AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi Haziran 2019, 138. Sayı Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak Pencere Kenarındaki Kız Edvard Munch 1897 Arka Kapak Ölümün Zaferi Otto Dix 1934
Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com
www.azizmsanat.org
İÇİNDEKİLER
Editörden
4 6 9
Martın Yirmibiri Ahmet Ayberk Aykul
Aşk Önce Geldim Ziza Rumas
27 28
Beklenen Özgür Keşaplı Didrickson
Grotesklik ve Lirizm Geçişkenliğinde Mutlak Ötekiliğin Sınır’ları Onur Keşaplı
23 25
Orpheus Batuhan Suiçmez
Manifesto
36
Yaşam Döngüsü 5 İsmet Şengül
4
1- Azizm, bir grup sanatçı, bilimci ve aydının, başta sinema olmak üzere sanatı ve bilimi, Aydınlanma ekseninde geliştirmek ve yaygınlaştırmak amacıyla oluşturduğu bir örgüttür. 2- Örgütün isminin ‘‘Azizm’’ olmasının nedeni, ülkemizde araştıran, sorgulayan, okuyup tartışan; kısacası aydın kimliği taşıyanlarla, alay edercesine ‘‘azizim’’ hitabıyla yaklaşılmasıdır. Örgütümüz piyasacı, milliyetçi ve gerici ideolojilerin yozlaştırdığı, lümpenleştirdiği yığınların aydınlara saldırırken kullandığı bu hitabı kendi üzerine almıştır ve gururla isimi olarak benimsemiştir. 3- Örgüt, ‘‘sanat sanat içindir’’ anlayışının seçkinciliğe, ‘‘sanat toplum içindir’’ anlayışının ise popülizme kayabileceği tespitini yapmaktadır. Sanat ne elitist bir tavırla toplumsal dinamiklerden yalıtılmış hale getirilmelidir; ne de popülist kaygılarla gerçekleştirilen üretimlerle niteliksiz ve ortalamacı olmalıdır. Azizm Sanat Örgütü’nün benimsediği anlayış bu nedenle ‘‘Sanat Aydınlanma İçindir’’ şeklindedir. 4- Azizm, ülkemizde ve dünyada yaşanan gerici-piyasacı saldırılara karşı en önemli mücadele başlıklarından bir tanesinin ‘‘ideolojik mücadele’’ olduğunun farkındadır. Bu bilinçle hareket eden örgüt, kendi sanatsal-düşünsel üretimlerini bu mücadelenin bir parçası olarak görür
5
ve buna göre gerçekleştirir. Azizm bu doğrultuda; post-modernizme karşı, modernist sanat anlayışını, piyasacılığa karşı kamuculuğu, gericiliğe karşı aydınlanmacılığı, muhafazakarlığa karşı devrimciliği, yerelliğin yüceltilmesine karşı evrensel değerleri, emperyalizme karşı bağımsızlık ve yurtseverliği, milliyetçiliğe karşı enternasyonalizmi benimser ve bu değerlerin yükseltilmesi, yaygınlaşması için mücadele eder. 5- Azizm bu değerleri bir bütün olarak benimseyen, yaygınlaştırmak için faaliyet yürüten herkesle ve her türlü yapılanmayla dayanışma içerisinde olduğunu bildirir; bu niteliklere sahip olan kişilerin ve yapılanmaların birlikte çalışma yürütebilmesi ve üretebilmesi için çaba sarf eder. 6- Örgüt toplumsal ve tarihsel gelişmeleri sınıfsal bir perspektifle çözümlemektedir. Savunduğu değerlerin tarihsel olarak serpilip gelişebileceği yegane ortamın, emekçilerin politize oldukları ve yönetime katıldıkları, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal düzende mümkün olduğu saptamasını yapmaktadır. 7- Azizm, bütün sanat alanlarında emekten yana tavır alır; bu alanlarda gerçekleştirilen her türlü emek sömürüsünü, piyasacı-gerici saldırıları ve bunların uzantısı olarak sansürü teşhir eder, tüm bunlara karşı mücadele eder. 27 Mayıs 2007
6
EDİTÖRDEN Bilinmeyene yönelik korku ve endişe, genel geçer ayrıntılarda olduğu kadar heybetli başlıklarda da hissedilebilir bir somutluğa sahip. Kuşkusuz bunların en can alıcısı, bilimin – şimdilik – tam olarak yanıtlayamadığı, var oluş ve yok oluşla ilintili. Doğumda yalnızca varılan, ölümde ise sadece yola çıkılan duraklara vakıf oluşumuzun yarattığı bilinmezlikten doğan mutlak kaygı, baş edilmesi hayli güç bir olgu olmayı sürdürüyor. Şimdilerde mitoloji olarak adlandırmayı tercih ettiğimiz, türümüzün ilk inançlarında ölümsüz tanrılar ve insanüstülerle bezeli anlatıların, tıpkı ölümsüzlük uğraşını ölüm sonrası yaşama havale etmeyi seçen semavi dinlerde olduğu gibi bu mutlak kaygıya cevap, hatta bir tedavi görevi gördüğünü belirtmek yanlış olmayacaktır. Son birkaç yüzyıldır bilimde kat edilen mesafe ile pek çok dini anlatının da mitoloji veya masala dönüşmüşlüğüne karşın tüm dünyada semavi dinlere inananların hala çoğunluğu oluşturmasını, mutlak kaygının yarattığı korku ile pekâlâ ilişkilendirebiliriz. Türsel bilincimizden doğan böylesi bir kaygıyı alt etmek adına bilinç yitiminin bile göze alınabileceğini kabul etmek, başta sosyalizm olmak üzere, türümüzü ileriye taşıma iddiasındaki büyük anlatıların başarıya ulaşabilmesi için önem taşıyor. Bilim bir yanıt verene dek mutlak kaygı uyandırmayı sürdürecek olan başlangıç ve bitişin haricinde filizlenecek tüm kaygıların lüks olarak görülüp bu kaygılara neden olan kapitalizm başta olmak üzere geri kalan büyük anlatıları buharlaştırmak Aydınlanmanın da öncelikli ödevlerindendir. Buna karşın kaygıya olumlu bir motif yüklenebilir mi? Danimarkalı filozof Soren Kierkegaard’a göre bu hem mümkün hem de ilerleme için bir nevi araçtır. Kaygı Kavramı adlı ünlü yapıtında Kierkegaard, “doğru bir biçimde kaygılı olmayı
öğrenen kişi, nihai noktayı da öğrenmiş demektir” ifadesiyle insanın hayvan ya da meleklerden farkı ve üstünlüğünü kaygıda konumlandırır. Onun için türümüz “bir sentez olduğu için kaygı duymaya muktedirdir, kaygısı derinleştikçe kendisi de yücelir. Bu, genelde düşünüldüğü gibi, dışsal olana ilişkin, kişinin ötesinde değil, kendisinin ürettiği bir kaygıdır” (İş Bankası Yay., 2012: 155) sözleriyle betimlemiştir. Çalışmalarında hem nesnel hem de öznel bir kaygı açılımına girişen düşünürün Hristiyanlık ve yaratılış öyküleriyle örerek örneklendirdiği kavram, ister istemez Batı merkezli tarihsel ilerlemenin bir yankısı olarak kaygının yapıcılaştırıcı yönde tetikleyici bir etkisine işaret ediyor. Bunu bir olasılık olarak kabul etmekle beraber, türümüzün hala kaygı temelli güdülemelere ihtiyaç duyar oluşunun aşılması gerektiğini düşünüyoruz. Tarihsel ilerlemenin ise – eğer hala ilerlemek zorunda isek – rekabetçi değil dayanışmacı bir devinimle sağlanması gerektiğini iddia ediyoruz. Bu tavır Kierkegaard’ı yanlışlamak değildir ki zaten bu haddimiz bile olamaz. Ancak hegemonyanın algıları aşan çürüme katsayısı karşısında Türkiye’de ve dünyada nükseden, yukarıda lüks olarak tanımladığımız kaygılar neticesinde akıl tutulmasına kapılan mutlak çoğunluk ve onların hafif meşrep umutları, kaygıya yapılacak olumlu bir atıfı tehditkâr kılıyor. Kaygıyı akılcı kullanabileceklerin sayıları artıp, türsel bilinç geri getirilmediği takdirde kaygıya karşı, kaygıyı geçmişe gömecek savaşım kaçınılmaz olacaktır. Bir dosya konumuz olmadığı halde, kaygı kavramının öne çıktığı 138. sayımızda, varoluşçu kaygıların biyolojik ve ruhsal tepkimelerinden hayat bulan şiir, öykü, deneme, pasaj ve tümcelerimiz yer alıyor. Orfe’nin unutulma kaygısının yanı sıra Trollerin hayatta kalma kaygıları da mitlerin bizleri hala ve iyi ki de yalnız bırakmadıklarını hatırlatıyor. Ali Abbasi’nin yönettiği Sınır’a dair ötekiliği, groteskliği ve sınırları felsefi ve sinematografik açıdan irdeleyen, kapsamlı makale de bu ay sayfalarımızda.
7
8
Kaygıya, fazlasıyla muhtaç olduğu bilinci ve akılcılığı aşılamak adına, Sanatla kalın dostlar. Azizm’in Notu: Azizm Sanat E-Dergi’nin Temmuz 2019 tarihli 139. sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 5 Temmuz tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
Grotesklik ve Lirizm Geçişkenliğinde Mutlak Ötekiliğin Sınır’ları Onur Keşaplı
Geçtiğimiz yılın Cannes Film Festivali’nde Un Certain Regard/Belirli Bir Bakış bölümünde büyük ödülün sahibi olan, İsveçli sanatçı Ali Abbasi’nin, iki kısa ve bir uzun metrajın ardından yönettiği dördüncü filmi, Sınır/Border, bir yılı aşkın sürenin ardından nihayet ülkemizde gösterime girmiş, pek çok sinematografik ve sosyolojik kavramın göz geçirilmesini sağlayan zenginliğiyle, beklentileri büyük oranda karşılamıştır.
9
10
Alışılmadık bir yetiyle, insanların korku, endişe, suçluluk gibi hislerini koklayabilen gümrük memuru Tina’nın hikâyesinin anlatıldığı film, ana karakterin mesleğindeki başarısı neticesinde büyük bir insanlık suçunu açığa çıkarmasıyla paralel olarak sıra dışı bir iletişime girdiği Vore ile artan etkileşime odaklanmaktadır. Görüntü yönetimindeki minimal tercihlerin, filmin doğada konumlanmış mekansal ağırlığın renk paletindeki yeşil tonlarla uyumu gözetildiğinde dingin bir çerçeve sunan Sınır’ın buna karşın canlı tutmayı başardığı gerilimli devinim ise usta işi makyaj tasarımına da çok şey borçlu olunan yetkin oyunculuk ve Abbasi’nin oyuncu yönetimiyle kotarılmaktadır. Tina’yı canlandıran Eva Malender ile Vore’yi oynayan Eero Milonoff’un yüz ve bedenlerindeki deformasyonların, karakterlerin insanüstü duyu yetileriyle donanması izleyiciyi her an görünenden fazlasıyla karşılaşma hissiyle tetikte tutarken Sınır’ın adında içerdiği sınır olgusunun da ilk izlenimden ötesine taşıdığı geçişken anlamları perçinlemektedir.
11
Yönetmenin, John Ajvide Lindqvist imzalı Gräns adlı kısa öyküden uyarladığı Sınır, ana karakterinin insan olup olmadığını sorgulatacak görünüm ve davranışlarıyla, Tina’nın kendini, kimliğini ve aidiyetini keşfetme vesilesiyle sırtını bir öteki temsiline yaslamaktadır.
1990’larla birlikte iki kutuplu küresel mücadelenin yerini kapitalizmin galibiyetiyle gelen ve serbest piyasa ekonomisiyle örülü liberal zihniyetin egemenliğine bırakması, benzer
12
şekilde sınıfsal yaklaşımlı ekonomi-politiğinin de ideolojik tartışmalarda ve sosyal bilimlerde merkezdeki yerini kimlik ve kültür kavramlarıyla inşa edilen öteki söylemine terk etmesine yol açmıştır. Yakın geçmişe dek, başta Batı merkezli anlatıda olmak üzere, yabancı olarak kodlanan tüm birey ve toplumlara yöneltilen öteki sözcüğü ve ötekileştirme eylemi, olumsuz birer niteleme ile eylem olagelmektedir. Özellikle azınlıkları bir bütün olarak yorumlarken başvurulan ve “bizden olmayan, farklı olan, benimsenmiş, kabul görmüşün dışında, çoğu kez ‘mazlum’un adı” (Uluç, 2009: 36) olarak kullanılan öteki kavramının aynı zamanda benlik inşası için de bir ihtiyaç olduğuna işaret edilmektedir. Nuri Bilgin de benzer bir yaklaşımla, “negatif garantimiz” işleviyle yorumladığı ötekiliğin, asgari bir benzerlik gerektirdiğini, zira kendini tanımak ve farklılaşmak için öncelikle kendini onda bulmak zorunluluğunu taşıdığını belirtmektedir (2007: 179). 1990 sonrasında kavramsallaştırılan öteki sözcüğü ve ötekiye dair söylem ile çalışmaların, ırkçılık başta olmak üzere pek çok ötekileştirici edimi aşma yolunda ilerleme amacı taşıdığı ve buna araç olabileceği kabul görmektedir. Ancak aynı söylem ve çalışmaların, ötekileştirmeyi aşmaktan çok farklılıkları kümelendirip farklılaşmayı mutlaklaştırabileceği yönünde eleştirel görüşler de mevcuttur. Dönemi, ötekiyi keşfetme, araştırma ve hatta üretme orjisi olarak betimleyen Jean Baudrillard’a göre (2012: 118) ötekiyi alımlama ve özümsemeden çok benlik inşası ve özneleşme gayesiyle ötekiye duyulan ihtiyaç belirleyicidir. Gelinen durumu kökten öteki adlandırmasıyla özetlerken ötekisizliğin imkânsızlığını vurgulayan Baudrillard’ın tabirini, bu noktada uç ve aşkın, mutlak bir ötekiye taşımanın yerinde olacağını görülmektedir. Gerek konvansiyonel gerekse art house sinema olsun, öteki söz konusu olduğunda ırk, cinsiyet ve cinsel yönelimden ötesine varamayan dünya sinemasının, ortalamacı politik doğruculuk ekseninde ele aldığı kavramın mutlak
ötekiye alan sağlamayışı, ötekisizliğinin olanaksızlığının altını çizmektedir. Hâlbuki kültür, ulus, din, cinsiyet ve sınır ötesinde, dünyanın her yerinde öteki olarak kodlanmayı sürdüren pek çok toplam bulunmaktadır. Engelliler, evsizler, psikolojik hastalar, – doğuştan ya da değil – fiziki deformasyonu olanlar, çirkin olarak görülenler, kilo sorunu yaşayanlar eksiklikleri, fazlalıkları ve farklılıklarıyla, resmen ayrımcılığa maruz kalmasalar da olağanlık ve sıradanlık karşısında ötekileşirilmektedirler. Richard Kearney’e göre dışsallığa karşı önyargı, çağdaş dünyamızda da hiçbir şekilde ortadan kalkmamıştır ve aşina olmayana “kötü” yaftası yapıştırıp paranoyayı kaşıyan pek çok popüler medya anlatısı ile karşılaşılmaktadır (2012: 87).
Popülerliğin en güçlü imaj sağlayıcılarından sinemanın görmezden gelirken mutlaklaştırdığı ötekilere eğilme izlenimi veren filmler tam da bu yüzden önem taşımaktadır. Sınır’ın Tina ile yarattığı ön izleme bunu karşılamaktadır zira karakterin herhangi bir kültürel uzama ya da kimliğe sahip olmayışı, modern kıstaslar nezdinde hilkat garibesini andıran “çirkin”
13
14
görünüşü, onu çoğunluk açısından korkutucu bir figüre dönüştürmektedir. Huzur evinde yaşamını sürdüren babası, iş arkadaşları ve babasından alınan bilgiyle onu fiziken sömüren erkek arkadaşı dışında dışlanan ve uyumu çıplak ayakla yol aldığı doğada hayvanlarla etkileşimde bulan Tina ile benzer özelliklere ve görünüme sahip Vore’nin ilişkisi, Sınır’ın seyrini bir diğer kavrama, groteske, yöneltmektedir.
Mihail Bahtin kavramı, imgesel imajları üzerinden plastik ve sahne sanatları ile edebiyatta karnaval gibi olağandışı ve uç temsillerde arayarak temellendirmektedir. Ona göre grotesk beden, “belli bir formu olan, düzenli, tamamlanmış bir beden değildir; kopuk uzuvlar, uzun burunlar, patlak gözler ve girintileri çıkıntılarıyla kendi sınırlarından taşan bir bedendir; bedenin sınır bölgeleri sürekli aktiftir, yeme, içme, dışkılama ve (terleme, sümkürme, hapşırma gibi) bütün diğer madde atımı işlerinin yanı sıra çiftleşme, hamilelik, uzuvların kopması, başka bir beden
tarafından yenilip yutulma, bütün bu edimler, bedenin sınır bölgelerinde sergilenir ya da başka bir deyişle eski ve yeni beden arasındaki sınırda. Bu beden dağlarla, nehirlerle, denizlerle, adalarla ve kıtalarla kaynaşabilir. Tüm evreni doldurabilir”. (Akt. Üzümkesici, 2018) Tina’nın en çok yüzü ve dişlerinde kendini belli eden fizyolojik groteskliği, kalçasının hemen üstündeki belirgin yara izi ile, Bahtin’in altını çizdiği sınır bölgeleri açısından insanlığın uç bölgelerinde gezinmektedir. Tina’nın, evcilleşmiş köpekler hariç olmak üzere sığınlar, tilkiler, geyikler eşliğinde hayvanlar ve doğayla bütünleşikliği, bedenen olduğu kadar ruhen de sınırlarda konumlandığını göstermektedir.
Rahmi Öğdül’e göre de grotesk beden, “doğadaki akışlara duyarlı bir bedendir” ve “toplumsal alt üst oluşlarla doğadaki alt üst oluşların örtüşmesi rastlantı” olmadığı gibi “tabakalaşmalara, hayatın akışını kesintiye uğratan
15
16
kompartmanlaşmalara yönelik hem doğada hem de toplumda grotesk bir tavır” (2013) vardır. Sınır’da Tina’nın ufak tefek kaçakçılıkları tespit ederken bir anda organize bir pedofil suçunu açığa çıkartabilmesi, toplumsal gidişatı sekteye uğratabilecek bir alt üst oluş karşısında groteskliğin bahsi geçen duyarlılığına örnek teşkil etmektedir. Yine bir gümrük denetimi esnasında Vore ile karşılaşan Tina’nın heyecanı vücut tepkimelerine de yansırken ikilinin aynı grotesk kıstaslarda benzeşmeleri Sınır’daki öykülemenin, mutlak öteki bir çiftin aşk hikâyesine evrileceği hissini uyandırmaktadır. İkilinin kalça üstündeki yara izlerinin aynılığının boyunlarındaki diğer bir yara iziyle benzeşmesi romantik uyumu fizyolojik açıdan da tamamlamaktadır. Ne var ki eril bir görünüm sergileyen Vore’nin rahminin olması ve çiftin doğada gerçekleşen ilk sevişmelerinde Tina’nın örtülü ve gizli kalmış bir penise sahip oluşu, en az çiftleşmenin vahşi sunumu kadar tüyler ürpertici şekilde kadraja alınmaktadır. Bu noktada film, ilk büyük kırılmasıyla gizini açık etmekte ve Tina’nın Vore’ye sorduğu “ben neyim?” sorusuna Vore’nin verdiği “biz trolüz” yanıtıyla mutlak ötekileri İskandinav mitolojisinin – daha çok kötü – ünlü orman canlılarına dönüştürerek insan dışılaştırmaktadır.
Kuyruk sokumu üstü yaralarının, onları hor gören ve insanlaştırmaya çalışan insanların kestiği kuyruklarına ait olduğu öğrenilirken çiftin diğer benzeşen yaralarının ise pek çok trolü yaralayabilen yıldırım çarpması olduğu anlaşılır. Kafka’nın Günlükler’inde yer alan “Başını eğdi: Boynu şimdi çok daha iyi görünüyordu; kanın ve etin fokurdadığı bir yara vardı boynunda; bitmeyen bir yıldırım açmıştı yarayı.” (Akt. Bataille, 2016: 130) cümlelerini dolaysızca çağrıştıran uyum, Tina ve Vore’nin grotesk aşklarına lirizm katmaktadır. Akabinde Abbasi’nin, bunu desteklercesine yönettiği sahnede ikilinin çıplak halde ormanda koşturmaları ve yağmur altında suya girip yüzmeleri sinema sanatının yakın döneminde meydana getirilmiş, yeniden doğuş/nefes alış dokusu taşıyarak özgürlük hissini en canlı yaşatan anlara dönüşmektedir.
Öyle ki akla ister istemez, Morrissey’in, groteskleşecek kadar yalnız kalmış âşıkları içeren My Dearest Love parçası gelmektedir; https://www.youtube.com/watch?v=3Jm09eLuaXQ
17
18
Bu noktada Sınır’ın insanlık sınırlarını aşıp, Tina elçiliğinde ve Vore rehberliğinde doğa ile uyum eşliğinde asri zamanlarda trol olmanın nasıl mümkün olduğu ve ne anlama geldiğine dair, gerçekçi fantastik bir alt türe evrilmesi beklenirken filmin inşa ettiği dünyayı insanlığın güncel durum ve hassasiyetlerine aracı etme tercihinde bulunduğu görülmektedir.
Öznel bir tarih yazımı ile trollerin insanlar tarafından deneyler ve işkencelerle adeta bir soykırıma maruz bırakıldığı, hayatta kalan çok az sayıda yavrunun ise başta kuyrukları kesilmek üzere görünüş bakımından mümkün olduğunca insani bir bedene kavuşturularak çocuksuz ailelerin yanına verildiği anlatılmaktadır. Kızılderili ve Yahudi soykırımları kadar günümüz Avrupası’nda
artış gösteren yabancı düşmanlığı ve ırkçılığa atıflar şeklinde yorumlanabilecek bu anlatıda Sınır’ın giderek kötücülleştirdiği Vore’nin insanlara yönelik kinci söylemleri, filmin ikinci kırılması ile açılan üçüncü perdesini öncülemektedir. Filmde göründüğü ilk sahneden itibaren tekinsiz bir seyir sunan ancak ana karakter Tina ile özdeşleşilebilindiği ölçüde duygudaşlık kurulabilen Vore’nin bir anda Matrix’in Ajan Smith’inden Marvel’in sinematik evrenindeki Thanos’a uzanan, 21. yüzyıl popüler kötülerini andıracak şekilde insanlığın gezegenin ve yaşamın baş belası olarak yok edilmesi gereken bir tür olduğunu dile getirmesi Sınır’ın olgun atmosferini zedelemektedir. Abbasi’nin daha da ileri giderek, organize pedofil suç örgütünün lideri olarak Vore’yi konumlandırması, karakteri mutlak ötekiden mutlak kötüye dönüştürürken paralel anlatıları birbirine eklemleme noktasında senaryonun eğretileşme riskini göze aldığını göstermektedir. Doğurgan bir trol olarak her ay döllenmemiş trol yumurtaları dünyaya getiren ve bebeklere benzerliklerini kullanarak yeni bebek sahibi olmuş insanların çocuklarıyla onları değiştirirken çaldığı bebekleri pedofil suçunu da içeren insan tacirlerine veren Vore’nin karşısında ise tüm insanlığın kötü olduğuna inanmayan Tina konumlanmaktadır.
19
20
Mutlak ötekilikten sınırın ötesine taşınarak insan dışı konumu pekiştirilen, ancak insanlar tarafından yetiştirilmesi sonucunda Vore’ye göre daha insan ve en önemlisi daha iyi olmayı başarmış Tina’nın Vore’yi durdurma çabası, genel ve nesnel iyilik çıtasına işaret etmektedir. Nietzsche’nin ortak iyiliğine ne denli göreceli olduğuna dem vuran görüşleriyle (2019: 50) birlikte değerlendirildiğinde filmin iyi kötü diyalektiği en hafif tabirle klişeleşmektedir. Yönetmenin, elbette uyarlanan metnin aslından bağımsız düşünülemeyecek şekilde, gündelik ve güncelliğe sıkıştırmayı tercih ettiği Sınır, özellikle mutlak ötekilik üzerinden taşıyabileceği özgün önemi reddedişiyle kaçırılmış bir fırsat izlenimi uyandırmaktadır. Bu uğurda, Thomas Mann’ın burjuva karşıtlığı olarak betimlediği groteskliği, içeriksel duygudaşlık adına bir eğretileme şeklinde kullanmayı tercih eden Abbasi, Flannery O’Connor’ın groteskliğin gücünün, bu doğrultuda tercih edilmesini eleştirdiği pasajı akla getirmektedir. Ona göre şimdilerde sanatçılar için adeta bir zorunluluk olarak görülen duygudaşlık, zaafların her türlüsünün hoş görülebildiği ve dolayısıyla sanatçıların artık herhangi bir şeye karşı konumlanmasının mümkün olmadığı bir düzlem yaratmaktadır. Hâlbuki O’Connor’a göre grotesk kavramı doğru kullanıldığında, içerdiği zihinsel ve ahlaki yargıların duygulara baskın geleceği aşikârdır (2019).
Groteski insan dışılığı pekiştirmek için kullanırken, iyilik kötülüğü insanlığa olan mesafe ile ölçen Sınır, filmde Tina’nın deformasyonunun üvey ailesi tarafından kromozom sorunu ile ilişkilendirildiği bilgisini verirken, filmdeki trolleri resmetmede kullanılan makyaj ve efektlerin gerçek hayatta, aralarında kromozom sorunu yaşamış olanların da pekâlâ olabileceği, engelli bireylerin bazılarında gerçekten mevcut olabileceğini yok saymaktadır. Benzer deformasyonlar taşımakta olan mutlak öteki izleyicilerin Sınır seyrinde önce insanlıktan uzaklaştırıldığı, ardındansa insan olmak adına insan gibi ahlaki yargılara sahip olmalarının şart koşulması, kulağa filmin gerçekçi fantastikliğinden daha az fantastik gelmemektedir. Mutlaklaştırılmış ötekinin uzaklaştırılmasında yatan tehlikeyi Kearney, “kişi özneyi dışarıya kapalı, içe dönük bir egoya mahkûm ederek ötekinin benliğe giriş çıkışını engellerse, öteki öyle yabancılaşır ki tümüyle yabancılaştırıcı bir hal alır” (2012: 105) sözleriyle vurgulamaktadır. Kaldı ki filmde mutlak ötekiye yöneltilen yabancılaştırıcılığın yarattığı alımlama, yönetmenin bir gösterim sonrası kendisine yöneltilen sorulara verdiği yanıtlarda önermemizi haklı çıkaran açıklaması ile birlikte doğrulanmaktadır; https://www.youtube.com/watch?v=d-cF_B58Ui4 Sonuç olarak küçük bir öykülemeden böylesi katmanlı tartışmalar yaratabilmeyi başaran bir yapıta imza atan Abbasi’nin henüz ikinci uzun metrajında gösterdiği olgunluk, Sınır’da baş gösteren kimi çelişkili yorum ve okumalardaki nüanslara karşın filmografisinin merakla takip edileceği bir sanatçıyı işaret etmektedir. Bunun yanı sıra film, Nicolas Winding Refn’i 2009’da yönettiği Valhalla Rising ile birlikte anıldığında, İskandinavya’da da yükselen güç halini almakta olan aşırı sağcılar haricinde, sinema sanatçılarının da Kuzey Avrupa mitolojisinden faydalandıklarını kanıtlamaktadır. Bu başvuruların amacına dair değerlendirmelerimiz ise başka bir çalışmanın konusu olacaktır.
21
22 Kaynakça Baudrillard, J. (2012). Kötülüğün Şeffaflığı (5. Baskı). Işık Ergüden (Çev.). İstanbul: Ayrıntı. Bataille, G. (2016). Edebiyat ve Kötülük. (4. Baskı). Ayşegül Sönmezay (Çev.). İstanbul: Ayrıntı. Bilgin, N. (2007). Kimlik İnşası. Ankara: Aşina. Kearney, R. (2012). Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar: Ötekiliği Yorumlamak. Barış Özkul (Çev.). İstanbul: Metis. Nietzsche, F. (2019). İyiliğin ve Kötülüğün Ötesinde. (5. Baskı). Mustafa Tüzel (Çev.). İstanbul: İş Bankası. O’Connor, F. (2019). Ucubeler ve İnsanlar: Edebiyatta Grotesk ve Gerçeklik. Elçin Gen (Çev.). https://www.e-skop. com/skopbulten/ucubeler-ve-insanlar-edebiyatta-grotesk-vegerceklik/4305 adresinden elde edildi. Öğdül, R. (2013). Gezi Direnişi’nin Grotesk İmgesi. http:// rahmiogdulbirgun.blogspot.com/2013/07/gezi-direnisiningrotesk-imgesi.html adresinden elde edildi. Uluç, G. (2009). Medya ve Oryantalizm. İstanbul: Anahtar. Üzümkesici, B. (2018). Toplumsal Bedenden Çıkan Tekinsiz Sesler: Gezi’nin Estetiği ya da Tık...tık...tık... http://www.eskop.com/print.aspx?PageID=3803 adresinden elde edildi.
23 Martın Yirmibiri Ahmet Ayberk Aykul
Nevruzdaki o kelebeği gördüm bu gece Kanadında küçük bir tanrı dokunuşu benek Gözleri karanlıkta Nevruzdaki o kelebeği gördüm bu gece
24
Bu gece nehirler durdu göl oldu sonra Zaman akmayı bıraktı “an” oldu Ve bir trafik lambası yanmayıverdi bu gece yeşile, Yağmurlar, düşemez oldu Ve ben yandıkça daha üşüdüm Soğudukça gönlüm lal oldu Bu gece ben nevruzdaki o kelebeği gördüm Gözlerindeki karanlıkta kendimi sonra Benimle kalsın diye bu gece, Beyaz bir karanfil açtı elimde Ne yapıp edip kopardılar sonra Gözyaşım oluverdi solunca. *** Görsel: La Fortune Passe (1895) – Albert Maignan
25 Aşk Önce Geldim Ziza Rumas Aşk Önce Gelişin Serencamı
Zamanı istediğiniz kadar alsanız da geriye, nereden ve nasıl çıkıp geldiğini bilemeden, ne ile tanısını koyabileceksiniz aşkın. Ki siz efendilerime söyleyeyim, sonradan gelmenin görücü usulünce, naif cisminizi vampir dişli testeresinin altına yatırdığınızdan dahi bihaberken.
26
Aşk önce geldim ben. Daha siz ve o gelmeden, henüz görmeden ve de bilmeden neler olacağını. Gelip yanımdan geçerek size musallat olmaya koyulduğu lahzayı dünmüş gibi hatırlıyorum. Beş his hünerinden yoksundu, sizden eksik yanı bir tek onlar değildi; ne elleri vardı, ne ayakları, ne de bir kalbi... Küremsi bir çarkın bütün yüzeyindeki dişlilerinden sadece kutup dişlisine takılmış iki testeresi savruluyordu dikine boyutta. Kürenin içine uzanan kökleri iki kalbi bünyesine çekip öğütecek bir mengeneye sahipti. O bir alet ya da makina değildi, sürücüsü de yoktu, iki kalbin birbirini çekim yasası yürürlüğe girdiği andan itibaren çalışmaya başlayan silinmez bir yazgıydı. Siz, iki gönül buluşması olarak sanıp aldandığınız kavuşmalarınızla, iki kalbi de onun merkezine kaptırdığınızın farkına bile varmadan, yazgınızı kendiniz yazdınız. Yürekten sevdim diyerek başladığınız yolculuğunuzun bitiş çizgisinde, gönül hariç bedenin tamamının pare pare olduğunu fark ettiğinizde, ne çok erken ne de çok geç oldu artık sizin için. Zamanın öncesi ve sonrası yoktu artık, iki kalp de mengenesinden geçerek toprak olmaya dahi kavuşamayan bir kızıl kırgınlığa mahkûm oldu. İnanın bana aşk önce geldim ben, o idi sizin hüznünüzü yüreğimin kuyusuna döküp iliklerime kadar acınızı pompalayan. Acınızla dönüp dolaştım, vazgeçmedim asla sizden vazgeçmeyeceğini bilerek. Yüzüne gülmüyordum, o yüzden her an kahroluyordu, kahrında gark oluyordu gamlı gözü sizden uzak, benim üzerimdeyken. Ahh aşk önce geldim ben. Aşk sonra sizdiniz düşen. *** Görsel: Dünyevi Zevkler Bahçesi (1503-1515) – Hieronymus Bosch
Orpheus Batuhan Suiçmez
Kutsuyorum sizleri taşlarım, böceklerim. Ağaçlarım, yapraklarım benim; taze tomurcuklar veren çiçeklerim, derelerim, çimlerim benim. Kutsuyorum tek bir ağızdan, kutsuyorum hepinizi. Sizler ki var oldunuz birbiriniz için ve sizler ki var oldunuz güzel gözlerim için. 01.04.2018 Ankara *** Görsel: Orfe (1628) – Roelandt Savery
27
28 Yaşam Döngüsü 5 İsmet Şengül
“Yaşam bularak vücuda gelen tüm canlılar gerçekten bir tasarının ürünü müdür?“ “Biz varolmuşların hayatı bir kompozisyon gibidir. Başlangıç gelişme ve sonuç bölümüyle döngüsünü tamamlayan.” Doğa ve doğadaki dengeli oluşumlar çok önemli bir yer tutmaktadır hayatlarımızda. Varoluşumuzdaki en önemli etkendir. Bütün mitleri bize veren ana unsurdur. Doğa eşittir canlı ve de cansız olan her şey. Doğadaki yaşam kaynakları ve kusursuzca işleyen dengeler var olmasaydı hiçbir canlı varlığını sürdüremezdi kuşkusuz. Doğadaki eşsiz zenginlik varoluşçuluk denklemindeki bizleri var edendir, birbirini tamamlayan, uyumlu, eşit, hem de zıt kutupların yaşamı tamamladığı bir döngü temelini atmış olmasıdır.
Eğer tüm zamanlara hükmedebiliyorsak hiç kuşkusuz tabiat ananın bizlere sunduğu üstün cömertlik ve olanaklar sayesindedir. Yoksa nasıl bizler bugünkü bizler olabilirdik? Aslına bakıldığında biz cümle canlılara mevcut yaşamı veren de alan da tabiat anadır. Doğa ve insan arasındaki etkileşim o kadar uyumlu ki işlevsel sürekliliğiyle hareketliliğimizi sağlayan ana lokomotiftir adeta. Bütün canlıların ortak olmayan ve birbirinden ayırarak isimlendirilmesine, kategori farklılığına uğramasına neden olan sadece dış yani yüzeysel görünümdür. Eklem ve bütün organların kemik, et, kas, kan, su, beyin, kalp ve kullanabildiğimiz tüm unsurları eşittir. Biz insanlar beynini gelişime ve ilerlemeye açmışken hayvanlar âlemi diye adlandırdığımız canlılar sadece beslenme ve korunmaya açmışlardır tüm duyularını ve hissiyatlarını. İşte aramızdaki en büyük fark budur. Bu farklılık bizi insan yani insanoğlu yapar. Kendinden başka her şeye hükmedip sadece kendi mevcudiyeti karşısında acze düşmesi hüküm sahiplerinin dizginlenemez egolarının, hırslarının ve yıkıcı yanlarının baskın bir şekilde ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Kendine hükmedip dizginleyen bir insan asla döngünün dişlilerinin arasına yıkımı, öldürme arzusunu ve zulümkârlığı sokmazdı, insanlığa hizmet arzusu her zaman baskın gelirdi. Dünyanın oluşumundan insanlığın vücut bulduğu ana kadar bulunduğu her ortama uyum sağlayarak yaşam bulan bütün canlı organizmalar eko sistemin yön belirleyiciliği eşliğinde döngünün işlevselliğini tamamlamışlardır. Varoluşumuzdaki sır sadece tabiat anada saklıdır. Bütün sırlar orda bir yerlerde yanı başımızda belki de çoğu zaman karşımızda. Bulabilmek o kadar kolay ve basit olsaydı, dahası her şeye rahatlıkla erişip varlığında kolayca bir haber olunabilseydi dünya nasıl bir yer olurdu sizce? Dünyayı, yaşamları ve cümle
29
30 kâinatı gizemli ve cazip kılan bu bitip tükenmeyen devingenlik
değil midir? Hayretten ve şaşmaktan felsefe doğar dedik, varoluşçuluğa şaşırıp hayreti şayan bir şekilde bakıp o deryada debelenmeseydik onca bilim ve fen insanı, filozof, uzay bilimci, astrolog nasıl çıkacaktı ve hayatlarımıza inanılması güç güzellikleri ve gizleri kimler nasıl katacaklardı? Doğal süreçler iyi incelenip araştırılmalı, her şeyin başını soruyoruz sonunu algılayıp anlayabiliyoruz az ya da çok. Var edene inanıyoruz peki neden her var edenin bir var edeni olabileceğine bir ihtimal verip olamayacağına kör bir inatla neden direniyoruz, bu ihtimallerin üzerinde durmak bize ne kaybettirir ve neyi kazandırır? Dolayısıyla varoluşçuluk dediğimizde suyun yaşayan bir balığa, bir kurbağaya ve solucana nasıl dönüştüğüne, cansız toprağın yeşillik ve çiçeğe nasıl büründüğüne hayretle bakıyoruz. Doğa ve doğayı bütünleştiren her şeyin sürekli olarak nasıl bir değişim içerisine girdiğini görüyoruz. İşte bu değişimlerdir ki yaşam döngüsünü dengede tutup devamlılığını sağlayan. Bu değişimler nasıl oluşuyordu, var olan bir maddeden diğer bir maddeye, yaşayan, nefes alan, belirgin bir hal alan bir canlıya nasıl oluyordu da dönüşebiliyordu. Bütün bu sorup sorguladığımız üzerinde duraksayıp cevap aradığımız değişimlerin arkasında belli bir öz mutlaka vardır. Peki, nedir sizce o öz? Bunca değişimlerin arkasında bir şey olmalıydı kendi içinde kendine akıp duran bir kaynak, bir çark. Suyun döngüsü sekteye uğramadan sürekli bir değişim, dönüşüm ve etkileşim halindedir. Doğanın kendisi zaten sürekli olarak hep bir değişim halindedir. Bu süreci iyi anlamaya çalışmak lazım. Felsefe kendini özgün ve dini anlayış kurallarından bağımsızlaştırarak bilimsel düşünceler doğrultusunda en önemli ilk adımı atmıştır. İlimle araştırmaya meyledenler ve devamlılığını sağlayacak olan
doğal bilimlere ön ayak olmuşlardır. Tabiat anayı yaşanılır hale getirip hazırlayan öz, solunan hava, toprağa nüfuz eden su, ateş ve suda bulunup oluşumu sağlayan güçlü elementelerdir. Her şeyde, her şeye karşı bir duygusallık vardır lakin duygular var olduğu alandan çıkmamalıdır, ne en önde olmalı ne de en sonda, kişi mantığına güvenmeli, duyguyla karışmayan mantık akılcılıktır. Akılcı dünya bilgisinin ana kaynağında insan mantığı mutlakiyetçiliği barındırır. Doğadaki her şey bir devinim içerisindedir. Bütün zıtlıkları içinde barındırır. Dert çekmeden derdin kıymetini, aç kalmadan tokluğun, susamadıkça suyun, uykusuz kalmadıkça uykunun, kışı yaşamadıkça yazın, karanlığı yaşamadıkça aydınlığın kadrini kıymetini nasıl bileceğiz. Bunca zıtlaşmalar olmasaydı Dünyanın sürekliliği nasıl olurdu acaba. Doğadaki birçok oluşum birbirini dürtükleyip, çağrıştırıp ve seslemektedir. Yaşama olumlu ve olumsuz yönde etki yapıp tetikleyen oluşumlar mekanizmasıdır zincirdeki halkaları güçlendiren. Doğa birbirini takip eden bir zincirleme, sürekliliği sağlayan birbirine uyumlu kusursuz bir düzenektir. Zincirdeki yaşanan her kırılma felaketlerin anasıdır. Yaşanan ve yaşanmakta olan ve bundan sonrada yaşanacak olan her felaket zincirdeki bir kırılma noktasıdır. Bir eliyle verip bir eliyle alan Evrensel bir mantık hep vardır ve hep var olacaktır, uyulması gereken ve uygulanması zorunlu olan. Doğayla birlikte her insanında kendince bir mantığı vardır ona göre yaşayıp ona göre hareket eder. Doğanın mantığıyla çeliştiği sürece zincirdeki kırılma noktası ağırlığını her zaman fazlasıyla hissettirir ve en ağır bir şekilde yaşattırır. Doğadaki bütün oluşumların, zıtlık ve de devingenliğinin, değişim ve hareketliliğinin tamda odak noktasında bütünleştiricilik her zaman vardır. İşte varoluşçuluk bu noktada mantığı zorlamaktadır. Mantığını zorlayan her şeye olumlu açıklama getiremeyen bu hal üzere öğrenme arzusunu
31
32
yok ederek kabullenişe iter kendini. Kendindeki çözümleme sanatını geliştiremeyenler ustalaşmadan tüketirler ömürlerini. Doğadaki devinim değişimi oluşturur, bu oluşum duyularımızla birlikte bir algılama boyutu meydana getirir, bu algılayış güvenirliliğini her zaman korumuştur. Algılayışın boyutu tabiat anadaki var etme olgusunun mekanizmasını devreye sokarak doğru bilinen her şeyle çelişen bilinmek istenen gerçeklerin ipuçlarını bize vermektedir. Sudaki üstün elementeler, dört ana kökle birleşme sonucu yoktan vara geçen bir yaşam süreci oluşum mekanizmasını devreye sokar, doğadaki canlılık ve yaşamı güçlendirerek, döngüsünü sürdürüp geliştirme aşamasına geçmesini sağlar. Bu dört ana kök organizmaları canlandırıp vücuda getirendir. Hava, toprak, su, ateş ve de atomlardır. Bedendeki ruh diye bildiğimiz varlık atomların kendisidir. Atomlar yaşam döngüsünde vücuda yön tayin edici belirleyicilik vazifesini üstlenen olmazsa olmazımızdır. Yaşama dönüşen bedende yerini alır ta ki yaşama gelen vücudun döngüsünü tamamlayıp tamamen çürüme aşamasına geçene kadar vücutta kalır, toprak olmaya başlayan vücudu terk ederek yeni organizmalar bulur ve o bedende ruha dönüşür. Su, toprakta çözünürlük sürecine geçer, havayla temas eden ateş canlı organizmalarda vücuda gelme aşamasını başlatır. Bu belirttiğimiz dört ana kök ve atomların birbirine karışımları ne kadar kolaysa, yaşam sürecinin son aşamasında ayrışmaları da bir o kadar kolay olur. Organizmalar da vücuda gelen dört ana kök mıknatısın artı ve eksi kutupları gibidir, bir kökün diğer bir köke ters gelen bir kutuplaşma etkisi yaratması halinde, sağlık problemlerinin ana tetikleyicisi olarak ortaya çıkmasına neden olur. Vücuttaki organizmaların dört ana kökle birbirlerini tam anlamıyla tamamlayamayıp desteklememeleri, tedavisi mümkün olamayan ve tedavisi zaman alıp kalıcı olan hastalıklara yol açmasına ana etken olur.
Tat alıp ya da alamamak, erken yaşlanıp ya da geç yaşlanmak, orantıların bozulup ya da yerli yerinde kalması, yüzde yüz döngüyü sağlayan her şeyin olmasa bile kısmi olarak da olsa değişime uğradığını görüp, algılar ve yaşarız. Değişimlerin akla ve mantığa yatkınlığını savunanalar olduğu gibi, aykırılığını savunanlarda olacaktır. Derinlemesine inildiğinde dünya ve evrenin sürekli bir değişimle bugünkü halini aldığını görürüz ve algılarız. Değişime inanmayanlar her gün düz mantıkla çalışan bir beyine ve yapıya sahip oldukları içindir ki hiçbir vakit değişimlere ayak uyduramazlar ve bu da inancın ters tepmesine yol açmasıyla birlikte sürekli kutuplaşmalara ana etken olur. Değişimle sürecinin, sadece kendi yaşantısının yön tayin ediciliğinden de yola çıkarak çözümleyebiliriz. Kendindeki çözümleme sanatını geliştirebilenler, her zaman doğru sonuca varmasını iyi bilirler. Yanan bir ağacın çıkardığı bir cızırtıyla özündeki suyu ayrıştırdığını anlarız. Çıkan duman havayı, küle dönüşümü toprağı ve sönmesiyle ateşi boşluğa saldığını biliriz. Tabiat ana yarattığı değişimle var ederken ve aynı değişimle birbirinden ayrıştırıp yok eder. Doğada iki ana güç vardır, artı ve eksi kutuplar gibi, sevgi ve çatışma. Sevgi bütünleştirirken çatışma ayrıştırır. Doğadaki her şey bu bileşenlerden oluşmaktadır. Ve bizleri çevreleyen evrensel bir zincirdir. Eğer vücutlarımız hava, su, toprak ve ateşten oluşmasaydı ne havayı hisseder, ne suyu tanımlayabilir, ne ateşi, ne de toprağı görüp algılayabilirdik. Gezegenimizin oluşumu dört ana kökten ve atomlardan oluşmuştur bu kökler ve atomlarda tüm canlı yaşamları oluşturmuştur. Proton, elektron ve nötronların oluşturduğu atom dört ana kökle birleşerek yaşamı vücuda getirmektedir. Burada büyük bir orantılık mevcuttur. Bu orantılık dengeli ve ölçütünde olduğu sürece terazinin boş kefeleri gibi birbirini tartmadan öylece durur. Bu bir dengedir az bile olsa bozulan dengeler yaşamları
33
34
olumsuz yönde etkilemektedir. Varoluşa sunduğu katkının geçerliliğini koruyabilmesi için isim olarak aynı cisim ebat ve şekil olarak aynı olmadığını bildiğimiz atomların farklı olduklarını kabul etmemiz lazım. Benzer olan atomlar varoluşçuluğa etken olamazlar. Birbirinin aynı olan şeyler bir araya gelerek olmayanı yaratamazlardı. Atomlar ayrışık duran uyumlu parçacıkların bir araya gelmesiyle oluşumu ve oluşumdaki ruh olgusunu meydana getirerek sürekliliğini devam ettirirler. Vadesini dolduran bir bedende ayrışıp giden atomlar havada asılı kalırlar, yeni bir bedende vücuda gelerek yeni bir yaşam döngüsünün başlangıcının temelini atmış olurlar. Kâinat bir sonsuzluktur sonsuzluğu doldurup süsleyen her şey, işleyen mekanik bir sistemin ana parçalarıdırlar. Şimdi bu noktadan yola çıkarsak yaşam döngüsünün işleyişinde oldukça önemli rol oynayan atomlara bir yaşam alanı oluşturulması bir gereklilik değil midir? Gördüğümüz ve dokunabildiğimiz her şey, atomlar ve güçlü elementlerden oluşmaktadır. Nesneler varla yok arasında gidip gelerek ihtişamlı bir devinim yaratmaktadırlar. Değişimleri besleyen varoluştaki dengeleri sağlayan atomlar sağlıklı ve uzun ömre etki ederler. Vücutlarımızın oluşmasındaki tüm organların orantılı ve kusursuzca yerini almaları doğru bir enlem ve boylam üzerinde işlevini sürdürürse sorunsuz bir hayata sahip olacağına delalet eder. Oldukça sıkı kurulan yaşam ağı ömrün mesafesini belirler. Demir ve çimentodan yana zayıf olan bir bina ne kadar ayakta kalırsa insan vücudu da o kadar direnç gösterip süreğini bu duruma göre belirler. Bir otomobil ya da bir iş makinasını düşünün; istense hiçbir arıza yapmadan hiçbir parçayı dahi kırmadan inanılmaz kilometrelere ulaşabilir. Bu bizlerin dâhilindedir. O vakit değişimin süreci yerinde sayardı, devinim döngüyü tamamlayamazdı görsel bozukluklar yaşanırdı. Kabul edelim ya da etmeyelim, kırılma
yaşamadan hiçbir nesne yaşam döngüsünün oluşturduğu bu eşsiz mekanizmaya iyi bir hizmet yapamazdı. Bu doğrultuda kadercilik olgusu ortaya sunulur. Hayatta sadece rastlantılar ve orantılar vardır. Şans, talih, alın yazgısı, kadercilik sadece olumsuzluklara uygun görülerek verilen isimlerdir. Yolunda giden her işleyişi şansa, olumsuzlukları kadere ya da şansızlığa bağlarız. Bu olguların derinlerine inmediğimiz ve inemediğimiz için her zaman yaptığımız şeyi yani kolaycılığı seçip bir şeyleri bir şeylere bağlar dururuz. Böylesi züğürt tesellisiyle döngüyü tamamlamaktan başka bir şey gelmez ellerimizden. Biz insanlar gözle göremediğimiz, varlığına tam anlamıyla vakıf olamadığımız, elle tutamadığımız gizemli olana bağlanıp tapınmayı kolaycılık olarak görmüşüz. İnsanlığa hizmet için geldiklerine inanılan peygamberlere inanılması neden uzun zaman almış ve zorlu olmuştur. İnanç boyutunu geliştirip koşulsuz bağlanılıp inanılana kadar haylice meşakkatli ve zorlu bir süreç mücadelenin merkezini oluşturmuştur. Çünkü bizler gize aşığız. Ve sözde gösterilen kerametler gizi derinleştirerek kuşkuyu ortada kaldırarak iman ve inançla bağlanma boyutuna getirir, süreci. *** Görsel: Christina’nın Dünyası (1948) – Andrew Wyeth
35
36 Beklenen Özgür Keşaplı Didrickson
37
Bir güve seni mutlu ediyorsa, ikincisi okyanustan gözyaşı getirecektir, bekle... If one moth makes you happy, the second will bring tears from an ocean, wait... *** Fotoğraf: Özgür Keşaplı Didrickson
38