AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi Ekim 2019, 142. Sayı Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak Gökbilimci Johannes Vermeer 1668 Arka Kapak Joker Todd Phillips 2019
Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com
www.azizmsanat.org
İÇİNDEKİLER
4 Editörden
6 10
Oza Ahmet Ayberk Aykul
Radeon Orçun Üzüm
36 39
Ve Kadın! İsmet Şengül
Joker: Kahkahalar Eşliğinde Gayri Ciddiyetin Tasfiyesi Onur Keşaplı
28 30
Kuyuköy Kıssası Ziza Rumas
Manifesto
45
Yaşam Öfkesi Efe Eğilmez
4
1- Azizm, bir grup sanatçı, bilimci ve aydının, başta sinema olmak üzere sanatı ve bilimi, Aydınlanma ekseninde geliştirmek ve yaygınlaştırmak amacıyla oluşturduğu bir örgüttür. 2- Örgütün isminin ‘‘Azizm’’ olmasının nedeni, ülkemizde araştıran, sorgulayan, okuyup tartışan; kısacası aydın kimliği taşıyanlarla, alay edercesine ‘‘azizim’’ hitabıyla yaklaşılmasıdır. Örgütümüz piyasacı, milliyetçi ve gerici ideolojilerin yozlaştırdığı, lümpenleştirdiği yığınların aydınlara saldırırken kullandığı bu hitabı kendi üzerine almıştır ve gururla isimi olarak benimsemiştir. 3- Örgüt, ‘‘sanat sanat içindir’’ anlayışının seçkinciliğe, ‘‘sanat toplum içindir’’ anlayışının ise popülizme kayabileceği tespitini yapmaktadır. Sanat ne elitist bir tavırla toplumsal dinamiklerden yalıtılmış hale getirilmelidir; ne de popülist kaygılarla gerçekleştirilen üretimlerle niteliksiz ve ortalamacı olmalıdır. Azizm Sanat Örgütü’nün benimsediği anlayış bu nedenle ‘‘Sanat Aydınlanma İçindir’’ şeklindedir. 4- Azizm, ülkemizde ve dünyada yaşanan gerici-piyasacı saldırılara karşı en önemli mücadele başlıklarından bir tanesinin ‘‘ideolojik mücadele’’ olduğunun farkındadır. Bu bilinçle hareket eden örgüt, kendi sanatsal-düşünsel üretimlerini bu mücadelenin bir parçası olarak görür
5
ve buna göre gerçekleştirir. Azizm bu doğrultuda; post-modernizme karşı, modernist sanat anlayışını, piyasacılığa karşı kamuculuğu, gericiliğe karşı aydınlanmacılığı, muhafazakarlığa karşı devrimciliği, yerelliğin yüceltilmesine karşı evrensel değerleri, emperyalizme karşı bağımsızlık ve yurtseverliği, milliyetçiliğe karşı enternasyonalizmi benimser ve bu değerlerin yükseltilmesi, yaygınlaşması için mücadele eder. 5- Azizm bu değerleri bir bütün olarak benimseyen, yaygınlaştırmak için faaliyet yürüten herkesle ve her türlü yapılanmayla dayanışma içerisinde olduğunu bildirir; bu niteliklere sahip olan kişilerin ve yapılanmaların birlikte çalışma yürütebilmesi ve üretebilmesi için çaba sarf eder. 6- Örgüt toplumsal ve tarihsel gelişmeleri sınıfsal bir perspektifle çözümlemektedir. Savunduğu değerlerin tarihsel olarak serpilip gelişebileceği yegane ortamın, emekçilerin politize oldukları ve yönetime katıldıkları, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal düzende mümkün olduğu saptamasını yapmaktadır. 7- Azizm, bütün sanat alanlarında emekten yana tavır alır; bu alanlarda gerçekleştirilen her türlü emek sömürüsünü, piyasacı-gerici saldırıları ve bunların uzantısı olarak sansürü teşhir eder, tüm bunlara karşı mücadele eder. 27 Mayıs 2007
6
EDİTÖRDEN
Büyük anlatıların yitimi sonrası, büyük olaylara dair köktenci veya sekter çözüm önerileri yerine genel geçer, akılcı olduğu kadar histerik, doğruluk payı ölçüsünde tatminkâr olan söylemler havuzundan çıkılamaz hale gelindi. Olup biten her şeye dair söz söylemek ancak bütüncül en ufak bir algıya sahip olamamak şimdiki zaman çerçevesine hapsedilen türümüzün kaderi gibi. Bunun, geniş zamana taşınıp taşınmayacağını öngörmek çok zor olmamakla beraber umutsuzluk aşılamamak adına susmak belki de daha doğru olur. Parçacıklar halinde olduğundan bihaber, holistikmişçesine davranışa geçen mahlûkatlar olarak modernizmin evrenselliğine ve estetik modernizmin zekâ katsayısına acilen ihtiyaç duymaktayız. Ne ilginçtir ki bu ihtiyaç, postmodernizmin hızlı sevicileri ve sahiplenicileri arasında bile farkına varılmış durumda. Yakın geçmişte gururla sahip çıktıkları akışkan ve şekilsiz akımlarının önce adını ardından içerdiklerini artlarında bırakırken, “çağdaş” ve “güncel” sözcüklerini kirleten zümre, bir süredir üzerinde tepinmelerine rağmen biçeminde arzu ettikleri deformasyonu sağlayamadıkları modernizme/moderniteye bulanmaya çalışıyor. Manasız elitizmin günah çıkartma aygıtlarından olan ve bir kez daha Gezi mizahı sonrası evrede popülizm peşinde koşan İstanbul Bienali’nin bu yılki küratörü (Türkçesi ‘kollayıcı’ olarak önerilen bu sözcüğü havalı anlaşılmazlığından çekip almanın zamanı gelmedi mi?), eskinin hiper postmoderni Nicolas Bourriaud’ın çevreci mastürbasyonu bir kenara, altermodern kavram denemesi adı altında modernizmi yeniden – ancak köklerinden söküp atma uğraşıyla – keşfe çıkması göz ardı edilmemeli. Eskişehir’de tek başına modern durabilecekken inşa edildiği yer itibarıyla postmodernliğin kitabını yazan Odunpazarı Modern Müze’nin, Recep Tayyip Erdoğan
ve Jonathan Bree’yi aynı potada eriten/eritemeyen açılışına bakıldığında “modern” sözcüğüne geri dönüşün ne yönde bir kılıf işlevi görebileceği aşikarlaşıyor. Çevreci mastürbasyon demişken; uluslararası gündeme gelip popüler kültür öğesi olan Greta Thunberg gibi kimi çevreciler üzerinden dönen tartışmaların yüzeyselliği ve haklı ya da haksız söylemlerin önüne çekilen imajı, niyeti vesilesiyle süregelen didişmelerin ahmaklığı kısırdöngüden başka bir şey üretmiyor. Bu vaziyetin birileri tarafından talep edilir oluşunu göz ardı etmeden, çevre konusunu etraflıca, diyalektiğe uygun olacak şekilde tartışabilir alanlar açmak zorunda olduğumuzu düşünüyoruz. Bu, Azizm Sanat Örgütü olarak belki bizleri aşabilir. Dirimbilim Günlüğü, Kızıl Sopası ve zaman zaman Editörden köşelerimizde elimizden geldiğince bu başlığa değinmeye çalışsak da en nihayetinde bir sanat örgütü olarak haddimizi aşmadan sathı müdafaa yapmanın daha doğru olacağını düşünüyoruz. Ancak bu bizi okumalardan ve tartışmalardan uzak tutmuyor. Bir yandan Kazdağları Sanatçı Dayanışması’na destek olurken, diğer taraftan Kerem Cankoçak’ın İklim Değişikliğinde Madalyonun Öteki Yüzü adlı makalesinde ortaya koyduğu verileri ve örnekleri dikkate alıyor, destekleyecek ya da çürütecek verileri talep eder hale geliyoruz (http://www.insanbu.com/Felsefe-Haberleri/788iklim-degisikligi-tartismalarinda-madalyonun-oteki-yuzu). Zira bütüncül düşünebilme ve evrenselleşebilme gayesiyle yeniden bir büyük anlatı inşasına girişilecekse bunun yapay zekâ kadar türümüzün sosyal zekâsını da hesaba katacak şekilde, yönelim ve eğilimlerinin akılcı bir tutumla ele alınabildiği bir zeminde kurgulanmasını istiyoruz. Büyük anlatılar çağının bittiği yalanı ve o yalanla beraber gururla sloganlaştırılan postmodernizmin ötesi ve sonrasına öyle ya da böyle geçmiş bulunmaktayız. Etraf, hiç bu kadar bulanık, bulanıklıktan sızan sermaye ise bu denli pastel
7
8
ve “eğlenceli” olmamıştı. Sınıfsal tahakkümün en sırıtık ve sempatik halleri, en saldırgan sarışın ve badem bıyıklı sürümleri sayesinde kendilerine varlık sebebi bulabiliyorlar. Ancak bu bile, Hollywood ve DC gibi iki dillere destan muhafazakâr ve düzen kollayıcısı şirketin bile, Todd Phillips yönetimi ve Joaquin Phoenix sahnelemesiyle çarpan Joker filmi vasıtasıyla kitlelere, hayırsever palavrasını, – elbette reform çerçevesinde – düzen eleştirisini ve bırakın devrimi reforma bile imkân tanımama halinde nelerin özneleşebileceğini, neredeyse estetik modernize bir biçimde iletiyor. Filmin önemini içeren kapsamlı eleştiri ile beraber bu ay güzü, yetkin öykü ve edebi metinlerle içselleştirmeyi sürdürüyoruz.
Büyük anlatıların “daha iyi”leriyle örülmek adına,
Sanatla kalın dostlar.
Azizm’in Notu: Azizm Sanat E-Dergi’nin Kasım 2019 tarihli 143. sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 6 Kasım tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
9
10
Joker: Kahkahalar Eşliğinde Gayri Ciddiyetin Tasfiyesi Onur Keşaplı
Anlatısı kadar anlatı becerisini de yitirmekte olan Hollywood’un, kendisini en başta var etmiş sistemin güncel gereksinimleri neticesinde yaşadığı bu tıkanıklığı, oldukça yüzeysel fakat getirisi yüksek çizgi roman uyarlamalarıyla açmayı denediği, açamadığı ancak sürekli ötelediği, bir döneme tanıklık ediyoruz. Görsel efekt tekniklerinin yeni bin yılla beraber gösterdiği süratli ve radikal gelişmelerin macera, bilim kurgu ve fantastik türlerin gerçekleştirilmelerini kolaylaştırılması, her üçünü de içeren ve on yıllardır ABD’de ve dünyada takipçileri artış gösteren çizgi roman filmlerinin, yapımcılara güvenli bölge sağlamasından hareketle bir alt türe evrilecek kadar yaygınlaşması eşyanın tabiatına uygun. Bir zamanların baskın türü westernin, gayri resmi salon işgallerini anımsatacak şekilde, tüm dünyada salonları kapatan çizgi roman filmleri, ne var ki western gibi hudutları belli, tutucu bir türün sağladığı çeşitliliği bile sağlamaktan uzak.
ABD’nin sözde ileri demokrasisinin, devlet yönetimini belirleme noktasında dayattığı yalnızca iki seçenekten biri seçme özgürlüğünü, çizgi romanda da yaşatan DC ve Marvel şirketlerinin mutlak hükümdarlıkları, eninde sonunda başa dönmeye ve yeniden çevrimlere mahkûm bir kısır döngüyü de beraberinde getiriyor. Postmodernitenin postmodernitesi gibi saçma bir vaziyete yol açan bu çıkışsızlıkta, DC ve Marvel arasında bir asra yaklaşan ezeli rekabetin meraklılarına sunduğu özgürlük, serbest pazar ekonomisini bile utandıracak ölçüde yanılsatıcı kalıyor. Kitle hareketlerinden korkan ve onları karalamaktan vazgeçmeyen, ancak ve ancak sistem içi eleştirelliğe ve reformculuğa – yalnızca gerektiğinde – alan sağlayan egemen zihniyetin, cahil bıraktığı yetmezmiş gibi iç ve dış tehditlerle ürküttüğü yığınlarını ihtiyaç anında kurtaracak kahramanların insafına bıraktığı bu gerçeklikte, çizgi romanlar biçilmiş kaftan. DC ve Marvel’ın bu doğrultuda benzer düşmanlara karşı benzeşen kahramanlar ortaya çıkarışı, kapitalizmin hayal gücü yoksunluğuna dair ipuçları taşıyor. Ares ve beraberinde Yunan mitolojisini içeriğine katan DC’ye, Thor ve Loki sayesinde İskandinav mitolojisiyle karşılık veren Marvel, dış tehdidi sonsuzluk taşları ve Thanos adlı bir titanla kurgularken, aşağı yukarı aynı boyutlarda bir kötü olan Darkseid’ın kutuları DC evreninin en büyük dış tehdidi oluyor. Birbiriyle tümüyle aynı üstün güçlere sahip kahramanlarını, birbirlerinden aşırarak açıkça çalan ve yoluna devam eden bu iki şirket, süper güç yerine süper zenginlikle örülmüş üstün zekâları da es geçmiyor. Marvel’ın sevilen kahramanı, zengin, zeki ve çapkın Tony Stark’ın personası Iron Man’in* DC’nin zengini, zekisi ve çapkını Bruce Wayne’in personası Batman’dan esinlenişi ise görmezden gelinemeyecek kadar bariz. Batman’ın, özentisi Iron Man’e nazaran çok daha karanlık bir olay örgüsüne sahip oluşu ise, aslında iki şirket arasındaki yegâne farka işaret ediyor; DC daha yetişkin işi iken Marvel ağırlıklı olarak gençlere hitap ediyor.
11
12
DC’nin Superman’i (1978) ile beyazperdeye taşınan çizgi roman rekabeti, 1980’lerin ortasına uzanan Superman filmleri (1980, 1983) ve Tim Burton’ın oldukça kült ve zamanı için karanlık Batman (1989) uyarlamasıyla ilk iki on yılın DC’nin hanesine yazıldığı bir döneme tekabül ediyor. 1990’lar, Batman ile açılan kapıdan ilerleyen DC’nin giderek çocuksu ve ciddiye alınamayacak kararlarla ucuz karikatür halini alan devam filmleri (1992, 1995, 1997) ortaya koyarak üçüncü on yılı da galip kapatırken türü bir süreliğine görmezden gelinecek bir seviyeye düşürdüğü dönem olarak akıllarda kalıyor. 2000’lere gelindiğinde ise, önceki on yılda iflasın eşiğine gelen Marvel’ın, Bryan Singer X-Menleri (2000, 2003) ile, türü ve şirketi yukarıya taşıyacak hamlesi yeni çağın da habercisi oluyor. Bu, yalnızca çizgi roman filmlerinin altın çağını açmakla kalmayan, aynı zamanda 11 Eylül saldırıları ve Ortadoğu savaşları ile yaşanan küresel gerilimin, sinemada macera filmlerine getirdiği ciddi/gerçekçi yaklaşımın çizgi roman uyarlamalarında da uygulanması sonucunu doğuran bir hamle. Devamında Marvel’ın en sevilen kahramanı Spider Man’ın, Sam Raimi gibi usta bir yönetmen tarafından sağlam uyarlamalarla (2002, 2004, 2007) başarı sağlaması karşısında DC, en güvenilir kartını işin maestrosuna teslim ederek dördüncü on yılı da rakibine kaptırmamayı başarıyordu. Christopher Nolan’ın Batman üçlemesi (2005, 2008, 2012) çizgi roman türü ve ötesinde dönemin sinemasının en yetkin yapıtları olarak göze çarparken, söz konusu karanlık, ciddi ve gerçekçi çizgi roman filmleri olduğunda Batman ve DC ile yarışmanın pek de mümkün olamayacağının altını çiziyordu. Ne var ki Ortadoğu savaşlarının bölge ülkelerine bırakılışı, akabinde yaşanan göç ve mülteci krizleri, refah yanılsamasının hiç olmadığı kadar sahte bir şekilde ekonomik krizler altında kalışı, tüm dünyada başkaldıran kalabalıkların artışı, sinemada
macera türünde ciddiyetin yerini iyi ve hoş vakit geçirme amaçlı, bilinçli sabun köpüğü ve gayri ciddiyetin talep edildiği/ettirildiği yeni bir döneme yol açıyordu. DC’nin Batman’e nazaran daha popüler fakat daha aydınlık kahramanı Superman’e getirdiği karanlık ton (2013) izleyiciler tarafından reddedilirken, Marvel’ın sabırla ördüğü Avengers (2012, 2015, 2018, 2019) ve etrafında süregelen muazzam sayıda film, dönemin hafif, eğlenceli ve alabildiğine gayrı ciddi taleplerine karşılık veren, 13-18 yaş hedef kitlesini tüm dünyada yakalayarak bir zamanların batık şirketini sadece çizgi roman dünyasının değil Hollywood’un en güçlü yapılanması haline getiriyordu. İlk defa bir on yılı rakibine teslim eden DC’nin, henüz Nolan’ın Batman’ı hafızalardayken, kendi kimliğini hiçe sayacak şekilde Marvel’ın karşısına aynı banal ve çocuksu tonlarla çıkma kararı ise gişede ve eleştiride olumlu bir karşılık alamazken Süperman Batman’e Karşı (2016) gibi kült hikâyelerin 18 yaş altı bilet satışları için harcandığı mutlak bir başarısızlık dönemi oluyordu.
13
Hal böyleyken, sinema salonları bir an olsun çizgi roman 14 uyarlamasız bırakılmazken, Hollywood’un kıdemli ve nüfuzlu – ve de yaşlı – kuşağından Spielberg’in bu furyayı western gibi günün birinde bitecek şekilde yorumlaması, Scorsese’nin seviyeyi yükseltirken düşürerek Marvel filmlerini sinema olmaktan ziyade tematik oyun parkları olarak betimlemesi (Edelman, 2019), söz konusu alt türün bıktırma noktasında ne kadar yol aldığını kanıtlıyor. Fakat 2019 Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan alarak üç büyük sanat festivalinde en iyi film seçilme başarısı gösteren ilk çizgi roman filmi olan Joker’in güncelliği, yeni bir dönemin kapılarını aralamış olma ihtimali taşıdığı kadar bunu yaparken kendisini temellendirdiği referanslarla da fark ve yenilik yaratabileceğe benziyor.
Batman hikâyelerinin baş kötüsü olan Joker, bitmek bilmeyen kahkahaları, kaostan beslenişi, öngörülemez ve tahmin edilemez oluşuyla çizgi roman dünyası ötesinde tüm popüler kültür ve sinema tarihinin de en ünlü kötü karakterlerinin başında geliyor. Bunda şüphesiz Joker karakterini, Burton Batman’inda Jack Nicholson’ın, Nolan üçlemesinde ise Heath Ledger’ın birbirlerinden tümüyle bağımsız sahnelemelerle ancak olağanüstü oyunculuklarla canlandırmalarının payı büyük. Öyle ki, her iki
filmi de Joker filmi olarak değerlendirmek mümkün. Her bir 15 yeni uyarlamada kimin Batman olacağından çok kimin Joker olacağının tartışılır oluşu ve her yeni isme, önceki oyunculuk resitalleri üzerinden çekinceyle yaklaşılması, Joker’in ne kadar görkemli bir kült figür halini aldığını kanıtlıyor. Batman’in Joker’siz, Joker’in ise Batman’siz olamayacağı gerçeğine değinen, Lego Batman Filmi (2017) bu açıdan çocuksu olduğu kadar fazlasıyla doğrucu. DC’nin yitirdiği on yılın kapanışında bu kez en büyük kötüsünü oyuna sürmesi, hem de bunu Batman olmaksızın salt Joker ile yapması cesur bir hamle. Ancak filmin içerdiği cesaret bununla sınırlı değil.
16
Sinema tarihinin en kötü işlerinden Suicide Squad’da (2016) Jared Leto’nun canlandırılışıyla hatırlanmak bile istenmeyen Joker fiyaskosunu sürdüremeyeceğini fark eden DC’nin, sürdürülemeyecek olanı sıfırlama babında kaynak hikâyeye dönüşü, Joker’in nasıl Joker olduğunun anlatıldığı, hiçbir yenilik taşımayan ancak yeniliklere yol açabilecek bir filme imkân tanıyor.
Yönetmen koltuğunda, Felekten Bir Gece filmleri (2009, 2011, 2013) ile Starsky ve Hutch (2004) gibi sulu güldürülerle tanınan Todd Phillips’in konuşlandığı Joker, Nolan üçlemesinin gerçekçi, karanlık ve hayli ciddi atmosferinin devralındığı, hedef kitlesinde çocukların ve hatta gençlerin bile olmadığı, yetişkin işi bir dram. Metot oyunculuk yönteminin günümüzdeki en başarılı uygulayıcılarından olup, yer aldığı her filmde adeta
gövde gösterisi yapan Joaquin Phoenix’in canlandırdığı Joker, öylesine gündelik ve güncel yaşamdan geliyor ki onun bir çizgi roman karakteri olduğuna inanmak, seyredilen imajların bir çizgi roman filmi olduğuna inanmak kadar güç. Phillips’in çoğu filminde birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Lawrance Sher ile bugüne dek Charlie Kaufman ve Wes Anderson gibi daha özgün ve ayrıksı yönetmenlerin işlerinde yer almış sanat yönetmeni Mark Friedberg’in filmin dokusunu beslemenin ötesinde bizzat kurguladıkları Joker, gotik karanlığını adında taşıyan DC’nin kurmaca kenti Gotham’ın 1981’inde geçiyor. Öyle ki, aşağıda yönetmenin öykünme örneklerini sıralarken akla gelebilecek postmodern sinema yeniden çevrimi hissi, kostüm ve renk düzenlemesinin başarısıyla da Joker’i bir yeniden çevrim kolajı yerine esaslı bir dönem filmine çeviriyor. 1981 yılını ise filmde sinemalarda gösterilen Brian De Palma’nın Blow Out’u gibi filmlerden yakalayabildiğimiz bu tarih, elbette rastgele seçilmiş bir arka plan değil.
17
18
1980’lerin başı, ABD’de muhafazakâr Cumhuriyetçi Parti’nin, o güne dek pek deneyimlenmemiş ölçüde muhafazakâr ve popülist/gayri ciddi adayı Ronald Reagan’ın Beyaz Saray’da iş başı yaptığı, kapitalizmin tüketim odağını tümüyle içselleştirerek serbest piyasa ekonomisinin insanlığın mutlak kaderi haline getirilmeye başlandığı, Sovyetlerin aciz yöneticilerle Soğuk Savaşı yitirirken sosyalizmin bir seçenek olmaktan çıkartıldığı bir dönem. Ülkemizde gerçekleşen ve tarihin belki de en başarılı darbesi olan 12 Eylül’ün bölgemizi, eş zamanlı olarak Margaret Thatcher’ın Birleşik Krallık’ta Reagan ile aynı politikaları uygulayışının Avrupa’yı da yuttuğu, günümüzde en karanlık sonuçlarını hemen her başlıkta yaşamakta olduğumuz karanlık ancak ışıltılı ve pastel bir dönem.
Phillips’in Joker’i, Gotham’ın yeni belediye başkanını seçmeye hazırlandığı, gelir dağılımındaki adaletsizliğin ayyuka çıktığı, işçilerin grevler gerçekleştirdiği, ekonomik krizin zenginleri değil ancak sosyal hizmetleri ve beraberinde yoksulları vurmaya devam ettiği bir atmosferde şekilleniyor. Zenginlere yönelik tepkilerin arttığı bu dokuda Joker’e dönüşme sürecini
gözlemlediğimiz Arthur Fleck, annesiyle birlikte yoksul bir semtte yaşayan, palyaço işinden kazanmaya çalıştıklarıyla çocukluk hayali olan tek kişilik güldürü gösterilerine adım atma hayalini kuran, psikolojik rahatsızlıkları neticesinde terapi ve ilaç tedavisi alan bir yetişkin.
Bu noktada DC ve Batman evreninin ideolojik geçmişini hatırlamakta fayda var. DC, rakibi Marvel’a kıyasla daha yetişkin işi olduğu kadar nispeten daha düzen yanlısı öykülemelere ev sahipliği yapan bir şirket. Batman ise sınıfsal arka planı alenen kodlanan, sermayenin en üstünde yer alan bir varis olarak yozlaşmış ve suça bulanmış Gotham’ı bir dedektif edasıyla temizlemek ve halkı korumakla yükümlü bir kahraman, bir intikamcı. Ailesini bir cinayetle, gözlerinin önünde yitiren Bruce Wayne’in karanlıkta yol alan bir yarasaya dönüşmesi oldukça çekici bir kahraman izleği sağlıyor. Ancak Batman ne zaman Joker ile karşılaşsa kahramanlığının belli ölçüde lekelendiği gözlemlenebiliyor. Joker, adeta bir turnusol kâğıdı ya da ayna görevi görerek Batman’in o yok etmek için savaştığı yozlaşmışlığın, suçluluğun bir parçası olduğunu ortaya koyuyor. Ancak Batman’in grileşmesi, Joker’in uçlardaki sergilediği kötülükler sayesinde asla olumlanmaması
19
20
sonucunda sistem içi yüzeysel bir eleştiri ötesine geçmiyor. Nolan üçlemesinde ikinci halka olan Kara Şövalye’de Joker’in sistemi Wayne ve Batman gibi kahramanlar ve Falconi ve diğer kötülerle beraber topyekûn imha etmek istemesi, onu anarşist bir teröriste dönüştürürken, Batman’in onu alt edebilmek için, Orta Doğuyu yalanlarla kan gölüne çeviren Bush politikalarına yaslanarak terörle mücadele altında insanların özel yaşam özerkliğine müdahale edebilecek ve hatta öldürmeme kodunu bile göz ardı edebilecek bir gözü dönmüşe evrilmesine yol açıyordu. Nolan’ın uyarlaması burada sonlansaydı Batman’e yönelik eleştirel bir okumadan söz edebilirdik. Ancak üçlemenin son halkası Kara Şövalye Yükseliyor’da, Batman’e özel hayat ihlali nedeniyle tavır alan, Morgan Freeman’ın canlandırdığı Fox karakterin hiçbir şey olmamışçasına yerli yerinde oluşuyla başlayan düzen korumacılığının, ABD tarihinin en büyük kitle başkaldırısının ucuz bir alegoriyle taşlanmasına aracı olması, Nolan Batman’inin muhafazakârlığının altını çiziyordu. O dönem Wall Street’i İşgal Et hareketini vesilesiyle, yüzde birlik zengin kesimin ulusal gelirin büyük bölümüne el koymuş olması, yüzde 99’luk çoğunluğun 2008 krizinin yükünü sırtlanmayı reddetmesine yol açıyordu. Böylesi haklı bir hak talebine, filmde kötü karakter Bane’i borsaya saldırtarak ve halkçı söylemlerle yağmacılığı kışkırtarak kara çalan Nolan’ın tercihleri aslında DC ve Batman evreniyle örtüşmekteydi.
Phillips ve Phoenix’in Joker’i, Batman’siz bir Gotham’da Bruce Wayne’in milyarder babası Thomas Wayne’in başkanlık yarışına hazırlanırken halkı aşağıladığı, küçümsediği ve neredeyse filmin kötü adamına dönüştüğü başkalaşmış bir DC evrenine tekabül ediyor. Film yalnızca Joker ile empati kurdurmanın ötesinde, Joker aracılığıyla nüfuzlu kesimlerin halk ile empati kurma noktasında isteksizlikleri ve vurdumduymazlıklarıyla ilgili derdini dile getiriyor. Bunun vardığı noktayı, her ne kadar kimi cinayetler ve yağmalamalar şeklinde dışa vurdurarak olumsuza çekilebilecek bir sonuç ile gösterse de sonuçların nedenlerinin, nüfuzlu azınlığın hegemonyasındaki sistemden kaynaklandığını ısrarla vurgulayarak en hafif tabirle ne ekersen onu biçersin söylemini akla getiriyor ki bu bile DC ve Hollywood için oldukça radikal bir tavır.
21
22
Bugüne dek çizgi roman sayfalarında ve beyazperdede yardımsever kurban olarak yansıtılan Wayne ailesinin, sadık ve sevimli uşakları(!) Alfred de dâhil olmak üzere, Joker’de alabildiğine sevimsizce canlandırılmaları, bugüne dek bir uşağa sahip olmaları gibi garip alışkanlıklarını perdeleyebilecek hayırsever davranışlarıyla bile üzeri örtülemeyecek boyutta. Filmde başkanlık yarışını bağış gecesiyle taçlandırmak isteyen Wayne’in zengin yakınlarına Chaplin’in tam da bu sınıfı eleştirdiği Asri Zamanlar’ı (1936) izletir oluşu ve bu gösteri arasında filmdeki en kötücül tavırlarını takınması, yönetmenin iletisini ayyuka çıkartma tercihleri olarak okunabilir. Fakat filmin yönetim becerisi ve zekâsı, içeriği kadar biçimiyle de kendisini gösteriyor. Scorsese’nin Taksi Şoförü (1976) ve Kahkahaların Kralı (1982) filmleriyle benzerlikler taşıyan Joker, yönetmenin IMDb röportajında ifade ettiği üzere Scorsese ötesinde, 1970’lerden 1980’lerin başına uzanan dönemde, Sidney Lumet’in öncülüğünde sisteme eleştiriler yönelten gerçekçi ve karanlık filmlerden Köpeklerin Günü (1975) ve Şebeke’nin (1976) de dokusunu sahiplenmiş durumda (IMDb, 2019). Aleni göndermelerin ötesinde sinematografik açıdan, ışık gölge zıtlıkları söz konusu olduğunda tercihleri, renk yelpazesinin pastel ancak kirli tonları, kamera hareketlerinin ağırlığı filmi gerçekten de o yıllarda bir çizgi roman uyarlaması çekilse nasıl olurdu sorusunun yanıtına dönüştürüyor. Metro sahnelerindeki kurgu becerileri de eklendiğinde Joker, klasik anlatıda yılın ve dönemin en iyi filmlerinden biri halini alıyor. Denis Villeneuve’nün Geliş’inin (2016) yanı sıra Reha Erdem’in Jin’inin (2013) de müziklerinde imzası bulunan İzlandalı sanatçı Hildur Guðnadóttir’in Joker’in film müziğindeki başarısı kadar, böylesi başarılı bir işitsel kanalın Arthur Fleck ve çocuk yaştaki Bruce Wayne’in bu düzlemde ilk karşılaştıkları sahne gibi destansı olması beklenen bir anda kısılışı, yönetmenin ne denli ölçülü ve sade bir estetik peşinde olduğunu sessizce vurguluyor.
23
Ne var ki klasiği aşabileceği aşamalarda Phillip ve ekibi daha fazlasını sağlamıyor. Hâlbuki öykündüğü filmler bu açıdan daha cesurlardı. Scorsese, Taksi Şoförü’nde, kariyerinin en dikkat çekici yıllarındaki yıldızı Robert De Niro’nun kimi sahnelerinde, filmin gerçek öznesinin kamera olduğunu hatırlatacak şekilde başrol oyuncusunu kadraj dışında bırakabiliyordu. Phillip ise Joker’de bu fırsatı bir iç gece sahnesinde, Arthur’un kendisini buzdolabına sakladığı anda yakalıyor. O esnada kameranın, filmin öncesi ve sonrasında olduğu gibi gövdesiyle birlikte ağır ağır yaklaşımını bir üst seviyeye çıkartıp öznesinin dolaba gizlenmesini fırsat bilerek gizli özneleşebileceği bir devinim sağladığı görülüyor. Gerilimin de had safhada olduğu bu sahnede sanki amatörce kesilmiş gibi duran geçiş ne yazık ki buradan doğabilecek özgünlüğü gerçekleştirmiyor. Filmin sayılı noksanlarından olan, anlaşılırlığını perçinlemek adına yer yer bağırganlaşması veya adı lazım olmayana anlatır gibi bir verinin altını görsel olarak tekrar tekrar çizmesi ve hatta geriye dönüş gibi yaşlı tercihlerde bulunması Joker’in genel dokusuna yakışmıyor. Fakat tüm bu eksiklikler, filmin nerede biteceğine karar verilememiş gibi duran ve aklımıza çoklu finalli, gözyaşı saldırganı Çağan
24
Irmak filmlerini getiren sonu ile kıyaslandığında hafif kalıyor. Joker, ilk olarak canlı yayın stüdyosunda, ikinci olaraksa halk başkaldırısının ortasında kahraman edasını perçinlediği yerlerde zirveyi görmüşken nokta koymak yerine ısrarla yeni bir sahne ile süresini uzatırken bırakacağı izi ve etkiyi seyreltiyor.
Phoenix’in vücut deformasyonuyla zenginleştirdiği Joker’in, daha önce hiçbir oyuncunun karakter ile bu kadar çok filmlik zamana sahip olmadığı gerçeğini de not düşerek, bugüne kadar ki en başarılı ve doyurucu Joker sahnelemesi olduğunu söylemek mümkün. Politik tavrını sistemin yok saydığı, ezdiği, duygudaşlık ve özdeşlik kurmaktan kaçındığı çoğunluk ile kurarak Hollywood kıstasları için cesur davranan film, psikolojik rahatsızlıklara devletin ve sınıfsal ayrım gözetmeksizin çoğunluk yıkıcı yaklaşımını da gözler önüne
sererek önemli bir iş kotarıyor. Michael Moore’un Hasta (2007) adlı belgeseliyle alenen belgelendiği üzere, yer kürenin vatandaşlarına en kötü sağlık hizmetini sunan ülkesi ABD’de psikolojik ve ruhsal hastalıklardan muzdarip bireylerin nasıl bir kötücüllükle, zorluklarla, adaletsizlikle ve ikiyüzlülükle baş başa bırakıldıklarını, hem de bugüne dek bunun en kötü sürümlerinden biri olagelen Joker karakteriyle yapmaya kalkışarak, ötekilere duyarlı davranışlar çağında mutlak ötekinin kimler olduğunu hatırlatan film, aslında bu başlıkta en değerli hüviyetine bürünüyor.
25
Venedik’te büyük ödül ile herkesin dikkatini yine herkesi şaşkına çevirerek çeken Joker, Trump döneminin ABD’yi ve dünyayı sürüklediği post truth çağının akıldışılığı noktasında, çizgi roman dünyasında olsak bile asıl tehditlerin dünya dışı veya başka boyutlarda seyreden düşmanlardan değil, gündelik hayatı
26
kuşatan sistem ve onun nüfuzlularından kaynaklandığını, kendi sınırları dâhilinde mümkün olduğunca cesurca dile getiriyor. Ana karakterin psikolojik gelgitleri eşliğinde yer yer hayal ve gerçek arasında sınır ihlalleri meydana getiren filmin eleştirelliği, ABD solu tarafından - Reagan’ına Wayne’ler üzerinden getirilen dolaysız alegorik yaklaşım örneğinde olduğu gibi – elbette yeterli bulunmuyor (Freedman, 2019). Ancak Joker’in henüz gösterime girmeden ABD sağından tepki görmesi, bireysel silahlanma yanlılığıyla bilinen aynı kesim tarafından şiddeti özendirdiği iddiasıyla kötülenmesi hatta asla izlenmemesine yönelik gülünçleşen propagandaların yapılması (Pirrello, 2019), böylesine yüzeysel ve reformcu eleştirilerin bile sistemin özü itibarıyla ne denli tehlikeli olabileceğini göstermesi açısından ilgi çekici. Joker, belki de bu kez yalnızca muhafazakâr düşmanı Batman için değil Batman’in temsil ettiği sistemin bütünü için ayna görevi görerek belki de yeniden ciddileşme geçirecek olan macera türü ve genel olarak Hollywood’da, sulu gayri ciddiyeti, kahkahalar eşliğinde tasfiye edecek. Bunun doğru olup olmadığını, hatta Joker evreninde Batman’e dönüşecek bir Bruce Wayne’i izleme şansımızın yüzdesini ise yakın gelecekte hep beraber göreceğiz.
Kaynakça Edelman, G. Scorsese Says Marvel Movies Are ‘Not Cinema’ As ‘Joker,’ Based on His Work, Opens Wide, No Film School, 4 Ekim 2019. https://nofilmschool.com/scorsese-marvel-movies Freedman, A. It’s Morning in Joker’s America, Jacobin Mag, 1 Ekim, 2019. https://jacobinmag.com/2019/10/joker-reagan1981-martin-scorsese-king-comedy Pirrello, P. You Shouldn’t See ‘Joker’ This Weekend, No Film School, 4 Ekim 2019, https://nofilmschool.com/joker-movieshould-you-see-it Does ‘Joker’ Exist in a Scorsese-Verse of Films?, IMDb Originals, https://www.imdb.com/list/ls025720609/videoplayer/ vi4003249945?ref_=tt_vd_jok_jkt1_i_1 *Bu yazıyı kaleme alırken, karakter adlarının Türkçesini kullanıp kullanmama konusunda çekinceler vuku buldu. 1990’larda ekranlarda çizgi filmlerini izlerken Demir Adam, Örümcek Adam olarak andığımız karakterlerin 2000’lerle beraber Türkçeden uzaklaştırılarak anne karnında Iron Man ve Spider Man’e dönüştüğü noktada yenilgiyi, belki de popülizm adına kabul ettik. Hâlbuki Kedi Kadın ve Penguen kullanımları, Cat Woman ve Penguin yerine hala tercih edilir durumdaysa, Batman için Yarasa Adam Joker içinse Şakacı da pekâlâ kullanılabilir olabilirdi. Fakat bunun için kadim aşağılık hissi karmaşamızdan kurtulmamız gerek. Bu yazının buna dair bir hedefi olmadığı gibi Azizm Sanat’ın da bunu sağlayacak ya da tetikleyecek bir nüfuzu bulunmuyor.
27
28
Oza Ahmet Ayberk Aykul
Yaşayamıyorum, ondan bu yazamayışlarım. En son ne zaman kendimi oynadım bilmiyorum ama nasıldım unuttum çoktan Yapma gülüşlerden, hassasiyetimden de bıktım. Ne olurdu sevseydin beni? Selam Zoya, belki de Oza’dır adı? Şimdi güz gibi yaprak döker benliğim. Hapsolur sarılığına saçlarının Ve bütün Rus kadınları ağlamaklı olur güz gelince Ağlamaklı olur gülünecek halime
Yağmurlar suyunu söndürmek için yağar kalabalıkta gözlerimin Ve bence kimse yağmurda ağlamamalı Daha güzel olana saygı için. Aynı anda nefes almalı kalabalık, birlikte bağırmalı Ve tıkır tıkır dönmeli çarkı devrimin Selam Zoya, belki de Oza’dır adı? Günler istendiği zaman geri gelmeli, İyice uzaklaşınca takvim yapraklarında artık unutmalıyız Sırf daha iyi izlemek için Gün batımını bugünün Ritimsiz sözler söylenmemeli sonra Kötü çünkü çirkin sözleri sevgilinin Daha kötü oysa ritimsizliği sessizliklerin Selam Zoya, belki de Oza’dır adı? Elleri öylece bana bakmalı güzel kadınların İnce düzgün parmakları Oza’nın Sırrını bulmalıyım yaptıkları ulvi işlerin Nasıl yaratılır bugün, Nasıl yok edilir yarın Selam Zoya, belki de Oza’dır adı? *** Görsel: Dingin (1890) – Nikolay Dubovski
29
30
Radeon Orçun Üzüm
İçerisinde olduğum zaman hakkında pek bir bilgim yok, zaman önemini yitirdi benim için. İki günümün birbirinden farkı yok, randevum yok, bekleyenim yok, yapacak bir işim, kendimle ilgili planlarım yok. Kral Flip ölmesin diye tanrıya yalvarıyorum güneş batmadan her gün, ne kadar kudretli, sabırlı ve akıllı. Kendisini sevmiyorum aslında, nefret edebilmeyi öğrensem nefret bile ederim ondan, ama ölmesin. Ölümünü düşündüm çok zaman cenaze törenini kusursuzca planladım tam 28 farklı rüyada, ama ölmesin. Herkese bağırıyor izliyorum onu, bazılarını öldürüyor
bazılarına işkenceler yapıyor, ama ölmesin. Hükmetmek güç gerektirir derdi babam sana saygı duyulmasını istiyorsan korkutacaksın, baskı kuracaksın derdi, acımayacaksın kimseye diye öğütler verirdi bizlere, ölmesini istemedim hiç sırtına saplanan paslı bir hançerle öldü, abim ölmesin. Krallığın başkenti Radeon burası, yönetenlerin coğrafyası. En bilgililerin, en azizlerin ve en kendini bilmezlerin! Yalanlarla örülmüş samimiyetsiz ilişkiler var burada. Kral abimin ve arkadaşlarının istediğini öldürdüğü, onlardan başka kimsenin önemli olmadığı bir yer burası. Yapılan çok savaştan sonra duygular toprağın altına kazınmış, sevgi bilmez duygusuz robotların şehri Radeon. Bir kralda bulunması gereken hiçbir nitelik bulunmuyor bende, zaten buraya da ait değilim ben, sadece bu sebepten, abim ölmesin. Bugün yolculuğa çıkıyorum daha önce gitmediğim iki şehri denetlemekle görevlendirildim. Sanırım sebebi kralın kardeşi olmam, kendimi Flip’ten sonra gelecek kral olarak tanıtmam gerekiyor. Yumku şehrine gelir gelmez şehrin muhafızları karşıladı beni etrafımda çember oluşturup halktan uzak tuttular. Yine bir odaya hapsolmuştum. Görevimi ciddiye alıyordum, şehrin huzurunu denetlemek önem sıramda başı çekiyordu. Dışarıya çıkmak insanlarla konuşmak istedim, izin vermediler. Başkent ve Krallık yetkileri ilk defa işe yaramıştı yanımda 5 muhafız ile odadan ayrıldım. Her adımımda birilerinin öldüğünü gördüm. Kadınlara tekme atıyorlardı, çocuklara tokat. Korktum, çok korktum. Halk kendi kendine bu denli şiddetle davranıyorsa kral şehrinden gelen bir yetkiliye neler yapar? Tanıdıkları insanların, yakınında duranlara, ihtiyaç anında ulaşabilecekleri insanların, olası bir sarsıntıda birbirine sarılacağı o insanların alıp veremedikleri neydi? Peki ya ben? Ben sadece korkuyordum. Gezintiyi biran önce bitirip şikâyet ettiğim dört duvara geri döndüm, şikâyet ettiğim dört duvar meğer bir sığınakmış o an anladım. Sorular sormaya başladım kendime, bana neden dokunmadılar? Kral şehrinden
31
32 geliyordum beni dokunulmaz yapıyordu bu anlamsız yetki.
Krallığın gücünü hücrelerimde hissetmeye başlamıştım. Bu güçten rahatsız oluyordum. Şehrin yetkilileri benden bir şeyler söylememi bekliyordu, karşımda dikilip gözlerime sert bakışlar atmalarından belli oluyordu. İnsanlar dedim, neden bu kadar kinli birbirine kısa bir gezintiye göre fazla dehşet verici olaya tanık oldum sebebi nedir? Sizin için diye cevap verdi yetkili. Nasıl yani? Anlayamamıştım. Gördükleriniz, krallığın kurallarına karşı çıkıyorlardı ‘şehrin huzur ve güvenini bozuyorlardı’ dedi. Toplumda düzeni sağlamak için bilinenin aksini söyleyeni öldürüyorlarmış. Aksi halde şehir isyancıların eline geçer ve krallığa karşı ayaklanırmış. Küçük çocukları sordum onlarda mı krallığı ele geçirecek neden kötü davranılıyor? Şimdiden disipline ediyoruz diye cevap verdi sıradan bir surat ifadesiyle, 5-10 yıla kadar büyüyecekler düşüncelerinde sisteme karşı bir ağaç büyümemeli dedi. Sistem dediğinin bizim aile olduğunu anlamıştım, fakat anladığım bir şey daha oldu o an. Ailemize karşı gelenler yaşamayı hak etmiyordu. Ben tüm olanların bilincinde olmayarak söyleyebilirim ki vicdanım şimdiye kadar hiç konuşmamıştı benimle, dört duvar ayna olmuş bana yıllarca kendimden başkasını görememişim meğer. Artık biliyordum istemsizde olsa insanlara yaşattıklarımı biliyorum ve ne yazık ki sevgili ailem bunları benden çok çok önce biliyordu. Şimdi tekrar dua ediyorum tanrıya, abim ölmesin. Geçirdiğim en uzun geceydi, düşüncelerimi ilk defa kontrol edemiyordum. Gördüklerim aklımdan çıkmamakla beraber aileme karşı nefret geliştirmemi sağlıyordu. Hala nefret etmeyi bilmiyordum ne yazık ki. Bir şekilde sabah oldu denetlemekle görevlendirildiğim diğer şehir olan Timun’a bir tarafın gitmek istiyor diğer tarafımsa Radeon’a gidip dört duvarıma kapanmak istiyordu, ikiye bölünmüş gibiydim. Yumku’dan ayrılırken yolluk olarak bir adet umutsuzluk vermişlerdi, yolculukta bolca sindirdim. Döndüğümde denetlemiş olduğum şehirlerin raporlarını Kral
Flip’e abime sunacaktım nasıl yapacağım hakkında bir fikrim 33 yoktu. Kızıl dağı aştık, önümüzde Timun şehri ve arkasında uçsuz bir deniz vardı. Şehre indiğimde beni karşılamaya gelen tek bir kişi oldu. Şehrimize hoş geldiniz, şaşkınlığınızdan anladığım kadarıyla Timun’a ilk defa geldiğiniz anlaşılıyor isterseniz önce şehri gezelim sonra denetimleri yaparsınız, dedi yetkili. Şaşkınlığımın sebebi şehre ilk defa gelmiş olmam değil, beni tek bir kişinin karşılaması ve bir odaya kapatmıyor oluşuydu aslında. Şehirde gezinirken sorma ihtiyacı hissettim neden tek başınıza karşıladınız beni? Muhafızlar yok yanımızda güvenli mi şehirde yalnız dolaşmamız? Tek başıma karşıladım çünkü benim işim sizi karşılamak ve diğer herkes kendi işiyle ilgileniyor ayrıca muhafızlar şehir kontrol altındayken şehir içinde pek görülmezler onlara her şey yolundayken pek rastlamayız, dedi yetkili. Gezintiye devam ediyorduk fakat ortalıkta ölen, öldüren, şiddet gören kadın ya da çocuk yoktu. Gördüklerim olgun insanların çalıştığı, küçük çocukların ise eğitim aldıklarından ibaretti. Şehrin yetkilisi bir süre sonra yapacak işlerim var, bir ihtiyacınız olursa herhangi birine söyleyebilirsiniz diyerek yanımdan ayrıldı. Tek başıma kalmıştım, bu sefer dört duvar arasında değil bir şehir gezintisindeydim. Karamsar ruhum yerini özgür bir ruha bırakmış gibi hissediyordum. Çocukların yanına gittim nasıl eğitim aldıklarını izledim, kadınlarla sohbetler ettim, uçsuz denizin tadını çıkardım. Kendime yapacak bir iş bile buldum, oduncunun kırdığı odunları istifliyordum yardım ettiğim için mutluydum. Yumku şehri geldi gözümün önüne, aklımdan geçenler dilimden süzülmüş olmalı ki oduncu Anterreon Yumku şehrini unut burası Timun ve Timun yaşamaya değer özgür bir şehir dedi ve ekledi burada kendimizi yönetiyoruz isteklerimizi söylüyoruz, tartışıyoruz, sonunda en doğrusunu buluyoruz. Başka bir şey söyleyeni öldürmüyor musunuz? Ailemin söylediklerine karşı çıkanları mesela? Düşüncelerini söyledi diye Timun’da kimse kimseyi
34
öldürmez genç adam dedi. Ailenle değil kendi ailelerimizle kendi toplumumuzla ilgileniyoruz çünkü burada sen ve ailen değil biz yaşıyoruz dedi. Geldiğim yer güçle yönetiliyor, Yumku ise güce sadık yönetiliyor. Burada güçlü olmanın hiçbir anlamı yok mu yani? Var tabi ki bak odun kırıyorum diye alay etti benimle Anterreon. Güç aklını kullanamayanların dayanağıdır dedi son odunu kırarken. Gözlerime baktı bir süre sonra, Krallığın başkenti mi? Yumku Şehri mi daha iyi? Diye soru sordu. Başkent dedim tereddüt etmeden. Neden? Başkent buraya daha uzak diye cevap verdim. Gecenin nasıl geçtiğini anlayamadan sabah olmuştu. Mutlu şekilde ayrıldım Timon’dan, geldiğim yere krallığın başkenti Rodeon’a doğru yola koyulmuştum. Yolda denetlediğim iki şehrin raporlarını hazırlamaya başladım. Önümde iki farklı şehir, iki farklı toplum, iki farklı sistem ve iki farklı yönetim vardı. Yumku ailemin gücünün sadakatçisiydi ve öğrettiğimiz sistemle yönetiliyordu. Timon ise ailemin ne istediğini umursamayıp kendi toplumuna sahip çıkıyor, kendi üretimlerini yapıyor, kendi istedikleri şekilde yönetiliyorlardı. Yumku’da muhafızlar vardı Timon’da gerek yoktu. Yumku’da ölüm vardı şiddet ve kaos vardı, Timon’da ise huzur ve mutluluk. Yumku’yu Timon’dan ayıran belki de tek hatası benim aileme olan sadakatiydi. Ailem, yüce krallık(!) güçlüydü Yumku’da ki kötülüklerin sebebi krallıktı biliyordum ama Timon’daki mutlulukta krallığın bir katkısı yoktu. Yumku’nun sadakatinin sebebi belki de şehir yönetimindeki Joha’nın kralın yakın dostu olmasıydı. Her şey yerine oturmuş gibiydi. Sistem yanlıştı, ailem yanlıştı düzeltilmesi gerekiyordu bunun için de tek yol Kral Flip’in ölmesiydi. Dualarım artık tersine döndü, kral olmamın zamanı gelmişti. Gereken vicdan ve aklın bende olduğuna inandırmıştım kendimi bir kral için yeterliydi bu iki nitelik.
Kral şehrine döndüğümde eskisinden farklı biriydim. Yıllardır içinde olduğum dört duvara artık sığamıyordum. Kral Flip’in karşısına çıkmıştım sonunda, ona gördüklerimi anlattım ve ekledim Yumku’ya olanların suçlusu sen misin? İnsanların ölmesinin, çocukların şiddete maruz bırakılmasının sebebi ailemiz mi? Evet dedi Kral Flip. Sistemin devamı için insanlar ölür, çocuklar kafasında yanlış düşünceler varsa şiddete maruz kalır. Gözlerine 5 saniye kadar baktım, sonra dedim ki sistemin başında yani ailemizin başında senin olman mı sebep oluyor tüm bunlara? Büyük bir özgüvenle evet dedi. Kral benim, sistemi şuan ben devam ettiriyorum. Yanına iyice sokulup ‘Belki de sistemin değişmesi gerekir’ dedim. Duaların kabul olmasını beklemek istemediğimden, yanımda bulunan paslı bir hançer ile Kral Flip’in yok oluşuna kendim karar verdim. Yumku’da tüm gördüklerimin öcünü almış gibiydim. Beni oraya gönderen Kral Flip’di. Gitmeden önce her gün ölmesin diye dua ettiğim abimi şuan kendim öldürdüm. Bir kralda bulunması gereken nitelikler artık mevcut bu bedende, buraya ait olmamın zamanı geldi, çocuklara atılan tokatlar cezasız kalmayacak, sistem değişecek Timun şehri referans olacak krallığa, yaşayabilecek tüm düşünceler, sadece bu sebepten ‘Abim öldü’… -Meursault*** Görsel: Irinaland Over the Balkans (1971) – Friedensreich Hundertwasser
35
Kuyuköy Kıssası
36
Ziza Rumas
İki gündür vücuduna yayılan acıyı bedeninden dışarıya dağıtma muradıyla hanımına dönerek dünkü gün hutbede imam efendinin bahsettiği Yusuf kıssasından anlatmaya heveslendi. “Hanım, kardeşleri Yusuf’u kuyudan su alsın diye indirdikten sonra, nasıl oldu da onu orada unutup babalarına döndüler, hiç aklım almıyor,” deyince, hanımı “Allah bilir imam efendi nasıl anlattı da sen bu kadarını hatırlıyorsun. Hem benim bildiğim unutmamışlar, suyu içtikten sonra kin ve kıskançlıklarından bilerek orada bırakmışlar,” dedi. Bunun üzerine seksenlik çınarın “Öyle deme hanım, hangi evlat kardeşine yapar bunu?” sorusuna “Bak iki gündür hastasın, altı oğlun bir kızın var, canından can verdiklerinin altısı değil de bir tek şu kızcağızın sabahtan beri yanımızda. Babasına reva gördüğünü kardeşinden mi sakınır erkek taş kalbi, velev ki...” yanıtını bitiremeden bir ömrü yanında tükettiği kocasının tavan kirişlerine bakınan gözbebeklerinin gün misali alt göz kapaklarına batışına müteakip başının yastığa düştüğünü gördüğü gibi kızına seslendi “Piroz, abilerine haber ver, baban iyi değil!” Kızı, gelip de babasının halini görünce sekiz yaşındaki oğlu Azad’a dönüp “Yavrum koş dayılarına haber ver, gelip dedeyi hastaneye götürsünler,” dediğinin üzerinden saniyeler sonra, büyük torun evden fırlayarak Kuyuköyün dar sokaklarına yöneldi. Hafta sonu sakinliğinin tadını çıkaran acil koridorlarının dış girişe bakan camından, hiç gelmesin pazartesi intizarında dışarı bakınan hemşire, bir anda aynı ana tekabül bir sıra seyrinde altı aracın acile girişlerinin refleksiyle yerinden fırlayıp kapıya doğru koştu. Ardı sıra duran araçların şoför mahallilerinden dışarı fırlayan altı kişinin feryat figan bağırışları yankılandı avluda “Hemşire, doktor! Doktor yok mu, doktor! Sedye getirin, kimse yok mu! Yardım edin babamıza!” Sağa sola koşuşturan ilk yardım ekiplerinin ellerinin arasındaki sedye, hastasını almak üzere doğruca dışarı sürüldü. Eldivenleri ellerinde, oksijen tüpleri dört tekerlekli çekçekte iki hemşire dışarı fırladı.
37
38
Figan tufanının dindiği demi kaçırmak istemezcesine duraksayan hemşire, araya girip “Hastanız nerede, bırakın da işimizi yapalım!” diye çıkışınca büyük kardeş bi küçüğe dönüp “Babayı çıkarın arabadan!” diye ferman eyledi. Bi küçüğü bi küçüğün küçüğüne dönerek “Hangi arabada?” diye sorunca bi büyüğü “Sen almadın mı?” dedi. Bi küçüğün küçüğü “Sen almadın mı?” dedi. Büyüğü bi küçüğün küçüğünün küçüğüne dönüp “Çabuk getirin babayı!” deyince bi küçüğün küçücüğünün küçüğü, en küçüğe “Baba hangi arabada!” dedi. En küçüğü bi büyüğüne dönerek “Sen getirmedin mi!” diye sorunca en küçüğün bi büyüğü hepsine dönüp “Ya hanginiz getirdi babayı, ben buradaydım zaten sizsiniz köyden gelen!” diye ağlamaklı yalvarınca hepsi tek ses arabalarının şoför mahallilerine gerisim geri girerek hızla avludan çıkıp gözden kayboldular. Sedye boş, personel bomboş döndü koridorlara, herkes “Ne oldu biraz önce?” dercesine birbirine bakıp sustu. Müdahale odasında personelinin sapsakin dönüşüne bakan doktorun merakını ambulans şoförü “Unutmuşlar!” diyerek giderdi. Bir buçuk saatin ardından hasta yatağında gözlerini açıp evlatlarının gelmesini bekleyen babaya, küçük torun müjdeyi verecekti “Dedeeee, yoydati dumana bahsana, sehiyden tiyen geyiyoy!” *** Görsel: Ben ve Köy (1911) – Marc Chagall
Yaşam Öfkesi Efe Eğilmez
Yerlerde, ölümün çamurlu ayak izleri vardı acilin girişinde. İnsanlar koşuşturuyordu, sağa sola... Ölümden mi kaçmaya çalışıyorlardı, yoksulluktan mı, kahırdan mı? Bir öfke büyüyordu içlerinde: Ölüme karşı mı? Alüminyumdan, derme çatma bir kulübe... Fayans, eskiden beyazmış... O da kararmış sonra. Ve insanların gözleri, bir ara umutla bakarmış. Ama işte tüm bu insanlar umutsuz, çaresiz ve beni bağışlayın ama zavallı durumdalardı şimdi.
39
40
Acıya alışkın yaşlı, pos bıyıklı amcalar vardı.
Henüz dünyayı kavrayamayan, acı çeken çocuklar.
Hasta bakıcıların ve görevlilerin, ailelerinden çok gördükleri yaşlı teyzeler vardı bir de. Bir de yaşamı ellerinin arasında tutan doktorlar... Yaşamı ve ölümü... Dünya var olmaya devam ettikçe bitmeyecek olan bu çatışmanın tam ortasında onlar. Ha, bir de genççe bir kadın vardı: Bakışları solgun, gözleri odanın içerisinde gezinip duruyor ve insanları izliyordu. Hem anlıyordu onları, hem anlamıyordu. O, ölümü yenmeye çalışıyordu; fakat çevresinde gördüğü tüm bu insanlar, ölüme boyun eğiyor, ona gözyaşı döküyorlardı. Acilin içine adımınızı atar atmaz bir koku geliyor burnunuza. Bu kokuyu tastamam tarif etmemi beklemeyin. Öyle bir koku ki bu, dünyadaki hiçbir kokuyla kıyaslanamayan, hiçbir kokuya benzemeyen ama acı veren bir koku. İnsanı bir an için de olsa dünyadan alıp götüren, uzaklaştıran bir koku... İçeriye adımınızı atar atmaz iki adet sedye görüyorsunuz. Kir pas içinde, eskimiş, yıpranmış sedyeler. Şayet düşünmeyi pek sevmiyorsanız, oturursunuz onların üzerine fakat düşünmekse bu hayattaki tüm meseleniz, o vakit bu iki sedyenin üzerinde acı içinde kıvranmış olan ve hatta üzerinde can veren insanları düşünürsünüz. İnsan, katlanabilir mi buna?
“Ödeyeceğiz bir şekilde, ödeyeceğiz ama nasıl...”
Kapının önünde, hemşirelerden biri dert yanıyor bir hasta yakınına. Adam iyice öfkeleniyor: Kendi ödemelerini hatırlıyor bir anda, borcunu, harcını... İçeride yatan kardeşini hatırlıyor, aklında bir soru beliriyor: Ne? Bir elinde tezgâh, öteki elinde cigarasıyla acilin önünden medet uman bir simitçi bağırıyor: “Taee zimitt!”
İnsanın en sorgulayıcı yaşlarındaki, amcasının kerata diye tabir ettiği kumral, bıçkın bir oğlan annesine soruyor:
“Ne diyor anne? Ne diyor? Anneeeee!”
Annesi ya çocuğun okul yaşının geldiğini ve para bulması gerektiğini düşünüyor, ya da akşama yine o kocası diye tabir edilen adamın yanına nasıl gideceğini, onun yüzünden ciğerlerini her gün ne kadar çok zehirlediğini, çokça önem verdiği çocuk psikolojisini-üstelik kendi çocuğunun psikolojisini- nasıl alt üst ettiğini düşünüyor. Çocuk soruyor: “Ne?” Beyaz şeritli, kıpkırmızı bir eşofman üstüyle, elinde bir koltuk değneği, göğsünde hilal amblemiyle topallayan ve meczup gibi davranan adam yüksek sesle mırıldanıyor: “Allah... Allah” Ne? “Taeeee imiiitt!” Çocuk soruyor: “Anne, ne diyor? Ne?” Kadın dün akşam kocası tarafından kendisine hediye edilen tokadı ve yanında yine hediye halinde halinde gelen “Orospu” sözcüğünü düşünüyor, dili tutuluyor: “Ne?” Saatlerdir, günlerdir annesinin sağ salim çıkmasını bekleyen bir kadın, ağzının kenarında mahsur kalmış çekirdek kabuğuyla simitçiye sesleniyor: “Simitçi, simitlerin taze mi?”
Simitçinin kulakları duymuyor: “Ne?”
Kadın bu kez öfkeyle bağırıyor: “Simitlerin diyorum ta-ze mi?”
“Anne ne diyor? Ne?”
Adam topallamakla meşgul: “Allah”
Simitçi soruyor: “Ne?”
Güvenlik, içeride yatan kız arkadaşını beklemekte olan yeşil montlu bir adamı ittiriyor. Adam sendeliyor, gözü bir an
41
42 için topallayan adama takılıyor, güvenliğe dönüyor: “Ne var ulan, ne?”
Çocuk kelime oyunu seviyor: “Ann-ne?”
“Allah” Kadının simit yiyesi kaçıyor. Çekirdekler elinden dökülüyor kapının önüne. Sigarasını sertçe söndürüp atıyor. Hınzır kızının kanlanmış gözlerinde kendini görüyor, sinirleri bozuluyor: “Ne var piç, ne var?” “Çaıt çaıt! Taee imiit!” Gençce kadın bir kukanın etrafında dönüyor, hayatında hep bir noktanın etrafında döneceğini anımsıyor; zihni bunu kabullenemez, kabullenemiyor: “Ne?” Ölüm geçmiş buralardan besbelli bu... Herkesin sorusu ortak artık burada. Herkes, bir bilinmeze sürüklenmiş... Ölüm, kimsenin bilmediği bir şey. Yaşamda yeri yok ölümün! Ama yaşamı oluşturan da ölüm öte yandan… Kimse anlam veremiyor içinde bulunduğu saniyelere ve herkes soruyor: “Ne?” diye... Bir anda dışarıda bekleyen herkes içeri giriyor. Ve yakınlarıyla görüşenler de çıkıyorlar içeriden. Küçük bekleme odası bir anda mahşer gününe dönüyor. Güvenlik görevlisi ne yapacağını bilemez halde, öfkeli, sinirli, yorgun ve bezgin: “Çıkalım buradan! Kalabalık yapmayalım, evet dışarıda bekleyelim!” Uğultu artıyor, öfke artıyor. Sanki ölüm, peşinden öfkeyi sürüklüyor. Ve yoksulluk ve acı, öfkeyle beraber yürüyor. Güneş, sanki hiç doğmayacak gibi. Ay, güneşe öykünürcesine aydınlatıyor yeryüzünü. Ama yetmez! Güneşi getirmek lazım. “Sen kime kalabalık diyorsun be? Bizim anamız babamız yatıyor içeride!”
“Ben görevimi yapıyorum!”
“Sen burada sade kalabalık yapıyorsun.”
Sesler yükseliyor, öfke palazlanıyor. Bir adam, hasta 43 ziyaretçi talimatları olan tabloyu yerinden söküp yere atıyor. Bu, belki de bardağı taşıran son damla. Herkes acısını çıkartmaya bakıyor şu anda. İnsanlık, daha ne bekliyor? Bir doktor var... Uzaktan izliyor olanları. Korkuyor. Şu an bu odada bulunan herkes bir nevi hasta sayılır... Ve kendisi de! Yaşam onları nereye sürüklüyor? İtiş kakışlar başlıyor... Ne için olduğu bile belli değil. Ama bir öfke var ya... Onu kusması gerekiyor insanların. Temizlikçi yerdeki çamurlu ayak izlerini silmeye çalışıyor ama nafile... Bir cümbüş var içeride! Hasta yakınlarından biri adamın elinden alıyor paspası, savuruyor nefretle:
“Yeter ulan, yeter!”
“Bağırmayın, bağırmayın!”
Kim söylüyor bu sözleri? Bunu bilebilmemiz ne mümkün, ne de bir önemi var. Hepsi aynı kişi artık. Bu insanların hepsi yaşamın kıyısında kalmış, yaşamın dışına itilmiş ve ölüme mahkûm edilmiş insanlar, hepsi... Genççe kadın durgun gözlerle, kıpırtısız bir şekilde oturuyor sedyenin üzerinde... O, ölümü içeriden fethedeceğe benziyor. Ezan sesleri ile salalar karışıyor artık. Saat kaç? Daha nereye kadar gidebilirler? Neredeyse birbirlerini yiyecekler şimdi... Bir sessizlik... Elbet bir silah çıkacaktı bu acilde. Ve işte oldu: Genç kadın, silahını çıkarttı çantasından. Kimse beklemiyordu bunu, işin aslı onu fark etmemişti bile kimse. Aldı silahı eline, alnına dayadı, korku dolu gözler ona yöneldi... Çıt çıkmıyordu şimdi. Kimse elinden silahı almaya da yeltenmiyordu. Baktı etrafına. Belki de son kez inceledi yeryüzünü. Dudakları aralandı. Herkes merakla dudaklarına bakıyordu fakat kadının sesi bir hayli cılızdı:
44
“Biz buradayız ve hepimiz... Ne?”
Bastı tetiğe. Öldü. Kısa süreli bir bağrış çağırışın ardından gelen sessizlik… Sessizlik, sürüyordu… Kadına tıbbi müdahale yapılmaya elbette çalışıldı ama işi bitikti. Ölüsü kaldırıldı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi devam ediyordu her şey. Fakat bir şeyler olmuştu elbette. Bekleyiş başladı yeniden... İçeriye sürekli yeni birileri geliyor, birileri çıkıyor, yerler çamurla kaplanıyor ve temizlikçi yerleri silmeye çalışıyordu. Dışarı çıkıp sigaralar içiliyordu: Sigaralar, sanki hastalığı büyütmek için içiliyordu... Saatler ilerliyordu artık... Yaşam yeniden göz kırpıyordu insanlara. Ve işte güneşin ilk ışıkları giriyordu acilin kapısından içeri. “O kadın ölmemeliydi.” dedi dün geceden beri bekleyen yaşlı bir adam. Ama ölmüştü işte ve yaşam bundan ibaretti. Ölüm anında beyindeki nöronlar vücuttaki tüm hormonları harekete geçirirmiş... Ve işte o vakit, insan için zaman çok, çok, çok yavaş ilerlermiş... Bir düşünün: Tüm hormonlar! Bu sebeple yaşamdan ölüme geçiş anına “Sonsuz Azap” denirmiş... Elimizde bir sürü öfkeli insan ve ölü bir kadın var. Ölüm durdurulamaz: Yaşamı anlamlı kılan ölümün ta kendisi hatta. Fakat bir sakıncası yoksa sormak istediğim başka bir şey var benim: Bu insanlar, neden bu kadar öfkeliydi sizce? *** Görsel: Oslo’da Panik (1917) – Edvard Munch
Ve Kadın! İsmet Şengül Döngüdeki Yeri ve Hazin Sonu.
45
46
Hiçbir insan kusursuz değildir, kusurlar kusursuzluğun karşı kıyısıdır ve sağlamasını yapacağı çözümlemesidir. Kusurlar kusursuzluğun tahteravallideki dengesidir. Kusursuzluk mümkün değildir ve lakin bu kusurlar hiçbir insanın sonu ve yıkıcılığın ana kaynağı olmamalı. Ama kadın, ama erkek hiç kimse sütten çıkmış ak kaşık değildir. Herkesten artı ve eksi kutuplar mevcuttur, kutupların zıtlaşmasıdır diyaloğu sarsıp anlayışı devre dışı bırakan. Hiç kimse adaletten üstün değildir. Eğer varsa hakkaniyetlice sorgulayıp, yargılayan, adilce hüküm veren bir adalet, doğru bir eğitim ve yerli yerinde yasalar; işte o vakit herkes bilecektir haddini hududunu ve yerini. “Kadınlar dünyamızdaki cennetimizdir; siz siz olun o cennetin cehennemi olmayın” “Kadınlar dünyamızdaki gül bahçemizdir; siz siz olun o bahçeyi kurutmayın” “Eğer kadrini kıymetini bileceksen, soldurmadan koklayabileceksen dalındaki goncayı, o vakit kopar, aksi halde elini bile uzatma” “Kadın sizlerin evrendeki sonsuzluğudur, kirletmeden o sonsuzluğu yaşayacak ve yaşatacak olan da gene sizlersiniz” Neden sadece ve sadece namus kavramının tek odak merkezi kadın olarak bilinir? Erkek kadından çok mu daha namusludur yani? Duygular, hisler, arzular karşılıklı ve eşitse, yaşanılacak olanlara gönül birliğiyle karar veriliyorsa, bir noktadan sonra memnuniyetsizlik baş gösterip ayrılık rüzgârları esip, ayrılık derelerinin suyu kendi yönüne akmaya başlıyorsa, tam da bu noktadan sonra, neden intikam hırsı, zarar verme içgüdüsü, karalama, namussuzlukla suçlama kendini ön plana çıkarıp cana kıyma noktasına kadar taşır insanı? Hiçbir gerekçe, hiçbir neden
bir insanın canına kıyma haklılığını vermez, veremez de. Elin bahçesinde koparıp getirdiğin bir gonca gül, gönül bahçende yeşerip boy veremiyorsa bu o goncayı kurutup toprağa gömme haklılığını veremez sana. Önce kendinde ara eksikliği, sonra kadınına yönelt eleştiri ve karalama oklarını. Bu noktadan sonra herkes kendi sonsuzluğuna yol almalı, yalnız geldiğin bu hayatı, yalnız yaşayıp, yalınız tamamlayabilirsin. Eğer yürekten tutacak biri yoksa o ellerini ceplerinden hiç çıkarmayacaksın, ta ki gerçeğin seni bulup ellerini uzatana kadar. “Her ne kadar açıktan açığa uygulanmasa da amma ve lakin kadına yönelik şiddet ve öldürülmelerinin önüne geçilip, ağır bir suç olarak görülüp ve ağır bir cezai işlem uygulanmaması, kadınlara yönelik şeriat yasalarımı uygulanıyor acaba düşüncesini akıllara getirmekten öteye taşımıyor olanları ve de insanı” “Aynı zamanda son dönemlerde kadınlar hakkında hiç olmayacak ve kabul edilemeyecek boyutta saçma sapan, sapıkça, canice insan ve insanlık tan uzak bir o kadarda rezilce verilen fetvalar ve söylemler hak, hukuk ve adaletin hangi penceresinde bakıp ve hangi kefesinde yatmaktadır?” “İnsanlığın ederi kadına uygulanan şiddetlemi ölçütlendirilmektedir acaba? Yani insanlığın ölçütü kadın mıdır?” “Peki din ve sözüm ona inanç boyutu neden hep kadına eleştiri oklarını yöneltip erkeği bütün herşeyin en üst moktasındaymış gibi gösterip öyle bir algı oluşturulmasına sebebiyet veririr ki, nedendir yahu kadına yapılan haksızlık ve suçlamaları islami yönüyle meşrulaştırmaya çalışmak?” “Dine kendilerince yarattıkları inanç boyutunda bakan ey hacılar, hocalar, softalar ve dini ulema takımı kendini
47
48
dindar kesime egemen olarak gören hüküm sahipleri sizler taşın deliğinden mi çıktınız? Sizleri doğuranda bir ana ve bir kadın değil mi? Cennet ayaklarının altındadır derken hangi cennetten hangi ayaktan bahsetmektesiniz?” “İnsanlığa yol gösteren evliya, enbiya ve peygamberler de anadan, yani bir eşya bir gereç, bir hiç olarak gördüğünüz kadından doğmadı mı?” “Peki ya bu doğrultu ve boylam üzerinde yani kendi analarınızı o elleri öpülesi analarınızı ne olarak görmekte ve bu rezaletin neresinde tutmaktasınız?” Gördüğünüz her şeye tahrik olurken, ne kadar namuslu oluyorsunuz, helal size be! Aslında bu baskı ve cinayetlerin ana nedeni kişinin kendindeki yetersizliği örtme, kendindeki cılızlaşmış namus kavramını devleştirme gayretinde yatmaktadır. Ha kaldı ki kadınlarda da yatan olumsuzluklar var illaki, her erkek de haksız değildir pek tabi ki, erkeklerinde haklılık yanı vardır tamam iyi güzelde be kardeşim bu sana öldürme darp etme hakkını vermiyor ki. Nasıl ki medeni kanunla evleniliyorsa gene medeni yolla da ayrılırsınız olur biter. Sana uymuyorsa zaman sen kendi zamanına uyum içerisinde yaşamasını bileceksin. (1) Gerçek, insanların değişmeyen bir parçasıdır. Hayatlarımızın, doludizgin yol alarak ilerlediğimiz sonsuzluğunda, geldiğimiz noktada her şey kusursuz, sarsılmaz, yekpare ve mükemmel olmalı. Geçmişte yaşananların üzerlerimizde hiç bir hükmü olmamalı, çünkü ilim irfan sahibi olmak öğrenimle başlar. Ve bu doğrultuda inanç ve kararlılıkla değişime hazır olunmalı. Eğer yaşadığımız bu günümüzde geleceğe yol alıyorsak, bizleri bu noktaya getiren geçmişimizdeki izlerdir. Kirinden,
pasından, kusurlarından arındırılmış, tertemiz yeni bir sayfayla 49 açılan başlangıçlar olmalı bizler için. Önce ruhlarımızı arındırıp, vücudumuzun şehrini adım adım, sokak sokak her bir mahallesini, her bir caddesini mahmur ve abad ederek yer açmalıyız geleceğin tertemiz yepyeni bir başlangıcına. Ne kadar sağlıklı adımlar atılırsa o kadar başarı elde edilir. Yeni bir başlangıç, zirvede tutulan heyecan, umut ve karalılık olmalıdır. Dünümüz farklı bir maceraydı ve bitti, bugünümüz ise henüz başında ve yaşanmadı. Gelen güne günaydın, yarınlara ise merhaba diyerek emin adımlarla yol alınmalı. Kendinizi özgürlüğün kanadına bırakınız, hayatlarınızdaki her şey inanılmaz güzel ve anlamlıdır.
Özgürlüğü getir aney,
Sol yanıma yatır aney,
Sal sevdalı bulutlara,
Dalgalanıp dursun aney.
çünkü
(2) Doğru ve yerli yerinde bakmasını bilirseniz eğer, hayatlarınızın sonsuzluğunda tam da o an bulunduğunuz o noktada neresi ve her nasıl olursa olsun her şeyin inanılmaz mükemmel ve tam olduğunu göreceksiniz. Yeter ki mükemmellikle hayatlarınızı harmanlamasını biliniz. Daima mucizevi bir güç tarafından korunup kollanmaktasınız. Dünyamızı çepeçevre saran bir giz hep bulunmaktadır. Yol gösteren bir rehber hep var olmaktadır. Asıl önemli olan hayatın analizini iyi bir şekilde yapıp kendi yön tayin ediciliğini işlevselleştirebilmektir. Geçmişteki yaşanmışlıkları gelecekteki yaşamlarınıza rehber edin, doğru nüfuz etsin hayatın işleyişine. Kendinizi
50
aşarak daha ilerici, daha güçlü, daha erdemli, daha baskın kılarak olumsuzluklara, geçmişteki silik izden, geleceğin belirgin çizgisine çevirin yönünüzü. Varlığınızdaki mevcut görkemin, ihtişamın, şaşasına kapılmadan kişilik sorunlarınızı aşmayı sapmaz bir amaç edininiz. Kendinizi çok sevin kendinize duyduğunuz sevgiyi dış dünyanıza da yansıtın, sadece kendi merkezinizde olmasın beslediğiniz sevgi ve hoşgörü. Çevresini aydınlatmaktan uzak bir ışığın kendisinden başka neye ne faydası olabilir ki. Kendi merkezinde hapsettiğin sevgi ve hoşgörü kime ne yarar sağlayabilir ki. Böylesi bir işleyişte doğan güvensizlik neyin belirleyicisi olabilir ki. Şunu iyi algılayın hayatlarınızdaki her şey çok anlamlı ve de güzel, dünya ise kusursuz ve özel. (3) Başkalarının hakkında konuşmayı bırakın, önce kendinizle ilgili konuşmayı öğrenin. Kendi yapısıyla ilgili olan olumsuzlukları kendisiyle paylaşan, başkalarının hakkındaki ön yargıyı ve sivri fikirli olmayı bir kenara bırakmasını da bilir. İnsanın kendini bütünleştiren bütün olumsuzluklarla çelişip bir kararda kalamaması çelişkiler zincirinin halkalarına yenilerini eklemesine kapı açar. İşte bu noktada kendini kapatır her şeye. Karşısındakine daha olumsuz ve negatif bakmasını tetikler. Kendisine karşı oluşacak olan güvensizliği karşısındakine yansıtmaya başlar. Ve tek taraflılığa dönüşür her şey duygular, hisler. Giderilemeyen sorunlar kurulmak üzere olan dostluk, kardeşlik, arkadaşlık ve hoşgörü köprüsünü yerle yeksan eder. Paylaşımcılık, güven, inanç, eşitlik anlayışı paramparça olup dağılır gider. Böylesi bir boşluk ve kopmuşluk sevgisizliğe, sevgisizlik baskıya, baskı ise yıkıma ve ölüme dönüşür. İşte bu olumsuz yan etkilerdir ki kadın erkek eşitliğini parçalayan. Bu noktadan sonra sevip sevilmenin dayanılmaz yanını tartışmaya açmanın pek de bir anlamı kalmıyor.
Çünkü ne algılayan bir beyin, ne de taşıyabilecek bir yürek bulabilirsin geride. En kutsal bildiğimiz sevgi ve aşk bir katle kurban gider. Nedensizdir, mesnetsizdir, canicedir, haksızcadır. Eğitimden uzak olan toplumlar ve ulusların en iyi yaptığı şeydir tek taraflı egemenlik ve sahiplenme duygusuzluğu, zorbalık, baskı ve zulüm. Erkek egemenliğini en üst seviyeden tutarak kadın varlığını bir araç, bir gereç, bir eşya gibi algılatıp dayatarak tüm hakları ellerinde gasp ettirilirler. Kadın erkek arasındaki eşitsizlik uçuruma dönüştürülmüştür. Sağlıklı eğitim varolmanın ana temelidir. Aklıselim ve zekâlı ol dedi bilge! En önemlisi de zekinin vicdanlısı. Vicdandan yana kıt, merhametten yoksun olan bir insan, insana ve insanlığa giden rotayı şaşırır, rotası bozuk olanın yönü belirsizliğe, belirsizlikte uçuruma çeker. Başladığın ve yapmaya niyetlendiğin her ne ise asla yarım bırakma dedi bilge! Yarım kalmışlık çürüyüp kokuşmuşluğa iter. Gayretli ol dedi bilge! Gayret kararlılığı, karalılık gerçek menzile taşır insanı. Yarım kalmışlık bocalatır, eksik bilgi nitel ve nicelikten uzaklaştırır belleği. O sebeptendir ki hiç bilmemek yarım bilmekten evladır. Bozuk düzenin bozuk işleyen çarkına dişli olmaktansa, özgürlüğün yolunda gerçek mücadelenin hamalı olmayı yeğle. Çıldırmış bu düzenin akıllısı olmaktansa, kendi kendinin delisi olmayı tercih et. Yaşamakta olan insanların doğallığına bakarım çizgisi nedir, erdemlerine göre tartarım gönül terazimde, merhametine göre tartarım adaletin kefesinde. Kanaatkâr olmak lazım, bireysel değil toplumsal anlamda.
51
52
Üzerinde durabileceği bir avuç dahi olsa bir yeri olmalı insanın. Köşk müdür, şato mudur, saray mıdır? Yoksa han mıdır umurunda olmamalı insanın, ne çıkar bundan. Gölgesinde barınacağın bir yerin, zamansız yağmurlarda sığınabileceğin bir duldan, en deli fırtınada korunabileceğin bir oyuk olsun, istedikten sonra ne yetmez ki insana. Yeter ki doğayla iç içe uyum içerisinde olmasını bil. Yoksa ki kendini her şeyin üzerinden mi sanırsın? Böylesi bir gaflet sonun başlangıcını hazırlar. Bir anafor oluşur yutar tüm debdebeni, bir kasırga oluşur savurur tüm zenginliğini, bir kıvılcım düşer yakar bütün servetini. (4)
Yaşamla ölüm kardeştir;
Peki, özde bir olanlar neden öldükten sonra ayrı düşer oldu. Eğer ki her sabah kalkıldığında kaybettiklerinin mezar taşlarına bakarak uyansaydı insanlar, ruhlarının derinliğinde o ince sızıyı süzerek, her sabah sokağa attıkları her adımın gün içerisinde kendilerini kaçınılmaz bir sona taşıdığını bilselerdi, hayata ve insanlara daha sıkı bir sevgiyle sarılıp, hoşgörüyle tutunmuş olmayacaklar mıydı? Doğmak tabiat ananın bir mucizesidir, ölümse gösterdiği gerçek keramet. Her insanın ilimle bağdaşan yanıyla birlikte, bir de cahilce yanı vardır. Ola ki katran yanına dönüp kapısını aralamaya, işte o zaman bilgelik çamura saplanıp rulmanları dağılmış bir tekerleğe benzer. Yaşamla vücut bulan her bir birey, ilk önce aile bilincini temelde algılayıp yaşamalı, olumlu ve olumsuz her yanıyla. Ardı sıra toplum ve çevre bilinciyle iyi bir şekilde harmanlanıp yoğrulmalı. Hakkaniyetlice paylaşımı, adilce adaletli olmayı,
sevgi ırmağında merhameti almayı iyi öğrenerek büyütülmeli. Düz mantıkla değil, ilerici bir zekâyla hayata ve hayatı bütünleştiren her güne başlamayı şiar edinerek yol almalı insanlığın merkezine. Sığ sularda değil derinine dalmayı, yükseğinden uçup enginine inmeyi iyi öğrenmeli.
Kendini çok sev ama asla kendine âşık olma.
Kendine besleyeceğin sevgi dışarıya da yansır, kendine duyacağın aşk bencilliğe ve vicdan yoksunluğuna iter insanı. Kendine besleyeceğin sevgin geleceğinin yön belirleyicisi olsun. (5) Ne çok konuşmalı nede çok suskun kalmalı, bu bir yaşama biçimi olarak görülmemeli ve dayatılmamalıdır. Yaşamın sınırlarını iyi anlayıp, hedeflerinizi ona göre belirleyip, planlarınızı ona göre yapmalısınız. Sarma seyit bir hayat dalgalı denizde su alan kayığa benzer. Önünüze boş bir masa koyunuz karşılıklı iki tanede boş sayfa, masa bedeninizi sayfalarda ölüme sürek avı olan hayatlarınızı tasvir etsin. Sayfanın biri olumlu ve mantıklı yanınızı, diğer sayfa ise olumsuz ve düz mantıkla çalışan yanınızı tasvir etsin. Hayatlarınızdaki artı ve eksi yanlarınızı yazarak kendinizle yüzleşme yoluna gidiniz. Kendinizin analizini önce kendiniz sonra da aklıselim birine yaptırınız. Bu analizi doğru ve yerinde yapmaya gayret ederek içinizdeki potansiyeli açığa çıkarınız. Olumlu düşünce gücüyle onarabilirsiniz yıkıma yüz tutmuş yanlarınızı. Kendisini onarmasını bilenler her alanda ve ortamda hem kendine hem de çevresine üstün bir fayda sağlar. Sindirilmiş duygular art niyetlerin, alçakça emellerin kölesi olur.
53
54 Çok iyi bilinmeli ki olumlu ya da olumsuz düşünceler duygularımıza yön verip belirleyici olurken, duygularda olası davranışlarımızı belirler. Bizler ise davranışlarımızın sonucunda oluşacak olumsuz etkilerin sorumluluğunu üstleneceğimize aksi bir durumda koşulları ya da gelişen olayları suçlayarak kendimizi ferahlatma yoluna sapmaktayız. En suçlu anlarımızda bile kendimizi kolayca aklayıp beraat ettirmeye uyumlu ve yatkınız. Evren çok çeşitliliğin bir bütündür aslında, kaldı ki evrende bedelsiz olan hiç bir şey yoktur. Zihinsel tıkanıklığın yarattığı enkazın yok edici yanını her bağlamdaki duygusal rahatsızlıkları, bezginlikleri en derininden yaşayarak ödüyoruz. En belirgin yanıyla bakarsak oldukça mutsuz, kıt kanat oldukça doyumsuz, tatsız ve sanki zoraki sürülmüş bir yaşam olduğunu görürüz. Pek tabii ki böylesi bir yaşama yaşamak denirse. Çevresine olumsuz düşüncelerin frekansını yayanlar sevgiden yoksun hoşgörüden uzak bakımsız çelimsiz ve zarar verme içgüdüsüyle kendilerini kanıtlamaya çalışan bir ve birden fazla insanlar olduğunu görürüz. Her insanın taşıdığı bedenin sorumluluğu sadece kendisine aittir. Kişi ve de kişiler ilk önce kendisinden ardı sıra ailesi ve çevresinden mesuldür. Vücudunuzun şehrinde oluşacak olan bütün olumsuzlukların, denge bozukluklarının, hastalık ve tükenmişlikle bedelini gene en ağır şekilde ödeyecek olanda sizler kendiniz olacaksınız. “Şunu iyi biliniz ki bizler evrenin koruyup kolladığı, can özüyle büyütüp beslediği çocuklarıyız ve evren her zaman neye ihtiyaç duyuyorsak onu fazlasıyla karşılamaktadır.” “Vicdanı özde, merhameti yürekte, sevgiyi can evinizde asla eksik etmeyiniz. İşte o zaman dünyanızdaki her şey çok güzel ve anlamlı olacak!”
55 #EmineBulut , #TubaErkol , #AyşeAcar , #FatmaErdoğan ve daha binlercesi anısına... *** Görsel: Freya’nın Altından Gözyaşları (1900) – Gustav Klimt
56