genişlemek için, yani toprak için, inançsal yönde din için, körüklenen ırkçılık, yer altı kaynakları için, meydana gelen savaşların, yani devletler eliyle işlenen cinayetlerin ana sorumlusu olarak gösterilen bu saydığımız olasılıklar değil, sözüm ona bu olasılıkları bahane ederek kendi doymak bilmeyen egoları ve sadece kendilerine has amaçları için bu savaşma arzusunu körükleyenlerdir. layı miş ruh,
Böylesi kişiler bu veya herhangi başka bir nedenden doolsa da, tarihin ak sayfalarında her ne kadar yer edinolsalar da, sıfatları başka, adları başka, başka olsalar da zihniyet, kişilik, amaç, tıynet, karakter olarak aynıdırlar.
Savaşın getirdiği adaletsizlik, toplum ve de bireylere karşı şiddet ve baskı uygulanmasıdır. Toplumun kendine has öz yaşantısına, inancı ve kültürüne, kazanç ve birikimine el koyup kısıtlamasıdır. Unutmamak gerekir ki, savaş çığırtkanlığı cehaletten doğar. Zulüm ve şiddet cehaletten beslenir. Cehaletten aldığı güçle ilme gölge olup insanın canına bilenir. Yani bir Ebu Süfyan düşünün ki insanlığa düşman olan, bir Hz Muhammed düşünün ki Hakka âşık ve insanlığa ışık olan.
İnsanlığa dost olanlar Muhammed’den, düşman olanlar ise
Süfyan’dan gelir. İnsanlığın onurunu yüceltenler Muhammed’i, kirletenlerse Süfyani’dir. Ömrünü insanlık için adayanların. Ayaklarına, Turab olam, yol olam. İlmin ışığıyla cehalete doğanların. Tan yerine atan, Şafak olam, gün olam. Savaş bir kazanım mıdır yoksa kayıp mıdır? Mekanikleşen savunma sistemlerini insanlığın yıkımına kullanmak oldukça kolaydır. Eskide olduğu gibi, bu günümüzde kahramanlık idealleri yoktur artık. Günümüzdeki devasa tankların ve topların, atom ve de hidrojenlerin, kimyasal silahların başarısını kahramanlık olarak algılamak, yerli yerinde bir yaklaşım ve tabir olarak nitelendirmek doğru olamaz. Doğasında sevgi, hoşgörü, paylaşımcılık, üreme, yaşatmak insani yanlarının var olduğu gibi, bütün bu var olanların yanı sıra, öldürmek, aşağılamak, sömürüp zulüm etmek, yok etmek gibi aşağılıkça içgüdülere de sahiptirler. Kışkırtma ve tahriklerle yok etme içgüdüleri tavan yaparak zarar verme eğilimleri hızla yükselir ve eylemini gerçekleştirene kadar gerçeği görüp mantıksal yönüyle düşünmeyi kendine şiar edinemez olur. Dolduruluşa açık olan iman, imansızlıkla bezetir kendisini. Cehaletin başka bir örneği olarak karşımıza çıkar bu dizginlemez hırs ve ego zinciri. İlimden yoksun, fikirden yana kıt ve düz mantıkla çalışan işlevselleşemeyen aptalca ve zayıf beyinleriyle sadece yok etmeye taraf olmasıdır savaş çığırtkanlığına tutulan çanak. Bu kışkırtmalardan doğan nedensizlik ve belirsizlik, asıl amaçtan uzak işlenen cinayetlerin kaçınılmazlığını ortaya çıkarmıştır. Oysaki uygarlık, sarsmadan o hassas dengeyi, bütünselliğiyle doğaya egemen olmaktır.
39
40
“doğa ve doğanın egemenliği nedir sizce ?”
Doğaya egemen olmak bütün insani değerleri dengede tutmak demektir. Lakin aptalca düşünüp, mantıktan uzak olarak kendini yetiştiremeyen geri kalmış beyinler, olmazsa olmazları olan cehaletin ve kör zihniyetin ipine tutunmaktan asla geri durmazlar. Çünkü yok etmek arzusu baskın gelir her zaman. Gerçi, Habil ve Kabil kardeşlerden insanlığa kalan bir miras değil midir öldürme içgüdüsü ve içgüdünün işlettiği cinayetler. İnsan eliyle işlenen cinayetler ve ölümlerle insan nüfusunun dengede tutulması mantığı yerine var olan yaratılmışlığın yaratan eliyle yatağında ya da oturduğu yerde eceliyle doğal olarak ölmesi daha mantıklı ve iç açıcı olmaz mıydı, şart mıydı birbirinin canına düşürülüp kast edilmesi, en kolayı bu yol muydu yoksa. Allah’ın verdiği canı ancak ve ancak Allah alır söylemiyle çelişmek nedir o zaman. Bu da bir adaletsizlik değil de nedir sizce? Hal böyle olunca da yetiştirilen nesillerin militarizme karşı aşılanması ve saldırganlığın yön değiştirmesiyle vicdani değerlerin ortaya çıkması gerçekleşemiyor bir türlü. Bölüm 4 “Namussuzlar namusluya, yalancılar doğru söyleyene, ikiyüzlü şarlatanlar dürüst ve onurlu kişilere, yol bilmeyenlerin yol erkânı bilene, düzenbazın nizama galebe çaldığı sürece insanlık her attığı adımdan yara almadan sürdüremez olur yaşam döngüsünü”. İnsanı özel kılarak, düşünmeyi sağlayan kâinattaki yerini sağlamlaştıran emsalsiz bir sistemdir dil. Düşünmek ise, kültürel farklılıklar arasında kendine yer edinen, insanın öznelerle ve doğa arasındaki karşılıklı benimsenir olan iletişimin ve uyuşmanın içerisinde meydana getirdiği somut bir çıktıdır.
41 Bu doğrultu ve boylam üzerinde yola çıkarsak dil, ağızdan aldığı havayı gırtlakta sese dönüştürerek, her bir bireyin bir başka birey ve de bireylerle toplumsal ilişkiler kurarak, yaşadığı çevreyi çeşitli simgelerle kategorize etmesini sağladığı için vardır. İnsan beyni çok işlevli devasa bir termik santral gibidir. Ve zihin genelde ikili dizilerle işler. Ses ve sessizlik, siyah ve beyaz, açlık ve tokluk, giyinik ve çıplak, gündüz ve gece, aydınlık ve karanlık gibi. Mantık ve kültürel işleyişe bağlı olarak çalışıp hareket eden beyin ve zihinler, bilince varmadan doğayı taklit etmeye başlarlar. Doğada var olan her şey, var olan yaşamları derinden etkileyip hayatlarının her alanına fazlasıyla girerek iliğine kadar nüfuz ederler. Doğanın bizlere sunduğu eşsiz cömertliğe karşın, biz insanlar ise sömüren, talan eden, kurutup yok eden, yağmalayıp çöl eden yanımızı devreye sokarak bütün ekosistemi alt üst ettik. Doğanın bizlere sunduğu her şeyi hunharca kullanarak kendimize de en büyük kötülüğü etmiş olduk.
Doğadaki renkleri bile kendimize göre uyarladık. Yeşil rengin dalga boyu kısadır ve bu özelliğini ön planda tutarak geçiş hakkına uyarladık Kırmızı rengin dalga boyu uzun olduğu için durup beklemeyi ve dikkatli olmaya uyarlayıp o doğrultuda kullandık. Sarı renk ikisinin ortasıdır ne uzun ne kısa, sıran gelmiştir harekete hazır ol demektir. Onun içindir ki bu renkleri hayati önem taşıyan trafik lambalarında kullandık.
42
İnsan dediğin yapısalcı ve ılımlı olmalı. Olumlu etkileşimindeki sınırlıkları hafife alınamayacak kadar önemli ve değerlidir. İnsan düşünen, konuşan, algılayan, alt bellekten aldığıyla üst belleğe taşıyarak kendini, kendi sınırlarını dahi aşmasını başarmıştır. Bu özellik ve konum iç dünyamızla birlikte dış dünyamızı da yok etme hakkını bize vermez, böylesi bir haklılık da kendimizde var diyemeyiz. Aslında Düşünsellik basitçe bir şeyin üzerinde düşünmek değildir. Kişinin ya da kişilerin yaptığı, edilgenlik unsurunu, yazdığı bir şeyin bir olgunun dolaysız eleştirel bilincidir. Ne yazık ki gerçeklikle bağdaşmayan birey ve de bireylerin oluşturduğu bir toplum ve topluma empoze edilen alt belleğin yüklendiği kısır fikir ve de görüşler masumiyeti yitirilme aşamasına getirmiştir. Masumiyetlik olmadığından, düşünsellik çok kolay bir şekilde alaycılığa, değersizliğe, kinizme, siyasi ve politik yönden geçerli ikiyüzlülüğe dönüştürülmüştür. Akıldan geçen, ana fikirlerin ve de görüşlerin evrensel, zaman dışı ve durağan olduğunu var saymaktı. Bütün anlamlar, mana boyutunda kimlikler geçici ve göreliydi. Tam kapsayıcı olmaması bir önceki farklılıklar ağına kadar izlenmelidir. Bu durum sonsuza kadar uzatılabilir. Bilgi ile iktidar temelde birbirine çok bağlıdırlar. Birinin açılımıyla ilgili genişlemesinin, ayni anda diğerinin de genişlemesine yol açtığını, nasıl bir tepkileşim içerisine girerek etkiyi nasıl da hissettirdiğini görürüz. Bu durumda Rasyonalizmin aklı kendince gereksinimini duyduğu, kendisini karşısında olarak gösterdiği ve bu bağlamda öyle tanımladığı, deli, suçlu, sapkın ve toplumsal içerikli bir kategori gerekliliği doğrultusunda algı uyandırıp, yarattığını bariz bir şekilde ortaya koyduğunu fark ederiz. Ve böylesi bir akıl ve etkileşim cinsiyetçi, ırkçı, ayrıştırımcı ve Emperyalisttir. İktidarlar asla ve asla zorlayıcı olup dayatmacılığa başvurmayı ilke edinmemelidirler. Aynı anda gerek sistemsel, gerekse halkça üreten, ürettiren, güç verici sistemi, emek ve emekçiyle bütünleş-
tiren olmalıdır. Kendi sınırları ve kuralları içerisinde yek düze bir işlevsel baskıcı olunmuş olsaydı, aşırı kırılgan olunup bütünselliği asla sağlayamazdı. Böylesi bir iktidar biçimi başıbozukluğun en büyük ana temelini oluştururdu. Bireysellikten ve tarafçılıktan yana dönen çarkın düzeni de bozuk olur, dişlileri kırık olur. Sorun insanlar güruhunun sağladığı varoluşun inançsal, siyasal, hukuksal, cinsel, yaşamsal boyutundaki yaşam döngüsünün özneleri haline nasıl geldikleri ve getirildikleridir. Kişiler kendilerini yaşantı alanlarıyla birlikte alternatif bilgilerin oluşturduğu alanlara, varoluşçuluğun sunduğu ve sağladığı boyuta, kendini bütünleştiren her olgunun özneleri olarak tanımlayabilmelidirler. Kurallar ve kuralcılığın getirdiği zorlamalar sistemine eklenebilme yöntemini geliştirebilmedirler. Yaratılmışlık bir üst bellektir. Üst bellek Materyalist zihin biyolojisine bağlı kalmalı mı, kalmamalı mı? Zihinden yola çıkarsak, hayatın yapı taşlarından olan zihnin nasıl yapısallaştığını ve toplumsal düzenle nasıl adaptasyonelleştiği açıklamasını iyi yaparak dil biliminin önemini kavramış oluruz. Sadece ben, ben duygusu ve düşüncesi bir ana tema olarak yapısıyla bütünleşen, kendine yansıyan imgesel alandan gelir. Bir üst ya da alt kimlik tanımından yerine oturmamış kişilik sahteciliğe yönelen bir ikna oluştan gelerek ömürleri boyunca idealleşmiş bir ego olarak kronikleşerek kişiyle kala kalır. Yaşamları; bütünleştiği dünyayı ve Öznenin olanağını üreten sistemin değişmez bir parçası olarak kalan yapısalcılığa göre anlam yerine oturtulmuş bir öznenin kavramsallaştırdığı, yaşadığımız dünyanın bağımsız özgün bir temsili değildir.
43
44 Feminist düşüncelerin önünde geniş ve kapsamlı bir araştırma alanı açılması için kimlik, ne mutlak, ne de sabit bir gerçeklik olmamalıdır. Bu boylam ve bu doğrultu üzerinden yola çıkılarak, kimliğin apaçık, kesinlik boyutunda temsil edildiği tarihsel yönüyle ve tarihsel sürecin bütünüyle sorgulanıp yargılanmaya açık konu olduğu görülür. Sistemin sağladığı iktidar, güç ve olanaklar doğrultusunda Hak, Adalet ve özgürlük yolunda, ya eşitliği sağlayan Liberal bir rotada Yönetim ve İdarecilikle birlikte hep bir arada var olacağız, ya da ayrımcılığı ön plana çıkarıp herkese eşit şekilde yansımayan ayrımcı bir rotada olan sisteme karşı çıkmak zorunda kalacağız. Bu durumda, İnsanlığın Özgürleşip, Aydınlanmasının üst akıl seviyesine çekilmesi mutlak gerekliliktir. Bölüm 5 Varoluşçuluk ve Döngü Bu güne kadar var olmuş ve var olacak bütün canlılar varoluş efsanesinin birer hikâyesidir. Varoluşçuluk harcının mayasını yaşam döngüsü tamamlar. Peki, biz var olmuşların harcı nasıl karıldı?
Mayası nasıl verildi?
Mayası sağlam tutanlar, dünyaya kalıcı eserler ve miras bırakanlardır. Mayası bozuk tutanlar, dünyayı ve insanlığı kana bulayanlardır.
Mayası sağlam olanlar, doğaya dost insanlığa ışık tutandır.
45 Mayası bozuk olanlar, varoluşçuluğa büyük darbe vurup yaşam döngüsünü kırılma noktasına getirerek insanlığın yolunda uçurumlar açandır. Varoluşçuluktaki Ben İnançsal boyutunda ben, yani şimdiki ben, inançsız ya da dışlanılacak boyutta mıyım, değilim, inançsız mıyım, değilim. Kendimce inandıklarım var, sahip çıktığım değerlerim, bir çizgim ve erdemlerim var, inançsızlık bile bir inanmak tekniği ve de metodu değil midir zaten. Ben harcımı ilim, irfan ve bilimle karmışım, düşüncelerimi eleştirip sorgulama boyutunda geliştirmişim. Ben nasıl ki bir ben olmuşsam insanlığın yolunda, döngünün harcında varoluşumu harmanlayamamışsam nasıl bir ben olabilirim ve nasıl biz olabiliriz ki. Beyin verilmiş bedeni yönetelim diye kalp verilmiş sevgi ve hoşgörüyle bezetelim diye, göz verilmiş görelim, akıl verilmiş düşünelim, dil verilmiş konuşalım, el verilmiş tutalım, ayaklar verilmiş yürüyelim, kulaklar verilmiş duyalım algılayıp hissedelim diye. Fikir verilmiş yeni yeni bulgulara ulaşalım, zihin verilmiş zekâya yön verelim diye. Peki, biz var olmuşların var oluşundaki sırrı araştırıp sorgulamamızdaki çekingenlik, korkaklık ve basiretsizlik niye. Eğer en üstün varlık, en üstün değer olan insan olarak var olmuşsak, bütün kapılar önümüzde açık, mesafeler kıssa ve belirgin değil midir ufkumuzda. Tek yapmamız gereken ufka bakan gözlerimizin doğru bakıp, doğru görmesi, varoluşçuluğun üstündeki sır perdesini aralayıp kaldırabilmesidir. Varolmuşluğun bir var edeni varsa. Var edeninde var edeni olduğunu neden kabullenemiyoruz. Kestirmeden bu görüşe şirk koşmak adı ile yaftalandırılarak düşünce ve çözümlemenin önüne aşılamayan dağ gibi, geçilemeyen çöl gibi, dibine inilemeyen uçurum gibi, inancın kıskacındaki bir boyutu getirip dikmek niye. Bu, ufka kör bakıp, düz mantık çalıştıranların
46
yaptığı bir bakış açısıdır. Bu açının da hiç kimseye hiçbir faydası yoktur. İnsanların arasındaki en hassas en kırılgan noktadır. Ol sırra erip gerçeğin izinde gitmek aydınlık yarınlara taşır insanı ve döngüyü.
Her şeyin bir başlangıç ve bir de bitişi vardır.
Kainat dediğimiz bir çınar misali, gövde, dal, budak, ve yapraklardan ibaret değil midir. Sonbahar gelince yaprak döken, ilkbaharda yeşerip hayat bulan. Peki ya, yaratılmışlık nasıl bir döngüdür ki içinde bir türlü çıkılamayan. Kâinatın başlangıcı nasıl oldu? Dünya nasıl yaratıldı? Uçsuz bucaksız evrendeki sınırsızlığın hikmeti nedir sizce? Onca devinimin ve gelişmelerin ardındaki mana nedir? İşte asıl olan o mana deryasında bir katre dahi olsa alabilmektir. Peki, onca yaşanmışlık ve onca yok oluş, döngünün durduğu andan itibaren nasıl vücuda gelip yeni baştan dirilecektir.
Hesap günü var mıdır, yok mudur.
Hayattayken sorgusu mutlak yapılması gereken hesap neden mahşere bırakılır. Bu mevcut işlenen suç ve cezalar zaman aşımına uğrayıp verilecek olan cezadan muaf olmuş olmuyor mu. Sayısızca olumsuzluklar, işlenen suçlar cezasını çekiyor mu çekiyor, peki ya nedendir mahşer ve hesap günü korkutmacası, edenin ettiğinin yanına kar kalmasından başka hiçbir şey değildir. Korku dağlarını yaratmak yerine varlığı mutlak olduğu söylenen İlahi yargı tecelli etseydi olmaz mıydı. İşte o zaman haram ile helal, haklı ile haksız, hırsız ile mağdur, gasp edilen le gaspçı, bela ve maneviyat deryasında ayrışsalardı daha bir yaşanı-
lır dünya mekanizması kurulup devreye girmiş olamayacak mıydı. Daha da önemlisi, böylesi bir doğrultuda, enlem ve boylam üzerinde yola çıkacak olursak nasıl yaşamalıyız ve yaşatmalıyız hayatı bizimle birlikte paylaşanları. Hiçbir Uygarlık yoktur ki dünya var olalı, varoluşçuluk döngüsünü ve yaratılmışlığı sorgulamamış olsun. Yüzlerce yıldır böylesi sorgu ve yargılar hep meşgul etmiştir insan belleğini. Soruyu sormak çok kolay ve lakin soruya doğru cevabı bulmak, kaldı ki bir yaklaşım dahi getirmek oldukça zor ve imkânsız ötesi olmuştur. Çok çeşitli soru cevap tartışmaları olmasına nazaran hiçbir somut açıklama yapılamamıştır. En mantıklısı insanın sorduğu her soruya kendisi cevap bulmalıdır. Her ortaya atılan fikir doğru olamayabilir. Her görüş ve fikrini sunan o mantığa ve kapasiteye sahip olmayabilir. Ateş çakmaktaşlarının çarpışması sonucunda çıkan kıvılcımla bulundu. Hayatımızı kolaylaştıran pek çok şey amma kazara, amma bilincin dâhilinde hayatımıza girerek türlü kolaylıklar sağladı. Peki ya insanın yaratılmışlıkındaki sırrın özü nedir. Kendimizde bulamadığımız cevapları bir başka bellekte aramak, başlangıç için olumlu ve olumsuzluğu beraberinde getirir. Kendi ruhundaki dağları aşamayan kendi öz belleğinde gideceği yolu şaşırır. Bir başkalarının yaşanmışlıklarından edindikleri bilgileri bilmek ve öğrenmek, her ne kadar doğruluğuna vakıf olunamasa da kendi dünya görüşünü oluşturup daha sağlam bir boylama taşımasına yardımcı olabilir. Velhasıl her ne olursa olsun birçok meselenin bir ya da birden fazla çözümü vardır. Yeter ki kişi kendindeki çözümleme sanatını geliştirebilsin. Bazı sorunlar her ne kadar çözümlenemez gibi gözükseler de, öyle ya da böyle bir şekilde mutlak surette bir cevabı vardır.
Ölümden sonra diriliş ya vardır ya da yoktur.
Ve buna mukabil, insanların kendi varoluşlarına bakıp hayre-
47
48
te düşmeleri felsefenin oluşumuna ana etken olmuştur. Hayrete düşüp yaşanılan şaşkınlıktan felsefe doğar. İnsanın kendi yaratılmışlık döngüsüne hayret ederek bakış ve görüş açısını oluşturması birçok felsefi soruların sorulmasına etken olmuştur. Ben kimim, bizler kimiz diye sormalıdır insan kendine. Bizler neyiz dünyaya nasıl geldik bu döngüde nasıl var olduk. Âdem ile Havva damı, yoksa hava, toprak ve elementleri vasatın çok üstünde olan suyun bileşiminden mi vücuda geldik. İlk varolmuşluk biz gibi miydi, yoksa daha orantısız bir vücutla mı yaşama tutunup, Evrimleşerek bu günkü biz olduk. Peki, evren nedir, ne demektir. Evren nasıl, neden ve niçin oluştu. Bir arı kovanını alırsın koloni oluşturabilmesi için içine bir oğul atarsın ve düzinelerce arı dolusu kovanlar oluşur. Mantıklıca bakıldığında birçok canlı türü suda vücut bulup karada yaşama adaptasyon sağladı. Su altı ve su üstü dünyası oluşumunu gerçekleştirdi. Ya dünya, yaşam döngüsü harcıyla hangi boyutta işlevselleşip çoğalttı yaşamı? Öylesine alışmışız ki dünyanın haline hiç kimseyi şaşırtmıyor artık. Biz insanlardaki erken alışkanlık şaşırma eylemini söküp aldı bedenimizde.
Varlık yokluğa, yoklukta varlığa delil olamaz.
Varlığın pazarında yokluk, yokluğun pazarında varlık alıcı bulamaz. Hiçlik âleminde gerçeklik varlığını sürdüremez. Devamı gelecek sayıda. 30 Mart 2019 *** Görsel: Pandora’nın Eğilimi (2018) – Rafał Kucharczuk
49