AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi Mayıs 2019, 137. Sayı Tasarım Orçun Üzüm Ön Kapak Bulutların Üzerinde Yolculuk ya da Sis Denizinde Amaçsızca Dolaşan Adam Caspar David Friedrich 1818 Arka Kapak Güneş Sistemi Modeli Üzerine Eğitim Veren Filozof Joseph Wright of Derby 1766 Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com
www.azizmsanat.org
İÇİNDEKİLER
4 10 19 25 32 33 44 Orçun Üzüm
56 69 74 79
81
4 EDİTÖRDEN Gündelik hayatta, hemen herkesin vakıfmışçasına başvurduğu ve işitildiği anda söz konusu iletişim biçiminde ağırlığını hissettiren sözcüklerin, aslında nesnel bir kabule sahip olmadıklarını fark etmek kullandığınız dilden, ortaya koymaya çalıştığınız düşünceden başlayarak pek çok başlıkta ezberinizi bozabilmektedir. Kavramsal bir haleye sahip olup, ne şekilde kavramsallaştığı ve dahası ne anlama geldiğinden muaf halde bir dokunulmazlığa kavuşmuş “aydın” sözcüğü bu durumu fazlasıyla karşılamaktadır. Aydın kimdir/nedir? Bu temel sorulara yönelik pek çok farklı çıkarımı içeren dosyamızın, bu soruları gönül rahatlığıyla yanıtlayan bir cevap taşımadığını, bir sürpriz bozan edasıyla belirtmek durumundayız. Böylesine öznelleşmiş bir kavram/sözcüğe nesnel bir açıklama getirme iddiası bizi ve belki de giderek herkesi aşacak bir noktaya ulaşmış durumdadır. Zira yorum farkları, günden güne daha fazlasına dair ayrımlara işaret etmektedir. Bu dosya konusunu somutlaştıran okur talebimizin, Fazıl Say ile ilgili oluşu boşuna değildir. Say bir aydın mıdır? Say’ın aydınlığını sanatıyla temellendirenlere göre Say, iktidar ile temasına rağmen aydın vasfını korumaktadır. Diğer tarafta ise Say’ın aydın olmasını, Say’ın iktidara muhalifliğiyle beraber kabul edenler için Say artık aydın değildir. Peki, mesela bu kadar basit mi, gri tonları, başkalaşmış katmanları barındıramaz mı? Bir diğer sıcak örnek, yaşamı boyunca hiçbir zaman aydın sıfatıyla nitelendirilmemiş olan Kıraç’ın yabancı dilde eğitime karşı koyduğu tepkiyle yaşandı. Kıraç’ın bir aydın olmayışı, ona yönelik tepkilerin büyük bölümünün alaycı bir karşıtlıkla örülmesine neden oldu. Hâlbuki Kıraç, başta 68 Kuşağı olmak üzere pek çok devrimcinin yıllar yılı savunduğu bir düşünceyi, onlar kadar çarpıcı olmasa da dile getiriyordu. Görünen odur ki, aydın olmanın belirli bir dokunulmazlığı var, keza
aydın olmamanın da her ne dile getirirseniz getirin, o düşünceyi savunanlar tarafından bile pekâlâ dokunulabilirliği. Bu bir veri olmasaydı, Say’ın zamanında ABD’nin Afganistan işgalini savunan yazısı nedeniyle birilerinin ona sonradan biçtiği aydın rolünü hiç alamaması beklenirdi, öyle olmadı. Aydın tartışmasındaki en büyük talihsizliğimiz, mutlak bir sermayecilik, gericilik ve şovenist popülizmin hükmünde yaşamaya çalışır halde oluşumuzdur. Muhalif olmanın fikren çok kolay ancak madden güç olduğu bu dönemde, iktidar karşıtı en ufak söylem geliştiren kişilere sarılmak, cumhuriyet tarihinde ilk defa bir seçim yenilgisini bile kabul etmeyecek kadar tiranlaşmış bir rejim hakikati göz önüne alındığında haksız bir davranış olarak yorumlanamayabilir. Fakat Say örneğinde olduğu gibi kendi içinde tutarsızlık ve yanılgı/yenilgi de taşıyabilmektedir. Yakın dönemde pek çok sözde muhalifin saf değiştirmesine tanık olmak, aydının muhaliflik ile ölçülemeyeceği gerçeğini bir kez daha vurgulamıştır. Mutlak despotluğun altında mücadele verme konusunda sıklıkla anılan 1930’lar Almanya’sında durum tespiti yapan, aydınlığını bugün tartışmadığımız devrimci sanatçı Beltolt Brecht’in, 1935 yılında kelem aldığı “Doğruları Yazmak” başlıklı yazısında, bir bakıma “aydın kimdir ve neyi, nasıl yapmalıdır” sorularına yanıt olarak okunabilecek açıklamaları önemlidir; “Bugün yalanla ve cehaletle savaşıp doğruları yazmak isteyen herkesin üstesinden gelmesi gereken en az beş güçlük var. Bir kere bu kişinin, her yerde engel olunan hakikati yazmaya cesareti olacak; ikincisi, her yerde üstü örtülen doğruları keşfetmeye merakı olacak; hakikati bir silaha çevirme becerisi olacak; o hakikatin kimin elinde etkili olacağına karar verme yetisi olacak; son olarak da hakikati o insanlar arasında yayacak zekâya sahip olacak.” Görüldüğü üzere, Türkiye’de son yıllarda muhalif olarak öne çıkartılan pek çok figürün, aslında birer tiplemeden ibaret olup Brecht’in beş basamak sınavını geçemeyecekleri ve hâlihazırda geçemedik-
5
6 leri aşikârdır. Aydının muhaliflikle eşleştirmeler neticesinde pek
çok sanatçımızın sanatsal üretimler yerine kürsülerde konuşan, sosyal medyada sloganlar atan yeniyetmelere dönüştükleri görülmektedir. Ünlü, özellikle de muhalif gibi davranan ünlü seviciliğimizin, gündeme dair her konuda mutlaka süratle fikir bildirme merakının yıkıcılığıyla, aydınlarının büyük bölümünü en hafif tabirle, popülizme kaptırmış bir ülkede devinmekteyiz. Hal böyle olunca, meselenin özüne inmek ve aydının kim ve ne olduğuna yanıt aramak bir lüks olmaktan ziyade mecburiyete dönüşmektedir. Aydın, pek çok tanımda karşılaşıldığı üzere halkı aydınlatma ve topluma yol gösterme ödevini taşıyan kişidir. Bu kişinin muhalif oluşu, dünyanın geldiği noktada mecburiyet gibi gözükebilir ancak öncelikli bir ayrıntı olup olmadığı tartışmalıdır. Bir an için, peşinde koşmamız gerektiği halde yitirdiğimiz ütopyaların gerçekleştiği ve sömürüsüz bir toplum inşasının karşımızda olduğunu öngörelim; böyle bir anda aydınlar tarihsel görevlerini ve ödevlerini tamamlayıp hiçliğe mi yürümelidirler? Aydının görevi güncel politik gelgitleri kapsamakla beraber bunun çok ötesinde olmalıdır. Aydın, muhalif olma kıstasını aşmış, kendisini şimdiki zamanla kısıtlamadan geçmişe, geleceğe yönelik tahlillerde bulunması gereken, sorulamayan soruları soran, varılamayan varsayımların var olma ihtimalleri üzerine düşünen, gelişkinliği iki kulak arasında yer etmiş organizmanın sınırlarını zorlayacak şekilde türümüzü geliştirebilmesi beklenen öncü, avangart ve muhtemelen yalnız karakterdir. Muhtemelin ötesinde mutlak olansa, aydının üretme zorunluluğudur. Üretmeyen aydın artık aydın değildir. Ürettikleri üzerinden kazandığı krediler ile çoğulculaşma peşinde düşen aydın, tutuculaşma tehlikesi de barındırmaktadır. Aydın, sanatı, emeği, fikri hangi disiplinde üretmesine imkân tanıyorsa o disiplinde üretmeli ve çağın kimi zaman olumlu vebası olan disiplinlerarasılılıkta gezginleşmelidir. Aydın, günümüz teknolojisini, irili ufaklı kümelerin gözdesi olmak yerine
her yere sirayet edebilme gayesiyle araçsallaştırarak, kuşkuya sebep olabilecek ve kendisinin takılmış olması beklenen soru işaretinin çengeline, etkileşime girdiği herkesi takmayı yukarıdaki ödevleri gibi görev bellemiş kişi olmalıdır. Aydın eleştirelliği kadar özeleştirelliği hem kendisine hem mensup olduğu yapılara ve en önemlisi kendi inandığı doğrulara yöneltebilendir. Aydın, Camille Paglia gibi, feminizmin bile şovenleştirilebildiği bir gösteri/simülasyon toplumunda, aydın bir feminist olarak, kadının ellerine bırakılmış bir medeniyetin tarihsel ilerlemeyi muhtemelen gerçekleştiremeyeceğini söyleyerek hem tarihsel ilerleme öbeğini, hem medeniyet kavramını hem de anaerkilliği, geçmişe ve pekala geleceğe yönelik tartışılabilir kılarak tutuculuğu her ne pahasına olursa olsun reddedebilmeyi göze alabilendir. Aydın, inanma ihtiyacının doğal bir durum olduğunu kabul etmesine rağmen kültürel durumun olasılıkları ile inanma refleksinin karşına dikilerek, gerekirse tarihi ve özünü yeniden yorumlamaya ve yazmaya koyulabilecek Don Kişot’tur. Fazlasıyla idealize edilmiş ve romantikleştirilmiş süsü verebilecek aydın tariflerinin tarihte ve şimdide mevcut oluşu, yarına, her halükarda umutla bakmamızı sağlamaktadır. Manifestomuzun yazılışının ve kuruluşumuzun 12. yılını kutladığımız bu sayıda, “Sanat Aydınlanma İçindir” söylemimizdeki aydınlanma vurgusunun neye tekabül ettiğini açmak, aydın sözcüğüne yönelik söylemlerimizi ifade etme noktasındaki girizgâhı destekleyici görev görecektir. Fransız ve Alman filozofların felsefi ve devrimci katmanlarla öncülediği Aydınlanma düşüncesini, insanlığın zirvelerinden biri olarak yorumlayıp benimser oluşumuzun yanında, bu düşüncenin tetiklediği Fransız, Rus ve Türk devrimlerinin aydınlatıcılıklarını da sahipleniyoruz. Fakat bizlerin aydınlanmacı tavrı, kitlesel dönüşümlerin yanına, bireyin – bireyci tehlikesini taşımak pahasına – aydınlanmasını da içermektedir. Bireyin, henüz toplumsallaşmamış
7
8 ve belki de hiçbir zaman toplumsallaşmayacak ve dahası top-
lumsallaşmaması gerekebilecek aydınlanmasını gerçekleştirebilecek yegâne unsurun sanat müdahalesi olduğunu düşünüyoruz. Sanatın, yaratıcısından ve yapıtsal sınırlarından bağımsız olarak, alımlayıcısını veya izleyicisini, içinde bulunduğu zaman, mekân ve duygu durumu göz önüne alındığında, dördüncü boyuta uzanacak şekilde etkileyebilir olduğu gerçeği ile aydınlanmanın, geniş zamanlı biricik vasıtasıdır. Bu tarif, sanat yapının okumaya maruz kalmaksızın bir anlam ifade etmeyebileceği yanılsaması doğurabilir ancak tam da bu sebeple, sanat yapıtının her şeyden bağımsız ve bütünlüklü bir öze sahip oluşu, sanata özerk bir konum kazandırmaktadır. O konum ki, okumalardan bağımsız sahip olduğu öz ile okumaları herhangi bir aydınlanma için mecburi kılmaktadır. Önceki yüzyılda çoğaltıcı, içinde bulunduğumuz yüzyılda ise çürütücü dönüşümlere rağmen sanat yapıtının biricikliğini korumayı başarmasının altında yatan neden de budur. Aydın kimdir/nedir sorusunda ne ve kim olduğu kadar – hatta belki daha çok – ne ve kim olmadığını üzerine odaklandığımız Azizm Sanat E-Dergi’nin 137. sayısı, ülkemizin nadide aydın ve filozoflarından Sadık Usta’nın, aynı soruları sorup yanıtlar aradığı ve tutuculuğun olası tüm sürümlerine karşı konumlandığı makalelere yer veriyor. Kapsayıcı bir aydın çözümlemesinin yanında, Platon özelinde aydını sorgulayan çalışmalar, aydının öncelikli özelliği olan üreticiliği bir an olsun bırakmayan çınarımız Adnan Binyazar’ın Moliere üzerinden getirdiği aydın yaklaşımıyla katmanlanıyor. Usta karikatürist Mustafa Bilgin’in, Nazım Hikmet’in dizelerini çağrıştıracak aydın çizimi, incelikli bir meydan okuma olarak aydın bilinci taşıma iddiasındakilere bir çağrı niteliğinde. Dosyamız kapsamında sorular yönelttiğimiz Mecit Ünal ise gericilikle müdahalesini defalarca somutlaştırmış olmasına rağmen, kuşağı ve benzerlerinin pek çoğunda görmeye alıştığımız yeterlilik payesinin albenisine kapılmadan,
üretmeyi ve üretirken tiranların farklı sürümlerinin huzurunu kaçırmayı sürdürerek aydın bilincini içselleştirmiş bir aydınımız olarak güçlü bir söyleşi ortaya koyuyor. Aydını derleyen ve yer yer darmadağın eden öykü ve pasajlarının yanı sıra, sinema yazılarımızda benzer bir işlev görecek şekilde kavram/ sözcüğü sorgulayan, Yavuz Turgul’un yönettiği Gönül Yarası, Zeki Demirkubuz’un yönettiği Yeraltı ile Ali Özgentürk’ün yönettiği At filmlerine dair eleştiriler sayfalarımızda. Aydın nüfus ve nüfuzunu artırabilmek adına, aydınlanmacı tavrın tüm dokularını içselleştirerek, sanatla kalın dostlar… Azizm’in Notu: Azizm Sanat E-Dergi’nin Haziran 2019 tarihli 138. sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 2 Haziran tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
9
10
Aslında ‘Aydın’ Kime Denir?* Sadık Usta “Aydın nedir? Aydın kime denir? Aydınlar hep devrimci ve solcu mu olur? Sağcı aydın olmaz mı?…” Bu tartışmaya girmemizdeki esas neden, bazı okurların yazılarımızda kullandığımız “Müslüman veya sağcı aydın” terimini yadırgamaları ve eleştirmeleridir. Önce temel bir soruna yaklaşımımızı ortaya koyalım: Bu yazıları yazmamızdaki amaç, incelemeden kabul edilen veya hüküm verirken bilgiye dayanmayan önyargıyla hareket etmeye itiraz etmektir. Tabii ki bu söylediklerimiz sadece küçük bir kesim için geçerlidir ama fikirler de bu sayede billurlaşmış olur. Aydın mı Entelektüel mi? Kaygılarımız var ve dolayısıyla amacımız, sadece içimizdeki modern hurafeleri açığa çıkarmak değil, aynı zamanda iktidarın etki alanına girmiş dürüst insanlarla, düşünür ve aydınlarla da tartışabilmektir. Birçok yazarımız ve özellikle de sözlük yazarları, “aydın konusu” üzerine çok sayıda makale ve inceleme kaleme almışlar. Hepsi de aydın teriminin bize Batı’daki entelektüel kelimesinden geçtiğini belirtiyorlar. Osmanlıcada kullanılan “münevver” teriminin yerine 1930’lu yıllarda aydın terimi kullanılmaya başlanmış. Her iki terim de bizde olumlu misyon yüklenilerek kullanılıyor. Mevcut sözlüklere göre Münevver: Tenvir edilmiş, nurlandırılmış, aydınlatılmış, ışıklı demek… Aydın ise: Işıklı, aydınlanmış, açık., anlaşılır, aşikâr, kültürlü, bilgili, münevver, ziyalı, entelektüel demek… Münevver terimine yakın ve aynı kökenden gelen başka kelimeler de vardır: münebbih (uykudan uyandıran, ikaz eden), münecci (kurtarıcı) ve
münevvir (aydınlık veren, nurlandıran)…
Bazı yazar ve düşünürlerimiz “aydın kimdir” sorusuna, “eleştiren, sorgulayan, aklı rehber edinen” gibi sıfatlar yükleyerek yanıtlıyorlar. Batı’da kullanılan entelektüel terimi ise ilk kez 19. yüzyılda, Dreyfus davasında olmak üzere olumsuz kullanılmış ve Latince olan intellectu, yani anlama ve kavrama yeteneği kökenlidir. Batı dillerindeki “Intellektuel”, yani aydın terimi daha çok Rus kökenli “intelijansiya” (okumuş yazmış kesim) teriminden esinlenilerek türetilmiş… Buraya kadar bir sorun yok, çünkü herkes buraya kadar anlaşabilmektedir.
11
12 Ancak…
Entelektüel teriminin sosyolojik manasını tartıştığımızda herkes bir başka yola gitmektedir. Türkiye’de esas olarak aydın derken; “iktidarı sorgulayan muhalif insan”; “ahlaklı ve vicdanlı insan”; “doğruyu ve gerçekleri dile getiren insan”; “doğru yolu ve çözüm öneren insan”; “önderlik eden ve halkı kurtaran insan” olarak anlaşılmaktadır. Entelektüel kavramı ise sosyolojik (toplumsal) bir kavramdır ve üç tanımlama kategorisinde değerlendirilmektedir. Eser ve etik değer üreten; toplumsal düzeni eleştiren; düşünce ve imge taşıyıcısı olan; kafa emekçilerinden oluşan toplumsal katman, örneğin mühendisler, teknisyenler, yönetici unsurlar, araştırmacılar, eğitmenler ve sanatçılar… Buradan çıkan sonuca göre Batı’da da entelektüelin ne olduğu sorununa tam bir yanıt bulunamıyor. Çünkü son yüzyılda devletlerin örgütlenmesindeki karmaşık durum, bilim insanı, yönetici, düşünce insanı, yazar ve gazeteci arasındaki farkları oldukça silikleştirmiştir. Herkes her şeyi kısmen yerine getirince, hangi görev ve sorumluluğun ne zaman başladığı ve bittiği de karmaşıklaşmaktadır. Normalde mimar bir yapı projesi üretir, ama o söz konusu projeyle bir de mimari politikaları belirlemez mi veya yeni mimari kültürel değerlerin üretilmesini sağlayarak belli bir ideolojik etkide bulunmaz mı?
Solda Aydın Kavramı Anlaşılacağı gibi bugün herkes hem entelektüel hem de değil… İşin gerçeği şu ki, entelektüel (aydın) kavramı Türkçeye daha baştan “aydınlatan” olarak geçmiş ve bununla da kesin bir anlam değişikliğine uğramış. Aydın kavramının “aydınlatıcı”, “ileriden ve akıldan yana olan” anlamına bir itirazımız yok, ancak aydın kavramı sosyolojinin toplumsal bir kategorisi olarak türetilmiş olan entelektüel kavramının yerine ikame edilince sorunlar yaşanmaktadır. Yurtdışında bizim aydın kavramıyla sosyolojik analizler yapamazsınız, çünkü bilimsel (nesnel) değildir. Peki, kullanılamaz mı, tabii ki kullanılabilir, ama genel anlamda entelektüel kavramının yerine kullanılamaz. Bugüne kadar entelektüel kavramını inceleyenler ve onu üzerine araştırma yapanlar en çok sol ve Marksistler olmuş. Marx yazılarında, entelektüel kavramını yer yer “kafa emekçileri” yerine kullanmaktadır; Lenin ise “devletin çalışma alanlarının çoğalması nedeniyle, gitgide daha fazla entelektüellere başvurduğunu” ve onları “ilişki ve düşünceleriyle burjuvazinin saflarına çektiğini ve onların bağımsızlıklarını gitgide ortadan kaldırdığını” belirtir. Yani entelektüeller, ekonomik bağımsızlıklarını kaybettikçe daha çok burjuvazinin hizmetine girmektedirler. Entelektüel kavramıyla ilgilenen en çok Gramsci olmuş. Ona göre “bütün insanlar entelektüeldir, ama hepsi toplumda entelektüel işlev görmezler.”! Gramsci’ye göre her sınıf kendi konumunu sağlamlaştırmak ve mevcut toplumsal hegemonyasını pekiştirmek için entelektüellere ihtiyaç duyar. Dolayısıyla her sınıf, entelektüellerin oluşturduğu mevcut toplumsal havuzdan kendisine adam devşirir. Bu andan itibaren entelektüellerin görevi, hizmet ettikleri sınıfın çıkarlarını korumak, konumlarını
13
14 pekiştirecek ideoloji ve argüman üretmektir. Gramsci’ye göre
“Entelektüeller doğaları gereği uzun bir süre içinde meydana gelirler ve bu nedenle de toplumun kültürel kodlarını ve geleneğini [tıpkı dünyanın bütün tarihini barındıran yer katmanları gibi] taşırlar.” Peygamberlerin, kurtarıcıların, önderlerin, sanatçıların ve düşünürlerin bunların arasından çıkmasının nedeni bu olmalıdır.
Kanaatimizce entelektüele sahip olmayan hiçbir devlet, yönetim, din, parti ve örgüt olamaz. Çünkü bunlar toplumların ekmek gibi temel besin kaynağını oluştururlar. Bunlar olmadan toplumlar da var olamaz, maddenin doğasına aykırıdır bu. Buradan şuraya varabiliriz: demek ki entelektüellerin görevi, fikir, düşünce, kavram, bilgi ve bilinç (sanat ve edebiyat eserleri üzerinden) üretmektir. Tarihi onlar yaratmazlar ama tarihin yönünü işaret edebilirler. İnsanoğlunun oluşturduğu ilk toplumların entelektüelleri demircilerdi, din adamlarıydı, hekimler ve savaş komutanlarıydı… Nedenini ise başka bir yazıda tartışmak üzere bu kadarla bırakalım.
Dolayısıyla entelektüellerin (aydınların) toplumda önemli bir işlevleri olmaktadır ki o da ideoloji (sanat, edebiyat, bilim, din, siyaset) üretmek ve bunun üzerinden halk üzerinde belli bir sınıfın hegemonyasını pekiştirmektir. Eskiden beri böyledir bu… Burada bir parantez açarak bir başka konuya temas edelim. Düşünce mi Eylem mi? Sol kesimin önemli bir kısmı (Kemalistler, sosyalistler vb.) dünyayı, fikir ve düşüncelerin değiştirdiğini sanıyorlar. Düşünceler önemlidir, din önemlidir, felsefe önemlidir, siyaset ve programlar önemlidir, ama toplumların değişmesinin, dönüşmesinin, yükselmesinin ve çökmesinin nedeni bunlar değildir. Bunların etkisi var ama bu kısmidir. Bir toplumun bağışıklık sistemi zayıflamışsa, güçten kuvvetten düşmüşse o zaman hurafelere ve batıl inanca da açık hale gelir. Toplumlar, ürettikleriyle (ekonomi, siyaset, eğitim ve kültür) büyür ve yükselirler veya küçülür ve çökerler. Düşünce ile eylem arasındaki fark, eylemin belirleyici olmasıdır. Günümüz Türkiye’sinin bir çöküş sürecinde olmasının nedeni de budur. Yanlış fikirlere kapıldığımız için çökmüyoruz, çoktan yanlış yola girdiğimiz için çöküyoruz. Eğer 1930’lu yıllarda toprak reformu yapılsaydı, ağalık ve onunla birlikte dinci gericiliğin zemini de yok edilseydi; fabrikaların kurulması kesintiye uğramasaydı kentleşme düzgün yolunda gitseydi, aşırı göçler de olmazdı; kadınlar üretime katılır; işçi sınıfı gelişerek toplumda ve siyasette etkin olurdu. Köy Enstitüleri kapatılmasaydı, irtica da gelişeceği bir zemin bulamazdı. 1950’li ve 60’lı yıllarda üniversitelerden solcu hocalar atılmasaydı, eğitim düzeyimiz böylesine yerlerde sürünmezdi. Bunların başlangıç tarihi ise 1940’lı yıllardır, emperyalizmle içli dışlı olma halidir. Temel yıkıldıkça, toplumda dinci ve şeriatçı fikirler de yayılmaya başlamıştır, tersi değil.
15
16 Sosyolojik Kavram Olarak Aydın Yeniden konumuza dönersek, entelektüel, sadece solcuların arasından çıkmaz. Sağcıların da entelektüeli vardır ama biz entelektüel terimini “aydın” terimiyle değiştirerek baştan sağcılara entelektüellik kapısını kapatmışız. Onlara bunu reva görmüyoruz. Bu ne sosyolojik (bilimsel) açıdan ne de gerçek hayat ve toplumsal durum açısından doğrudur. Bu çıkmazı aşmak için de bazı düşünür ve yazarlarımız, entelektüel ile aydın kavramını birbirinden ayırarak kurtulmaya çalışıyorlar. Hâlbuki bunlar birbirinin karşılığıdır. Birçok çeviri metin de bu nedenle yanlış olmaktadır. Batılı yazarlar entelektüeli, “sorgulayan, itiraz eden, görüş ve fikir üreten, mevcut düzenden farklı düşünen” olarak tarif eder; hatta Jean-Paul Sartre, “eylemde bulunan”ı da ekler bu niteliklere. Sonra da şunu yazar: “Entelektüel, kendisini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokan insandır” der. (Aydınlar Üzerine)
Peki, bunları sağcı ve Müslüman kişi yapamaz mı? Sağcıların “düşünenleri, fikir üretenleri, kendisini ilgilendirmeyen işlere burnunu sokanları, sorgulayanları, mevcut durumu kabul etmeyenleri” yok mu? Var! Ama biz onlara “aydın” tabirini uygun görmüyoruz. Türkçede aydın terimini kesinleştirmiş ve kazığa bağlamışız: Aydınlanmadan ve ilericilikten yana olan insan. Yapılaması gereken ya aydın kavramının anlamını genişletmektir ya da onu entelektüelin yerine kullanmamaktır. Nitekim Batı’nın en saygın sözlüğü, Oxford Dictionary entelektüeli şöyle tarif ediyor: “Entelektüel, zekâsını ve analitik düşünme yetisini, mesleği gereği ya da şahsi amaçlarına erişmek için kullanan kişidir.” Entelektüel terimini sosyolojik açıdan inceleyen Batılılar, onu şöyle tarif etmektedir: “Entelektüel, bilimsel, sanatsal, dinsel, yazınsal açıdan etkin olan, bu alanlarda önemli bir birikime sahip, kamusal alandaki tartışmalara eleştirel yaklaşan kişidir. Bunu yaparken de belli bir partiye, ideolojiye veya ahlaki değere bağlılık göstermek zorunda değildir.” (A Vocabulary of Culture and Society, 1983) Ali Şeriati de aydın teriminin Farsçaya yanlış girdiğini belirtiyor ve şunları söylüyor: “Bu terime baştan yanlış bir anlam ve sıfat yüklemişiz. Terimin kökeni ‘intelijansiya’dır. Esas olarak bununla da uyanık, anlayışlı, birikimli, şuurlu bir adam akla gelir… Aydın, düşünce ve fikir konusunda çalışan bir ferttir…” (Aydın Üzerine)
17
18
Bir sonraki yazımız ise Platon’un aydın olup olmadığını tartışmaktadır… *Sadık Usta’nın bu çalışması ilk olarak 11.03.2017 tarihinde Oda TV’de yayınlanmış olup yazının devamı niteliğindeki Platon odaklı makale de aynı şekilde dergimizin ilerleyen sayfalarında yer almaktadır. www.sadikusta.com.tr
Aydınımız Bilinçli mi? Adnan Binyazar
Molière, Türkçeye Kibarlık Budalası adıyla çevrilen komedyasında (Le Bourgeois Gemtilhomme), kibarlık budalalığına kapılan Mösyö Jourdain’le alay ederken, onu budalalıktan dangalaklığa sürükleyen öğretmenleri de ince alayıyla serseme çevirir. Herkesi alaya alanların, gerçekte, onunla alay edildiğinin ayrımına varamayacak denli budalalar arasından çıktı-
19
20 ğını diyalektik düşünce doğruluyor. Molière'in komedyalarında
güldürücü öğe, eleştirel curcunalardan doğduğu için alay edenle alay edilen birbirinden ayırt edilemez. Nasrettin Hoca gülmecesi, bireye yönelik toplumsal eleştiriyle beslendiğinden, Hoca'nın, yaptıkları kadar sözleri de güldürür. Nasrettin Hoca’ya güleriz; gerçekte güldüğümüzün kendimiz olduğunun ayrımına varınca daha çok güleriz. Hoca’nın gülmecesinin özünde bu iç çağrışımlı gülüşler yatıyor. Bu, gülmeceyle özeleştirinin toplumsal bağlamda algılamasını gerçekleştiriyor. İnsanımızın hiç değilse bir kesiminde anlamsal diyalektik diyebileceğimiz düşünce bu mantığın ürünüdür. Nasrettin Hoca'dan çıkıp Molière'in curcunalı komedyalarına dönelim. Kentsoylu şaşkınlığıyla felsefe okuyunca “âlim” olacağına inanan M. Jourdain, onu felsefeyle âlimleştireceklerini sananlardan göre daha çok alay edilecek duruma düşüyor. Ne denli rol yapsa da, kazanç hırsına kapılarak aydınlanmış olduğu yanılgısının tuzağında kıvranan felsefe öğretmeni, sahne ortamında M. Jourdain’i “âlim” yapacağı inancındadır. Kullananla kullanılan arasındaki ahlak düşüklüğü göz önünde bulundurularak, bu yolda kendini öncü saymakla kalmayıp, o alanın en iyisi sandığından da kuşku duyulmamalı. Beyinleri aydınımsıların kafadan atma dayanaksız bilgileriyle hırpalanan Dil öğretmeni, M. Jourdain’in kibarlaşmasını dil’e bağlamıştır. Müzikçi, sesler arasındaki düzenin insanın düzenini de sağlayacağı kanısındadır. Dans öğretmeni, uygun adım atmaya bağlar kibarlaşmayı. Oyuna kahkahayla gülenlerin bu kibarlaştırma uzmanlarından kalır yanı yoktur. Bu örnekler, daha kapsamlı bir soruya yol açıyor: Şaşkınlaşan M. Jourdain mi alay edilecek durumdadır, yoksa onu kentsoylu değer yargılarıyla şaşkınlaştıranlar mı? Mo-
lière'in oyun kurgusunda böyle bir ironi aranırsa komedyanın kuralları yerine getirilmiş olur. Soru bağlamında insanın içinden M. Jourdain’i suçlamak gelmiyor. Onun öne sürdüğü çelişkileri yerine getirecek kesimler olduğu sürece, M. Jourdain’ler hep var olacak, zaman Molière'i haklı çıkaracaktır. Onun da asıl üzerinde durmak istediği, gülen ile güldüren arasında doğan özdeş davranış ortaklığıdır. Yazınsal bir tür olarak komedya da, düşündürerek güldürme olgusunun ürünü değil midir? Molière'in aydınlanma yorumları, Fransız insanının bağnazlıktan kurtulup geçirdiği düşünsel evreleri çelişkileriyle dünden günümüze yansıtmada etkili olmuştur. Moliére, oyunlarında; alay edenle alay edilenin, gülenle gülünenin gerçeğini ince zekâsıyla kurgulayarak gerçekleştirmiştir bunu. Bu bağlamda, özeleştiriyle toplumsal eleştiriyi birbiriyle bütünleştirmekte de ustalık göstermiştir. O nedenle, toplumsal değerlendirmelerde Molière’in geliştirdiği akılcı mantık, geçerliliğinden bir şey yitirmeyecektir. Adı bu yönüyle Avrupa kültürünün önemli klasikleri arasında geçmesi doğaldır. Bir de şu var: Onu aşağılamanın bir nedeni olarak hep halkın bilinçsizliğinden söz açarak sorumluluğu üzerimizden atıyoruz. Bununla da yetinmiyor, yazgısına başkaldırmamakla da suçluyoruz onu. Kördüğüme dönen soru, hemen ardından şu soruyu sürükleyip getiriyor: Halkımız bilinçsiz de, aydınımız bilinçli mi? Molière’in mantığı burada da geçerliğini koruyor. Bilinçsizlik, toplumun sakat yapılanmasından doğuyor. Bir kesim bilinçsizlik cehenneminin tutsağı iken, öbür kesim bilinç cennetinin hurileri arasında keyif çatıyor! Aydınımız da aynı koşullandırmanın tutsağıdır. Çıkar uğruna hırsızlıkta, yalakalıkta, kul köle olurken,
21
22 adlı sanlı okullarda öğrenim görmeyi aydınlanma sananlar çıkıyor.
Onlar da bu çemberin dışında kalma iradesini gösteremiyorlar. Çemberin bir iki santim dışına çıkmaya çalışanların başına gelmeyen kalmıyor. Oysa düzenin ayakta kalması çemberin sağlamlığına bağlıdır. Egemen güçler, yalnızca onların emeklerini değil, o geniş kesimin ekmeğini, iradelerini, onurlarını, beyinlerini, direnme gücünü de sömürüyor.
Başta Kibarlık Budalası olmak üzere, Molière’in oyunlarında olduğu gibi, eleştirenle eleştirilen arasında, düzeysizlik gibi görünen bir düzey ortaklığı var. Başta da vurguladığım gibi, sorun, doğru adım atarsa kibarlaşacağını sanan M. Jourdain'de mi, onu kendince doğru saydığı adım attırmayı öğreteceğim diye iliğine değin sömürende mi? Bu sorunun yanıtı da, aydınlanmanın gerçek anlamda kaçınılmaz bir eğitimden geçme süreci gerektirdiğini düşündürtüyor. Birkaç yıl önce, adlı sanlı iki bilim adamını televizyonun ekranında tartışmaya tutuşturmuşlardı. Gençliğin bunalımlarına sözde ışık tutacak, sorunlarına çözümler getireceklerdi. Gerekli olduğunca özlenen de bir girişimdi bu. Ne yazık ki, umulanın tam tersine, aşırı konuşkan bu iki bilim adamının söyleşileri kısa sürede ortaoyununa dönüşmüş, Molière’in havanda su döven kişileriyle bir kez daha yüz yüze gelmiştik. Kavramların içeriğini irdeleyeceklerine, ekranda laf atışmasına başlamışlardı. Büyük umutlarla uygulamaya konulan program, şöhretleri dorukta da olsa, bilim insanlarının aralarında kavramsal bir etkileşimin yaratılamadığı sonucuna varılmıştı. İşin şu yanı da var: Sonradan, televizyon, sözü sohbeti tatlı bu iki bilim adamını özellikle seçtiği yorumu yapıldı. Televizyonun, bilinçlendirmeyi değil, eğlendirmeyi, oyalamayı önde tuttuğunu belirtmeye
vurgulamaya gerek yok. Bu, birçok bilim adamını, sanatçıyı “eğlencelik” olarak kullandığın gösterir. Bunun örneği sayılamayacak denli çok. Amacı gerçekleştirmek için; bakıyorsunuz, kültür anlayışıyla, ünü en uzak ülkelerin sınırlarını aşan sanatçılar görmezden gelinirken, oyalama yeteneği yüksek kişiler boy gösteriyor ekranlarda. Toplumla dilsel bir bağ kurmamış kişilerin sanatlarını büyüteçle gösterme çabalarının etkisi altında gene toplum eziliyor. İşte bunlar, kültürde boşluk yaratan toplumsal bilinçsizliğin sonucudur. Aydınlanma bilincine ermemiş kişi, kendi dar çemberini sarmalayanların dışında dünya tanımaz. O, gelecekte olabilecek olayları sezme gücünden de yoksundur. Halk, eylemsiz kılınan bu kültür boşluğunda debelenirken, aydınımızın bu etkisinin dışında düşünülmesi olanaksızdır. Bu koşullarda, halk, bölünmüş gücünü toparlayıp örgütlenmekten kaçınır. Kuşkusuz, bu bilinçsizlik, iktidara sahip olanların geniş toplulukları bir oy aracı olarak kullanmamalarına da ortam hazırlıyor. O nedenle küçük bir azınlık, büyük güç olması gereken halk topluluklarına bir ortaçağ hayatı yaşatıyor. Özgür iradesi baskı altında tutulan halka yaşadıklarını yazgı saymaktan başka seçenek kalmıyor. Bilinçsizliğin temelinde, yaşamın her kesiminde, düşüncede, duyguda köleler gibi davranmak yatar. Toplumda, çağların çürüttüğü bilimsel kuramları, yozlaştırılmış sanatı yenilik sayanlar, bilinçsizlerin başında gelir. Bin bir deneyden geçirilmiş bilimsel verileri çağdaş bilimin vardığı en son aşama sayan, dışarıda öğrendiklerini kendi yaratımı diye yutturmaya kalkan bilim insanı da bilinç yoksunudur. Bilim öyle bir bilinçsizlik batağına saplandı ki, nerdeyse bilim kurumları sarıklı hocaların fetvasıyla yönetilir oldu. Yalnız onlar değil, işçilerin üç beş kuruşuyla kesesini doldurup, bir işçinin bir yılda aldığından daha çoğunu birkaç günde kesesine doldu-
23
24 ruveren işçi yöneticisi de bilinçsizler arasındadır. Kendi kesesine
bakarak toplumu ekonomik erinç (refah) içinde görüp bireysel mutluluğu toplumsallaştıran politikacı tam anlamıyla bilinç yoksunudur. Sömürü düzenlerini sürdürmek için halk kesimlerini birbirine kırdıranlar, yalnızca bilinçsiz değil, o can’lardan akan kanın bir gün kendilerini boğacağını düşünemeyecek denli de akıl yoksunudur. Bilimsel kuramların, çağdan çağa değeri daha da yükselen kitapların toplumları zehirleyeceğini savunanlar bilinçsizin bilinçsizidir. O kafada olanlar, bilginin her çağda daha da derinleşerek yaygınlaşacağını kavrayamayacak ölçüde kara cahildir. Görülüyor ki, bilinçsizlik belirli bir kesimin uğradığı bir düşünce yoksunluğu değil, toplumu bütün organlarıyla etkileyen ölümcül bir hastalıktır. Toplumda aydınlanma, ancak bu gerçek kavranınca gerçekleşir. Molière’in mantığıyla düşünürsek, insanı budalalaştırma sevdasına kapılanların, budalalaştırılmak istenenden daha akıllı olmadığı sonucuna varılabilir. *** Görsel: Molière (1658) – Nicolas Mignard
SÖYLEŞİ: MECİT ÜNAL
Hemen herkesin üzerinde uzlaşmışçasına başvurduğu bir sözcük olmasına karşın üstünkörü bir göz gezdirme sonucunda bile anlam ayrımları içeren bir kavram olarak “aydın”ı siz nasıl tanımlıyorsunuz? 5 Mayıs, Türk aydın tarihinde çok önemli bir yeri bulunan 1984’te Cumhurbaşkanlığı’na verilen 1260 imzadan oluşan “Aydınlar Dilekçesi” eyleminin yıl dönümüydü. İkinci büyük toplu aydın eylemiydi. İlkinin tarihi çok daha eskidir. Bu ey-
25
26 lemden yaklaşık 108 yıl önce Namık Kemal ve arkadaşlarının
eylemi… Her iki eylemin sonucunda da aydınlar kovuşturmaya uğramış, yargılanmış, tutuklanmış ve sürgün edilmişlerdir. Sorularınız böylesine önemli bir eylemin yıldönümüne rastladı. Dolayısıyla son derece kapsamlı bir konudur bu… Aydın sözcüğünü, “öğrenimi, bilgisi ve görgüsü olan kimse” anlamında “münevver” sıfatının yerine kullanıyoruz. “Münevver”, Arapça “nur” sözcüğünden gelmektedir. Parlatılmış, aydınlatılmış, ışıklı demektir. Bugün “aydın” sözcüğüyle karşıladığımız “münevver”in kavram olarak ortaya çıkışını Tanzimat yıllarına dek götürebiliriz. Aydın kavramı daha ham halde “münevver” iken de, “aydın”da kavramlaştığında da “öğrenimi, bilgisi ve görgüsü olan kimse”den çok daha kapsamlı bir anlam genişliği ve derinliğine sahipti. Kavramın tarih içindeki evrimi, işaret ettiği kimliğin geçirdiği evrimi de göstermektedir. “Nur”dan gelen “münevver”in “ışık”tan gelen “aydın”a dönüşümü süreci, aydının oluşumunda “Tanrı’nın nuru”nun yerini “bilimin ışığı”nın alması sürecidir. Bu süreç aynı zamanda toplumsal-siyasal mücadele sürecidir. Bu anlamda “aydın”ı ben, eylemi içinde tanımlamayı -ve çözümlemeyi- çok daha anlamlı ve önemli buluyorum. Aydın evet… Adı üstünde, işi aydınlatmak olan, etrafına ışık saçan kimse; ama öte yandan da bunu yaparken türlü meşakkate katlanan bir “kahır-man”! “Kahır-çeken” anlamında da kullanabileceğimiz bu sözcük, aralıklarla yaklaşık iki yüz yıldan bu yana sürmekte olan modernleşme ve milli demokratik devrim tarihimizin en başta gelen aktörlerinden “Türk aydın”ını –eylemi içinde- tanımlamaya çalışırken yararlandığım bir nitem. Kendi kendisinin hem öğrencisi hem öğretmeni olmayı başarmış Türk aydını bu iki sıfatın ikisini de fazlasıyla hak etmiştir. Aydının sorumlulukları ve yükümlülükleri ile ilgili de farklı görüşler öne sürüldü, sürülüyor. Ömrü boyunca yaşadığı
kasabadan ayrılmamış Kant ile ömrünün büyük bölümünü faşizm zindanlarında hapsedilerek geçirmiş olan Gramsci pekâlâ “aydın” sıfatında ve hatta üst bir çerçeve olarak “aydınlanma”da birlikte anılabiliyor. Sizce aydının sorumluluk ve yükümlülükleri var mıdır, varsa nelerdir? Aydın’ı sahip olduğu bilgi birikimine indirgeyemeyeceğimiz gibi salt eylemine de indirgeyemeyiz. Her aydın entelektüel olmadığı gibi her entelektüel de aydın değildir. Öte yandan, toplumsal-siyasal eylemde yer alan her okumuşu da aydın olarak niteleyemeyiz. Düşünce, tek başına kaldığı sürece hiçbir işe yaramaz. Düşüncesinden doğan eylemidir aydını aydın yapan... Düşüncesi ve eyleminin bütünlüğüdür. Entelektüel bilir, ama aydın yapar! Kendi eyleminden doğmayan, kendisini eylemi için ve eylemi içinde var etmeyen aydın “hibrit”tir. Hibrit’in ise ne kökü olur, ne dalı. Bu anlamda aydının elbette sorumlulukları ve yükümlülükleri vardır. Ülkesinin bağımsız, demokratik ve çağdaş olması için çalışmak en önemli sorumluluk ve yükümlülüğüdür. Bourdieu’ya göre aydın kavramı ve aydından beklenilenler zamana göre değişiklik gösterebilmektedir. Buna bir de mekânı eklersek Cumhuriyet tarihimizin dünü, bugünü ve yarını hesaba katıldığında topraklarımızın aydını neye karşılık gelmektedir? Elbette içinde bulunulan tarihsel-toplumsal-siyasal koşullara göre değişir aydının konumu. Toplumu ilerleten her şeyin yanındadır aydın. Gerileten her şeyin de karşısındadır. Geçmişte 31 Mart İsyanı’na karşı olmak, tavır almak aydın olmanın gereği, ilerici-devrimci bir tavır olurken, Hilafetin kaldırılmasına, Cumhuriyet’in ilanına karşı olmak gerici bir tavırdır. Türk aydını devrimcidir, bir; anti emperyalisttir, iki. Türkiye’nin iki
27
28 yüz yıllık modernleşme ve milli demokratik devrim tarihi, aynı zamanda bir Türk aydın tarihidir ve bugün aydınlarımızın arasına kimi ayrılıklar girmiş olsa da topraklarımızın sağlam bir aydın damarına sahip olduğunu gösteriyor. Bu damar, Şinasi ve Namık Kemal’den Tevfik Fikret’e, Halid Ziya’dan Yakup Kadri’ye, Nâzım Hikmet’ten Attilâ İlhan’a, Kemal Tahir’den Orhan Kemal’e, Doğan Avcıoğlu’ndan Aziz Nesin’e Demirtaş Ceyhun’dan Yaşar Kemal’e, kuşkusuz burada binlerce isimden oluşan çok daha uzun bir liste verebiliriz, oradan da günümüze ulaşmakta olan sağlam bir damardır ve her tarihsel dönemeçte kendisine bir dönem sözcüsü seçerek yeniden ortaya çıkmaktadır. Yeni Medya olarak anılan teknolojilerin biçimlendirdiği enformasyon ve etkileşim safhasında, bir bakıma kendisi idealist bir niteleme olan “aydın”ın bugünü ve yarınını, üzerine düşen görevler ekseninde nasıl görüyorsunuz? Az buçuk okur-yazarlığı olan ve bir “akıllı telefon”a sahip bulunan pek çok kimsenin başımıza şair, yazar, felsefeci, sosyolog, siyasetçi vb. kesildiği günümüz Türkiye’sinde aydın olmak ateşten gömlek giymek bence. Kimseye bir şey anlatmak mümkün değil. Kimsenin yekdiğerinin düşüncesine bırakalım saygıyı, tahammülü yok. Sosyal medyayı izleyen bir yabancı sanır ki Türkiye’de insanlar birbirini boğazlamaya hazır bekliyor. Üstelik düşünsel olarak aynı cenahta yer alan insanlar yapıyor bunu. Ve bu kimselerin de öyle aydın maydın taktığı da yok. Siyasal olarak bunca bölünmüşlük içinde öte yandan aydınlar da bölünmüş durumda. Aradaki çizgiler her geçen gün kalınlaşıyor, ayrım derinleşiyor. Aydınlar, kendilerini ait hissettikleri siyasal parti ve örgütlerin gündelik ideolojik-siyasi hesaplarının dışına çıkabildikleri ölçüde bu bölünmüşlük ortadan kalkabilecektir. Aydın gerektiğinde kendisi gibi düşünen kişi, kurum, örgüt ve partilerin de yanlış
tutumlarına karşı çıkabilen kimsedir. Günümüzde ihtiyacımız olan aydın, kimseye eyvallahı olmayan aydındır. Türk aydının geleneğinde kimseye eyvallah yoktur. Ülkemizin güncelinden devam edecek olursak; düne kadar “aydın” olarak anılan Fazıl Say’ın, Erdoğan ile kurduğu iletişim neticesinde bundan böyle “aydın” olarak adlandırılamayacağına dair söylemler işitiliyor. Bu konudaki görüşünüzü öğrenebilir miyiz? Henüz aydın ölçen bir alet üretilmedi! Kimseyi durup dururken, beğendiğimiz bir sözüne, bir tutumuna bakarak aydın sayamayacağımız gibi beğenmediğimiz bir sözü veya tutumuna bakarak da aydın olmaktan çıkaramayız. Toptancı yargılar işte hep bu çatışmacı, tahammülfersa kişiliklerden kaynaklanıyor. Yine son dönemde, her ne kadar bir aydın olarak değerlendirilmemiş olsa da yakın tarihimizde pek çok ilericinin savunduğu şekilde yabancı dilde eğitim yerine Türkçe eğitimi öven ve öneren müzisyen Kıraç’ın aynı ilericilerin günümüzdeki takipçileri olduğunu ileri sürenlerce taşlandığını görüyoruz. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Hangi dili konuşuyorsanız o dilde sevinir, o dilde üzülür, öfkelenir, küfredersiniz. Hatta o dilde rüya görürsünüz. Dil kültür demektir aynı zamanda. Yabancı dilde eğitim bir toplumun çocuklarını o dilin kültürüne teslim etmesi demektir. Kıraç’ın yabancı dilde eğitime karşı çıkması son derece doğru bir tutum. Dil bilinci ulusal bilincin en temel öğesidir. Dilini yitiren kimliğini de yitirir. Oktay Sinanoğlu, “Türkçe giderse Türkiye gider” diyordu; dilini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtaramayan toplumlar yok olmaya mahkumdur. Henüz o aşamaya gelmemiş olsak da ne Türkçe, ne Arapça, ne Farsça olmayan
29
30 bir yapay dilden kurtulalı daha yüz yıl dolmadan cadde ve sokak-
larımız yabancı isimli işyeri tabelalarından geçilmez durumda. Gündelik konuşma dilimizdeki İngilizce sözcüklerin sayısı her geçen gün artmakta. Genç Kalemlerin “Yeni Lisan” bildirisi ise dili bugüne göre hayli eski de olsa daha dün yazılmış gibi sımsıcak ve taptaze. Aydınlanma’nın geçmişte belli bir dönemi nitelediğine mi inanıyorsunuz yoksa Aydınlanma’nın sürdürelebilirliğinden bahsedebilir miyiz? Tarihsel olarak her ne kadar Batı’da ve Türkiye’de belirli bir dönemi nitelese de, aydınlanma başı ve sonu belli olan bir zaman dilimine sığdırılabilecek sınırlı bir dönem değil bence. Bilim ilerlediği, toplumsal devrimler sürdüğü müddetçe aydınlanma da sürecektir. Ortaçağ’ın karanlığı kadar, günümüz dünyasının da kendi bir karanlığı var. Biçim değiştirmiş olabilir. İçeriği farklılaşmış olabilir. Hatta modern bile görünebilir. Küreselleşme örneğin, günümüzün aşılması gereken mafyokratik karanlığı ve onun ideolojisi Postmodernizm. Günümüzde bilginin gizliliğini, tekelleştirilmesini ve erişim engelini ortadan kaldırmak için mücadele veren belli hükümetlerin hedefi haline gelen Edward Snowden, Julian Assange, Aaron Swartz hakkında neler düşünüyorsunuz? Snowden, Assange ve Swartz mafyokrasinin “bilgi çağı” yalanıyla nasıl bir bilgi karanlığı yarattığını belgeleriyle ortaya koydular. Kuşkusuz bilinmeyenler bilinenlerin bin katı. Günümüzün karanlığı derken kastettiğim biraz da buydu. Google’da örneğin her şey var! Ama büyük bir karanlık da var!
Postmodern dönemde her konuda fikir yürüten ve medya tarafından yoğun ilgi gören akademisyen, yazar, sanatçı ve düşünürlerin “aydın” nitelemesine zarar verdiğini düşünüyor musunuz? Ülkece meşhurların çeşitli konularda söyledikleri her zaman ilgi çekmiştir toplumda. Magazini sever insanımız. Kimi yazar, sanatçı veya akademisyenlerimiz de her zaman toplumun gözü önünde, vitrinde olmaya ve kendi alanları dışında hemen her konuda görüş belirtmeye bayılırlar. Magazinciler de allayıp pullar bu görüşleri. Meşhur olmanın getirdiği iptilalar bunlar. Çoğu aslında aydın da sayılmaz bunların. Görüşleri de boş sözlerden ibarettir. Nitekim toplum bir zaman sonra kafa bulmaya başlar. Örneği çok, şöyle baktığımızda sayıları da az değil hani. Aydın nitelemesine zarar verdikleri ise bir gerçek. Halk bu kimseler yüzünden aydınları “entel-dantel” diye nitelemekte, küçümsemektedir. Oysa aydınlar, gölgesi ağır kimselerdir. Vara yoğa konuşmazlar. Konuştuklarında da büyük tartışmalar çıkar, yer yerinden oynar. Fırat Tunabay, Onur Keşaplı
31
32
Aydın Bilerek Yanandır Mustafa Bilgin
Platon’u ‘Aydın’ Olarak Görebilir miyiz?* Sadık Usta
Atina Okulu / Platon Kesiti (1511) - Raffaello Yazımızın başlığının kışkırtıcı olduğu çok açık… Ama önce aydınların katman olarak nasıl ortaya çıktıklarına bakalım. Biraz eskiye gidelim… Yani devletlerin ve sınıfların ortaya çıktığı döneme…
33
34 Mezopotamya’ya, Sümer kent devletlerinin ortaya çıktığı Dic-
le-Fırat havzasına… Nil nehrinin kıvrımlarında yükselen, Habeş ve Mısır uygarlığına… Çin’de Sarı Irmak’ı mesken tutmuş Uzak Doğu Asyalı kabilelerin coğrafyasına ve İndus vadisinin verimli deltasına… Bu merkezlerin hepsi, birbirini takip ederek veya zamandaş olarak çeşitli uygarlıklar meydana getirmiş coğrafyalardır. Rahatça işlenebilen verimli topraklardan elde edilen ürünler sayesinde yerleşik hale gelen topluluklar (toplumlar demiyoruz çünkü o daha ileri bir aşamada oluşmaktadır); doğa felaketlerinin gazabından korunabilmek, geçimini tesadüfe bırakmayarak güvence altına alabilmek; üretimin ileri boyutta gelişmesiyle komşu kabilelerle mal değiş tokuşunda bulunarak elindeki fazla malı çıkaran ama bunun karşılığında da ihtiyacı olanı karşılayabilen bir seviyeye yükselmişlerdi. Bu gelişme, söz konusu toplulukları kendi içinde bölünmeye uğrayarak nispeten daha katı hiyerarşik yapılara (bürokrasi ve devlet) sahip toplumlar meydana getirmişlerdi. Toplumların Kendi İçinde Bölünmesi İnsanoğlunun oluşturduğu toplulukların kendi içindeki ilk bölünmesi iş temelinde ortaya çıkmıştı. İhtiyaçlar artıkça, kullanılan teknoloji geliştikçe (artık ne kadar gelişmişse) uzmanlaşma da günden güne artmış ve birbirinden farklı meslek gruplarının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu açıdan ilk bölünme evlerde, hane içinde baş göstermişti. Kadın ve erkeklerin yaptıkları işler farklılaşmıştı. Kadınlar daha çok evde, barınaklarının etrafına serpilmiş bahçede ve yerleşim biriminin en yakınındaki (çocukların bakımı ve başka ailevi sorumlulukların belli ve güvenli bir yerde kalmayı zorunlu kılıyordu) tarlalarda iş görürken, erkeklerse güçlerini daha uzaklardaki işlerde, zorlu ve güç açısından daya-
nıklılığı gerektiren alanlarda (avlanma, balıkçılık, ilkel ticaret, çobanlık, ormancılık ve alet yapımı) yoğunlaşmıştı. Üretimin ileri aşamalarında (mal fazlasının yaratılabildiği, ürünün depolanabildiği, mübadele yoluyla alış verişin yapılabildiği) toplumsal örgütlenmenin daha üst düzeyde düzenlenmesi ve planlanması zorunlu hale gelmişti. Bunu da doğrudan üretimden muaf tutulan profesyonel bir kesimin yerine getirmesi gerekiyordu. Toplumdaki ilk nitelikli işbölümü de böylece kafa ile kol emeği olarak ortaya çıkmıştı… Kafa emeğiyle sivrilen ve toplumda özel bir konuma sahip olan insanlar, çoğunlukla ya savaş komutanları, ya dini-ruhani liderler, ya da belli bazı yeteneklere sahip ustalar ve bürokrasinin çalışanlarıydı… Bu kesim içinde yer alan bazı meslek grupları ilk devletlerin oluşum sürecinde düşün ve bilim insanı, filozof, sanatçı, dini-ruhani şahsiyetler olarak sivrilmişlerdi. Bunların temel amacı, mevcut toplumsal-devlet örgütlenmesini güvence altına almak ve bununla da kalmayarak geleceğe dair öngörülerde bulunmak suretiyle siyasal örgütlenmenin ve toplumsal düzenlemenin (üretimin, bilimin, bölüşüm ilişkilerinin nasıl olması gerektiğine ilişkin projeler, eğitim, hukuk-yasalar, savaş politikaları, ahlak ve din öğretileri vs.) nasıl olması gerektiğine dair çözümler önermekti. Bu kesim doğrudan doğruya mevcut devletin ve toplumsal düzenin korunması, tehlikeye sürüklenmeden gelişmesi ve mümkün olduğunca dıştan ve içten herhangi bir saldırıya uğramaması için önlemler almakla görevlidirler. Muhafazakârlık ve İlericilik Nedir? Bu kesime yönetici, filozof, eğitmen, bilim insanı, bilge, din adamı, sanatçı, siyasetçi vs. denmekteydi, ama tümüne birden
35
36 entelejansiya (entelektüel) deniyordu.
Buradan çıkaracağımız birinci ders şudur: Entelektüellerin ortaya çıkmasının asıl nedeni mevcut devlete, düzene, toplumsal sisteme karşı çıkmak, itiraz etmek, isyan etmek değil, aksine bu kurum ve sistemi muhafaza etmektir, korumaktır. Toplum ne kadar canlanırsa, devlet ne kadar güçlenirse ve üretim ne kadar bollaşırsa bu kesimin toplum içindeki oranı da o derece büyür; ama devlet içinde sıkıntılar başlar ve mevcut yapı küçülürse, üretim daralırsa ve yaygın yoksulluk baş gösterirse işte o zaman bu kesim de ona orantılı bir şekilde küçülür ve hatta bazen de yok olur… Bu durumda o devletlerin (örgütlerin veya dini yapıların) varlığı da son bulur… Şimdi… Bu aşamada, yani sıkıntıların başladığı, devletin çöküşe doğru ilerlediği, toplumun sefalete ve üretimin de sekteye uğradığı, pazarların işlemediği, geçim sıkıntısının ciddi bir boyuta ulaştığı, toplumdaki suç oranının çok arttığı bir dönemde, söz konusu entelektüel (aydın da diyebiliriz) kesimden bazıları ki bunlar esas olarak hep bir azınlık olmuştur, saf değiştirerek, yani eski muhafaza ettiği konumunu terk ederek yeni çarelerin, siyasi açılımların ve çözüm önerilerinin başına geçerler. Bunlar bundan böyle gelişmekte olan yeni sınıf ve kesimlere önderlik ederler; bilimde yenilikler yaratırlar; yeni felsefi ve sanat akımları yaratırlar ve dolayısıyla yeni bir üretim ve bölüşüm ilişkilerinin kurulmasını sağlarlar. Bunlar artık muhafazakâr değil, fakat devrimden yana tutum alan entelektüellerdir. Entelektüeller, kafa emekçilerinin arasından çıktıkları için toplumsal gelişmenin, daha doğrusu sıkıntıların baş gösterdiği anlardan itibaren ikiye bölünürler. Bunların esas yekunu eskinin mu-
hafazası için uğraş vermeye devam eder, ama küçük bir azınlık da yeniliğin başına geçmiş olur. Bölünmenin nedeni toplumsal-siyasal krizlerdir. Bir kısım (devletten ve yönetici sınıftan nemalananlar) söz konusu krizi aşmak için daha eski ama köhnemiş yöntemleri önerirken, küçük olan ve dolayısıyla devlet ve yönetim organlarıyla bağını koparan kesimse ileri bir hamleyle gelişmenin yönüne işaret ederler. Anlamamız gereken şudur: her iki kesim de sonuçta entelektüel kesimi oluştururlar. Bunların niteliğini belirleyen şey onların önerdikleri siyasi, kültürel ve felsefi istikamet değildir, fakat onların toplumsal üretim içindeki konum ve işlevleridir. Her ikisi de düşünsel üretimde bulunarak toplumsal birikimin bir kısmına el koymaktadır. Birinin geliri iktidardandır, diğeri de her ne kadar göbek bağını yönetim erbabından kesmiş olsa da, yine de yeteneklerinden (devrimci sanatçı, edebiyatçı, siyasetçi, yazar, bürokrat, eğitmen, düşünür, akademisyen, din adamı vs) dolayı her zaman safına geçtiği yoksul kesimin ortalamasının daha üstünde bir konumda yaşar. Entelektüel kesimin ortaya çıkışının bütün hikâyesi budur… Ama bu hikâye bir gerçeği değiştirmez. İster gerici, dinci ve muhafazakâr, isterse akılcı, ilerici ve devrimci olsun hepsinin ortak toplumsal işlevi, niteliği aynıdır; hepsi de toplumsal sistemler kurulsun ve daha iyi yürüsün diye düşünce, siyaset, felsefe ve kültür üretirler… İlerici ve devrimci bildiğimiz kesimin önerdiği düzen kurulduğu anda bu kez de onlar muhafazakâr ve gerici olacaklardır. Çünkü toplumlar ilerlemeye devam ettikçe eskinin ilericisi bir andan sonra yeninin gericisi ve muhafazakârı olabilmektedir. Örneğin Cumhuriyet Devrimini ela alalım… Cumhuriyet devrimi, Türkiye’ye muazzam ve dudak uçuklatıcı yenilikler getirdi ama bir noktadan sonra tutuculaştı ve sonra da toplumda sürekli muhafazakârlaşmayı teşvik etti ve hep ge-
37
38 rici-muhafazakâr üreten bir sisteme dönüştü. Platon’da Akıl ve Sorgulama Var mı? Şimdi gelgelim kritik soruya: Platon aydın mı? Bugün hiç kimse, Platon’un aydın olmadığını iddia edenlere bırakalım yanıt vermeyi, suratlarına bile bakmazlar. Dünyada bunu iddia edenlere deli muamelesi bile yapılmaz, çünkü onlar yok hükmünde sayılır… Fakat… Gel gör ki Platon’un kişiliği, felsefesi ve siyasi görüşleri, bugün ülkemizde pek revaçta olan ve herkesin olur olmaz kullandığı “aydın” kavramıyla hiç mi hiç uyuşmaz. Geçen yazımızda belirtmiştik. Biz kabul etmesek bile bugün aydın denince söz konusu şahıstan mantık ve aklın, sorgulamanın ve ilericiliğin beklendiğini yazmıştık. Nedir akıl? Bilimsel ve kanıtlanabilen olgulara ve verilere dayanmak… Nedir sorgulama? Mevcut olana itiraz etme, herkes tarafından kabul edilenin varlığını ve geçerliliğini tartışmaya açma… Nedir ilericilik? Tıkanmış mevcut sistemi, içinde bulunduğu siyasi, kültürel, ekonomik ve felsefi krizi, halkın büyük çoğunluğunun yararına bir yeni sistemle aşma çabası… Bu çabayı öne çıkarmak ve buna uygun çözüm önerileri sunmaktır. Görüldüğü gibi bu, sistemli ve kapsamlı bir duruşun ifadesidir. Şimdi Platon’a dönersek… Platon ne aklı kutsuyordu, ne ilericiydi ne de sorgulamaktan yanaydı… MÖ 8. ve 7. yüzyılda Likurgos adında bir bilge, Sparta’nın aristokratlarına kafa tutmuş ve toplumdaki eşitsizliği ortadan kaldırmak için bir dizi devrimci reform ve kurallar hayata geçirmişti… (İlkçağ Ütopyaları adlı çalışmaya bakınız!) Fakat sonradan Sparta toplumu, Likurgos’un getirdiği yeni kuralları sözüm ona muhafaza etmek için tutuculaşmış ve gericileş-
miştir. Bir dönemin ilerici bir kuralı yeni dönemin gerici kuralı olabilir. Tarihte hep böyle olmuştur. Toplumu ilerleten ve devrimcileştiren bir ideoloji, felsefe, dini yapı bir noktadan sonra gericiliğin kalesi olarak işlev görür. Burada da aynı durumla karşı karşıyayız… MÖ 5. yüzyılda Sparta gericiliğin, Atina ise her ne kadar köleci sistemden vazgeçmese de tarihsel açıdan demokrasinin ve ilericiliğin merkeziydi. Sonra Peloponnez Savaşı (431-404)’yla krize giren Atina, savaşın sonunda yıkıma uğramıştı. Savaşı gericiliğin merkezi Sparta kazanmıştı, hatta Atina’da bir süre 30lar aristokrasinin yönetimi tesis edilmişti. Bu arada Platon’un hocası Sokrates, MÖ 399 yılında tanrılara itaatsizlik ve gençliği yoldan çıkardığı suçlamasıyla idama mahkûm edilmişti. Sokrates, Atina’nın en gerici felsefi akımın temsilcisiydi. Amacı Batı Anadolu’da boy vermiş materyalist ve atomcu felsefeyi yerle bir etmekti. Thales, Anaksagoras, Empedokles, Leukippos ve Demokrit’ten oluşan ilerici, akılcı ve maddeci bilim adamlarının ve filozofların en azılı düşmanı Sokrates’ti. Öğrencisi Platon, Alkibidias, Kritias ve Ksnefon ise şaşmadan onu takip ettiler, aynı felsefeyi hayatlarının sonuna kadar yaymaya devam ettiler. Ateistlikle ve tanrıya itaatsizlikle suçlanan Sokrates, mahkemedeki savunmasında şunları söylüyor: “Suçladığın kimse sakın Anaksagoras olmasın sevgili Menetos?… Bu suçlamaların Klasomenai’li Anaksagoras’ın kitaplarında bolca bulunduğunu yargıçlar bilmiyor mu? Gençler bunları o [Anaksagoras] varken neden benden öğrensinler ki…”
39
40 Platon’sa kurduğu Akademia üzerinden bütün amacının bilim-
sel verileri öne çıkaran, maddenin ve doğanın belli bir yasasının olduğunu ve doğadaki değişimin ise bu yasalardan kaynaklandığını, bunların deneyle görülebileceğini, akla da uygun olduğunu, bunların arkasında başka herhangi bir gücün, tanrının veya ilahın bulunmadığını vurgulayan doğacı filozoflara, maddeci ve atomcu öğretilere karşı savaş açmıştı. Hatta bir yazısında, “elimden gelse onların bütün eserlerini, yazıtlarını yıkar, kitaplarını ateşte yakarım” diyordu. (Bu konuda derinleşmek isteyenlere Dünyayı Değiştiren Düşünürler Cilt 1 çalışmamızı öneririz). Sokrates ve tabii ki öğrenicisi Platon halktan nefret ediyorlardı. Demokrasiyi ise insanın başına gelebilecek en büyük kötülük olarak görüyorlardı. Onlara göre toplumları yöneten ahlaki ilkeler tanrının eseriydi ve bu ahlaki ilkeler ancak soylu bir sınıfın (aristokrat) şahsında vücut bulabilirdi.
Platon, Akademi’sinde Bir Derste (1879) - Carl Johan Wahlbom
Yönetim mümkün olduğunca onlara devredilmeli ve çapulcu sürüsü olarak görülen halk ise siyasi mekanizmalardan uzak tutulmalıydı. Halkın karıştığı siyasi yönetimler sadece küfür (tanrısızlık), karakter ve ahlaki yozlaşma ve kaos getirirdi… Onlara göre tanrıdan kaynaklanan bir doğal akıl-idea vardı ve bunların sorgulanması mümkün olamazdı. Bunları sorgulamak kimsenin haddine değildi. Sokrates’in “bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir” düsturu, bilimsel verilere önem veren, doğanın yasalarının kavranabileceğini ve bilinmez gözüken fenomenlerin gizeminin ve sırrının deneysel gözlemlerle çözümlenebileceğini iddia eden maddeci-atomculara karşı ileri sürülmüş bir düşüncedir. Onlara göre tanrının kelamı sorgu sual kabul etmezdi. Şimdi yeniden başa döner ve sorarsak, Platon aydın mı? Evet, Platon düşünce tarihinin, insanlık ve uygarlık serüveninin ortaya çıkardığı en büyük aydınlardan biridir, fakat siyasi ve felsefi olarak da bir o kadar gerici ve muhafazakârdır. Platon’un önemli bir felsefi akım olan idealizmin soy kütüğünü oluşturması onun büyüklüğünün bir ifadesidir. O dönemin maddeci bilim adamları, yani atomcular insanoğlunun aydınlanmasında önemli bir işlev yerine getirmişlerdi, ama onlar olgulara ve olaylara dar yaklaşıyorlardı. Bundan dolayı da tarihsel gelişmenin ve doğal fenomenlerin bütününü kavramaktan yoksundular. Çünkü zihnin yaratıcılığını, metafiziği (spekülasyonu) önemsemiyorlardı. Platon söz konusu felsefi darlığa idealist kavramlarla, metafizik ve zihnin yaratıcılığının (her ne kadar bunu tanrıya bağlasa da) önemine yaptığı vurgularla muazzam bir yanıt vermişti. Böylece felsefe tarihinde yeni bir çığır açmıştır.
41
42 Düşüncenin nasıl geliştiğine dair bir yazımızda (http://odatv.
com/utopyanin-sermaye-birikimiyle-ne-ilgisi-var-1812161200. html) buna dair görüşlerimizi açıklamıştık, bunları tekrar etmeye gerek yoktur. Kısacası, bilim, felsefe ve sosyolojide kullanılan entelektüel terimi Türkçeye aydın olarak geçmiş, ama biz bu kavramı sadece siyasi ve felsefi olarak “ilerici olanlarla” ki bu bile tartışmalıdır, sınırlamışız. Kanımızca bu yanlış bir yöntemdir. Aydın kavramı, ister felsefe, isterse düşünce tarihi açısından bakılsın, uygarlık tarihinin belli bir döneminde ortaya çıkmış toplumsal bir katmana verilen sıfattır. Aydınlar esas olarak mevcudu korumak için ortaya çıkmışlardır, ama buna çok küçük bir sayıda insan isyan etmiştir. Fakat bu olgu, her iki kesimin de aydın olduğu gerçeğini gölgeleyemez. Bunu şimdi İslam tarihine veya Cumhuriyet dönemine aktarırsak; görürüz ki bir Nizamülmülk, bir Gazali, Osmanlı döneminin bütün şeyhülislamları, şairleri, yöneticileri ve tabii ki siyasi olarak Atatürk’le karşı karşıya gelen M. Akif Ersoy da büyük aydınlarımızdandır. Bu tanım, onlara ilericilik payesi vermek değildir, ama onların düşünsel birikimlerinin ve toplumsal işlevlerinin somut ifadesidir. Onlar gerici projeler savundukları için de aydındırlar, çünkü ideoloji üretmektedirler. Şimdilik bu sorunu burada kesmekte yarar var… Daha etraflıca okumak isteyenlere şu anda 4 cildi yayımlanmış olan aşağıdaki kitaplarımızı tavsiye ediyoruz.
43
*Bu çalışma ilk olarak 18.03.2017 tarihinde Oda TV’de yayınlanmıştır. www.sadikusta.com.tr
44
Gönül Yarası’nın Nazım’ı ve Aydın İdealizminin Çıkmazı Onur Keşaplı
Çıtanın her geçen yıl daha da düştüğü yerli sinemanın ana akımında hem şimdiki zamana hem de yakın geçmişe bakıldığında yetkin bir başarıyla özdeşleşmeyi sürdüren Yavuz Turgul, az üretir oluşuyla ulusal sinematografinin seviyesini kurtaramıyor olsa da öz üretkenliğiyle kendi filmografisinin eşini korumayı başarmış bir yönetmen olarak göze çarpmaktadır. Turgul’un, benzerine daha çok ABD ve Avrupa sinemalarında karşılaştığımız yönetmen-oyuncu birlikteliğinin en önemlilerinden birine örnek olurcasına Şener Şen ile gerçekleştirdiği ortaklık, ikilinin Muhsin Bey (1987), Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni (1990), Gölge Oyunu (1993), Eşkıya (1996), Av Mevsimi (2010), Yol Ayrımı (2017) filmleriyle sınıfsal ve kültürel ayrımları birkaç saatliğine ortadan kaldırarak toplumsal yekpareliği, benzer beğeni ve ilgi kıstaslarında yakalamalarını sağlamıştır. İzleyici ve eleş-
tirmenlerden olumlu tepkiler almayı başaran bu yapıtların, ortak tema ve motiflerinde post modern zamanlarda yitirilen kimi değerlerin olumlu ancak melankolik temsilleri, Turgul filmlerine bütünlük katıp yönetmene auteur unvanını kazandırırken filmleri estetik ve nostaljik birer ağıt hüviyetine büründürmektedir. Dayanışma, nezaket, harmoni, saygı, dürüstlük, onur gibi kavramsallaştırıldığı kadar romantikleştirildiği de hissedilen sözcüklerin taşıdığı anlamlara yönelik gelişen bu özlem, Turgul-Şen ortaklıklarında kimi zaman bir eşkıyanın mertliğinde, kimi zamansa bir müzik yapımcısının zarafetinde yer edinmektedir. 2005 yapımı Gönül Yarası’nda ise bir öğretmenin taşıdığı idealizm, ülküsünü yitirmemiş bir toplumun, daha uygar bir dünya için harcadığı çaba karşılığında alabildiklerine ve alamadıklarına işaret etmektedir.
İki ana karakterin kesişen ve birlikte örülen anlatısına ev sahipliği yapan Gönül Yarası’nda, Şener Şen’in canlandırdığı Nazım öğretmen, kişisel ve hatta ailesel çıkarları/hesapları bir kenara bırakarak, tüm bunların dağılması pahasına kendisini topluma ve toplumun eğitimine adayan bir aydın olarak sunulmaktadır. İstiklal Madalyası sahibi bir dedenin torunu, Cumhu-
45
46 riyet Halk Partisi mensubu, solcu ve yurtsever bir babanın oğlu
olan Nazım, adını Kuvayı Milliye Destanı başta olmak üzere ve toplumcu yapıtlarıyla evrensel bir nitelik kazanmış komünist şair Nazım Hikmet’ten almaktadır. Şairin “Ben yanmasam, Sen yanmasan, Biz yanmasak, Nasıl çıkar karanlık aydınlığa…” dizelerini çağrıştıracak şekilde davranan Nazım’ı yönetmen, filmin açılış sahnesinde, aydın bilinciyle doğunun ücra bir köyünde son dersini vermekte olan özverili bir öğretmen olarak sunmaktadır. Çatısı su akıtan, sobayla ısınılan elverişsiz bir derslikte çocuklarla Kürtçe şarkılar söyleyen ve onlara Türkçe öğütlerde bulunan Nazım, veda ettiği öğrencilerine, sınıfın panolarına iliştirdiği Mustafa Kemal Atatürk, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal ve Uğur Mumcu gibi aydınları örnek göstererek kadere ve tutuculuğa boyun eğmemeleri ve her şeye rağmen okumayı sürdürmelerini tavsiye etmektedir. Okulun dışında, köyün ileri gelenleriyle vedalaşırken her birinden büyük bir saygı ve sevgi gördüğü anlaşılan Nazım’ın, kız öğrencilerine yönelik son talebi olan asla okulu bırakmamalarının, kendisine az önce hürmet gösteren köylüler tarafından hoş karşılanmaması ise bir aydın olarak Nazım’ın, idealist tutumundan kaynaklanan çıkmazının ön izlemesi
Bu noktada bir sıfat olmanın ötesinde bir kavram halini almış aydın sözcüğünün tanımına bakmakta fayda vardır. Aydını, paradoksal bir varlık olarak gören ve saf kültür yada siyasi angajman biçiminde bir ikilik taşıdığı öne süren Pierre Bourdieu’ya göre kavrama şu yönde bir tanım getirilebilmektedir: “Aydın çift boyutlu bir varlıktır. Bir kültürel üreticinin aydın vasfına sahip olmak için yerine getirmesi gereken iki şart vardır: Bir yandan, özerk bir entelektüel dünyaya (bir alana) – yani dinî, siyasi ve ekonomik vs. güçlerden bağımsız bir dünyaya– ait olmalı ve onun yasalarına uymalı; öte yandan da, entelektüel alanda kazandığı salahiyet ve otoriteyi, her durumda entelektüel alanın dışında sürdürülen siyasi bir eyleme aktarmalıdır” (2019). Söz konusu siyaseti güncel savrulmalardan muaf bir anti politikaya oturtan Bourdieu’dan hareketle Gönül Yarası’nda Nazım karakterinin, solcu tutumunun da yardımıyla, mesleğinden kazandığı özerk ve bağımsız dünyadan yola çıkarak öğretmen otoritesini kendi alanının dışına taşımaya çalışan bir aydın olduğu görülmektedir. Aldığı öğretiyi ve taşıdığı idealleri öğrencilerine ve temas kurduğu köylülere aktarmaya çaba harcayan Nazım’ın veda sahnesi, bu çabasında kendisini temas kurduğu insanlara sevdirebilmesine karşın fikirlerini benimsetmeyi başaramadığını göstermektedir. Köyden İstanbul’a dönen Nazım’ı, Turgul sinemasının vazgeçilmez motiflerinden olan büyük kent karmaşası ve yitirilen insan ilişkileri karşılamaktadır. Burada nostalji motifini destekleyecek şekilde bir gayrimüslim evinde yaşamaya başlayan ve mahalle kültürünü, eski dostluklarla beraber her şeye rağmen sürdüren bir semte yerleşen Nazım, çevre ile kurmaya başardığı bağı ailesiyle kuramamaktadır. Hülya T. Hamarat’a göre Nazım, “daima aileden ve onun temsil ettiği kavramlardan uzak duran ve kadercili-
47
48 ği reddeden bir karakter olmuştur. Ona göre bireyin aile içinde
karısı ve çocuklarıyla bütünleşmesindense, bir öğretmen olarak kendisini öğrencileri için feda etmesi daha yüce bir değerdir” (2018: 230). Nazım, ideolojik idealleri uğruna harcadığı emek sonucunda eşiyle boşanmış, eşinden olan iki çocuğuyla da ilişkileri kopmuştur. İdealist babasının çocuğuna Nazım adını vermesini takip eden Nazım, kendi çocuklarına Nazım Hikmet’in eşi Piraye ve üvey oğlu Mehmet’in adını uygun görmüştür. Ne var ki ideallerin aile kurumu gerçekleriyle çelişmesi ve çatışması sonucunda gerçek hayattaki Nazım Hikmet’in Piraye ve Mehmet ile olan mesafesinin bir benzeri olarak filmdeki Nazım’ın Piraye ve Mehmet ile ilişkisi soğuktur. Öyle ki ticarete atılan Mehmet ile mizaçları hiç benzeşmezken, karakter inceliği babında benzerlik gösterdiği kızı Piraye ile ilişkileri, Piraye’nin çocukken geçirdiği ciddi rahatsızlığa, köydeki öğrencileriyle ilgilendirmeyi sürdürmek adına gerekli önem vermeyen Nazım’ın, kızının kalıcı hasar görmesine sebebiyet vermesiyle kronik bir soruna dönüşmüştür. Piraye bu rahatsızlık nedeniyle çocuk sahibi olamamakta ve evliliği başta olmak üzere pek çok ilişkisini yitirmektedir.
Nazım’ın geriye dönük olarak çözmenin mümkün olmadığı bu sorunlara odaklanmak yerine tercih ettiği aydın müdahalesi, yine aile yerine çevreye yönelik olmaktadır. Arkadaşlarının yardımseverliği sayesinde emeklilik ikramiyesi bağlanana kadar taksicilik yapmayı ve dede yadigârı evinde kira ödemekte sorun yaşayan fakir aileyi kendi haline bırakarak toplumcu bir tavır takınmayı tercih eden Nazım, acemi taksicilik serüveninde, filmin ikinci ana karakteri olan Dünya ile tanışır. Meltem Cumbul’un canlandırdığı Dünya, kocasından şiddet gördüğü için boşanan, babasının annesine şiddetine tanık olduktan sonra sessizliğe gömülen kızıyla hayatta kalma mücadelesi veren bir şarkıcıdır. Türkücü olma isteğine rağmen pavyonlarda iş bulabilen Dünya’nın şiddet dolu ve saplantılı bir karakter sergileyen eski kocası İstanbul’a geldiğinde ise ortaya çıkan can güvenliği aşamasında Nazım, kız ile anneye sahip çıkarak onlara göz kulak olmaya, konuşmayı bırakan küçük kıza ise bir nevi öğretmenlik yapmaya başlamaktadır. Çocukları ve arkadaşlarının tepkisine aldırış etmeyen Nazım, Dünya’nın sorununu hem bir âşık hem de bir aydın olarak kendisinin ve aslında toplumun sorunu olarak görerek harekete geçer. Aydın sözcüğünün entelektüel sözcüğü ile benzeştiği ve farklılaştığı noktaları irdeleyen Sadık Usta’nın alıntıladığı şekliyle entelektüeli, “kendisini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokan insan” olarak tanımlayan Jean-Paul Sartre’dan (2017) hareketle sorumluluk sahibi bir aydın olarak davranan Nazım, Dünya’nın kocasıyla süregiden tartışmalarına müdahale ederken iletişime girdiği saplantılı eş ile teması sonucunda âşık adama bir şans daha verilmesi noktasında aldığı karar vesilesiyle filmin kırılmalarına yol açmaktadır. Dünya’nın da giderek âşık olduğu Nazım’ın, idealist bir tavırla Dünya’yı kocasına bir şans daha vermesi noktasında yönlendirmesi, filmin devamında aile içi şiddet sarmalının tekrarlanması ve Dünya’nın yardım çağrısına olumlu yanıt veren Nazım’ın Dünya’yı kurtarmak bir yana ko-
49
50 cası tarafından öldürülmesine tanık olmasıyla sonuçlanmaktadır.
Babasının önce annesini öldürmesine ardından aynı tabancayla intihar etmesine tanık olan küçük kızı sahiplenerek yanına alan ve kızın yeniden konuşmaya başlamasıyla ona öğretmenlik yapan Nazım, geçmişi düzeltemediği kendi evladı Piraye ile Dünya’nın yetim kalmış kızını bir araya getirerek kendince geleceğe yönelik doğru bir hamlede bulunmaktadır.
Filmin melodrama yaklaşan ve Aristocu arınmayı hem olumlu hem de olumsuz neticelerle sağlayan sonu, Nazım karakterinin idealistliğiyle yönetmenin idealistliğini buluşturan, Turgul sinemasına uygun bir sondur. Bu sona dair alınan yolda ise Dünya ve Nazım’ın çocuk parkında geçen sahnesi ile Nazım ile Piraye’nin önce evde ardından Piraye’nin iş yerinde geçen sahneleri önem taşımaktadır. Aydınlanmacı bir akılcılıkla düşünen ve davranan Nazım, yaşama dair kaderci bir tutum takınan Dünya’yı eleştirmekte ve her durumun insanın kendi elleriyle meydana geldiğini iddia etmektedir. Buna karşı çıkan Dünya, çocuk yaşta tecavüze uğraması ve o aşamada ailesinin kendisine sahip çıkmak yerine namus adına öldürmeye kalkışmasını anlatarak
tek başına çocuk yaşta hayatta kalabilmek adına pavyonlarda çalışmak durumunda kaldığını ve çocuğuna da ancak bu koşullarda mevcut olabilecek bir gelecek sunmaya çalıştığını dile getirmektedir. Dünya, Nazım’ın kaderi yok sayen iradeciliği savunan idealizmini gerçeklerle karşılayarak onu yanıt veremeyecek hale getirmektedir. Filmin devamında da Nazım, bir anlamda Dünya’nın kaderini değiştirmeyi başaramayarak ölümüne engel olamamıştır (Hamarat, 2018: 234).
Nazım’ın Piraye ile geçen sahneleri de benzer içeriklerdedir. Evde geçen sahnede babasının idealizmi uğruna annesinde, ailesinde ve kendisinde bıraktığı hasarları dile getiren Piraye, filmin devamında Nazım’ın hatalarını kabul eden ancak hatalarının büyüklüğü nedeniyle af bile dileyemeyeceği bir açıklama yapmasına neden olmaktadır. Bir yüzleşme olarak da yorumlanabilecek bu kendini ifade etme konuşmasında Nazım, kızına hak verirken, idealleri uğruna onlarca yıl harcadığı çabanın sonucunda elinde birkaç öğrenci mektubundan başka hiçbir şey olmadığından dem vurmaktadır. Dahası, her ne kadar filmin başında, öğretmeni olduğu son sınıfı veda konuşmasında kadere
51
52 asla boyun eğmemeyi telkin etmiş olmasına karşın, öğretmenliği boyunca hastalıklar, terör ve töreler nedeniyle pek çok öğrencisi yaşamını ve eğitimini kaybederken seyirci olma konumundan öteye geçemediğinden yakınmaktadır.
Nigel Warburton’un, felsefede, en kaba özetlemeyle, düşüncelerin belirleyici gücüne ve hatta var olan her şeyin düşüncelerden ibaret olduğuna inanma şeklinde tanımladığı (2018: 136) idealizmin yılmaz bir taşıyıcısı konumundaki Nazım öğretmenin kader karşısında aldığı yenilgilerin ardında da taşıdığı düşüncelerin yanlışlığı ya da yetersizliğinden çok düşüncenin tek başına yeterli olacağı yanılgısı yatmaktadır. Nazım’ın hem köylerde hem de Dünya örneğinde İstanbul’da karşılaştığı ve kendisini dâhil ettiği sorunlarda yaşadığı hezimetler, aydın bilincinin salt idealizme sonuç almasının imkânsızlığını vurgular niteliktedir.
53
Piraye ile geçen konuşmasını, dünyaya bir kez daha gelse tüm bu tecrübesine rağmen yine aynı yollardan ilerleyeceğini ifade ederek tamamlayan Nazım, acı ve yenilgiden haz duymanın tuhaflığını da ifade ederken insanın hayallerinin kurbanı olarak da görülebileceğinin altını çizmektedir. Bu sahne, aydın konusunda filmden iki sonuca varılmasına ön ayak olmaktadır. İlki, Albert Camus’nun Sisifos Söyleni adlı denemesindeki önermesini akla getirmektedir. Mitolojide tanrılara karşı işlediği hatadan ötürü tanrılar tarafından, tepeye ulaştığı anda gerisin geriye düşecek olan bir kayayı durmaksızın tepeye çıkartmakla yükümlü olan Sisifos’u Camus, varoluşsal mana arayışında tüm çıkışsız döngüsüne ve faydacı bir karşılık alınamayan çabasına karşın mutlu olarak tasvir etmektedir (2013: 141). Bu açıdan bakıldığında Gönül Yarası’nın Nazım’ının, çıkar amacı ve sonuç odaklı olmayışından hareketle, doğru bildiğini ve anlamlı bulduğunu, her ne olursa olsun yapması ile hiç de bilinçsiz ya da dolaysız olmayan bir varoluş ile davranan bir karakter olduğu sonucuna varılabilmektedir.
54
Aydın kavramına ve aydınlara odaklandığı konuşmasında, zamanın değişkenliği ve değiştiriciliğine de değinen Bourdieu’nun aydın tavrında doğru ve ideal olanın koşullara bağlılığının altını çizen uyarısı, Nazım öğretmenin idealist aydınlığından çıkartılabilecek ikinci çıkarıma işaret etmektedir. Nazım, ülküsünü yitirmiş, kimisi temelinde yatan hatalar nedeniyle yarım kalmış bir devrimin, bir kuşağın temsilcisi olarak post modern zamanlara ayak uyduramayarak bocalaması, eşyanın doğasına uygun düşmektedir. Nazım, Yavuz Turgul’un Şener Şen başrolünde çektiği hemen her filmde olduğu gibi zamana yenik düşen bir karakterdir. Gönül Yarası örneğinde bu karakter ise zamana uyum sağlayamamış idealist bir aydın olan Nazım öğretmendir. Ancak film, tüm hatalarına rağmen Nazım karakterinin taşıdığı tüm ideallerle beraber, geriye/geçmişe dönük olumlu bir ağıt olarak sunarak idealist aydın tavrını bir anlamda onurlandırmaktadır. İdealist aydının yenilgisi, idealizminin çıkmazından beslendiği ölçüde toplumsal çürümeden de kaynaklanmaktadır. Post modern evrenin, idealleri, ülküleri ve ütopyaları şimdiki zaman hapsiyle imkânsız kıldığı gerçeği ile yaşamakta olduğumuz dün-
ya düzeninin distopyanın ta kendisi olduğu hakikatini açığa çıkartmak ve sorunu bu noktadan çözmeye kalkışmak, idealist ya da materyalist fark etmeksizin, günümüz aydınının, eğer böyle bir yükümlülük kaldıysa, taşıması gereken sorumlulukların başında gelmektedir. Gönül Yarası’nın aydını, hem idealleriyle hem de ideallerin uygulanış şekliyle ele alınmayı ve gerekli dersler çıkarılıp yarına uyarlanmayı hak etmektedir.
Kaynakça: Bourdieu, P. (2019). Özerklik ve Angajman: Aydınların Anti-politik Siyaseti. Elçin Gen (Çev.). http://e-skop.com/skopbulten/ozerklik-ve-angajman-aydinlarin-anti-politik-siyaseti/4814 adresinden elde edildi. Camus, A. (2013). Sisifos Söyleni. (22. Baskı).Tahsin Yücel (Çev.). İstanbul: Can. Hamarat, H. T. (2018). Gönül Yarası: Aşkın Birden Çok Hali Üzerine. Lale Kabadayı (Yaz.). Film Eleştirisi (3. Baskı) içinde (s. 227-237). İstanbul: Ayrıntı. Usta, S. (2017). Aslında Kime “Aydın” Denir. https://odatv. com/yazar/sadik-usta/aslinda-kime-aydin-denir-1103171200. html adresinden elde edildi. Warburton, N. (2018). Felsefenin Kısa Tarihi. (33. Baskı). Güçlü Ateşoğlu (Çev.). İstanbul: Alfa.
55
56
Zeki Demirkubuz’un ‘Yeraltı’ Uyarlamasına Sosyolojik Bir Yaklaşım Orçun Üzüm
Giriş Toplumu ve toplumsal olayları dönem dönem sinemaya taşıyan yönetmenler kimi zaman bir döneme işaret ederken kimi zaman da bir dönemin ta kendisi olabiliyor. Filmlerin, aslında yönetmenlerin içinde bulunduğu konjonktürden etkilenmemeleri söz konusu olmadığı gibi eserlerinde dönemi yansıtan çeşitli unsurlar barındırabilirler.
Yerli sinemanın en önemli yönetmenlerinden Zeki Demirkubuz’un, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar romanından serbest uyarladığı 2012 yapımı Yeraltı filminde, kent insanının yalnızlığının, amaçsızlığının belirgin olarak anlatıldığını görmekteyiz. Film Muharrem karakterinin kendi yalnızlığı ile kendini sorgulaması üzerine kuruludur. Bunun yanında film günümüz insanının biraz doğasında biraz da toplumsal koşullardan kaynaklanan çıkarcılığını yalın bir şekilde seyirciye aktarmakta ve gerçeği seyircinin yüzüne vurmaktadır. Bunlarla birlikte, filmde derin bir ‘Aydın’ sorgulaması yapılmaktadır. Muharremin masa sahnesinde yüzleştiği ödüllü yazar, hikâyelerini başkalarından çalan ve kendi fikriymiş gibi kitaplaştıran aşağılık bir karakterdir. Ödül kazanan ve toplumda (aydın çevrede) tanınmaya başlayan bu yazarın arkadaş çevresi güce (ödüle ve popülerliğe) yalakalık ve yancılık yapmaktadır. Filmde ki bu durum güncel toplum durumu ile doğrudan bağlıdır ve seyircinin gözüne sokulacak biçimde kurgulanmış ve vurgulanmıştır.
57
58
Bu bağlamda, Yeraltı Filmi günümüz insanının toplumsal koşullardan kaynaklanan çıkarcılığını ve samimiyetsizliğini gözler önüne sermektedir. Muharrem yalnız bir karakterdir. Toplumdaki gerçeklikle örtüşen bir karakterdir. Muharremin yalnızlığına bakıldığında, kendi etik değerlerine sahip çıktığı için yalnızlaştığı fark edilmektedir. Riyakârlık, yalancılık, hırsızlık gibi olumsuz özelliklere sahip kişilerden uzak durmayı yeğleyerek, yalnız kalmayı tercih etmiştir. Bu sebeple de toplum içi iletişimi zayıftır. Filme güncel toplumsal açıdan bakıldığında, yaşanılan coğrafya insanın kibirli, yalancı, samimiyetsiz, hırsız, insan ahlak ve etiğine değer vermeyen bir yapıda olduğu saptaması yapılabilir durumdadır.
Ortam, Yerleşme Film günümüz toplumunda ve Ankara’da geçmektedir. Bugünün Türkiye’sinin toplumsal durumunu ele alır. Film içerisinde ki karakterler günümüz aydınını, günümüz memurunu yani doğrudan günümüz insanını temsil eder. Kullanılan dekorlar, kıyafetler, ev tasarımları, teknolojiler günümüz ile orantılıdır.
Hikaye Yapısı (Senaryo yapısı - Kırılma noktası- Filmin teması) a) Senaryo Yapısı Filmde ki senaryo yapısı, ana akım sinema yapısına ters bir yapıdadır. Giriş-Gelişme-Sonuç olarak ilerlemeyen film çağdaş sinema kodlarıyla yazılmıştır. Hikâye yapısı Aristoteryen bir anlatı değil, Brecht anlatımına uyumludur. b)Kırılma Noktası Filmde Muharrem karakteri yüzleşmek için gittiği yemekten, yenik bir biçimde ayrılmıştır. Arkadaşları tarafından aşağılanmıştır. Sonrasında gittiği fahişe tarafından da aşağılandığını düşünmüştür. Muharrem karakteri iyice çökmüş durumdadır fakat kendini hala dik tutma peşindedir. Son olarak temizliğe gelen Türkan karakteri de hiç beklenmedik şekilde Muharrem’i aşağılamaya kalkar. Muharrem burada sinir krizi geçirir. Kendini işkencecisine pazarlayan Türkan, iktidarın gücüne dayanarak Muharrem’i aşağılamak ister. Muharrem için bu son damladır, samimiyetsizliğe, ikiyüzlülüğe ve çıkarcılığa daha fazla dayanamayıp cinnet geçirir ve evi parçalamaya başlar. Tüm samimiyetsizlik, çıkarcılık vs. pisliklerin biriktiği bu sahne, kişisel olarak filmin en önemli sahnesidir. Bu sahneye toplumsal bir bakış açısı getirmek istersek. Bastırılmış ve olağan çirkinliğe dayanamayan karakterin cinnetle beraber gelen isyan çığlığını meşru kılmış oluyoruz. Seyirci cinnet anını aynalardan izlemektedir. Yönetmenin, anı izlediğimiz camları karaktere kırdırarak izleyiciyi rahatsız etmesi, yaşanan olay gibi çirkinliklere seyirci kalındığını, gücü elinde tutanın kendinde başkasını aşağılama yetkisi hissetmesi ve yalakalık durumlarına tepkisiz kalınması, yönetmenin ter-
59
60 cihen kullandığı bir rahatsız etme eylemidir. Burada yönetmen
aslında başından beri anlattığı duruma bir çözüm getirmektedir. Aynı durumu daha öncesinde patates ile camı kırdığı sahnede de dile getirmiştir. Çok fazla ses yapan komşulara karşı şu cümleyi kullanmıştır ‘Kimse bir şey demiyor, kimsenin umurunda değil’ Muharrem’in bu cümlesi toplumun tepkisizliğine yaptığı bir gönderme olurken, bu tepkisizliğin sonucunun bireysel çözüm üretme ve bireysel çıkar gözetme olarak camı kırmasıyla sonuçlanır. c) Filmin Teması Filmin teması Yerel Kodlar üzerine kurulmuştur. Anlatılan hikâye belirli bir coğrafyada yaşayan toplumun, kitlenin bir sorunudur. Bireylerin bencilleşmesi, hırsızlaşması, samimiyetsizliği ve güce tapmaları geçmişten günümüze gelen birikim sonucudur. Burada yerel hakkında politik çıkarımlar pek tabi yapılabilir fakat toplumsal olarak anlaşılan, bireylerin bencilleşmesi ve günümüz toplumunda çıkar ve menfaat üzerine ilişkilerin kurulu olmasıdır. Çatışma Filmde gerçekleşen çatışma/çatışmalar Dışsal çatışmanın aksine, İçsel çatışmadır. Muharrem karakteri, kendi ahlak ve etiğine uymayan topluma karşı savaş açmış durumdadır. Dışarıdan uyarıcılar olsa da (Aşağılama, hırsızlık, rahatsız etme vs.) asıl çatışma nedeni Muharrem karakterinin içsel durumundan kaynaklanmaktadır. Topluma ve çevresindekilere kendisini ait hissedemez ve herkesten onun değer yargılarına uymadıkları için nefret eder. Filmin sürükleyici çalışma Muharrem ve diğerleri (toplum) arasında ki ahlak, değer, etik ve samimiyet sorunsalıdır.
Karakterizasyon a) Muharrem Karakteri anlarken, en başta karakterin adı ilgimi çekiyor. Muharrem, Arapça da yasaklanmış, haram kılınmış anlamına geliyor. Daha isminden başlayarak Muharrem’in toplumdan soyutlanmış bir adam olduğunu anlıyoruz. Filmin başında Muharrem’i sokaklarda tek başına görüyoruz. Tek başına yemek yemekte ve insanlarla zorunlu olmadıkça iletişim kurmuyor. Karakter hakkında ki fikrimizi oluşturan temel unsurlar; Konuşma biçimi, toplumda ki yalnız tavrı, iletişimsizliği, etkileşime geçememesi. Bunların yanında fiziksel olarak bir anlam kazandırmıyor hikâyeye. Konuşma biçimi, insanlara kin duyduğunu vurgulayacak şekilde sert bir yapıda. Muharrem Statik olarak ilerliyor film boyunca, bir değişim ve dönüşüm içerisine girmiyor. Hikâye boyunca var olan bir karakterin değişmeden yaşadığı birey X toplum çatışması izliyoruz. Muharrem hep aynı değerlere sahip, aynı kişi olarak kalıyor. Muharrem aynı zamanda işinden de mutlu değildir. Filmde ki bazı diyaloglar karakter hakkında bilgiler vermektedir. Örneğin; ‘-Memuriyet devam mı hala?’ Sorusuna ‘-Napalım ekmek parası’ cevabı ile mecburiyet duygusunu vurgulamıştır seyirciye. Yine başka bir örnek olarak, kendisine kıl herif diyen apartmanda ki adamı öldürtmek isteyecek derecede kindar bir karakterdir Muharrem. Bu durumu fahişeye neden numarasını verdiğini anlatırken de anlıyoruz, kadından kendisini aşağıladığı için in-
61
62 tikam almak istemektedir ve bunu kendisi belirtir. Son olarak Muharrem karakterinin içsel çatışmasını anlamamız adına, filmde önemli bir plan vardır. Muharrem, Nietzsche okurken ‘-Bu işte bu!’ diye bağırır ve evin içerisinde zıplamaya başlar. Bu durum yaratılan karakterin yani Muharrem’in derdi olan ahlak kavramına bakış açısını destekler niteliktedir. Muharrem ahlak kavramını, Nietzsche’nin ahlak kavramı ile bağdaştırmaktadır.
b)Türkan Türkan karakteri, çaresiz, çıkarcı, iradesiz yapıdadır. Sevmediği ve gücü tarafında ezildiği bir adamla beraber olacak kadar samimiyetsizdir. Muharrem ile diyaloglarından yakınlık durumlarını anlayabiliyoruz. Fakat Türkan karakteri güce ortak olunca yani adamla evlenme kararı alınca, iktidarı kontrol altına almış oluyor ve bir anda değişime uğruyor. Bu bağlamda Türkan karakteri Dinamik bir karakterdir. Toplumda geçerliliği olan Türkan karakteri Muharrem’in gözünden nankör ve çıkarcı olarak görülerek, izleyiciyi rahatsız etmektedir.
63
c) Cevat ve Yalakaları Cevat karakteri toplum içerisinde ki aydını canlandırır. Diyaloglardan yola çıkarak baskındır ve pohpohlanmanın etkisiyle kendinden emin bir karakterdir. Yalaka ekip, iktidar ve güce tapanlar olarak toplumda yerini almaktadır. Gerçeği bilseler de yani Cevat’ın yalanlarını bilseler de kişisel çıkarları doğrultusunda yancılık ederler. Burada sosyolojik olarak, bireylerin kendi çıkarları doğrultusunda yanlış ve güçlü insanlara samimiyetsiz olarak yancılık eder çıkarımı yapılabilir niteliktedir. Cevat ve yalakaların karakterleri diyaloglar ve oyunculuk ile anlaşılır kılınır. Cevat kendisine destekçi olarak gördüğü yalakaların desteğiyle konuşmalarından ‘Biz’ diye bahseder. Burada başkalarının adına karar alan-veren bir yapıda olan Cevat, iktidar hâkimiyetine bir göndermedir. Anlatıcı, Bakış Açısı Filmde bir anlatıcı bulunmaktadır. Muharrem karakteri doğrudan kendi hikâyesinin anlatıcısı olarak bulunur. Muharrem’in gözünden hikâyeye tanıklık ederken, ister istemez taraflı bir bakış açısıyla filmi izlemiş oluyoruz. Bu durum yönetmenin hikâyeye objektif yaklaşmamızı istememesinden ve kendi fikrinin doğrudan doğruluğuna bizleri inandırmak istemesinden kaynaklanmaktadır.
64
Semboller a) Patates Muharrem patatesi rahatsız olduğu komşularının camını kırıp onları susturmak için kullanır daha sonrasında yanından hiç ayırmaz. Patates Muharrem’in kendisini ifade edebilmeye yarayan ve kendi ahlak anlayışını yansıtan bir paylaşımdır. Patates metaforik olarak Muharrem’in duygularını ifade eder durumdadır. Toplumda bu denli yalnızlaştırılan karakterler için patates bir karşı koyma metaforudur. Muharrem’in karşıtlığına güç ve destek olan ahlak ve etik değerler patates ile somutlaştırılmıştır. Yanından ayırmamasının sebebi de buradan gelmektedir, vicdanı ve değerleri Muharrem’in her an yanındadır. b) Uluma Ulumalar, hırlamalar gibi filmde bolca tanık olduğumuz hayvanlaşma- regresyon- insanın vahşi doğasına, ide doğru bir çekilme görevi görüyor. Yani bireysellikten toplumsallığa, sosyalleşmeye geçiş orada yarım kalıyor. Muharrem için; hırlamaları yapabileceği tek insan, kendinden daha değersiz/aşağılık gördüğü bir fahişe oluyor. Uluma durumu kendi kişisel ve içsel iktidarını kendisine ve kendisinden daha altta gördüğü kimselere yansıtma sembolü olarak kullanılıyor. c) Gazete Yemek sahnesinde, masanın üzerinde duran ve daha önce ajansta Muharrem’in incelediği gazetenin kapağında Cevat karakterinin ödül aldığı kitabı vardır. Kitabın adı ‘Ankara Sıkıntısı’dır. Ankara sıkıntısı, yönetmenliğini Nuri Bilge Ceylan’ın
yaptığı Mayıs Sıkıntısı filmine açık bir göndermedir. Yemek sahnesinde ki diyaloglarda, ‘Aydın’ karakterli Cevat’ı hırsızlıkla suçlar, ‘-Nobel’i, Oskar’ı ne varsa al gel!’ cümlesini kurmuştur. Ceylan’ın Cannes’da aldığı başarıları küçümsercesine, Cevat karakterini Nuri Bilge Ceylan’ı sembolize etmek adına yaratmış gibidir.
d) Kızıl Elma Ajans Kızıl Elma ismi, sol yapılarla belirgin kodlar ile bağlıdır. Bu durumu sahne içerisinde ve mekân içerisinde bulunan Che Guevera, Fidel Castro portreleri ile netleştirebiliriz. Ajans içerisinde Muharrem karakterinin aşağılanması, arkadaşlık ilişkileri, konuşulan konuların düzeyi ve tartışma düzeyi oldukça alçaktık. Kızıl Elma Ajans’ın sembolleşmesinde ki sebep ise kendisinin dışında yan anlam olarak, metanomik olarak tüm sol yapılara, sol yapılar içinde ki yozlaşmış ilişkilere ve toplumun ilerici, aydın görünen kesimine yapılan bir eleştiridir. Mekân Kullanımı Filmde kullanılan mekânlar anlatıma ek bir katkı sunuyor. En başta filmin geçtiği yer Ankara’dır. Ankara Türkiye’nin başkentidir, bu bağlamda film iktidarı ele alan bireylerin değişimini ve güç kullanımını anlatırken mekândan doğrudan
65
66 yararlanmıştır, bürokrasinin ve güç odağının baskısının en fazla
hissedildiği yerdir Ankara. Sonrasında ev sıradan bir memur evi, Demirkubuz filmlerinde apartman katlarının bir önemi ve hiyerarşik bir yapısı bulunmaktadır. Bu filmde Muharrem apartmanın en üst katında oturmaktadır yani karakter en üstte, en iyi olandır, en güçlüdür. Kendisini toplum içerisinde iktidar olarak gören Muharrem’in karakteri hakkında mekânsal olarak bilgi alabiliyoruz. Karakter yalnızlaştığı ve iç çatışmaya girdiği zamanlarda, Ankara’nın arka sokaklarında dışarıda mekânlarla karşılaşıyoruz. Ayrıca tüm mekânların atmosferi filme uygun bir biçimde yaratılmış ve yönetmenin önceki filmlerine bakacak olursak, ekstra olarak özenilmiş durumda. Sinematografi a) Ses Filmde müzik kullanımı yoktur. Ortam sesleri minimuma indirilmiş ve anlatımı güçlendirici nitelikte katkısı yoktur. b) Kamera Filmde kamera kullanımı, anlatıcı Muharrem’i kollayan bir şekildedir. Muharrem ile özdeşleşmemizi sağlayan açı seçenekleri mevcuttur. Alt açı veya üst açı anlatıma katkı sağlamamış, odak kimdeyse doğrudan kamera etkisi olmadan gösterilmiştir. c) Işık Filmde dramatik ışık kullanımı söz konusudur. Anlatımı doğrudan güçlendiren bir niteliği olmasa da ışık ile yaratılan atmosfer hikâyede yabancılaşma etkisini ortadan kaldırmış duygu
hazzını yükseltmiştir. Filmde soğuk bir renk paleti kullanılmıştır. d) Kurgu Filmin kurgusu Lineer olarak ilerlemektedir. Flashback kullanımı yoktur. Paralel, ritmik kurgu vb. kurgu teknikleri kullanılmamıştır. Kurgu kodları olağan ve doğrudan hikâye ile orantılıdır. Sonuç Film, iktidar ve iktidarın gücü ile güç kazanabilen insanlarla ilgilidir. Bunun yanında topluma uyum sağlayamayan ve kendisinin etik ve ahlak değerlerine uymadığı için yalnızlaştırılan bireyin toplum ile olan çatışmasını aktarır. Filme toplumsal olarak baktığımızda toplumun anlatılan durumlarla bu denli yozlaşması ve bireylerin ahlak değerlerini kaybetmesi tespitinden sonra bu duruma karşılık bir öneri de getirilmiştir. Filmde bireyin toplumla yaşadığı sorundan kurtulma biçimi, bireysel olarak sorunlarını halletme şeklindedir. Patates bireyin kurtarıcısıdır. Filmde iki taraflı bir toplum biçimi vardır. İktidar, yalakaları ve ahlak sahibi insan. Güce tapan insanların karakterlerinde ki değişim dönüşüm, bireylerin, bireysel çıkar gözetmelerinden süre gelmektedir. Burada Modernizmin ileri sürdüğü ahlak anlayışından bahsedebiliriz, yararcı ahlak. Yaracı ahlak, bireylerin kendi kişisel çıkarlarını düşünürlerse, toplumun zaten mükemmel ve ütopik olacağını savunur. Film toplum için bu anlayışın karşısında durur. ‘Demirkubuz bu duruma başkaldıran insanın çelişkilerini ve bu isyanın varoluşsal bir hakikat olduğunu çünkü insanın üstinsan olmak için var olduğunu anlatmıştır.’
67
68
Sonuç olarak toplum içerisinde yaşayan birey, kendi etik değerleri ile çatışma halindedir. Bu sırada toplum tarafından yalnızlaştırılır. Kendi içerisinde ki çatışmadan iyi ya da kötü kurtulan birey, toplumun değerleriyle çatışmaya başlar. İktidar ve güç karşısında ahlak ve etik. Kaynakça • http://www.cinerituel.com/2018/09/yeralti-2012-arzu-ile-iktidarsizlik-arasinda-immoralizm.html • Elçin Adıgüzel (2016), Toplumsal Gerçekçilik Akımı Perspektifinden Zeki Demirkubuz Sineması, 109 - 118
Aydın İnsanın Aydınsızlığı: At Deniz Eren Aydınlatmak fiilinden türeyen aydın kelimesi genellikle eğitim görmüş, kültürlü, bilgili, açık ve ileri görüşlü kimse anlamına gelir. Yani yaşadığı toplumdaki herkesten daha fazla bilgi birikimine sahip olan bu kişinin dış dünyaya bunu yansıtması ve toplumdaki bozuklukları dile getirerek düzeltmeye çalışması beklenir. Aydın kelimesinin yazım dilindeki sorumluluğunu pratiğe dökmek oldukça zordur. Günümüzde herkesin üzerine giydirilmeye çalışılan aydın insan sıfatı giderek popülerleşmekte ve asıl olan amacından saptırılmaktadır. Paranın tüm kapıları açtığı günümüz Türkiye’sinde para eşittir elit insan kavramı ne kadar yanlışsa her üreten ve her eğitimli için kullandığımız bu kavram da o denli yanlıştır. Peki, o zaman kimdir aydın insan? Kimlere aydın insan denmeli? 1982 yılında gösterime giren At filmi tamda izleyicisine bu ve bunun gibi daha nice sorular sorduran bir film. Ali Özgentürk yönetimindeki film gösterime 37 yıl önce girmiş olsa da o yıllardan günümüz Türkiye’sini yansıttığını söylemek mümkün. Uluslararası birçok ödüle sahip olan Ali Özgentürk, meslek hayatına oyuncu olarak başlamıştır. Devamında, 1968 yılında Türkiye’nin ilk sokak tiyatrosunu kuran yönetmen, 1979 yılında ilk uzun metraj filmi Hazal’ı çekmiştir. Ardından At, Su da Yanar, Çıplak, Mektup gibi filmlerle ulusal ve uluslararası ödüller kazanan yönetmenin At filminin Tokyo’da almış olduğu büyük ödüllerle oldukça ses getirmiştir. Özgentürk ayrıca birçok kişi tarafından bilinmiyor olsa da Atıf Yılmaz yönetimindeki Selvi Boylum Al Yazmalım filminin senaryosunu kaleme almıştır.
69
70
Filme dönecek olursak, At, oğlunun kendisi gibi yoksul ve cahil olmasını istemeyen Hüseyin’in (Genco Erkal) oğlu Ferhat (Harun Yeşilyurt) ile birlikte İstanbul’da yaşama tutunma hikâyesini anlatmaktadır. Her ne kadar uzaktan baba – oğul trajedisi gibi duruyor olsa da filmin alt metni fazlasını içermektedir. Hüseyin’in askerdeyken komutanının “siz adam değilsiniz” söylemini bir türlü unutmaması ve her zor durumla karşılaştığında ezilmiş ruhunu bu sözle bağdaştırması kendisinin dış dünyadan kopmasına neden olmuştur. Kendi cahilliğini ve yoksulluğunu okumayışına bağlı tutması oğlu için bir hedef belirlemesine neden olur. Ve film aslında, hayattaki tek ideali olan oğlu Ferhat’ı okutmak için köyden İstanbul’a göç etmesiyle başlar. Hemen hemen her sahnede sistemin çarpıklığını ve yozluğunu yüzümüze vuran yönetmen, dünyanın zenginler dünyası olduğu mesajını da vermeyi ihmal etmemektedir. Bu duruma örnek olarak geçimini sağlayabilmek için oğluyla birlikte işportacılığa başlayan Hüseyin’in işporta arabasını yanlışlıkla dış görünüşüne baktığımızda eğitimli olduğunu düşündüren iyi giyimli bir şehirlinin arabasına çarptığında adamın verdiği sert tepkiyi verebiliriz. Diğer bir örnek olarak ise Ferhat’ı parasız yatılı olarak bir devlet okuluna yazdırmak istediği zaman oradaki memurun “siz devleti babanı-
zın çiftliğimi sandınız, bu çocuğun okuyabilmesi için babanın yani senin ölmüş olman lazım.” cümlesini söylemek mümkün.
Bir yandan elit ve yoksul kesimin çatışmasını izleyicisine göstermeye çalışan yönetmen diğer yandan aydın kesimi de eleştirmektedir. Patronunun Hüseyin’e okumuş aydın insan onlar, hem paraları da var okuturlar Ferhat’ı git götür oğlunu demesi üzerine oğlunu büyük bir heyecanla aydın insanların yanına götürdüğünde yaşamış olduğu hayal kırıklığı tokat gibi Hüseyin’in suratına çarpar. Kendisinden oğlunu satmasını isteyen sözde aydın çift karşısında yaşamış olduğu bu hayal kırıklığı Hüseyin’in arkasına bakmadan kendisini deniz kenarında bulmasına neden olur. Yazının başında değinmiş olduğumuz para eşittir elit insan algısının yanlışlığı filmdeki sözde aydın çiftin üstüne oturtulmaya çalışılmaktadır. Elitlik ve itibarlı olma durumunun günümüzde olduğu gibi 37 yıl öncede para ile iç içe geçmiş olduğu görülmektedir. Nedenlerin sonuçları doğurduğu hayatta karşıdaki kişiyle duygudaşlık kurmadan paranın gücüne sarılarak karşıdakine yardım ettiğini sanmak ve bu durumu elitlik ya da itibarlı olma şeklinde adlandırmak bu sözcüklerin ne kadar yanlış kullanıldığının en büyük göstergesidir. Yönetmen, aydın diye tanımlanan o çiftin üzerinden iz-
71
72 leyicisine para kavramının içinde aydın kelimesinin aranmama-
sı gerektiğini ve her kültürlüymüş gibi görünen okumuş kişilere aydın denmemesi gerektiğini açık bir dille göstermiştir. Diğer yandan filmin bütününe baktığımızda patronun çalışanlarına olan davranışı, giyimine bakılarak kültürlü olarak tabir edebileceğimiz o kişi, masa başındaki memurun davranışı ve son olarak eğitim gördüğü için aydın olarak tabir edilen o çifti incelediğimizde aydın kesimin kendini ötekileştirdiğini görmekteyiz. Toplumdaki sorunlara eğilmeden, topluma uzak bir yerde yaşayan aydın insanın yaşadığı coğrafyanın ötesinde bir kimlik oluşturduğunu söylemek mümkün. Biran için gözlerimizi kapatsak ve filmde olan olayların tam tersini düşünsek. Mesela yaşanılan bu olaylar o aydın insanların başına gelseydi ya da başkarakterimiz Hüseyin kendisine yardım edilmesi için uzattığı el tutulmuş olsaydı sizce de hayat daha iyi bir son hazırlamış olmaz mıydı?
Başına gelen her türlü olumsuzluğa karşı sessizliğini koruyan Hüseyin, ruhundaki ve filmdeki kırılma noktalarını izleyiciye göstermeyi başarıyor. Film boyunca her türlü hakarete maruz kalan karakterimiz akşam olup kendi köşesine çekildiğinde tüm
gün yaşadığı olayları çocuğun gözünden karşı tarafa yapılan bir hakaretmiş gibi tekrar yaşaması ruhunda oluşan derin yaraları bir kez daha gün yüzüne çıkartırken, aynı zamanda karakterimizin ruhunda sert bir kırılma yaşamasına neden oluyor. Diğer yandan sokağa her çıktığı anda kırmızı çantalı kadınla karşılaşması ve her defasında kadının düşmanlar oğlumu götürüyorlar cümlesini duyması bir süre sonra Hüseyin’in kadını kendi kafasında yarattığı bir imge haline dönüşmesine yol açıyor. Yani kadını metafor olarak kabul edecek olursak herkesten farklı olan Hüseyin şehrin olumsuz şartlarına fazla dayanamıyor ve toplumun istediği bir birey olarak karşımıza çıkıyor. Süreçten çok sonuca odaklanmamızı isteyen yönetmen ise en son ki pazar sahnesinde basit bir kavga sahnesiyle bunu izleyicisine göstermeye çalışmıştır.
Genco Erkal, Suna Selen, Macit Koper, Yaman Okay gibi güçlü oyunculuklar başta olmak üzere filme destek sağlayan yardımcı karakterlerde filme fazlasıyla katkı sağlamaktadır. Oyuncu yönetiminin ve başrolünden yardımcı oyuncusuna kadar ki oyuncu kadrosunun titiz seçimini ve başarısını yönetmen Özgentürk’ün meslek hayatına oyuncu olarak başlamasına bağlayabiliriz. Son olarak ise Okay Temiz’in yaptığı film müzikleri çoğu kişi için ses bandından gelen ve bir anlamı olmayan müzikler olarak tanımlanıyor olsa da bizce filmin kısa bir özetini yansıtıyor.
73
74
Aydınısı Tını Ziza Rumas
“Fikir, herhalde kendine bir sığınak ararken kurtlanmış olmalı; madem ki beyinden başka ağırlayan olmamış...” Cioran
Henüz diğer canlı güdüsü kadarıyla hayata tutunmayı becerebilen bir tür iken bir gün ne olduysa yüzünü göğe çevirdi, bir daha çevirdi; baktı, bir daha baktı... Diğer canlıların görüsü gibi değildi bu. Göksel yağışların tüyünden tenine süzülen hissine kapılmış bir uçucuda merak hissinin öğrenmeye evrilen ve bir korunak bulma edimiyle sonuçlanan bir bakışı; esen rüzgârın sıcak-soğukluğuna göre mekân seçen, güneşin ya da bulutların izdüşümüne verilen bir tepki bakışı da değildi. Gökte bir şeyler vardı kedisini gördürmeye çalışan. Gündüzleri aydınlığına, geceleri yıldızlarının derinliğine daldı bakışları. Ve kendisini sonun başlangıcıyla buluşturacak bir döngüye kaptırıverdi. O andan itibaren güven garantörü olarak yüreğinde besleyeceği ve sözünden hiç çıkmayacağı ilk inanmayı keşfetti: Düşün(ebil)mek. Sonradan geleceklerin habercisi misali bu ilk inanışının esiri oldu, düşündü, düşündü, durmadan düşündü. Dört loblu bir labirentte kendisini kilitli sanmaktayken, dünyaya dört penceresinden bakmaya yeltenmiş bir tapınak tutsağına dönüştüğünü bilemedi. Her bir penceresinden sayısız duyuyu keşfetti, başını gökten çevirip yere baktı, her pencerenin altında birer kapı gördü. Sırayla dört kapıyı açıp dışarı çıkmaya yeltendi. Ürkütücü dışla temastan kaçındı ilkin, sonra bir içeri bir dışarı tapınak tersanesinin bir kuryesi vazifesine büründü. Benliğine aşılanan bir kanunla dışarı attı kendini anneden üryan bir vaziyette. İçten inanıp dışına sevkine başladığı bir cesaret gösterisinin kıvılcımları savruldu, kendi kendine tekrarladı: “Benim üstün olan ve sizsiniz dışımda durup benim için varol(may)acak olan.” Bu ilk yanılgısı yenilgisinden öte zaferlere kapı araladı ilkin. İlk dinini yaymaya başladı bütün bir yer küreye. Düşünme ritüellerinin ravzasına ermiş ve irşat bileti alnında her bir mürit yalın ayak dünyayı turladı. Kendi gibi düşünenlerle kol kola dağ-bayır, ova-vadi, dere-deniz, okyanus-kutup aştı. Onun gibi edimemeyenlerin kökünü kazıdı. Bir tek kendisi hükümran kalıncaya dek.
75
76
Bir bütün kozmosu kıskandıracak zafer sarhoşluğuyla inanmaları virüs gibi çoğaldı. Kendisinden öte bir varlığa ihtiyaç duydu, onu var eden arayış ve serzenişinde debelendi. Açlığından süzülen korkularından tanrılar edindi bir sürü. Tek renk kalmış üstünlüğünden kendi hâkimiyetine eş kılıp layık gördüğü üstün bir tek güç edindi. Gün geldi kendini özledi, dışarıda olanlarda kendi özünü aramaya başladı. Etrafını gözlemledi, olan biteni anlamaya çalıştı. Toprağı, altındakileri ve üstündekileri... Ve sonunda bilim bellediği sonsuz arayışı keşfetti. İlk dini mübini olan düşünceden ideolojiler türetti; üstünlüğüne eş koştuğu kıvranmalarından fikirler türetti. Sonuçta ardısıra birbirinin önüne geçmek için yarışan üç madeni çıkardı içinden: Korkularından teslimiyet, görümlerinden bilim, sevinçlerinden acı… Her biri el yordamıyla hamdan işlenmiş, teist teslimiyetten din adamı; gök görümlerinden bilimci; anlamsız acı ritüellerinden filozoflar çıktı meydana. Peyrevlerince hepsinin tek adı vardı: Aydın. Korku mahkûmları dizdiler bahçelerine çitler, ördüler bir tek kendilerine cennetler; gözlem görgüsüzleri kısa zamanlı can alıcı eylediler kendi bilimmişliklerini. Filozoflar yalnız yitirildiler, Nuh’u dalgalarla bırakıp yıldızlara yürüdüler. Ve dalgalardan kurtuluşunun göstergesi kurumuş kıyafetleriyle bir yolcu, asırlar sonra yollardan sapıp dağlara, ormanlara vurdu yüreğini. Zihninin aydınlığından kaçıyordu durmadan, en sonunda bir ağacın kovuğuna saklandı. Gece oldu, zifiri karanlıkta yakalandı zihnine. Ondan kurtulmak istedi; lakin karanlığın kendisi yol gösteriyordu düşmanına. Duraksadı bir an, gökyüzündeki dolunayın aydınlığında aradı teselliyi. Karşı ağacın dalında hayata ve insana dair anlamstral arayış gizinde, babasını yitirmiş bir çocuk hüznüyle başını sağ omzuna dayayarak yeni bir anlama himmet eyleyen baykuşa ilişti gözü. Baykuş, o vaziyette açtı gagasını yumamadı gözünü, sıraladı sözünü: “Aydınların ekseriyeti
neden gece karanlığında elinden tuttukları ilhamın kendilerini çıkardıkları gizemli gezintinin sonucunda aydınlık sandıkları bir hakikati keşfe çıkarlar. Bu, sabah seherinin ışığından başlamak suretiyle batışına kadar güneş namlı yıldızımıza ihanet değil mi. Hani biz bir yıldız tozundan müteşekkildik! Mayamızı kendisinden aldığımız ilk atamız güneşe dünyayla el ele verip sırtımızı döndüğümüz yerin karanlığında mı hakikate daha da yakınlaşıyoruz. Hem kim bu linguistik şakayı yaptı bize ve gündüze geceyi, aydınlığa karanlığı zıt eyleyip semiyotik yanılgıyı yarattı. Karanlığında bize görünen hakikat, neden aydınlığı sıla belledi. Yoksa aydının aydan mütevellit tınısının dınısı mıydı onu aydınlığın siluetinin sanrısına kaptıran? Ayın yansımasının zihindeki yanılsaması bile hakikate loş bir geçit açıyorsa; asli menba kendisi olan güneşin neyinden bihaberiz ki göz kamaştırıcı ışığından kaçarak kendimizi bulmaya çalışıyoruz. İnsanlardan, davranışlarının gördüğünüzdeki yargınıza göre bir sonuca vararak, uzaklaşıp ya da yakınlaşmayın. Vardığınız sonuca götüren ve iyi-kötü görünen her ne ise sizin o güne kadar edindiğiniz bilginin zihninizden gözlerinizle yaydığınız ışığın gösterebildiği kadarıdır. Ya varlığı üstünkörü seçebilecek bir loşluktasınızdır ya da o varlığın atom altı sicimlerini dahi görebilecek bir aydınlığın içindesinizdir. Etrafınızda duran, dönüp dolaşan, canlı veya cansız her ne var ise, taşıdıkları bilginin enerjisi kadar sizinle iletişim kurabilirler. Bilgi ateşi içinizde yandıktan sonra, verdiği ısı metafizik boyutuyla enerjiye, fizik boyutta ise ışığa veya aydınlığa dönüşerek sizde karşılığınca edimini bulur. O zaman şöyle diyebiliriz: Herkes ve de her şey, belinde kuşandığı bilginin azlığı-çokluğu niteliğince hareket veya
77
78 davranış gösterir. İnsanların insana, doğaya ve kendisine bırak-
tığı bütün davranışlarının sonucu, edindiği bilgisi kadardır. Bilgi benlikten bencilliği temizler; cehalet senlikte sefaleti tembihler. Bilge cehalete panzehir vurur; cahil bilgide zincir durur. O zaman alın kalemi elinize, dikin kitapların sayfalarını gözünüze. Isısını teninde hissettiğin yıldızın olan Güneş, aydınlığıyla zihninin merkezinde sen algısınca keşfedilmeyi bekliyor. İki yıldız aydınlığının tam ortasındasın, güneş yıldızı vazifesini yerine getiriyor; fakat zihnindeki yıldızın, bencilliğinin eseri bir bilgiden yoksunluğun sonucu olarak ne zamana kadar ışıldamayı bekleyecek. Dün bilgiyle parıldayan zihnî yıldızların yarınısın; sor kendine, acaba geleceğe sen ne olarak varacaksın?” Kalbinin kuruduğunu, zihninin çürümüş bir cesede dönüştüğünü hissetti. Elde sıfır bir sermayeyle kovulmuşça sığındığı kovuğun, yenik düşmüş et ve kemik yığınına son durak olduğuna şahitlik etti. Karşı daldan duyduğu: “Düşünce, insanı yolundan saptırmadan çok önceleri görülmemiş, duyulmamış yalnızlığına yanıyordu. Ancak insana (b)ulaşınca cisme bürünebilirdi.” sözlerin anlamını anlamaya vakit bulamadan gözlerini giz gidişe açtı. *** Görsel: Robert Delaunay, Güneş ve Ay, 1912.
Aydın Nilgün Zülfü Işık
Kaybolmuşlara ışık olmak isterken, kendi karanlığını fark etmek! Gerçek olgunluk bu olmalı! Kendini reddetmeden kabul etmek!. Ve ben, senin bu "kabul ediş tarzı"nla, etrafımı ve kendimi yeniden okumayı öğreniyorum, Kendim okumayı öğrenemez miydim? O zaman neden yalnız yaşamıyorum değil mi? Birlikte yaşamaya o kadar mecburuz ki,
79
80 Belki bedenlerimiz o yüzden bu şekilde evrimleşti? Kendini tanı, beni gör, Etrafımız aydınlansın, Birlikte yaşayalım... *** Görsel: Şakayıklar (1913) – Eero Järnefelt
Ötelenmiş Acılar İsmet Şengül Yazarın Notu: Merhabalar saygı değer Azizm okuyucuları. Devamı bu sayıda yayınlanması gereken yaşam döngüsü ve varoluşçuluk yazısını gelecek sayıya bırakmak zorunda kaldım. Malum ben inşaat işçisiyim mesleğim ve işlerin aşırı durağanlığı gereği üç dört hafta kadar gurbetlik sürecine düştüm. İnşaatta kaldığım için bütün imkân ve olanaklardan uzağım. Bu ayki sayımızda daha önce hazırlamış olduğum, az da olsa kendimi ve geçmişimi anlatan şiirlerimi siz değerli güzel insanların takdirine sunuyorum. Gelecek sayılarda hep birlikte olmak adına sevgi ve saygımla, dostça kalın Azizm’le kalın.
81
82
ÖTELENMİŞ ACILAR (1) “Bizler bir lokma ekmeği, bir acı soğanı bölüşürken, Kilerimizdeki bir tepsi bulguru, bir godik arpayı pay edip üleşirken, Onlarsa gelip yağmalayan taraf oldu, payımıza düşen, paylaştığımız her ne varsa”. (2) Geç gelir bazen bizim buralara, beklediğimiz ilkbahar, özlediğimiz yaz. Bazen de git gel arası yaşatır varlığını. Tenimizi yalayıp geçen bir sonbahar sabahında. Süzülüp gider üzerimizden, mevsime inat. O sebeptendir ki hiç yeşermez gönül bahçemiz. Ne gül olur dikene inat, ne de dikeni olur, gülü seven bülbül inat. (3) Daha dün gibiydi tam da şuramda. Beni böyle perişan eden zihnimin bir oyunu muydu? Oysaki dönüp gelmişti tüm göçmen kuşlar, Taa ki çok uzaklardan. Bir ben kaldım yokluğunun belasında, bir ben. Umutlarımıza neşter vuran ey acılarımızın anası. Su yürürken dallarına çiçek açan ağaçların. Bizlere baharı getirenler; yürekleri avuçlarında çocuklarımızdır. Bir tabanca taşır gibi taşıdım bunca yıl memleket özlemini. İlk baharda güz yelidir sanki, insafsızca göğsüme vuran.
(4) Hasat zamanıdır, Ya bir tarlada ya da bir çayırda, doğurur çocuklarını analarımız. Çocuklar böylesi bir zamanda açar gözlerini dünyaya. Dünyanın kiri pası bulaşmasın diye tenlerine, güneşin çeşmesinde yunulur körpecik bedenleri. Naçar; kış erken iner bizim buralara. Kar altında kalmasın diye harmanlarımız. Kundak bir tumpda ya da ağaç gölgesinde, Elde orak ekin biçmede, elde tırmık otu devşirmekte, analarımız. Acı çeken, dert çeken, acı ekip keder biçen, analarımız Gök buluta, dağ dumana gebe. Bitti ha bitecek toprağımıza bin bir nazla gelen ilkbahar ile yaz. Yazlarımız ki bir yürek atımlığı kadar kısa. Göz açıp kapama arasındaki zaman dilimi kadar sınırlı, İki parmak arasındaki mesafe kadar dar, Bir nefes alıp verme arasındaki heyecan kadar, amansız telaşlı ve yorgun geçer.
83
84
Dokuz ay sürerdi kışlarımız. Dam boyu kar. Her sabah yeniden, yeni baştan kar kürerdi anam. Güne açmak için kapımızı. Yokluğun gurbetineydi benim babam. O da yılda bir gelirdi kısa süren yaz kadar. Bir görünür bir kaybolurdu yokluğun belasında. Ne çilelerle doğduk bu topraklara. Ne acılarla yoğurdu bizi zaman. Dipçik gibi girdik hayata Omuz vermek için namlunun direncine. Eeeyyy toprağına tükenmeyen sevdamı ektiğim yurdum. Yeşerecek mi bağrına diktiğimiz umut. Kanadı rüzgardan kırık serçelerin fırtınaya yenik düşen güvercinler aşkına. Yarınlara al şafak olalım diye bizi doğurdu analarımız. Bugünlere büyüttü, acıları eşleyerek, Sancıları dişleyerek. Dirensin, yürüsün, yazsın, çizsin, göze alsın hücreleri ve de ölümü diye. Yakışır mı insanlığın toprağına ayrık tohumunu ekerek ihanet etmek. Amma ve lakin yakıştırdılar kendilerine, hemide alaylı gülerek. Heyyy bıreee! Güç yetirmek kolay mı sandın ihanete? İhanetin kırbacı bir başka acı, kılıcı ise bir başka zulüm olur. Gelir ana karnında bile seni vurur. Yerinden yurdundan bile söküp atarlar seni. Yol ederek sürgünlere, özünden, değerlerinden kopardıklarını sanırlar.
Ama bilmezler ki bizler, ölümüne bağlıyız, ölümüne sevdalıyız bu toraklara. Şimdilerde ise büyür kan kızıl karanfiller, bire yedi veren toprağında senin. Bizlere içirdikleri ağu, yüreklerimize akıttıkları kandır. Tükenmeyen umutlarımızı ektik, Yurdumun, her bir karış toprağına. Bizler sürerken kara sabanla acıyla bilenen sancılarımızı. Alın terimizdir sunduğunuz, Şarlatan soflarına. HEYY GİDİ GEÇMİŞİNE YANDIĞIM ÖMRÜM. (1) Hey gidi de koca çınar heyy. İşte geldim diyemeden, Aha da gidiyorum demektir, Benim payıma düşen. Aha geldim diyemeden, varlığımı dahi bilemeden, Aha da gidiyorum işte. Yaşantım tam anlamıyla bir halta yaramasa da. Bari sonum gür, sonum aydınlık olsun diyesim vardı. Meğerse onu bile diyemeden gitmek varmış, el ense çekerek hayata. Yaşantın boyunca yolunda diken, Ayağında taş hiç eksik olmadı belki. Bari, varla yok arasındaki ömrünü sona doğru götüren, Yolun açık olsun demekten, başka bir şey gelmiyor ki elimden. Hey gidi gün görmeyen ömrüm seni heyyy. Aha da gelmiş oldum diyemeden,
85
86
aha da çek git artık. Git ki Azrail’e sunulan ömrün, sonsuzluğun dar ağacında sallansın. Mahşerin kızıl atlıları yolunu aydınlatsın. Yürü be geçmişine yandığım ömrüm. Yürü ki yerini yaşamayı hak edenler alsın. (2) Direncimin son demi. Hiç de istediğim gibi bir olamadım. Her ki varmak istedikçe menzile. Daha da bir uzadı yollarım. Pek de öylesine büyük bir adam olamadım nedense. Ne kadar da çok emekler dökmüştüm oysa. Çok yol aldım çooook, susuz ve çorak, verimsiz topraklar da. Ayazlı gecelerde dondum iliğime kadar. Demek ki, demek ki, Tarih yaratsın diye doğmamışım anamdan. Ne ben vakıf olabildim tarihe, Ne de tarih anladı beni. Sesimi haykırdıkça dağlara, dağlarda yankı buldu sadece sağır kulaklarda. Ne adım duyulmuş, ne de varlığımdan bir haber olunmuş. Belki de duyulup da erken unutulmuş. Bir garip ozanım ben. İsyanıma isyan yazar, dert yazar, kahır yazar, Kendi, kendi katline ferman yazar. Öfkemi dökerim dizelerime, sese dönüşür,
bitmeyen kavgam. Yüklerim sazımın perdelerine. Göz nuruyla yeşertip, alın terimle besliyorum dizelerimi. Dizlerimse, hep acıdan yana, ayrılıktan yana düştüler payıma. Ne yerini buldu döktüğüm onca emek, Ne de ahvalimden anlayan oldu bugüne dek. Az bir tayınla çalışıyorum gece ve gündüz. Gecem gündüzüm dümdüz. Mevsimlerim karışmış birbirine. Saatin kadranı bozulmuş, zembereğinden boşalmış zaman. Ben yarınsız bir geceyim. Dizesi tamamlanmamış bir hece. Kuşatmış dört yanımı, sinsi karanlık ve güne yüz dönmeyen , gece. Gelen güne merhaba diyebilmek için, son bir umutla bakıp ülkeme. Doğudan batıya, güneyden kuzeye, bir ışık çizgisi çizdim. Karanlık hiç olmasın diye, Tam da orta yerine birde güneşi diktim. (3) Ve bir dinamit yerleştiriyorum beynime. Eğer zamanında ateşleyemezsem fitili diye, bir de saatli bomba.
87
88
Her satırda fitilliyorum ucunu. Her seferinde yeniden kuruyorum saati. Ne fitilleniyor dinamit, ne de saatine sadık kalıyor bomba. Sanki depremler oluyor vücudumun şehrinde. Ve on buçuk şiddetinde sarsılıyor bedenim. Enkaz yığınına dönmüş her bir yanım. Her bir yanım paramparça, Can çekişir yıkıntılar arasında. Ve kıtalara ayrılıyor dizelerim. Yaşayan halklarım sanki birer ölü. Ne duydular olan depremi, Ne de toparladılar benden kopup gidenleri. Sus pus oldu öfkelerim, Ve beni bekliyor upuzun bir gece. Sensizlik, sessizlik, enkazım ve ben. (4) Ve aniden Çukurova’da buluyorum kendimi. Pamuk topluyorum pamuk işçileriyle. Ellerimde nasır, ayaklarımda kan, yüreğimde hicran. Yarınlarımıza dökülsün diye emek. özveriyle, inançla büyüsün diye yarınlarımız. Emeğe katamak ediyorum, çorak topraklara, ektiğim sevdamı. Offfff offf! Ekmeğin buğusunda kokan, yurdum benim, Anadolum.
Hiç bıkmadan, yılmadan ektim umutlarımı kara bağrına, yani, bire on veren o kara toprağına. Toprak dene ye, dene filize, filiz ağaca, ağaç meyveye dursun diye, son nefesime nefes, umuduma ses olan yurdumsun yani Anadolumsun. (5) İnadıma inat, direncimle umut bırakabilmek için yarınlara, Devasa bir kalabalıkta, devasa bir yalnızlık içinde olan ben, Ve ölüp giderken, göğüs kafesimde, yani tam da şuramda, kalbin ritmiyle atıp duran, son bir devingenlikle direnen ben, ya zamanın sonsuzluğunda yankı bulacak bir ses olarak gideceğim, ya da kuma yazılan bir yazı gibi en hafif bir rüzgarda bile silineceğim. Ve aniden fitilleniyor dinamit, Ve saatin kadranı düşüyor ömrümün son demine. Tik tak, tik tak , tik tak ,tiiiiik taaaak, tiiiiiiiik taaaaaaak, tiiiiiiiiiiiik taaaaaa…….
89
90
“Issızlığın ortasında çalan ölüm davullarıyla, Temmuz un sıcağında zemheri ayazını yaşayarak yitip giden ruhlara” “Kendi merkezinde kendini avutacağı bir beklentisi, bir amacı olmalı insanın, hedefleri olmalı menziline yol alabileceği. Ve kendini arındırmalı kokuşmuş düşüncelerinden, arındırmalı ki yarınlara berrak bir anı olarak kalabilsin.” “Kendi yönünü tayin edemeyenler kendi girdabında boğulur gider.” “Kendi karanlığı gene kişinin kendisidir. Kendi karanlığını aydınlatamayana bir değil on güneşte doğsa kar etmez” “Ne çare ki kişi sadece kendi karanlığını göremezmiş. Kendi karanlığını göremeyen aydınlıkta bile yönünü tayin edemezmiş” “Biz insanların hayatları dönme dolap gibidir, yükseğine çıkınca özgürlüğü aşağı inince köleliği yaşarız sanki” “İşte bütün mesele bu; yükseklikteki özgürlük mü yoksa aşağıdaki kalabalık yalnızlık içinde payımıza düşen kölelik mi asıl olan karanlıkta ışığı, kalabalıkta doğru yönü bulabilmekte.” “Yerinde saymamalı insan yoksa o saydığın yer alır seni, alır bitirir.” “Dizginlenemeyen hırsların selinde olan, eninde sonunda o bulanık suda kaybolup gidecektir. Sen sen ol bulanık akan sulara kaptırma kendini.”
“Her gün kendi yüzlerine tükürenler yaptıkları hataların bedelini en ağır şekilde ödeyenlerdir.” “Hiç bir güzelliğin şansı yoktur bu iyi biline. Amma kişi kendinde var olan o güzelliği koruyup kollamakla mükelleftir.” ***
İzmir, 30 Nisan 2019
Görsel: Eleştirel Yalnızlık (1935) – Salvador Dali
91
92