Azizm Sanat E-Dergi Şubat 2016

Page 1


AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ Yıl: 8 Sayı:98 Aylık Kültür Sanat Dergisi Yılda 12 kez yayınlanmaktadır. Ücretsiz olarak sanal platformda yayınlanır. Bu dergide yayımlanan tüm yazıların hakları Azizm Sanat Örgütü’ne aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz

Tasarım Selçuk Korkmaz korkmaz.selcuk@azizmsanat.org Ön Kapak Moby Dick Edition A. Burnham Shute H. Simonds Co

Genel Yayın Yönetmeni Onur Keşaplı kesapli.onur@azizmsanat.org

Arka Kapak 2015’in En Çok Okunanları

Editör Gökay Korkmaz korkmaz.gokay@azizmsanat.org

www.azizmsanat.org

Yayın Kurulu Afet Yıldız Cennet Akıncı Deniz Eren Özgür Keşaplı Didrickson Selin Süar

Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat E-Mail bilgi@azizmsanat.org Tam sayfa, ön ve arka kapak içlerine reklam vermek için: reklam@azizmsanat.org


İÇİNDEKİLER Balkondaki Adam’da Sosyalist Ben’lik Arayışı Murat Bilgili

4 40 44

Asıl Aptallar Kim? 3 Idiots Deniz Eren

50

Utanıyorum! Gökay Korkmaz

53 55

Denizin, Akdeniz’in Ortasındaki Mocha Dick Özgür Keşaplı Didrickson

Diriliş’in Gerçekliği Onur Keşaplı

Sandinista Vakası Üzerine Düşünceler Özgür Cem Boynueğri

Azizm’in Notu: Azizm Sanat E-Dergi’nin Mart 2016 sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, resim, video ve fotoğrafı 5 Marta kadar bilgi@azizmsanat.org adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.


4

Denizin, Akdeniz’in Ortasındaki Mocha Dick Özgür Keşaplı Didrickson

Ron Howard’ın ülkemizde Denizin Ortasında (In the heart of the sea) adıyla gösterilen filmini en başta yalnızca, insanlık tarihinin tartışmasız en ilginç dönemlerinden birini, ticari balina avcılığını anlattığı ve bu konuda yazma vesilesi yarattığı için önemsemiştim. Filmin Herman Melville`in ünlü Moby Dick romanına ilham veren gerçek olaylardan yararlanan bir senaryosu olduğunu duyduğum için kaşlarımı çatarak izlememe neden olacak şeylerle karşılaşacağımı tahmin etmiştim çünkü herkesin bildiği gibi bu romanda balina, intikam peşindeki bir canavar olarak tasvir ediliyor. Ancak, romanın yazıldığı yıllarda (1851) bu görüş doğal sayılabileceği ve söz konusu eserin kur-


gu olması nedeniyle filmin soyunduğu bu zor işten beklediğimden az hatayla çıkacağını düşünmüştüm. Yararlandığını iddia ettiği gerçek ile kurgu arasındaki ayrımı gözeteceğini ve bunu seyirciye az çok doğru bir dengede ileteceğini. Filmi izlemeden kısa süre önce filmin senaryosunun bir kaşalotun (diğer adıyla ispermeçet balinası) kafasıyla çarpması sonucu battığı söylenen Essex adlı balina avcı gemisinin başına gelen olayların anlatıldığı, Nathaniel Philbrick imzalı, Denizin Kalbinde: Essex Balina Avcı Gemisinin Trajedisi (In the Heart of the Sea: The Tragedy of the Whaleship Essex) adlı kitaptan uyarlandığını öğrendim. Filmin adının da kitaptan geldiğini. Filmi izlerken senaryonun dayandığı, gerçek olduğu iddia edilen, ABD’nin Massachusets eyaletine bağlı Nantucket adasından çıkan Essex gemisinin öyküsü hakkında bilgim yoktu. Herhangi bir araştırma yapmadan izlediğim yapıtı en başta bir film olarak hiç beğenmedim. Bu yazı bir film eleştirisi değil o yüzden bu konudaki tüm görüşlerimi sıralamayacağım. Beni en çok, batan gemi mürettebatının açık denizde günlerce aç kaldıktan sonra ölen arkadaşlarını

5


6

yemeleri, hatta bu amaçla çubuk çekerek birbirlerini öldürmelerini konu alan sahnelerin abartılı işlenişi rahatsız etti. Akıl almaz derecede korkunç olsa da, seyirci için yamyamlık yeni bir hikâye değil ki. Ve bir “büyük beyaz canavarın” kulaktan kulağa dolaşan hikâyesinin mitleşmesini, varil varil balina yağıyla dönen yüzlerce teknenin yaptığı katliamın büyüklüğünü daha çarpıcı şekilde anlatacak diyaloglar bunca eksikken bu abartılı vurgu, seyircinin ilgisi için yapılmış, öyküdeki dengeleri de bozan bir ucuzluk olarak görünüyor. Film burada, Alaska’da, Aralık’ta gösterilmişti. Filmi eleştirmeyi değil de film vesilesi ile balina avcılığı üzerine birkaç şey karalamayı düşünmüş olsam da yazmak için filmin ülkemizde de gösterilmesini bekledim. Hem bu arada fırsat buldukça balina avcılığıyla ilgili, uçsuz bucaksız kaynaklarda dolanıp paylaşacak yeni bilgiler öğrenebilirdim. Tahmin etmediğim bir konuda, tam da böyle oldu. Jim Murphy’nin, “Balina avına çıktım; Denizin cazibesi ve büyük balina avı” isimli, balina avcılığı dönemini bir bakıma, balinalardan çok teknelerde çalışan insanların yaşamlarına değinerek


anlattığı kitapta (1) Essex’in öyküsüyle karşılaştım. Daha doğrusu filmde Chris Hemsworth’un canlandırdığı Owen Chase isimli ikinci kaptanın insanı, filmdeki sahnelerden çok daha fazla etkileyen bir fotoğrafına rastladım. Biraz da bu nedenle filmden önce haberdar olmadığım ama film sonrasında da pek etkilenmediğim Essex’in öyküsünü okumaya başladım. Bir “gerçek” fotoğraf, bir çift göz, 3 boyutlu teknolojiden, oyunculuk hünerlerinden daha çok ikna etmişti beni bu öykünün sarsıcı yanıyla ilgili. Sonradan başka kitaplarda ve elbette internette de Essex gemisiyle ilgili pek çok bilgiye rastladım. Filmin bu geminin gerçek öyküsünü değiştirmiş olduğunu bilmeden daldığım okumalar sırasında öğrendiğim bazı bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum; Essex, balina çarpması nedeniyle batan tek gemi değilmiş ama Murphy’in de belirttiği gibi herhalde mürettebatın 3 ay denizde kalışı ve hayatta kalabilmek için yamyamlığa başvurmaları Essex öyküsünün tarihte farklı bir yere koyulmasına neden olmuş. Yaşandığı dönemde de bu öykü, dramı nedeniyle ilgi çekmişe benziyor.

7


8

Murphy, Melville’in Essex’in öyküsünden yalnızca duyumlarla haberdar olmadığından, Chase’in yazılı hikâyesinin (filmde Melville’e öyküsünü anlatan Thomas Nickerson gibi birkaç kişi daha anılarını yazmış) bir kopyasına da sahip olduğundan söz ediyor (2). Melville, Acushest isimli ilk balina avcı teknesine 1841 yaşında, pek çokları gibi çocuk yaşında değil, 22 yaşındayken adım atmış. Melville, karanın görülmediği deniz üzerinde, Essex gemisinin battığı yerlerin yakınında ilerlerken Chase’in öyküsünü okumanın üzerinde şaşırtıcı derecede etki yaptığını belirtmiş. Essex’in gerçek batış öyküsünde yamyamlık nedeniyle canavarlaşan insan var belki ama “canavar balina” yok. Çarpması sonucu gemiyi batıran balina öyle filmde gösterildiği gibi batan geminin mürettebatını okyanusta takip edip, bulduğunda intikamla (!) sandallarını parçalamıyor. Zaten Moby Dick romanı için Melville yalnızca Essex’in öyküsünden de etkilenmemiş. Şili’nin Mocha Adası yakınlarında görülen, 1810 ile 1830 yılları arasında 22 balina avcı gemisini batırdığı söylenen, mamut büyüklüğünde, “yün gibi beyaz” bir kaşalot efsanesi görünüşe göre daha çok ilham vermiş Moby Dick romanına. Balinanın ismi bile bunun kanıtı gibi; Mocha Dick! The Knickerbocker Dergisi’nde Jeremiah Reynolds’un böyle tarif ettiği (3), bu isimle andığı kaşalotun öyküsü kulaktan kulağa ya da yazılı aktarıldığı o yıllarda da zaten abartılı öğeler içeriyor olmalı.


Quartz dergisinde yayımlanan “Moby Dick ve Denizin Ortasında’da gösterilen intikam dolu balinalar ne kadar gerçek?” isimli makalede (4) kaşalot çalışmalarıyla tanınan bilimcilerin görüşlerine yer verilmiş. Kaşalot dendiğinde akla ilk gelen isim olan Dalhousie Üniversitesi’nden Hal Whitehead, söyleşi yapılan bilimciler arasında erkek kaşalotların birbirlerine karşı saldırgan davranışlar gösterdiğini kaydetmiş tek araştırmacı. Çatışmaların kısa sürdüğü ve bireylerin birbirlerine kafalarıyla çarpmadıklarını söyleyen Whitehead, birbirleriyle daha çok çeneleriyle saldırdığı belirtilen kaşalotlarda kafayla çarpmanın türün saldırıda başvurduğu silahlardan olduğunun kesinlik kazanmadığını belirtiyor. En derine (1-2 km) dalabilen balinalardan biri olan kaşalot nefesini iki saat kadar tutabiliyor. Karanlık derinliklerde besinini (örn. kalamar) bulmak için gelişmiş sonar sisteminden yararlanıyor. Diğer deyişle sesleri kullanarak görüyor, ilerliyor, manevra yapıyor. Whitehead gemilere çarpma vakalarının daha çok balinaların yaptığı hatalar sonucu gerçekleşmiş olduğunu tahmin ettiğini belirtmiş. Panikle küçük balina avcı sandallarından kaçmaya çalışan balinaların yakında sessizce duran gemileri görmeyip çarpmış olabileceğinden. St. Andrews Üniversitesi’nden Luke Rendell, en akla yatkın

9


10

açıklamanın, balinanın saldırısından önce Essex gemisinden gelen seslerle ilgisi olduğunu söylüyor. Essex gemisi bu balina saldırısı sırasında Peru açıklarında kaşalot avlıyormuş. Hem bu yazıda, hem de Murphy’nin kitabında belirtildiğine göre balina saldırısının olduğu gün gerçekleştirilen av sırasında Owen Chase’in sandalı, bir balinanın kuyruğunun çarpması sonucu ciddi şekilde hasar görmüş. Bir kaşalot, Chase ve sandaldaki diğer çalışanlar gemide tamir çalışması yaparken yakında belirivermiş ve gemiye çarpmış. Chase anılarında, balinanın görüntüsünün ve tavrının ilk başta herhangi bir tehlikeye işaret etmediğini yazmış. Görselleriyle de çok çarpıcı olan bu yazıda filmde anılarını Melville’e anlatırken gördüğümüz Thomas Nickerson’un çarpışmayla ilgili, gemideki tamiri de gösteren çizimini bulabilirsiniz. Rendell gemideki sandal tamiri sırasında çıkarılan çekiç sesine benzer seslerin erkek kaşalotların birbirleriyle iletişim sırasında çıkardığı, bilimcilerin “slow click” adını verdiği (kısık tıkırtı diye çevirebiliriz belki ama çok teknik bir konu olduğu için hiç çevirmemek daha uygun olabilir) sese benzediğini belirtiyor. Erkek bireylerin birbiriyle rekabet ettiğini, bu “yavaş click” seslerinin yalnızca erkeklerin çıkardığını belirten Rendell, Essex’den gelen sesin en azından kısmen, “rakip” erkek birey olarak algılanmış olabileceğinin mantıklı bir varsayım olacağını söylüyor. Rendell, kaşalotlarla ilgili çalışmaları 1993`ten beri sürdürdüğünü ve teknelerine karşı belki biraz saldırgan olarak düşünülebilecek bir davranışa yalnızca, balina ses kayıtları çaldıkları (playback) sırada genç bir erkek bireye bu “yavaş click” seslerini dinlettiklerinde rastladıklarını belirtiyor. Sesi duyan balina dönmüş ve teknelerine doğru yüzmeye başlamış. Rendell ve ekibi bunun üzerine sesleri çalmayı kesmiş. Quartz’daki yazıda ayrıca kaşalotlarla insanların ilişkisini inceleyen Balinaların Başkaldırısı (Der Aufstand der Wale) isimli bir belgeselin yönetmeni Juergen Stumpfhaus’un görüşleri yer alıyor. Stumpfhaus, 1807’de, kazayla bir kaşalotta çarpıştıktan sonra battığı tahmin edilen


11 Union isimli geminin başına da benzer bir şey gelmiş olabileceğini belirtmiş çünkü kaptanın kayıtlarına göre geminin gümüş kuyumcusu çarpışmadan hemen önce hasar görmüş zıpkınları onarıyormuş. Tüm balina-gemi çarpışmalarının ayrıntılı kayıtların azlığı nedeniyle kesin olarak konuşulamasa da gemilerde yapılan türlü tamir işlerinde çıkan seslerin kaşalotları etkilemiş olabileceği olası. Stumpfhaus, gemi marangozlarının balina yağının konduğu varilleri tamir ederken de çekiç vuruşuna benzeyen ve erkek kaşalotların ilgisini çeken seslerin çıkmış olacağını belirtmiş. Yaralı hayvanların daha saldırgan olduğu bilinen bir gerçek. Rendell, Ann Alexander isimli gemiye çarparak batmasına neden olan kaşalotun zıpkınla yaralanmış olduğunu belirterek bunu hatırlatmış. Aarhaus Üniversitesi’nden Shane Gero ise, Essex’e ve diğer gemilere çarpan erkek bireylerin ne düşündüğü tam olarak bilinemese de onların böyle davranmaya itenin diğer balinaları koruma refleksi olmuş olabileceğini belirtmiş çünkü kaşalotlar, bireyler arasında çok güçlü bağların olduğu, yavruların birlikte korunduğu ve büyütüldüğü anaerkil ailelerde yaşıyorlar. Örnekler vermek gerekirse, yavruyu beslemek için derinlere dalan anne balinanın peşinden gelemeyecek yavrusunu yüzeyde emanet edeceği aile bireyleri olması gerekiyor. Katil balina gibi avcı türlerin saldırısı sırasında erişkin bireyler kafa kafaya vererek yavruyu içine alarak korudukları bir çember oluşturuyorlar. Birbirini ortaklaşa koruma davranışının görüldüğü, karmaşık sosyal yapı içinde yaşayan kaşalotların aile bireylerinin yaralandığı, öldüğü durumlarda normal zamanlara göre daha saldırgan olabileceklerini kestirmek için bilimci olmak da gerekmiyor aslında.


12

Anne ve yavru kaşalot. Kaynak: Gabriel Barathieu Wikimedia Commons Gero, kaşalotlar gibi yine bireylerin arasında güçlü bağların olduğu sosyal gruplarla yaşayan filler üzerinde yapılan araştırmaların genç fillerin aile üyelerinin öldürülmesi nedeniyle sosyal gelişimi duraklatan ve erkekler arasında saldırgan davranışa neden olan bir tür travma sonrası stres bozukluğu yaşadıklarını gösterdiğini belirterek balina avcılığının kaşalot nesilleri üzerinde nasıl bir sosyal etki yapmış olabileceği üzerinde düşünmek gereğine işaret etmiş. Quartz’daki yazı özetle filmin ne Essex öyküsüyle ne de kaşalotların davranışlarıyla ilgili bilinenlerle bağdaşmadığını söylüyor. Aslında filmin senaryosunda Essex mürettebatının başından geçenlerle ilgili, bu yazıda belirtilmeyen, izleyiciyi daha çok etkilemek adına yapılmışa benzeyen başka müdaheleler de olmuş. Murphy’in kitabına göre kaptan Pollard’un sandalında biri kimin öleceği, diğeri kimin öldüreceğini belirlemek üzere 2 kere çöp çekiliyor. Sandalda 4 kişiler evet, ama gerçekte “öldürülecek ve öldürecek” ikili, filmdeki gibi Pollard ve kuzeni 14 yaşındaki Owen Coffin değil, Coffin


ve 17 yaşındaki Charles Ramsdale. Filmde kaptan kuzenini öldürmek yerine Coffin, tetiği şakağına dayayarak kendini öldürüyor. Kayıtlara göre Pollard, annesine göz kulak olacağı için söz verdiği gencecik kuzenine kurayı beğenmediyse ona dokunacak ilk adamı öldüreceğini söylüyor, hatta onun yerine geçmeyi teklif ediyor. Coffin’in ise kura sonucunu herhangi başka sonuç kadar beğendiğini söyledikten sonra başını tekneye yasladığı. Birkaç gün sonra sandaldaki diğer tayfa Brazilla Ray de ölmüş ve aynı kaderi paylaşmış. O sandaldan 2, kurtulmuş. Essex’in 80 kişilik mürettebatından ise yalnızca 8 kişi kurtulmuş. Ölen 12 kişinin 7’si mürettebatın gerisi tarafından yenmiş. Bir balinanın çarpması sonucu gemilerini, erzaklarını kaybettikten sonra 92 gün denizin ortasında kurtarılmayı bekleyen, yakındaki bazı adalara yamyamlarla karşılaşma korkusuyla gitmemiş olmalarına rağmen sonunda yamyamlığa başvurarak hayatta kalan Essex mürettebatının öyküsü gerçeğe dokunulmadığında da zaten yeterince dramatik değil mi? Ayrıca, böylesine acı şeyler yaşamış insanların öyküsünü değiştirmek bir anlamda onlara da saygısızlık değil mi? Çubuk çekme olayının gemi battıktan 6 hafta kadar sonra, 6 Şubat 1821’de yaşandığını Smithsonian sitesindeki ilgili “Moby Dick’e ilham veren gerçek dehşet öyküsü” makaleden (5) okudum. Diğer deyişle pek çok kaynakta Essex mürettebatının başına gelenlerle ilgili (özellikle hayatta kalanların sonradan yazdıkları, anlattıkları aracılığıyla) ayrıntılı bilgiler bulmak mümkün. Kaynaklarda gemiden kurtarabildikleri bisküvi ve su miktarı bile belirtilmiş. Senaryo belli ki, bisküvi sahnesi gibi “teknik” yerlerde gerçekten güç alarak, genç Coffin’in “kaptanı kurtarmak için intihar eden kuzen” olarak gösterildiği “duygusal” sahnelerde ise daha çok seyirciyi neyin etkileyeceği hesaplanarak kurgulanmış. Filmi izlerken anlam veremediğim, gerçekle bu kez başka şekilde uyuşmayan diğer bir şey de balinanın beyaz yapılmamış olmasıydı. Sanat yönetmeni Mark Tildesley, beyaz rengi denediklerini ama perdede

13


14

çok uçucu, sakin bir etkiye yol açtığını söylemiş (6). Kimi erkeklerin yaşlandıkça derilerinin döküldüğünü öğrendiklerini ve balinayı, derisinin döküldüğü yerlerde beyazı görüleceği şekilde koyu renkli yaptıklarını anlatmış. Oysa albino ya da kısmen beyaz (leucism) yunus ve balinalara gerçekte de rastlanıyor. Dünyaca ünlü balina fotoğrafçısı Flip Nicklin, yıllar önce Azor Adaları açıklarında annesinin yanında yüzen gerçek bir Moby Dick’i görüntülemiş, beni çok heyecanlandıran bu fotoğraf zamanında National Geographic Dergisi’nde yayımlanmıştı. Bir süredir Avustralya sularında görülen Migaloo isimli bembeyaz Kambur balina da bu duruma bir örnek. Bu nedenle Moby Dick’i grimsi bir renkte sahneye taşımak ekibin diğer adımlarıyla çelişen tuhaf bir karar olmuş. Oysa filmin kurgu olduğunu hatırlatmak adına, bir de böyle romana yaslanmak yerinde olurdu. Gerçek öykülere dayandığı söylenen filmlerin, kitapların daha çok ilgi uyandırdığı gişe hasılatlarıyla da kesinleşmiş olmalı ki, Howard filmini o büyülü “gerçek” kelimesine vurguyla tanıtmış. Filmin resmi sitesinde en tepede tek şu cümle yazıyor; “Based on the inredible true story that inspired Moby Dick”. Filmin ülkemizdeki tanıtımları için dilimize “Moby Dick`e ilham veren akıl almaz gerçeklikteki öyküden uyarlanmıştır” olarak çevrilen cümle, filmin tanıtımında gerçekliğe ve Moby Dick’in ününe yaslanıldığının özeti gibi. Oysa benim de ancak filmi izledikten sonra, biraz da tesadüfen öğrendiğim ve burada anlattığım gibi film, iddia ettiği gerçekliğe sadık kalmamış çünkü en başta Melville belirttiğim gibi Moby Dick’i yalnızca Essex öyküsünden esinlenerek yazmamış, eldeki bilgilere göre Mocha Dick isimli beyaz balinanın öyküsünden daha çok etkilenmiş. Film Essex öyküsüne bile, balinanın sandalları intikamla takip etmesi, talihsiz Coffin’in kaptan için kendini vurması gibi, “gerçeği çarpıtma” örneklerini barındıran bir sadakatla (!) yaklaşmış iken, tanıtımlarda yine de gerçekliğe işte böylesine vurgu yapılabilmiş!


Balinalar her zaman ilgi çekiyor, hele bir de teknolojik gelişmelerle onları beyazperdede canlandıracağınızı söylerseniz pek çok insanın ilgisini çekebilir, onları etkileyebilirsiniz (Diriliş’teki ayı sahnesi gibi). Moby Dick gibi, ismi yazarının önüne geçmiş bir ünlü esere referans da veriyorsanız koltuklara daha da çok izleyiciyi yerleştirebilirsiniz elbette. Thor gibi büyük hasılatlı filmlerden tanınan etkileyici bir ana kahraman da bulursanız eliniz iyice güçlenir elbette. Ve her şeyden öte, “gerçek” diyebiliyorsanız büyük puntolarla, hasılatlar, ödüller daha da yakınlaşabilir. Koskoca ünlü Moby Dick ve gerçekler! Hem de 3D farkı ile! Yazının başında belirttiğim gibi balina avcılığı dönemini yazmak adına bir vesile olarak gördüğüm ve herhangi bir önyargıyla izlemediğim film (her ne kadar gişede ve ödüllerde hedefine ulaşamamış olsa da) aslında tam da bunu yapmış. Howard ve ekibinin Essex mürettebatına, balinalara, Melville’e ve bizlere saygısızlık yaparak böylesi bir başarının peşinde koştuklarını fark etmek, sinemanın ne kadar tehlikeli olabileceğini de hatırlatıyor. Filmi izlediğimde en çok gözüme batan, benim gibi filmi Moby Dick’e, kurguya, zamanın söylencelerine selam izni vererek izleyen balinaseverlerin sabrının zorlandığı yerlerdi. Örneğin krediler seyirciye film ekibinin, balinalarla ilgili abartılı, hatta yanlış şeyler iletmiş olduğunun farkında olduğunu hatırlatacak şekilde kullanılabilirdi ancak böyle hiç bir bilgiye yer verilmemişti. Melville’nin romanı yazarken esinlendiği kaynaklarla ilgili de bizi yanlış bilgilendirmiş olan film, oysa burada da Moby Dick’e yaslanmaya devam ediyor, ünlü kitabın İlyada ayarında bir destan olduğunu yazıyla iletiyordu. ABD, özellikle kaşalot avı döneminde dünyanın en büyük balina avı filolarından birine sahipti (kimi dönemlerde en büyük) ve ticaret amacıyla korkunç bir balina katliamına imza atmıştı. Kimi türlerin nerdeyse soyunu kurutmuş, kimi popülasyonlara izleri hala hissedilen zara-

15


16

rlar vermişti. İnsanların balinalara ilgisi sayesinde tüm dünyada seyirci toplayarak hasılat elde eden filmin balinalara bir borcu sayılmalıydı bu tür bilgiler. Kimbilir belki Melville bile başyapıtının 2016’da beyazperdeye “çarptığı gemiden kaçanları sandallarında bile takip eden intikam hissiyle dolu beyaz balinasının” sonuçta bir kurgu roman karakteri olduğunun gözardı edilmesine yol açacak şekilde Essex öyküsünün “gerçekliğine” bulanmasından rahatsızlık duyardı. Ne de olsa Melville’in kendisi de balina avcı teknelerinde görev yapmış. Ve bilgi, deneyim ve gözlem yeteneğini kullarak yazdığı Moby Dick, günümüzde balinalarla ilgili bilimsel kitapların kimi konularda doğrudan alıntı yaptığı bir referans kitabı aynı zamanda. Teknik bilgiyle yazı yeteneğini böylesine yetkin bir şekilde harmanlayabilen bir yazar günümüzde belki bu kez, avı sona ermiş olmasına rağmen türlü insan kaynaklı tehdit nedeniyle hala yaşam savaşı veren balinaların büyük cüsselerine karşın türümüzün yıkıcı gücü karşısında aslında ne kadar kırılgan olduklarını anlatan romanlar yazardı. Yazma eyleminden, çağın sorunlarını dert etmekten konu açılmışken Jacques Cousteau ve Yves Paccalet imzalı Balinalar (7) kitabının balina yağı sayesinde yanan mumlardan, ısınan evlerden yola çıkarak yazılan, belki de en çarpıcı cümlesini alıntılamalı; “...Aydınlanma Çağı’nın balina yağı lambalarının çağı olduğunu unutmayalım. Swift ve Voltaire’in ironisi, Newton ve Buffon’un bilimi, Kant’ın felsefesi ve Jean-Jacques Rousseau`nun düşünceleri için biraz da bu kuzeyli balinalara teşekkür borçluyuz”. Sonra da sormalı; Makina yağı olarak; aydınlatma, ısınma gibi amaçlarla kullanılan balina yağının yerine petrol ve türevleri geçmiş. Ancak her türden “aydınlanmaya” rağmen balinalar hâlâ, nerdeyse tümü insan kaynaklı nedenlerle yaşam savaşı veriyor. Ya mideleri plastik poşetle dolu olarak vuruyorlar kıyıya, ya da denizlerdeki askeri tatbikatlarda kullanılan sonar nedeniyle gözlerinden, burunlarından kan gelmiş


olarak. Zamanında gemiler ağaçtan yapıldığı için de biraz da, balina çarpması sonucu batma vakası daha çok oluyormuş. Nerdeyse tüm denizlerde yoğun bir deniz trafiğinin yaşandığı günümüzde bu tür kazalar (ki çoğu teknolojisini balinaları zamanında tespit etmekte kullanamayan insanın hatası) sonucu zarar gören nerdeyse her zaman balinalar oluyor. Üstelik görme duyusundan çok işitme duyusuyla beslenen, hareket eden yunus ve balinalar için deniz trafiği aynı zamanda gürültü kirliliği demek. Denizlerin kimyasallarla kirletilmesi, balıkçı ağlarına takılarak boğulma, gösteri parkları için avlanma ve elbette iklim değişikliği gibi tehditler de var. Pek çok balinanın canına mal olarak ulaşılmış Aydınlanma Çağı, insanlık için büyük adım elbette ama bu kadar kısa sürede geldiğimiz en “ileri” nokta bu mu? Balina yağları sayesinde Voltaire yazar, Newton bilimsel denklemlerini çizerken bizler gece, gündüz, uçakta, otobüste kullanabildiğimiz, internete bağlanıp kitap, makale okuma imkanına sahip olduğumuz cep telefonlarıyla ne yapıyoruz? 3 cümleden fazlasını okuyamıyor, bizimkinden farklı görüşler içeren yazılara, eleştirilere gelemiyoruz. Atmosfere iklim değişikliğine neden olan gazlardan sala sala geziyor; pazarlardan açık aldığımız nice ürün, sırayla plastiğe sarılı olarak marketlere giriyor, yeterince tepki göstermiyoruz. İklim değişikliğinin deniz sıcaklığını, tuzluluğunu ve kimyasalların ve besinlerin hassas dengesini değiştirerek yarattığı tehdit, yunus ve balinaları olumsuz etkilediği her gün haber olurken dünya liderlerinin kutuplarda petrol çıkarma, Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme hevesleri bitmiyor. ABD halkı her yere çoğunlukla tek başına arabayla gitmeye alıştırılmış. Örneğin yaşadığım Juneau’da (Alaska’nın başkenti), pazar günleri akşam 6’dan sonra otobüs yok! Akıllı telefonlarımızı çalıştıran enerjinin bir balinanın katledilmesi sonucuyla elde edilmediğini bilmek, enerji kullanımındaki sorumsuzluğumuzun yeryüzünü ne denli etkilediğinin farkında olmamak, kuşkusuz bizleri düzenin istediği insanlar haline getirmiş.

17


18

Beyazperdeye gelen “büyük” yapımlar, hele böyle yaban hayatıyla ilgili olanlar, eriştikleri kitlenin büyüklüğü düşünüldüğünde çok yararlı tartışmalar doğurabilir. Quartz’daki yazıyı bu nedenle çok beğendim. Yazılar dışında, film gösterimleri de - hatta iletişim açısından daha sağlıklı ve güçlü biçimde- bu tartışmaların doğmasına vesile olabilir. Dünya genelinde düşünürsek yalnızca enerji kullanımımızı sorgulamamız açısından bile bu film bir aracı olabilir. En basitinden bu film aracılığıyla Moby Dick olarak ünlenen balina türünün (Physter macrocephalus) ülkemiz sularında görüldüğü bilgisinin yayılması bile ne kadar önemli. Bu nedenle ülkemizde filmle ilgili çıkan eleştiri yazılarında bu bilgiye rastlayamamak çok üzücü. Okuduğum onlarca film eleştirisinde Moby Dick’in hangi türden bir balina olduğu bilgisine bile yalnızca 1 yazıda rastladım. Elbette bu, yalnızca sinema eleştirmenlerinin bilgisizliği ile ilgili değil. Sonuçta her film başka bir hayvandan, başka bir hastalıktan söz edebilir ve böyle her konuda eleştirmenlerin teknik bilgiye sahip olmalarını bekleyemeyiz. “Araştırmacı” sıfatını hakedenler elbette, bu konuda da sorumluluk hissederek bilgi edinmeye çalışabilirler ancak sorumluluğun bir kısmı da bilimcilerde. Elbette sınırlı insan gücü, maddi kaynaklar ve hepsinden de öte ülkemizin bilim politikasının olmayışı bu gibi sorunlarda en büyük etken. Bu nedenle özel ilgisi nedeniyle kaşalotun ülkemizde yaşadığını öğrenmiş ve Howard’ın filmi vesilesiyle bunu okuyucularıyla paylaşmış sinema yazarlarının (umarım vardır ve eleştiri yazılarına çok zaman ayırmadığım için ben görmemişimdir) ve bu gibi durumlarda onlarla iletişim kurmaya zaman ayırmayı (toplum bilim ilşikisi için köprü kurmayı) önemseyen balinaseverlerin, bilimcilerin sayısı hızla artar ve daha da kararmadan ülkemizin Aydınlanmasına katkıda bulunur. Dünyanın en ağır (erişkin erkeklerde yaklaşık 8 kilo) beyinlerine sahip kaşalotlar bu açıdan da bizi teşvik etmeli!


Balina Avcılığı hakkında kısaca... Dünyada kaç tür balina olduğu ve nasıl beslendikleri gibi bilgileri okumaktan sıkılacak pek çok kişi, insanların başlangıçtan günümüze balinalarla ilişkisini ve balina avı dönemiyle ilgili bilgileri ilginç bulacaktır. En başta kıyıya vuranlar, sonra çeşitli deniz araçlarıyla peşlerinden gidilerek avlananlar olmak üzere balinalar (ve genel olarak deniz memelileri) çok eskiden beri beslenmek amacıyla avlanmış. Kemikleri, dişleri, balenleri pek çok amaçla kullanılmış (ev yapımından, şemsiyelere), ve bu av kültürden sanata pek çok alanda izler bırakmış. İlgilenen için balinalar ve peşlerinden okyanus okyanus dolaşan avcılarla ilgili akıl almaz zenginlikte kaynak var. Bu özette yalnızca ve kısaca, bir endüstri haline gelen, ticari balina avcılığından söz edeceğim. Sistemli, ticari, uluslararası balina avcılığını ilk yapanların Basklar (yaklaşık olarak MS 1000) olduğu kabul ediliyor. Önceleri karadan gözlemlerle kıyıya yakın balinaların yakalanmasını içeren av, zamanla gelişerek açık denizlerde balina yakalamayı mümkün kılıyor. Basklar 9.yy ile 16. yy arasında balina avcılığında bir nevi tekel oluşturmuşlar. Bu sırada da bildiklerini denize açılan diğer Avrupalılara ve giderek tüm dünyaya aktarmışlar. Kimisi bu bilgileri Baskları gemilerinde çalıştırarak edinmiş. Jules Verne, balinaların bolca yer aldığı Denizler Altında Yirmibin Fersah romanında balina avcılarının balinaların peşlerinden dolanırken bir anlamda coğrafi keşifler yapmalarının kaçınılmazlığından söz eder. Kutuplar gibi dünyanın bakir bölgelerine insanların büyük olasılıkla balina avcılığı dolayısıyla keşfedeceğini. Basklardan da söz eder. Cousteau ve Paccalet (7) Basklar’ın 1372’de Newfoundland’a ulaştığını belirterek, Vikinglerden sonra ama Kolomb’dan yüzyıldan fazla bir süre önce Amerika kıtasına ayak basmış olduklarını söylüyor. Robert Grenier

19


20

liderliğindeki Kanadalı arkeologların “Red Bay” Körfezi”ndeki kazılarda Baskların kamplarının, yağ yapım ocaklarının, balina kemiklerinin, batık gemilerin izlerinin bulunduğunu belirtiliyor. Kolomb’dan önce ya da sonra, Baskların balina peşinden Amerika’ya uğraması, yerel halk ve doğa için her zaman iyi sonuçlanmamış coğrafi keşiflerde bile balina avcılığının etkisi olmuş olduğunun kanıtı. Basklardan da önce ticari olmayan şekilde balina avlamış ve böyle beslenmiş (yerliler, çeşitli ülkelerin kıyı yerleşimlerinde yaşayan halklar vs) halklar varmış elbette. Basklardan sonra pek çok diğer ülke sırayla ticari av sahnesinde de görülmüş. Japonya, Norveç, Danimarka, İngiltere, Hollanda, Rusya, İsveç, İzlanda… Bu yazı ABD’nin kaşalot avıyla ilgili bir film üzerine yazıldığı için bu ava biraz değinebiliriz; 1712’de Christopher Hussey’in kaptanlığındaki bir gemi biraz da hava koşulları nedeniyle kendini bir kaşalot sürüsünün içinde buluyor ve sonra gemidekilerden biri nerdeyse yanlışlıkla bir kaşalot vuruyor. Daha önce pek avlanmayan, hatta korku duyulan türün çok “verimli” bir av olduğu duyulunca gemiler bu türün ardından gitmeyi göze alıyor. Hem kaşalot avının daha kârlı oluşu, hem de bu türün daha çok korku yaratıyor olması ABD balina avcılığının tüm dünyada ün salacağı bir döneme girmesini anlamına gelmiş. Daha önce çok avlanan, Baskların da hedef aldığı, hatta Atlantik’in kuzeyinde nerdeyse yok ettikleri tür Gerçek Balina (Eubalaena glacialis). Bizde olmayan türlerin adlandırılması konusunda görüş birliği olmayabiliyor ancak ben bu ismi, Latince “gerçek” anlamına gelen “eu” ekinden geldiği için benimsiyorum. Türün İngilizce adı ise “Right Whale”. Buradaki “right” ne yazık ki “avlamak için doğru balina” cümlesinden geliyor çünkü bu balinalar hem av sırasında çok savaşmıyormuş hem de öldükten sonra batmıyor, suda yüzüyorlarmış. Tüm bunlar elbette, balina öldürmek kadar, öldürülen balinayı kaybetmeden geminin


yanına bağlamak, zamanla gemiye taşımak gibi gerekli ve zorlu süreçler açısından avcılar için çok önemliymiş. Balinalar dişli ve dişsiz olarak ayrılıyor. Gerçek Balina gibi dişsiz balinalarda üst çenelerinden keratinden olma balen (İng. baleen) ismi verilen, kenarları kıllı şeritler sarkıyor. Dişsiz balinalar ağızlarına içinde besin olan deniz suyunu dolduruyor, sonra ağızlarını kapalı tutarak suyu balenlerin arasından dışarı püskürtüyorlar. Deniz böcekleri, minik balıklar, yer yer saçlarımıza benzer kıllarla kaplı balenlere yapışıp kalıyorlar. Dişsiz balinalar bu şekilde süzdükleri besinleri yiyorlar.

Dişli ve dişsiz balina çizimi. Balen zamanında balina kemiği (whalebone) olarak geçiyormuş.

21


22


23

Kaşalot (Physter macrocephalus) ise dişli bir balina. Evrimsel açıdan, dişlerini kullanması bakımından bu grupta bir anlamda ayrı bir yerde olsa da dişli balinaların en büyüğü. Kaşalotun en ayırt edici özelliği, bedeninin yaklaşık olarak üçte birini kaplayan, büyük, dikdörtgenimsi kafası - bilimsel isminde yer alan “macrocephalus” kelimesi “büyük kafa” anlamına geliyor. Ve o karakteristik kafasının içinde en büyük yeri “spermaceti” adı verilen ve içinde aynı adla anılan, içeriğinde az miktarda yağ da olan (trigliserid) mumsu bir sıvı içeren bir organ kaplıyor. İlk karşılaştıklarında avcılar bu sıvının meni olduğunu zannetmişler. Latince “sperma”, “meni” anlamına geldiği için balinanın İngilizce ismi de buradan kaynaklı, “Sperm” olmuş. Ancak sonra bu mumsu sıvının havayla temas ettiğinde katılaştığını görmüşler ve mum yapımında kullanılabileceğini düşünmüşler. 19. yüzyılın ortalarına kadar ev içlerindeki aydınlatma mumlar aracılığıyla yapılıyormuş.


24

Yandıklarında bu mumlar kötü kokuyor, siyah bir duman çıkarıyormuş. Kaşalotun kafasından çıkarılan sıvıyla yapılan mumların ise kokusuz ve çok iyi kalitede olduğu görülmüş. Daha çok “sperm yağı” olarak anılan ve büyük bir erkek kaşalottan 3 ton alınabilen bu sıvı sayesinde yalnızca lambalar, mumlar değil, sokak lambaları, deniz fenerleri de aydınlamış. Filmde balinanın kafasının büyüklüğünü de vurgulayan şekilde kovayla bir kaşalotun kafasının içerisine gönderilen tayfalar, gemideki işçiler çok kötü koşullarda, az paralarla çalışmış ama bu yağ sayesinde pek çok insan zengin, konforlu yaşam sürmüş. Nerdeyse kaşalotların okyanuslardan silinmesine neden olan bu özel sıvı, bir süre sonra makina yağı olarak da kullanılmış. Bu özel mumsu sıvı dışında kaşalotlarda keşfedilen diğer bir değerli ticari madde ise “ambergris” denilen, balinanın bağırsağında bulunan koyu renkli, mumsu bir sıvı. Kaşalotlarun kalamarların gagalarını sindirmek için salgıladıkları bu sıvı parfüm, diğer bazı kozmetik ürünler ve yüksek kalitedeki sabun yapımında kullanılmış. Ambergris, günümüzde de bulana (balina kusunca denizde yüzüyor ya da karaya vuruyor) büyük para kazandıran ilginç bir madde. Gerçek Balina’nın pek çok bölgede çoktan azalmış olması nedeniyle de kaşalot avı bir süre sonra Atlantik’ten, Pasifik’e, oradan da Hint Okyanusu’na açılmış. ABD, balina avcılığı zirveye ulaştığı yıllarda (19 yüzyılın ortaları) 735 balina avcı gemisine ve 70 bin kadar çalışana sahipmiş. Örneğin 1853’de yılda 8 bin balina avlamış. Ekonomik nedenlerle başlayan ve süren av, ekonomik nedenlerle de bitmiş (fazla üretim nedeniyle yağ fiyatlarının düşmesinden petrol bulunmasına kadar ekonomiyi etkileyen nedenler). Ancak ara evrelerde, tüm diğer ülkeler gibi, peşinden koşulan hedef tür denizde gitgide nadir görüldükçe, keşfedilen “yeni kaynakların” peşinden gidilmiş bir süre. Örneğin kaşalotların azalmaya başladığı, dolayısıyla peşlerinden gitmenin “ekonomik” olmadığı dönemde keşfedilen Gri balina Eschrich-


tius robustus, göç rotasının sabitliği ve sığ sular ile lagünleri kullanması nedeniyle nerdeyse yok olma derecesine dek katledilmiş. Balina avcılığında en önemli (en kanlı!) dönüm noktalarından birisi de Norveçli Svend Foyn’un zıpkın tüfeğini icat etmesiyle (1868) yaşanmış. Bu sayede zıpkınlar balinalara daha uzaktan, gemilerden fırlatılabilmiş. Pek çok kişinin av sırasında ölebildiği bir zamanda bu buluş avcılara güvenlik de sağlamış. Avcılık açısından yaşanan bu gelişmeye buharlı ve zamanla motorlu tekneler de eklenince daha önce hızları nedeniyle peşlerinden gidilmeyen ince, uzun yapılı balinaların (Mavi Balina gibi) da avlanması mümkün olmuş. Teknoloji daha da geliştikçe (radar, sonar, helikopter, uydu…) her tür balinanın peşinden dünyanın her yerine güvenli bir şekilde ulaşmak mümkün olmuş. Göçmen türlerin göç rotasını, göç zamanlamasını öğrenen avcıların bu teknolojilerden de yararlanarak ne büyük kıyımlar yaptıklarını öğrenince balinaların bir anlamda doğa koruma sembolü haline gelmiş olmalarına da şaşırmıyor insan. 19 yüzyılda balina gözlemlerinin azalmasıyla birlikte avın balinalar üzerinde olumsuz etki yaratmış olabileceği nihayet anlaşılmaya başlanmış ve 1946’da Uluslararası Balina Avcılığı Kurulu (IWC) kurulmuş (iwc.int/home). Logosunda kaşalot olan bu kurum elbette iyi ki kurulmuş ancak özellikle ilk yıllarda daha çok balina popülasyonunu avcılığın sürebileceği şekilde denetleme amacıyla çalıştığını hatırlatmalı. Öyle ki kotalar belirlenirken bile avlar “mavi balina birimi” gibi ölçülerle değerlendirilmiş. Diğer deyişle türlerin, popülasyonların durumundan çok, elde edilen yağ, et, kemik miktarı, avın karlı şekilde sürmesi önemsenmiş. Scott McVay ve Roger Payne’in Kambur balinaların şarkı söylediğinin keşfetmesi ve Londra’da Trafalgar meydanı gibi önemli yerlerde yaptıkları eylemler, sonra Greenpeace’in şişme botlarla balina avcı gemileri ile balinalar arasına girmesini hatırlamak, özellikle

25


26

1960larla birlikte yaşanan değişimi, avcılar üzerindeki baskıyı özetlemek için yeterli. IWC, balinaların sayısının, petrol ve türevleri nedeniyle balinalardan elde edilen ekonomik gelirin azalması ve “modern” toplum değerlerinin değişmesi sonunda, 1986`da tüm ticari balina avına son vermiş. Kuralları bir şekilde eğip bükerek, özellikle“bilimsel araştırma” adı altında delerek halen ticari av yapan ülkeler var (Japonya, Norveç). İzlanda da 2006 yılında yeniden ticari ava başladı. Bunların dışında kimi bölgelerde yaşayan yerli haklara en başından beri tanınan av izni var. Örneğin kutuplarda yaşayan İnuit yerlilerinin Grönland Balinası Balaena mysticetus avlama izinlerinin olması gibi. Bir yerleşimin binlerce yıldır kendine yetecek kadar balina avlanması elbette ticari av sayılmayacağı için koyulmuş bu izin. Kotası kurul tarafından belirlenen bu izin sayesinde türleri yokoluş sınırına getiren büyük katliamlardan sorumlu olmayan insanlar kültürel besinlerinden uzak kalmamış oluyor. Pek çok yerlinin beyaz katliamı sırasında ve sonrasında karşılaştıkları en insanlık dışı, ırkçı sayılabilecek baskılardan, aşağılamalardan biri, “vahşi” ve “ilkel” olduklarına dair bir vurgu içeren “Daha çok meyve, sebze yiyin” olmuş. Bu durumda “kimi bölgelerde zaten sebze yetişmiyor” demek bile, “beyaz adamın” algılarıyla yaşadığımızın göstergesi sayılabilir. Ben de pek çok yazıda bu hataya düştüm ve bu yazıda da kendimi son anda yakaladım. Balinaların birden tavuktan daha çok korunmaya layık bulunması zekalarıyla falan değil, azalıyor oldukları içinmiş öncelikle. Zeka konusu türcülüğe de girebilir, onu bu yazıda hemen atlayalım. Ancak hala genel olarak balinalara olan aşırı sevgi nedeniyle bu avın da bitmesini isteyen, bu avdan da “katliam” olarak söz edenler var. Dünyanın pek çok yerinde yapılan, balina popülasyonlarını hatta türlerini yok edecek kadar büyük bir katliamın farkına vararak “balina koruma”, “balina araştırma” dönemine giren, bu kez bu alanlarda dünya devi olmak için yarışan ülkelerin aynı zamanda hem insanı, hem hayvanı düşünebilme yeteneğimizi körelttiğini söylemek mümkün.


Yerlilerin bu özel iznin dışına çıkıp “ticari” eylemlerde bulunduğu da ara sıra gündeme geliyor, örneğin yakın geçmişte turistlere balina eti sattıklarını söyleyen kurumlar olmuştu. Söz konusu insanların, özellikle kendileri de katliam yaşamadan, topraklarına el koyulmadan ne balinalara, ne de başka bir canlıya bir kapitalistin gözlerinden bakmamış olduğu kesin. Ancak hiç ticaret yapmamış olduklarını (örn. kürk verip boncuk almak gibi) söyleyemeyiz elbette. Ve av olmasa da bu kez turizm adı altında dünyanın altının üstüne getirildiği şu dönemde aralarından hiç düzen insanının çıkmayacağını da. Kapitalizmin doğa ve onunla içiçe yaşayan insanlar ile ilişkisi elbette derin bir konu. Belki de bu nedenle Sovyetler Birliği’nin balina avcılığı, kürk ticareti çok tartışılan konulardan biri. Memeli oldukları ve geç üredikleri için balinaların kapitalizme sonsuza kadar “iyi hizmet” edemeyecekleri belliymiş aslında. En azından ölerek. 60-70 yaşına dek yaşadıkları bilinen kaşalotlarda dişiler 6, erkekler 20 yaşlarında üreme olgunluğuna erişiyor. Ve bir dişi 4-6 yılda bir doğum yapıyor. Kaşalotlarda erkekler dişilerin 2-3 katı büyüklükte olabildiği için (daha verimli oldukları için!) avcılar özellikle büyük, yaşlı erkekleri hedeflemiş. Bu seçici avın izleri hala görülüyor. Eski kayıtlarda belirtilen boylarda erkek bireylere rastlanmıyor. Kayıtlara göre 20 metreyi aşan (günümüzde 15 m civarındalar) erkek bireyler varmış. Kimi müzelerde günümüzde bilinen ağırlığın çok üstünde olan, 2 kiloya yaklaşan ağırlıkta dişlerin bulunduğu söyleniyor. Üstelik sosyal türlerde her bireyin bilgi aktarımı (örn. önemli beslenme alanları) gibi pek çok nedenle grup için önemi düşünüldüğünde avın verdiği zarar daha iyi anlaşılabilir. Gerçek Balina Eubalaena glacialis gibi IWC’nin ilk yıllarında kotalara ilham veren Mavi Balina da avdan ciddi şekilde etkilenmiş bir balina. NOAA’nın türle ilgili bilgi sitesindeki tabloya göre a(8) vcılık öncesi Güney yarımkürede 175 bin kadar olduğu düşünülen türün bu

27


28

bölgede günümüzde ancak 2 bin birey kaldığı düşünülüyormuş! Mavi Balina Balaenoptera musculus 30 metrelik boyuyla yeryüzünün en büyük canlısı, en büyük memelisi. Görüldüğü yerlerde bir tekneyle dolaşma şansımız olduğunda karşılaşamayacak, dolayısıyla onlardan esinlenerek bir resim, bir şiir yazamayacak isek sorumlusu insanoğlunun doymayan hırsı. Günümüzde bu kez canlı olarak, “balina gözlem turları” için ticaretin bir parçası balinalar. Pek çok bilimsel araştırma çalışması bile bütçelerinin büyük bölümünü para karşılığı çalışmaya katılanlardan karşılıyor. Balinalarla ilgili her konuda, tarih boyunca farklı nedenlerle çok ilgi çekmelerinden kaynaklanan büyük bir rekabetin yaşandığı bir gerçek. Ticari av biteli zaten yalnızca 30 yıl olmuş (1986) ve kimi ülkeler kuralları zaten dinlemiyor. Her şey bir yana artık yalnızca balinalar değil, evleri olan denizel ekosistemin sağlığının tehlikede olduğu biliniyor. Avı yasak olduğu halde karaborsada satılan ton balıklarından çorba için sırt yüzgeçleri kesildikten sonra denize atılan köpekbalıklarına korumaya yetişemeyeceğimiz kadar çok canlı can çekişiyor. Balina avcılığının öyküsü de, günümüzün öyküleri de hem türümüz hem de yeryüzü için bir an önce kapitalist düzene son vermemiz gerektiğini görmezlikten gelemeyeceğimiz kadar keskin şekilde göstermiyor mu? Ticaretiyle dünyayı döndüren “balinasal” ürünler... Yazıda, özellikle kaşalot avından söz ederken, balinalarda elde edilen, ticari olarak avlanmalarına neden olan kimi maddelerden kısaca söz etmiştim (ambergris, kaşalotun kafasındaki çok değerli “spermaceti yağı” gibi). Burada dişli, dişsiz ayrımı yapmadan balinaları “değerli” kılan maddeleri kısaca listeleyelim; Balinanın derisinin altındaki yağ tabakası kaynatılarak elde edilen balina yağı, en önemli av nedeni sayılabilir. Bu yağ, margarin, sabun, boya gibi türlü maddelerin yapımında, lambalarda ve motor yağı olarak kullanılmış.


29

Nye Yağ Firması’na ait, dikiş makinası ve bisikletlerde kullanılmak için satışa sunulmuş, üzerinde kaşalot avının resmedildiği bir yağ şişesi.


30

“Dünyayı aydınlatan şehir” olarak da anılan New Bedford (Massachusets, ABD) rıhtımında varil varil balina yağı (1870). Kaynak: http://americanhistory.si.edu/onthewater/exhibition/3_7.html

Balina yağından sonra en çok talep edilenin balen olduğu söylenebilir çünkü kimi zaman balinalar yalnızca balenleri için öldürülmüş. Balenler, esnek ve güçlü oluşu nedeniyle korse, sutyen (balenli sutyen ismi de buradan geliyor sanırım), kırbaç, şemsiye, fırça, peruk gibi eşyalarda kullanılmış. Dönemin plastiği olarak da anılıyor.


31


32

San Francisco`daki “Arctic Oil Works”balen fabrikasından bir görünüm (1880 civarı) kaynak: sfport.com

Japonlar karaciğerleri dışında balinaların etini de yerlermiş. Hatta balina gözleri çok tercih ederlermiş. Kimi Alaska yerlilerinin de fokların gözlerini çok sevdiğini öğrendiğimde eşim bir Tlingit yerlisi olduğu halde şaşırmıştım. Oysa elbette avladıkları hayvanları etinden kemiğine kadar kullanmış olmaları, yerlilere karşı dünya genelinde saygının temelinde haklıca yer alan, ancak yediğimiz besinleri kendimiz avlamadığımız ve/ veya yetiştirmediğimiz için yitirdiğimiz, yitirdiğimiz için unuttuğumuz bir ilişkiyle ilgili. Avrupa’da ise balina etini daha çok fakirler yiyormuş. Çok sevilen balina dilini yeme hakkı ise ancak zenginlerin, soyluların ve kiliseye bağlı kişilerinmiş. Balina dilinin vergi olarak kiliselere verildiği de olurmuş. Yerliler kadar olmasa da ticari av döneminde de, balinalardan yararlanılarak akla gelebilecek her şeyin üretildiğine bir kanıt, balina tendonlarının tenis raketlerinde kullanılması olabilir. Özellikle büyük balina kemikleri evlerin, büyük yapıların inşasında, ayrıca sandalye, baston gibi türlü eşya yapımında kullanılmış. Kemik to-


zundan gübre yapılmış. Dişlerden ve kemikleriden ayrıca düğme, zar, piyano tuşu, mühür gibi pek çok eşya yapılmış.

Danimarka’nın Romo Adası’nda, tarihsel anıt kategorisinde tahta eklerle erozyondan korunmaya alınmış olan bu çit, balinaların alt çene kemiklerinden yapılmış. Adada yeterli ağaç bulunmadığı için balina kemikleri bu gibi yapılarda kullanılmış (Kaynak: Holger Casselmann Wikimedia Commons)

33


34

Frederick Myrick, Nantucket’in en ünlü scrimshaw sanatçısıymış. Sanat eserlerindeki imzalar çok önemli. Myrick, yaptığı işlere imzasını atan ilk scrimshaw sanatçısı olarak biliniyormuş.


35

Anchorage’daki Yerli Mirası Müzesi’nde Grönland Balinası’nın çene kemikleri altında... Yerliler tarafından yüzyıllar öncesinden beri avlanan ve iç organlarına kadar kullanılan Grönland Balinası’nın ticari avına 1611’de başlanmış (9). Yalnızca Kuzey Kutbu’nda görülen bu tür 18 metrelik uzunluğa ve 60 tonluk ağırlığıyla ulaşabiliyor. Deri altı yağı (blubber) en kalın (50 cm civarı) ve balenleri en uzun (4m civarı) balina olduğu için çok avlanmış.


36 Gemi çalışanları uzun yıllar sürebilen av yolcukları sırasında kaşalotun dişleri üzerine desenler yapmış. “Beyazlara” ait olduğu için de çok önemsenen, tarihte özgün yere sahip bu sanat, İngilizce “scrimshaw” olarak biliniyor. Çizilen desenlerde en sık yer alan figürler kadınlar ve gemilermiş. Bir örneğinin gösterildiği sahne belki kısacıktı ama olmasaydı film çok eksik kalırdı.

Bir başka “scrimshaw” örneği (Sanatçının kim olduğu bilinmiyor).


37

Mors gibi diğer hayvanların dişleri, kemikleri üzerine yapılan desenlere de “scrimshaw” deniyor. Mors dişi üzerine yapılan, yerlilerin balina avını gösteren bu 2 “scrimshaw”, eşimin babasının kuzeni Boyd Didrickson’un ellerinden doğma.

Amerikan Tarihi Ulusal Müzesi’nin internet sayfasındaki ticari avın anlatıldığı sayfada türlü av gereçlerinden, zarlara; korselerden, gemilerde tutulan günlüklere her türlü ilginç nesnenin fotoğrafını bulabilirsiniz; americanhistory.si.edu/onthewater/exhibition/3_7.html


38

Akdeniz’in marangozu Kaşalot Kaşalot (Physter macrocephalus) Ege ve Akdeniz’in belirli bölgelerinde, derin sularda görülen yerli türlerimizden biri. Akdeniz popülasyonu “tehlikede” olarak değerlendirilen kaşalotlar pelajik uzatma ağlarına takılma, deniz trafiği, gemi çarpması, gürültü kirliliği gibi nedenlerle tehdit altındalar. Dişli balinaların en büyüğü olan kaşalotun ayırt edici özelliği kocaman kafası. Vücudunun yaklaşık üçte birini kaplayan kafasının içinde, bir arabanın sığacağı büyüklükteki boşlukta bulunan bir tür mumsu yağ nedeniyle ticari balina avcılığı döneminde çok avlanmış. Dişilere göre çok daha büyük oldukları için erkekler (yaklaşık 18 m 45 ton) etkisi günümüzde de hissedilen seçici avın kurbanı olmuşlar. En derine dalabilen balinalardan biri olan kaşalot (1-2 km) nefesini iki saat kadar tutabiliyor. Karanlık derinliklerde manevra yapmak ve besinini (örn. kalamar) bulmak için gelişmiş sonar sisteminden yararlanıyor. Çok karmaşık sosyal yapıya sahip kaşalotlarda dişiler ve yavrular bir sosyal birimde, genç erkekler bir başkasında, yaşlı erkekler ise yalnız yaşıyor. Diğer tüm denizlerde görülen ve mevsimsel göç eden türün Akdeniz’deki sosyal birimlerinin bazı bölgelerde yıl boyu aynı alanda kaldığı, kimi bölgelerde ise erişkin erkeklerin sadece üreme zamanı geldiği gözlenmiş. Dişilerin yaşam boyu ayrılmadığı sosyal birimlerde yavruların bakımı ve tehlikelerden korunması ortaklaşa yapılıyor. Derinlere dalamayan yavruların anneleri avlanmak için daldıklarında yavrularını “teyze” kaşalotlara emanet ediyorlar. Kaşalotun da içinde olduğu kimi yunus ve balinaların kültüre sahip oldukları son yıllarda birçok bilim adamı tarafından kabul ediliyor. Adana’da yaşayan birisinin yemek alışkanlıkları ve lehçesiyle İstanbuldaki insanınki nasıl farklı olabiliyorsa balinalarda da aynı türün farklı bölgelerdeki, farklı popülasyonlardaki üyelerinin davranışları,


lehçeleri de farklı olabiliyor. Sosyal yapılarının gelişmişliğine uygun şekilde karmaşık iletişim sistemine sahip kaşalotlar diğer dişli balinalara göre daha yüksek, daha sürekli sesler çıkarıyor. Eski yıllarda denizciler gemilerin içinden duydukları çekiç sesine benzer sesleri nedeniyle onlara “marangoz balıkları” derlermiş. Kaynaklar 1) Murphy, Jim. Gone A-whaling: The lure of the sea and the hunt for the great whale. New York, NY, Clarion Books,1998 2) Chase, Owen. Narrative of the most extraordinary and distressing shipwreck of The Whaleship Essex of Nantucket. New York: W.B. Gilley, 1821 3) Reynolds, J. E. “Mocha Dick, or the white whale of the Pacific” Knickerbocker Magazine, No.13, May 1839. 4) “How Realistic Are the Vengeful Whales of “Moby-Dick” and “In the Heart of the Sea,” Really?” Quartz. N.p., n.d. Web. 04 Feb. 2016. 5) smithsonianmag.com/history/the-true-life-horror-that-inspired-mobydick-17576/?no-ist 6) examiner.com/review/in-the-heart-of-the-sea-is-an-uninspired-filmon-true-story-of-moby-dick 7) Cousteau, Jacques-Yves; Paccalet, Yves. Whales. English edition New York, Harry N. abrams Inc., 1988 8) fisheries.noaa.gov/pr/species/mammals/whales/blue-whale.html 9) http://acsonline.org/fact-sheets/bowhead-whale/ Bu yazıda ayrıca deniz memelileriyle ilgili aşağıdaki ansiklopediden yararlanılmıştır; Perrin, W. F., Bernd G. Würsig, and J. G. M. Thewissen. Encyclopedia of Marine Mammals. San Diego: Academic, 2002. Print.

39


40

Balkondaki Adam’da Sosyalist Ben’lik Arayışı Murat Bilgili Balkondaki Adam, Hasan Cüneyt Bozkurt’un üniversite yıllarından beri yakından takip ettiğim, zaman zaman çevirilerini yaptığım çalışmalarından sonuncusu. Yazarın güçlü bir araşmacı yönü var. Bilim adamı titizliğiyle çalışıyor ve her çalışmasında farklı deneyler yapıyor. Balkondaki Adam bu deneylerin bir ürünü ve içtenlik üzerine kurulmuş. Kendi benliğini keşfe çıkan karakterleri anlatıyor. Hemen hemen her öyküde Dostoyevski’ye rastlıyoruz ve bu araşmaların sonucunda karanlık noktalara ulaşıyoruz. İnsanın toplumsallığı ve bencilliği arasında düşüncelerimiz karmaşıklaşıyor. Bu, önemli bir şey. Bize yeni olanaklar sunuyor. Zaten derinlik taşıyan her sanat eseri bilimin konusu olmuştur. Freud, teorilerini Dostoyevski’nin romanları üzerine kurduğunu söyler. Balkondaki Adam da böyle katmanlı bir yapıya sahip. Sosyalizm, bencillik ve toplumsallık kavramlarını incelememiz için bize kapı aralıyor.

Aslında “İnsan bencil midir?” sorusu oldukça çetrefilli bir soru, dolayısıyla net cevaplar vermek pek kolay değil. Hem evet hem hayır cevabı verilebilir. İnsan tek boyutlu bir varlık değil. Freudyen bir terminoloji ile söyleyecek olursak, ID, ego ve süperego olmak üzere üç katmanlı bir varlık. Bunu biyolojik düzey, bilinç düzeyi ve toplumsal düzey olarak da adlandırabiliriz.


Tüm canlılar gibi insanın da iki temel biyolojik gereksinimi var; hayatını ve neslini devam ettirme. Bu gereksinimlerin karşılanmasını sağlayan da iki temel güdü var, saldırganlık ve cinsellik. İlkel benliğimiz açısından bakacak olursak, “İnsan bencil midir?” sorusuna evet şeklinde cevap verebiliriz. İlkel benliğimizi her ne kadar küçümsesek de, aşmaya çalışsak da, insanlık olarak bunu pek başarabildiğimiz söylenemez. Balkondaki Adam’ın karakterleri de bu durumda. İçimizdeki insanları okuyoruz her öyküde. Varlığımızın toplumsal yönünü sorgulamaya başlıyoruz ve ilkinin tersi bir sonuca varıyoruz. İlkçağ, ortaçağ gibi dönemler, “süperego”nun insan aklı üzerinde kesin tahakküm kurduğu, bilinci ve bireyselliği yok ettiği, yok saydığı zamanlardı. Bu dönemleri düşündüğümüzde insanın bencil olmadığını, isteyerek veya istemeyerek nice acılara katlandığını, yine de “bencillik” yapıp yaşadığı toplumun “huzurunu” bozmadan yaşamaya devam ettiğini söyleyebiliriz. (Elbette burada gönüllü bir tutumun olmadığının farkındayım. İnsanlar toplumcu oldukları için köleliğe, savaşlarda ölmeye razı olmadılar. Ama ortaçağın veya ilkçağın tamamen zora dayandığını da söyleyemeyiz. Bu düzenlerin ilkel düzeyde de olsa insanlar için bir meşruiyetleri var. ) Şu halde, bu noktaya kadar tarihsel olarak iki zıt tablo çıkıyor önümüze; ilkel benliğimizle yaşadığımız, hayatta kalmak için içgüdüsel olarak sosyeteler oluşturduğumuz, sadece kendimizi düşündüğümüz (hayatta kalmak ve neslimizi devam ettirmek) uzun bir dönem. Sınıflı toplumlardan sonra, sürekli başkaları için çalıştığımız kölelik dönemleri, yoğun olarak toplumsal düşüncenin emrinde yaşadığımız bir dönem. Ve en son, aydınlanma dönemiyle birlikte, ilkel benliği de, toplumsal yapının ezici tahakkümünü de reddeden, modern bireyle karşılaşıyoruz. Böylece ID ile Süperego’nun “rasyonel” bir uzlaşması olan ego ortaya çıkmış oluyor. Ego, Balkondaki Adam’ın merkezinde duran bir kavram. Yani benliğimiz. Yani bilincimiz. Bu da demek oluyor ki, mutlak bencilliğin ve mutlak toplumsallığın olduğu yerde sağlıklı bir bilin-

41


42

cin, benliğin veya kişiliğin oluşması mümkün değildir. Mutlaklık zaten diyalektik olarak mümkün değildir. Anlatmak istediğim, bencilliğe veya toplumsallığa doğru ölçüsüz kayış sağlıklı bir birey olmaya engel teşkil eder. Balkondaki Adam’ın karakterlerinde bu hastalıklı durumu sık sık gözlemliyoruz. Ben bir okur olarak her öyküde “İnsan bencil midir?” sorusunu sorup durdum kendime ve şöyle bir sonuca vardım: İnsan hem bencildir hem de toplumsaldır. Bencillik insanın mutlak olarak kaçınmak zorunda olduğu bir şey değildir. İnsanın yapması gereken şey bencilliği ile toplumsallığı arasında “rasyonel” bir ilişki kurabilmesidir. Kantarın topuzunu bencillik yönünde kaçırırsa hayvanlığa, toplumsallık yönünde kaçırırsa köleliğe doğru ilerler. İşte bu yüzden öykü karakteri zaman zaman hayvanlaşıyor, zaman zaman köleleşiyorlar. Hasan Cüneyt Bozkurt bunları ustalıkla gözlemlemiş. Tabii burada sorulması gereken soru şudur: Ne yaparsak, bencilliğimiz ile toplum arasındaki o “rasyonel” ilişkiyi kurmuş oluruz? Bu sorunun tek ve kolay bir cevabının olamayacağının çok açık olduğunu düşünüyorum. Zamana, mekâna ve insan(lar)a göre bu sorunun cevabı değişecektir. Bu soruya vereceğimiz cevabı pratiğe dökmek de -hem kişisel düzeyde hem toplumsal düzeyde- ayrıca mücadele gerektiren bir eylem olacaktır.


Asıl meseleye geliyoruz. Bu sorunun amacı elbette, sosyalizmin “insan doğası”na uygun olup olmadığını sorgulamak ve nihayetinde; “insan bencildir, dolayısıyla sosyalizme uygun değildir” sonucuna ulaşmaktır. Fakat ben sosyalizmin mutlak toplumsallık içeren bir sistem olduğunu ve olması gerektiğini düşünmüyorum. “İnsanlar bencildir, insanların en iyi şartlarda yaşayabileceği sistem sosyalizmdir, dolayısıyla “insan doğası” sosyalizme uygundur” tezinin de fazla kolaycı olduğunu düşünüyorum. Ama sosyalizmin de insanın bencilliğine dokunan bir tarafı olacağını söylüyorum. Daha doğrusu bütün sistemler böyledir. Her sistemin az ya da çok insanın hem bencilliğine ve hem de toplumsallığına dokunması gerekir. Aksi takdirde bir meşruiyeti kalmaz. Sosyalizmde farklı olarak: “bencillik ve toplumsallık arasındaki en sağlıklı ilişki ancak bu sistemde mümkündür” denilebilir. Bunun ötesinde, sosyalizmde insanın toplumsallığının ortaçağda olduğu gibi katlanmaya dayalı olmayacağı gönüllük ve sevgi düzeyinde olacağı söylenebilir. Yani insanlar silah zoruyla, ekonomik veya ideolojik zorla değil bilimsel ve felsefi erişkinlikle toplumsal sorumluluklarını yerine getirecektir denilebilir. Zaten bencilliğimizle toplumsallığımız arasında sağlıklı bir ilişki kurabilmemiz için, toplumun böyle bir toplum olması gerekir. Diğer türlüsüne zaten kölelik diyoruz. Balkondaki Adam’ın bu açıdan okumanızı öneririm. Size yeni ufuklar açacaktır. Balkondaki Adam Hasan Cüneyt Bozkurt Agora Kitaplığı, 134 sayfa

43


44

Diriliş’in Gerçekliği Onur Keşaplı

Geçtiğimiz yıl tek bir planmışçasına çekilerek biçim açısından sınırları zorlayan ancak içerik olarak tatmin etmeyen Birdman ile En İyi Yönetmen dalında Oscar kazanan Alejandro Gonzales Inarritu, tam on iki dalda Akademi Ödüllleri’ne aday yeni filmi Diriliş ile bir kez daha adından söz ettiriyor. Ortak bir kırılma anına sahip ancak birbirlerinden bağımsız ilerleyen öyküler toplamı olarak özetlenebilecek Ölüm Üçlemesi (Paramparça Aşklar ve Köpekler, 21 Gram, Babil) ile Meksika sınırlarını süratle aşıp küresel ölçekte yeni dönemin ruhunu belirleyen Inarritu, devamında yönettiği Biutiful ile yaşadığı düşüşün ardından çektiği son iki filmiyle yeniden gözde yönetmen nitelemesine varıyor. Ancak Inarritu’nun bu yeniden dirilişinde Oscar ödüllü görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki’nin payı büyük. Yönetmenin ilk üç filminde içeriksel zenginliğin arkasında ünlü senarist Guillermo Arriaga’nın olduğunu


hatırladıktan sonra senaryo noktasında yaşadığı bariz düşüşü görsel güç ile yamadığını söylemek yanlış olmaz.

1820’li yıllarda geçen Diriliş, henüz muğlak haldeki Kuzey Amerika sınırlarında kürk ticareti yaparak öncelikle hayatta kalma ve yaşama çabasındaki Amerikalı ve Fransız asker/avcı-tüccarların, Yerli kabileleriyle giriştikleri mücadelede, Kızılderili eşini yitirdikten sonra oğlu Atmaca ile tüccarlara rehberlik eden beyaz Hugh Glass’ın hikâyesine odaklanıyor. Leonardo Di Caprio’nun fiziksel olarak kendini adayarak, büyük bir özveriyle canlandırdığı karakter ile Oscar’a bir kez daha göz kırpmış olduğunu ancak senaryo zaafları ve karakter analizi neticesinde beliren duygu durumu eksikliğinin, oyuncunun fiziksel dönüşümünü yalnız bıraktığını belirtelim. Yavrularını koruma güdüsüyle hareket eden bir ayının saldırısına uğrayan ve devamında filmin katıksız kötüsü Fitzgerald tarafından ölüme terk edilen Glass’ın, filme adını veren dirilişinin ardından, Atmaca’yı da öldürmekten geri kalmayan Fitzgerald’dan intikam alma amacı, filmin içeriksel izleğini oluşturuyor. İki saati aşkın süresi ve devinim açısından sık sık tekrara düşmesiyle sarkan film, kar-

45


46

ikatürize edilmesine karşın hikâyenin atmosferi düşünüldüğünde çok da haksız sayılamayacak bir ölüm korkusunun tetiklemesiyle davranan ancak karakter inşası eksik kaldığı için yetersizliği aşikâr Fitzgerald ile hesaplaşmaya dönüşüyor. Yaklaşık yarım saat süren ilk sahnelemenin ardından gözleri önünde oğlu öldürülen ve ölüme terk edilen Glass ile düğümüne kavuşan senaryo, bir noktadan sonra inandırıcılığına gölge düşürmeye başlayacak denli detaylarla uzayan serim aşamasının ardından Glass’ın karargâha dönüşü ile zirve anına vardıktan sonra fazlasıyla öngörülebilen çözümüne süratle kavuşuyor.

Gerçek olaylardan temel alındığı söylenen ve Micheal Punke’nin 2002 tarihli romanından uyarlanan filmin, mevcut yaraları ile Kuzey Amerika kışında, nehre kapılmasına karşın donmamayı başaran Glass ile İsa temsiline göz kırptığı bile söylenebilir. Diriliş’teki Hristiyanlık temsilleri sözsüz ancak Yerlilerin inançlarına göre baskın. Böylesi gerçek dışı bir içeriksel doku mevcutken film aşırı gerçekliğe biçimsel yönden erişiyor. Inarritu’nun imzasına dönüşen plan sekans kullanımının burada da karşılığını bulduğunu, Lubezki denetimindeki görüntünün doğal ve bu


doğallıktan doğan epik bir seyre dönüştüğünün altını çizmek gerek. Ses kullanımı ve kurgusunun gerçekliği, özel etkilemelerdeki (efektler) üstün başarı filme sahicilik katıyor. Ancak kameraya sıçrayan su ve kan, karakterlerin nefeslerinin mercekte buğulanma yaratması gibi yönetmenin ve görüntü yönetmenin yıllanmışlıkları düşünüldüğünde bir hayli “ergen” kaçan tercihler, Diriliş’in aşırı gerçekçiliğe oynarken çiğ bir postmodern seyre dönüşmesine neden oluyor. Ucu açık son tercihi ve karakterin izleyiciye doğrudan bakışı ise filme çağdaş bir dokunuş katmaktan ziyade eğreti kalan hamleler.

Hemen herkes tarafından filmin en büyük artısı olarak öne sürülen yanı ise Yerlilere saygıda kusur etmemesi. Diriliş gerçekten pek çok açıdan Hollywood’un yüz yılı aşkın tarihinde alışılageldik Kızılderili tiplemesinin üstüne çıkıyor. Yerli dilinin filmlik zamanda bu denli yer kaplaması, tedavi yöntemleri, kuzgun, ayı, kurt, bizon gibi kutsal hayvanların resmedilişi, Kızılderililere yapılan katliamlara dair kısa sahnelerle birleştiğinde ırkçılıktan uzak sorunsuz bir algı oluşuyor. Ek olarak geçmişte Yerlilere saygıyla yaklaşan Küçük Dev Adam, Kurtlarla Dans gibi filmlerde inatla kötü Kızılderililer olarak resmedilen Pawnee

47


48

kabilesinin Diriliş ile iyi Kızılderililere dönüştüğünü görmek ilginç. Tüm bunlara karşın filmin bu yöndeki çabası resmin bütünü düşünüldüğünde yetersiz ve de yersiz. Western türü dışında yerlilerin filmlerde temsil edilmiyor oluşu kıtanın gerçek sahibi olan ama bunu sıkça yinelemeyecek kadar olgun (ve de örgütsel anlamda zayıf) Yerli kabilelerini müzelik birer nostaljiden öteye taşımıyor. Yüz yıllar süren katliamlar ve ırkçılık neticesinde fiziken ve de kültürel olarak yok olmaya yüz tutmuş, kapitalizmin ve tüketim toplumu beraberinde işsizlik ve yoksullukla kırılmaya devam eden kadim Yerli halklarının, yılda bir iki kez perdede boy gösterip çiğ et yeme, kafa derisi yüzme gibi eylemlerle sunulması tüm iyi niyete rağmen kusurlu ve yanlış. Büyük ölçüde sisteme ayak uydurmuş, hatırı sayılır ölçüde örgütlü ve kabul edilen siyahlara yapılan ayrımcılıkların bile popülizmin değirmenine su taşıdığı Hollywood ve Akademi Ödülleri düşünüldüğünde Kuzey Amerika Yerlilerinin doğru ve güncel temsillerini beklemek hayalden öteye gitmiyor. Yine de Chris Eyre gibi Yerli yönetmenlerin çektikleri Skins ve benzeri bağımsız başarıları hatırlamak umutsuzluğu aralıyor.


49


50

Asıl Aptallar Kim? 3 Idiots Deniz Eren

“Eleştirmemek, sorgulamamak, makineleşmek ve adeta bir robot gibi ezbere yaşamak” nasılda tanıdık kelimeler değil mi? İşte tamda bu noktada 3 İdiot’un yönetmeni Rajkumar Hirani vereceği mesajı tokat gibi yüzümüze çarpıyor ve bizi bize anlatan bir film ile karşı karşıya bırakıyor. Bollywood’tan bir eleştiri geliyor ve hayatımızda görebileceğimiz en akıllı aptalları anlatıyor, 3 İdiot bizlere… Eğitimin ne olduğundan çok “nasıl” olması gerektiğini söylüyor ve filmin ilk yarısında asıl aptalların kim olduklarını bizlere gösteriyor. Düşünüp anlamaktansa ezberi ve yarışı savunarak duygularımızı körelten ve böylelikle bizi tek tip bir insan haline çeviren eğitim sistemine karşı Rancho, Farhan ve Raju’nun hikâyelerine tanıklık ediyoruz. Tabi ki hikâyelerinin içine dostluk ve aşkta giriyor… Özellikle son sahnesinde, “dostluğunda bu kadarı olur mu artık abartı”


demiş olsam da günümüz toplumundaki arkadaşlıklara baktığımızda böyle bir dostluğa ihtiyacımız olduğunu demeden geçemeyeceğim. Ezberci ve dayatmacı eğitim sistemine karşı verdiği mesajlar dışında seyirciye verilmek istenen diğer bir mesaj ise “paranın her şey olmadığını” bizlere göstermek istemesi olmuştur. Rancho’nun, üniversite dekanı Virus’un kızının her şeyi maddiyat olarak gören para aşığı sevgilisinin gerçek yüzünü göstermeye çalışması sonucunda aralarında doğan aşkla yönetmenin vermeye çalıştığı bu mesaj filme heyecan ve renk katmış olsa da aynı zamanda aşklarını gereksiz bulduğumu söyleyebilirim. Çünkü eğitim sisteminin konu alındığı filmin bütününde yönetmen Rajkumar Hirani vermek istediği mesajı zengin kız fakir oğlan temalı aşkla vermek yerine üniversitede arkadaş ortamında olacak bir olayla seyirciye verseydi eğer verilen mesaj daha anlamlı olabilirdi.

“En İyi Film” başta olmak üzere toplam 5 ödüle layık görülen 3 İdiot Hint sinemasına karşı önyargısı olanların görüşünü değiştirebilecek nitelikte olduğunu söyleyebilirim. İzleyicilere müzikal bir tiyatro izliyormuşuz havası veren ve Hint sinemasını (Bollywood) diğer kültürlerden ayırıp alışılmışın dışında bir sinema anlayışıyla kendisine özgü

51


52 müziklere, danslara ve şarkılara 3 İdiot’ta da rastlamak mümkün… Özellikle öne çıkan “zoobi doobi, jaane nahin denge tujhe ve give me some sunshine” şarkıları izleyenleri hem eğlendiriyor hem de hüzünlendiriyor. Raju fakir ailesinin kurtuluş umudu olmuş; Farhan fotoğrafçılık yeteneği varken ailesi tarafından mühendis olmaya zorlanmıştır. Raju ve Farhan başkalarının onlara biçtiği hayatı yaşamaya başlamışken idealist düşüncelerinin yanında marjinal kimliğiyle de ön plana çıkan Rancho’nun aynı zamanda Raju ve Farhan’a nasıl ayna olduğuna da tanıklık ediyoruz. Ne yazık ki herkesin Rancho gibi kendisine ışık tutacak bir yakını olmuyor. Bu yüzden film bitince izleyiciler ikiye ayrılıyor hayallerini gerçekleştirmiş olanlar ve hayalleri yarıda kalanlar...


53 Sandinista Vakası Üzerine Düşünceler* Özgür Cem Boynueğri Dada-Okan Bayülgen meselesine dair Azizm Sanat Örgütü’nden Gökay Korkmaz durumu açıklamış, aklına sağlık; - Okan Bayülgen’in programı Dada da az önce bir film döndü... - Bir kadın çıktı soyundu ve Okan Bayülgen önüne atlayıp “istediğini yap slogan at ama soyunma”dan “ slogan atma bu kanal’da” değille bitirdi. - Ve kadın sessizce “AKP millet vekillerine teşekkür etmek istiyorum”dan başka bir şey demedi. Kadın özür diledi oturdu yerine reklam girdi. - Ve Dada şu an Twitter’a 1. sıradan gündeme girdi. - Ve Okan Bayülgen bu tweetlerde kahraman ilan ediliyor. Başarıya ulaşan bir film oynandı. Durum kısaca bu, fakat bu yalnızca basit bir reklam da değil. ABD’de yıllardır uygulanan ‘’ne kadar da meczup bizim sosyalistler’’ advertisement’i gözlerimizin önünden aktı geçti.. Amerikan toplumuna dair bir iki örnek vermek gerekiyor; Bugün Amerikan toplumunda göğüslerini göstermek için olanca çaba harcayarak eline bir gitar alıp çalan kadının Youtube’daki bir videosu milyonlarca kez izleniyor ve aynı kadın TV showlarına konuk oluyor. Hollywood’dan hallice ünlüler kervanına katılıyor. Bu kadının bu kadar kısa sürede bu kadar ünlü olmasının elbette 115 beden göğüsleriyle hiç alakası yok, yalnızca çok iyi gitar çalıyor...(yerseniz..) Bir kişi eğer çıkıp bu kadının yalnızca göğüsleri sayesinde videolarının milyonlarca izlendiğini söylese alacağı tepki ‘’ahlaksız komünist, 70’lerde mi yaşıyoruz’’ olacaktır. Komünistler ve ahlaksızlık aynı anlama geliyor Amerikan toplumunda. Türkiye toplumu ise anlaşılan o


54

ki Küçük Amerika olma yolunda her anlamda ivme kazanıyor. Twitter ve Facebook üzerinden verilen tepkilere, Okan’ın statüsü hakkında genç popüleritenin değerlendirmelerine biraz göz atmak durumu daha iyi anlamamızı sağlayabilir. Fakat işin püf noktası orası değil.. Okan’a bu prodüksiyon elbette çokça yaramışa benziyor fakat o kadın üzerinden çizilmeye çalışılan bir profili de biraz olsun aklını yitirmemiş olan herkes görebilir. O profil ‘’aptal solcu-sosyalist, 70’lerde mi yaşıyoruz, eylem eylem yetti be, işte solcuların kafasızlığı’’ denebilecek bir genel aktivist, toplumsal duyarlılık sahibi(!) insan karakterinin ‘’Küçük Amerika’n’’ toplumuna yedirilmek istenen profildir. İçtimai olan herşeyin kötürümleştirilmesi, burjuva kültürel hegemonyasının ‘’işte buradayız’’ diyerek bayrak açması, ‘biz’in önemsizleştirilip ‘’o adam’’ın yüceltilmesi, akıl ve vicdanı temsil eden değerlerin ve siyasal duruşun akılsızlığının(!) ilan edilmesi operasyonudur. Burada tek ikilemde kalınabilecek nokta Okan’ın bu işi bu bilinçle organize edip etmediğidir.. Bana soracak olursanız bu işin Türkiyelisinde o akıl henüz yok fakat sonuçları itibariyle bu olay ‘’organik aydın’’larımızın temsil ettiği akla yazıyor. Türkiye’ye ve dünyaya dair umut taşıyan herkesin bu olayı bu şekilde okuması gereklidir diye düşünüyorum. * Bu yazı ilk olarak soL Haber Portalı serbest kürsüsünde yayınlanmıştır.


55 Utanıyorum! Gökay Korkmaz

Uyumayı unuttum yemeyi… Nefes almayı unutuyor Utanıyorum! İşimi unuttum yazmayı… Soru sormayı unutuyor Utanıyorum! Düşümü unuttum koşmayı… Hayal kurmayı unutuyor Utanıyorum! Sevgiyi unuttum saygıyı… Mutlu olmayı unutuyor Utanıyorum! Unutmak neydi?



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.