Azizm Sanat E-Dergi Temmuz 2019

Page 1


AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi Temmuz 2019, 139. Sayı Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak Hera Francis Picabia 1929 Arka Kapak Şapkalı, Çifte Portre Dora Maar 1937

Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com

www.azizmsanat.org


İÇİNDEKİLER

Editörden

4 6 10

Kendine Kurulu Yansıma Ziza Rumas

18 20

Yol Nilgün Zülfü Işık

Bir Demokrasi ve KatılımMücadelesi: Yurttaş Gazetecilik İlkay Sevgi

Bizim Sokakta Mehmet Rayman

22 24

Yaşam Döngüsü 6: Varoluşçuluk İsmet Şengül

Manifesto

Mösyö Pretendoviç Ahmet Ayberk Aykul

26 38

Hırs Özgür Karakaya


4

1- Azizm, bir grup sanatçı, bilimci ve aydının, başta sinema olmak üzere sanatı ve bilimi, Aydınlanma ekseninde geliştirmek ve yaygınlaştırmak amacıyla oluşturduğu bir örgüttür. 2- Örgütün isminin ‘‘Azizm’’ olmasının nedeni, ülkemizde araştıran, sorgulayan, okuyup tartışan; kısacası aydın kimliği taşıyanlarla, alay edercesine ‘‘azizim’’ hitabıyla yaklaşılmasıdır. Örgütümüz piyasacı, milliyetçi ve gerici ideolojilerin yozlaştırdığı, lümpenleştirdiği yığınların aydınlara saldırırken kullandığı bu hitabı kendi üzerine almıştır ve gururla isimi olarak benimsemiştir. 3- Örgüt, ‘‘sanat sanat içindir’’ anlayışının seçkinciliğe, ‘‘sanat toplum içindir’’ anlayışının ise popülizme kayabileceği tespitini yapmaktadır. Sanat ne elitist bir tavırla toplumsal dinamiklerden yalıtılmış hale getirilmelidir; ne de popülist kaygılarla gerçekleştirilen üretimlerle niteliksiz ve ortalamacı olmalıdır. Azizm Sanat Örgütü’nün benimsediği anlayış bu nedenle ‘‘Sanat Aydınlanma İçindir’’ şeklindedir. 4- Azizm, ülkemizde ve dünyada yaşanan gerici-piyasacı saldırılara karşı en önemli mücadele başlıklarından bir tanesinin ‘‘ideolojik mücadele’’ olduğunun farkındadır. Bu bilinçle hareket eden örgüt, kendi sanatsal-düşünsel üretimlerini bu mücadelenin bir parçası olarak görür


5

ve buna göre gerçekleştirir. Azizm bu doğrultuda; post-modernizme karşı, modernist sanat anlayışını, piyasacılığa karşı kamuculuğu, gericiliğe karşı aydınlanmacılığı, muhafazakarlığa karşı devrimciliği, yerelliğin yüceltilmesine karşı evrensel değerleri, emperyalizme karşı bağımsızlık ve yurtseverliği, milliyetçiliğe karşı enternasyonalizmi benimser ve bu değerlerin yükseltilmesi, yaygınlaşması için mücadele eder. 5- Azizm bu değerleri bir bütün olarak benimseyen, yaygınlaştırmak için faaliyet yürüten herkesle ve her türlü yapılanmayla dayanışma içerisinde olduğunu bildirir; bu niteliklere sahip olan kişilerin ve yapılanmaların birlikte çalışma yürütebilmesi ve üretebilmesi için çaba sarf eder. 6- Örgüt toplumsal ve tarihsel gelişmeleri sınıfsal bir perspektifle çözümlemektedir. Savunduğu değerlerin tarihsel olarak serpilip gelişebileceği yegane ortamın, emekçilerin politize oldukları ve yönetime katıldıkları, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal düzende mümkün olduğu saptamasını yapmaktadır. 7- Azizm, bütün sanat alanlarında emekten yana tavır alır; bu alanlarda gerçekleştirilen her türlü emek sömürüsünü, piyasacı-gerici saldırıları ve bunların uzantısı olarak sansürü teşhir eder, tüm bunlara karşı mücadele eder. 27 Mayıs 2007


6

EDİTÖRDEN Bir birey olarak neye tekabül ettiğinden bihaber yaşantıların toplamından toplum bilinci beklerken durmaksızın hayal kırıklıklarına uğrar oluşumuzda, eşyanın doğasına aykırı beklentilere kapılıyor oluşumuzun payını yeterince hesaba katıyor muyuz? Ötekiler üzerine hassasiyet yarışımızın kabarttığı ötekileştiricilik tehdidi bir yana, bir ötekiye sahip olmanın başat temelinde yatan benliğe sahip olmak kaçımızın altından kalkabildiği bir hareket noktası? Çoğunluğun böyle bir tartışmayı yok saydığı, hatta böyle bir tartışmayı anlamlandıracak bir bellekten yoksun oluşu bir gerçek. Buna rağmen, benlik inşası gibi meşakkatli fakat mecburi bir uğraşı kaçımız yerine getirme gayesinde buluşuyor? İrili ufaklı toplulukların, toplumcu yanılsamaları, her daim doğru ve haklı olmanın dayanılmaz hafifliğini karşılayacak kadar yeterli kalabalıklar sunuyorken sürüden ayrılmayı, veya ayrılınmasa bile üst açıdan sürüyü görebilmeyi beklemek çok iddialı bir beklenti gibi duruyor. Pek tabi bunu başarmanın bile önünde kendi benliğini kavrayabilme serüveni uzanmakta tüm engebesiyle. Yanılsamaların, umut illüzyonlarının şovenizme bulandığı bir zaman/mekânda popülizmin bile p*çine razı gelinen ortamda, ünlü, başarılı pek çok sanatçının da dalgakıransızlıklarına tanık olurken ortalama direnç sahiplerine çok da yüklenmemeli. Bir ay sonra bu köşede yeniden Kierkegaard’a dönecek olursak, benliğin umutsuzluğunun yol açabileceği tehlikeleri daha açık görebiliriz; “Ben’in kaybolmasına kadar, körü körüne sonsuzluğa dalan umutsuzluğun yanında kendi ‘ben’inin başkaları tarafından yok edilmesine karşı koyamayan başka bir umutsuzluk vardır. Bu umutsuz, çevresinde kalabalıkları göre göre, birçok insani


7 sorunla ilgilene ilgilene başkalarına benzemeyi, sürüye karışmış bir taklitçi, bir numaracı olmayı çok daha kolay ve güvenilir bir yol olarak görür.” (akt, Andre Le Gall, Anksiyete ve Kaygı, s. 50: 2012, Dost Yay.) Toplumcu bir güdülenmeyle, çözülmesi gereken bir sorun olarak ele alınabilecek çoğunluk albenisinin karşısında, sürüden ayrılma çağrısıyla çıkanların küçük çoğunluklarında beliren yekpare kibrin, eleştirilen biçimin farklı tonundan öteye geçemeyişi pek çok ilerici, toplumcu ve Aydınlanmacı beklentiyi de ötelemekten başka işe yaramıyor. Ancak yine de, bu yönde bir beklentinin yanlışlığı ihtimalini de göz ardı etmemek gerekiyor. Pınar Köksal Üretmen’in “Bakışı Beklerken” adlı pasajı, varoluştan kaynaklı, özü bütüncül olarak kavrayamama ve dolayısıyla benliğe varabilmek adına her yüzeye – bir bakıma bencilce – çalınan benlik denemelerine işaret ediyor: “İnsan kendisini hiçbir zaman tam ve bütün olarak göremez. Belki elimizi, bacağımızı, omzumuzu görebiliriz ama kendi gözlerimizle sırtımıza, yüzümüze bakamayız. Kendi gözümüze, bakışımıza bakamayız. Bu nedenle kendimizi eksik ve parçalı tanırız. Kendimizi bir bütün olarak sadece yansımalarda görürüz. Eksik olmadığımızın onayı yansımamızdır. Aynadan ya da ötekinin gözünden yansıyan görüntümüzdür. Bu nedenle ötekinin bakışında kendimizi ararız. Aşk bakıştır. Aşk bizden çıkan, ötekine yönelen ve onun bakışıyla bize geri dönen – bütün ve var olma – onayımızdır. Aşk bu döngüsel bakış sayesinde bizi bütünler. Marcel Proust, aradığımız (ya da başka bir bakışla beklediğimiz) şeyin bizden çıkıp karşıdaki yüzeye çarpan ve bize geri dönen şey olduğunu dile getirirken belki de bunu söyler.” (Psikeart, sayı 63, Ey Godot! Geldiysen Üç Kez Vur Tahtaya, ss. 56-57)


8

Toplumcu olmak adına maddeyi tanımaktan yola çıkılacaksa, bireyin özüne inmeyi, içsel ve dış hudutlarını mümkün olduğunca isabetli olarak belirleyebilmeyi başarmamız gerekiyor. Eğer kalabalıklar içinde, bilinçli ya da değil, yalan yaşamlar yaşamak istemiyor fakat buna rağmen, kendimizle baş başa kaldığımızda bile kendimize yol almakta güçlük çekiyorsak, tedavi yönteminin bilimsel katman sayısından bağımsız olarak, üretkenliği eğilimleştirerek ve dışavurumlarımızı içsel ve dışsal salınımlar düetiyle derinleştirerek ilerlemek akılcı bir tercih olarak dikkat çekiyor. Sonuçta bu deneme de benzer bir sorunsalı aynı yöntemle aşabilme gayretinden kaynaklanmıyor mu? Azizm Sanat E-Dergi’nin 139. sayısı, yelpazenin zıt tonlarından doğan şiir, öykü, deneme, öyküme ve değerlendirmelerle dolu, hafif ancak yüksüz olmayan bir yaz içeriğiyle yayında. Hafifleyebilmek adına ağırlık kazanma daha genel bir çerçevede, dirimbilimin yasalarına da uyumu gözetmek babında doğru bir tercih izlenimi veriyor. İzlenimin ardına kapılmanın ise sinemadan, mitolojiye, neredeyse insanlık kadar eski olan anlatılar tarihinin biricik dürtüsü olan meraktan tetiklenmediğini iddia etmek biz dâhil kimsenin haddi değildir.

Toplum ütopyasına varmak için temele inmek adına,

Sanatla kalın dostlar.


Azizm’in Notu: Azizm Sanat E-Dergi’nin Ağustos 2019 tarihli 140. sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 3 Ağustos tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.

9


10

Bir Demokrasi ve Katılım Mücadelesi: Yurttaş Gazetecilik İlkay Sevgi Yurttaş Gazetecilik, demokrasi ve ifade, her bireyin sesini duyurması ve organize hedefler için geniş imkânlar sunar. Kenya’da seçim hileleri yurttaş gazetecilik yollarıyla nasıl ortaya çıkarıldı? Avrupa’da yurttaş gazetecilik ile barış gösterileri nasıl kuvvetlendi? Steve Jobs hakkında çıkan bir yanlış haber bir günde nasıl yayıldı? Yurttaş Gazetecilik ile diktatörlerle nasıl mücadele edilebilir? Çinli yurttaşlar uluslararası medyaya karşı nasıl birleşti? Tüm bu soruların cevapları Kafka yayınevinden okurlara sunulan “Yurttaş Gazetecilik: Küresel Perspektifler” kitabında farklı perspektiflerle gündeme geliyor.


Yurttaş gazetecilik, iletişim çağında iletişimin zekâsını ortaya koyan, yeniliğe, çeşitliliğe ve eşitliliğe imkân veren bir gelişim. Sıradan insanların, sıra dışı olaylarla karşılaştığında bir muhabir gibi davranarak, el kameraları, cep telefonları gibi çağdaş iletişim araçları sayesinde olayları kayıt altına alarak sosyal medya, blog ya da geleneksel basın tarafından kurulan internet platformlarında paylaşması; yurttaş gazeteciliğin temel örnekleri olarak sayılıyor. Savaşlarda ya da ambargolarda, çatışmalarda veya ayaklanmalarda empati uyandırmak, farkındalık sağlamak için sivil toplum örgütlerinin de başvurduğu yurttaş gazeteciliğin en yaygın olarak kullanıldığı yerler bloglar, alternatif medya kanalları ve sosyal medya olarak sayılabilir. Yurttaş gazetecilik, geleneksel medyanın aksine objektif ve tarafsız olmak zorunda olmadığı için insani yaklaşıma imkân verir. Olayların halkı nasıl etkilediğini göstermeye, uluslararası kamuoyunu hareketlendirmeye yarar. Yurttaş gazetecilik, gittikçe güçlenen uluslararası şirketlerin, bireyleri yalnızlaştırmasına ve dilsizleştirmesine karşı belki de en sağlam direnç ve en etkili dinamik olmak üzere harekete geçerken, yurttaş gazetecilik ve alternatif medya kanallarının egemen güçlerce de kullanılabildiğini akılda tutmak gerekiyor. Büyük medya kuruluşlarının ve gazetelerin internet yayınlarında okuyucu yorumlarına yer vermeye başlamasıyla çok sesliliğe yeni bir boyut gelmeye başlıyor. Gelişimin önemini görmek için devlet teorisine ve iletişim felsefesine değinmek gerekir. Farabi’ye dayanan devlet modelinde insan zaten toplum içinde yaşar ve devlet organik anlamda kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. Modern devlet teorisinde ise Kant, Hobbes, Rousseau gibi düşünürler, bir toplumsal sözleşme fikrinde birleşmektedir. Birey, haklarından bir bölümünü; temel olarak özgürlüğünü, güvenlik için devlete

11


devreder. Ortada bir sözleşme varsa, karşılıklı haklar ve kurallar

12 da ortaya çıkar. Modern devlet mekanizması, anayasa temelinde

yasama, yürütme, yargı bağımsızlığı ilkesiyle çalışan dev bir mekanizmadır. Demokrasi, çoğunluğun sözünün geçmesi değil, azınlıkların haklarının korunması ve basının kontrol ve denetleme mekanizmasını özgür bir şekilde yürütmesidir. Bizim gibi doğu batı arasındaki toplumlarda devlet fikri, zaman zaman batıya zaman zaman imparatorluk fikrine yaslandığı için bu modelin olmazsa olmazları konusundaki pervasızlık, ciddi sonuçlar doğurur. Kendi toplumsal sözleşmesinin ilkelerini belirlememiş olmak, en önemli ilkeleri çiğnemek ile sonuçlanabilir. Her iki modeli sentezlemek ile her iki modelden o anki çıkarlara uygun olanı seçmek arasında hayati farklar vardır. Örneğin bir başkanlık sistemine geçme fikri, başkanlık sisteminin en önemli yasası olan yargı, yürütme, yasama ayrılığını ve basın özgürlüğünü kurmadan gerçekleşirse, bu başkanlık sistemi olmayacaktır. İşin ilginci imparatorluk sistemi için bile keyfi kalır. Çünkü imparatorluk sisteminde de bu sistemin sürekliliğini sağlayabilecek farklı özellikler bulunur.

Katılımcı demokrasi ise Jurgen Habermas’ın iletişimsel akıl kuramına dayanır. Buna göre tek bir kişinin akıl yürütmesi yerine iletişimle varılan zekâ, çözüm yaratacaktır. Uluslararası politikada bu kuramın etkisiyle uluslararası organizasyonlar ve parlamentolar kurulmuştur. Habermas, aynı zamanda sosyal medyayı öngörmüş gibi, bireylerin fikirlerini paylaşabileceği bir platformdan da söz eder. İletişim ve iletişimsel zekâ kuramlarına değindiğimize göre, kontrol ve denetleme mekanizması olan tarafsız ve özgür basın ile bir katılım alanı sunan alternatif medya ve yurttaş gazetecilik kavramlarını, Yurttaş Gazetecilik kitabının perspektiflerinden tartışabiliriz. 20. Yüzyıl boyunca, profesyonel gazetecilik, dünya çapındaki demokratik toplumların temellerinden biri olarak ortaya çıktı ve uygulamacıları, çalışmalarını ve ürünlerini, modern ulus-devletin köşe taşı olarak yorumladı. “Gazetecilik, demokrasinin diğer adıdır ya da şöyle söylersek, demokrasi olmadan gazetecilik olmaz. Gazetecilik uygulamaları kendi kendini haklı çıkarmaz;


bunun yerine, yüzleştikleri sosyal sonuçlar ile haklı çıkarlar, bu da demokratik sosyal düzenin kurulmasını sağlar” (Carey, 1996). Bu bağlamda, demokrasi bir “kamusallık” biçimi olarak görülmektedir ve gazeteciler, müthiş bir güç ve sorumluluk ile kitle medyasının altın çağında kendi tahayyüllerindeki kamusallığı güçlendirmek ve bir arada tutmak için onu yeniden kurar (Rosen, 1999, s. 69)1

1

Bknz ALLEN, YURTTAŞ GAZETECİLİK, Çoban Barış, Ataman Bora, Kafka yayınevi

13


14

Guardian ve Sunday Observer, Guardian Media Grubunun amiral gemileridir. Şirket, temel amacı sahip olduğu yayınların finansal ve editoryal bağımsızlığını sağlamak olan bir vakfa aittir. Scott Vakfı, karın “ticari ya da siyasi müdahaleden bağımsız olarak gazeteciliği sürdürebilmek” için kullanılması gerektiğini belirtir. Manchester Guardian editörü C.P. Scott, 1921 yılındaki gazetenin 100. yıldönümünde şöyle demiştir; “Yorum özgürdür, fakat gerçekler kutsaldır”. Gazetelerin “fiziksel varlığı kadar etik varlığı da vardır” ve “karşıt görüşler, en az arkadaşlarınkiler kadar değerlidir” (Guardian Media Group, 2007). Bu değerleri dijital çağa uyarlamak amacıyla şimdiki Guardian editörü Alan Rusbridger şöyle yazmıştır: Scott vakfı gazeteciliğinin karakteri, aidiyet, davranış ve inançtan bağısız olmasına dayanır. Gazetecilerimiz, bu bağımsızlığı koruma konusunda sert olmalıdır. Bir patronun yokluğunda, gazetecilerimizin temel ilişkileri meslektaşları, okuyucular, seyirciler ya da dinleyiciler arasındadır. Şeffaflık, işbirliği ve açık tartışma, en önemli öncelikler olmalıdır. (Forgan, n.d., s. 7–8) Kitabın “Yurttaş Gazetecilik ve Demokratik Kültürler” kısmında ülkelerin demokrasi ve katılım özelliklerine yer veriliyor. Çin, Hindistan, Güney Kore, Avrupa ve Amerika’da demokrasinin ne seviyede olduğu, ülkelerin internet kullanıcılığı ve yurttaşların ülke gündemine etkide bulunmasını sağlayan araçlar ve engeller işleniyor. Çin bölümünde asıl konu sansür gibi görünürken, uluslararası geleneksel medyanın Çin hakkında önyargılı ve taraflı haber yaptığı konusunda Çinli yurttaşlar birleşiyor ve uluslararası platformda seslerini duyuruyorlar. Kampanyalar ve yoğun tepkiler sonucunda, Olimpiyatlardaki olayların ardından Çin aleyhinde haber yapan uluslararası medyanın geri adım atmak zorunda kalışı ayrıntılarıyla işleniyor. Hindistan’da ise asıl mesele kimlik arayışı olarak ortaya konuyor. Farklı etnik ve kültürel grupların kendilerini ifade


etmeye ve tanınmaya olan ihtiyacı, internet kullanımı oranının yüksekliği, Hindistan’da aktif bir yurttaş gazetecilik sahası ortaya çıkarıyor. İran’da seslerini duyurmak isteyenler, internetin sağladığı özgür atmosfer ile yurttaş gazeteciliğine yönelir. İran’da ifade arayışının tarihi çalkantılıdır. İranlıları, devrim için harekete geçiren nedenler içinde, meseleleri ifade etmek ve organize olmak için gereken siyasi özgürlüğünün olmayışının, ana etkenlerden biri olduğunu düşünürsek, internet haberciliğinin ülke için önemini anlayabiliriz. Kenya’da 2007 seçimi ile başlayan olaylar yurttaş gazeteciliğin ne boyutta etkili olabileceğine iyi bir örnek oluşturur. Başkan Mwai Kibaki ve Ulusal Birlik Partisi (PNU), Raila Odinga ve Orange Demokratik Hareketine (ODM) karşı seçime girdiğinde, Odinga, anketlerin işaret ettiği yeni başkan olarak öne çıkmıştı. Seçim sonuçları, PNU’nun parlementoda önemli kayıplar verdiğine dikkat çekiyordu. Kenya’da 27 Aralık 2007 seçim sonuçlarının ilan edilmesinin gecikmesiyle birlikte seçim hileleri yapıldığı endişeleri arttı. Seçimlerden üç gün sonra, Kenya Seçim Komisyonu (ECK) seçimin galibini, 230.000 gibi az bir oy farkıyla Kibaki olarak açıkladı. Kibaki kısa sürede başkan olarak onaylandı, bu esnada ECK üyeleri oylama sırasındaki usulsüzlüklere ilişkin bir basın toplantısı düzenledi. Yeni hükümet protestoların televizyonda gösterilmesini yasakladı ve gösterileri durdurmak için askerleri görevlendirdi. Odinga 31 Aralık’ta alternatif bir gösteri düzenlemeye kalkıştı fakat gösteri yasaklandı ve Uhuru Park girişlere kapatıldı. İşte bundan sonra sosyal medya ve yurttaş gazeteciler, etkinlikler, kampanyalar ve sürekli bir iletişim ile gerçekleri su yüzüne çıkaracak ve nihayetinde Kibaki’nin özel jeti ile ülkeden kaçmasıyla sonlanacak süreci başlatacaklardı. Bir blogcu, blogunda şöyle yazıyordu:

15


16

“Dikkatimi çeken bir şey de kimsenin herhangi bir siyasi partiyi temsil etmediği ve diyalogların genelde apolitik olduğuydu. Bölünmek yerine, sivil görevlerimizi gerçekleştirmek için birleşerek, vatanseverlik ve yurttaşlık sorumluluğumuzu yerine getiriyorduk. Hepimiz oy verme sürecinde görev almak istiyorduk ve buna değeceğini düşünüyorduk.” (Were, 2007a) “Tüm canlı yayınlar hükümet tarafından şüpheyle karşılanıyor. Bu talimat ODM, basın konferansını duyurduğunda verildi. Artık burası resmi olarak bir polis devletidir.” Kenya seçimleri daha fazla Kenyalının blogculuğa başlamasına neden oldu mu? Krizden sonra da blogculuğa devam edecekler mi? Yeni kitlelere yurttaş gazeteciliğini tanıtmak, kriz-sonrası çalışmalarında daha mı etkili olur? Kenya’daki örnek, totaliter sistemler için izlenebilir bir örnek midir? Bu gibi soruları tartışarak Kenya’nın demokrasi mücadelesini daha iyi anlamak mümkündür. Yurttaş gazetecilerin hukuksal hakları ise gelişim içinde olan bir konudur. İnternetin baş döndürücü özgürlük alanı, yavaş yavaş kısıtlanma yoluna girse de, blogların ve alternatif medya kanallarının küresel kayıtları, onları ulusal sınırlardan kurtarmaktadır. Yurttaş gazeteciler, sosyal anlamda gazetecilerin haklarını talep etmektedir. Kafka Yayınevi’nin, iletişim ve medya profesörleri Prof. Barış Çoban ve Prof. Bora Ataman editörlüğünde yayına sunduğu Alternatif Medya ve Sosyal Hareketler serisinin son kitabı olan Yurttaş Gazetecilik, İlkay Sevgi Temizalp çevirisiyle Kitap365 kanalından ve diğer kitap sağlayıcılardan ve kitapevlerinden alınabilir.


17

Referanslar* • Carey, J. (1996) “Where journalism education went wrong.” 1996 Seigenthaler Conference, Middle Tennessee State University. • Dai, J., & Reese, S.D. (2007) Practicing public deliberation: the role of celebrity blogs and citizenbased blogs in China. Çalışma, Harmonious Society, Civil Society and the Media Konferansında sunuldu. Beijing. • Rosen, J. (1999) What are journalists for? New Haven, CT: Yale University Press. • Forgan, Liz (n.d.) “Foreword” (s. 7–8). In A Hundred Years (CP Scott, original eser 1921 yılında yayınlandı). • Were, D. (2007b) “Citizen media—Kenyan Election 2007.” Mental Acrobatics, 30 Aralık.

* Yurttaş Gazetecilik Kaynakça bölümünden yazıda kullanılan referanslar


18

Kendine Kurulu Yansıma Ziza Rumas

Dün gece bir bebek gördüm, insan cismine bürünmüş bir insan değildi; melek de değildi aslında. İnsanlığın sonu olmayan ulaşılamazlığının bir imgesi olabilirdi ancak. Güzelin, estetiğin, sanatın veyahut da bilimin aklınca sözle tanımlanabilirliğinden asla nasip bulamayacağı, insan gözünde hiçbir zaman somutlaşamayacak bir her şey ötesi bir şey olabilirdi belki. Yerküresel diller kombinasyonundaki sonsuz sözcüklerin tarif edemeyeceği bir varlığı şu diller fukarası zihnimle nasıl anlatabilirim ki size. Teşbih sanatının acziyetine tebessümünü gönderen o güzelim varlık, göğün üstünü kaplayacak büyüklük ve yükseklikte bir yatağın üzerinde uzanıyordu. Serseminde oturur vaziyetteyken ayağa kalkmak suretiyle edindiğim varırlık mesafesindeki boyumla, uzanıp ona baktım. Beni gördüğünde gösterdiği gülücüğünün gölgesinden, benden bir parça olduğunu anladım. Gözlerimin içine bakıp hiç duymadığım ve duyamayacağım bir ses musikisiyle: “Baba” dedi. Dokunursam güzelliğine zeval gelir endişesi ve onu


görebiliyor olmanın sonsuz sevinciyle: “Annen nerde?” diye sordum. “Annem ana karada. Seni bekliyor.” dedi. Gözlerimi açtım, yatakta kıvrılmış bedenimde gribal yan etkiye sebep virüslerin vücuda tahakkümünden kaynaklı ateşimi ve nefes alamayışımı hissettim. Onu bana gösteren virüslerime şükranlarımı sunup, uyumadan önce aldığım antibiyotiğin onlara vereceği zarar ihtimalinden dolayı kendilerinden özür dileyerek kendime sarıldım onlara sarılırcasına. Minnacık Mesih’in konuşabilirliğine kulak tıkayıp mesajına değil de edindiği edime ve babasından bihaber olmalarına kafayı kırıp inanmayanlar beride dursun; inandıma erdiği ve mesajını aldığı zannındakilerin onu kendilerinden görmeyip tanrısallaştırdıkları gönül-zihin tutulmasına karşın o ise gökteki sessizliğine bürünmüştü o minnacık haliyle. Önceleri kendimizden, bir parçamızdan bilip sonra kutsallaştırarak uzaklaştığımızı bilmediğimiz her ne neyimiz var ise, göğün sandukasına kapanıp sessizliğe büründüler. Bebeklerin, boykot orucuyla susarak ve de sadece izlediği bir dünyada, bir bütün evreni konuşabilirliğiyle karıştırabilme yeteneğindeki büyüklerin varlığını kabullenmeleri ve onlara bağımlı görünmelerinin nedeni, aciz bir halde ve küçücük bir bedenle öylece yerde yatıyor olmalarından kaynaklı değildi ve de değil. Bilakis, dil öncesi zamanımızdan ve de konuşabilirlik hastalığına yakalanmamızdan önceki canlı doğamızın masumiyet halinden kısa bir kesit. Bebeğini kendi dilinde en kısa sürede konuşturabildiğinde başarılı addedilen ebeveynlerin, masumiyet maddesinin direnç ve bağışıklığını en kısa sürede bozan başarışız bulaşıcılar olduklarını bilmediği bir dünyadasınız. Hoş geldiniz kendine kurulu ayarladığınız ben her şeyim yansımanıza. *** Görsel: Madonna della seggiola (1514) – Raffaello Sanzio

19


20

Bizim Sokakta Mehmet Rayman


21

gözümün içine bakıyor elimin ayasını dolduran gölge aynı çıkında gezindik dağı taşı saman sıcağı terine sığındım öyle paylaştım sabah güneşini bu yokuşun sonu benim iğnem ipliğim şu gördüğün boş makara terziden yemeniciye kadar hepsi bizim sokakta *** Görsel: Festa (1947) – Kay Sage


22

Yol Nilgün Zülfü Işık

Elimde şu an sana yazmak için kullanacağım, anlayacağın türde belirli, somut bir şey yok, Neyi kullanabilirim? Kullanacaklarım, algıladıklarımla sınırlı kalacak; Hazine avında hazineleri tanımadan yol almak ne iş? Belki onlara gereken değeri veremeyeceğin için görmeden geçmen, onlar için en iyisi! Biz de görmedin diye üzülüyoruz! Bari hazinelerin üstüne beton dökmeden gitsen! Sonra onları bulmamız kolay olurdu,


Bize yeni işler çıkardın şimdi, yeni araştırma alanları! Zamanımız bol ya! Oyalanmış olacağız! Böylece senin zamanın artacak! Sonsuzluğa adım atmış olacaksın! Çünkü, Sana, kendi ölümünü ve etrafındakilerin ölümünü hazırladığını fark ettirmemiz senin ölümün. Ölümü bu kadar sevdiğini bilmiyordum; ‘beka’ ısrarın bunu söylüyor. Aslında bu, kendini değiştirme yeteneğinin çok gelişmiş olmasını çağrıştırıyor olabilir mi?! İçindeki o gelişmişlik, seni korkutuyor ki, onu o kadar bastırmaya çalışıyorsun! Dilerim kendinden korkmazsın artık, biz de nefes alırız! Özümüze döneriz. Böylece ‘öze dönme’ aşkı vücuda gelir. Artık kendini gör, lütfen! Korkma! Kendinden korktuğun için bizim de seni kabul etmeyeceğinizi zannediyorsun! Kendini kabul et! Sana sahip çıkacağız, İşte o zaman ölmeyeceksin! Arayıp bulmak, bir şeyleri değiştirecek! *** Görsel: Geri Dönmedi (1974) – David Inshaw

23


24 Mösyö Pretendoviç Ahmet Ayberk Aykul

“Bak, bu gülüş çok önemli”, dedi Kubilay Bey; Sadık Bey’e. Kocaman on üç perdelik “Mösyö Pretendoviç” oyunu Sadık Bey’in direktör Kubilay Aydın’ın değişiyle; yapmacık ama profesyonel gülüşü ile son bulacaktı. O gülüş bütün seyirciyi tetikleyip salonu alkışa boğmalıydı. Nitekim öyle oldu da. Sadık Erdem bu gülüş için altı ay boyunca çalıştı. Hataya yer yoktu. Oyunun ilk defa sahneleneceği gün heyecanlıydı. İlk perde oynanırken de heyecanlıydı ama üçüncü perde sırasında olması gerek, o fark etmeden geçmişti heyecanı. Ve nihayet son sahne geldiğinde bütün seyirci Mösyö Pretendoviç’in gülüşünü; o yapmacık, pis gülüşü ayakta hayranlıkla alkışladı. Sadık Erdem’in göğsü kabardı ve heyecanlandı son kez. On üç perde boyunca seyirciyi canlı tutmak zordu. Oyun bitti. Herkes


gibi Sadık Bey de eve geçmek üzere ayrıldı salondan. Bir taksi tuttu. Taksici konuşkan bir adamdı. Yol boyunca konuştu. Sadık Erdem’in evine yaklaşınca da komik bir anım diye bahsettiği tişörtünü sabah ters giyme hikâyesini anlattı. Sadık Erdem tam yirmi dakika önce oynadığı sahte gülüşü tekrarladı fakat bu sefer kimse alkışlamadı. *** Görsel: Terminatör 2: Kıyamet Günü (1991) – James Cameron (Yön.)

25


26

Yaşam Döngüsü 6: Varoluşçuluk İsmet Şengül

Bölüm 1

“Hiçbir canlı kendi varlığına delil olamaz “

“Geçmişlerini büyük bir usla yaşayamayanlar, geleceklerini asla şekillendiremezler. Geleceğin anahtarı geçmişin zulasında saklıdır. O zulayı patlatabilirsen geleceğin derelerinde berrak bir su gibi akıp gidersin.”


“Çok şeyleri görmek istiyorsan, tüm dikkatleri kendinden uzaklaştırman gerekir.” “Dikkatleri kendinden uzaklaştırmasını bilenler açık bir ufka, berrak bir zekâya sahip olurlar.” “Kendine aşık olmamalı insan. O aşkın merkezine; insanlık, hoşgörü ve sevgiyi koymalı.” “Sevgi ve hoşgörüyü insanlığın merkezine koyamayan, tüm dikkatini kendinden uzaklaştıramayandır.” Hayat! “Bir oyuğa sığınmak, bir ağacın altında gölgelenmek, belirsiz bir yolda, tüm rastlantılarıyla kalabalık bir yalnızlıkta bir başına yapayalnız yürümektir hayat.” “Geceye inat gündüzü, gündüze inat geceyi, doludizgin yaşamaktır hayat.” “Ateşe inat suyu, suya inat ateşi terk etmemektir hayat.” “Doğuma inat ölümü, ölüme inat yaşamı dengede tutmaktır hayat.” “Dalgalara inat denizi, denize inat dalgaları sevmek gibidir hayat.” “Aslında güzellikle çirkinlik gibidir hayat, asıl olan hangisini benimseyip seçeceğinizdir .” Bizler için başlangıcın iki ana öğesi vardır, çirkinlik mi güzellik mi, mazlum olmak mı yoksa zalim olmak mı, iyilik mi, kötülük mü, insanlık mı, hayvanlık mı vs. vs. İki şeye odaklanmalı ve ikisinden birini seçmeli insan, var etmeyi ya da yok etmeyi. Var edilmeyi ya da yok edilmeyi.

27


28

Bölüm 2 Zirve! Öylesine yükselmeli ki, kendi yıldızlarını bile geçebilmeli insan. Hayatın doruğunda en uç noktasına tırmanarak, yaşamın tüm yükseltilerini ve engebelerini geçerek, en üst noktaya ulaşmak… İşte zirve budur! Kendini zirveye taşımasını bilenler insanlığın sunağında bir kesimlik olmak yerine kendilerini çokluğun getirdiği güzelliğe katar eylerler. Bizler ki hayatın derinliğine inersek gerçeği, yükseğine çıkarsak güzelliğini görürüz. Eğer ki var olmuşların varoluşu bir tasarının ürünüyse, o vakit yazgı, kader, şans ve talih yaratılmışlığın mantığına uyum içerisinde olabilir. Böylesine akıl almaz bir tasarı gerçekten var mıdır yok mudur? Ve lakin bir alaşım vardır ve o alaşımın çözünürlüğü. O çözünürlüğün organizmaları, organizmaların atomları. Atomlar ekosistemin işleyişiyle vücuda gelen canlıyı sisteme yükleyerek, devinimini belirli bir mekanizmaya dönüştürmüştür. İşte bu mekanizma vücuda gelecek olan canlıya tetik düşürmüştür. Bu şekildeki tabiat anadaki mevcut bütün canlılar bugünkü şeklini ve işlevsel yapısını almışlardır. İnsanları yaratılmışlık destanının bir tasarımı olarak kabul ettiğimizi var sayarsak, peki ya sekiz milyon yedi yüz bin tür canlıyı bu tasarının neresine koymalı? Kâinatı bir kahve fincanı, dünyayı da içindeki kahve olarak düşünelim. Haydi, buyurun hep birlikte bu kahvenin falına bakalım… Olası hiçbir şey kaderi ve yazgıyı meşrulaştıramaz. Tabiat anadaki kusursuz denge işlevini rastlantılara göre uyarlamıştır. Çok çeşitlilik, çok yönlülükle akıp giden bir yaşam süreci ancak rastlantılarla devamlılığını sağlar. Hayatlarımız kuru bir dere gibidir, tabiat ana o derede neyi tarafımıza akıtırsa onunla sürekliliğimizi devam ettiririz. Herkese bir yön düşmüştür,


o yönden esen rüzgârlardır ki mesafemizi ve sürekliliğimizi 29 devam ettiren. Bölüm 3 Toprak gibi alçak gönüllü ol, su gibi aziz, hava gibi özel, ateş gibi ısıtan, güneş gibi ışıtan, deniz kadar engin ol; sevgiyle yaşatan.

Engin ol ki, yükseğine çıkabileceğin göklerin olsun.

Isıt ama yakma, ışıt ama kör bakma.

Aziz ol ki, su gibi akıp gidesin.

Alçak gönüllü ol ki, üzerinde barınılacak yurtların olsun.

Kutsal olan bu sözlere sarıl, sarıl da büyü.

Çalmamalısın, öldürmemelisin, bu sözlerin karşısında el pençe divan durulur boyun bükülürdü, soluklar tutulur saygı hürmet gösterilirdi bir zamanlar. Şimdilerde ise sıradanlaşıp ele ayağa düştü, öldürmek mubah, çalmak ise helal oldu. Gerçekler öylesine katledildi ki, sadece yalanlar üstüne kurulan yeni bir çağ anlayışı zihniyetiyle karşı karşıya kalmış durumdayız. İnanmak nedir? Neye göre inanmak? İnancın boyutu, inancın işlevselliği nedir? Varoluşçuluğun kare ve köküdür inanmak. İnancın kızgın toprağında çıplak ayakla yol alınmakta. Yandıkça kuraklığa düşer oldu insanlığın dereleri. İnsanlık kurak ve kısır bir döngüyle yalanlara ve yanlışlara sarılmakta! Geçmişin kör ateşiyle geleceği yakarsan, asla ve asla kendi sınırlarını aşıp geleceğin berrak ufkuna yol alamazsın. Kendine hedefler koyamaz uçurumları geçemezsin. Kendindeki çözümleme sanatını geliştirebilenler bilgeliğe ilk adımlarını atmış olurlar. Bilgelik berrak bir su gibidir cehaletin kurak derelerine akan.


30

Bölüm 4 Velhasıl en güçlü ve en kutsal terimler arasında hırsızlık ve öldürmek kelimeleri yerini almadı mı? Aldı, peki gerçeklerle birlikte tüm güzelliklerde katledilmiş olmadı mı? Yıkıp yerle yeksan ediniz geleceği kuşatmakta olan acıya gebe zorbalığı. Gelin birlik olalım. Sığ sularda yüzen bütün kötü arzuları boğmak adına, gelin dirlik olalım. Onun içindir ki sevgili dostlarım. Yeni bilginler, yeni alim ulema takımı gereklidir. Yeni bir yön tayin edici, yeni bir süreç belirleyici gereklidir. Ve varoluşun destanı yeni baştan yazılmalıdır. Çünkü bakmasını bildiğimizde, gördüğümüz her şeyin çözümlemesini yapabiliriz. Öylesine bir nesil gelip yetiştirilmeli ki, geçmişin gerçek tanıkları, geleceğin yön belirleyicileri olabilsinler. Paranın büyük bir rol kestiği, bezirgân saltanatının yol kestiği bu zamanda bilgelik, mezatta düşecek kadar ucuz ve çaresiz bırakıldı.

Çünkü satın alınabilen her şey değersizdir.

Şeref, haysiyet, karakter, onur yürüdüğünüz yolda kendisi size gelmeli. İrade akla, adımlar mesafelere hükmetmeli. Bu erdeminiz olmalı. Fil gibi egolarıyla insanlığı harcayan idareciler, yöneticiler her neyi hedef gösterdilerse, kaz kafalı, putperest mantıklı olanlar ölümü çağrıştıran nidalarıyla hep en önde yürümüşlerdir.

İnsanlığa hizmet yolunda mantık yol gösterici olmalı.

Bulunduğunuz yerlerden ayrılınız, yürüyerek çocuklarınızın dünyasına katılınız. Bu dünya mantığı sizlerin yeni amacı ve hedefi olmalı. Yeni baştan keşfedin yaratılmışlığı, yeni bir anlayış ve yeni bir dünya kurun. Bu sizlerin en büyük amacı olmalı.


Yaşamak, bir çınar gibi zamanın, amansız kırbacına inat yaşamak! Ekini biçip harmana dökerek, sapı samana, başağı buğdaya döndürmek gibidir yaşamak. Kupkuru bir kütüğe can olmak, yanıp da ısınamamak gibidir yaşamak. Zamana hükmedemeyenler ömürlerinin hesabını nasıl yapabilirler ki? Demiri döven, dövülen demirin gücünün karşısında nasıl olsun ki? Geçmişin kör derelerinde çıkamayanlar, kendi geleceğinin hesabını nasıl yapabilsin ki? Geleceğinin hesabını yapamayanların hoşnut olmadıkları değer yargıları vardır. İşte o değer yargılarını vurup parçalayınız, zamanın kumlarına katıp belirsiz rüzgârlara savurunuz.

İyi olan her zaman iyidir, kötü olanda kötü.

Temiz olan her zaman temizdir, pislik olan her ne kadar arındım dese de insanlığın suyunda gene de pisliktir. Kötülük her zaman ben suyum der yıkayıp temizleyen. Ve lakin su geldiği gözeyi bilir, ama pisliğin bir merkezi yok mesnetsiz dayanaksızdır. Sadece kendini över ve sadece kendisine aşıktır. Ahiret için dünyadan vaz geçmeyi öğretirler hep. Dünyadan vaz geçmeyi öğretenler dünya malına dört elle sımsıkı sarılanlardır. Kendi akıl ve mantık kavramını kendinde sonlandırıp ya da devam ettirmeli her insan. Bu ahval kendisi ne bir menzil, menziline de bir sınır koymak olurdu. Lakin böylesi yaşamak çok da gerçek amaca ne hizmet olurdu, ne de yarar sağlardı. Oysa ki tabiat ana var ettiğine asla sınırlama getirmez. Vücuda gelmek büyük bir gizemdir, işte biz o gize aşığız. Herkesin az ya da çok ana karnında devinim halindeki şekillenmemizi bildiğini biliyoruz. Asıl olan bunu bilmek değil, işte o oluşumun ilk ana temelinin nasıl, niçin ve ne şekilde atıldığıdır. Varoluşumuzdaki zaman ve mekan kavramını algılayıp bir sonuca varabilmek ya da kör bakmak, biz insanların dahilindedir. İyi bilinmeli ki ne zamana hükmedilebilir ne de menziline bir sınırlama koyulabilir.

31


32

Kendini ilim, irfan ve bilgelik zırhıyla kuşatanlar, egolarını terk ederek amaçsız tutkularını unuturlar. Öz budur, aşk olsun o özü insanlığın ırmağında sulayıp gerçeğin toprağında fidana dönüştürene. Bölüm 5 Dürüstlük! Aşırı dürüstlük insanı yorar, belleği bunaltır, vicdanı yıpratır, onura yük olur. Toplumun nezdinde dürüstlüğün yeri, koca bir çınarda, bir serçenin yeri ve yürek atımlığı kadardır. İkiyüzlülük ve ihanet ise çınarı kuşatan bütün yapraklardır. Dürüstlüğün aksi seyrine uğraş verenler akıl fukaraları, vicdansızlık yorgunu sapkınlar, ölümü reva gören bağnazlar, karakter yoksunu ruh hastalarıdır. Körü körüne inanıp bağlanmayı bir amaç, uşaklığı ise kendilerine bir lütufmuş gibi görüp alırlar. Bundandır ki beyinleri boş, vicdanları mezbaha, yürekleri cehennem çukuru, vicdanları lağım kuyusu gibidir. Kâinat güzelliklerle, gizlerle doludur, o güzellikleri tanımlayıp algılamak, o gize vakıf olabilmek, tarafımıza düşen bir keyif alma mekanizmasıdır. İradesi zayıf olanların rotası da şaşar, doğru yolu asla bulamazlar bu bir tarzdır onlar için. Yanlışların kölesi olmuşlardır. “Neden rotası olmayan bu gemiye bindik, neden bu belirsiz yolculuğa çıktık?” diye asla sorgulamazlar. Kontrolleri başkalarının ellerindedir, başkalarının güdümünde hareket ederler. Bu bir uşaklıktır, bu bir şuursuzluk, bu bir köleliktir. Kararlılığı olmayan zayıf iradeli insanların direnmek, direnmenin gösterdiği mücadeleye girmek, benimsedikleri bir olgu olmamasıyla birlikte bu onların tarzı da değildir. Sürekli kolaycılığı seçer sunulanı alır emeğe saygı duymazlar. Yeni bir yola girme aşamasına bile getirseler kendilerini, neden bunu


yapıyorsun senin haddine mi yürüyemeyeceğin yola girmek, aşamayacağın dağa tırmanmak. İşte onların tarzı budur. İradesiz insan yoktur, iradesi baskın olan iradesizliği kendine zül görür. Ve kendindeki var olanı güçlendirip özgür iradeyle zamanda yolculuğa çıkar. İçtenlikle, benimseyerek istemek, yaratmaktır. Yaratıcılık akılın ve mantığın çıktısıdır, çocuğudur. Ova istediniz; işte ova! Dağlar, denizler, çöller istediniz; hepsinden bir yol geçer, önemli olan o yolun mesafesini, menzilini ve varacağı boyutu kestirebilmektir. Sürekli bir beklentinin içerisindesiniz. Hala dizginlenemez bir hırs ve doymak bilmez egolarınızın esirisiniz. Peki ya nedir sizlerdeki bu dünya bezginliği. Unutulmamalı ki yaşantısına mesafe koyanlar dünya halinden bezgin olanlardır. Ömrünü satılmışlık ve uşaklıkla sürdürenler, yaşamın kıyısında bocalarken, engin denizlere nasıl yelken açabilsinler ki. Hayatın riskini almadan kendini emin ve güvenli kılamazsın. Her ne kadar bezgin ve usanmış olduğunuzu görsem de, hala sizi kendi toprak ve dünya yorgunluğunuza aşık görüyorum. Her ne kadar karamış görseniz de ufkunuzu, nedendir bu köhnemişliğin sizlere vadettiği uşaklık ve de uşaklığa duyduğunuz bu vazgeçilmezlik? Yaşadığımız gezegen, tüm canlılar ve bütün güzelliklerle bezetilmiş evren gerçek bir sevgiyi, içtenlikle olan bir hoş görüyü hak etmiyor mu? Dünyayı kendilerinden bezdirenler, insanlığa gün yüzü göstermeyen yaşama yorgunlarıdır. Sizler ki dermana, şifaya düşmansınız, siz gibilerin derdine derman, yarasına merhem olunmaz. Sizler ki dünyayı hak etmeyecek kadar bencil ve

33


34 kötülüğün çamuruna belenmişsiniz, bu güzellikler sizlere çok fazla, sizlerse zehirli birer engereklersiniz. Toprağın altında olmanız, toprağın üstünde olmanızdan daha evladır.

Zaten fazlasıyla politik varlıklar olan biz insanların hayatlarını, politik oluşumlar ve siyasi gelişmeler fazlasıyla meşgul edip zorlaştırmaktadır. Bizler yine de cesur ve bir o kadarda iyi huylu insanları severiz. Cesur ve hoşgörülü olması da yetmez bana göre, sabredip beklemesini de bilmeli. Sesiz olmak da bir erdemdir, cesarettir. Sessizce aktığın gibi gerekirse coşkun akmasını da bilmeli insan sessizlik ve sükûneti zayıflık olarak görenlere karşın. Bu davranışla düşmanlarınıza karşı kendinizi saklamış olursunuz. Asla kendinizden sır vermeyiniz, belirgin olmasın içinizdeki esen fırtına. Çünkü çok düşmanla karşılaşacaksınız, çok hain, çok şarlatanla, sürekli olumsuzluklarla çekiştirilip ve sürekli irdeleneceksiniz. Sahtekâr sokak takımından uzak durarak sakının kendinizi. Onlar ki sürekli olumsuz şeyler konuşur doğruları bile saptırırlar. Onlar ki çıkardıkları yangına su taşır gibi görünür lakin sürekli ateşi körüklerler. O kadar çok ikiyüzlülük ve haksızlıkla karşılaşırsınız ki, sinirlenip öfkelenebilirsiniz. Onlara karşın kullanacağınız en uygun üslup bile size bir silah olarak geri döndürülür. Sizlere karşın kullandıkları en ağır sözleri bile meşru kılıp sizleri dara çekerler. Ayyuka çıkarılır olunmuş her şey çünkü onlarda iyi bilirler ki bu toplum en kolay yalan ve yanlış anlatımlara inanır. Dik dur, cesur ol dik duruşa fırtına, cesarete ordu bile kar etmez. Bezirgân saltanatına boyun eğmek küçük kırıntılardan küçük paylar elde etmek içindir. Küçük kırıntıların uşaklığını yapanlar dürüstlük ve yiğitliğe neşter vuranlardır. Karaktersizliği karakteri olmuşsa bir insanın; gökten İsa’yı indirip, Tur Dağı’ndan Musa’yı getirsen gene kar etmez, gene vazgeçmez tuttuğu yanlış yoldan. Zavallılıkları bile bu kadar zarar ve ziyan ise insanlığa, varlıklı hallerinin hesabını hiç mi hiç yapmak bile istemiyorum.


Bölüm 6 İnsanlığın öz geçmişi büyük bir deneyim ve uzun bir arayıştır. Nerede, ne zaman, nasıl ve niçin başladı? Tarihsel boyutu yaşamın kaçıncı evresinde insani vücuda dönüştü. Adem ve Havva nedir? Adem toprak ve su, Havva ateş ve oksijen bileşenleridirler. Atomlar ise bu bileşenleri vücuda getirip bedendeki ruh görevini üstlenendir. İşte Adem oğlunun hikayesi bu elementlerin ve dört ana kökün bileşenlerinin bir araya gelmesiyle tam da bu noktada başlamıştır. Ve tabiat ana ilk kurguyu böylece hayata geçirmiş oldu. İnsanoğlunun ilk evren yolculuğu diğer mevcut canlılardan çok daha sonra mucizevi bir şekilde başlamış olup konuşan, düşünen, algılayıp analiz eden, hayvanların aksine bütün üstün özellikleri taşıyan üstün bir varlık olarak hayat yolculuğuna ilk adımını atarak bu günümüze kadar sürdüre gelmiştir varlığını. Bana göre insanoğlu doğadaki varoluşçuluğun ölçütüdür. Yok etmek içgüdüsünü ve kazanma arzularını sürekli ön plana çıkaran, kendimizi kontrol etmekten zorlanan varlıklarız. Ayrıca yok etme içgüdüsünü tetikleyen sürekli kazanmak arzusudur. Kazanımlarını daha da arttırabilmek için her alana saldırarak hareket edilmesi, birçok dengeleri bozarak ekosisteme olumsuz yönde etki edilmesine ve döngüye derinden yara alınmasına sebep olmuştur. Bu durumda insanların mutlak ihtiyaçları yön belirleyici olmuştur. İyi, kötü, güzel, çirkin, eğri, düz, yanlış ve doğrular. Eğer kendisine çıplak gezmeyi öngörmüş olduğu bir unsur olmuş olsaydı, oluşan toplumlardaki arlanma ve utanma duygusu da olamazdı. Vücuda gelen organlarının bir şeylerle kapatılması gerektiği fikrine varan insan kendi sınırlı imkânlarıyla da olsa bu gereksinimlerini sağlayabilmişlerdir. Ne yazık ki şimdilerde utanma ve arlanma gibi duygular unutulmuş bir o kadarda önemsenmez bir hal almıştır. Artan ihtiyaçlar ve

35


36

sınırsız istekler, bu doğrultuda doğadaki bütün var olan onlarca materyalin kullanımını kendi arzu ve isteklerine sunmuştur. Kendi yaşantısına aşırı önem verip lüks hayata yönelen insanlık doyumsuzluğun had safhasına geldiğinde tabiat ananın sunmuş olduğu bütün zenginlikleri fazlasıyla kullanmaya başlayarak doymak bilmez hırslarının ve egolarının esiri olurcasına dünyanın çanına ot tıkamaya başlamışlardır. Doymak bilmez iştahları, dünyanın sınırlara, hudutlara bölünmesine, savaşların dizginlenemez bir hal almasına, öldürmenin olmazsa, olamazı olmasına büyük etken olmuştur. Ve koyulan sınırlar yasakları, yasaklarsa iç ve dış çatışmaları getirmiştir. Ve inançsal boyut ihtiyaç gerekliliğini hissettirmeye başlamıştır. İnsanların başıboşluğunu fark eden bazı kurnazlar takımı, bir şeylere olsun inanılması gerektiğini ve bu gerekliliğin ağırlığını daha iyi hissettirebilmesi için belli kurallara dayandırılmasını ve tapınılacak bir şeylerin ortaya sunulmasını gerekli kılmıştır. İnsanların beyinlerinin kendi düzmeceleri olan ana fikirlerini iyice aşılamaları sonucunda kendi elleriyle yaptıkları putlara tapınılmayı vaz geçilmez bir ihtiyaç olarak görmelerine vesile olmuştur. Eğer ki bir tasarının ürünü olarak var edildiysek, yaratanı anlamak ve varlığını tanımlayabilmek için niye bu kadar güçlük ve zorluklarla mücadele etmek zorunda bırakıldık. Varlığının gerçekliğini kanıtlamak için böylesi bir kaoslar zincirine ve yüzyıllardır o zincire hep halkalar takılmasına neden gerek duyulmuştur? Birlikte yaşanılabilmesi için neden belli başlı bazı inançların dayatılmasına gerek görülmüştür insan yaşamında? Bu dayatılma çeşitli dinlerin ortaya çıkmasına ana etken olmuştur. Ve dinlerin ortaya çıkması gerek ilim irfan sahiplerini, gerekse şarlatan, soytarı, ulema takımını ortaya çıkarmıştır. Kaosların kuşattığı insan yaşamının dizginlenemez bir yıkıma uğraması sonucunda bu yıkımı ve düzeni sağlamak için peygamber sıfatı altında ilerici ve adaletli biri ve birileri hep insanlara


hükmederek yol gösterici de olmuşlardır! Bu yol göstericiliğin ilk kuralı tek tanrılık olmuştur. Tek tanrı vardır ama görünmeyen elle tutulamayan, dedik ya biz insanlar gize aşığız bunu fark eden akıl sahipleri bu gizi sunmuşlardır, gözle görünen putlara tapınmaktansa görünmeyen gizemi çözülemeyene inanmak daha cazip daha kolay daha mucizevi gelmiştir. Kâinatı bir haftada yaratan, yarattıklarının kendisine inanmasını sağlamak için neden bu kadar zorlu bir süreci seçti acaba. Bu zorlu süreç belli bir noktaya gelene kadar milyarlarca insanın kanına canına mal olmuştur. Acı çektirilmesi yaratılmışlığa ne gibi bir ahenk, bir güzellik katmış olabiliri ki? Kan deryasında ahu figan içinde feryat edilmesi yaratanın dermana çağrılması çok mu gurur okşayıcı ve bir haz alma sanatına dönüştürülmüştür acaba..? İzmir 1 Temmuz 2019 *** Görsel: Hz. İsa’nın Gömü Hazırlığı (1507) – Raffaello Sanzio

37


38

Hırs Özgür Karakaya “Hırs gelir, göz kararır; hırs gider, yüz kızarır” Voltaire

Hırs, Arapça eski bir kelimedir. Kapitalizmin de yücelttiği bir duygudur. Sözlüğümüz de Hırsı: 1- Sonu gelmeyen istek, aşırı tutku 2- Öfke, kızgınlık olarak tanımlamıştır. Başarıyı tekellerine alan, amaca ulaşmak için her şeyin mubah olduğunu başkalarının haklarına dahi göz koymayı meşrulaştırır. İnsanı bencilliğe sürükleyerek, yaşamını kısıtlamaktadır... Yaratıcı düşünmeyi engellemektedir. Kinden beslenerek yıpratıcıdır. İnsanı insanlıktan çıkarmaktadır. Hırs geldiğinde insanı ucuzlatmaktadır ve gözünü de karartır.


Kıyaslama olduğunda hırs gelmektedir. Sabit fikirliliği, kazanmak için şerefini kaybetmekten çekinmemeyi getirir. Kaybetme korkusunu artıran, kontrolsüz güçtür. Adeta insanın prangası gibidir ve hüsran sebebidir. Haksızlık yapmayı getirir. Gerçekleri göstermemektedir. Empati yapılmamaktadır. Elde etmeye çalışılan için başkalarına zarar vermeye uzanır. Maratonda başla dendiğinde deli gibi koşmaya başlamadır. Kilometreler sonra dili dışarıda yerde yatandır. Aklı perdelemektedir. Hırsın başladığı yerde saf duygulara yer verilmemektedir. Takdir etmemeyi, beğenmemeyi getirir. Mantığın kaybedilmesine neden olmaktadır. Hırs aklı yozlaştırır ve gaflete sürüklemektedir. Hırsı ve egoyu besleyen davranışlardan uzaklaşılmalıdır. Albert Einstein‘ın da dediği gibi “Çok bilgi az ego Çok ego az bilgi”. Amaca ulaşılması için, huzurlu olmak için de insanın arınması gereklidir. Yüksek üretimlerin temelinde gelişmiş ve doğru bilgi, hayal gücü, yaratıcılık, kararlılık, özgüven gibi insani duygular olduğu hatırlanmalıdır. Yaşamı bir okul gibi görerek ve başımıza gelen olayları tesadüf olarak değil neden sonuç ilişkisi içerisinde değerlendirmelidir. *** Görsel: Numara 16 (1950) – Jackson Pollock

39


40


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.