Azizm Sanat E-Dergi Haziran 2015

Page 1


Yayın Kurulu Fırat Tunabay Gökay Korkmaz Gökhan Baykal Onur Keşaplı Osman Bahar Özgür Keşaplı Didrickson Selin Süar

Tasarım Sorumlusu Selçuk Korkmaz

Ön & Arka Kapak: Soluş/Fading (2012) - Azizm Sanat Örgütü

azizm.sanat@gmail.com www.azizmsanat.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

1


İÇİNDEKİLER

Sinemada Şiddetin Sunumu Üzerine Bir Eleştiri – Onur Keşaplı

s.5

Bağımsız Sinema Pratikleri ve Türk Sineması – Selin Süar

s.10

Film Uzun Şiir Kısa – Cennet Akıncı

s.32

Söyleşi: Derviş Zaim

s.36

Halt Etmişler – Gökay Korkmaz

s.53

Büyücü Kız – Serhat Başeğmez

s.55

Gezi – Osman Bahar

s.72

Göğsü Çıplak Kadınlar – İnan Aşık

s.75

Soruların Ölümü – Onur Soylu

s.76

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

2


EDİTÖRDEN

Haziran Direnişi’nin yaşandığı günlerin ikinci yılından geçerken özellikle hatırlamamız gerekenler var. Özellikle diyoruz çünkü ‘seçimler kapıda’. Özellikle diyoruz çünkü ‘‘Meclisi boşaltın’’ çağrısına kulak asmayıp sokaktaki halkı yalnız bırakanların ve halkın meşru talebini darbeciliğe yoranların bugün oy isterken tutundukları dallardan biri Haziran Direnişi. O gün AKP karanlığını meşrulaştıranlar ve halkı sokakta yalnız bırakanlar bugün aynı halktan AKP’ye karşı olduklarını iddia ederek oy istiyorlar. Bugün AKP ile girdikleri kavga işte bu yüzden göstermeliktir, samimiyetsizdir. Samimiyetsizdir çünkü bu kavgalar, AKP’nin çizdiği eksende, veriliyor. ‘‘En iyi Müslüman biziz’’ tartışmaları, bu yarışta Said Nursi anmalarının bu ülkeyi Aydınlığa çıkarmayacağı aksine karanlığa mahkûm edeceği aşikârdır. Dün Haziran’ı görmeyen ana akım medyanın bugün bu partilerin kalemşorluğunu üstlenmeleri düşündürücüdür. Özellikle hatırlamamız gereken karanlığı yırtmak için dövüşenler, bu uğurda düşenlerdir. Aydınlık yarınlara duyduğumuz özlem, geleceğine olan inançla yazıyoruz. Hatırlamasak, hatırlatmasak olmazdı… Örügütümüzün 8. Yılı sebebiyle geçtiğimiz günlerde Youtube kanalımızdan yayınladığımız, Cannes Film Festivali gibi uluslararası gösterimlerinin de gerçekleştirildiği, 2012 yapımı ‘‘Soluş’’ filmini kapağımıza taşımayı tercih ettik. Dergi olarak, görsel ve işitsel

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

3


sanatların tema olarak sık sık işlediği şiddetin sinemadaki sunumu üzerine, eleştirel bir yazıyla merhaba diyoruz siz okurlarımıza. Bu eleştiri yazısını, birlikte okunduğunda daha da anlamlanacak ve genç kuşak sinemacılara yol gösterici nitelikte olacak, kapsamlı bir makale ve bir söyleşi takip ediyor. Varoluşunun zorunlu sebebi olarak, tecimsel sinemaya biçimsel ve içerik açısından sırtını dönen ‘bağımsız sinema’ ve bağımsız sinemanın bu topraklardaki yansımalarını incelemiş olduk. Söyleşimizi, bağımsız sinemacıların ülkemizdeki temsilcilerinden Derviş Zaim ile yönetmenin bağımsız sinema anlayışı üzerine gerçekleştirdik. Geçtiğimiz 1 Mayısta Taksim’i özgürleştirdikleri için tutuklanan Ali-Deniz-Bahtiyar için yazılan bir şiirinde yer aldığı 90. sayımızda, Haziran Direnişi düşlenerek yazılan yazılarda sizleri bekliyor. Sanat Aydınlanma İçindir!

Azizm’in Notu: Azizm Sanat E-Dergi’nin Temmuz 2015 sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, resim, video ve fotoğrafı 1 Temmuz’a kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

4


Sinemada Şiddetin Sunumu Üzerine Bir Eleştiri Onur Keşaplı Şiddetin sunumu, sinema tarihinden de eskiye uzanarak görselişitsel sanatların dert edindiği, tema olarak başvurduğu bir tercih olagelmiştir. Şiddetin korkutucu unsurlarının izleyici üzerinde çeşitli duygulanımlar yaratılması amaçlanmış, bu duygular kimi zaman olumlu kimi zaman olumsuz nitelikler taşımıştır. Zaferleri olumlama veya yenilgilerden ders çıkarma adına şiddet sunumları gerçeklikten belli ölçülerde uzaklaştırılarak idealize ve estetize etmeye müsait bir saha yaratmaktadır. Günümüzde görselişitsel sanatların tartışmasız en yaygın ve etkin olanı sinemada vaziyet, kendinden önceki sanat disiplinlerindeki durumdan farklı değildir. Hatta şiddetin estetize edilişi giderek şiddetin sömürülmesi noktasına varmıştır. Bunda TV anlatısından temellenen “her şeyi gösterme” ile porno estetiği olarak adlandırabileceğimiz “her şeyi en ince detayına kadar gösterme” güdülerinin büyük payı vardır.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

5


Yedinci sanatın imaj gücünün ötesinde, tarzını etkileyen bu yapılar, haber değeri taşıyan şiddet görüntüsünün kayda alınarak izleyiciye dolaysız olarak sunulmasına ve giderek bu gerçek şiddet görüntüsüne yaklaşarak gündelik gerçeklikte karşılaşamayacağımız imajlar dizisi haline getirilmesine neden olmuştur. Sinemada öncelikle 1960’larda “Yeni Hollywood” olarak adlandırılan ve çoğunluğu sinema eğitimi almış Amerikalı yönetmenlerin başvurduğu “şiddet pornosu”, uzuvların kopuşu, patlayışı gibi durumlara haddinden fazla yaklaşarak gündelik hayatta görme imkânımızın olmadığı detayları, yakın plan çekimlerle kadrajlamıştır. Taksi Şoförü filmi başta olmak üzere sonrasında gelen pek çok filminde bu yönteme başvuran Martin Scorsese, şiddet pornosunun Hollywood’un üst düzey yönetmenleri arasında da yaygınlaşmasına sebebiyet vermiş, De Palma ve ardından Tarantino

gibi

yönetmenlerin

“post çıtayı

modern” daha

da

olarak yukarıya

sıfatlandırılan çekmelerine

ünlü olanak

sağlamıştır. Aynı çıtanın Testere serisi gibi filmlerle hangi seviyeleri düştüğü ve ne ölçüde sömürüldüğü ise bambaşka bir tartışma konusudur.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

6


Gerçeklik ile her daim etkileşim içinde olan sinemanın, şiddetin sunumu konusunda “aşırı gerçeklik” hattında ilerleyişinin görsel olarak yarattığı estetik dışı çiğ görüntüler haricinde bir diğer tehlikesi yönlendirici, özdeşleştirici kullanımdır. Bu noktada çoğunlukla tarihsel bir süreci anlatan destansı filmlerde savaş sahneleri öne çıkmaktadır. Mel Gibson’ın yönettiği Cesur Yürek’in büyük başarısı ve ardından teknolojik gelişmelerin yarattığı imkânlarla birlikte her yıl sıklıkla izlediğimiz tarihsel-savaş filmleri, seyir boyunca duygusal bağ kurduğumuz karakter ya da orduların, ölümleriyle üzüldüğümüz öldürmeleriyle

sevindiğimiz

bir

deneyime

dönüşmüştür.

Bu

doğrultuda izleyiciye göre “iyiler”, kafa kestiğinde, kol koparttığında, “kötüler”i mızrakladığında sevinmek, mutlu olmak ya da en hafif tabirle arınmak söz konusu olabilmektedir. Gerçek hayatta tanık olduğumuzda muhtemelen bakmakta zorlanacağımız, duygusal ve fiziksel olarak tahrip edici bir deneyim olacak olan bu tip ölüm ve öldürmelerin gerçekçi bir şekilde önümüze geldiğinde hoş bir seyirlik halini alışı, sinemanın halen bir ölçüde koruyabildiği büyüleme gücünün gerilediği noktayı gösteriyor.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

7


Savaş ve ölüm gibi tarih boyunca milyarlarca insanın hayatını doğrudan etkilemiş bir yıkımın, estetik bir paketle sunulmasında, konvansiyonel sinemanın klasik anlatıda başvurduğu alt açı ölçekler, ağır çekimler ve elbette izleyicinin duygularını kabartacak müzik kullanımının etkileri yadsınamaz. İzleyici bu sunumlara öylesine alıştırılmıştır ki örneğin Oliver Stone’un yönettiği Büyük İskender filminin çöldeki savaş sahnesinde yönetmen gerçekte olması gerektiği şekilde meydanın tozla ve kumla kaplı halini resmettiği ve kimin kimi öldürdüğünün belli olmadığı gerekçeleriyle eleştirilmiştir. (Aynı Oliver Stone’un Müfreze adlı Vietnam filminde ise ölümleri ne denli epikleştirerek estetik bir doz kattığını da not düşmeliyiz).

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

8


Sinemada izleyicinin savaş sahnelerden aldığı haz öylesine tehlikeli boyutlara varmıştır ki Peter Jackson’un esneterek eline yüzüne bulaştırdığı Hobbit üçlemesinin son filmi, “onlarca dakika savaş

sahnesi

var”

gibi

olgunluktan

yoksun

bir

cümleyle

pazarlanabilmiş ve ne yazık ki gişede karşılığını bulmuştur.

Özellikle son aylarda Orta Doğu’da şiddetin dozunu arttıran terör örgütlerinin yayınladığı infaz videoları düşünüldüğünde şiddetin imajlar eşliğinde kazandığı manipülasyon gücünün tehlikesi daha da berraklaşıyor. İzleyiciyi tehdit ettiği kadar alışkanlık kazanmasına da sebep olan bu görüntülerin benzerlerinin sanat adı altında ister ham ister estetize edilmiş olarak durmaksızın sunulduğu gerçeği, belki de tahmin ettiğimizden daha büyük bir tehlikeyi barındırıyor. İzleyici olarak bu tarz yapıtlara karşı eleştirel tutum takınmalı, klasik anlatı yönetmenlerinde olmasa bile çağdaş anlatıya sahip yönetmenlerin şiddetin sunumu konusunda fark yaratmaya zorlamalıyız.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

9


Bağımsız Sinema Pratikleri ve Türk Sineması Selin Süar Özet: Kazanç amacıyla kurulmuş, belli bir para karşılığı izleyiciye film gösteren tecimsel sinemanın pratiklerinden biçim ve içerik olarak sıyrılan bağımsız sinema, ticari kaygılarla hareket eden ve izleyicinin beğenisini güdüleyen popüler kodların üretiminden ayrı bir yerde konuşlanmaktadır. Sinema alanındaki sektörleşme, ideolojik ve maddi kaygılar çerçevesinde film üretimini ve dağıtımını kısıtlayan bir müdahale alanını da ortaya çıkarmıştır. Tekelleşmiş durumda olan yapım ve dağıtım şirketleri, sinemayı büyük kazançların elde edilebileceği bir kaynak olarak görmüşlerdir. Hollywood sinemasının çeşitli ülkelerde dağıtım kanallarını elinde tutması, uluslararası pazarlardaki egemenliği açısından önemli bir rol oynamaktadır. Türk sinemasına bakıldığında da Yeşilçam Sineması’nın, uzun yıllar tecimsel sinemanın bir yansıması olmasının yanında, dağıtım sektörünün 1980’lerin sonlarından başlayarak üç şirketin elinde kalması, Türk sinemasını olumsuz yönde etkilemiş ve bu durum 1990’lı yıllardan itibaren Türk Sineması’nda bağımsız sinemacılar ve dönemine girilmesine ortam hazırlamıştır. Çalışmamızda bağımsız sinemanın

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

10


pratiklerinin ne olduğu, bu pratiklerin Türk Sineması’na yansımaları üzerinden incelenmektedir.

Anahtar kelimeler: Bağımsızlık, Bağımsız Sinema, Hollywood, Film, Yeşilçam

Giriş Sinema literatüründe yer alan 'popüler sinema', 'tecimsel sinema', 'klasik sinema', 'geleneksel sinema', 'egemen sinema', 'Hollywood sineması' veya ‘ticari sinema’da yapım ve dağıtım iç içe geçmiştir. Büyük stüdyolar için dağıtım süreci, üretimden daha önemli bir yer tutmaktadır. Hollywood’un sekiz büyük stüdyosu (Walt Disney, Warner Bros, Sony Pictures, Paramount, Twentieth Century Fox, Universal, MGM/UA ve Dream Works/SKG) kendi dağıtım ağlarına sahiptir. 1980’lerde bağımsız denebilecek New Line ya da Miramax gibi yapımcı/dağıtımcılar ortaya çıktıysa da bu şirketler kısa bir süre sonra büyük stüdyolarca satın alınmıştır (Çavuşoğlu 2006: 62). 1945 yılında II. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra film üretimini arttırmaya ve kendi dilini bulmaya başlayan Türk Sineması’nda, film yapımları seyircilerin istekleri doğrultusunda ilerlemiştir.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

11


Seyircinin

doyum

sağlamasına,

karakterlerle

özdeşleşim

kurmasına olanak veren ticari sinema sayesinde ekonomik yansımalar sebebiyle sinemamız belli bir temele sahip olmuştur. Bu durumun oluşmasında, 1948 yılında yürürlüğe giren Eğlence Rüsumu’nun yerli yapımları destekler biçimde belirlenmesinin büyük payı vardır. Rüsum vergisinin yerli filmler için %25, yabancı yapımlar için %70 oranında uygulanması yerli film üretmeyi kârlı bir hale getirdiğinden peş peşe yeni yapımevleri kurulmaya başlanır (Kırel, 2005: 56). 1950’lerden başlayarak ve özellikle 1960’lı yıllarda, Türk sineması, Batı’nın star sisteminin klişeleşmiş yapısının Türk halkının toplumsal ve kültürel yapısından da formlar kazanarak özgün bir ‘Yeşilçam’ sineması dili ve içeriği oluşturduğu söylenebilmektedir. 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi ile Türk Sineması, sinema dilini yapaylığa yaslayan Yeşilçam anlatısından bir nebze olsun sıyrılarak, zamanın toplumsal yapısını olabildiğince objektif bir biçimde ele alan, mülkiyet kavramlarının ortaya konulduğu, iktidarı ve düzeni eleştiren, sömürülen işçi sınıfının ve köylünün yaşadığı güçlükleri anlatan, kadının toplum hayatındaki yerini irdeleyen filmler ortaya koymaya başlamıştır. 1961 Anayasası ile hukukun sınırlarını çizdiği özgürlük ortamında, halkın yönetime katıldığı, ekonomik anlamda kalkınma planlarının oluşturulduğu bir panorama görülmektedir. Bunun sonucunda topluma ve yönetime dair eleştirilerin ön plana çıktığı sanat ürünleri üretilebilmeye başlanmıştır. Bu dönemde Dünya edebiyatının

klasikleri,

ideolojik

ayrım

yapılmaksızın

dilimize

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

12


çevrilebilmiştir (Esen, 2000: 68). Müdahalenin daha özgürlükçü 1961 anayasasını getirmesiyle Ayşecik, Ömercik gibi çocuk filmleri, Turist Ömer, Cilalı İbo gibi ana karakter ağırlıklı klasik Yeşilçam filmleri yanında toplumsal gerçekçi ve eleştirel filmler de görülmeye başlanmıştır (Esen, 2010: 127-128).

Bu eğilimlerden farklı olarak sinemayla ilgilenen gençler, 1965’ten sonra kendi siyasal ve kimi ortak görüşleri çerçevesinde gruplanarak Türk Sineması’nın nasıl olması gerektiği yönünde tartışmışlar ve toplumsal gerçekçi sinema, ulusal sinema, milli sinema

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

13


ve devrimci sinema akımlarını oluşturmuşlardır. Bu perspektifte gençlerin ticari sinema dışındaki dünya sinemasıyla tanışmasını sağlayarak bir nevi okul görevi gören, gençlerin ufkunu açarak onlara sinemasal dilin daha fazla gelişmesi ve içerik olarak filmlerin daha eleştirel olması gerekliliği düşüncesini veren Türk Sinematek Derneği 1965

yılında

kurularak

1970’li

yılların

Genç

Sinemacılar’nın

yetişmesinde etkili olmuştur (Esen, 2010:128-129). 1968’de Türkiye’de ilk düzenli televizyon gösterimlerinin başlamasının ardından Türkiye’deki film seyircisi gerek birey gerek aile olarak sinemadan çok daha ucuz bir eğlence aracı olan televizyona yönelir (Onaran ve Vardar, 2005:1). Türk sineması böylelikle kemik izleyici kitlesini oluşturan kadınları ve çocukları televizyona kaptırır. Yapımcılar, bu ticari krizden kurtulmak için hedef kitlelerini değiştirerek erkeklere yönelmişler ve İtalya’da görülen ve ‘beyaz telefon filmleri’ne yönelmişlerdir. Bununla beraber 1970’lerde videonun çıkışıyla krize giren sinema sektörü sırtını önce erotik/sonra porno filmlere dayadı. Bu dönem Aydemir Akbaş, Ali Poyrazoğlu, Zerrin Egeliler, Banu Alkan gibi porno yıldızlarının yılları oldu. 70’lerdeki soft pornolardan sonra, 1979’da Naki Yurter’in çektiği Öyle Bir Kadın Ki filmiyle birlikte ilk defa hardcore seks sahneleri çekildi (Sever, 2010:33).

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

14


Türk sinemasında tarihsel fantazya filmleri ve güldürü filmleri dışında 1970’li yıllarda başlayan diğer bir eğilim ise, 1961 Anayasası’nın özgürlükçü ortamının ve 1960-1965 yılları arasındaki toplumsal gerçekçilik akımının bir devamı niteliğinde (Esen, 2010:135137) Yılmaz Güney’in 1970 yılında Umut filmiyle başlayan, Güney’in ve onun izinden giden (Genç Sinemacılar) yönetmenlerin toplumsal gerçekçi filmlere yönelmesi eğilimidir. 1980’li yıllar sansürün etkisiyle toplumsal eleştiri filmleri yerini birey psikolojisi, yaratım sorunları ve kadın sorunları temaları üzerine kurulu filmlere, seks filmleri de göç olgusunun getirisi olarak arabesk kültürün yansıması şeklinde arabesk filmlere bırakmıştır. 1980 darbesi, hayatın her alanını etkilediği gibi sinemamızı da etkilemiştir. 12 Eylül’le birlikte film sayısı oldukça azalır. Bir yıl önce 195 olan film sayısı, 1980 yılında 62’ye düşer.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

15


Askeri yönetimin sürdüğü 1981 ve 1982 yıllarında bu sayı 72, 1983 yılında 78 olarak gerçekleşir. Askeri yönetiminin sona ermesinin ardından artmaya

başlayan film sayısı, 1984 yılında 124’e ulaşır

(Özön, 1995: 48).

1980’li yılların sonunda ise Özal hükümetinin Batı ile bütünleşme kararı (Sivas, 2010: 134- 135) neticesinde 1987 yılında Yabancı

Sermaye

Kanunu’nda

yapılan

değişiklik,

yabancı

dağıtımcıların Türkiye pazarında aracısız olarak yer almalarına izin verilmesine ve 1989’dan itibaren Warner Bros ve UIP gibi yabancı şirketlerin video ve sinema film pazarımızı ele geçirmesine yol açmış

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

16


(Erus, 2007a:6) ve bu durum 1990’lı yıllardan itibaren Türk Sineması’nda yönetmen merkezli bağımsız sinema ve sinemacılar dönemine girilmesine zemin hazırlamıştır. Çalışmamızda Bağımsız Sinemanın dinamiklerine değinilmekte, Bağımsız Sinemayı ticari sinemadan ayıran formlar araştırılmakta ve Türk Sinemasında bağımsız sinemacıların pratiklerine bakılmaktadır. Bağımsız Sinema Kavramı Sinema, var oluşundan kısa süre sonra sektörleşmiş ve kendi dilini bulmaya başlamıştır. Özellikle Amerika’da popüler kodların üretilmesini ve dağıtımını beraberinde getiren sektörleşme, ticari ve ideolojik kaygılar çerçevesinde film üretimini ve dağıtımını kısıtlayan bir müdahale alanını da ortaya çıkarmıştır. Stüdyolar, sinemanın eğlence ve seyircileri düşünmekten uzak tutan, onların günlük sıkıntılardan kaçabileceği filmlerin üretilmesine ağırlık vermiş ve böylelikle sinemayı büyük kazançların elde edilebileceği bir kaynak olarak görmüşlerdir. Holm, tecimsel sinemanın; özellikle de Hollywood’un bu yönünü şu şekilde vurgular: “Hollywood’un tarihçesi oldukça basittir. ABD ve Avrupa’da film üretim teknolojisi icat edildiğinde, hiç vakit geçirmeden ticari kullanıma açılmıştı. Tek bir izleyiciye hitap eden kinetoskopların yerini, özellikle sinema, belgesel kayıtların yerine kurgulara yöneldikten sonra, çok sayıda izleyiciye hitap edebilecek ve insanların alışık olduğu canlı canlı teatral sunumlara daha yakın sinema salonları aldı.” (Holm, 2011:16)

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

17


Ticari sinema, izleyicilerin beğenilerine seslenmektedir ve bunları yönlendiren kodları üretmektedir. Aynı zamanda tecimsel sinema, iktidar söylemini ve toplumsal olarak onaylanmış kodları yineleyerek onlardan faydalanmaktadır. Yine ticari sinemada, İzlerkitlenin

filmin

sonunda

psikolojik

bir

doyuma

ulaşması

amaçlanmaktadır. Dolayısıyla suçluların/kötü karakterlerin cezasını bulduğu filmler, mutlu sonla biten melodramlar, büyük bütçelerle çekilen ve seyirci için hayatın gerçeklerinden bir kaçış seçeneği olan müzikaller gibi türler ticari sinemanın en çok kullanılan türleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Kolker; “…1920’lerin başından bu yana Amerikan sineması, birçok çeşitlemesi olsa da yinelenen biçim ve içerikteki bir dizi geleneği benimsemeye başladı ve her zaman bu geleneklerin izleyicinin arzularını tatmin ettiğini iddia etti” diyerek aslında tecimsel sinemanın genel hatlarını belirtmektedir (Kolker 2010:10). Buna göre “…bağımsız sinema için üç açı bulunmaktadır: Bunlardan biri aşırı derecede radikal oluşu, oldukça düşük bütçeli oluşu, geleneksel olmayan hikaye örgüsü bulunan ve duyarlı politik konular içeren bir içeriğinin oluşu”dur (King, 2005: 3-9). “Mümkün olan en geniş bağımsızlık, en genel tanımıyla, hakim olan üretim biçimine, ana üretim ağlarına az çok bir kendinde bilinçle karşı durmak veya onların dışında kalmaya çalışarak üretmek ve

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

18


faaliyetlerini bu ilişkiler ağının dışında gerçekleştirmek anlamına gelmektedir” (Süalp, 2003: 20). Bu anlamda bağımsız sinema, stüdyo sisteminin dışında, büyük bütçeli yapımları olmayan, yönetmenin gerek içeriğe, gerekse estetiğe doğrudan ya da dolaylı müdahale görmesinden bağımsız oluşunu tanımlamaktadır. Yani bağımsız filmler, herhangi bir ekole ve yapımcıya bağlı kalmaksızın, anlatmak istediğini özgürce veya hiçbir müdahale olmadan anlatabilen, popüler kültürden ve klasik anlatım biçimlerinden farklı kendine özgü bir tarz geliştiren yönetmenlerin ürettiği filmler (Boydak, 2006:6) olarak karşımıza gelmektedir. Bu doğrultuda bağımsız sinema; büyük stüdyolardan bağımsız olarak çekilen, genellikle yaratıcılarının özverili çabalarıyla gerçekleştirilen ve 'stüdyo filmleri’yle karşılaştırılamayacak kadar düşük bütçeye sahip filmleri bünyesinde toplayan bir tür olarak söylenilebilir. Türk Sineması’nda Bağımsız Sinemacılar Dönemi Günümüzde dünyanın birçok ülkesinde, gişe filmleri açısından Hollywood egemenliği görülmektedir. Sinemanın ticari ve ideolojik fark eden Amerikan hükümeti, Hollywood’un yayılmasını devlet eliyle de desteklemiş ve 1918’de çıkarılan bir yasayla stüdyoların uluslararası alanda işbirliği yapmalarına izin verilmiştir (King 2002: 60). Geleneksel kalıplardan ilerleyen ve film içeriklerini de buna göre düzenleyen Hollywood, birçok ülkeyi etkilediği gibi ülkemizi de etkilemiştir. Ancak Geleneksel Türk Sineması denince akla ilk etapta

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

19


Yeşilçam Sineması gelmektedir. Yeşilçam Sinemasının, altın yıllarını yaşadığı

1960’lı

yıllarla

başlayan

yapılanmaya

baktığımızda,

İstanbul’da başlıca sinema salonlarının kombin (ayak sistemi) adı verilen sistemde üç - dört yapımeviyle sezonluk (36 hafta) anlaşmaya girdiğini ve yapımcıların sezon boyunca kendi filmlerini (yüksek ve düşük maliyetli filmler bir arada) çoğunlukla bir en çok üç hafta boyunca bu salonlarda gösterdiğini, böylece daha az riskle daha çok film gösterim imkânı elde edildiğini görmekteyiz (Erus, 2007: 7-8; Kırel, 2005:106). Gösterim olanağı bulan filmler, büyük ilgi uyandıran filmlerdir. Popüler edebi eserlerin uyarlanmasına ticari düşüncelerle sıklıkla başvurulmakta ve kâr hedefi öncelikli olmaktadır. Aynı Hollywood’taki yıldız sisteminde olduğu gibi Yeşilçam oyuncuları zengin, güzel, karizmatiktirler. Toplumsal gerçekçi bakış açısının 1961 Anayasasının ardından beyaz perdeye gelmesiyle beraber yıldızlar ve öyküler bu yöne kanalize edilecek şekilde konumlanmıştır. Dramatik anlatımla seyirci, film karakterleriyle özdeşleşmekte ve olayların çözüme

ulaşmasıyla

arınma

yaşamaktadır.

“Öykü

sineması”

diyebileceğimiz bu sinemada aile, aşk, kavuşma-kavuşamama tekrar eden motifler olarak karşımıza çıkmaktadır. Yeşilçam Sineması aynı zamanda diyalog ağırlıklı bir tür sinemasıdır; aile melodramları, aksiyon/avantür ve komedi gibi türlerden ise melodram türü iyilikle

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

20


kötülük gibi kolay anlaşılır iki zıt kutba dayandırdığı dramatik yapısıyla en revaçta olanıdır (Kırel, 2005: 119-292). Bağımsız sinema kavramının sinema endüstrisinden ayrı düşünülmemesi gerekmektedir. Ancak bağımsız sinema, sinemanın yalnızca yapım ve dağıtım aşamalarındaki ticari boyutu demek değildir. Aynı zamanda içeriksel bir zemin üzerinde de temellenen bağımsız

sinema

pratiklerine

bakılacak

olduğunda

sinema

endüstrisinin dayattığı içerik ve biçimin sorgulanması da işin içine girmektedir. Bağımsız sinema, büyük stüdyoların tekeline karşı koymak adına kendi stüdyolarını ve film yapım araçlarını kullanmak isteyen sinemacılar tarafından ortaya çıkmıştır. Türkiye’de bağımsız olarak tanımlanan 1990 sonrası sinema, sinema endüstrisiyle olan ilişkisine göre tanımlanmaktadır. Sinemanın endüstrileşmesi, farklı işbölümlerine, film türlerine, istihdam ve ticari bir pazara ve istihdam oluşturmaya tekabül etmektedir. Her ne kadar Türkiye’de sinemanın endüstri haline gelmesi diğer ülkelere göre oldukça geç bir zamanda başlasa ve hala devam etse de tecimsel sinemadan ve tekellerden ülkemiz sineması da etkilenmiştir. Türk sineması 1987 yılında Yabancı Sermaye Kanunu’nda yapılan değişiklikle yabancı dağıtımcıların Türkiye pazarında aracısız olarak yer almalarına izin verilmiş, bunu takiben Warner Bros ve UIP (1989) Türkiye pazarına girmişlerdir. Bu gelişme Türk sinemasının sıkıntılı olduğu bir dönemde gerçekleşmiştir (Evren 1997: 102). Yapılan bu

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

21


değişiklikle Hollywood şirketlerinin

Türk pazarında

doğrudan

dağıtımda bulunabilmesi, sinema salonlarıyla anlaşmalar yaparak blockbuster tipi filmleri bir paket halinde salonlara dayatmasını da beraberinde getirmiştir. Filmler, yönetmenin kaynağı kendi cebinden ve TV kanalları, Kültür Bakanlığı, Euroimages, özel sponsorluklar, bağımsız fonlar, festivaller, ödüller, yarışmalar, yurtdışı televizyon kanallarına satış vb. den topladığı, daha çok sanat filmleri için kullanılan “çoklu finans sistemi” ve TV için program çeken veya reklamcılıkla uğraşan şirketlerin (Filma Cass, Plato, IFR, ANS, Sinegraf, BKM ve Avşar yapım gibi) ticari anlamda popüler filmler üretmek için önemli bütçeler ayırarak film yapımına girmeleri şeklinde iki yöntemle finanse edilmektedir. Her ikisinde de asıl işi film yapımı olan bir sermaye sahibinin olmaması üretimin düşük kalmasına sebebiyet vermiştir. Ancak 1990’ların ortasından itibaren popüler sinema önce (1993) Amerikalı, sonra (1996) Eşkıya filmi ile öncü atılımlar gerçekleştirmiştir (Erus, 2007: 124-128). 1994 yılından itibaren geleneksel Yeşilçam’ın usta-çırak ilişkilerinden yetişmeyen, klasik yapımcıya gereksinim duymayan, tüm riskleri göze alarak yöntem, biçim ve içerik açısından öncekilerden çok farklı ve ayrıksı olan projeler gerçekleştiren Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim, Semir Aslanyürek, Kazım Öz gibi bağımsız sinemacıların ortaya çıktığı görülmektedir (Evren, 2003:16).

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

22


Burçak Evren bağımsız sinemacıların ortak yönlerini şöyle özetlemektedir: 1- Bağımsız sinemacılar dışarıdaki sermayeyi ilk kez toplu ve yoğun bir şekilde sinemamıza kanalize etmişler, yapımcılığı ya kendileri üstlenmişler ya da sponsorluk, festival ödülü, ortak yapım gibi farklı kanallardan para temin ederek bu işe soyunmuşlardır. 2- Ulusal sinemanın kriz ortamında büyük risk alarak yaptıkları filmlerin yapımcısı, yönetmeni, senaristi kimi zaman da oyuncusu, görüntü yönetmeni oldular. Yani kimseye bağımlı olmayarak özgür bir çalışma ortamında kendi beğenilerini yeteneklerini ortaya koydular.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

23


3- Bir önceki dönemin yerleşik hiç bir şeyini kullanmayıp tecimsel ödün vermedikleri gibi oyuncu seçiminde de büyük bir riski göze alarak kendi değer yargılarını kullandılar. 4- Majörlerle uzlaşıp, kendilerini kabul ettirerek mevcut sinema dağıtım gösterim tekellerinin içine girdiler. 5- Kitlelerin beğenilerinden ziyade kendi beğenilerini kitlelere kabul ettirmenin yollarını aradılar ve sonuç ne olursa olsun bildikleri, inandıkları sinemayı yapmaktan vazgeçmediler. Sonucunda da kitlelerden

bulamadıklarını

festivallerden,

ödüllerden,

aydın

kesimden aldılar. 6- Gösterişli, görkemli, kitlelere oynayan sinemanın yerini minimalist, gösterişsiz, dar veya küçük bütçeli-kadrolu, oyuncularını Yeşilçam yerine onun dışındaki alanlardan (televizyon, tiyatro, sinema deneyimi olmayan yeni yüzler vb.) oluşturdular. 7- Genellikle bireysel durum-konu temaları ele alarak kişilerin kendileri ve çevreleri ile olan ödeşmelerini, iç dünyalarını veya bunların yansımalarını anlattılar.

8- Sinemamızda ilk kez onlarla sponsorluk kavramı oluşurken yapımcının yerini giderek sponsor firmalar, kurumlar, kişiler almaya başladı.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

24


9- Yapım öncesi, sırası ve sonrası Batılı bir tarzla farklı pazarlama yöntemleri geliştirildi (Evren, 2003: 17-18). Bunun yanında bağımsız sinemanın içermesi gerektiği önerilen dört pratik şu şekildedir; Endüstriyel (ekonomik) bağımsızlık, anlatımsal bağımsızlık, seyretme ilişkisi açısından bağımsızlık ve ideolojik bağımsızlık pratiği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kavramlar kısaca şöyle ifade edilebilir: Endüstriyel (ekonomik) bağımsızlık, hâkim olan üretim biçimine, ana üretim ağlarına az çok bir kendinde bilinçle karşı durmak veya onların dışında kalmaya çalışarak üretmek, yani faaliyetlerini bu ilişkiler ağının dışında gerçekleştirmek anlamındadır (Süalp, 2003:20). Alim Şerif Onaran’ın sınıflandırmasına göre 1963 ile 1980 yılları arası Yeni Türk Sineması dönemidir. Bağımsız sinema pratiklerine bire bir olmasa da Yeşilçam’ın melodram kalıplarının dışına bazı filmlerle çıkılmıştır (Onaran

1994:

103).

Bununla

beraber

sinema

seyircisinin

yetkinleşmesini sağlayan Sinematek gibi dernekler açılmıştır (Hristidis 2007: 148). Ülkemiz sinemasına bakıldığında bugün, içeriksel ve üretim açısından bir film, büyük bir stüdyo dışında üretilse de çoğu kez dağıtımı büyük şirketler tarafından üstlenilmektedir.

Anlatımsal

bağımsızlık ise yukarıda bahsettiğimiz geleneksel anlatı formlarının dışında kalan bir hikaye anlatımına tekabül etmekte ve çağdaş anlatı formlarına yakın oluşuyla ilişkilendirilmektedir. Böylelikle bağımsız

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

25


sinema film-seyirci ilişkisinde daha saklı, gizemli ve yorum bilgisel mesaj ileten iki yönlü bir iletişim sistemini beraberinde getirir (Sivas, 2007:36). Seyretme ilişkisi açısından bağımsızlık, yönetmenin öncelikli hedefi kendi bakışını, kendine yönelik olanı yine kendi üslubuyla özgürce sunması ve seyircinin de edilgin olup özdeşleşme kurmak yerine, aktif katılımcı olarak filmdeki kodları çözümleyebilme ve filme çok farklı okumalar yapabilme özgürlüğüdür (Süalp,2003:20). İdeolojik bağımsızlık ise hâkim ideolojinin ve yinelenen toplumsal kodların dışında film yapma olarak nitelendirilebilmektedir. 1990’lı

yıllardan

itibaren

bağımsız

sinemanın

pratikleri

çerçevesinde eserler ortaya koyan Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem, Ümit Ünal, Seyfi Teoman, Reis Çelik gibi yönetmenler Türk insanını, hem toplumsal, hem de bireysel varoluşun eleştirisi ekseninde beyaz perdeye aktarmışlardır.

Bahsedilen yönetmenlerin eserlerinde yer alan

karakterler, tecimsel sinemanın yıldız oyuncu sisteminden bağımsız bir yerde, hayatın içinden ve yönetmenin topluma yönelttiği bakış açısının temsilleri olarak filmlerde yer almaktadır. Sonuç Sinema üzerine sanat ve endüstri bağlamında yapılan tartışmalar

toplumsal

ve

ekonomik

dinamiklerden

doğrudan

etkilenmiştir. Bağımsız sinema tanımlaması ise sinemanın bu ilişkileri içinden doğmuştur. Bağımsız sinema tanımından bahsedebilmek için

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

26


öncelikle film üretim sürecinin başlangıcında ve üretim sonrasında (post-production) yaratıcı ve teknik ekibe yönelik müdahalelerin görüldüğü bir anlayışın ortaya çıkması gerekmiştir. Bağımsız sinema dendiğinde ticari sinemanın yapım ve dağıtım süreçleri ile biçimsel ve estetik açıdan oluşturulan zeminden farklı yere yaslanan pratikleri görmek mümkün olmaktadır. Ülkemizde bağımsız sinemacılar filmlerini

genel

anlamda

ekonomik

bağımsızlık

pratiğiyle

örtüşemeyecek şekilde kimi zaman devlet desteği alarak, kimi zaman ortak yapımlarla veya karma bir yapım süreciyle meydana getirmektedirler. Film içerikleri bakımından ele alınan hikaye örgülerinde iktidar-güç ilişkileri, semboller, gelenekler, mitler; toplumun

bir

yansıması

ve

bir

sorunsal

olarak

çözülmeyi

beklemektedir ve bu esnada film-seyirci açısından bakıldığında da izleyici, gerçek yaşamdan bir anlığına sıyrılıp beyaz perde önünde doyum

yaşamamaktadır.

Tecimsel

sinemanın

sunduğu

sahte

umutlarla kandırılmamaktadır. Yönetmenler, kimi zaman gerilla tekniğiyle çekim yapmakta ve yüksek bütçelerden kaçınmaktadır. Günümüzde dünya ölçeğinde bakıldığında bağımsız sinemada dağıtım sürecindeki değişiklikler göze çarpmaktadır. Bağımsız filmlerin bir kısmı büyük yapım şirketleri tarafından dağıtılmaya başlanmıştır. Bu nedenle bağımsız sinemanın başat özelliklerinden olan dağıtım formları da ticari bir yapıya evrilmekte ve yine tekellerin himayesine girmektedir.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

27


Günümüz Türk Sineması Yeşilçam Sineması’nın tecimsel pratiklerini miras aldığı gibi, farklı açılımları da bünyesinde barındırmaktadır. Yeşilçam sineması sürse de dönem içerisinde bütünüyle bağımsız olarak nitelendirilemese de birkaç deneme görülmektedir. Ülkemizde bağımsız sinemanın kırılma noktası 1990’lardan sonra olmuştur. 1990’lı yılların başlarında Amerikan filmlerinin Türk sinema salonlarındaki enflasyonu, özel televizyon kanallarının yayın hayatına girmesi, video yapımındaki artış gibi etkenler; genç yönetmenler için bir çıkış noktası oluşturmuştur. Bu dönem aynı zamanda Türk sinemasının ulusal ve uluslararası kuruluşlar yoluyla desteklenmesi ile yeni kuşak yönetmenlerin yetiştirildiği

dönemdir.

Söz

konusu

yönetmenlerin

farklı

ve

kendilerine ait bir sinema dilini yaratma konusundaki çabaları ve çeşitli festivallerden ödüllerle dönüşleri sonraki dönem yönetmenleri, bağımsız sinema yapmaya teşvik etmiştir. Bugün teknolojik açıdan incelendiğinde filmlerin, ulusal sinema salonlarındaki kurumlarının

gösterimler süzgecinden

dışında geçme

sansür, gibi

devletin

engellere

yetkili

takılmadan

uluslararası platformlarda da izlenebildiği, festivaller dışında DVD, internet ortamı, sosyal platformlarda izleyici kitlesiyle buluştuğu ve bu

yönüyle

bağımsız

olduğu

görülmektedir.

Ancak

burada

sorgulaması gereken bir başka konu daha ortaya çıkmaktadır. İnternet

sitelerinden,

DVD’lerden

gelen

gelirler

yönetmene

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

28


ulaşmamakta; büyük bir izleme kitlesi söz konusu olsa dahi herhangi bir getirisi olmamaktadır. Sonuç olarak bağımsız sinema, tecimsel sinemaya gerek biçimsel gerekse içerik açısından sırtını dönen, minimalist anlayışlı ve aynı zamanda ticari sinemanın yapım ve dağıtım pratiklerini de reddeden bir yapıya sahip olarak ortaya çıkmıştır. Yapım ve dağıtım için destek sağlayan kuruluşlarla, yönetmenin bulduğu sponsorlarla kendini var etmekte,

festivallerde

izleyici

kitlesine

ulaşmaktadır.

Ancak

günümüzde popüler olan bağımsız sinemacılar, hem tecimsel sinemanın olanaklarını kullanmakta, hem de yapım desteği almaktadırlar. Örneğin, Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu filmi, Cannes’da Altın Palmiye aldıktan sonra bir ilki gerçekleştirip peşi sıra tekel

konumundaki

dağıtım

şirketlerine

verilmiş

ve

sinema

salonlarında gösterilmiş; ancak yönetmenin beklediği gişe getirisini sağlayamamıştır. Sınırların birbirine karıştığı böylesi bir durumda bağımsızlıktan bahsetmek mümkün görünmemektedir. Bağımsız yönetmenlerden olan Derviş Zaim, Türk sinemasında bazı yönetmen ve filmler için kullanılan “bağımsız” , “yeni” ya da “genç” nitelemesinin sorunlu olduğunu ifade etmekte ve bağımsız kavramı yerine “alüvyon” kavramını kullanmayı tercih etmektedir. Çünkü yönetmene göre, 1990’larda gelişmeye başlayan yeni sinema anlayışı farklı kollardan beslenmesine rağmen, aynı yolda ilerleyen bir alüvyon şeklindedir (http://www.dervis zaim .com/kitaplarim). Ancak bugün

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

29


ülkemizde hala kendi olanaklarıyla veya çeşitli desteklerle filmini çekip festivallerde adını duyuran yönetmenlerimiz vardır ve bu sayı her geçen gün artmaktadır.

Kaynaklar;  BOYDAK, S., (2006). Türk Sinemasında Bağımsız Film Yapım Süreci ve Reha Erdem, İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi  ÇAVUŞOĞLU, N., (2006). 1990 Sonrası Türkiye’de Bağımsız Sinema. İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.  DERVİŞ ZAİM, “Odaklandığın Şey Gerçeğindir: Türkiye Sineması, Alüvyonik Türk Sineması ve Uluslararası Kabul”, http://www.derviszaim.com/kitaplarim/ erişim tarihi: 30.03.2015  ERUS, Z. Ç., (2007a). “Film Endüstrisi ve Dağıtım: 1990 Sonrası Türk Sineması’nda Dağıtım Sektörü”, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, Cilt.4, Sayı.4.  ERUS, Z. Ç., (2007b). “Son On Yılın Popüler Türk Sinemasında Televizyon Sektörünün Rolü”, Marmara İletişim Dergisi, Sayı.12.  ESEN, Ş. (2000), “80’ler Türkiye’sinde Sinema”, İstanbul: Beta.  ESEN, Ş. K. (2010). Türk Sinemasının Kilometre Taşları Dönemler ve Yönetmenler, İstanbul: Agora Kitaplığı.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

30


 EVREN, B., (1997). “Değişimin Dönemecinde Türk Sineması”, İstanbul: Antrakt.  HOLM, D.K., (2010). “Bağımsız Sinema”, (çev: Barış Baysal), İstanbul: Kalkedon.  HRİSTİDİS, Ş.K., (2007). “Sinemada Ulusal Tavır”, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları  KIREL, S., (2005). Yeşilçam Öykü Sineması, İstanbul: Babil Yayınları.  KING, G. (2002). “Yeni Hollywood Sineması”, New York: Columbia Üniversitesi Yayınları.  KING, G. (2005). “Amerikan Bağımsız Sineması”, Bloomington: Indiana Üniversitesi Yayınları.  KOLKER R.P. (2010) “Değişen Bakış: Çağdaş Uluslararası Sinema”, (çev: Ertan Yılmaz), Ankara: De Ki.  ONARAN, A. Ş., (1994). “Türk Sineması”, 1. Cilt, Ankara: Kitle.  ONARAN, A. Ş., VARDAR, B., (2005). 20. Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması, İstanbul: Beta.  ÖZBATUR, Z., (2008). “Bağımsız Yapımcılar ve Yönetmenler”, Türk Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler – 7: Sinema ve Para (hzl. Deniz Bayrakdar), İstanbul: Bağlam.  ÖZÖN, N., (2000). Sinema Televizyon Video Bilgisayarlı Sinema Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı.  SEVER, C (2010). “Erotik Film Tarihi” Sinefil Dergisi, 28 Haziran-5 Ağustos 2010.  SİVAS, Â., (2010). “Türk Sinemasında Bağımsızlık Tartışmaları Çerçevesinde Derviş Zaim Filmleri”, Derviş Zaim Sineması Toplumsalın Eleştirisinden Geleneğin Estetiğine Yolculuk (ed. Aslıhan Doğan Topçu), Ankara: De Ki.  SİVAS, Â., (2007). Türk Sinemasında Bağımsızlık Anlayışı ve Temsilcileri, İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi.  SÖZEN, M., (2008). “Anlatı Mesafesi Anlatı Perspektifi Kavramları, Sinematografik Anlatı ve Örnek Çözümlemeler”, Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt.4, Sayı.8.  SÜALP, T. A., (2003). “Bağımsız Sinema Kim (ler) den ve Ne (ler) den Bağımsızdır ve İllaki Niye Bağımsızdır?”, Antrakt Aylık Sinema Dergisi, Aralık 2003- Ocak 2004, Sayı.75-76..  SÜALP, T. A., (2010). “Geniş Zamanlı Tarihin Şiiri”, Derviş Zaim Sineması Toplumsalın Eleştirisinden Geleneğin Estetiğine Yolculuk (ed. Aslıhan Doğan Topçu), Ankara: De Ki.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

31


Film Uzun Şiir Kısa Cennet Akıncı

‘Bilinmedik bir hüzün var içimdeq, bir gariplik. Anladım ki ya ben fazlayım bu şehirde ya da biri eksik’ Can Yücel

Daha ne kadar indirtebilir bir yönetmen klaketin ucunu, ya da ne kadar uzun yazılabilir, bir şairin şiiri… Şimdi burada olsaydı ya da yaşasaydı deyip birbiri ardına vaatlerimizi sıraladığımız üstatlar bugün yerlerini değiştirip farklı kalıplarla hayatta var olsalardı? ‘Ya ben fazlayım bu şehirde ya da biri eksik’ diyen Can Yücel, bir şair değil de, elinde kamerası olan bir üstat olsaydı? Nasıl yansıtırdı kelimelerini, nasıl çekerdi bu şehirde eksik olan birini? Belki basit bir aşk filmi, sonu Yeşilçam sinemasını andıran bir bitiş, o zamanda sever miydik? Hayat birilerine yazma yetisi verdiyse onu görme ve görselleştirme yetisi de vermeli, karşınızdaki kitleye hissettiklerinizi kelimelerle anlatmaktan vazgeçin denseydi insanlar başka hangi yola başvurabilirdi ki. Kör Baykuş (Sadık Hidayet) kitabı oldukça sade yalın ve ucu gelmeyen bir soyut anlamda buluşturduğu kelimeleri bir filme aktarmış olsaydı? Karşınızda yüzleri gülünce mutlu olduğunu

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

32


anladığınız iki insan olmadan o iki insana bakıp sadece mutlu olduklarını anlatabilmek epey zor bir olacak Çiçeğiniz var ama saksınız yok, toprağınız var ama suyunuz yok sayın, kameranıza odaklanın ve kadrajınıza netlik katın.

“Ey ruhu lordlar kamarası kadın! Ey uzun entarili tüysüz Puankare! Karşımda: demirleri kıpkızıl bir şimendifer ocağı gibi yanmak senin en basit hünerin; yine en basit hünerin senin buzun üstünde bir paten gibi kıvranmak!” Nazım Hikmet

Bu dizeleri yazan Nazım’ın hayatının her döneminde sahip olduğu kâğıt kalemi dışında bir kameraya sahip olsaydı, ortaya neler çıkardı? ‘Ruhu lordlar kamarası kadın’ın yüzü, gözleri, hali, tavrı Nazım’ın şiirlerini ithaf ettiği eşinin dışında nasıl bir kareye sahip olurdu? ‘Kalbimin kızıl saçlı bacısı’ dediği Nazım’ın kadrajına nasıl yansırdı? Nazım Hikmet o kadını nasıl bir filme dökerdi? Nazım bir yönetmen olsaydı nasıl çekerdi? Tarık Tufan’ın bahsettiği ‘‘gözlerim biraz yorgun, içinde bekleyişler,

bekleyişler,

bekleyişler,

bekleyişler,

bekleyişler,

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

33


bekleyişler… bekleyişler Anna. Köylü çocuklarının parasız yatılı sonuçları mesela, nişanlısı askerde kızlar, kızı ölüm orucunda ki baba, babası tersanede oğul, oğlu şizofren anne’’ bu bekleyişler kaç kareye sığardı? Tarık Tufan’ın bekleyişleri, Nazım Hikmet’in aşkları, Can Yücel’in eksik kaldıkları kaç filme sığardı?

Belki de filme meydan okunmalıydı? Zengin kızı meral’e âşık olan Başar ve Meral’in resmine, sadece resmine âşık olan Halil… Bedenselleşemeyen aşkı 1965 yılında filmografisine katan Metin Erksan Sevmek Zamanı’nı şiire dönüştürseydi? Yine derdini anlatabilir miydi? Meral’den çok daha fazla hayatında yer kaplayan o resim, aşkı tek başına yaşamaya adım atmanın, duyguları değişen azalan ya da yok olan insanoğlundan izlediklerine karşılık tek bir kelime isteseydi? Resimler, kayıklar, cansız mankenle geçen göl yolculuğu İstanbul silueti, Büyükada’nın gölgesi. Başlı başına bir şiir gibi seven Halil…

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

34


Belki de bunlar ilk bekleyişlerin flu sinyalleriydi. Bekleyelim ‘Tanrı bizimle de konuşur belki…’ Yanlış anlaşılmalara kavgalara ve ağlayışlara üstat olmadan.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

35


Söyleşi : Derviş Zaim

Derviş Zaim ve Bağımsız Sinema Anlayışı

1964 yılında Kıbrıs’ın Limasol şehrinde doğan ve asıl ismi Derviş Zaimağaoğlu olan Derviş Zaim, üniversite eğitimini

1988

yılında

Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü’nde tamamlamıştır. 1994 yılında İngiltere’de University of Warwick’de Kültürel Çalışmalar dalında lisansüstü çalışmalar yapan Zaim, “Kamerayı As” adlı deneysel video filmini

çekerek

1991

yılında

ilk

çalışmalarına

başlamıştır.

Televizyonlarda kültür-sanat üzerine program yönetmenliği ve metin yazarlığı deneyimi olan Zaim’in 1995 yılında yayınlanan “Ares Harikalar Diyarında” isimli romanı, Yunus Nadi Edebiyat ödülüne layık görülmüştür. İlk uzun metrajlı filmi olan Tabutta Rövaşata’dan itibaren ulusal ve uluslararası birçok itibarlı festivalden başarıyla dönen Zaim aynı zamanda, üniversitelerde sinema konusunda dersler vermektedir.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

36


Filmografisi: 2013- Balık 2013- Devir 2011- Gölgeler ve Suretler 2009- Nokta 2006- Cenneti Beklerken 2004- Paralel Yolculuklar (Belgesel)- Panicos Chrysanthou ile 2003- Çamur 2001- Filler ve Çimen 1996- Tabutta Rövaşata 1993- Caminin Etrafındaki Taş (Belgesel)

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

37


Olarak iki belgesel, sekiz uzun metrajlı filmden oluşmaktadır. Bağımsız Sinemacılar Dönemi’ne damgasını vurmuş olan, alüvyonik sinema terimini sinemamıza kazandıran, geleneksel olanı ve güncel gerçekleri zengin bir anlatım diliyle sorgulamaya açan yönetmen Derviş Zaim’in bağımsızlık anlayışıyla ve filmleriyle ilgili keyifli bir sohbet gerçekleştirdik: Klasik sinema anlatısı ve pratikleri açısından düşünüldüğünde sinema tarzınızla, bağımsız sinema anlayışınızla kendinizi Türk Sineması’nda nasıl konumlandırıyorsunuz? Bu çağda saf, bağımsız bir konum ne derece mümkündür, sistemin dışında olmak ne kertede mümkündür sorusu oldukça önemli bir soru. Bu soruya yanıt verirken bu işin oldukça zor olduğunu tespit ederek yola çıkmak lazım. Sistemin dışına çıkmak diye bir şey yok sistemin dışında olduğunu iddia edenler de yine sistem tarafından içerilecek şekilde bir konumlandırma yapıyorlar kendileri bağlamında. Dolaşıma sokuyorsan, gösterime sokuyorsan filmi; film yine bir şekilde sistemin içerisine girmiş oluyor. Ancak sistemin ana arterlerinden birinde olmak ya da onun dışında olmak gibi bir konumlandırma söz konusu olabilir belki. Soru böyle sorulduğu zaman, durum böyle konumlandırıldığı zaman ben, mümkün olduğu kadar ana arterle yan yollar arasında gidip gelmeyi en azından bu çağ için optimal bir tercih olarak görüyorum. Çünkü ne yaparsanız yapın ana arter sizi yoğuruyor, değiştiriyor, dışarıda olduğunuzu iddia

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

38


etseniz de bu sistem tarafından dışarıda olma durumunuz belirleniyor. Dolayısıyla o arterle, o ana akımla, o otobanla baş etmenin yolu; devekuşu gibi başını toprağa gömmek değil, onunla bir şekilde yüzleşmekten geçiyor. Ama bu yüzleşmenin daha incelikli yollarını bulmak zorundayız. 19. yüzyıl, hatta 20. yüzyılın bazı pratikleriyle;

ağızlara

sakız

olmuş

bazı

pratiklerle

bunu

yapamayabiliriz. Başka pratikler uydurmak lazım. Bu da işin içerisine melezliği sokuyor. Başka melez yapılar olup olmadığını keşfetmek akıllıca olabilir; en azından özgürleştirici olabilir. Özgürleşmek için de akıl gerekir; akıllıcayı onun için söyledim.

Ülkemizde bağımsız yapımcıların birkaç istisna dışında olmadığını düşünürsek, yapım ve dağıtım pratiklerine baktığımızda ülkemiz sinemacılık anlayışında genel anlamda nasıl bir sinemadan söz edebiliriz? Sanırım, benim yaptığım dört filmim ve bir belgeselim Kültür Bakanlığından ve devletten destek almadan yapıldı. Açık söyleyeyim; bunu önemsiyorum. Ama alternatif finans ve dağıtım kanallarının olmadığı bir coğrafyadan bahsediyoruz. Dolayısıyla, bir çölün ortasında bulunan biri olarak kendi göbeğimi kendim kesebileceğim finans kaynaklarına da her zaman ihtiyaç duyuyorum. Mümkün olduğu kadar devletle bir arada olmak, onunla flört etmek zorundasınız ama o flört şekline de dikkat etmek gerek. Devletin

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

39


desteği ya da piyasanın dinamiklerinin olmadığı bir durumda, bu endüstri içerisinde ayakta kalmak, yola devam etmek çok da mümkün değil. Yoksa sistem sizi kusar. İşte bu verili koşullar altında en optimal yolu kendime çizmeye gayret ediyorum, ama insanlık, bizler başka yollar çizmek zorundayız. Başka yapılar bulmak zorundayız. Sizin aklınıza böyle alternatifler geliyor mu? İnsan istediği sürece yapılmayacak şey yoktur. Yine sistemin içinde kalınarak yapılabilecek şeylerden bir tanesini size söyleyeyim; Koreliler yapıyorlar bunu, muhtemelen Amerikalılar da yapıyorlardır. Filmi borsaya açıyorsunuz. Ancak bunun başarılı olabilmesi için film, ticari potansiyele sahip olmalı. Aksi takdirde borsada işi ne? Bir minimalist, sanatsal ya da yapıyla oynayan filmin borsadan kendi kendini finanse etme ihtimali yok. Özellikle bizim ülkemizde yok. Fransa’da bir ihtimal… Yönetmenine, yapımcısına bağlı olarak. Çünkü sanat sinemasının da orada bir halk kolu var, ancak bizde böyle bir şey olamaz. Bilmiyorum; kooperatifler, bir araya gelen başka gruplar… Ama o grupların da kendi iç dinamiklerini, film üretiminin dinamikleriyle eş güdüm içerisinde oluşturması gerekir. Bu da oldukça zordur. Yani istek olduktan sonra hayat sana bir şekilde öyle bir top getirir, öyle bir orta yaptırır sana. İstek olduktan sonra olur. Bunların peşini bırakmamak, bu konuya o gözle bakmak lazım. Çünkü o gözle sağa sola bakarsanız, yani ne aradığınızı bilirseniz yolda bulduğunuz şeyin ne olduğunu da ona göre muhakeme edersiniz.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

40


Yine ülkemizde hem ticari anlamda, hem de marjinal olarak çift yapılı bir sinema oluşumundan bahsetmek mümkün. Bu yapılanmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Yeni bir şey ortaya çıkacaksa, eskiyle bunların birbirinden, sinema tekniğindeki dessolve gibi, zincirleme geçiş gibi birbiri içerisinde

eriyerek,

yavaş

yavaş

birisi

kaybolurken

ötekinin

güçlenmesi biçiminde bir geçiş olacak ya da yaşantı dilimi söz konusu olacak. Dolayısıyla geleceğe dair bir şeyin tohumu, bugün yaşananlar içerisinde vardır diye söylersek çok büyük bir hata yapmamış oluruz. Ancak onun da henüz tohum halinde olanı var, fidan halinde olanı var, erken yeşerip kırağı nedeniyle öleni var. Çünkü sahte umutlarla ya da yanlış beklentilerle, erken beklentilerle ortaya çıkıp don geçireni ve öleni var… Bir umut, bir potansiyel olmalı; onu koruyacaksınız ama bir taraftan onu korurken, gerekli özeni, koşularıyla beraber yaratmaya çalışacaksınız. Bu serayla olur, evin içerisine taşıyarak olur… Ama bugünün bu çoğul yapısı içerisinde çeşitli kaynakları kovalamak gerekiyor. Televizyon eksenli bir sinema Türk Sineması. Televizyona iş yaparsanız, bir şekilde sistemin içerisine girmiş oluyorsunuz. Televizyonun lokomotif olduğu, arkasında da bir takım vagonların olduğu ve sinemanın da o arkadan gelen vagonlardan biri olduğu bir yapıya doğru gidiyor Türk Sineması. Televizyona işler yapmak, bu işlerde çok yıpranmamak ama ekmeğini oralardan çıkarıp sonra sinemada istediğini yapmak gibi bir tavır; en mantıklı ve makul

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

41


olanı gibi geliyor bana şu an itibariyle. Bu kolay mıdır, değildir. Çünkü televizyon bile 15-20 sene öncesinin televizyonu değil. Televizyon da çok değişti, oradaki yapı da çok değişti. Eski güzel günlerde daha demokratik bir ortam vardı ve içeriye girmek isteyen bir adam göreli olarak daha kolay sandalye bulabilirdi kendisine. Artık televizyon piyasasında ne kadar toplu projeleriniz olursa olsun, eskiyle kıyaslandığında kendinize yer bulabilmeniz daha zor. Ben ören yerlerini insanlara tanıtan programlar yaptım, aslında bu açıdan bakıldığında çok da televizyonun içinden değilim. Çünkü televizyon dendiğinde akla kültür-sanat programları, haber ya da eğitim değil, eğlence gelir. Allah’a çok şükür ben eğlenceye bulaşmadım. O başka bir kulvardır ve o, Türk televizyonlarının % 90’ıdır. Seyirciyle ilişki, finansman olanakları, teknolojik altyapı, anlatım biçimi ve ideoloji açısından gelenekselden belli ölçüde ayrılan alüvyonik sinema tabiriniz var. Peki, alüvyonik sinema günümüz Türk Sineması içinde nasıl bir mevzi kat ediyor -ya da ediyor mu-? Etmeye de biliyor. Çünkü alternatif denebilecek bir sinema söz konusu olduğunda iki büyük kulvar olabilir. Bir tanesi minimalizm, ötekisi de yapıyla oynamak. Yapıyla Türk Sineması çok fazla oynamıyor, oynamak istemiyor ya da oynamayı çok beceremiyor mu; bilemiyorum.

O

toplara

çok

girmiyor,

minimalizm

yapıyor.

Minimalizm yaparken de bir başka dezavantajı yanına alıyor; o da şu:

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

42


Herhangi bir değer araştırma peşinde de değil. Öyle olunca seyirciyle arasında problematik bir ilişki ortaya çıkıyor. Seyirci o tip filmleri gittikçe daha az seyretmeye başlıyor. Bir tek, sol Neorealist gelenekten gelen filmlerin belli koşullarda yüz bin, iki yüz bin seyirciyle buluşmak gibi bir şansı olabiliyor. O da özellikle sol kesimin duygu ve düşünce dünyasını temsil edebilecek başlıklar, düşünce biçimleri söz konusu olduğu zaman bu gündeme gelebiliyor. Bunun dışındaki herhangi bir şey marjinal kalmaya mahkum oluyor. Mesela bir Queer filminin seyirciyle buluşma ihtimali bence çok yakın bir ihtimal değil. Ancak Türk solunun baskın, dominant figürleri, karakterleri, temaları, ana fikirleri, yaklaşım biçimleri çerçevesinde ana akım sinema dışında bir seyirciyle buluşma söz konusu olabilir. O da Neorealist gelenek içerisinden gelen Yılmaz Güney gibi bir şey yapılırsa ilgi çekebilir. Çünkü o alışkanlıkları da besleyecektir biçim ve içerik olarak. Bunun dışında Türk Sineması bindiği dalı kesiyor, yani minimalizm ve nihilizm; bu ikisi kol kola gidiyor. Günden güne seyirciyi de oraya gittiğim zaman ne bulacağım ki, ne var ki gibilerden bir izlenime itiyor. Bunun üzerine bir de dağıtım kanallarının günden güne zayıflaması gündeme gelince, seyirci ne yazık ki uzaklaşıyor Türk filmlerinden. Bir ilişki kurabilmenin yolunu bulmak lazım. Üç perde anlatısıyla klasik anlatıyı kullanarak, onun içerisine taze içerik boşaltarak bunu yapmak mümkün müdür; elbette mümkündür. En klasik söyleyebileceğim şey de budur. Ama bu yeterince taze olur mu ondan emin değilim. Ya da bunu şöyle denemek mümkündür;

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

43


sepetteki bütün yumurtaları aynı yerde taşımamak gibi bir ilkeniz olur. Yani iki tane klasik filmle iş yapayım, onların içeriğini çok taze tutayım ve ayakta kalmayı başarayım. Sonra da istediğim, biçim ve içerik olarak daha farklı yapıları, daha taze yapıları gündeme getireyim gibilerden bir fikir peşine düşersiniz. Böyle yaptığınız zaman da kendi göbeğinizi kendiniz keseceğiniz için yolda daha çabuk yürüme şansınız olacaktır. Devletin eline bakmazsınız, belediyenin eline bakmazsınız, Başbakanlık Tanıtma Fonu’nun eline bakmazsınız, devlet televizyonunun eline bakmazsınız, özel televizyonların dolaysız ya da dolaylı sansürüne bakmazsınız… Seyirciyle ilişki kurmayı başarabilen bir yapımcının ya da yönetmenin eli daha güçlenir. Bir projesini şu ya da bu şekilde yapar. Öteki projelerini, iş yapmayacak olsalar bile aradan çıkarır. Filmlerinizin finansmanını nasıl sağlıyorsunuz? Günümüzde Kültür Bakanlığı için senaryo geliştirme, film yapım veya yapım sonrası gibi destekler var; ancak genel profile bakıldığında şartların oldukça zorlayıcı olduğu görülüyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz? Kültür Bakanlığı en büyük destekçi şu an itibariyle. Onun dışında TRT’nin bir takım destekleri söz konusu. Yani ana akım dışındaki bir yönetmen ya da yapımcının esas kaynakları neler diye sorulacak olursa, burada bir paradoks var. Ana akım iş yapan bazı insanların da gittiği yerler bunlar. BKM gidiyor bakanlıktan para alıyor mesela. Ya

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

44


da TMC veya Limon; bakanlıktan para alıyor. O zaman ana akımın en büyük baronlarının ve dışarıda, alternatifim diyen insanların aynı kaynaktan beslendikleri bir modelde ana akım ve alternatif arasındaki sınırlar neye göre belirlenecek? Bundan dolayı her zaman söylediğimi tekrarlamak isterim; melez yapıların peşinde koşulması gerekir. Melez yapıların peşinde koşarken, ortalıkta o güne kadar pek az olan başka ihtimalleri de gündeme getirmek lazım. Şartların yanı sıra finansman desteği sağlamaya yönelik olan çeşitli fonların, kurumların; filmlerin içeriğinde ve biçiminde belli bir yaptırımı söz konusu oluyor mu? Bazen evet, bazen hayır. Sansürü hiçbir zaman 60’larda, 70’lerdeki gibi yapmayacaklar, yapmıyorlar. Daha incelikli sansür biçimleri gündeme geliyor. Bu bütün dünyada da böyle. Avrupa’da birtakım geliştirme fonları ya da post-prodüksiyon destek fonları var Bu destek fonları, geliştirme fonları, onlara arka çıkan yerler, bunlara kimler karar veriyor, neye göre karar veriyor, nasıl projelere karar veriyorlar; onları ele alan, yazdıran senaryo doktorları kimlerdir, senaryo workshop’ları nelerdir; bu meselenin peşine gidildiği ve istatistikler tutulduğu zaman enteresan örüntüler ortaya çıkabilir. Mesela, hep aynı tarzda filmlere destek verip vermedikleri meselesi üzerinden gidip bir örüntü ortaya çıkarabilirsiniz, çünkü bu Avrupalı; Uluslararası Rotterdam Film Festivali’ne bağlı Hubert Bals Fonu, Cannes Film Fesivali’ne bağlı Film Foundation, Berlin Film Festivali’ne

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

45


bağlı World Cinema Fund; eğer gördüklerim beni yanıltmıyorsa belli örüntülerin peşindeler. Bu örüntüler de özellikle Avrupa ve Amerika dışı söz konusu olduğunda biçimde minimalizmi öngörüyor. Şartnamede böyle bir şey yok, şartnamede olamaz. Ama onların bize dayattığı bir biçim var. Yani yapıyla oynayan bir Türk filmine onların destek verme ihtimalleri yoktur.

Konumuz yine sansür… Özellikle 34. İstanbul Film Festivali’nde Bakur filmine yapılan sansürün ardından uygulanan yaptırımlar sonrasında birçok yönetmen festivallerden filmini geri çekti. Peki, bugüne dek siz festivallere katılmadan önce filmlerinizde değişikliğe gitmek zorunda kaldınız mı? Öyle olmadı, ama Rauf Denktaş, Çamur filmini çekerken benim aleyhime Kültür Bakanlığı’na yazı yazıp filmin sansürlenmesini istemişti. Öyle bir şey var. Film sansürlenmedi, çünkü film devletten destek almamıştı. Başıma böyle bir şey gelse, muhayyel bir senaryo ama, ben filmimi korumak gibi bir refleks içine doğal olarak girerim. Teknolojik açıdan internet ve video alanındaki gelişmeler filmlerinizin dağıtımı açısından sizi nasıl etkiliyor? Korsan adı verilen kara kıtanın elbette etkisi altındayım olumsuz olarak. Onun dışında değişik şekillerde ele alınıp yürütülmesi gerekiyor. Bunu yapmaya gayret ediyorum. Bir de bundan sonra çok

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

46


muhtemel, filmlerimi I-tunes veya ona benzeyen kanallarla seyirciyle buluşturmak gibi bir yola gireceğim. Bu, internet kanalı sayesinde filmlerimin seyirciyle buluşmasını sağlayabilecek. Ama internet ya da başka kanallar söz konusu olduğunda düşüncem şudur; bu teknolojinin içini nasıl doldurduğunuza bağlıdır ya da teknolojinin mülkiyetinin kime ait olduğu sorusuna bağlı olarak ortaya çıkar bu sorunun yanıtı. İnternetin özgürleştirici bir tarafı vardır, ancak internette de güç ilişkileri içerisinde karar verici konumdaki insanlar hangileridir, hangi koşullarda size izin veriyorlar, nereye kadar izin veriyorlar, nasıl izin veriyorlar; onların izin verdikleri şartlarda ve çerçevede sizin görünürlüğünüz ve temsil kabiliyetiniz nasıl olacaktır. Güç ilişkileri bağlamında bunları düşünmemiz gerekiyor. Çünkü internet eşittir, özgürlüktür gibi bir çıkarım çok naif bir çıkarım olur. İnternette de güç ilişkileri çarkı vardır.

Filmlerinizin gösteriminde hedeflediğiniz

seyirci

kitlesini

yakaladığınızı düşünüyor musunuz? ‘Derviş Zaim seyircisi’ sizce oluştu mu? Ve bağımsız sinema ya da ana akım demek için seyirci kavramı yeterli bir ölçüt müdür? Seyircim oluştu mu bilmiyorum, çünkü sokağın nabzını ölçmem gerek bunun için. Ara sıra karşıma değişik seyirci profilleri çıkıyor. O seyirci profillerinin kimisi beni şaşırtıyor, kimisi umutsuzluğa sevk ediyor, ama yelpazenin değişik yerlerinde seyircilerim olduğunu

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

47


söyleyebilirim. Bunun dışında elbette seyircinin oturması bize özgürlük sağlar. Yani alternatif denebilecek, alüvyonik denebilecek Türk sinemasının seyircisinin kemikleşmesi bizim elimizi güçlendirir. Umarım bunların sayısı daha da artar. Ama zamanla artacaktır. 20-30 sene öncesiyle kıyasladığınızda elbette bir ileriye gidiş var. İnsanlar sinemayla ilgili farklı örnekleri gördüler festivaller veya internet sayesinde. Bu, seyircinin kendisini daha da geliştirdiği anlamına geliyor. Ancak, derinleşme oldu mu; bilmiyorum. Bir söyleşinizde Tabutta Rövaşata filminiz için bugün gerekli maddi koşullar sağlansa bile o filmi yeniden çekmeyeceğinizi, çünkü filmi o film yapanın o günkü kısıtlı imkânlar olduğunu belirtmiştiniz. Öyleyse gerek Tabutta Rövaşata, gerekse diğer filmleriniz açısından düşünüldüğünde farklı finans arayışlarına girmeniz, filmlerinizde biçim ve içerik açısından sizin daha özgür kalmanızı etkiledi diyebilir miyiz? Tabutta Rövaşata’yı yapmadan önce yazdığım bir senaryo vardı. O senaryoyu yapabilmek için o dönemin Yeşilçam yapımcılarından birkaçına gittim. Televizyona iş yapan insanlardı, klasik Yeşilçam kafasına sahip insanlardı ve hala daha piyasadaki büyük aktörlerden bir tanesi; dönüp yüzüme bile bakmadılar. Ben de şunu anladım, benim sinemaya girebilmem için kendi göbeğimi kendim kesmem gerekiyor dedim. Şartların somut tahlili söz konusu olunca ve de adım atacak cesaretim olunca ortaya Tabutta Rövaşata çıktı. Ortalıkta ne

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

48


kadar umutsuzluk olursa olsun, bir şekilde o umutsuzluğun içinden ortaya çıkacak yol da şu ya da bu şekilde elbette oluyor. Kimseye pembe tablo çizmek gibi bir derdim yok, kendi deneyimimi söylemeye çalışıyorum bu noktada. O dönem yaptığım filmlerle bu dönem yaptığım filmlere baktığım zaman onlar benim bir dönemimi temsil ediyorlar; gerek finansla olan ilişkim bağlamında, gerek dünyaya bakışım bağlamında temsil ediyorlar. Dolayısıyla o dönemdeki beni incitmek istemem. O dönemdeki filmi yeniden çekerek, o dönemin Derviş Zaim’ini incitmek istemem. Ona saygısızlık olur. Hani Picasso’nun Pembe dönemi var, mavi dönemi var ya; Picasso Mavi döneminde yaptığı işi kalkıyor, başka bir döneminde yeniden yapıyor. Çünkü o dönemde farklı düşüncelere sahipti, şimdi daha farklı düşüncelere sahip. Dolayısıyla o dönemini reddediyor. Aynı şeyi kendim için de söyleyebilirim, ama ben o dönemimi reddetmiyorum. Oraya sevgiyle bakıyorum. O benim bir dönemimi simgeliyor. Kalkıp da yeniden imkan dahi bulsam yapmam. Çünkü hayat değişti, ben değiştim. Onlar orada kaldılar.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

49


Hazır yeri gelmişken soralım; filmografinize baktığımızda Tabutta Rövaşata ve Filler Ve Çimen’in dışında gerilla usulü diyebileceğimiz bir filminiz bulunuyor mu? Devir! Gerçi Devir, post prodüksiyonda sponsor buldu, ama başlangıç olarak, işe girişme olarak, yapılış olarak akıllı adamın yapmayacağı işti. Akıllı adamın yapmayacağı iş derken? (Gülüyor) Senaryo yok, formel ekip yok; bildiğin beş tane üniversite öğrencisini alıp çekime gittik. Emre Oskay, prodüksiyon için bana yardımcı olan prodüktörümle birlikte elbette… Yine yapacağım ara ara öyle şeyler. Çok çok büyük bütçelerle işler yapacağım, ama ara ara böyle şeyler de yapacağım. Bana bambaşka bir dinamizm ve dirilik veriyor, böyle işler yapmayı seviyorum.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

50


Yine filmlerinize baktığımızda sizin profesyonel oyuncu kullanırken bile oyuncu merkezli bir izlekte ilerlemediğinizi, bu açıdan da bağımsız kaldığınızı görüyoruz. Bunu nasıl sağlıyorsunuz? Oyuncu yönetimi ise kasıt, kuşkusuz kimi starlarla çalışmanız gerekebilir; Hollywood’un yıldız sisteminde olduğu gibi, hatta onlarla çalışmak sizi özgürleştirebilir. Ancak yıldızlarla çalışırken de melez yapılar bulmak zorundasınız. Sanem Çelik’le de çalıştım, Bülent İnal’la da çalıştım; ama onlarla çalışırken de onların yeteneklerini, oyunculuklarını, karakterlerini işin içerisine zerk etmelerini sağlamaya çalışmak gibi bir stratejimiz söz konusu. Bunu da başarabildik. Çünkü iyi sanatçıydılar, iyi insanlardılar, iyi bir işbirliği oldu o dönem. Bunları başarabildik. Bu konu açıldığı için söyleyeyim, starlar ya da önemli oyuncular söz konusu olduğu zaman o insanların özellikle amatörlerle bir arada oldukları projeler yapmak gibi bir niyetiniz varsa işte o zaman esas büyük problem ortaya çıkar. Çünkü bu farklı oyunculuk ekollerine, anlayışlarına, disiplinlerine sahip önemli oyuncular, amatör oyuncularla bir araya getirildikleri zaman ortaya çıkan oyunculuk stillerinin, bitiş noktalarının, teyel yerlerinin seyirci tarafından anlaşılmaması, fark edilmemesi gerekir. Bu da zor bir şeydir. Mesela Ahmet Uğurlu ile Tuncel Kurtiz, Tabutta Rövaşata’da bir sürü amatörle oynadılar. Onların oyunculuklarının bitiş yerlerini seyircilerin

anlamaması

gerekiyordu.

Oyunculuk

stili

olarak

yönetmenin, montajın bunun altından kalkması gerekir. Keza Devir’de

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

51


ve Balık’ta da böyle şeyler oldu. Benim yapmaya çalıştığım şeylerden biri de budur. Bu melezliği sağlamaya çalışmak. Her anlamda melezliği sağlamaya çalışmak.

Kısıtlı imkânlar kullanarak zirveye çıkmış bir yönetmensiniz. Üstelik farklı içerik ve biçimle, diğer taraftan eğer bir ulusal sinemamız olacaksa bunun sizinle başlayacağını düşünüyoruz. Kısıtlı imkânlar kullanarak yönetmen olmak isteyen gençlere ne tip önerileriniz olur? Hesaplanmış risk alsınlar, ama hesaplanmış risk almadan önce de kalp ve beyin işbirliğinin üzerine düşünmeleri lazım. Ve kalple beynin içinde de ayrı ayrı derinleşmeleri lazım. Hem bu ikisinin el ele vermesi lazım, hem de kendi içlerinde derinleşmeleri lazım. Bunu sağlayan bir adam, bu konuda şarap gibi fermente olan bir adam şartlara bakıp, o şartlardan ne çekeceğini şu ya da bu şekilde görebilir. Eğer biraz da pragmatik olmayı öğrenebilecek kabiliyeti varsa ya da pragmatik bir adamsa…

Selin Süar

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

52


Halt Etmişler Gökay Korkmaz Kurşunla ölür sanmışlar İki yüz kızıl yürek. İnciraltı’nda ‘‘Zito i epanastasis!’’ diye haykırmışlar, Umut ve inatla. -1921 Ocağında-

Sanmışlar ki Karadeniz söndürür Onbeşlerin kızıl bilincini. Trabzon’da ‘‘Sosyalizm!’’ diye haykırmışlar Tarihin akışına inançla. -1921 Ocağında-

Urganla asılır sanmışlar Komsomolka Zoe. Petrichevo’da ‘‘Adım Tanya’’ diye haykırmış Sır vermeme pahasına. -1941 Kasımında-

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

53


Sanmışlar ki düştüğü yerde kalır Umudu dokuyan Hüseyin. İstanbul’da ‘‘Yağma yok!’’ diye haykırmış Partizan tavrıyla. -1999 Nisanında-

Tutsak edilir sanmışlar Ali, Deniz, Bahtiyar Taksim’de. ‘‘Düzeni sıfırla!’’ diye haykırmışlar Gelenekten aldıkları mirasla. -2015, 1 Mayısında-

Sanmışlar ki boyun eğer, İtaat eder komünistler… Halt etmişler!

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

54


Büyücü Kız Serhat Başeğmez Haziran’a Bir adım daha attı. Hiçbir izne tabi olmayan bu yürüyüşe karşı koyacak herhangi bir bahane bulmak, şuursuzca olduğu kadar pervasızca da bir hareket olurdu. Polis olmak istedim karşısında; gaz sıkan, cop savuran bir polis. Zaman gibiydi; bir saatin akrebi ya da yelkovanı olsa pilini çıkartıp tüm yürüyüşünü engellerdim. Ama güneş gibi batıyor, ay gibi doğuyordu. Ben, müdahale edemiyordum. Bir adım daha attı. Yüzünde gram makyaj olmadığını kaşlarının kalınlığından anladım. Makyaj olsaydı şayet, dikkatimi ilk o dolgun dudakları çekerdi. Rujunun rengi eminim kırmızı olurdu. Elbisesinin rengi de… Kadın rengi… Bir kere öpmeliyim, sadece bir kere. Zehirli o dudaklar, zehirli! Bir kere öpersem hep isterim. Bilirim ben kendimi. Ah elimde olsaydı da gaza boğsaydım ortalığı; o zaman mecbur takacaktı maskesini. Rujmuş, allıkmış, dişleri ip gibiymiş; ne önemi var? Ya gözleri? Bir adım daha attı. Haziran güneşi kızartmıştı elmacık kemiklerini, öyle allık falan yoktu. Kıvırcık saçlarını geriye doğru atarken gördüm küçük kulaklarını. Küpe de takmamıştı. Saçlarını kulaklarının arkasına

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

55


geçiren parmakları su gibiydi. Güneşe doğru kaldırdı hafiften başını, gözlerini kısıp dudaklarını yaladı, yutkundu; ben de baktım aynı yöne; güneşe. Gözlerim kamaşmıştı. Bir adım daha attığını yarı bulanık halde fark ettim. Yok yok! Bu adımlara izin vermemeli. Gaz fişeğini kafasında paralamak, aylarca komaya sokup öldürmek lazım. Ancak ne mümkün! Bir adım daha attı. Çantasının askılarını çekiştirdi boynuna doğru... O an anladım; artık özgürüm. Yüzü bana dönük, koca mavi gözleriyle geldi oturdu karşımdaki masaya. - Bir tane daha? - Evet Garson aradan çekildiğinde göz göze geldik. Onun gibi hemen ben de kaçırdım gözlerimi. O an için uzun sayılacak bir süre boyunca yüzüne bakmadım. Tekrar bakıncaya kadar kafamdan türlü tanışma planları geçti. “Nasıl yapmalı, ne demeliyim? Kalkerken gitmeli. Ya da kalkar kalmaz sokakta söylemeli. Mekânda olmaz. Sürekli geldiğim yer. Garsonlara alay konusu olurum. Bana bakıyor sanki? Baksam mı ben de? Hem yanına gitsen ne diyeceksin? Merhaba tanışabilir miyiz mi? Sıradan, olmaz. Merak edeceği bir şey söylemeliyim. Mesela 'Kaşlarınız çok güzel sakın inceltmeyin' desem? Yok çok kibar bu. ‘Merhaba bir şey söylemek istiyorum. Kaşların çok güzel sakın bozma, incelteyim falan deme?’ Bu daha iyi. Ona iltifat eden bir cümle. Bir de tavsiye veriyorum. Ama kaşlarının güzelliğinin farkındadır. ‘Biliyorum’

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

56


der geçer giderse? Hemen iltifat etmeyeyim. Merak uyandırayım. Soru sormasına neden olacak şekilde söylemeliyim. ‘Merhaba, bir şey söylemek istiyorum. Kaşlarını sakın bozma, incelteyim falan deme.’ Evet, böyle daha iyi. İltifat ettiğimi anlar ama yine de içinde bir şüphe uyandırır. ‘Neden’ diye sorar. ‘Çünkü çok güzeller’ diye iltifat etmek için daha iyi bir an olabilir. Sarhoş ya da sapık zannederse? Saçmalıyorum. Yekten gider konuşurum. Nihayet geldi bira. Diğer bira ona mı? Onaymış. Parmakları ne güzel. Kaslı sanki biraz kolları. Hıhı! Elini kolunu incelediğin belli olmuyor sanki? Belki o da sana bakıyordur. Kaçırıyorsun. Önce bir bak bakalım, o da sana bakacak mı? Sonra düşün ne söyleyeceğini.” Kafamdaki saçma ve tuhaf sorular cevaplarını bulamadan yok olup gittiler. Birasını içerken boynunu inceledim. Evvelden beri var olmuş ama hiç görmediğim bir çimenin yeşilindeydi damarları; adi adım yürüyen bir at gibiydi yutkunuşu . Arada bir göz göze geliyorduk. Bitirdi birayı, hesabı istedi. Ardından hemen ben de istedim hesabı. Çantasını sırtına takıp yoldan yukarı doğru devam etti. Yirmi metre yürüdük yürümedik, tutamadım kendimi. Aynı hizaya geldik; yan yanaydık artık. “Merhaba, kaşlarını sakın aldırma” dedim. Aklıma gelen saçmalıkları unuttuğumu sanıyordum ancak hiç de öyle olmamıştı. Düşündüğüm bütün saçmalıklar, daha saçma bir şekilde harekete geçmişlerdi. Ne diyeceğini bilemedi. Tam da tahmin ettiğim gibi sarhoş mudur nedir bakışı attı. Ama ‘Neden’ diye sormadı ve

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

57


yürümeye devam etti. Ne yapacağımı şaşırdım. Gidiyordu. Etraftaki insanlar umurumda bile değildi. Artık ok yaydan fırlamıştı. Bir daha yaklaştım. ‘Kaşların çok güzel gerçekten, sakın bozma, incelteyim falan deme; bunu söylemek istemiştim o kadar” dedim ukala ama daha da çok tafralı bir edayla. İşe yaramıştı. Teşekkür etti. Yürümeye devam ediyorduk. İsmimi söyleyip elimi uzattım. O da söyledi ismini ve elimi havada bırakmadı. Nereye gittiğini sordum. Sana ne der gibi baktı suratıma ama yine de söyledi. Sahafçıya kitap bakmaya gidiyormuş. Benim de bakacağım kitaplar var yalanını söyleyip izin almadan onunla sahafçıya kadar gittim. Saçmalamalarım yol boyunca sürdü. Birkaç kere güldürdüm onu. Aldığı kitapları çantasına koymasına yardım ettim. Artık tanışmıştık. * O siyah çantayı hiç unutmam: Yine bir gün birlikte İstiklal'e direnmeye gitmiştik. Kafada baret, ağızda maske boyunda deniz gözlüğü; klasik her zamanki gibi; TOMA, gaz, job, kovalamaca. Artık iyice yorulmuştuk. Müdahaleler devam ediyordu ama biraz sakinlemişti ortalık. Sağdan soldan kaça kaça Nevizade’de bulduk kendimizi. Sokak bizim gibi bira molası verenlerle doluydu. "Bak şu kız, az önce bize talcidli su sıkan kız değil mi?" " Evet o. " Kız olunca nasıl da hatırladın hemen... " " Zeynep saçmalama... Bak, hemen yanındaki çocuğu polis almamış mıydı gözümüzün önünde? O değil mi o? " "Aaa! Evet o, kurtulmuş demek ki polisin elinden." Sevindik. Hiç

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

58


tanımadığımız ama birlikte şarkılar söyleyerek direndiğimiz yüzleri görüyorduk kafamızı nereye çevirsek. Sokağa o tatlı yokuşunun başladığı yerden girildiği düşünülürse; sokağın başına yakın denecek, sağ tarafta bir yerde boş bir masa bulduk. Attık baretleri masanın üstüne. "Çok direndik biraz içelim" diyerek iki bira istedim garsondan. Zeynep, "Aaa! çok güzel bunu yazalım" dedi kızarmış ama halen gülen gözleriyle. Ayak ucuna koyduğu siyah çantasını açtı. Kalemi bulamadı bir türlü; başladı çantayı boşaltmaya. Şarj aleti, yarısı içilmiş küçük su şişesi ve bir iki limon çıktı ilk önce piyasaya. Masada yer açmak için baretleri altında oturduğumuz pencerenin demir parmaklıklarına taktım. Ardından ‘Bir Ada Hikâyesi’nin’ ilk iki cildini çıkardı çantadan. O gün sahafçıdan almıştık. Ben okumuştum önceden, Zeynep’e de tavsiye etmiştim. Bendekileri istemedi. Kendi kütüphanesinde de olmasını istiyormuş. Diğer iki cilt gelince haber vereceklerdi. Öyle söylemişti sahafçı baba kız. "Ne inceledin şunları iki lira düşürtmek için" diyerek kitapları gösterdi ve koydu masaya. Pazarlık yapmıştım alırken. Çok sıkı bir pazarlık değildi: Önce bir kusur bulmak için sayfaları çevirdim. Birkaç sayfasında altı çizilmiş cümleler, tutulmuş notlar vardı o kadar. Sayfalar haliyle sararmıştı. Kahve lekesi falan aradım ama göremedim. İkinci cildin son sayfasında hafif bir yırtık buldum. Sahafçı kız şaşırdı. Belli ki kendi de farkında değildi, ya da o kadar detaylı incelememişti. Sanki benim yırttığımı ima eden bir bakış attı. "Valla ben yırtmadım!" dedim tek elimi kaldırarak ve hemen indirim istedim. "Bundan indirim olmaz ama neyse iki lira eksik verin"

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

59


dedi yırtığı göstererek. Yüzsüz yüzsüz biraz daha istedim. Tıpkı arkada duran babası gibi kızın da yüzü güleçti. Yüzündeki gülümsemeye rağmen o kadar net bir şekilde "Daha da olmaz yani" dedi ki, pazarlığı bitirdim. Babası lafa girdi hemen ardından; "Valla kızım yine iyi düşürdü, ben olsam hayatta inmezdim, bir de üstüne iki lira da daha koyardım." dedi. Şaşırmıştık. "Neden?" diye sordu Zeynep. İşini iyi yapmanın

ciddiyeti

ve

yaparken

aldığı

keyfi

belli

eden

gülümsemesiyle, yırtığa bakıp "Belli ki bir yaşanmışlık var, değerlidir böyle kitaplar" diye cevap verdi. Neredeyse iki lira daha fazla ödeyecektim ama yapmadım elbette. Hep beraber gülüştük. Zeynep cüzdanını çıkartıp kitapların parasını ödeyecekti; izin vermedim. Doğum günü hediyesi olarak düşünmesini söyleyip ikna ettim. Birkaç gün sonra doğum günüydü. Gerçi doğumu mayısın sonunda başlamış ama haziranda doğmuştu. Biraz sancılı bir doğum olmuş; öyle anlatmıştı Zeynep. Kapıdan çıkarken içeride bir şey unutmuş gibi geri döndü; "Ben size numaramı bıraksam da diğer iki cilt gelince haber verseniz olur mu?" dedi ve sonra bana dönüp "İstersen senin numaranı verelim sen bu tarafta oturuyorsun nasıl olsa, ben karşıdan öyle hemen gelemem" diye ekledi. Bir an durdu; "Ne alakası varsa? Ararım seni gelir alırsın." Kıskançtı. O duraklama anında kafasından geçenleri anlamıştım. Kim bilir neler kurmuştu? İşte kitaplar gelir kız beni arar, ben kitapları almaya giderim, o esnada gülüşmeler, kur yapmalar, espriler, şakalar, sonra hop... Telefonlar da var zaten... Yandı gülüm keten helva. "Neyse ya sen ver numaranı" dedi saçma bir

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

60


kıskançlık yaptığını anlayarak. Verdim numaramı. Kitaplar elimde kaldı. Şunları çantaya koyalım dedim. Baktı sığmayacak, çantayı olduğu gibi dükkânın önünde dizili kitapların üstüne boşalttı. Çıkanları gören sahafçı "Hayırdır gençler savaşa mı gidiyorsunuz?" dedi. Bir gülüşme daha oldu. "Keşke tüm savaşların cephanesi böyle olsa baba" dedi kız. Kızın söylediği şey Zeynep'in de benim de hoşuma gitmiş, hem beğendiğimizi hem de onayladığımızı başımızı hafifçe eğerek belli etmiştik. Cephaneler bir türlü sığmıyordu çantaya. Bana bırak ben hallederim dedim. Ne de olsa askerlik yapmışlığım var. En arkaya kalın karton kapaklı büyük boy defteri koydum. Zaten sonrası basit oldu. Ama çantanın fermuarı yine de zor kapandı. Nevizade’de kalemi bulmak için çantayı boşaltmaya başlayınca, sahafçıdaki sahneyi tekrar yaşayacağım geldi aklıma ve hemen duruma el koydum. Tahmin ettiğim gibi kalem çantanın dibine düşmüştü. Elimi çantanın dibine daldırıp çıkarttım kalemi. Ellemesem sprey boyalar, eldivenler, ameliyat maskeleri vs. onlarda çıkacaktı piyasaya. Çantadan defteri çekerken, "Dur deftere yazmayalım, şuraya yazalım" diye önünde oturduğumuz duvarı işaret etti. Pütürlü duvara "ÇOK DİRENDİK BİRAZ İÇELİM DEDİK" yazdı büyük harflerle. Kalemi elinden aldım. Kitaptan, bir paragrafın, altı çizilmiş son cümlelerini okudum. Hoşuma gitmişti. Zeynep’e de okudum yüksek sesle. ‘…Bütün büyülerden bir şey, bir tek şey öğrendim ki büyü insandadır. Büyü insanın gözündedir. Büyü insanın kulağında,

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

61


burnunda, yüreğindedir. Dünyanın en güzel büyücüsü, o sevgiyle dopdolu olan insanın gözünde, burnunda, yüreğinin kökündedir.’ Beğendiğini belli ederek “Altı da çizilmeyecek gibi değil hani” dedi… Aynı sayfaya bir şeyler yazdım; birkaç sözcükle doğum gününü kutladım. Derken bir gürültü patırtı, bir koşuşturma. Sokak hareketlendi birden. Havadaki gaz kokusu iyice keskinleşmişti. Sokağın başında polisler göründü. Bir tedirginlik oldu masalarda. Herkes kaçış pozisyonu almış hazırda bekliyordu. Polis bira içip oturan birkaç kişiyi gözaltına almaya çalışmış ancak sokaktakiler izin vermeyince gerginlik iyice artmıştı. Biralarımızın yarısına bile gelmemiştik daha. Biramı kafaya dikmeyi düşündüm ancak o kadar zaman yoktu. Çantaya kitapları ve limonları tıkıştırdım; fermuarını yarım yamalak kapatıp geçirdim sırtıma. Alarm yiyen A.M.M. (Ani Müdahale Mangası) askerleri gibiydik. Sokağın polissiz tarafına doğru koştuk. Nasıl geldik bilmiyorum ama kendimizi en son Turnacıbaşı’nın oradaki Laz Bakkal’ın önünde bulduk. Sakindi o taraflar. Neredeyse son beş dakikadır yürümemize rağmen halen soluk soluğaydı Zeynep. "Askerde yaptığım sporu yapmasam, ben de senin gibi soluyor olurdum şimdi, sizi de alsınlar askere" dedim. "Bana diyene bak, kendini hiç görmüyorsun herhalde, az iç şu sigarayı" dediğinde hakikaten kendime bir baktım da göğsüm hala inip kalkıyordu. Öyle deyince sigaramın bittiği de geldi aklıma. Laz Bakkal’dan sigara alırken arkadan Ortaçgil'in " Önümüzde barajlar var, Bu su hiç durmaz..." dediğini işittik. Müziğin geldiği yerin tabelasında 'Babel Cafe

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

62


Restaurant Antakya Mutfağı' yazıyordu. Ortaçgil'e ikimiz de dayanamazdık. Hemen karşıya geçip sigaramızı kafenin önünde içmeye karar verdik. O kadar koşuşturmanın arasında aklımın hala yarım bırakmak zorunda kaldığımız biralarda olduğunu; "Yanarım yanarım da şu yarım kalan biralara yanarım, hem de soğuktu, şimdi soğuk birayı nereden bulacağız" diyerek belli ettim. Hiç bir tekelde soğuk bira kalmamış, hepsi tükenmiş, meydan da seyyarlara kalmıştı; onların biraları da sıcacıktı. Zeynep "Hadi gel burada içelim..." demeye kalmadı; ortalık yine toz duman. Kafenin çalışanları bizi içeriye alıp kepengi kapattılar. Ortaçgil bitti, başladı bangır bangır Bandista; "Aşk inadına, aşk devrimdir Mağlup, galip ve nikbindir Aşk her sabah, aşk her gece Aşk mücadeledir Aşk bir molotof kokteyli Bazen elde kalem misali..." İyice aşka gelmiştik. Yalan da değil hani; biz zaten aşka gelmiştik. Çalışanlardan biri, böyle eli ayağı durmayan, durmadan oynayan yeşil gözlü yakışıklı bir çocuk su getirdi. Bir yandan yüzümüze su serpiyor bir yandan da dans ediyorduk. Otellerine gidemeyen çocuklu turistlere yan taraftaki motelden yer ayarlıyordu bir abi; uzun saçlı,

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

63


böyle omuzlarına kadar beyaz kıvırcık saçlı bir abi. Para falan alınmayacak diye de üstüne basa basa söylüyordu motel sahibine. Belli ki zamanında çok çekmiş faşistlerden. Yüzü hep gülüyordu, zaten herkesin yüzü gülüyordu. Bir bardak da bira ikram etti yeşil gözlü çocuk. Parasını uzattım, almadı. Zeynep'le, bir yudum o bir yudum ben bitirdik birayı. Hem de soğuk. Kepengi açtılar, ortalık durulmuştu biraz, teşekkür edip çıktık. Faik Paşa'nın oraya gelmiştik ki, nereden geldi nasıl geldi fark edemedik yanımıza bir gaz kapsülü düştü. Anlık refleksle ellerimizi başımıza siper edip başladık Faik Paşa’dan aşağıya koşmaya. İşte o an anlamıştık baretleri Nevizade’de, pencerenin demir parmaklıklarında asılı unuttuğumuzu. Bir elim onun bir elim kendi kafamda eğile eğile koşuyoruz. O aradan girdik, bu aradan çıktık, bir sokağa geldik. Hatırlamıyorum şimdi adını. Duvarın önünde soluklanıyorduk. Duvardaki yazıyı sesli bir şekilde okudum. "Yada siz hiç bir okyanusu dudaklarından öptünüz mü?" yazıyordu. Zeynep "Kesin bu adamın sevgilisinin adı Deniz falandı herhalde" dedi nefes nefese, gözlerinin içine içine baktım "Ya da sevgilisinin gözleri maviymiş" dedim nefes nefese. Öyle, soluk soluğa öpüştük. Sıcak atmosferden biraz uzaklaşınca kafamızı korumak için çantadan bir şeyler arandık. Defter ve kitaplardan daha uygun bir şeyler yoktu o anda. Nur-i Ziya Sokağı’ndan İstiklal'e çıktık. Daha elli metre gittik gitmedik;

polisler

almışlar bir grubu

önlerine

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

64


Galatasaray'ın oradan TOMA eşliğinde kovalıyor. Tünele doğru döndük; oradan da gelmesin mi polisler! İlk sağa girdik. İlerledik. TOMA’nın sesi iyice yaklaşmıştı. Su sıka sıka geliyor. Yol bitti, bir sağa bir sola ayrılıyor. Sol tarafa ay ışığı aydınlatıyor diye daha karanlık olan sağ tarafa geçtik. Çıkmaz sokaktı. Sol tarafı denedik bu sefer; aynı şekilde çıkmazdı. O zamana kadar hiç girmemiştim ama geçerken görüyordum ismini; Saka Kamil Çıkmazı’na girmiştik. Sol taraf aydınlık diye diğer tarafa geçmeye karar verdik. Sol yanlış seçimdi; kabak gibi belli oluyorduk. Hemen gerisin geriye dönüp diğer tarafa geçecektik ki TOMA çıkmazın başında gözüktü. Başımızı siper edip koştuk ama TOMA sıkmaya sağ taraftan başladı. Mermi gibi geldi su, gerisin geriye tekrar aynı yere saklandık. TOMA rastgele sıktı geçti. Sol tarafta kalsaydık ıslanmayacaktık. Asıl yanlış tercih sağ taraftı. Hem sol tarafa ay ışığı da vuruyordu. Çok yorulmuştuk. Sırtımızı duvara verip birer sigara yaktık. Kitaplar defterler bir tarafta sırılsıklam… Zeynep yanımda sırılsıklam… Ben zaten sırılsıklam, öyle, ıslak ıslak öpüştük. * Zeynep daha o ilk adımı attığında anlamıştım peşinden sürükleneceğimi. Buna engel olmak istemiş ama olamamıştım. Zeynep'i tanısaydınız neden engel olmak istediğimi anlardınız. Orası da bana kalsın. Şimdi böyle güzel bir hikâyenin sonu kötü mü bitecek? Maalesef evet. Üç ay önce ayrıldık. Bir sebepten ayrıldık işte. Toplum,

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

65


aile, okul, diziler, Amerika, lobiler vs. ve daha fazlası ayırdı bizi. Devletlere hükümetlere direndik de ne ye direnemedik bilmiyorum. Şimdi o gün Nevizade’de oturduğumuz yerdeyim. Bir yıl önce yarım bıraktığımız biralar gibi kalmıştık. Duvara yazdığı yazı hala duruyor. Aramak için bir bahanem olsa keşke. Ne diyecektim ki? "Alo Zeynep şu an Nevizade'deyim, her zamanki yerde, yazdığın yazının önünde bira içiyorum... Hava çok güzel güneşli, dedim bu kesin vapura binmiştir... Bu tarafa geçtiysen görüşelim..." Çok saçma. " Alo, Zeynep, özledim seni..." Belki, ama yetmez. Ne yani, şimdi ben de Bir Ada Hikayesi’nin sonundaki Hristo gibi 'Ölünceye kadar denizin kıyısında, her gün değilse de sık sık, Anadolu’yu mu seyredecektim?' - Bir tane daha? - Ver ver. Telefonum çaldı; bilmediğim bir numara: "Alo" "Alo" "Merhaba ben sahaftan arıyorum, gelince haber vermemizi istediğiniz kitaplar vardı, hani bu Yaşar Kemal'in Bira Ada Hikâyesi. Uzun bir süre oldu ama…"

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

66


Sahafçı kızın yırtığı gördüğü andaki gibi şaşırmıştım; tam bir yıl olmuştu. Sanki sahafçı kızın bir oyunuydu bana. Çoktan unutmuştum kitapları. "Evet" "Siz son iki cildini ayırın demiştiniz, geldiler, gerçi dört cildi birden var ama ilk iki cildi biraz kötü durumda, haber vereyim dedim. Alacak mısınız, ayırayım mı?" Bir an bile düşünmeden "Tabi tabi, uğrarım birazdan" deyip kapattım telefonu. Öylece kalmıştım. Zeynep'i aramak, hiç olmazsa sesini duymak için bir bahanem vardı artık. Biramı yudumlarken bir an durakladım. Arasam mı, mesaj mı atsam ikircikliğine düştüm. Aradım. "Alo!" "Zeynep..." "Ferhat..." Birbirimize ismimizi söylemeyi seviyorduk. "Zeynep..." Kim o sorusuna verilen cevap gibi bir gülümseme vardı o an sesinde; biraz muzır, biraz tanıdık, biraz da buradayım dercesine. "Ferat..." "Nasılsın?"

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

67


"İyiyim, sen?" "Ben de iyiyim... Şey için aramıştım. Bu, hani hatırlıyor musun kitap ayırtmıştık, gelince haber verin demiştik sahafçıya. Yaşar Kemal'in Bir Ada Hikâyesi. İşte o kitaplar gelmiş, az önce sahafçı kız aradı da haber vereyim dedim." "Aaa! unutmuştum ben onları, olur olur, ben de zaten bu taraftayım, uğrarım, teşekkür ederim haber verdiğin için." Tutamadım kendimi. "Özledim seni" "Neredesin?" "Nevizade’de, her zamanki yer, yazı yazdığın yerde..." "Geliyorum. " Geldi. Oturdu koca mavi gözleriyle karşıma. Siyah çantası sırtındaydı.

Boynuna

doğru

çekiştirdiği

çantanın

askılarını

omuzlarından düşürüp çıkardı. Sarıldık. Özgürlük kokuyordu boynu; içime çektim. Anıları hatırlatmak rahatlatıyordu beni. Duvardaki yazıyı gösteriyor, 'Hoş geldin' diye yarım kalmış biralarımızla şerefe yapıyorduk. "Bakma öyle, biliyorsun dayanamayacağımı" dedi. "Direnme o zaman sen de..." "Kitaplar için geldim ben." İkinci biralar da geldi; bir daha şerefe yaptık. Üçüncüleri de aynı şekilde.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

68


Zeynep, "Bu arada 'sahafçı' değil 'sahaf'. Bir de o kadar kitap okuyorsun… Sahaf; eski kitap satan kitapçı demek. Yani sen sahafçı dediğinde 'kitapçıcı' gibi bir şey diyorsun" diye düzeltti beni. "Hadi o zaman gidip alalım şu kitapları sahaftan." Tek başıma yürürken de fark ediyordum yokuşun eğimini ancak o yanımda yürürken hafif, tatlı bir meyil alıyordu yokuş. Sahafa gidene kadar tüm yol boyunca anladığım tek şey onun da beni özlediğiydi. Aslıhan Pasajı’na girdik. Sahaf kız kitap diziyordu. "Merhaba, nasılsınız?" "Merhaba, hoş geldiniz, valla biraz geç geldi, ne de olsa değerli kitaplar, durun ben getireyim." Tanımıştı bizi. "Biz unutmuştuk, siz unutmamışsınız" dedim. Dört cilt birden geldi elinde. İlk iki cilt perişan haldeydi. Pazarlık yapmaya bile gerek yoktu o kitaplar için; sayfalarının hepsi kalkık kalkık, kabarmış, su lekesi olmuştu. Kimse almazdı onları. “Artık kitaplarla duş mu yaptılar bilmiyorum ama dördünü birden alırsanız veririm.” dedi sahaf kız. “Sadece bunların parasını öderiz” dedim sol elinde tutuğu son iki cildi göstererek. Onlar temizdi. Arkadan baba “ Tamam kızım o ikisi bizden olsun, sen diğerlerinin parasını al” dedi güleç yüzüyle. Parayı ben ödeyeceğim tartışması, "Doğum günü hediyesi olarak almak istiyorum" dememle çok uzamadan bitti. Yine doğum günüydü bir kaç gün sonra. Zeynep de haziranda doğanlardandı. Kitapları çantaya kolayca sokup, o önde ben arkada pasajın kapısına doğru yürüdük. Arkadan izledim. Saçlarını kestirdiğini yeni anlayabilmiştim. Çok da

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

69


belli olmuyordu; hemen azıcık kestirmişti. Dik ve umarsız yürüyüşü hiç değişmemiş, biraz da kilo almıştı. Kalçalarından anlamıştım. Çantasının askılarını boynuna çekiştirip geriye döndü; "Bakma kıçıma, bu aralar biraz kilo aldım, hadi gel..." deyip yanına çağırdı, gittim. Birer bira daha alıp Tünel’e doğru yürümeye başladık. Hava sıcaktı. Biralar çarpmıştı biraz. Önünden geçtiğimiz sokağı, daha doğrusu 'çıkmazı' ikimiz de hatırlamıştık. Girdik. Sol tarafta gölge bir yer seçip oturduk betona. Biralarımızı tokuşturup yudumladık. "Yine yaptın pazarlığını, bedavaya aldın kitapları" dedi. Çantadan kitapları çıkartmasını isteyerek "Ne alakası var, ne hale gelmiş kitaplar, onlara da para verilmezdi. Zaten daha önce aldıklarımızı da sırılsıklam oldu diye bırakmamış mıydık? Buna para verecek olsak onları alırdık zaten, bırakmazdık burada" diye gereksiz bir savunmada bulundum. Kitapları verdi Zeynep. " Bak şuna, ne hale gelmiş!" diyerek sayfaları gösteriyordum ki bir sayfada takılı kaldım; geçemedim. Altı çizili cümlelerin olduğu bir sayfanın kenarında ‘Büyü senin gözlerinde, nice senelere, iyi ki doğmuşsun Büyücü Kız…’ yazıyordu benim el yazımla. Mürekkebi biraz akmıştı ancak okunuyordu. Zeynep'e gösterdim. Şaşkın bir kahkaha eşliğinde "İnanmıyorum" dedi. "Bu kitapların hikâyesini anlatsak sahaf kim bilir bizden ne kadar isterdi. Ne de olsa bir yaşanmışlığı var" dedim; güldük.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

70


Birer sigara yaktık, birer yudum çektik biralarımızdan. Bir haziran güneşinin altında tanışmış, bir haziran günü direnmiştik. Yine bir haziran güneşinin altında barıştık. Öyle işte, sarıldık, öpüştük.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

71


Gezi Osman Bahar Parka gelmiş, gece yarısına kadar durduktan sonra Dedegöl Dağı tırmanışı için eve gidip hazırlanmış ve yola koyulmuştum. İstanbul'dan ayrılırken ortam sakindi. Sabah kamp yerinde "çadırları yakmışlar" sesleriyle

uyanınca

"acaba

kimin

çadırını

yakmışlar"

diye

düşünmüştüm. Bunca zamandır kamp Yaparım hiç Çadır yakma olayıyla karşılanmamıştım çünkü. Ama gerçek bambaşkaydı tabi. Telefona sarılıp parkta olduğu düşündüğüm birkaç arkadaşımı arayıp hem kendimi hem de kamptakileri güncelliyordum. Tırmanış yapmak için bundan daha güzel (!) bir tarih seçimi olamazdı. Hiçbir sevgilimi (yani eski sevgililerimi canım) merak etmediğim kadar Park'ı, ağacı, direnişi, belki bir hayal ama daha ötesini merak ediyordum. Zaten döner dönmez de bisikletime atladığım gibi soluğu parkta aldım.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

72


Şimdi, iki yıl sonra aynı tarihlerde yine aynı dağa gidiyorum. İlginç bir tesadüf denebilir ama yolda tüm hatıralarım canlanıyor. Sanki iki yıl öncesine yolculuk yapıyor gibiyim. Ne Berkin'in ne Abdocan'ın ne de diğerlerinin ölümleri gidiyor gözümün önünden. Onlara karşı bir utanç duyuyoruz, hakketmedikleri ölümleri yaşamış olmalarının üzüntüsünü besliyorum içten içe. Hayatımız boyunca 'Yaşamak bir ağaç gibi hür' diye başlayan cümleler kurarken yada kurmaya çalışırken, kulaklarımızdaki kötü adam kahkahası çınlaması bizi gerçekten tek bir vücut yapmayı başarmıştı. Kaç kişiydik sahi binler mi, milyonlar mıydık? Geceleri uyurken üstümü hep annem örterdi. Parkta hiç tanımadığım insanların arasında yatarken hiç tanımadığım insanlar üstümü örtmüş ve nedense annem üstümü örttüğünde bile bu kadar huzurlu hissettirmemişti. Gezi hepimizde unutamayacağımız, unutmamamız gereken anılar bıraktı. Gezi belki de bu neslin yapabileceği en büyük haykırış oldu. Evet size romantik solcu diyecekler, evet 'hâlâ mı Gezi yea' diyecekler çıkacak, evet iktidar değişmemiş olacak ama Gezi uğruna ölen çocuklar, çocuğunu kaybettiği için dayanamayan anneler için hiçbirimiz o günleri unutmayacağız. Ayrıca biber gazı oleyyy.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

73


Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

74


Göğsü Çıplak Kadınlar İnan Aşık Göğsü çıplak bir kadın, yürüyordu kaldırımda… Hayır! Bir değil, onlarca. Memeleri sarkık memeleri dik büyük, küçük… İşe yetişme telaşı yoktu. Okula yetişme telaşı da yoktu. Evden yeterince erken çıkmışlardı… Şarkı söyleyen kadınlar vardı, kaldırımda. Çıplak göğüslü kadınlar şarkı söylüyorlardı. Onları süzen erkekler yoktu yanlarından geçen arabaların korna sesi de yoktu arkalarından ıslık çalan erkekler yine yoktu. Islık çalan kadınlar vardı. Islığına mırıldanan erkekler vardı.

Kadınlar vardı kaldırımda şarkı söyleyen ıslık çalan özgür kadınlar… Kedilerde vardı kaldırımda, insanlardan kaçmayan kediler.

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

75


Soruların Ölümü Onur Soylu Son bir saatin var… Ölüyorsun! Kimi düşünüyorsun , anneni, babanı?.. Süre ilerliyor… Nasıl ölmek isterdin? Boğularak, bir yerden düşerek veya intiharla. Küçücük haplar 80 kilo bir adamı devirebiliyor. Garip… On dakikan geçti. Şimdi tut zamanı, elinle. Çek kendine. Nereye giderdin? En çok güldüğün ‘‘o an’’a. Deli saçması hareketler yaparlardı. Şimdi umursamıyorlar değil mi? İlk yalnız kaldığın? Annen seni bırakıp alışverişe gitmiş. Hem de sen uyurken. Uyanmışsın beklenmedik. Ağlayıp, sonra duvara bakıp dalıp gitmişsin. En acıklı, yalnız ve öfkeli zamanlarını o duvarla geçirmişsin. Acaba ne yapıyordur o duvar şimdi? Bilinmez… Neyse, sen dalarken annen gelmiş ve nazından tekrar ağlamışsın. Her yalnızlığın bu kadar kısa sürmedi değil mi? Otuz dakikan kaldı dostum… İlk sevgiline gidelim haydi. İlk okulda, utangaçsın, titriyorsun sevmekten. On bir yaşlarında falansın ve o yaşta cüssenden büyük acı çekiyorsun. Açıldın kıza tüm cesaretinle ki işe bak o da seni seviyormuş. Annen de seviyor seni ablanda ama bu başka. Onun sevgisi kaburganda deprem etkisi, güm

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

76


güm… Bu deprem dünyada olsa tek bir hücre kalmazdı hayatta. Öyle vicdansız sevmişsin işte. Sonra o deprem birden bitiyor, yıkıntıların arasında. Başka şehre taşınıyorlar. Haritada o şehre bakıyorsun nefes alamıyorsun. Nefret edilesi bir şehir burası şimdi. Cehennem! Orası cennet mi? Evet… Yirmi dakikan kaldı… Elin hafiften yazamıyor gibi. İntiharı seçmiş olmalısın. Güzel seçim. O zaman daha ileriye çek zamanı, tüm acıları bırak en ileriye. Sen yoksun. Arabalar uçuyor, savaşlar devam ediyor. İnsanlar hala ölüyor ama sen yoksun. Kimse bilmiyor varlığını. Yaşadığın yerlerde betonlar yeşermiş. O eski insanlarda yok. Son dakikalara giriyorsun… Gök yüzüne bak senin için yaratılmış ama sensiz de var. Sensiz de devam ediyorlar. Yeni şarkılar yapılıyor senin

dinleyemeyeceğin.

Kitaplar

yazılıyor

yeni

senin

okuyamayacağın. Sokaklar yanıyor, insanlar ölüyor, devrimler oluyor… Atlı karınca gibi devam ediyor hayat. Düşüyorsun o attan. Ne merak ediyorsun en çok? Öbür dünya var mı? Ya tanrı? Son saniyelerin, belki de tanrıyla görüşeceksin. Ne soracaksın ona? Neden mi? Çok sıradan. Tanrı bile gülüyor… Süren doldu. Ellerini kaldır uçacaksın. Nereye? Bulutlara. Orada acı yok, savaş yok, gürültü yok!..

Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

77


Azizm Sanat Örgütü | E-Dergi, Sayı:90

78



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.