AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi Ağustos 2019, 140. Sayı Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak Kibarlar Âlemi René Magritte 1967 Arka Kapak Persona Ingmar Bergman 1966
Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com
www.azizmsanat.org
İÇİNDEKİLER
4 Editörden
6 10
Didar-ı Yâre Erdim Libasını Tersten Giyinmiş Ziza Rumas
Raw: Kan ve Metamorfozların Estetiği Burhan Tekçe
14 18
Gitme Nilgün Zülfü Işık
Manifesto
Mantık Diye Bir Şey Var Ya O Bende Yok Ahmet Ayberk Aykul
21 22
Yaşam Döngüsü 7: Ruhların Öte Dünyası İsmet Şengül
4
1- Azizm, bir grup sanatçı, bilimci ve aydının, başta sinema olmak üzere sanatı ve bilimi, Aydınlanma ekseninde geliştirmek ve yaygınlaştırmak amacıyla oluşturduğu bir örgüttür. 2- Örgütün isminin ‘‘Azizm’’ olmasının nedeni, ülkemizde araştıran, sorgulayan, okuyup tartışan; kısacası aydın kimliği taşıyanlarla, alay edercesine ‘‘azizim’’ hitabıyla yaklaşılmasıdır. Örgütümüz piyasacı, milliyetçi ve gerici ideolojilerin yozlaştırdığı, lümpenleştirdiği yığınların aydınlara saldırırken kullandığı bu hitabı kendi üzerine almıştır ve gururla isimi olarak benimsemiştir. 3- Örgüt, ‘‘sanat sanat içindir’’ anlayışının seçkinciliğe, ‘‘sanat toplum içindir’’ anlayışının ise popülizme kayabileceği tespitini yapmaktadır. Sanat ne elitist bir tavırla toplumsal dinamiklerden yalıtılmış hale getirilmelidir; ne de popülist kaygılarla gerçekleştirilen üretimlerle niteliksiz ve ortalamacı olmalıdır. Azizm Sanat Örgütü’nün benimsediği anlayış bu nedenle ‘‘Sanat Aydınlanma İçindir’’ şeklindedir. 4- Azizm, ülkemizde ve dünyada yaşanan gerici-piyasacı saldırılara karşı en önemli mücadele başlıklarından bir tanesinin ‘‘ideolojik mücadele’’ olduğunun farkındadır. Bu bilinçle hareket eden örgüt, kendi sanatsal-düşünsel üretimlerini bu mücadelenin bir parçası olarak görür
5
ve buna göre gerçekleştirir. Azizm bu doğrultuda; post-modernizme karşı, modernist sanat anlayışını, piyasacılığa karşı kamuculuğu, gericiliğe karşı aydınlanmacılığı, muhafazakarlığa karşı devrimciliği, yerelliğin yüceltilmesine karşı evrensel değerleri, emperyalizme karşı bağımsızlık ve yurtseverliği, milliyetçiliğe karşı enternasyonalizmi benimser ve bu değerlerin yükseltilmesi, yaygınlaşması için mücadele eder. 5- Azizm bu değerleri bir bütün olarak benimseyen, yaygınlaştırmak için faaliyet yürüten herkesle ve her türlü yapılanmayla dayanışma içerisinde olduğunu bildirir; bu niteliklere sahip olan kişilerin ve yapılanmaların birlikte çalışma yürütebilmesi ve üretebilmesi için çaba sarf eder. 6- Örgüt toplumsal ve tarihsel gelişmeleri sınıfsal bir perspektifle çözümlemektedir. Savunduğu değerlerin tarihsel olarak serpilip gelişebileceği yegane ortamın, emekçilerin politize oldukları ve yönetime katıldıkları, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal düzende mümkün olduğu saptamasını yapmaktadır. 7- Azizm, bütün sanat alanlarında emekten yana tavır alır; bu alanlarda gerçekleştirilen her türlü emek sömürüsünü, piyasacı-gerici saldırıları ve bunların uzantısı olarak sansürü teşhir eder, tüm bunlara karşı mücadele eder. 27 Mayıs 2007
6
EDİTÖRDEN Duygudaşlık ve özdeşlik kurabilme yetisi, türsel olarak hepimizin ihtiyaç duyduğu ancak pek azımızın bu ihtiyacın farkında olup eyleme geçtiği ve daha da azımızın başarabildiği edimlerden. Daha çok empati ve biraz da sempati sözcükleriyle iliştirilen bu edimler - özellikle empatinin - önceki yüzyılın sonlarında ihtiyacı iyiden iyiye açığa çıkan bir kavram olarak gündelik hayatımızda daha çok yer eder oluşuyla yüzleşmek zorunda olduğumuz bir hal aldılar. Genelleyici ve çerçeveleyici bir tanımla, kişinin kendini bir başkasının yerine koyması olarak ifade edilen empatinin, nörobiyolojik çalışmalar neticesinde insan beyninin onda birine tekabül edecek ağırlığının olduğu bilgisi, sözcüğün 19. yüzyıl ortalarına, kavramın ise 20. yüzyıl başlarına dek kullanımda olmadığı gerçeğiyle çatışır vaziyette. Akıl hastalıklarının, kriz zamanlarında öne çıkan liderlerde görünürlüğü üzerinden hareketle, Birinci Sınıf Delilik adlı yetkin bir bilimsel çalışma ortaya koyan Nassir Ghaemi’nin belirttiği üzere, 1850’lerde, bir insanın bir sanat eserini özgün olarak değerlendirebilmesi noktasında ilk kez kullanılan empati sözcüğü, 1900’lerin başlarında Theodor Lipps tarafından psikolojiye taşınarak kavsamsallaştırılmıştır. Lipps’in Almancadaki einfühlung tercihi, sözcük öbeği açısından “içe doğru hissetmek” anlamına gelirken, empatinin daha derinlikli bir duygu durumuna karşılık geldiği de görülmektedir. Yakın geçmişte psikiyatrideki ağırlığının arttığı gözlemlenen empati, günümüzde, karşımızdakinin düşüncelerine odaklanan bilişsel, hissettiklerine odaklanan duygusal, hareketleriyle ilgilenen motor ve içinden geçmekte olduğu fiziksel duyuma yaklaşan duyusal olmak üzere dört temel bölüme ayrılmıştır. Ghaemi, özellikle duyusal empati noktasında, depresyon hastalarının yalnızca karşısındakilerle değil çok daha çoğulcu olarak
kitlelerle duygudaşlık kurabilme yetisi noktasında üstün olduklarını dile getirmektedir. Radikal empati siyaseti ile tarih yazımına olumlu ve yapıcı müdahalelerde bulunarak başarılar kazanmış Mahatma Gandi ve Martin Luther King örneklerini ortaya koyan Ghaemi, her ne kadar böylesine üstün bir empati gücünün hudutları konusunda çekinceli olsa da, bu yönde bir tavrın, başarısızlıklarını da gözeterek, romantik bir azizlikten ziyade bilimsel bir temeli olduğunu vurgulamaktadır. Coğrafyanın kader olduğu söyleminin gerçekliğini her gün tadan, toplum olma iddiasını yığınlaşma tehdidiyle flörte taşıyan bizlerin, duygudaşlık ve özdeşleşme başlıklarında vicdan ve acıma tepkimelerinin derinine inip inemediğimiz ise hayli şüpheli gözükmektedir. Söz konusu tepkimelerin, ideolojik tercihler ve zihniyet çıkışlı yönelimler ötesinde, sanki her gün doyurulması gerekirmişçesine iştahlı cüretkârlıkları, empatinin çözüme dair bir seçenek olmaktan ziyade sonuca dair bir uyuşturucu etkisi görmesine yaramaktadır. Hâlbuki gerçek ve daha da önemlisi radikallik noktasında güçlü bir empatinin, insanlığın tek bir döngüden oluşan ömürlerini sağlıklı, mutlu, kaygıların en aza indirgendiği, hüznün en azından dengelenebildiği bir ütopyanın peşinden koşmaması mümkün değildir. Tek bir bireyin bile haksızca utandırıldığı, dahası utanma ihtimalinden dolayı kaygılandığı bir yaşamı dert edinip bundan acı duymak ve acıyı aşmak adına nasıl çözüme varılabileceği üzerine kafa yormak, depresyon hastalarının empati katsayısını anlamada ve kendi benliğimizde uygulamaya koyma adına asgari bir başlangıç noktası pekala alabilir. Doğamızda bilimsel olarak ortaya konduğu üzere yer alan empatinin, sosyal zekâmızın evrimsel süreçte yavaşlığı neticesinde örselenmesi konusunda ise karamsarlığa kapılmamak elde değil. Beraber adlı bütüncül yapıtında, mutlak bir empatinin mümkün olmadığına işaret eden sosyolog Richard Sennett, sempati ve empatinin birbirlerine teğet
7
8
geçmelerine rağmen içerdikleri zıtlıklar üzerinden bahsettiğimiz edimlerin ne kadar meşakkatli olduğunu yazmaktadır. Ona göre her ikisi de bağ kurarak karşıdakini tanımayı hedefleyen sempati ve empatiden birincisi kucaklaşmayken ikincisi karşılaşmadır. Sennett şu şekilde devam eder; “Sempati, farklılıklar üstesinden özdeşleşmenin hayali eylemleri ile gelir; empati ise, başka bir insana, ona ait koşullarla bakmaktadır. Genellikle sempatinin empatiden daha güçlü bir duygu olduğu düşünülegelmiştir; çünkü ‘acını hissediyorum’ vurguyu benim ne hissettiğime verir, birinin kendine ait egosunu etkinleştirir. Empati ise daha zahmetli bir çalışmadır, en azından dinleme söz konusu olunca; çünkü dinleyici, kendi dışına çıkmak zorundadır”. (y.a.g.e., s. 33) Kendini dışarıdan görebilmenin, hatta kendini görebilmenin ne denli imkânsız olabileceğini önceki ay bu köşede ele almıştık. Fakat yine de, ilk kez bir sanat eserinin alımlanması ihtiyacında ortaya çıkan ve sanat disiplinlerinin her birindeki klasik anlatılarda kolayca inşa edilebilen empatinin, Adorno’nun işaret ettiği üzere dünyanın dramına, korkulukları ürkütecek korkunçluklarına yönelmede eksikliği hakikat ile yüzleşmedeki türsel başarısızlığımızdan kaynaklanıyor olabilir mi? Şüphesiz, yeryüzünün dramı ile tekil bir etkileşim, taşıdığı ağırlıktan ötürü, uhrevi bir Atlaslaşmanın ya da dünyevi bir Sisifoslaşmanın mümkün olamayacağı kadar zorludur. Belki de bu sebeple oralarda bir yerlerde doppelgänger/çiftgezerimizi aramıyor muyuz? Başkasını kendi dışımıza çıkarak alımlamaktansa kendimizi çoğaltarak benzeşimlerin peşine düşmek yazıldığı kadar zorlu bir deneme değil. Hatta, yolu uzatmak pahasına, kişinin nafile bir özdeşleşme peşine düşmesindense çoğalması, bir çift haline gelip yükü kaldırılabilir hale getirmesi ve bu sayede empatiye varması sancılı fakat gayet makul bir yol haritası olabilir. En nihayetinde, Adorno da kararan dünyanın sanattaki akıldışılığı akılcılaştırarak sanatı radikalleşmiş bir
karartıcı haline getirdiğini dile getirmiştir. Empatinin dile gelmesini sağlayanın sanat oluşu, sanatın, 2. Dünya Savaşı akıldışılığına tanık olmuş Adorno’nun sanata yüklediği acıdan doğan basınca direnebilmesinin ve bir gün aşabilmesinin de empati ile olabileceğini söylemektedir. Daha doğrusu, sanatsal döngü bize bunu söyletmektedir. Dergimizin 140. sayısında yer alan film eleştirilerinin, öykü, şiir, pasaj ve denemelerinin hiç birinin empati ile doğrudan bir bağı olmaması, giderek okuru yoran denemeler halini alan Editörden köşemizin özerkliğini sorgulatır hale geliyor. Yine de, kaçak güreşerek, duygudaşlığın ve özdeşleşmenin hakkını vermek adına, empatinin radikalliğini biraz da olsa deneyimlemek için, okurlarımızı bir meydan okumayla, bu yazı dâhil olmak üzere sayfalarımızda yer alan tüm içeriklerin ve içerik üreticilerinin duygu durumlarını alımlamaya davet ediyoruz. İnsanlığı sanatın tek başına kurtarmasının mümkün olmadığının farkındalığıyla ve yine de bu bilinçle, buna rağmen,
Sanatla kalın dostlar.
Azizm’in Notu: Azizm Sanat E-Dergi’nin Eylül 2019 tarihli 141. sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 3 Eylül tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
9
10
Raw: Kan ve Metamorfozların Estetiği Burhan Tekçe Sanat; hayatı taklit etmesiyle değil, hayat kadar gerçek olduğunu ve hayatın içerisinde deneyimlenen gerçekliğin etkisine ne kadar yakın olduğunu iğrençliğin zorlayıcı estetik deneyimiyle bizlere sunar.
Julia Ducournau, insanların çoğunlukla dışladığı ve göz ardı edilmesi gereken olarak değerlendirdiği iğrenmeyi estetize ederek sahnelemelerini kurmayı başarmış ve farklı bir anlatım tekniği ortaya koymuştur. Ducournau‘nun ilk yapıtı olan ve 2011 yılında ortaya koyduğu Junior adlı kısa filmde, 13 yaşında olan Justine‘nin vücudunun tuhaf bir metamorfoz geçirmesinin ardından genç bir kadın olmaya doğru ilerlemesi anlatılır.
Yönetmenin yakın kadrajlarla ve plastik makyajla desteklediği bu metamorfoz, başlarda kahramanımız Justine tarafında da korkulan bir şey olsa da filmin ilerleyen dakikalarında aslında bu değişimin daha estetik olduğu düşüncesine doğru devinir. Bu film, yönetmenin iğrençliğin zorlayıcı estetiğini işleyiş biçimin başlangıcıdır. Julia Ducournau‘nun ilk uzun metraj filmi olan RAW(Grave) kadınlık, cinsel uyanış ve kız kardeş bağı olmak üzere baş döndürücü, kanla ıslatılmış bir hikâyeyi bizlere sunuyor.
Raw, tüm ailesi veteriner olan ve onların izinden gitmek isteyen 16 yaşındaki Justine‘nin veterinerlik okulunu kazanmasıyla başlar. Ancak üst sınıfların acımasızca ve dini bir ritüel haline gelmiş olan törenlerine boyun eğmek zorundadır. Bu yüzden ailesi tarafından vejeteryan olarak yetiştirilmiş olmasına rağmen ilk kez çiğ tavşan eti yemek zorunda kalır. Bu durum filmin en önemli kırılma noktalarından birisidir. Çünkü
11
12
Justine‘nin vücudu ilk kez yediği çiğ ete bir takım tepkimeler vermeye başlar. Justine’nin tepkileri aşırı ve fizikseldir. Vücudunun her tarafında kızarıklıklar baş göstermeye, et kemirmeyi arzulamaya ve cinsel olarak iştahlanmaya başlar.
Ducournau, buraya kadar olan süreçte izleyicinin güzellik algılamasını zedelemeye başlar. Film ile izleyici arasındaki ilişkinin simetrisini bozar; bunu da yine iğrençliğin zorlayıcı estetiğinden destek alarak yapar. Özellikle Justine‘nin soğuk jest ve mimikleri bu estetiği bir kez daha kanla besler. Justine‘nin çiğ et yemesinin ardından yaşadığı uyanış ve değişim belki de Ducourna’nın bizlere, bireye indirgeyerek anlatmaya çalıştığı toplumsal denetimin zayıflamasının, insan doğasında varolan bütün acımasızlığın bir tezahürüdür. Justine‘nin tek duygusal bağları olarak izlediğimiz ablası Alexia ve eşcinsel arkadaşı Adrien ile olan iletişimi de feminizm ile birlikte cinsel kimlik arayışının bir yansımasıdır. Alexia‘nın kardeşinin vahşiliğini bir morg odasında ete sarhoş ve susamış haliyle diğer öğrencilere sergilemesi aralarında kanlı bir yüzleşmenin kapısını açar. Bu sahneyi bireyin fizikselliğinin bir işgence olmasının metaforu olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. İrin,
kan ve kemikten beslenen iki kardeş kendilerini doğaya karşı konumlandırmışlardır. Docournau açısından kadınsallığın akıllıca yeniden oluşturulması da diyebiliriz. Cinsellik, insan ile doğa arasındaki temas noktasıdır. Ayrıca bütün kültürlerde etrafı tabularla kuşatılmış bir kavramdır. Adrien’i Justine ile olan ilişkisinde bir hataya karşı hiçbir zaman yargılayıcı olmayan bir karakter olarak görürüz. Justine’nin cinsel iştahlanmasıyla birlikte ikisi arasındaki ilişki biçimi değişir ve farklı bir konumda kendilerini bulurlar. Ancak bu durumda filmin son sahnesinde bizlere cinsellik yoluyla özgürlük arayışının yenilgiye mahkûm olduğunu gösterir. Raw, izleyiciyisini iğrençliğin zorlayıcı estetiğine maruz bırakmasına rağmen başarılı görsel efekt ve ses kanalının kullanılmasıyla gerçekçilik kilitlerini birer et parçasıyla açar. Ducournau, filmini kanla kutsayarak denrinlik kazandırır. Aydınlanmanın da insanlara dördüncü bir boyut kazandıracağı kanısındayız, bu yüzdende aydınlanmanın saçtığı ışığın derinlerine doğru yolculuk ediyoruz.
13
14 Didar-ı Yâre Erdim Libasını Tersten Giyinmiş Ziza Rumas
Düzlüklerin, ovaların ve de vadilerin kavurucu sıcağını efil efil esen rüzgârlarıyla serinliğe döndürsün diye dağları bir sergi gibi yeryüzüne konduran yaratıcı el, biz insanoğluna da ilham verip sanayi devrimiyle birlikte tekstil sektörüne de eser kaynağı oldu. Yazları uzun entarileri ve bir o kadar güneşten korunuruz gayesiyle giysi üstüne giysi giyinen geçmişimiz insanlarının suçu ne idi ki tişört diye bir nimetten yoksun olarak mezar taşının dibindeki boşluğun zemin toprağına başlarını koymak zorunda kaldılar. Şu uzun yaz gün ve gecelerinde üzerimize adeta emanet gibi örttüğümüz kısa kol ve bir o kadar çeşit renkleri ve modelleriyle tişört nimetini bize bahşeden usta zanaatkâra şükranlarımızı iletebilsek de mahcubiyetimizi izale edemeyeceğiz. Niye mi? Tişörtün buluşunun ilk maharetli ustası kim ola merak ve meramımızı başka kedere havale edip, size bugün şu kentte şahit olduğumuz üç tişörtgiyen türünü, buluşun sahibi ilk zanaatkâra ve giymeye, görmeye bile kavuşamadan şu dünyadan göçen geçmişteki insanlarımıza jurnalleyeceğim. Sayın ustam, bulduğun ve keşfine önayak olduğun tişörtü, bizim burada senin buluş ve kullanma kılavuzuna binaen zıt bir şekilde giyinip görsel estetik algımızı altüst ediyorlar. Size şikâyette bulunduğum şekliyle tişörtlerini donlarının içine sıkıştırmak suretiyle pantolonlarının altına koyup üzerine de kemerle göbek güney orta kuşağının tam ortasında zincirliyorlar ki bir daha çıkmasın. Vakıa 1: Onlardan biri mavi tişörtünü kot pantolonunun içine sıkıştırmakla yetinmemiş üstüne bağladığı iki metre kemerinin uç kısmını da kalça vadisinin giriş düzlüğünde dışa doğru kaçmaya yeltenmiş pantolon iliğine takmıştı. Göbeğin geoidini çepeçevre saran gariban tişört kendini
15
16
çekiştire çekiştire bulunduğu girdaptan yukarı çıkmak üzere kurtulmaya yelteniyordu. Kendimi yine tutamayıp: “Hocam kemerinizi ekvatoral bölgenizin çapı +10 cm kadar uzunundan alsaydınız keşke, sizinki bir buçuk çap olmuş.” dedim ama demez olaydım. “Kemerlerin de mi ölçüsü var?” demesin mi bana! “Yok, hocam siz inanmayın böyle şeylere, latife yaptım.” dedim. Vakıa 2: Antik Yunan filozoflarına sorulması dahi ürkütücü olacak olan “Beyaz tişörtün altına beyaz pantolon neden giyilir ki?” paradoksunun tecessüm etmiş hali olan ikinci vakıamız da birinci örnekteki gibi tişörtünü pantolonun içine sıkıştırmış vaziyette çıkageldi. Gösterdiği direnişe rağmen başarı elde edemeyen beyaz tişört öğrenilmiş çaresizliğine yanadururken, ona paralel kulvarda başka bir yarışmacı kazandığı zaferin sarhoşluğuyla bulunduğu yerde yuvarlanıyordu. Beyaz tişörtün altındaki beyazdan krem rengine dönmüş atlet kendini göbeğin altından kurtarmanın sevinciyle yukarı doğru kıvrılarak sigara böreği edasıyla boy gösteriyordu. Vakıa 3: Geçmişten geleceğe zamanda yolculuk yaparken zamanımıza düşmüş bir amcaoğlu da yine kısa kol tişörtünü kumaş pantolonunun içine kırıştırmak suretiyle endamını sergilemiş oldu. Kış mı yaz mı kararsızlığında kalan emmizad uzun kollu fanilasıyla kışa meydan okurken, kısa kol tişörtüyle de yaza hazır olduğunu tüm moda dünyasına temaşa ettiriyordu. Ey yârin zülüfleri timsali tişörtün kolundan narince sallanan fanila sarkıntısı, düşlere saldın bizi şu hazan mevsiminin hüzünce düşen sarı yapraklarına veda eden dal misali. O zaman gelin bin sekiz yüzlü yılların Kâğıthane gecelerinde kayıklarıyla nehre açılan musiki ustalarının makam-ı nağmelerinden bir eserle akalım şu gecenin sırrına:
Neyleyim şu derdi arz-ı gönle ayan imiş Cihan şu faniye tek bir entari dikivermiş Bir kefene bin akçe biçenler beride dursun Didar-ı yâre erdim libasını tersten giyinmiş
***
Görsel: Nehirde Yıkanan Kadın (1654) Rembrandt Harmenszoon van Rijn
17
18
Mantık Diye Bir Şey Var Ya O Bende Yok Ahmet Ayberk Aykul
Saat üç gibi Semaver Çay Evi’ndeki yerimi alır, rayihayla otobüsünün gelişini beklerdim. Zaman geçmek bilmezdi o otobüs gelene kadar. Hep hoş bir korkuydu o süre, “ya okula gitmediysen…” işte o otobüs hep saat dördü birkaç geçe gelirdi. Bazen üç bazen sekiz geçe. Evinin önüne vardığında bir heyecan kaplardı içimi ben sessiz kalır, evine doğru salınışını izlerdim. Uzun ve düzgün bacaklarınla bir o yana bir bu yana… Baki Abi’nin
“süzgeçli mi süzgeçsiz mi” sorusu bir o zaman hoş gelmezdi ya da Ali Efe’nin babasının evinin önündeki parka doğru “gel oraletini iç!” diye haykırışları. Bazen yanımdaki masaya iki liseli genç oturur futbol sohbetleri yaparlardı. Biri hep daha çok bilir öbürüne “sen Falcao’nun gençliğini hatırlıyorsun geçen sene onun takımı kümede kalma mücadelesi veriyordu.” gibi bilgece sözlerle laf anlatırdı. Bazen de kalabalık bir grup, satın alma hayalleri kurdukları arabaların motorlarını, 100’e çıkma saniyelerini karşılaştırırdı. Sen dönene kadar memnuniyetle kulak misafiri olurdum her konuşmaya ama o otobüs vardığında dünya dursun isterdim. Hiçbir zaman durmadı, sigaramı küllükte kendiliğinden bitmiş bulduğumda anladım. Sen her seferinde koluna taktığın çantayla yavaş yavaş ardına bakmadan apartmanın kapısına doğru küçülerek sola döndün bense bir süzgeçsiz daha istedim. Ama asıl film akşam başlıyordu oturduğum sandalyede. Bu tarafa doğru gelen her kızı sen diye hayal edip kalbimi hızlandırıyor, yaklaştıkça sen olmadığını anlayan gözlerime sitem ediyordum. İşte böyle bitip giden akşamlardan bir akşam, ben Halil Cibran’dan Ermiş’i yeni bitirmiştim. Baki Abi masanın diğer başındaki sandalyeye oturup bana ne okuduğumu sormuştu da öyle tanışmıştık. Çaylarımı getirirken “afiyet olsun”dan sonra “kardeşim” hitapları zaten çoktan kanımı kaynatmıştı da. Cana yakın adamdı anlayacağın. Laf lafı açtı ben senden bahsedince biraz lanet okuyup hayata, anlattı o da. Onun da varmış tabii yüreğini yakan biri. İnşaat teknikerliğini vallah çekerek yengenin zoruyla okuduğunu, hızlı yaşan biri olduğunu, askere gidip orda kalacağını bir gecede kimseye söylemeden karar vermesini, başka araba istemesine rağmen şu an küs olduğu yenge Mercedes sevdiği için birkaç yıla bir Mercedes alacağını bir bir anlattı. Ama “Mantık diye bir şey var ya o bende yok.” sözünü hiç unutamadım. Bu söz anlam veremediğim bir rahatlık uyandırmıştı o gün bende. Neden
19
20
bir rahatlıktı ki yanımda oturan adamda mantık olmayışı? Ben galiba çok fazla acıyorum kendime. İster istemez bir korunma halleri varmış herhalde ellerimde, yüzümde. Mantığı olmayan bir adamdan da zarar gelmez diye düşünmüşümdür. Siz kadınlar çok mantıklısınız mesela sevgilim. Ama sonra anladım, bir Pyrrhon’un yanında, bir halifenin yanında olduğundan daha rahat hissedermiş insan “nüktedan bir bilgeliğin, zincirinden boşanmış bir azizlikten daha yumuşak olması nedeniyle”. Meğer herkesin içinde mutluluk reçeteleri dağıtan, herkesin adımlarına yön vermek isteyen bir vaaz canavarı yatarmış. Baki Abi hep bana iki horoz, iki öküz derdi. Çayır çimen yeter diye sessiz çığlıklarında güç istencinden kaçmak vardı. İçindeki vaaz canavarını öldürdüğündenmiş meğer. Asalet de tam burada varoluşun yadsınmasındaymış sevgilim, sömürülmüş ruhların röntgenlerine tepeden bakan bir tebessümdeymiş yalnızca. Ama sen ne yapacaksın ki bunları, boş ver. Şimdi sen hiçbir şeye aldanmayıp koluna taktığın o çantanla cadde cadde geziniyorsundur belki de. Belki de saçlarınla oynamaya can atan rüzgâra tatsız laflar ediyorsundur içinden uzun ve düzgün bacaklarınla bir o yana bir bu yana salınırken. *** Görsel: Han Kahvesi (1973) – Bedri Rahmi Eyüboğlu
Gitme Nilgün Zülfü Işık
Bazıları, öldüğümde duracaklar, Varlığım, onlara kabul ve sevgiyi çağrıştırıyor çünkü. Ama bilmeliler ki, Sonsuzluğa katkı sağlayan şeyler, sonsuzluğa katılırlar Ve onları yok edemeyecekler. Belki de ışık isteyenlerin, ışığa ulaşmak isterken ışığın kabını kırıp, farkında olmadan ışığı söndürmeleri gibi bir şey bu. Bu durumda ışık, başka yerden ışıldamalı. Her birimiz ışığız. Neden fark etmiyoruz! Neden gitmek zorunda bazıları? 15.07.19 Görsel: Son Akşam Yemeği (1498) – Leonardo da Vinci
21
22
Yaşam Döngüsü 7: Ruhların Öte Dünyası İsmet Şengül
“Ruhların öteki dünyası” Dalgalara yenik düşen su damlacığı, Toprakla karışan toz zerreciği, Nedir ki bu dünyada gelip de geçişimiz? Bir varmış bir yok muşuz misali. Bir gün ayıltacak bizleri ölümün öpücüğü.
(1) Uyandım bir sabah birden bire, gecenin renginden sıyrılan bir zaman diliminin al şafağa açılan penceresinde… Uykulu gözlerimde korku, kabus muydu yoksa, yer altında fırlayıp çıkan düşlerim miydi bilemedim. Sendeleyen beynimle ne anlayabildim olup biteni, ne de çözümleyebildim sabahın fecrinde enseme binip beni perişan edeni. Çık git artık uçurumlu düşlerimin derinliklerinden. Ben geçmişin şahidi geleceğin habercisiyim. Ben ki bulamamışken kendimi kendimden, sana neyi nasıl anlatabilirim ki? Haydi, durma artık eeeyyy uykusu titrek toprak, dinmeyen öfkemle uyan, çıkar zamanın tıkacını kör bakan beyinlerden, akıp gitsin su gibi geleceğin derelerinde. Silkinip ölüm toprağını ve beni dinle, sese dönsün suskunluğun lal olmuş dili, yağmura dursun Hüseyin’in kana doymayan çölü. Toprak taneye, tane filize, filiz başağa, başak buğdaya dönsün, bolluk olup yol göstersin geleceğin rehberine. Haydi, kalk ayağa durmak yok! Burada ölü toprakları bile sese dönüştürecek kadar gök gürültüsü var. Silip de at yüzüne çöreklenen hain loşluğu, eeeyyy bizlere küskün zaman! Haydi, durma ayağa kalk. Beni duyan ve duyamayan, gören ve görmeyen yanınla da dinle, sesim her derde deva sözlerim kör bakanlar için bile şifadır.
Eyyy uykusu titrek zaman!
Ne vakit yatıracaksın beni sessizliğin toprağında,
çığ gibi büyürken açlığım,
ne zaman doyuracaksın beni çoraklığın ortasında.
Bir kez uyanmaya görsün gecenin zifirinde kendini sonsuzluğa kilitleyen insanlığın zamanı.
23
24
Artık uyku haramdır sana, uykulu haline bile yoktur tahammülüm. Dirilsin artık ölü zamanlar, vaktidir insanlığa yol almanın.
Gökte İsa’ya, Tur’da Musa’ya katılmak,
Tufanda Nuh’a, Kerbübela’da Hüseyin ile cefaya katlanmak… İşte insanlık böylesi zamanlarda katmalı kendisini hoşgörü, merhamet ve sevginin kervanına. Haydi, uyuma artık aç gözlerini ki tetik düşürsün zamanın mekanizması insanlığın nişangâhına. Ben koca çınar en anlamlı sözlerimle seni çağırıyorum, engin düşüncelerime kapıl da gel. Konuşulsun sessizliğin duldasında, en derin karanlıkları aydınlığa çıkar. Haydi, ver elini bana ey insanlık! Çıkalım artık gün yüzüne, bizleri hapseden Yusuf’un kuyusundan. Yazıklar olsun beni anlayamayana, sezemeden insani yanımı beni paylayana, göremeden kanayan yanımı beni haylayana, açmadan gönül gözünü beni suçlayana. Bir ölünün sessizliği kadar sessizim artık, kime göre varım kime göre yokum. Kim anladı kim anlayamadı beni, kim bildi kim bilemedi beni? Ben ki yandıkça öze dönen bir meşe kütüğü gibiyim, yandıkça köze, sulandıkça cana dönerim, eğer yoklukla yâd etmezlerse beni. Kendimi yemekten içmekten kestim, kendimi toprağın kanımı emen yanıyla besledim. Ve sonunda kendimi ölümle sınayıp toprakla taçlandırdım. Ben ki geçmişin geleni, gelenlerin gideniyim. Benimle bu ıssız yola çıkacak olanlar var mı? El kaldırıp şapka çıkarsın, yaşama yorgunu bedenlerinizde silerek
gecenin rengini, gözlerinizi kamaştıracak zamanın sonsuz ve erişilmez dinginliğine. Yokluk tüm gasp ettiklerini getirip önümüze koydu. Ömrümüzün tüm kuraklığını besleyecek olan abı hayatı.
Neyleyim abı hayatı, bir ömür susuzlukla kavrulmuşken.
Neyleyim bağı bostanı, bir ömür açlıkla sınanmışken.
Neyleyim artık sonsuz nefesi, ömrümce zamanın darağacında, soluksuzca salınmışken. Neyleyim ki artık sendeki beni, ömrümce ben bensiz yaşamışken, sendeki beni hiç bulamamışken. Neyleyim ki başucumdaki kuzuyu ve koçu, ömrümce cellada kurban edilmişken. Neyleyim görkemli şehirlerini, ömrümce yerimden yurdumdan sürülmüşken. Ben artık kendime tutsağım, istemem ne dört duvarını ne de tel örgülerini, ne demir parmaklıkların olsun ne de işkence sehpaların. Hükmün sende kalsın, kendi katlime fermanımsa bende, kendim yargılar kendim asarım bendeki beni, hiçbir şeye bir el olsun istemem sende.
Çık git artık benden, ömrümce el açıp aman dilendim.
Yıldızlarına bakardım da seni mareşal sanırdım,
Oysaki bilinmezliğin ordusunda bir er bile değilmişsin.
Ne düşene dost oldun, ne de acı çekene teselli, ne ağlatılana acıdın, ne de acı çektirene hesap soran oldun. Ne yetime acıdın, ne de mazluma oldun arka, ne hak yiyeni yargıladın, ne de zulüm edeni çektin sigaya. Çıkıp da gelsin artık gecenin zifirinde kendini arayıp da bulamayan ben, oysaki hep kendim oldum kendini hiç bilmeyenlere inat!
25
26
(2)
Uyansın artık ölüm uykusundaki küskün toprak.
Bekleye dursun bizleri dünya bahçesindeki güller.
Aksın ardımız sıra küskün ırmaklar.
Can bulup cana dönsün kaoslar zincirinden sıyrılarak.
Barınacak yerin yoksa kendini zamanın kumlarına bırak.
Seni, sonsuz mekâna savursun rüzgâr.
Ses ol sesime, ses olmazsa kelimeler dökülmez dilimde. Kelimeleri kavrayan sestir, yuvarlayıp söyleyen dildir. Sesime ses, kelimeleri söyleyen dilim ol. Ben ki sende kaybetmişken kendimi; beni sende, seni bende bulan ol, sonsuz ve kusursuz ayrıntılar içerisinde… Değil midir ki bizleri geleceğin karşı kıyısına götüren gökkuşağı köprüsü?
Değil midir ki bedenlerimiz ruhların öteki dünyası? (3)
Her şey değişir, her şey kırılır, varlığın evi, yokluğun evi de hep aynı kalır. Eeeyyyy dünyanın gizemini çözmeye çalışan sözde kâşif, sen önce kendi çıkmazlarından sıyrıl, o gize erişebilmek senin haddine midir? Her şey kendinden sırdır sen önce kendindeki sırra eresin. Geldiğin yolun başlangıcı neresidir nereden gelir, nereye gider, nerede başlar, nerede biter? Bir sor kendine, yaratan kimdir, neden ve nasıl yaratıldık? Yaratıldıysak yaratılmışlıktaki sır nedir? Var olduysak var olmamızdaki sır nedir, sen var olmuşluğun görünen belirgin yanını dahi keşfedememişken, görünmeyen yanına nasıl vakıf olacaksın ki? Sonsuzluğu kuşatan bir giz vardır her zaman, o gize âşık olmaktan vaz geç artık. Gizi
terk etme zamanı gelmedi mi sence, zaman gerçeklere sarılma zamanıdır derim. Söylesene sözde kâşif, bu yol nereden başladı, nereye gider ve nerede biter? Su bile bilirken geldiği gözeyi, peki ya nedir, ya da ne değildir bizlerin gelişindeki belirsizlik ve de sır? Bir bütün olarak var olanın günü gelir ki bütünselliğini kaybeder. Her şey ayrılır zamanla ve günü gelir yeniden bütünleşir, son nokta denen en hassas zaman diliminde. Belirsizliğin halkası her zaman sadık kalır uzayıp giden sonsuzluğun zincirine. Ya yokluğun, yok oluşun halkası; sence nasıl başladı ve nasıl gider, ihanet bu gidişin neresinde? Karmaşa yatar bu gidişin hangi kurak deresinde? Varlık varlığından vaz geçer mi ki yokluğa yenik düşsün, varlığın etrafında onu koruyan bir çember vardır her zaman. Yokluğun ise eti yok, kemiği yok, koruyup kollayanı, devri devranı yok, oysa hep çürümüşlük içerisindedir. Eeeyyyy zamana hükmettiklerini sanan zaman yolcuları, ateşten dağları aşıp, o ateş çemberini geçerek güneşe varabilir misin ki kendini tüm zamanların yol göstericisi olarak gösterirsin? Her şey orta yerde, lakin sonsuzluğun yolu eğri ve de belirsizdir. Ey yönünü insanlıktan yana dönenler, zamanın küllerinden ne zaman yeniden doğacaksınız? Ne zamana bulut olup insanlığın toz duman olmuş çölüne yağacaksınız? (4) Merhamet göstermeyin; zulme yol, kökünden söküp atan kasırga olanlara. Onlar ki geçmişin kumlarını geleceğin yollarına ölüm rüzgârı olarak savuranlardır. Onlar ki tüm zamanların gördüğü en gaddar hayvanlardır. İnsan denen en gaddar mahlûkatın yaşadığı toprak üzerinde en çok hoşuna giden şey dram, işkence, zulüm, baskı ve çarmıha germelerdir.
27
28
Cehennem çukurunda debelenenler, yarattıkları o karmaşayı insanlığın üzerine bir gök kubbe gibi gerdiler. Ve zulüm eden zulmün sahipleri aynı zamanda hüküm sahipleri insanlığın çanına ot tıkamaya devam etmektedirler. Soluğu kesilen insanlık, zamanın kırbacının izini taşıyarak yürür belirsizliğin çarmıhına. Gökte İsa’ya çölde Hüseyin’e karışıp da yoldaş olur mu bilemem, ama şunu iyi bilirim ki bozuk düzenin bozuk çarkının dişlilerinin arasında, Pir Sultan gibi saltanata yumruk kaldırarak dirilmenin vaktinin gelip de geçmekte olduğunu bilmelidir. İsa gibi çarmıha, Hüseyin gibi yezit in kuşattığı kerbübelaya direnmek; var olabilmenin gerekliliğidir artık. Asla ve asla unutmayınız ki! Devrilmez sandığınız dağları, yıkılmaz sandığınız çınarları, tükenmez sandığınız devri devranları, hayat bir göz kırpmasıyla yerle yeksan eder. Belki şimdi zaman o zaman değil, ama o göz kırpmanın da elbet gelecektir zamanı. Başka bir canlı daha yoktur ki, insan kadar kendi nefsine zalim olsun. Ey zalimler, günahkârlar ve günahkârların koruyucuları, zamanın kırbacına karşı umarsız olmayın, günü gelir sırtınızda şaklayarak, ölümün öpücüğüyle kendi kanınızda sizleri boğacaktır. Ne toprak kabul eder, ne de kefen. Gerçeğin aynası her daim berrak olur, bir gün gelecek ki kendi pisliğinizle kendinizi göreceksiniz, işte o gün geldiğinde kendi nefislerinizin mezarlığına gömüleceksiniz. Duymazlıktan gelmeyin bu sesi, görmezlikten gelmeyin bu gerçeği. Bu ses ki tüm gerçekleri siz gören kör, duyan sağırlara iletendir. Her zaman duyan sağır gören kör oldunuz, yürekleri parçalayan vahşeti, kulakları sağır edecek feryadı duymadık diyecek kadar alçaksınız. Yaratılmışlık geldiği gözeyi hiç
bilemedi ki akacağı dereye de düşebilsin. Kendi varoluşuna ihanet eden insanlar neden doğruluğun savunucusu olsunlar ki? Ana kaynağı kendisi olmuşken her kötülüğün, her fitnenin neden insanlığın yanında olduklarına ant içsinler ki? İşte budur insanların benim gözümdeki dünyası, uçurumların yer aldığı iskeletlerle dolu, çıkışı olmayan bir mağara gibidir adeta. (5) Kederim mezar taşlarında garip bir baykuş gibi tünedi. Ne ayağa kalkıp nefeslenebiliyor, ne de kanatlanıp sonsuzluğun ufuklarına süzülebiliyor. Ahhh insanlık! Var oluşuyla büyük, gidişiyle küçük insanlık. Her gidenin yerini yeni bir gelen mutlaka alır. Aslında her insanın geliş ve gidiş bileti bir kesilmiştir. Ancak ne zaman ve de nasıl gidileceğinin hesabını kimse tutamaz. Bu çözümlenemez sonsuz döngüye sorgu sual yapılamaz. Her gelişin mutlak bir gidişi vardır, bunu bilmek vicdan sahibi yapar insanı, ama ve lakin döngüde ters tepen birçok şeyler var. Ben derim ki gelişinize değil, gidişinize olsun tutkunuz, gelişine tutkusu olanın vicdanı ve merhametinden eser kalmaz. Gidişine dört elle sarılanlar döngüdeki dengeleri sarsmadan gelişini, gidişi gibi gür kılarlar. Gelişteki çöküşünüz gidişteki hayal kırıklığınız olmasın. Gelişiniz şaşalı olurken âbad, gidişiniz çürümüşlükle olmasın berbat. Lakin şurası da inkâr edilemez bir geçekliktir. Tabiat ananın sunduğu cömertliğe karşın yıkımı, mertliğine karşın namertliği, yaşama karşın ölümü reva gören, damarlarında kanı, damağında suyu kesilmiş birer bencil varlıklarsınız. Sizler kendilerinizi ne sanırsınız, üzerinde saltanat sürdüğünüz toprak, sömürüp talan ettiğiniz tabiat ana bir gün sizlerden hesap sormayacak mı sandınız?
Siz kendini beğenmişler! Neden tüm güzelliklere
29
30 düşmansınız. Doymak bilmez egolarınıza ne zaman uşaklık etmekten vaz geçip sevgi ırmağına yönleneceksiniz? Doğadaki devinim halinde olan her şey günü gelir birbirine karışır. Acı, tatlı, tuzlu, ekşi, yönüne akan her dere, her ırmak illaki buluşma noktasında karışarak birbirine hem hal olur. Peki, nedir var olmuşluğa bunca hazımsızlık bitmez öfke ve de düşmanlık? Nedir bu dinmek bilmeyen karın ağrısı? Bak insanoğlu! Hepiniz yaşama gelen, devran süren birer var olmuşlarsınız. İyi olan, kötü olan, güzel ve hoş olan her şeyi gördünüz. Yaşantınızın kaçıncı yılında solar benziniz, kaçıncı yılında tükenir nefesiniz, kaçıncı yılında çürür etleriniz, kaçıncı yılında ayrışır kemikleriniz, unutmayınız ki yaşam bedenlerinizde, ölümse kulak memeleriniz de. (6) Sığındığın bir duldada efil efil eserken rüzgâr, gelip de geçti mi hiç gözlerinin önünde yaşadığın yıllarının hesabı? Yalnız değilsiniz ama neden hep korku tüneline dalarak kan uykulara kâbus olmaktasınız. Birçoğunuz toklukta selamsız yaşarken, açlıkta pay edilmesini beklersiniz. Birçoğunuzun en diri, en delikanlı zamanı yazı yabanda harcanır, bugününüz bile belirsizken yarınlarınıza neyiniz kalır. Sizler ki boş vaatlerin pehlivanıydınız, umuda açılan pencerede, gerçeğin ta kendisine yenik düşene kadar. Gerçekler her zaman yener yalanı. Yalanın özü çürük mayası bozuk olur. Oysa var olduğu gibi kalmasını bilmeli insan. Eğrilerini düzelterek, çürümüşlüğünü gidererek, kokuşmadan düşmeli beden, toprağın derinliğine.
(7) Ve sabahın kör fecrinde, fırtınanın savurduğu toz zerresi gibidir zaman. Ve zamanın girdabına savrulan sen, ben, biz, siz, onlar, esince ömrümüzün üstünde karayeller, ne zaman kalır ne de mekân. Ne hudut kalır ne de devran. Halen anlayamadınız mı ömrünüz bir yumruk sıkımlığı kadar hele bir açılmaya görsün parmaklar. Bir kartopu kadar mesnetsiz, hele bir gelmeye görsün sıcaklar. Yani sana diyeceğim o ki; feriştah olsan kar etmez, bir kez kalk borusu çalındı mı, aldı mı yükünü kervan, yeterse gücün durdurursun. Durdurabilirsen aşk olsun o gidişe dur diyebilene, aşk olsun o gidişi durdurabilene. Bütün köşe bucaklardan çıkarın kendinizi, silip atın üzerinizdeki tozu toprağı, beyinlerinizi sarmalayan örümcek ağlarını ve de loşluğu. Süpürün ve açın gelecek olan kızıl şafağa ömür pencerenizi. Bütün utanç ve ikiyüzlülükten arındırın kendinizi. Ömür pencerenizde tertemiz ve berrak çıkın güneşin alnacına. Tabiat ana kabul etmeli ona dönülen yönünüzü. Fırtına gibi hayır demeyi, acık gökyüzü gibi evet deme hakkını kendinize verin. Boyun eğip, diz çökmekten sakının kendinizi, onurunuzu, kişilik ve karakterinizi. Vaz geçirin kendinizi bir kırıntının uşaklığından. En güzel geceleri, en güzel sabahları ve bütün özlemleri gecenin renginde sabahın fecrinde, ömrünün üzerine dök, bir çınar ağacı gibi büyüt, bir asma gibi kuşatsın bütün erdemlerini, su gibi yürüyerek en kılcal dallara yürüt.
31
32
Geçmiş ve geleceğiniz her zaman her yerde birbirine yakın olsun.
Kendinize gülümseyişinizi asla eksik etmeyiniz.
Çünkü gönül zenginliğiniz nice yeşil vadiler yaratır.
Cömert olunuz, cömertlik yalçın dağları yerinden oynatır.
Gülümseyişinizin semasında nice dolgun bulutlar bekler.
Elde midir böylesi bir mükemmelliğin karşısında erimemek? Ne mümkündür böylesi bir güzelliğe, tanrılar bile gözyaşı dökmesin! (8) Eğri bakışlarla eğriliği öğreten, eğri duruşla eğri yollar gösteren kâhin. Adaletin canını okuyan, bozuk düzenin çarkına nizam getirdiğini söyleyen, sözde kehanetin merkezinde kendini cilalayıp, boyalayıp gösteren yalancı şarlatan…
Gösterdiğin eğri yolda düzen bozuldu!
Yakınlığından korkar, yapmacık sevginden tiksinir olduk.
İkiyüzlülüğün tüm kötülükleri, güne perde gibi çeker.
Ne acılar çektirdin, biraz da olsa kalsaydı üzerimizde hatırın, işte o hatır için bu gönül nelere katlanmazdı ki? Ne vardı yani hoşgörülü ve alçak gönüllü olunsaydı, rüzgâr gibi aceleci, heyecanlı, çocukça gülüşünüz, çocukça bakışlarınız olsaydı, bir yumruk gibi birleştirici olsaydınız,
sizleri kim sevmezdi ki? Her halinizi izler, her hareketinizi gözlemlerim. Serseri mayın gibisiniz, ne zaman nerede kime çarpıp infilak edeceğiniz tam bir muamma. Duymuyor musunuz? Çakalların, sırtlanların, yarasaların çığırtkanlıklarını, kurtların ulumalarını? Bizleri bir şekilde kenara mı çekmek istersiniz? İnsanlığın onuru hiç bu kadar ayaklar altına alınıp kirletilmemişti. İnsanlık insandan hiç bu kadar derin yaralar almamıştı. İnsanlık insandan hiç bu kadar utanmamıştı. İnsanlık öylesine zorlu bir yolculuğa çıkarıldı ki, kızgın çölde kızgın kumlar üstünde böğrü açık, ayaklar çıplak aç ve libassız, ensesinde kızgın ateş, tükenmiş azığı heybesi boş, dili damağında yapışmış buharlaşmış suyu, yönü belirsiz, sonu muamma. Çobanın kavalıyla suya inip, çobanın kavalıyla uyuyan koyunlara döndük. Hiçbir sürünün bu kadar kötü bir kavalcısı olmamıştır. Bozuk semerlerle semerlenen eşeklere döndük, hiçbir eşeğin bu kadar kötü semercisi olmamıştır. Vay halimize, halimiz ki Nuh’un tufanında, İsa’nın çarmıhında, Musa’nın firavununda, Yusuf’un kuyusunda daha da beter, kıpırdayamayacak kadar bitkin, çaresiz, ölemeyecek kadar yorgun dermansızız. Kim çekip kurtarır bu yorgun ve bitkin bedeni uçurumun kıyısında. Ya düşüp parçalanacak falezlerden, ya da akıp gidecek en amansız dalgalara en katran gecelerden. Tüm güzellikler kirletilmişken, ihanetin eşiğinde olan insanlığın sevgisi, sevdası da yaralı, hem de hiç olmayacak kadar. Öylesine bitkin öylesine yorgun ki bedenim, kim indirip taşır beni acıların çarmıhında?
33
34
Heyy duymuyor musunuz? Az ses çıkarın, yersiz karmaşadan kaçının, bilmez misiniz fazla gürültü berrak düşünceleri öldürür, topal bırakır, aksak yürütür. İyilik yapmayı beceremiyorsanız, kötülük yapmaya da yeltenmeyin bari. Kötülük en umulmadık zamanda, en umulmadık yerinde vurur. (9)
De haydi, durdur zamanı durdurabilirsen,
İn zaman mekanizmasında, boşlukta yürüyebilirsen.
Kapa gözlerini yıldızlara yönünü tayin edebilirsen.
Adalet’in kılıcı hep haklının boynuna iniyorken ve adaletin terazisi hep yönünü şaşırıyorken, içinden ırmaklar akan cenneti ve de ateş çukuruna dönen cehennemi yaratmak en mantıklıca ve en kolayı olurdu ve öylede oldu. Cennetle kandırmaca, cehennemle korkutmaca inanılmaz güzel uydu. İşte şarlatan ulema takımının tamda istediği buydu. Bizler ki gerçeği yansıtmayan her söylemi irdelemeden benimseyip kabul edenleriz. Doğru olana bel bağlamaz yalanı ise baş üstünde tutarız. Buna da yoksulluğun fıtratında var dediler, ne de doğru dediler çok rahat benimseyip kabul ettiler. Doğru söyleyen kovulur, yalan söyleyen başköşeye kurulur. Ne hikmetse herkes ufak bir kırıntının uşaklığını yapma gayretinde. Oysa tüm berraklığıyla kayboldu sahiller, kırıldı son zincirdeki son halka. Sınırsızlık daralttı görüş mesafesini. Kapladı ufkumuzu kötülükle ihanet. Daraldı mekân, tükendi zaman, parçalandı insanlığın mihenk taşı. Ey şarlatan kâhin! Kehanetlerin hep sonumuzu mu çağrıştırır. Elbet bir gün şahlanacak uykulu toprak, tutacak kulağından kalk ulan kalk ayağa sekteye uğratarak kalbini alaşağı edecek, yıkıp devri devranını yerle yeksan edecek.
İlelebet kurtulacak insanlık, Nuh’un tufanında. İlelebet sıyrılıp çıkılacak, Yusuf’un kuyusunda. İlelebet duracak akan kan, Hüseyin’in Kerbelası’nda. Kol kanat açacak insanlık, İsa’nın çarmıhında. Bitecek yol yorgunluğu, Musa’nın Tur Dağı’nda. Sımsıkı sarılacak insanlık, kardeş kardeşe bağdaş kuracak, Muhammed’in otağında. İhanete dur diyecek, Ali’nin Zülfükarı’nda. Eyyyy kötülük! Yerin ve göğün koruyucu Melekleri adına, seni insanlığa mahkûm ediyorum. İsmet Şengül / İzmir 24 Temmuz 2019 *** Görsel: Cehennem Haritası (1480) – Sandro Botticelli
35
36