AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi Eylül 2019, 141. Sayı Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak Hayalperest / Oybin Harabeleri Caspar David Friedrich 1840 Arka Kapak Ren Nehri Su Arıtma Tesisi Hans Haacke 1972
Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com
www.azizmsanat.org
İÇİNDEKİLER
4 Editörden
6 10
Alma Kadının Ahı Ziza Rumas
22 26
Biraz Ahmet Ayberk Aykul
11 Eylül ve Amerikan Karşıtlığı: 11’09”01 ve Bizim 11 Eylül’ümüz Orçun Üzüm
Seni Aramak Batuhan Suiçmez
28 31
Yaşam Döngüsü 8: Sancılı Hayat İsmet Şengül
Manifesto
33
Rolüm Sevgi Nilgün Zülfü Işık
4
1- Azizm, bir grup sanatçı, bilimci ve aydının, başta sinema olmak üzere sanatı ve bilimi, Aydınlanma ekseninde geliştirmek ve yaygınlaştırmak amacıyla oluşturduğu bir örgüttür. 2- Örgütün isminin ‘‘Azizm’’ olmasının nedeni, ülkemizde araştıran, sorgulayan, okuyup tartışan; kısacası aydın kimliği taşıyanlarla, alay edercesine ‘‘azizim’’ hitabıyla yaklaşılmasıdır. Örgütümüz piyasacı, milliyetçi ve gerici ideolojilerin yozlaştırdığı, lümpenleştirdiği yığınların aydınlara saldırırken kullandığı bu hitabı kendi üzerine almıştır ve gururla isimi olarak benimsemiştir. 3- Örgüt, ‘‘sanat sanat içindir’’ anlayışının seçkinciliğe, ‘‘sanat toplum içindir’’ anlayışının ise popülizme kayabileceği tespitini yapmaktadır. Sanat ne elitist bir tavırla toplumsal dinamiklerden yalıtılmış hale getirilmelidir; ne de popülist kaygılarla gerçekleştirilen üretimlerle niteliksiz ve ortalamacı olmalıdır. Azizm Sanat Örgütü’nün benimsediği anlayış bu nedenle ‘‘Sanat Aydınlanma İçindir’’ şeklindedir. 4- Azizm, ülkemizde ve dünyada yaşanan gerici-piyasacı saldırılara karşı en önemli mücadele başlıklarından bir tanesinin ‘‘ideolojik mücadele’’ olduğunun farkındadır. Bu bilinçle hareket eden örgüt, kendi sanatsal-düşünsel üretimlerini bu mücadelenin bir parçası olarak görür
5
ve buna göre gerçekleştirir. Azizm bu doğrultuda; post-modernizme karşı, modernist sanat anlayışını, piyasacılığa karşı kamuculuğu, gericiliğe karşı aydınlanmacılığı, muhafazakarlığa karşı devrimciliği, yerelliğin yüceltilmesine karşı evrensel değerleri, emperyalizme karşı bağımsızlık ve yurtseverliği, milliyetçiliğe karşı enternasyonalizmi benimser ve bu değerlerin yükseltilmesi, yaygınlaşması için mücadele eder. 5- Azizm bu değerleri bir bütün olarak benimseyen, yaygınlaştırmak için faaliyet yürüten herkesle ve her türlü yapılanmayla dayanışma içerisinde olduğunu bildirir; bu niteliklere sahip olan kişilerin ve yapılanmaların birlikte çalışma yürütebilmesi ve üretebilmesi için çaba sarf eder. 6- Örgüt toplumsal ve tarihsel gelişmeleri sınıfsal bir perspektifle çözümlemektedir. Savunduğu değerlerin tarihsel olarak serpilip gelişebileceği yegane ortamın, emekçilerin politize oldukları ve yönetime katıldıkları, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal düzende mümkün olduğu saptamasını yapmaktadır. 7- Azizm, bütün sanat alanlarında emekten yana tavır alır; bu alanlarda gerçekleştirilen her türlü emek sömürüsünü, piyasacı-gerici saldırıları ve bunların uzantısı olarak sansürü teşhir eder, tüm bunlara karşı mücadele eder. 27 Mayıs 2007
6
EDİTÖRDEN Küresel hüküm peşindeki büyük anlatılar için boş zaman tehlikeli ve de mutlaka fethedilmesi gereken bir alan olagelmişti. Proletaryanın Godot‘yu beklercesine beklenilen uyanışı, komünist blok için bir beklenti iken kapitalist kanat adına komünizm hayaletinin öncüsü olarak olası bir tehditti. 1991 sonrası büyük anlatıların alaşağı edilmesinin boş zaman tehdidini biraz olsun azaltması beklenirdi. Ancak hayal kurmaktan, gündüzdüşü görmekten flanörleşmek daha tehlikeli bir insan özelliği olabilir mi? Şimdilerde en kıdemlisinden en kudretsizine, hemen herkesin dopdolu hayatlarıyla kuşatılmış durumdayız. Gözün gördüğünden de parlak, ışıl ışık verilerle donatılmış ekipmanlarla dopdolu hayatları röntgenlerken, dopdolu hayatlar yaşıyor, dopdolu hayat çemberinin tamamlanışına zarar gelmemesi adına – boş zaman – bırakmayacak şekilde varını yoğunu ortaya saçacak mahlûkatlar sürüsüne dönüşüyoruz. Dünyaya birer mucize olarak sunulan her yeni çocuk, iyi eğitimli, kültürlü, hobilerle donanmış, organik bir asır geçirmek üzere dünyaya getirilirken hiçbir boş zamanı kalmayacak şekilde birden çok sporla haşır neşir olup, çok sayıda müzik aleti çalabilecek ve kendisini bildiği birkaç dilde ifade ederek biricikliğini katmerlendirecek. Herkesin biricik olduğu bir dünyada biriciklik arayışı ise muhtemelen bizim gibi zeminsizlerin işi olacak. Eğer bir büyük anlatı kaldı ise, hegemonyasının bekası için kitlelerin boş zamanından endişe etmesine artık gerek yok. Yığınlar, böyle bir tehlikelinin bertaraf edildiğini gururla bildirmekteler. Yığınların dışında kalan mutlak azınlıkların ise her yıl belirli oranlarda yığınlara dâhil edildiği bir piyango (fırsat eşitliği) dünyası yüreklere su serpmeyi sürdürüyor. Böylelikle hem öteki ihtiyacı karşılanıyor hem de ötekileştirilmeye karşı gayret edilebiliyor.
Yazdıklarımızın büyük ve eleştirel laflar cümbüşüyle yola çıkıp “vay be” ya da küresel dilimize uygun olarak “wow” ses efektiyle sonuçlanan Black Mirror etkisi bile göremeyeceğinin farkındayız. Alıklıkla, histeri ile sorunumuz var. Yaz aylarının vazgeçilmez eğlencesi halini alan orman yangınları bir kez daha “aydın” kesimimiz için mastürbasyon ihtiyacını karşıladı. Yeterince boşalarak sonbahar ve kış gündemine yol alırken, saraya özel bir cumhuriyet konseri verip vermeyeceğinden hala emin olamadığımız dünyaca ünlü sanatçımızın Kaz Dağı’nda İzmir Marşı’nı çalarak kitlere “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” dedirttiği, bu slogandan, Mao’dan öcü gibi korkanlar gibi korkan hiper sivil/aşkın liberallerin ise olup biteni sessizlikle karşıladığı, “yıllar boyu neredeydiniz”ciler ile “biz buradaydık sen neredeydin”ciler arasındaki ezeli rekabetin yine beraberlikle sonuçlandığı muhteşem bir mevsim! Bir yıl değil bir ay sonra bile hatırlanmayacak olması ne üzücü. Tepkiselliği sanatsal bir üretimle zaman tehdidinden çıkartmak gibi bir dert yine görünür değil. Görünür olsa ne işe yarar sorusunu bile tartışır halde değiliz. Her şeye tanık olduğumuz ama hiçbir şeye tanıklık edemeyeceğimiz bir süreçten geçiyoruz ya da hiç geçemeyeceğiz. Hâlbuki İda’da yaşananları, Paul Ardenne’e atıfla bir dövüş sanatı olarak betimlediği antroposen sanata dönüştürmek kalıcı bir iz bırakabilirdi; bu izin hiçbir işe yaramayacağı ihtimalini de gözetmek pahasına. Gezegenin yaşamını dert edinmek gibi bir olmazsa olmaza sarılırken, beğeni ve takipleri gözetmek yerine etiği ve siyasal tercihleri sürdürülebilirlik yani bir nevi zamanı alt edecek şekilde uygulamaya ve en önemlisi üretime nakletmek imkansız ya da ütopik olmamalı. Tüm bunların başarılabilir ya da daha az iddialı bir söylemle uygulanabilir olduğu bir evre, beraberinde bizleri sanatın özüne dair asla bitmeyecek tartışmaya götürecektir ki bu tartışma nafile ömrümüzün hem daha işe yarar hem de daha işe yaramaz geçmesine yol açacaktır. Andığımız sanatsal üretimin
7
8
bakış açısına göre değişebilecek işlevselliği, Aydınlanmacı düşüncenin milatlarından Immanuel Kant’ın sanatın ancak ve ancak işlevsiz ya da amaçsız olduğu sürece özerk kalabileceği düşüncesiyle en baştan çelişmektedir. Fakat sanata bu tehlikeli olabilecek işlevselliği kazandıracak olanın sanatçı mı, sanat izleyicisi mi, temsil mi yoksa içinden geçinilen zaman/mekân mı olduğu tartışması Kant’ın düşüncesini üzerine gidebilme cesaretini sağlamaktadır. Sanat faaliyetinde bir durumu dert edinip buna yönelik söylem üretmede sanatın araçsallaştırılması noktasında Adorno’nun, Ortodoks bir yaklaşımla tasvir ve pek tabi temsil karşıtı olduğunu da anımsamak faydalı olacaktır. İkinci Paylaşım Savaşı soykırımı üzerinden hareketle, radikalliğinden hiçbir şey kaybetmemeyi sürdüren yaptırımcı söylemlerde bulunan Adorno’nun bile bir noktada felaketler üzerine sanatsal/ kültürel söz söylenebileceğine dair kabulünü de içeren cümlesi ise diğer taraftan bu ılımlı yaklaşımın bile belleksel bir felaketi tetikleyebileceği “Felaketin en uç, en keskin bilinci bile yozlaşıp gevezeliğe dönüşme tehlikesinden muaf değildir” öngörüsüyle dile gelmektedir (Adorno, Prisms içinde, “Kültür Eleştirisi ve Toplum”, Edebiyat Yazıları içinde, çev. Sabir Yücesoy ve Orhan Koçak, İstanbul: Metis, 2018). Ağır sıklet düşünürlerin görüşleri ortadayken, yalan çağını başlatan en büyük hakikatlerden 11 Eylül’ün 18. yılında, sıcağı sıcağına üretilen 11 Eylül filmlerine dair göstergebilimsel bir makale yayınlar oluşumuzu hangi örtüyle duyuracağımızdan emin olamıyoruz. Bir işe yarayıp yaramama derdini tümüyle arka plana attıysak boş zamanların yitiminden sonra geride kalan tek özgürlük gibi sırıtan, deneysel bir saikle saçmalama özgürlüğünü kullanıp niçin daha radikal bir hatta oturmuyoruz? Bu köşenin 141. kez denenmesi, yukarıda eleştiri yönelttiğimiz vaziyetlerden muaf olmamızı sağlamıyor. Aksine bir sanat örgütü adıyla hareket eden yapılanmanın acilen silkelenip gelişim göstermesine yönelik çanları çalıyor. Çanların bir süre sonra sanrısal bir hal alışı ve
bundan alınacak haz, muhafazakârlaşmadan bile daha büyük, yanılsamacı bir tehdidi, meczuplaşmayı beraberinde getirebilir. Hâlbuki meczuplaşmak çoğu zaman sahip olduğumuz aklın fazlasını talep eder. Beynin tümüyle özgürleşmesini, hayal kurmasını, boş zamanları geri almanın ötesinde boş zamanın ta kendisine dönüşmesini… Aslında hala Viktor Şklovski’nin “Bir hayat kurma ve onu düzene sokma gereğinin yol açtığı hoşnutsuzluğu arkamızda bırakmıştık; şimdi bakıyorum, mutluymuşuz da” sözleriyle (http://e-skop.com/skopbulten/ pasajlar-devrimden-sonra/5437) olabilecek en saf naiflikte ifade ettiği, insanlığın en umut vaat eden ihtimali olmayı sürdüren 1917 ve ötesinin özlemi ile arayışının peşindeyiz. Bunu, bizim de dâhil olduğumuz, kimi iddialar taşıyan oluşumlardan hangilerinin başarıp başarayamayacağını hep birlikte göreceğiz, ya da, daha büyük ihtimalle, süreç ve sonuç, hiç birimiziniz, hiç kimsenin umurunda olmayacak. Entelektüel karamsarlığın bir ihtimal aşılabilir olduğu düşüncesiyle,
Sanatla kalın dostlar.
Azizm’in Notu: Azizm Sanat E-Dergi’nin Ekim 2019 tarihli 142. sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 4 Ekim tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
9
10
11 Eylül ve Amerikan Karşıtlığı: 11’09”01 ve Bizim 11 Eylül’ümüz Orçun Üzüm
‘11 September’ Projesi içerisinde yer alan 11’09’’01 (Sean Penn) ve Bizim 11 Eylül’ümüz (Ken Loach) Kısa Filmleri Özelinde Göstergebilimsel Çözümleme
Giriş 11 Eylül saldırıları içinde en büyük tepkiyi Dünya Ticaret Merkezi aldı. Saldırıların öncesi, saldırı olayı ve sonrasında ABD’nin meşrulaştırdığı saldırgan tavırlar üzerine birçok araştırma, haber yapıldı. Bu durum pek tabi duygusal, eleştirel, yorumlayıcı ve hikayeleştirme anlamında sanat disiplinlerine de yansıdı. Saldırılar başta Amerikan toplumu olmak üzere Dünya toplumlarında çokça sorgulandı. Bu sorgulamaların temelinde saldırıya sebep olan ve bu durumu hazırlayan etmenlerin ne olduğu vardı. ’11 September’ projesi bu sorgulama kısmında sinemasal anlamda büyük rol oynamıştır. Farklı ülkelerden 11 yönetmenin saldırıları, etkilerini ve yorumlarını anlatan 11 kısa filmin en temel özelliği farklı bakış açılarının bir arada olduğu, uzun metraj film olmasıdır.
11
12
11’09’’01 ve ‘Bizim 11 Eylül’ümüz’ filmlerinin seçilme nedeni ise, • 11 film içerisinde, konuya en iyi yaklaşan iki film olduğunun düşünülmesi, • Filmlerin yönetmenleri Sean Penn ve Ken Loach’un AntiAmerikancı duruşu ve kişisel tavırları, • 2 filmin de sinemasal araçları ve göstergebilimi çok iyi şekilde kullanmaları, bu filmlerden yola çıkarak konunun bütünü ile ilgili somut örneklemeler yapılabilinmesi. Seçilen konunun sinemasal araçlar kullanılarak topluma nasıl aktarıldığını incelenecektir. İncelemeler sonucunda amaç, metaforik-metonomik anlamların nasıl kullanıldığı, sinematografik araçlarının kullanımı ve yönetmenlerin iki film özelinden göstergebilimden nasıl yararlandığıdır. Ayrıca göstergebilimin önemi somut olarak iki filmde mevcuttur çünkü iki filmde ABD gösterimlerinden çıkartılmışlardır. Amerikan kamuoyu tarafından topa tutulan 11’09’’01 için, İkiz Kuleler’e üçüncü uçağın Sean Penn’in görüntüleriyle girdiğinin söylenilmesi de yapımın, kamuoyunda ne düzeyde bir rahatsızlık oluşturduğunu da göstermektedir. 11’09’’01 Filmi Göstergebilimsel Çözümleme Künye Yönetmen: Sean Penn Senarist: Sean Penn Tür: Drama Yapım Yılı: 2002 Ülke: Dil: İngilizce
ABD
Filmin Konusu Yaşlı bir adam, evinde her şey gölgede ve karanlıktadır. Yaşlı adamın karısı hayatta değildir ve karısını solgun çiçeklerle bağdaştırır. O varmış gibi her gün onunla konuşur, umutsuzluk döngüsünde yaşayıp gitmektedir. Birden ikiz kulelerin saldırı haberinden sonra, evine ışık girer ve yaşlı adam kendi gerçeğiyle yüzleşir. *Film Link: https://vimeo.com/43576505 Bizim 11 Eylül’ümüz Filmi Göstergebilimsel Çözümleme Künye Yönetmen: Ken Loach Senarist: Ken Loach Tür: Drama Yapım Yılı: 2002 Ülke: İngiltere Dil: İngilizce
Filmin Konusu Pablo adında Şili’li bir adamın ağızından, Amerikan halkına yazılan mektup. Mektupta Amerikan’ın Şili’yi nasıl yok ettiğini anlatır ve ikiz kule saldırısına atıfta bulunulur. 11 Eylül 1973 yılında Şili toplumunun ölüm ve acılarıyla dolu yaşadıklarını, 11 Eylül 2002 yılında İkiz kulelere yapılan saldırı ile birleştirir Ken Loach, Amerikan halkının üzüntüsünü paylaşırken, bu durumu tetikleyenin ABD hükümeti olduğunu ve kapitalist, emperyalist yapısını eleştirir. Deyim yerinde ise, ‘etme bulma dünyası’ hikâyesiyle baş başa bırakır bizi. Ayrıca soğuk ve intikamcı bir söylemden ziyade, yaşanan acılara da ortak olur. *Film Link: https://vimeo.com/49270491
13
14
Seçilmiş Görüntüler Gösterge
Ekstra Sinematik Kodlar Düz Anlam Yan Anlam Boyutu Gösterilen Boyutu Gösterge Kurgu: 1,2,3 kesme cut geçiş Sinematografi: Ayrıntı Plan, Renkli Ses: Ortam sesi Mizansen: Kurulu olan saat çalar, yaşlı adam uyanır, banyoya gider elini yüzünü yıkar ve
Bu çekim filmin ilk sahnesini oluşturur. Yaşlı adam kurduğu saate uyanır ve sonra ki çekimlerden anlarız ki adam sürekli aynı saatte kalkmaktadır. Sonrasında gördüğümüz birikmiş jiletler ve adamın tıraş olması her gün tekrarlanan bir olaydır. Burada kurulu saat, birikmiş jiletler ve
hemen tıraş bıçağını alır. Daha önceden kullanılmış bir sürü jilet görürüz. Sonrasında adam tıraş olmaya başlar.
tıraş bize yaşlı adamın disiplinli bir hayatı olduğunun bir göstergesidir bu da demektir ki yaşlı adam ya devlet memuru ya asker ya polistir, yani bir devlet görevlisidir. Tüm bu anlamların sonunda daha filmin başında sonuçta anladığımız şey izleyeceğimiz filmde ki hikâyede olan kişi devlet tarafından biridir.
Sinematografi: Ayrıntı plan, Renkli Ses: Ortam sesi Mizansen: Yaşlı adam, çiçekle konuşur. Çiçeği karısı yerine koyar.
Bu çekimde yaşlı adam solmuş, kuru bir çiçeği karısı yerine koyarak konuşmaya başlar. Çiçeğin solgun, renksiz ve kötü bir halde olması yaşlı adamın içine düştüğü umutsuz yaşamın ve kötü hayatının bir göstergesidir. Sinematografi anlamında filmin genelinde (sona kadar) Mavi tonlar kullanılmıştır. Soğuk renk kullanımının seçimi burada anlatılmak istenen umutsuzluğu pekiştirmek içindir.
Kurgu: 1,2 Kesme yok kamera sola pan yapar Sinematografi: Ayrıntı plan, Renkli Ses: Ortam sesi, TV ikiz kulelerin yıkılışının haberini veren muhabirin sesi Mizansen: Televizyon haberinde ikiz kulelerin saldırıya uğrama haberi vardır. Kurgu: 1,2 kesme cut geçiş Sinematografi: Çiçek amors ve flu, yaşlı adam baş çekim Ses: Ortam sesi ve yaşlı adamın sesi Mizansen: Yaşlı adam uyanır ve günlerdir karısı yerine konuştuğu solgun çiçeğin renklendiğini görür, sonrasında çiçeği yatağa koyar ve birden ağlamaya başlar.
Bu çekimde, yaşlı adam uyurken Tv’de saldırı haberi verilir. 15 Yaşlı adam her sabah kalktığı saatte kalkmaz hala uyuyordur, disiplin yok olmuştur. Bu çekime kadar filmde karanlık bir ortam vardır ve soğuk renkler mavi tonları hakimdir ama Tv’de görülen ikiz kulelerin dumanlarından sonra ortam bir anda aydınlanmaya başlamıştır. Odaya renk gelmiştir. Bu gösterge bize ikiz kulelerin yıkılışıyla beraber aydınlığın, açıklığın, umudun ve iyiliğin gösterilmesi anlamındadır. Bu çekimde yaşlı adam uyandığında günlerdir karısı yerine konuştuğu çiçeğin renklendiğini fark eder. Umutsuzluk anlamına gelen çiçek, ikiz kulelerin yıkımından sonra renklenmesiyle bu sefer umudun göstergesi olmuştur. Yaşlı adamın çiçeği alıp yatağına koyduğu ve birden ağlamaya başladığı çekim ise, bir farkındalık halidir. Çiçeğe bakıp ağlaması, çaresizliğin ve pişmanlığın göstergesidir. Burada ki pişmanlığı ve çaresizliği başta ki sahnelerde çözümlediğimiz ‘adamın devlet yetkilisi’ yani taraflı olmasına bağlayabiliriz.
S i n e m a t o g r a f i : Bu çekim filmin son görüntüsüdür. Ev dışarıdan Saldırı sonrası güneş ışığı binayı Yarı Genel plan Ses: Ortam sesi Mizansen: Yaşlı adam ağlamaya devam eder ve binayı ışık kaplar
kaplar. Güneş ışığı her zaman umudu temsil ettiğinden dolayı, ikiz kulelerin yıkımı yeni ve umut dolu bir başlangıcı ifade eder.
16 Seçilmiş Görüntüler Gösterge
Ekstra Sinematik Kodlar Dün Anlam Yan Anlam Boyutu Gösterilen Boyutu Gösterge Sinematografi: Yarı Genel plan, kamera sabit Ses: Ortam sesi, Dış ses mektubu okur Mizansen: Adam masasında oturmuş mektup yazıyor
Sinematografi: Yarı genel plan, SiyahBeyaz Ses: Ortam sesi, Dış ses mektubu okur Mizansen: Fabrika da üretim yapan işçi
Bu çekim filmin açılış sahnesidir. Adam masada oturmuş mektup yazmaktadır. Burada adam, yönetmen Ken Loach’ı temsil eder. Mektup yazması da film üzerinden izleyiciye direk söylemde bulunmasının göstergesidir. Gösterge doğrudan ve açık bir biçimde ele alınır. Görüntü gayet nettir, sanat tasarımı anlamında gündelik bir ortam yaratılmıştır. Bu ortamın göstergesi, söylemlerin basit ve zorlanmadan söylenmesi anlamına gelmektedir. Bu çekimde sesle birlikte kullanılan bir gösterge vardır. Şili’de bir fabrikada üretim yapan kadını, huzura kavuşan insanlar olarak metonomik olarak ele alır. SiyahBeyaz görüntü arşiv görüntüsü olduğunu gösterir. Bu çekimde bir karşılaştırma da vardır, insanların huzurunu üretimle ve düzgün koşullarla birleştirir ancak ABD 1973’te bu durumu darbe destekçiliği ve işgali ile yok etmiştir. Gösterge olarak Amerika’nın yaptığı işgale bir gönderme vardır.
17
Sinematografi: Ayrıntı plan, Siyah-Beyaz Ses: Ortam sesi, Dış ses mektubu okur Mizansen: Banka tabelası Kurgu: 1,2,3 Kesme cut geçiş Sinematografi: Göğüs plan, Genel plan, Renkli, Siyah-Beyaz Ses: Ortam sesi, Bush konuşma sesi Mizansen: Bush 11 Eylül’de ki saldırıyı lanetler ve özgürlük düşmanları der. Sonrasında Amerika’nın Şili’yi uçaklarla bombalaması
Bu çekimde, Şili’nin ekonomik zorluk çektiğini söyleyen dış ses, Amerika’nın darbecilere para verdiğini ve ekonomiyi ABD’nin zayıflattığını söyler. Bu söylemi, banka tabelası göstererek, kapitalizme metaforik bir gönderme yapar. Bu sıralı çekimlerde ABD eski başkanı Bush, 11 Eylül saldırılarını kötüler ve özgürlük düşmanları der. Hemen sonrasında ki görüntüde ABD uçaklarının Şili’yi bombalamasını görüyoruz. Bu çekimlerde karşılaştırmalı bir anlam yaratırken, gösterge olarak gösterilen uçak ve sonrasında binanın yıkılışı metaforik olarak 11 Eylül’de terörist dediği ve kınadığın eylemin aynısını kendilerinin yaptığını işaret eden bir göndermedir. Aynı zamanda bu göstergeyle ABD’ye terörist demiş olup, göstergeyi dış ses ile güçlendirmiştir.
18
Kurgu: 1,2 Kesme cut geçiş Sinematografi: Ayrıntı plan, Renkli Ses: Ortam sesi, Dış ses Mizansen: Adam elindeki fotoğrafa bakarak mektup yazar
Bu çekim filmin son görüntüsüdür. Adam elindeki fotoğrafa bakarak mektup yazar. Fotoğraf metonomik bir anlam ile tüm Şili halkının göstergesidir. Mektup ise daha önce tespitini yaptığım gibi Amerikan halkına yönetmenin dış ses aracılığıyla iletmek istediği mesajdır. Burada Şili’de yaşananların fotoğrafına bakarak, Amerikan halkının acılarını insani bir biçimde paylaşma göstergesi vardır. Ayrıca ‘’Umarım bizi unutmazsınız’’ cümlesi ile saldırının ve ABD politikasının sebep-sonuç ilişkilendirilmesiyle bir sorgulama yaptırmaktadır yönetmen, tüm bunları yaparken göstergeyi güçlendirmek anlamında sesten yine yararlanmıştır.
Sonuç 11 Eylül saldırıları üzerinden ABD halkı ve Dünya halklarının ABD politikası ve varlığı üzerine yapılan sorgulamaların sinemaya yansıyan boyutunu iki muhalif yönetmen Sean Penn ve Ken Loach’un konu ile alakalı kısa filmlerini göstergebilimsel açıdan inceleme amaçlanmıştır. Göstergebilimsel çözümleme yaparken odaklanılan nokta, 11 Eylül saldırılarından yola çıkarak ABD eleştirisinin sinemada göstergebilim kullanılarak nasıl yapıldığı olmuştur. Özellikle Sean Penn’in filmi, göstergeler açısından oldukça değerlidir. Göstergeler ve yarattığı anlamlar ABD kamuoyunun da dediği gibi ‘ikiz kulelere üçüncü uçağı çarptırmaktadır’. Bu denli etkili göstergeler kullanan yönetmenin kişisel tavrı, düşüncesi
atlanamaz bir konudur. Sebebi ise yönetmen sinemasında (auteur sinemada) yönetmen, filme düşüncelerini doğrudan aktarır, kendi kişisel tavrını direkt olarak belli eder ve filmin belirleyici etmeni budur. Filmde bu durum somut olarak görülmektedir. Aynı şekilde Ken Loach içinde aynı şeyler söylenebilirken, Ken Loach göstergebilimi Sean Penn kadar kullanmamış durumda ya da sadece göstergebilimden yararlanmamış, ses unsurunu da işin içine katmış durumdadır. Didaktik şekilde dış ses yardımı ile direkt anlatmak istediğini, anlatmayı seçmiştir. İki aynı tavrın farklı anlatım yönleri bizlere Auteur kavramının niteliğini somutlaştıracak şekilde karşılaştırma imkânı veriyor.
Yönetmenlerin göstergebilimden farklı şekilde yararlanarak, hikâyelerini anlatış biçimlerinin farklı olduğu saptanabilir vaziyettedir. Kişisel ve politik olarak yönetmenler ne kadar benzeşse de ki bunu Anti-Amerikancı tutumlarında ve filmlerine aktarım başarıları denk olsa da biçimleri birbirinden farklıdır. En temel örnek, Sean Penn görüntü üzerinden göstergelerde bulunurken, Ken Loach’un ses öğesinden
19
20 fazlaca yararlandığını görülmektedir. Sean Penn kod açımlama
yöntemiyle belirli altyapısı olan insanların dilinden filmi kodlarken, Ken Loach olayları didaktik şekilde kod açımlama uğraşına girmeden her düzeyden izleyicinin anlayabileceği basit bir dil kullanmaktadır. İki film de aynı temelden beslenirken bu denli farklılık biçimleri sinema yapma seçimlerinden ileri gelmektedir. İki yönetmen de sanat sineması / yönetmen sineması yapmaktadır. Devletten asla fon kullanmayıp, kendi fonlarını kendileri yaratmaktadırlar. Bu durum filmlerinde özgürlüğe ve sonsuz sorgulamanın önünü açar burada kesin bir yargıda bulunamazken, auteur yönetmenin devlet veya kapitalist yapılardan fon alıp almaması aynı zamanda kişisel bir tercih, ahlak konusudur. Auteur yönetmenler, egemen / ana akım sinema gibi belirli kodlar üzerinden gitmezler. Belirli kodlar sistemi egemen sinemada klasik senaryo üzerinden ilerler, psikolojik olarak filmi izleyeni başka bir dünyaya yerleştirir, duygularına hitap ederler. Liderlik, zenginlik, başarı, üzüntü veya herhangi bir psikolojik yükleme yaparlar. Tüm bunları yaparken Adorno’nun bahsettiği ‘Kültür Endüstri’sini yaratır. Yaratı sürecini genelde egemen sinema / ana akım sinema ele alır. Örneğin Amerikan sineması (Hollywood) bunun üzerine kurulu bir sinemadır. Burada ki ekonomik ilişki ana akım sinemayı var edendir. İzleyici bir tüketici, müşteri olarak görülür ve yapılan filmler izleyici talebine göre tekdüze oluşur. Bu durum yaratıcılığı ve yeniliği yok eder, bu da ana akım sinemanın muhafazakârlığının temsilidir. Burada ise tüm bunlardan farklı bir bakış açısı ve kodlama vardır. İzleyici, tüketiciden çok seyirci ve yorumlayan olarak görülür. Ekonomik ilişki ana akımda olduğu gibi filmin üretimini destekleyen ana unsur değildir. Film kodları belirgin ve tekdüze değildir ayrıca yönetmen üretimin her aşamasında yer alır. Bu bakarak daha kontrollü bir sinema olduğu söylenebilir. İncelediğim iki film ve iki yönetmen Auteur kavramına girmekle beraber, filmlerinin
oturduğu zemin eleştirel ve politik bir yapıda durmaktadır. Tüm bu karşılaştırmalar filmin durduğu yeri netleştirirken, yönetmen sinemasında yönetmenin kişisel tavrının filme doğrudan etki ettiğinin ve eseri üretenden ayırmadan yorumlanamayacağının göstergesidir. Sanat sineması düşündüren, kodlama sistemi bahsettiğim sebeplerden dolayı farklı bir sinemadır, ana akım sinema kodlarına alışık muhafazakâr kitle bu tarz bir sinemaya pek tabi yabancılaşmıştır. Bu durum izler kitlenin genelde azalmasıyla orantılıdır. Bu iki filmin pazarlama stratejisi de haliyle egemen sinema gibi salon dolaşarak olmadı. Amerika’da gösterilsin diye uzun metraj yapılan 11 kısa filmi içinde barındıran ’11 September’ filminin Amerika gösteriminde bu iki film çıkartılmıştır. Bu durum filmi yani yönetmenin düşüncesini kitlelerle buluşturmaktan korkan yapıların eseridir. Fakat değişen pazarlama stratejileri ve internet ortamı sayesinde iki filmde ABD dâhil dünyada büyük kitlelere ulaşmış ve ulaşmaktadır.
21
22
Alma Kadının Ahı Ziza Rumas Phantom Thread’in Gölgesinden Esen İzdüşümler
Mantarlar (1661) – Jan Fyt
Yüreğindeki sevgiye dünyayı bulaştırdığı gün, bağışıklık sistemi evrimine inat gelişmemiş kalbinden şah damarına doğru
23 süzülen kanından dışarı sızdı sevgisi. Bünyede barınmamış nüvesini etrafındaki varlıklarda aradığı andan itibaren sevgisini sevgisinde bir kıldığı sevdiğinden de olduğundan bihaber kendini ormanların, kayalıklarının derinliklerine vurdu. Yalnızlığında buldu uzun yıllar önce kaybettiğini. Oysa sevgisinden kendisini kurban bellediğine her seferinde: “Kurban olurum sana, sevdana!” dediğinde, duyduğu: “Yaradan korusun! Yerkürede yürümeye layık kıldığının ömrünü uzun yaysın yaylağında.” keskin kılıcına karşı şu kalkanıyla duruyordu: “Hayır korumasın, ben sana kurban olayım. Çok mu canımı versem sevdiğim uğruna. Beni böyle bilsinler, sevdiği kadın uğruna canını bile feda etti desinler. O kadar çok seviyordu desinler. Biliyorum ki sana olan sevgimin ölçütü şu canım değil; ama ne yapayım, elimde bir bu var kimsenin hükümranlığı altında olmayan ve sadece bana ait olan. Ve bana aitse tamamen, yoluna adamış olmam çok bir şey değil. Elimde olsa büyük bir dağı mekânın yapar onun doruğuna evini kurar, etraftaki orman ve kayalıklardan doğal yiyecekler bulup sana getirir, emeğimin karşılığı sevgimi sunardım sana.” Birdenbire kendisini unutup, hikâyesinde kendinden delillere kanıt bulduğu ve bulunduğu kayalıkların kuytu karanlığında acısını hissettiği kadının hüznüyle irkildi. Erkeğinin nelere bulaştığını kayalıkların delikli donuk desenlerine işledi ve dedi: “İşine âşık bir koca, kocasına âşık ve ne kadar istesek de uygun sıfat bulamayacağımız bir kadın... Biri ‘Koca’ ise diğerine ne diyeceğiz? ‘Eş’ diyecek muhteremler parmağını indirmesin lütfen. “Hanım” lafını estirecekler dışarı çıksın, kapıyı patlatırcasına kapatmasın. Ulu bilgelerimiz tarihten
24 akıtarak, ilk olarak Edip Ahmet’in Atabetü’l-Hakayık eserinde ‘Koca’ ibaresi geçmekte olup ‘yaşlı ve ulu kişi’ anlamına geliyor.” diyerek kendini ele vermesin. Doğduğunda, doğurduğu noktanın en doruk yer olmasından, annesinin onu öyle çağırdığı ve ismine şayan Bülent bilgemiz: “Farsçadaki =هجاوخxwace kelimesinden Türkçeye geçmiş olup, “Koca” olarak telaffuz edilmek suretiyle “Efendi, ağa, ulu, mal sahibi.” anlamlarını barındırır.” diyerek bizi şoke etmesin. Kadına evlenilen dişi varlık olarak bir ad olamamış Türkçenin azizliğine de yıkmayın hemen suçu, yoksa zizası üzülür dilimizin. Dizimizi dövmeden dönelim işine âşık koca vasıflı erkeğe... Zanaatına zekâsını bulaştırmış bir yaşlı ve ulu kişi. Kadınlara zamanın modasını çer-çöp edercesine eşsiz kıyafetler dikip bir bütün ülkede nam salmış bir terzi. İşine olan aşkından, aşkının eline yüzüne, işini bulaştırmış bir bilge budala. Âşık olduğunu zannettiği kadının adı Alma. Kadın sadece âşık. Terzi bazen ona, çoğu zaman kendisine âşık. Hasta düştüğünde kadınına âşık olduğunu hatırlayan bir bunak. Alma, kocasının yemeğine azar azar zehirli mantar koyup hastalanmasını sağlayarak aşkta ayık olmasına çabalayan sevgi silahşoru. Ve koca sıfatlı erkek, boylu boyunca hayatın her muhtelif veçhesinde küçük düşürülmüş kadın eliyle bir hayata, bir ölüme meydan okuyor. Ne demişler dediklerinden çoğu zaman anlam çıkaramadığımız büyüklerimiz: “Alma mazlumun ahı, mantar tadında çıkar aheste aheste.”” Seni ahmak bunak budala! “Karnım da acıkmaya başladı.” mı dedin Alma’ya?
25
*** Gรถrsel: Phantom Thread (2017) Yรถn: Paul Thomas Anderson
26
Seni Aramak Batuhan Suiรงmez
27
Ah! Seni aramak başkalarında: Sürü sürü çılgın kalabalık arasında, güneşli bir denizde tanımak gözlerini, yapraksız bir ağaçta görmek tenini, her ayrılışta dudaklarına dokunmak. Ceplerimde biriktirmek en saf karları, tıpkı kirpiklerinin biriktirdiği gibi gözyaşlarını. Yüzümü sürüp toprağa hissetmek seni, lambamın ışığında yüzünü çizmek... Ve seni kuşanıp baştan sona devirmek tüm saatleri. *** Görsel: Hazır Buket (1957) – René Magritte
28 Biraz Ahmet Ayberk Aykul
-Yaa, Osman Bey diyorum ki her şey yalanmış biraz. O gözyaşları, fiyakalı sözler, vücudundaki benler falan. (evet, şu yıldızlara benzettiğim) …(bembeyaz gökyüzünde simsiyah yıldızlara) Hiçbir zaman yanılmayan Profesör Doktor Osman Albayrak Bey’in yanılması meğer insandanmış biraz. Aslında koskoca Osman Bey hiç insan tanımamış. – Aa neler söylüyorsunuz Ferit Bey! Ben ki yirmi senelik doktor, otuz sekiz farklı ırktan insanı tedavi etmiş bulunuyorum. Hiç insan tanımadığımı nasıl söylersiniz? Dediklerinize dikkat edin lütfen, teessüf ederim. – Kin tedavi edilmezmiş Osman Bey! Bundan size şikâyet de gelmemiş hiç. İşte dosyalarınız. Üzülerek bildirmek zorundayım ki yanılmaktan tutuklusunuz efendim. –Aaa…ma Ferit Bey ben denize inanmak suretiyle siz de yanılmış olmuyor musunuz? –Hayır, doktor. Şimdi de yanlış teşhis koydunuz. Bana “tutkunluktan”, yanılmaktan değil de yanık olmaktan af çıktı. –Hay ben böyle adaleti.. –Ben de Osman Bey ben de hay ben böyle adaleti... (telefon çalar) Aa Osman Bey size haber var. Şimdi Avukat Ahmet Bey aradı. İktidar Sevinç Bey’in, Hâkim Şevket Türk’ü araması suretiyle sizin “tutukluluk” kararı ikinci bir emre kadar “sürgün” olarak tahvil edilmiş efendim. Ama oradan da tekrar geri gelip göçmen bürosuna başvurmanız halinde doktorluğunuzu iki kat maaşla tahkim edebilirmişsiniz. –Yani diyorsunuz ki Sayın Ferit Selvi, her şey yalanmış biraz. –Öyle efendim öyle… Yoksa sahte mi doğru kelime? –Maalesef buna cevap verememek durumundayım Ferit Bey. (yanılmaktan korkuyorum tekrar.)
29
30
–İyi de bir şey olmuyor sonucunda yanılmalarımızın. Yırttınız işte doktor. –Olduğundan değil canım. Hay ben böyle adaleti… –Diyorum ki Osman Bey, Güneş doğarken de batışına benziyormuş biraz. –Yok, soğuk aldınız siz herhalde Ferit Bey ben diyordum ki hay ben böyle… -Hayır efendim ne münasebet! Midesi bozukların yanında kalmak suretiyle hastalıklarının bana bulaşmasına maruz kalmış bulunmaktayım. –Aman canım, siz de her şeyi biliyorsunuz madem artık ben kalkayım. –İçim kalkıyor doktor siz oturun. Aptalca aptallaştık yine biraz. *** Görsel: Et ve Kemik Pazarlığı (2019) – Christopher Ulrich
Rolüm Sevgi Nilgün Zülfü Işık
Sevme gücünü yitirmeye başladıkça, Yaşamak için gereksinimlerini, roller içinde bulmaya çalıyorsun, Sevemiyorsun çünkü. Rolün bitince, aç kalma ile başbaşasın: Dünyayı da sevemiyorsun çünkü, Sevseydin tanırdın Dünyayı değil mi? Hemen aradığını bulurdun, ona zarar vermeden! Ormanları yakmadan, vb.
31
32
Ama şimdi her şeye yabancısın, Her şeyi yeni baştan tanıyabilmen için, yeniden sevme gücün olmalı, Ama o sevme gücü gitti ve sen Onu bulma konusunda umutsuzsun! Çünkü umutsuz olmak, ‘’Eski sevgine sadık olmak’’ olarak öğretildi sana! *** Görsel: Para Bozan (1627)
Rembrandt Harmenszoon van Rijn
33 Yaşam Döngüsü 8: Sancılı Hayat İsmet Şengül Bizler ki gösteriş budalalığı yüzünden kaybettik tüm değerlerimizi, oysa bizleri güzel yapan doğallığımızdı. Doğallığıyla yaşamasını bilemeyenler, kendilerini şarlatanlar sofrasında sultan zannederler.
(1)
Benden bir halt olmaz biliyorum.
Ellerim çalıntı, kollar çalıntı.
Ayaklarım çalıntı, dizler çalıntı.
34
Ömrüm sallantıda dünyam çalıntı.
Çocukluğum bilinmiyor, gençliğim çalıntı.
Hislerim darmadağın, duygularım çalıntı.
Dermanım dar boğazda, gücüm çalıntı.
Gözlerim, duyularım, beynim çalıntı.
Dudaklarım, dilim, sesim çalıntı.
Yani diyeceğim o ki! beni ben eden her ne var ise bendeki benden, tepeden tırnağa hepsi çalıntı. Çünkü ben bu bedeni 51 yıl önce, çalıntıda kelepire düşürdüm. Çalıntı bir ömür, çalıntı bir bedenle anca buraya kadarmış
Hep yaşadık deriz ya, A dan Z ye hepsi yalanmış.
Hep birilerinin şamar oğlanlığı, hep birilerinin hamallığı, hep birilerinin yanaşmacılığı sanki bir mirasmış gibi, hep bizlere kalanmış. (2) Ya arkadaş ben istemedim ki bendeki beni, hiç tasarlamadım ki ben kendimi. Çalıntı bir ömürden, çalıntı bir bedenden dünyaya geldim. Kınalı bir mum mu yolladım, ya da ucu yanık bir mektup mu gönderdim sizlere, beni alacele dünyaya getirin diye. Görün işte acemice çalınan bir bedende anca bu kadar oluyormuş. Alın işte, ne dünya benden, nede ben dünyadan bir türlü hoşnut olamadık. İyimi ettiniz yani. Karanlık bir gecede düştüm Ana rahmine, soluksuz, dursuz duraksız Don biçtiler Eğnime.
Nede çabuk doğdum, sancılı bir gecede, sancılı bir geleceğe. Diyorum ya duyun beni, beni insanların lanetiyle yüzleştirenler.
Hiçbir günüm yok ki sancısız geçsin.
Hiçbir günüm yok ki yüzümde yusufçuklar açsın.
Sancı benim arkadaşım.
Sancı benim yol yoldaşım.
Sancı benim gönüldeşim.
Sancı benim sır sırdaşım.
Sancılı bir geleceğin duldasında bekledim hep, güneşimin doğmasını. (3) Nefesimle harladım ateşi, ben ateşi, ateşte yakarken beni, öylece seyre daldık birbirimizi. Nasıl bir döngü, nasıl bir varoluşçuluktur ki bu çalıntıda düşürdüğümüz toplama bir bedenle sonsuzluğa yol almanın hesabını yapabiliyoruz.
Zamana hükmetmenin çet raporunu çıkarabiliyoruz.
Taştan tuğladan yapılmış, çimentosu noksan, demirden yoksun yığma bir bina gibiyiz. Nasıl oluyor da üstümüze dikeceğimiz gök delenin hesabını tutabiliyoruz. Yer ve gök kan ağlıyorken, yaşamı ayakta tutan zamanın mekanizması inim, inim inliyorken, yaşam döngüsü ihanetin
35
36 kırbacıyla kıvranıyorken, nasıl oluyor da sonsuz mutluluğun, sınırsız dinginliğin hayalini kurabiliyoruz.
İnsanlık hiç bu kadar alçalmamıştı insanlığın önünde. İnsan hiç bu kadar küçülmemişti çıkar ve menfaatin içinde. Söyler misiniz bana, bundan böyle bizler nasıl biz olacağız, nasıl bir olacağız. Hangi mantık alır bu çarkına yandığımın başıbozuk düzenin yalpalayan kokuşmuş gidişatını. (4)
Senden bir halt olur diyenlere.
Ömrüm! rulmanları kırılmış tekerlek gibi, zig zag çizerken, sen hiç yaşadın mı diye soranlara dır sitemim.
Mevsimlerim, iklimlerim, ufkum çalındı.
Çocukluğum, gençliğim, hayallerim çalındı
Yerimden, yurdumdan sürüldüm köyüm çalındı.
Mamur edip yaşamları. Abad eden her ne var ise, zerresi kalmadı hepsi çalındı.
Bedenim ezildi Ruhum çalındı.
Hayatım hiç edildi ömrüm çalındı.
Emeğim sömürüldü işim, aşım, alın terim çalındı.
Yüreğim hançerlendi sevgim çalındı.
Düşürdüler dört duvara geleceğim çalındı.
Benden çalarak aldıkları her neyim varsa, haraç, mezat yağma pazarlarından, üç kuruşa hepsi bir, bir satıldı. Ben deki bu bedeni 51 yıl sonra benden çalarak kelepire düşürdüler.
En önemlisi de kıt kanaat yaşayıp giden bir Güruh sayılmışken, kıtı çoğaltıldı kanaati çalındı. Çünkü bizde alınan her ne var ise, bir avuç sahtekâr, şarlatana pay edilip dağıtıldı. Deli ceketini giydirdiler eğnimize, tımarhaneler önümüze yol edildi.
Artık ne ömre vefa yeter, nede bu kahırla, çile biter.
(5)
Ahhhh bu benim gece gebe yalnızlığım.
Merhamet, acımak, öğrenmektir ateşin adını.
sızlanmak,
insaffffff,
yanarak
Tanrı derki insanlara olan sevgimdendir cehennemi yaratmış olmam. Peki, neye göre kime ve kimlere göre. Ya algılama boyutu nasıl geliştirildi, nasıl neye göre dayatıldı, kullanıma açıldı, hangi sürek, hangi yol yordam bilmezlerin elinde oyuncak olup kullanıldı. Ya bu cehennem korkutmacılığı kimin işine daha çok yaradı. Ona bakarsan cehennemi hak edene yarar, hak etmeyene ise daha fazla zarar sağladı. Halen böylesi safsatalara inanmaya devam edecek misiniz? Oysa Dünya var etme ve yok etme mekanizmasıdır. Varlık deryasından yokluk deryasına açılan devasa bir kapı, iyilerin vahşi avcılara sürek avı olduğu bir yapıdır. Yaşam büyük bir yorgunluk, hayat ise taşınması çok büyük bir yüktür, insan olan insana. Her şey aynıdır, canlarımız oltaya takılan yemden başka hiçbir şey değildir. Gör bakalım hangi balığın akıbeti olacaksınız. En kötüsü de o oltayı tutan kirli ellerin kime ait olduğunu asla bilemeyeceksiniz. Değerini kaybeden bir zaman
37
38
diliminde yaşamaktayız. Hiç bu kadar yalnızlaşmamıştık, hiç bu kadar ayrı tutulup dışlanmamıştık. Hayallerimiz vardı birlikte can bulan, umutlarımız vardı birlikte şahlanan. İnancımız vardı, çizgilerimiz vardı, şimdilerdeyse örselendi tüm duygularımız, kurutuldu umutlarımız, karanlık düşüncelerle bozuldu geleceğe dönük çizgilerimiz. Kaybettik izimizi. Biliyor musunuz İzi kaybolanın yolu da belirsizliğe düşer. Yol yordam bilmezlerin ellerinde, halden anlamaz merhametsizlerin tuzağında, edep erkân bilmezlerin hedefinde kaldık. Kendimize dost, en iyi ilaç bildiğimiz zaman en büyük zorba takımını yetiştirip önümüze koydu, gücümüz yettiğince direndik, bizler sevgiyi, hoşgörüyü, insanlığı kalkan edindik, onlarsa kini, nefreti, kalleşlik ve ihaneti en keskin kılıç, en delici ok, en amansız silah olarak kuşanıp üstümüze yürüdüler.
Binler verdik, on binleri yitirdik tarihin her safhasında.
Güneşe bend, geceye zifir oldular.
Kirlimi kirli emelleriyle, girdiler evlerden içeri, haram edip uykuları, kuşatarak tüm düşleri, yüreklere korku, insanlığa gözyaşı oldular. Bizler ki yürüdüğümüz yolda, insanlığın geleceğine derin izler bırakarak, güneşe yol alan umudun kervanıydık, ta ki zamanın acımasız haramilerine rast gelip yağmalanana dek, bugün olmasa da yarınlarda, ektiğimiz umudun tohumları boy verip yeşerecek, gün bugün deyip güneşe boy verecek.
Bak ve iyi gör! Aydınlık ilerde iyi belle diyecek.
Unutmayın, hiçbir zorba yükselişi yoktur ki çöküşü olmasın,
Hiçbir zulmün dağı yoktur ki gün gelip yıkılmasın,
Hiçbir bezirgân saltanatı yoktur ki gün gelip yerle yeksan olmasın. Kötülük her ne kadar baskın gelse de, er ya da geç kazanan tek şey insanlık, hoş görü ve sevgi olacak. Kardeşlik onuru ise bu kazanımı taçlandıracak. Bizler ki zamanı sevgiye tutkun bilirdik, nerden bilecektik tüm zamanların kendini zalime zorbaya peşkeş çekeceğini, her aşamasını insan kanıyla sulayıp besleyeceğini, Bizler ki zamanı en iyi dost bilirdik, nerden bilecektik en büyük düşmanla saf tutup baş keseceğini, Bizler ki zamanı en iyi ilaç bilirdik, nerden bilecektik yaraya merhem yerine tuz, biber, şerbet yerine ağu sunacağını. Bizler ki zamana inandık, doğru sandığımız her şeye fazlasıyla sevdalandık, ne çare ki hiç olmayacak kadar aldandık. Zamanın kırbacı en derin izleri bırakarak ufkumuzda, acımasızca yaraladı, dağladı insanlığı. Zaman bize Ab-ı Hayat diye bardak, bardak kan içirdi, Yıldızlarımızı gözyaşı kuyusuna düşürdü. (6) Dünyanın beti benzi soldu, kendi yol arkadaşlarına, kâinat kardeşlerine ters düşecek gibi. Anlamını yitiren zaman, belirsizlik çıkmazında, Yusuf’un kuyusunda bir çıkış yolu aramakta, bulabilir mi bilmem.
Mana deryasında uzaklaşan insanlık, kurtuluş için, içinde
39
40
kaybolduğu Nuh’un gemisini aramakta, bulabilir mi bilmem. İlimden uzak bilgisizlik, orta çağın karanlık hücrelerinde gün saymakta, Muhammed’in gösterdiği ilmi gidip Çin’de bulabilir mi bilmem. Çarmıha gerilen insanlık İsa’dan medet ummakta, çarmıh İsa’ya, İsa insanlığa inayet eder mi bilmem. Yürüdüğü yolda büyük yara alan insanlık Musa’nın tur dağına sarılmakta, Necat bulup çölde kurtulur mu bilmem. İnsanlık yüzyıllardır Kerbela dan kana revan olmakta, Şah Hüseyin’in şehadetiyle, şefaati, inancı ve kararlığıyla kılıç kalkan zalime, zorbaya karşı durabilecek mi bilmem. İnsanlık bin yıllardır ki İbrahim’in hançerine kurban edilmekte, yeter deyip de kellesini sunaktan kurtarabilir mi bilmem. Biraz umut olsun isterdim, umut, sadece istemekle olmadığını umudu büyütmeyi bir kenara bırak sadece yeşertebilmek için bile çok üstün bir çaba ve gayret sarf etmek gerektiğini çok iyi anladım. Sadece sözde değil özde olmalı. Özde olmayanın söyleyecek bir sözü de kalmaz. (7) Merhabalaşıp el sıkıştık dünyayla, toprağın toprağım, havan nefesim, suyun can suyumdur dedim. Seni sen edip, beni kendinden var edip, beni ben eden sen, sen benimsin, ben de senin deyip helalleştik. Yolum sensin, yolcun ben yürüdüğüm yollarında sana sadık kalacağıma söz veriyorum, sana ihanet edersem özüm kurusun,
kanım çekilsin, canım çürüsün. Bana, sunduklarının bir benzeri dahi yoktur, sana değer biçilemez, ederinin sınırı yoktur.
Mecburum sunduğun hayata tutunarak yaşamaya.
Mecburum sunduğun tüm güzellikleri paylaşmaya.
Ne dünya tek kişilik, nede sunulan hayat. Paylaşımcılık, eşitlik Dünyanın özünde var, Evren bu kurallar üzere işler. Bunu bir türlü algılayıp anlamayan insanoğlu tüm evrenin sadece ve sadece kendi ekseninde dönmesini ister. İşte bu doyumsuz istektir ki bütün değerleri yerle yeksan edip güzellikleri delik deşik eder. Oysa mecburuz birbirimizi ve bizi biz eden tabiat anayı koruyup kollamaya, insan olan insan yol arkadaşına karşın ihanet içinde olup kahpelik yapar mı, yapmaz ve yapmamalı da. (8)
Hoş gördün dünyam! Ben sana geldim.
Hoş bulduk dünyam! Seni ben, beni de sen bildim.
Yarım adımlık ömrümde çalıntı bir hayatla belki de sana yol yorgunluğu olacağım, ama senin alçak gönüllülüğün taşır benim bu yükümü biliyorum. Hele bir kahve içimi de olsa soluklanalım, kırk yıl hatırı varsa kahvenin ben sana kahve deryası getireyim, belki tadından, tuzundan güzel bir hayat bahsedersin bana, ne dersin olur mu senece. Çokça adil bir teklif olmasa da insanız, insan olan hep güzel şeyler murat etmeli ki yaşadığı çağlara, yaşadığı tüm güzellikleri, kazandığı tüm erdem ve değerleri, kirletmeden bırakabilsin.
41
42
Ne dersin doğruluk payım azda olsa var diye düşünmeden edemiyorum. Hele bir şeyler söyle, öylece durma, silkinip de at artık, üzerindeki köhnemiş ruhları, doymak bilmez sıçanları. Belli ki bir kahve fincanı bile çok gördün bana, daha yolun yarısında ben benden gider oldum. Peki, ben, benden gidersem senden nasıl kalabilirim ki. Haydi! bilgeliğinle aydınlat beni, merhametinle donat, sevgiyle doldur göğüs kafesimi, çatırdasın insanlığın döşü, taşırsın zaman mekanizmasına, kötülükten yana her ne var ise yok edip tetik düşürsün insanlığın nişangahına. Ben senin her şeyine talip oldum, ne sunduysan bugüne dek pek çoğu hoş olmasa da kabülüm dür dedim. Çaresizliğin kuyusunda, kabuslarımın çarmıhında, vahşetin kan deryasında, ölümün amansız sunağında, uçsuz bucaksız çöl sıcağında, hiç dinmeyen tufanında artık kurtar beni, bitsin bu tutsaklık, bitsin bu sonu belirsiz yolculuk. İneceğim durak huzura dursun. Çile gah ın olan bedenime güzel bir son olsun. Ey Tabiat Ana! önüm olmasa da sonum gür olsun. (9) Oysa senin bizlere sunduğun her şeyin kerametini kendimizde sandık, aşırı kibirlendik aşırı derce de kendimizi beğendik, ayaklarımızı yerden kesildi, kendimizi kendimizden, kendimizi senden dışladık. Oysa değişmeyen tek kural, tek değer sendin, sadece sende mevcuttu hep verili olmak. Vakti gelmeden almak insana düştü, bütün değer ve erdemlerin bir, bir çökertildi. Geride kalan doymak bilmez fil gibi egolarına yenik düşen çok sayıda güruhu insan oldu. Biz kaybedeli bizdeki seni, sendeki bizi, binlerce yıl oldu hiç düşünmeyeli. Sen ise, büyük bir sabır, inanç ve özveriyle
43 bekleyip durdun hep yeniden öze dönüşmemizi. Özüne ters düşen varoluşuna ihanet edeceği gibi bir avuç zorbaya yapacağı köleliği de kendisine sunulan bir lütuf olarak görürmüş. Benim yorgunum.
yorgunluğum
sen
değilsin,
ben
kendime
Benim bezginliğim sen değilsin, ben kendime bezginim.
Benim kırgınlığım sen değilsin, ben kendime kırgınım.
Kafam sana değil, kendimize bozuk.
Biz kuruttuk coşkun akan ırmakları.
Bizler yaktık bütün ormanları, bizler kıydık ağaçlara.
Bizler sığamadık ne dağlara nede ovalara.
Bizler kıydık bütün canlılara.
Bizler kirlettik tüm güzellikleri ve doğayı.
Ne doyduk verdiklerin le, nede doyurabildik birbirimizi verdiklerimizle. Ne yetinmesini bildik payımıza düşürdüklerinle, nede yetinmesini bildiler bizden götürdükleriyle.
Dört yanımız yangın yeri, her yanımız zifiri zindan.
Kim yakacak bu meşaleyi, her yanımızda yılan çıyan.
(10) Dünyanın derinliklerinden kopup gelen kükreyişleri iyi dinlemelisiniz. Bu kükreyişlerdir ki gelmekte olan bütün
44 felaketlerin habercisi. Kendini her şeyin üstünde sayan sen,
dur durabilirsen sana doğru gelen bütün yıkımların karşısında. Uçurumlardır lanetin öfkesini üstümüze kusan ve insan, insanların feryadından, acısından bana ne der. Çağırıyor beni insanlığın zamanı, darda kalan mıdır, yolda olan mıdır bilinmezliğin çıkmazında olan. Bilinmezliğin ötesi belirsizlik, belirsizliğin ötesi ölüm taşır avucunda. Kimin sofrasına sunar, kimin kucağına kor orasını kestiremeyiz. Doğanın adaletini saymazsak, insanlarla alakalı iki adalet biçimi vardır. Biri zengine, diğeri fakire göre, biri zalime diğeri mazluma göre. Ezilene sunulan adalet metelik bile etmezken hakkaniyetliğin kefesinde. Diğeri ise metelikle ayakta tutar kendisini. Adalet mülke temel olacağına, mülk adalete hüküm eder olmuştur. Hal böyle iken, Adaletin terazisi neyi tartar, neyi tartmaz, neyi alır, neyi almaz, neyi kollar, neyi dışlar. Mülke temel olamayan Adalet tersten inşa edilmiş binaya benzer. Adaletin “A”sı hoştur da gerisi boştur. İnsanlığın kaderi bir avuç zorbanın dahlindeyken, adaletin kılıcı bir avuç zalimin elindeyken, adaletin hesabını nasıl neye göre yapabiliriz ki. (11) Zorbalıkla elde edilip, başarı olarak nitelendirilen, kanla kazanılan sözde zafer utanç kaynağı olarak nitelendirilip yâd edilmelidir. Oysa günümüzde kanla elde edilen kazanımları en çılgın kazanç olarak gören ve benimseyenler vardır. Bu en aşağılık çürüyüp, köhnemiş bir anlayış biçimi ve sadistçe bir duygudur. Hayvanlar bile böylesi bir kazanıma yeltenmezken, insanlar ise doymak bilmez hırslarının getirdiği vahşeti işlemekten zerrece perva etmezler.
Doğadaki en güçlü hayvanlar dahi, gücün bile bir noktaya kadar yarar sağladığını o noktadan sorasının ize zarar vereceğini algılayıp, aklın ve zekânın önünde boyun bükerler. Akıl ve zekâ en sağlıklı en zararsız kazanımların ön ayağıdır, başlangıcıdır. Zorbalık la elde edilecek olan kazanımların sonu karanlıktır, belirsizliktir.
Kan ve gözyaşıyla beslenirler.
Eti kemiği devleştirirler.
iliğine
kadar
sömürerek
saltanatlarını
Savaşların kazanıma dönüşmesini yıkımla elde etmeye çalışırlar. Yersiz ve nedensiz savaş, kontrol süz kullanılan kaba güç, şereften yoksunluktur. Şerefte ki mevcut ağırlığı hissedip taşıyamayanlar şerefsizlik ten asla vaz geçmezler. Şeref ve ahlaktan uzak yaşamayı seçenler bela deryasında kıyıya çıkmayı ret ederler, böylesi bir tercih hakkını bile kendilerinde bulamazlar. Kendini güvende hissedemeyenler, nasıl olurda çocuklarına güvenilir bir gelecek bırakabilirler ki. Kendi yarınlarını şekillendiremeyenler, çocuklarının yarınlarına nasıl yön belirleyici olabilirler ki. Kişi ilk önce kendisi, yani ben olmalı aksi halde çokta samimi ve inandırıcı olamaz zaten. İlerici mantıkla kurulamayan bir gelecek, sonun başlangıcı olur, güçlü bir usla şekillendirilemeyen gelecekteki çocuklarının ahvali en güçlü, en sağlam yürekleri bile yıldırır.
45
46
Dünya ve tabiat Ana ne bireysel, ne şahıslara, nede azınlıklara özel değil toplumsal bir bağlılık ve paylaşımcılık içerisinde yaşanmalıdır. Sağlam atılan temeller geleceğin menzilini oluşturur. Kendisi hayatta olmasa bile oluşturduğu bu güvenli yolun çocuklarını ve yaşamlarını güvenilir yarınlara, engelsiz mesafelere, varacakları menzile taşıyacağını iyi bilir.
Yol meşakkatli, yol uzun, tükenmesin soluğu sabrınızın.
Unutulmamalı ki,
Kaygıdan uzak olan yaşam en güzel yaşamdır.
Özünden ayrı, toplumdan kopuk yaşayanların, Ahlaki değerleri de çöker. Ahlaki değerlerini yitirenler, fitnelikten başka hiçbir şeyi düşünemezler. İkiyüzlü riyakâr, cilalı, boyalı sahtekâr takımının arasında bulunmaktansa, dağdaki keçi çobanlarının arasında yaşamayı yeğlerim. Şarlatanların sofrasında divan durmaktansa, insanlığın urganında salınmayı tercih ederim.
Oysa,
İyilik ve merhamet bu toprakları çoktan terk etti. Barış ve kardeşlik terimleri dilleri zehirler oldu.
Ne yazık ki,
Çorak topraklara terk edilmiş göçebelere döndük.
Her şey sahteleşip bozuldu, her şeyden, herkesten kaçar olduk.
Sizlere sesleniyorum.
İçinizde birikmiş olan tüm kötülükleri öldürün.
Unutmayın ki, sindirilmiş zaman katran gecelerin orospusu olur.
Peki ya sindirilmiş insanlar.
***
Görsel: Parça Tesirli Baş Ağrısının Acısı (2012)
Agnes Cecile
47
48