AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ Yıl: 8 Sayı:99 Aylık Kültür Sanat Dergisi Yılda 12 kez yayınlanmaktadır. Ücretsiz olarak sanal platformda yayınlanır. Bu dergide yayımlanan tüm yazıların hakları Azizm Sanat Örgütü’ne aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz
Tasarım Selçuk Korkmaz korkmaz.selcuk@azizmsanat.org Ön Kapak 400 Darbe (1959) François Truffaut Arka Kapak Ölümcül Oyunlar (2007) Michael Haneke
Yayın Kurulu Afet Yıldız Cennet Akıncı Deniz Eren Fırat Tunabay Onur Keşaplı Özgür Keşaplı Didrickson Selin Süar
www.azizmsanat.org Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat E-Mail bilgi@azizmsanat.org Tam sayfa, ön ve arka kapak içlerine reklam vermek için: reklam@azizmsanat.org
İÇİNDEKİLER Yaşam Hakkını Savunmak ve Artvin Cerattepe Fırat Tunabay
4 6 12
Sinemada Yabancılaşmanın Sonu Onur Keşaplı
16
Hükümsüzdür Cennet Akıncı
36 38 41
Editörden
Kadınlar Aslında Ne İster? Deniz Eren
Sisifos Gülbike Yıldırım
Armina Savaşçısı Şevval Varol
4
EDİTÖRDEN Küresel ölçekte seslerin yükseldiği bir çağdayız. Kendini ifade etme, kendini bulma adı altında milyarlarca insanın bulduğu her fırsatta, her yöntem ile bağırdığı, “ben”ini gözler önüne serdiği, gözetleme karşılığı gözetlendiği, akıldışılığın hüküm sürdüğü bir evre… Bir de üstüne sesi büyük ölçüde bastırılmışların çoğunlukta olduğu bir coğrafyada, kulakları tıkamadan, gözleri örtmeden ilerleme çabası nafile olabiliyor. Üç maymunu oynamak değil bahsettiğimiz. Haklının ve doğrunun bile, bu doğru ve haklıya hak verenler arasındayken dahi yüksek sesle dile getirildiği, ortak paydaların inşası yerine en çok kimin haklı, kimin daha çok yaralı olduğu üzerinden hareketle bayrağı göndere çekme yarışına ev sahipliği yapar bir halde nicedir Türkiye. Bu yarış esnasında “biz”den olmayanların ezilmesi yetmezmiş gibi “biz”den olanların da yerle bir edilmesi ise belki de özgüvensizlikle örülmüş aşağılık hissiyatıyla açıklanabilir. Şu bir gerçek ki, herkesin her ortamda ötekileştirilebildiği düşük bir mekân-zamanda, aslında hiç kimse öteki değildir veya herkes ötekidir! Aydınlanma çağrılarının bir hayli gecikmeyle yükseltildiği dönemde, on yıla yakın zamandır Aydınlanma ve modernite kavramlarını kuvvetlendirmek için çaba harcayan örgütümüz, sesini yükseltmemiş oluşunun hasarlarını yaşadı, yaşıyor. Ancak modernizmin en olgun sürümlerinden minimalizmi içselleştirebilmenin, küresel ölçekte bağırışlar arasında vücut bulabilecek en köklü edimlerden biri olduğunun farkında olmak önemli. “Ne yapmalı”nın yanıtları belki burada bulunamaz ama “nasıl yapmalı” sorusunun yanıtlar izleğinde, hali hazırda bulunduğumuz durağın yer aldığına şüphe yok.
Mart sayımızı başlatan ve kapatan, aralarında yaklaşık elli yıl olan iki filme ait görseller, benzer bir biçimin benzemeyen iki içeriği üzerinden, aradaki yarım asırda kültürel, düşünsel, sanatsal ve elbette politik olarak ne değiştiği sorusunu sormayı (sordurmayı) amaçlıyor. Yanıtı önemli, zira varılan noktadaki soruna tanı koyabilmek tedavi için kaçınılmaz bir zorunluluk. Bu ay sinema üzerinden işlediğimiz söz konusu dönüşüme, ya da daha doğru tabirle çözülmeye, dair ileriki sayılarda da zaman zaman yanıtlar arayacağız. Katkılarınız hepimiz için değerli olacak. Bu sayıda ayrıca “Dünya Emekçi Kadınlar Günü”ne değinirken, Artvin’de Haziran Direnişi’ni çağrıştıran haklı başkaldırıya dair izlenimlerimiz yer alıyor. Yine bu ay, ülkemizde artık kabak tadı veren ortalamacı edebiyat yazınına karşı yeni adlar ve yeni anlatımlarla surda gedikler açmayı sürdürüyoruz. Bu bağlamda deneme ve öyküler Mart sayımıza derinlik katıyor. Eleştiri ve görüşlerinizi bekliyoruz, Sanatla kalın dostlar. Azizm’in Notu: Azizm Sanat E-Dergi’nin 100. sayısını yayınlayacağımız Nisan ayında, dosya konusu olarak ölümünün 400. Yılında Shakespeare’i farklı sanat disiplinleri üzerinden araştırma ve yorumlama kararı aldık. Bu doğrultuda Azizm Sanat E-Dergi sayı 100’de yer almak üzere, başta dosya konusuyla ilintili olmak üzere, dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video ve fotoğrafı, 7 Nisan 2016 tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
5
6
Yaşam Hakkını Savunmak ve Artvin Cerattepe Fırat Tunabay
Çanakkale’den çeşitli sivil toplum temsilcilerinden oluşan 27 kişilik kafile ile Artvin’e doğru hareket ettik. Yola çıkmadan önce Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan hem bizi uğurlamak hem de Artvinlilere selamlarını iletmek üzere kalkış noktasındaydı. Böyle bir desteği hissetmek uzun yolculuk öncesi moral vericiydi.
Bu moral ile yolculuğa başladığımızı düşünürken ve şehir merkezinden çıkmak üzereyken polis kontrol noktasında durdurulduk. 26 saatlik yolculuğumuzdaki 4 GBT’nin (Genel Bilgi Taraması) ilkini bu noktada yaşamış olduk. Sistemdeki yavaşlık bahane edilerek tam 1 saat polis kontrol noktasında bekletildik. Otobüsteki en genç kişi bendim ve yaş ortalamamız 55 ya da üzeriydi. Böyle bir topluluk çok şüpheli ve tehlikeli göründüğünden sanırım 90 km sonra tekrar durdurulduk ve ikinci GBT yapıldı. Kaç GBT daha yapılacağını ve sonraki GBT’nin
ne zaman olacağını merak ederek yolcuğumuza devam ettik. Gece saat 4 gibi Giresun çıkışında üçüncü ve Artvin girişinde dördüncü GBT’leri yaşayarak yolculuğu tamamladık. Tabi ki polis memurları görevlerini yapıyorlardı. Sadece güvenliğimizi düşünüyorlardı. Ama bazı polis memurlarının “Cumhuriyet 100. yılını bile göremeyecek” gibi sözcükleri haddini aşar cinstendi. Bize neden Artvin’e gidiyorsunuz orada ne işiniz var diye soruyorlardı. Onlara verilecek en güzel cevap Artvinlilerin 1915 yılında Çanakkale’de ne işleri varsa bizimde Artvin’de o işimizin olduğuydu. Çünkü çevre mücadelesi bir vatan savunmasıydı. Atatürk’ün dediği gibi ‘’Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır’’. Açgözlü, güç ve kâr odaklarını arkasına almış şirketlere karşı doğasına ve yaşam hakkına sahip çıkan yurtseverler bu bilinçle haklı ve onurlu direnişlerini sürdürüyor. Irmağının akışına ölürüm diye türkü söyleyenlerinde çevre mücadelelerinde daha bilinçli ve kitleler halinde yer almaları gerekiyor. Artvin’e vardığımızda otobüsümüz şehir merkezine sokulmadı. Şehir içi dolmuşlar ile şehir merkezine ulaşımımızı sağladık. Dolmuş şoförü ile kısa sohbetimizde madenin şehre getireceği felaketi konuştuk. Artvin’de 7 yaşındaki çocuk da 77 yaşında dede de konuya çok hâkimdi ve sonuna kadar mücadele etmeye hazırdı. Kolluk kuvvetlerinden gördükleri sözlü ve fiziki şiddeti anlamlandıramıyorlardı. Onlar sadece yaşam haklarını savunuyorlardı. 40 yaşına kadar hiçbir parti mitingine, siyasal bir yürüyüşe dahi gitmemiş dolmuş şoförü madenci şirkete karşı direniş kulübesinde nöbet tutup protesto eylemlerine nasıl katıldığını büyük bir gururla anlatıyordu. Şehrin merkezine vardığımızda hiçbir siyasal partinin afişi ya da flamasını görmedik. Meydanlarda, dükkânların camında sadece ve sadece Yeşil Artvin Derneği’nin afişi ve flamalarını görmek mümkündü.
7
8
Çanakkale’den gelen kafile olarak Artvin’de ilk gittiğimiz nokta Yeşil Artvin Derneği binası oldu. Burada bizi dernek üyeleri, Artvinliler ve bir süredir Artvin’de olan Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği’nden Süheyla Doğan karşıladı. 25 yıldır verdikleri haklı ve onurlu mücadelenin her aşamasında yılmadan daha da birlik olarak hareket eden Artvinliler için adeta bir çatı olmuş Yeşil Artvin Derneği. Dernek binasına girdiğimizde dernek üyeleri ve Artvinlilerde, yaşadıkları sert müdahalelere karşın mücadelenin, direnmenin onlara daha fazla moral ve inanç verdiği görülebiliyordu. Artvin’de verilen mücadele partisel, sınıfsal, yaşsal, farklılıkların çok ötesine geçmişti. Her düşünceden, her meslek grubundan, her yaştan Artvinli yaşam hakkı mücadelelerini el ele, kol kola, omuz omuza, kalp kalbe yürütüyorlar. “Bu coğrafyayı ya maden şirketi terk edecek ya da biz. Burası bizim yurdumuz biz terk etmeyeceğimize göre onlar terk edecek.” diyor Artvinliler. Başbakanlıkta ki görüşmeden yeni dönmüş olan Yeşil Artvin Derneği Başkanı Neşe Karahan bizi kırmayarak yorgun olmasına rağmen bizleri kabul etti. Neşe Hanım postmodern kafa karışıklıklarına yer vermeden su gibi yalın ve akıcı bir dille bizi 25 yıllık mücadele hakkında
bilgilendirdi. Neşe Hanım beni gerçekten duruşu ve konuşma üslubu ile çok etkiledi. Bu tür mücadelelerde kadınların ve gençlerin katkıları ve mücadeleyi hep bir adım öteye taşımadaki yetkinlikleri önemli rol oynamaktadır. Neşe Hanımın mücadelede varlığı insana gerçekten güven veriyor. Hedefine odaklanmış ve hedef dışında başka konulara sapma ihtimali olmayan bir kararlılık ve istikrara sahip. Her söylem her slogan özenle seçilmiş, olumsuz ve klişeleşmiş kelimelerden arınmış bir dil hâkim. Onun için farklılıklar eriyor bütün Artvin yaşam hakkını savunmada buluşuyor.
Artvin’e baktığımızda doğal güzellikleri hiç bozulmamış tahribata hiç uğramamış bir bölge değil. Yapılan HES’ler ile derelere Murgul’daki maden çalışmaları ile doğaya zararlı projeler bölgede uygulanmıştır. Devletin menfaatine olduğunu düşündükleri için Artvinliler bu projelere birlik olup karşı durmamışlardır. Ama sonuçlarını gördüklerinde ve çevre felaketlerini birebir yaşadıklarında bundan sonra ki doğaya zararlı projelere karşı topyekûn mücadele etme yol-
9
10 unu seçmişlerdir. Çünkü bu sefer bu felaketle tüm şehir karşı karşıya gelmiştir. Cerattepe’de yapılacak olan maden çalışmaları ile Artvin yaşanabilirliğini kaybedecektir. Kent yaşamında insanlar giderek doğadan koparken ve doğayı yaşamlarının bir parçası olma durumundan çıkartırken, Artvinlilerin yaşamlarının bir parçası doğa. Bundan dolayı madene karşı verdikleri mücadele yaşam haklarını, geleceklerini ve yurtlarını savunma mücadelesidir. Tüm halkın menfaatlerinin görmezden gelinip sadece şirket menfaatlerinin korunması ve kollanması Artvinlilere açıklanamaz gelmektedir. Hatta devlet yetkililerin özel olarak maden şirketi tarafında yer almaları ise akıllarını iyice karıştırmaktadır. Normalde komplo teorileri ile ilgilenmeyen sıradan vatandaş bile şirket ile devlet yetkilileri arasında gizli ortaklık olduğunu ayan beyan dile getirmektedir. Artvin’deki haklı ve onurlu direnişi göremeyenler karalama ve mücadeleyi küçümseme yoluna gitmektedir. Bu mücadeleden alınacak olumlu sonuçların başka bölgelerdeki çevre mücadelelerine örnek olma korkusu, sert önlemlerin alınmasına sebep olmuştur. Kolluk kuvvetlerinin Artvinlilere uyguladığı sözlü fiziki orantısız şiddet Artvinlilerin hafızalarında ve yüreklerinde yer etmiştir. Polisin biber gazlı, plastik mermili müdahalesi sırasında “Atatürk’ün …leri” diye Artvinlilere küfür etmesi kimlerin vatanı savunduğunun en güzel göstergesidir. Onun için Artvinli esnaf polise satış yapmamaktadır. Hatta kiralık ev bile vermemektedir. Sen Atamıza saygısızlık ettin, bana, yaşlıma, küçüğüme, kadınıma biber gazı sıktın, plastik mermi attın diyerek polisi şehir merkezinde dışlamaktadırlar. Artvin’deki birliktelik ve mücadelelerindeki yalınlık birçok bölgeye feyz verecek türden. Mücadeleleri bölgenin karakteristik özelliklerine uydurmadan, bilindik
11 söylemlerin dışına çıkmadan, politik mücadelelerin ekseninden kopmadan yapılacak eklektik mücadeleler kendi ruhunu yaratmada zorluk çekecektir. Artvin ruhu başarıyı yakalayacaktır. Artvin Cerattepe çevre savunması yani vatan savunmasında önemli bir yere sahip olacaktır.
12 Kadınlar Aslında Ne İster? Deniz Eren ‘Kadınlar ne ister?” ve “Kadınları anlamak çok zor.” şeklinde kurulan klasikleşmiş cümleler, yıllardan beri süre gelen bir tartışma konusu olmuştur. Bu konuyu açıklığa kavuşturmak için birçok şey yazılıp çizilmiş, hatta son bir kaç yıldır sosyal medyanın gücü kullanarak kadınları mutlu etme ve anlama adına, popüler kültürün insanlar üzerindeki etkisi göz önüne alınarak “kadınları 5 adımda mutlu etme”, “8 adımda anlama” gibi sosyal paylaşım yöntemlerine gidilmiştir. Fakat kadınların asıl isteğinin hor görülmeden, erkeklerle eşit haklara sahip bir biçimde, mutlu ve özgür olarak yaşamak olduğunu kimse dile getirmez. Bilindiği üzere kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olabilmek için vermiş olduğu mücadele 8 Mart 1857 yılına dayanır. New York da 40.000 kadın dokuma işçisinin daha iyi çalışma koşulları istemeleriyle yaptıkları genel grev günümüz grevlerini anımsatacak bir biçimde polis saldırısıyla sonuçlanmıştır. Kapatıldıkları fabrikada çıkan yangın sonucu kaçamayan birçok kadın işçi yangında can vermiştir. Yangında ölen birçok işçiye cinsiyet ayrımı yapmadan baktığımızda kapitalist sistemin hâkim olduğu toplumlarda hak, eşitlik gibi kavramların günümüzde de varmış gibi görünüp aslında olmadığını 13 Mayıs 2014 tarihinde 301 kişinin hayatını kaybettiği Soma Faciası örneğin ile söylemek mümkün. Devrimci sosyalist, Alman politikacı, kadın hakları savunucusu Clara Zetkin, kadınların oy hakkı, fırsat eşitliği gibi sorunlarına eğilmiş ve New York’ta ölen kadın işçiler anısına 8 Mart’ın kutlanılmasına
öncülük etmiştir. Clara Zetkin, kadın işçilerin ölümlerinden 53 yıl sonra kapitalist sömürüye başkaldırmak, kadın haklarının korunup iyileştirilmesi adına Danimarka’nın Kopenhag kentinde II. Enternasyonal’e bağlı sosyalist kadınlar toplantısında 8 Mart’ın Dünya Kadınlar günü olmasını önermiş ve oy birliği ile kabul etmişlerdir. 1921 yılından bugüne ise 8 Mart “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak anılmaya başlanmıştır. Her gün kadınlar öldürülüyor ki yılda bir günün avuturmuşcasına kadınlara armağan edilmesine rağmen 8 Mart Kadınlar Günü’nde de kadın cinayeti haberleri gelmeye devam ediyor. Özellikle 2000 yılından günümüze kadın cinayetlerinin %1400 artması üzerine düşünmek gerekiyor. 2000 yılının öncesi ve sonrasına baktığımızda kadınlarla ilgili yapılan kamu spotlarının, sosyal sorumluluk projelerinin ve farkındalık yaratacak eylemlerin artmış olduğu görülüyor. Buda akıllara “bu kadar farkındalığa rağmen nasıl olur da kadına şiddet tavan yapar” sorusunu getiriyor. Hocası tarafından tecavüze uğrayan ve sonucunda bu sarsıntıya katlanamayıp intihar eden Cansel Buse Ceylan, evine gitmek için bindiği minibüsün şoförü tarafından taciz edildikten sonra yakılarak öldürülen Özge Can Aslan gibi nice acı örneklere her gün TV’de rastlamak mümkün. Ataerkil yapının egemen olduğu günümüz Türk toplumunda birçok kişi için kadın olmak şiddetle, tacizle, tecavüzle ve ölümle bir nevi iç içe yaşamak demektir. Bu konunun diğer bir kötü yanı ise kadın haklarını iyileştirmek için yeterli yasal düzenlemelere gidilmemesi, suçların ağırlaştırılmaması hatta sokakta gülmenin, hamileyken dışarı çıkmanın, evinde oturup börek açamamanın ayıp sayılmasıdır. Sivas’ta ortaya çıkan ve sadece kadınların yararlanabileceği pembe taksi uygulamasının ne kadar yersiz olduğuysa aşikârdır. Kadınları korumak adına yapılmış dahi olsa da gerek bu taksinin akşam saat
13
14
sekizden sonra mesaisini tamamlıyor olması ile o saatten sonra dışarı çıkmayı aşırılık kabul etmesi, gerekse sarı taksiye binen kadınların kendi güvenliğini düşünmüyormuş gibi olumsuz algılanmasını doğuruyor. Mutlaka bir çözüm yoluna gidilecekse bu, kadını toplumdan ayrıştırıp uzaklaştırmakla değil; yasal düzenlemeyle olabileceği gerçeğini söylemek mümkün. Aslına bakarsak kız çocuklarına “O saate, o kıyafetle, orda ne işin var?” söylemini erkeklere ise “erkek adam istediği şekilde davranır” söylemini kasten ya da bilinçsizce çocukluktan aşılıyoruz. Bu terimler aile içinde kadını ezmiş ve çoğu zaman da yalnızlaşmasına neden olmuştur. Tüm bunların yanında kız çocuğuna “kısa giyinme” demeyi bildiğimiz gibi erkek çocuğumuza da “oğlum bakma, rahatsız etme” demeyi de bilmeliyiz. “Erkekliğe sığmamak”, “Erkek sözü vermek’’ ya da bir işin doğru, güzel yapıldığını belli etmek amaçlı söylenen “Adamakıllı”, “Adam etmek” gibi cinsiyetçi söylemlerin varlığından yine bu tür ayrımlar toplumda kadını ikinci el insan konumuna itmektedir. Kadına yönelik şiddet deyince aklımıza ilk gelen şey fiziksel baskı olsa da şiddet olgusunu sadece bununla sınırlı tutmak doğru değildir. Her alanda yetersiz gördüğümüz kadınlar üzerinde uygulanan diğer bir şiddet yöntemi ise psikolojik baskıdır. Kadını devamlı ezip, aşağılayarak korkak ve özgüven eksikliği yaratan bu şiddet yönteminin de en az fiziksel şiddet kadar ağır olduğunu söylemek doğru olacaktır. Dünyaca 8 Mart’ı andığımız günlerde kadınlara sadece çiçek verip, bir kaç konuşma yaparak olayı amacından saptırmamalıyız. En başta andığımız “kadınlar ne ister” sorusuna siyasal ve toplumsal hakları uğruna, kadınlarla birlikte mücadele ederek onları anlamak ve mutlu etmek yolunda ilerleyerek hiç şüphesiz sorumuzun cevabını doğru ver-
15 mek daha kolay olacaktır. En azından artık “kızını dövmeyen değil kızını sevmeyen dizini döver” söylemini uygulamaya geçirmeliyiz. Buradan sonuçla kadınların asgari beklentisinin hak ettikleri saygıyı, yaşama haklarını ve ayrıştırılmadan, soyutlanmadan toplumda var olmak olduğunu da kavrayabiliriz.
16 Sinemada Yabancılaşmanın Sonu Onur Keşaplı
Lumiere Kardeşler’in buluşunun, Melies tarafından sanatsal bir işlev kazanmasının ardından film tekniği, günümüzdeki haline, Amerikalı yönetmen D.W. Griffith kamerayı özneleştirmesi ve kurguya başvurması sayesinde kavuşmuştur. Griffith’in tetiklediği bu büyük dönüşüm, çoğunlukla biçimsel olarak anımsanan bir sıçramayken, içeriksel olarak sinema sanatının günümüze dek gücünden bir şey yitirmeden süregelen hâkim yapısına dair yönetmenin etkisi ise gerektiği kadar hatırlanmamaktadır. Yeni görsel biçimin ticari getirisine odaklanarak Hollywood’un temellerini atan Griffith, filmleri hem süre hem hacim açısından geliştirirken, halk nezdinde “yıldız” mertebesine erişmiş ya da erişeceği düşünülen adlara rol vererek sinemaya yönelik sanatsal bir tutumdan uzak bir yaklaşım sergilemiştir. Hali hazırdaki amacını kuvvetlendirmek adına, içeriksel açıdan getirdiği yenilik ise filmlerin klasik edebiyat öykülemesi şeklinde, giriş-gelişme-sonuç içeren, bir senaryoya sahip olmasıdır. Ana akım veya konvansiyonel sinema anlatısının temellerinin, sanat tarihi boyunca Antik dönemden bu yana radikal bir değişime uğramadan süregelen “katarsis” temelli gelenek ile atılması, yeni bir anlatım biçiminin daha başlangıç aşamasındayken eskimesine yol açmıştır. Sinema tarihi boyunca söz konusu egemen eğilime karşı biçimler ortaya çıkmış, katarsisin etkisini “yabancılaşma” ile aşmak istemişlerdir. Zaman zaman başarı kazanan, hatta küresel ölçekte eğilim halini alabilen bu yöntemlerin günümüzde ne ölçüde başarılı olabildiği ise meçhuldür.
17
Aristoteles’in başta tiyatro ve şiir disiplinleri için ortaya koyduğu bir sanat kuramı olan katarsis, seyircinin sanat yapıtıyla girdiği etkileşimin duygusal boyutta kalması, hatta özellikle bu hattın korunmasına yönelik bir düşüncedir. Zira Aristoteles’e göre “tragedyanın ödevi, uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu
18
tutkulardan temizlemektir (katarsis)”. (akt. Parkan. 2015: 23) Binlerce yıl önce ortaya konulmasına rağmen günümüzde de sinemanın temel işlevini oluşturmaya devam eden bu yönelim, beraberinde özdeşleşmeyi zorunlu kılmaktadır. Yönetmenler ve yapımcılar, izleyicinin filmdeki kahramanlarla özdeşlik kurması adına senaryoda beliren izleği yeterli bulmayarak kamera hareketleri, açıları ve ölçekleri ile de söz konusu bağı kuvvetlendirmektedirler. Yakın planların, yüz ve baş çekim ölçeklerinin ve hatta öznel kamera kullanımının sinematografik açıdan katarsisi beslediğini söyleyebiliriz. İzleyicinin duygusal tepkimelerle filmi takip etmesi, akılcı bir eleştirel tutum takınmadan soluksuzca sinemasal akışa kendini bırakması ve en nihayetinde kafasındaki soru ve kuşkularının büyük ölçüde filmlik zamanda cevaplandırılarak duygusal arınmasını tamamlaması, ana akım sinemanın veya sinemada klasik anlatının vazgeçilmezidir. Klasik anlatının hegemonyasına karşı sinema tarihi boyunca muhalif sesler yükselmiştir ancak bu seslerin pek azı sinematografik açıdan devrimci bir yöntem geliştirebilmiştir. Daha başlangıç aşamasındayken hantallaşan sinemaya yapılan ilk ilerici müdahale, Sovyet sanatçılardan gelmiştir. Montaj kuramı ile sinemanın her şeyden önce bir görüntü sanatı olduğunu, dolayısıyla görüntü parçacıklarının diyalektik bir örgüyle yaratacakları etkinin, izleyiciyi perdede görünenin ötesine taşıyacağını vurgulayan Kuleşov, Ayzenştayn, Pudovkin gibi yaratıcılarla sinemanın sanat olup olmadığı tartışmaları son bulurken, klasik anlatıya karşı da ilk hamle ortaya konmuştur. Sovyet sinemacılar arasında bu hamleyi en radikal noktaya çeken yönetmen ise Vertov’dur. Bizzat şekillendirdiği “Sine-Göz” kuramı ile insan gözünün yakalayamadığı saf gerçeği, montaj kuramının katkısıyla gözler önüne serme şansına sahip kameranın gözüne vurgu yapan Vertov, ari bir sinemayı savunarak, evrensel bir sinematografi için sinema sanatının yalnızca görüntü parçacıklarından oluşması gerektiğini belirtmiştir. Bu doğrultuda edebiyatı sinemadan
söküp atmak adına senaryoyu, tiyatro sanatını sinemadan kovuşturmak adına da oyunculuğu filmlerinden çıkartmıştır. Günümüzde deneysel türde görülen yapıtlarında Vertov, izleyicinin perdedeki devinimler ile klasik anlamda bir özdeşlik kurmasının önüne geçmiş, böylece katarsise imkân tanımamıştır. İzleyiciyi yabancılaştıran, böylelikle mesafeli kalmak durumunda olduğu sanat yapıtına eleştirel ve akılcı bir gözle bakmak durumunda bırakan Vertov’a eleştiriler de getirilmiştir. Seyircinin içeriksel olarak büyülenmesinin önünü almak adına başvurduğu biçimsel tercihlerin ve görsel çarpıcılığın, seyir esnasında başka türlü bir büyülenme hatta “illüzyon” yarattığı belirtilerek Vertov’un sinemasının süreklilik sağlayamayarak ana akım karşısında katarsisi alt etmeyi başaramadığı söylenmiştir. (Parkan. 2015: 15)
Vertov’un, ana akım sinemanın hâlihazırdaki sinematografik hızı arttırarak gerçekleştirdiği erken dönem modern anlatı denemesi, takip eden yıllarda Kovacs gibi eleştirmenlerce geç modernist anlatı olarak adlandırılan yöntemle ana akımın hızının bu kez seyreltilerek yavaşlatıldığı bir döneme evrilmiştir. Bu geçişteki durak ise sanat tari-
19
20
hinin en radikal yaratıcılarından biri olan ve Marksizmden bağımsız değerlendirilmesi mümkün olmayan Bertolt Brecht’tir. Aristoteles’in birikimine açıktan hücum eden Brecht, tiyatro sanatçısı olarak odağını sahne sanatlarına oturtsa da, sanat disiplinlerinin tümüne sızmayı başaran modern anlatı hattında yöntemleriyle sinema dâhil olmak üzere tüm yaratım biçimlerini etkilemiştir. Brecht’in, dönüştürmek istediği anlatı yapısını somutlaştırırken getirdiği değerlendirme önemlidir: “Oyun tekniği, günümüzde de hala o katarsisi (seyircinin ruhsal arınmasını) sağlamak üzere Aristoteles’çe önerilen reçetelere itibar etmektedir. Aristotelesçi oyun sanatında kahraman, sahnelenen oyunlardan yararlanılarak, o türlü durumlara sokulur ki, kendi iç dünyasını tüm yalınlığıyla dışarı vurabilsin. Tüm olaylar, kahramanı ruh çatışmalarına sürükleme amacını güder.”(akt. Parkan. 2015: 31)
Marksist yazından devraldığı yabancılaşma kavramını sanata yüklerken, çoğunluk tarafından “Epik Tiyatro” olarak anılan biçimin temellerini şekillendiren Brecht, Özdemir Nutku’nun tabiriyle; “gerçeği yansıtabilme (ayna olma) ereğine yönelik ‘illüzyonist ve bireyci estetiğe’ karşıt olarak gerçeği dönüştürebilme (dinamo olma) amacına yönelik bir ‘eleştirel ve diyalektik estetik’ sistematize etmiştir.”(akt. Parkan. 2015: 31) Bu doğrultuda birkaç maddede/kavramda özetlenebilecek şekilde sanatını biçimlendiren Brecht: “Naivete” ile tanık olunan gerçeğin tüm görünümlerini yakalamayı, “mesel çalışması” ile sanat yapıtının üretiminde yer alan her bir bireyin sorgulamaları eşliğinde çelişkileri açığa çıkarmayı, “epizodik anlatım”la bölümsel kurgulamayı, “gestus”la büyük jestlere ve mimiklere dayalı rolleri, “göstermeli oyunculuk”la özdeşleşmeye sırt çevirmeyi, “anlatımcı yapı”yla önyargıları aşmayı, “tarihselleştirme”yleyse mevcut devinimin bir kesit değil bir süreç olduğunu göstermeyi istemiştir. Bu vesileyle gerçek bir “yabancılaşma”ya varmayı hedefleyen ve de başaran Brecht’in sinemadaki izdüşümlerinin izleriyse, etkin olarak ilk kez Fransız Yeni Dalga akımının yönetmenlerince ortaya konulmuştur. Başta Truffaut, Resnais ve Godard olmak üzere akımın sanatçıları, Brechtyen estetiğin farklı yöntemlerine başvurarak seyirciye izlediği yapıtın hayatın ta kendisi değil bir sanat eseri, sinema filmi olduğunu hissettirmeyi amaçlamışlardır. Ana akımın uyuşturduğu izleyiciyi, farklı tonlarda olmak kaydıyla, adeta taciz eden yapıtlara öncülük eden ilk film Truffaut’nun 400 Darbe adlı eseridir. Jean Vigo’nun Hal ve Gidiş Sıfır adlı başyapıtının mirasını sürdürerek, şiirsel gerçekçi anlatım eşliğinde toplumcu dokuyu koruyan film, asıl sürprizini sona saklamış, ana karakterin kameraya dönerek izleyiciye bakmasıyla dördüncü duvarı kırarak yabancılaştırıcı bir hamleyi başarıyla kullanmıştır.
21
22
Devamında çektiği filmlerde klasik türleri harmanlayarak izleyiciyi sarsan Truffaut, en ünlü filmlerinden Jules ve Jim’de ise epizodik anlatım ile izleyiciyi bölümler arasında bizzat doldurmak zorunda kıldığı boşluklarla baş başa bırakmıştır. Resnais ise, özellikle Geçen Yıl Marienbad filmiyle göstermeli oyunculuk ve gestusa başvurarak, izleyicinin hali hazırda filmin öykülemesinden ötürü özdeşlik kurmasını güçleştiren rolleri daha da yabancılaştırarak, arınmayı imkânsızlaştırmıştır. Film, izleyiciyle mesafesini tüm süresi boyunca koruyan ve akılcı bir etkileşimi zorunlu kılan öykülemesiyle sinema tarihi boyunca katarsise en uzak yapıtlardan olagelmiştir.
Godard ise yalnızca Yeni Dalga akımının değil tüm sinema tarihinin, klasik anlatıya hücum söz konusu olduğunda, en radikal yönetmenlerindendir. İlk dönem filmleri olan Serseri Âşıklar ve Hafta Sonu’nda yönetmen, akımdaki diğer sanatçıların estetikten ayrılmayan yöntemlerini de parçalayarak adeta “karşı sinema” yapma noktasında illüzyondan uzak yapıtlar ortaya koymuştur. Kimi zaman kamera arkasını da kadrajına yerleştiren, Brechtyen anlatının kodlarının çoğunluğuna başvuran Godard, içeriksel olarak burjuvaziye ve söz konusu sınıfın içinde bulunduğu saçma çıkmaza eğilirken, biçimsel olarak klasik anlatının öykülemesini, oyunculuğunu, aydınlatma ve çerçeveleme tekniklerini bir bütün olarak deforme etmiştir. Yönetmenin 1968 olaylarından sonra sinematografik açıdan devrimci tavrını daha da arttırdığı süreçte kurduğu “Dziga Vertov Grubu” ise, Jane’e Mektup ve özellikle Her Şey Yolunda filmleriyle, on yıllardır süregelen Aristotelesçi klasik anlatının karşısında bambaşka bir biçimin de mümkün olabileceğini göstermiştir.
23
24
Takip eden yıllarda Godard kadar radikal olmamakla beraber, Resnais biçimine yakın tonlardaki geç modernist anlatıların, Brecht estetiğine de yaslanır vaziyette ürünler ortaya koyarak, ana akıma karşı konumlandığı görülmektedir. Antonioni, Tarkovskiy, Angelopoulos gibi yaratıcıların ortaya koydukları minimalist sinema örnekleri, “epik tiyatro”nun hemen hemen tüm kodlarını, radikalliği seyreltilmiş de olsa, kullanarak yabancılaşmayı sürdürmeyi başarmışlardır. Bir ölçüde küreselleşmeyi de başarmış söz konusu eğilimin, günümüzdeyse radikalliğini sürdüremediği görülmektedir. Bunda Brecht, Vertov ve Godard gibi radikal uçlarından arındırılmış bir anlatım biçiminin, sınırlı da olsa ortalama üstü seyir seviyesini yakalamış izleyici nezdinde alıcı bulduğunu, giderek yabancılaşmadan uzaklaşan ve estetik kutsiyet mertebesi eşliğinde eserlerin alımlandığı bir izleğe
25
dönüştüğü hissedilmektedir. Bu dönüşümde söz konusu yaratıcı biçimin temellendiği Marksist geleneğin, bilhassa Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’nun çöküşünün ardından yaşadığı tasfiyesinin payını yadsımak imkânsızdır. Ancak yabancılaşma yitiminin ardında post modern düşün dünyasının vücut bulduğu Tüketim Toplumu’nu ve Jean Baudrillard tarafından vaziyete dair geliştirilen simülasyon kuramını görmek daha isabetli bir tercih olacaktır. Zira Fransız Yeni Dalga akımının gibi yabancılaştırıcı yöntemlerinin yakın dönemde karşılığını bulmadığı, izleyicinin özdeşlik kurmasına mani olamadığı görülmektedir. Melanie Laurent’in Fransız sinemasının kod ve motiflerine yaslanan başarılı filmi Respire‘nin sonunda, Truffauf’nun 400 Darbe’sini çağrıştıracak bir hamle ile dördüncü duvarı yıkmaya dönük bir tercih söz konusu olmuştur.
26
27
28 Başarısızlığın altında ise hiç şüphesiz Martin Scorsese ve Quentin Tarantino gibi yönetmenlerin, Sıkı Dostlar, Ölüm Geçirmez gibi filmlerinde oyuncularını izleyiciye doğru bakıp oynayarak kurdukları kimi monologların yarattığı alışkanlık vardır. Ek olarak Respire’deki kullanımın biçim-içerik uyumu açısından eğreti kaldığı da söylenebilir. Bu durum bilinçli veya bilinçsiz olarak küresel ölçekte etkisi yadsınamayacak “yeniden çevrim” eğiliminin parçası olma hissini beraberinde getirmektedir. Geçtiğimiz ay gösterime giren çizgi roman uyarlaması Deadpool’un, hali hazırda dördüncü duvarı yıkmak ve de gerçekliğin yansıması olmak yerine bir karakter olduğu bilinciyle hareket etmesiyle ünlü oluşuna rağmen, izleyiciler tarafından klasik anlatıymışçasına değerlendirilmesi, yorumlanması bahsi geçen kullanımların işlevsizleştiğini vurgulamaktadır.
Michael Haneke’nin, 1997’de Avrupa’da, 2007’de ise ABD’de çektiği Ölümcül Oyunlar yapıtını izleyicinin yabancılaşamaması üzerine bir deney olarak yorumlamak mümkündür. Tüketim Toplumu alışkanlıklarını ve burjuvazinin açmazlarını ince ayrıntılarına kadar resmeden, söz konusu kitlesel yapıya ilişkin Baudrillard’ın tezlerinden olan “nedensiz şiddet”i tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren bir içerik ile ilerleyen filmin asıl çarpıcı yanı ise biçimsel olarak yaratmayı amaçladığı etkidir. Filmin kötü karakterlerinin defalarca izleyiciye baktığı, soru sorduğu, taciz ettiği hatta dalga geçtiği film, öncüllerine göre daha da ileriye giderek filmin film içinde geriye sarılması ve yeniden kurgulanmasını içermektedir. Tüm bu seyir bozucu ve izlenilmekte olanın gerçekliğin yansıması değil bir film olduğunu vurgulayan hamlelere rağmen film ile ilgili yorum ve okumaların herhangi bir filmmişçesine yapılması Haneke’nin -bilerek ya da bilmeyerekyaptığı deneyin sonucunu ortaya koymaktadır.
29
30
Yeniden simülasyon kuramına dönecek olursak, Baudrillard’ın kuramını yer kürenin kuzey batısında yer alan ülkelere -Batı- yönelik inşa ettiğini belirmek gerekir. Oğuz Adanır’ın tanımıyla simülasyon “olmayan bir şeyi var gibi göstermektir. Simülasyon gerçeğin tüm göstergelerine sahip olduğu halde, gerçeğin kendisi olmayandır.” (Adanır, 2008: 14.) Geç kapitalizm veya yine Baudrillard’ın sistematize ettiği Tüketim Toplumu sonrası meydana gelen simülasyon evreni, zaman zaman küresel ölçekte iz bıraksa da, söz konusu sosyo-ekonomik süreci tamamlama bağlamında Batı’ya içkindir. “Bir başka değişle Batı uygarlığı ‘simgesel’ (yani içerik, ideolojik, politik, felsefi, kültürel düzeyde bir model olma özelliğini) anlamını yitirmiştir. Buna karşın, ‘maddi’ anlamda sahip olduklarını yitirmemek için bu bitmişliğini yadsımaya daha doğrusu gizlemeye gayret etmektedir. Simülasyon evreni, işte bu bitmişliğin gizlenmeye çalışıldığı evrenin kendisidir.” (Adanır, 2008: 13) İllüzyonunu yitirmiş bir zihniyet yapısının, her şeyle tanışık oluşu, aynı zamanda hiçbir şeye gerçek anlamda tanık olmayışını beraberinde getirmektedir. Baudrillard’ın, imajlar dünyasında, özellikle TV aygıtında, seyredilenlerin bir gösteren-gösterge diyalektiği yerine salt gösteri halinde alımlandığını düşüncesi, en çok 1. Körfez Savaşı döneminde, Batı için bir gerçek anlamda bir savaşın yaşanmadığını belirttiğinde dikkati çekmiştir. CNN’nin “ışık gösterisi” olarak betimlediği savaş görüntülerinin, hemen ardından veya eş zamanlı beliren deterjan reklamlarıyla bir farkının kalmadığını vurgulayan Fransız düşünür, eleştirelliğin rafa kalktığı bir yığından söz etmektedir. İletişim aygıtlarının gücünü yitirdiği simülasyon evreninde Baudrillard, sinemaya sahip olduğu gerçek illüzyon gücü neticesinde önem atfetmiştir. Gerçeklik üzerine sorgulamaların yapıldığı bilim kurgu filmlerinin 1990’ların sonlarında ardı ardına çekilmeleri
rastlantı sayılmamalıdır. Alex Proyas’ın Karanlık Şehir, David Cronenberg’in Varoluş ve Wachowski Kardeşler’in Matrix filmleri, gerçeklik algısı üzerine hareket eden filmlerdir. Varoluş’un doğrudan simülasyon oyunlarının ve benzeri imajların hipergerçekliği üzerine eleştirel bir okuma geliştirdiği filmlerden Karanlık Şehir ve özellikle Matrix ise, Baudrillard’ın tezlerine daha somut olarak eğilir gibi gözüken ve söz konusu evrenlerin simülasyon olduğunu vurgulayan yapıtlar olmalarına karşın kuramı kaçırdıkları görülmektedir. İki film de sinemasal düzlemde kurdukları simülasyon evrenlerini özel efekt ve aşırı distopik temalarla inşa ederek, hali hazırda Batı’nın yaşadığı gerçeğin aynasına evrilmiş simülasyon evrenini bulanıklaştırmışlardır. Seyirci, içinde bulunduğu dünyayı sorgulama ediminden çok perdedeki evrenin seyir zevkine odaklanmıştır. Adanır’a göre Baudrillard’ın eleştirel olarak sistematize ettiği evreni, kendine rağmen, yakalayan en isabetli film Costa Gavras’ın yönettiği Çılgın Şehir’dir. ABD’nin sıradan bir şehrindeki müzede işini kaybeden güvenlik görevlisinin, yaşadığı sinir krizi esnasında arkadaşı yanlışlıkla vurmasının o sırada yakınlarda bulunan bir televizyoncu tarafından, gösteri şeklinde bir rehin alma olayına dönüştürülerek ulusal ölçeğe canlı yayınla taşınmasının anlatıldığı film, simülasyon evrenine dair pek çok ip ucu barındırmaktadır.
31
32
“Amerika günlerce bu olayı naklen izlemektedir. Tüm ilişkiler istisnasız çıkar üzerine oturmaktadır. Yani tamamıyla yapay ilişkilerdir. Gerçek eylem daha ortaya çıktığı anda medya tarafından bir olay simülakrına dönüştürülmekte yani bir gösteri nesnesi haline gelmektedir. Bir başka deyişle olayın sahip olduğu gerçeklik paydası anında yok edilmekte ve yerine dramatizasyonun (ölmüş eylemin bizzat asıl oyuncular tarafından yeniden üretilmiş biçimi) artan sayıdaki paydaları konulmakta ve dolayısıyla simülasyon evrenine uygun bir sunumla karşılaşılmaktadır. Yapay bir evrende (A.B.D), yapay bir eylem (simülakr), yapay bir olay (gösteri) olarak algılandığından gösteri biter bitmez bir yenisi istenmektedir.” (Adanır, 2008: 44) Geçtiğimiz yıllarda gösterime giren, Dan Gilroy’un yönettiği Gece Vurgunu filmiyle birlikte düşünüldüğünde Çılgın Şehir gibi filmlerin medyanın acımasızlığı ve açgözlülüğüne dair eleştirel bir alımlamayla beraber toplumsal bir dönüşümü veya eylemi tetikleyebileceği ön görülebilirdi ancak Baudrillard’ın bir kitabına da ad olan tabiriyle “sessiz yığınların gölgesinde toplumsalın sonu”nu yaşayan bir zihniyet ne kadar eleştirel olursa olsun, ne denli entelektüel bir birikim eşliğinde seyrederse seyretsin simülasyon evreninde bir dönüşüm, gerçekliğe dönüş meydana gelememektedir. Kuramla ilişkilendirilen bir diğer film olan, yönetmenliğini Peter Weir’in üstlendiği Truman Show, aşırılaştırılmış bir “reality show” üzerinden benzer şekilde medya ve tüketim olgusunu topa tutma iddiasındadır. Doğumundan itibaren yaşamının tamamı kameralarca kaydedilen ve gösteri olarak dünyaya sunulan Truman, yaşadığı şehrin, arkadaşlarının hatta eşinin bile sahte olduğunun farkında değildir. Filmi izleyenlerin farkında oldukları bu gerçeklik, Truman tarafından keşfedildikçe filmin senaryo açısından çatışmasını da şekillendirmektedir. Adanır’a göre film, simülasyon evrenini gözler önüne sermek bir yana, bizzat simülasyon evrenine hizmet eder bir hale varmaktadır:
“Program izleyicisinin kendi içinde yaşadığı evreni gerçeklik evreni olarak kabul edebilmesi için Truman’ın içinde yaşadığı evreni ‘düşsel’ bir evren olarak kabul etmesi gerekmektedir! Bu durum Baudrillard’ın Disneyland çözümlemesindeki duruma birebir uymaktadır. Ona göre Disneyland ikinci dereceden bir simülakrdır çünkü asıl işlevi insanlara birinci derecedeki bir simülasyon evreninde yaşadıklarını unutturabilmektir. Bir başka deyişle Disneyland ziyaretçileri orayı düşsel bir evren gibi kabul ettikleri için dış dünyayı da doğal olarak gerçek evrenin kendisi gibi algılamaktadırlar. Oysa Baudrillard ‘insanların asıl yanıldıkları nokta burasıdır, asıl döndüklerini sandıkları gerçeklik evreni simülasyon evreninin ta kendisidir’ demektedir. Filmdeki simülasyon olayını film dışına taşıyarak Truman Show’un asıl işlevinin (en azından) Amerikalı seyircilere bu filmin düşsel bir evrenden ibaret olduğu izlenimi vererek asıl içinde yaşamakta oldukları evrenin bir simülasyon evreni olduğu gerçeğini (belki de farkında olmadan!) onlardan gizlemek olduğunu söylemek acaba büyük bir yanılgı mıdır?” (Adanır, 2008: 46)
33
34
Truman Show filminin ardından yalnızca ABD’de değil tüm dünyada sayısı süratle artan “reality show”lar düşünüldüğünde filmden sonra medyaya yönelik getirilen eleştirel yaklaşımın kendisinin dahi bir simülakr olduğunu görülmektedir. Nispeten daha yüzeysel bir örnek olan, Ben Stiller’ın yönettiği Zoolander filminin, moda dünyasının akıldışılığından ünlü markaların Uzak Asya’da çocuk işçileri çalıştırmasına yönelik geliştirdiği eleştirel mesajların, filmdeki komedi kılıfı altında sönümlendiği, Derek karakterinin, poz verme eylemiyle dalga geçilecek bir halde sunduğu ifadesinin ise takip eden on yılda tüm dünyada yığınlarca uygulanır oluşu göz önüne alındığında yabancılaşmanın sonunun, eleştiri düzleminin yitirilmesine vardığı söylenebilir.
Özdeşlik kurmaktan en uzak karakterlerin (Derek Zoolander) beğeniyle taklit edildiği, duygusal bağ kurmanın imkansızlaştığı olay örgüleriyle (Ölümcül Oyunlar) kayıtsız şartsız etkileşim kurulduğu ve arınmanın/katarsisin yaşandığı bir evrede, sinemada yabancılaşmanın halen mümkün olup olmadığı sorusunun yanında söz konusu
yabancılaşmanın başarılsa bile simülasyon evreninde karşılığını bulup amacına erişip erişemeyeceği sorusunun da derinleştirilmesi gerekmektedir. Gözün gördüğü gerçekliğin ardında yatan gerçekliğe sinema teknolojisiyle varmaya çalışan Vertov’un ve de aynı çabaya oyuncumetin tekniğiyle ulaşma gayesindeki Brecht’in katarsise karşı verdikleri savaşım, günümüz izleyicisinin akıl dışı bir büyülenmeyle yaklaşmanın yanı sıra gerçeklik payesi biçerek inanılır bulduğu imajlar evreninde yitirilmiştir. Gözün gördüğü gerçekten daha pürüzsüz bir görsel ile sinemada “3D” ve televizyonlarda “full HD” teknolojileri eşliğinde hipergerçekliğe varan imajlar, zihniyet düzleminde aşılması gereken çok ciddi sorunları getirmektedir. Diyalektik akılcılık, karşısında mevzileneceği düzeni/evreni doğru ve “gerçek” bir çözümlemeden yola çıkarak aşabilmenin, çözebilmenin yollarını aramak zorundadır. Mevcut durum göz ardı edilerek yapılacak her hamle, geçmişin zaferlerinin sönük yeniden çevrimleri olarak, en iyi ihtimalle estetik hazza varabilecek, yabancılaştırıcılıktan uzak birer simülakra dönüşmekten kurtulamayacaktır. Kaynakça: Adanır, O. (2008). Simülasyon Kuramı Üzerine Notlar ve Söyleşiler. İstanbul: Hayalet. Parkan, M. (2015). Brecht Estetiği ve Sinema (4. Baskı). İstanbul: Yazılama.
35
36 Sisifos* Gülbike Yıldırım
Sen bir taşsın. Bir avuca sığamayacak fakat kucağa alınabilecek kadar büyük bir taş. Gri, köşeli ve şekilsiz… Üzerinde griliğini gölgeleyen koyu lekeler var. Lekelerinle pek barışık değilsin. Başlangıç noktası belli belirsiz paralel olmayan parlak çizgilerini görüyorum. O çizgiler koyu hardal renginde ve güneş değdikçe şeffaflaşıyor. Çizgilerini şeffaflaştırıp seni görünür kılan güneşi sevmiyorsun. Bazı taşlar vardır cüsseli görünür, eline aldığında bir tüy gibidir. Sen öyle değilsin. Bir kayadan kopup gelmiş sürüklenerek bir ovanın kenarına varmışsın.
Ova bomboş. Ova kurak. Sadece yer yer minik yabani ot kümeleri var. O kümelerden birine yanaşmışsın. Etrafında irili ufaklı taşlar. Yakınsın ama bitişik değilsin hiçbiriyle. Bir sel gelse beni götürse diyen bir taşsın sen. Bir gün sel gelecek. Seni alıp uzaklara taşıyacak. Taşırken senden minik parçalar koparacak. Kopan yerlerinden içinin rengini görüyorum. Siyaha çalan çok koyu bir bordo için. Dışının griliği içinin koyuluğuna baskın gelemiyor. Sel hep sürsün yolun hep devam etsin istiyorsun. Sel bir gün bitecek. Bir çamura saplanmış halde olacaksın. Gövdenin yarısı toprakla bütünleşmiş diğer yarısı gökyüzüne, bulutlara dönük. Şimdi ne olacak diyeceksin toprakta mıyım, bulutta mıyım? Bulut olma isteğin ağır basacak ve yine bir sel dileyeceksin toprağa saplanan bedenini kurtarmak için. * Yunan Mitolojisinde tanrılara karşı işlediği suç sebebiyle dev bir kayayı Olympos Dağı’nın zirvesine taşımakla cezalandırılan, Korinthos kentinin kurucu kralı. Taşıdığı kaya zirveye varmak üzereyken her defasında elinden kaçar ve Sisifos yeniden başlamak zorunda kalır. Bu kısır döngü tekrarlanarak sonsuza değin devam eder.
37
38 Hükümsüzdür Cennet Akınıcı
Doğduğumda yalnızca 3 kilo 18 gramdım. O gün beni teraziye koyup tartmak bu dünyanın en mantıklı hareketi olmalı. O zaman bedenim ruhumla orantılıydı. O kadardı işte her şey... Şimdilerde kaç kilo geliyorum sormayın uzun zamandır tartılmıyorum ruhumun bedenimden taştığını, bedenimin ise yüklerinden ağırlaştığı andan itibaren tartıları tanımıyorum... Eksilmek istiyorum ama fazlaca tamam da sayılmam aslında bir yerden atmalıyım bendeki yükleri. Bunu bileklerimi keserek yapamam. Oldukça uzun süren ölümler bana göre değil. Üstelik ellerim ve parmaklarım daktilo tuşlarına basarken benimle olmalı... Ölümümün daha afili olması için kalın bir kâğıda daktilo ile yazılmış asil bir mektup yakışır, yüklerimin hükümlerini boşluğa miras bıraktığımı o kalın kâğıda işlemeliyim…
Bir hap, zehir ya da çeşitli aletlerle gelen ani ölüm de olmamalı bunu hissetmeliyim. En azından bir rock parçası dinleyecek ya da Turgut Uyar okuyacak vaktim olmalı bunlar anı kutsayan durumlar hiçbirini atlanmamalı...
Belki de intihar etmeliyim, muhteşem manzarası olan bir tepeden güneşin batışına yakın denize doğru inmeliyim, ama güneşin batışı çok geç olabilir, doğuşu çok erken...
39
40
Aslında bir dünya turnesine çıksam, bilmediğim bir kentte daha önce yüzlerini görmediğim, dilini dahi bilmediğim insanlar arasında yüklerimden kurtulabilirim… Üstelik bu çok daha kolay olur... Bir tek ayrıntı bile atlanmamalı her şey ilk doğumum kadar mükemmel olmalı… Lütfen ölüm meleği, eğer yüklerimi benden sen alacaksan çok mutlu olduğum, kalbimin bile gülümsediği bir anda gel. Bana orta halli bir bekleyiş yeter, iyi dileklerimi yollayacak kadar ve en azından saçlarımı kesecek kadar vaktim olsun...
41 Armina Savaşçısı* Şevval Varol Belki de kimse bana kendim kadar düşman değildi. Umut ettiğim için en büyük kötülüğü yapmıştım kendime. Olmayacağını bildiğim umutlar, cam kırıkları gibi kalbime batarken yerle bir olmuştum sanki. Tüm benliğimi işgal eden öfke, umut, bekleyiş beni yoruyordu, bitiyordum. Günden güne eriyen ve ışığını kaybeden bir mum gibiydim. Parçaları etrafa saçılmış toplanmayı bekliyor gibiydi bedenim. Büyüyordum, acılarımla besleniyordum. Öfkem daha da körükleniyor, beni içine çekiyor ama bilmiyor ki beni günden güne yok ediyor. Dizlerim kaldıramıyor artık yorgunluğumu, dizginleyemediğim öfkem farklı bir boyut alıp volkan misali patlıyor etrafımda lavlar canımı yaksa da susuyorum şimdilik. Elbette konuşma sırası bana gelecekti işte o zaman, uyuyan canavar da uyanacaktı. Çalan telefonla beraber girdiğim üçüncü dünya savaşına konu olan düşüncelerimden sıyrıldım. Komodinin üzerinden rahatımı bozmamaya çalışarak telefona uzandım. Erinç ağabey arıyor… Hadi ama tatil günümdeyim benimde dinlenmeye ihtiyacım var öyle değil mi? Yeşil butonu parmağımla sürükleyerek açtım. “Bu telefon neden geç açılıyor?” Erinç ağabeyin sinirli ve boğuk sesi odayı doldururken telaşla yattığım yataktan doğruldum.
42
Normalde bu şekilde tepki vermez ilk olarak ‘günaydın’larını bahşeder daha sonrasında ‘nasıl’ olduğumu sorardı baba sıcaklığı ile besler tatlı kelimeleriyle yorgunluğumu alırdı. Bu denli bir şeye kızdıysa kesinlikle işin içinde bir bit yeniği vardır. “Bir sorun mu var ağabey?” dedim. Telefonun diğer ucundan homurtular duyuldu. “Yok Armina... Yok bir sorun yok. Seni sabahın yedisinde kaldırmamda ne gibi bir sorun olabilir ki değil mi? Sesini duymak istedim.” dedi. Sesindeki tınıdan alay edip, etmediğini anlayamadım. Bu aralar Holding’de işler iyi değildi ve gerginliğinin sebebi bu olabilirdi ancak konu bu olsa benimle paylaşırdı. “Sen benimle kafa mı buluyorsun? Taksi yolluyorum yarım saate hazır ol çocuklara ben haber veririm.” Dıt.....dıt.....dıt....dıt Telefonu yüzüme kapattığı için ona kızsam da bir şey kızgınlığımdan daha ağır basıyordu; minnettarlık. Bana sahip çıkan, bu ortamlara girip çıkmayı öğreten, en önemlisi de olmayan ailemi aratmayacak sıcaklığa kavuşmamı sağlayan da Erinç ağabeydi. Ona nasıl kızabilirdim ki? Her ne kadar borcumu ödemeye çalışsam da bir şekilde daha da artıyordu. Bu sefer kirli işlerini elime aldım. Bu tür işleri ne kadar yapmamı istemese de bana muhtaç bırakmıştım. Hızla yataktan kalktım dolabıma ilerlerken az bir zamanım olduğunu kendime hatırlatarak bir gömlek ile dar paça pantolon çıkararak yatağa fırlattım. Üstümdeki geceliği çıkarıp seçtiğim kıyafetleri üzerime geçirdim. Yavaşça yatağın önünde diz çökerek altından siyah converse’lerimi çıkarıp ayağıma geçirdim.
Yatağın üstünden telefonumu alıp boy aynasının karşısına geçip birbirine girmiş asi ateş kırmızısı saçlarıma tiksinircesine bir bakış fırlattım. Parmaklarımla saçlarımı düzeltip makyaj malzemelerine bile bakmadan anahtarı alarak evden çıktım. Sokağın başında sarı renkte bir araç gözüme çarptı. Hızlı adımlarla taksiye yaklaşırken taksicinin yüzündeki ifade bir an, sadece küçücük bir an, vicdanımı ele geçirdi. Dediğim gibi sadece küçücük bir an. İçimdeki dürtüleri kontrol etmeyi çok küçük yaşta öğrenmiştim ben yetimhanede aç bıraktıkları ve dövdükleri zaman öğrenmiştim minicik bedenine vurulan fiskeler büyütmüştü içimdeki canavarı. Dayak yiyen tek ben değildim aslında hiç olmayan arkadaşlarım bile vardı ancak ben kendi canımın acısından onları göremiyordum yanımda... Belki de hiç yanımda olmamışlardı ya da ben farkında değildim. Tüm günün gafletini çekmiş gibi gözüken taksiciyi daha fazla yormamak adına taksiye bindim. Geçtiğimiz yerlerdeki ağaçlar hızla birbirlerini kovalarken içimde kopan kasırgaları önemsememeye çalıştım. Şimdiki zaman ile geçmişim arasında bir bağ vardı, böyle olmanın bir nedeni vardı ve çözümleyemediğim karma karışık bir düğümdü sanki. “Hanım efendi…” Kafamı taksiciye çevirdim. Gülümsedi. Harika! En azından birileri gülümseyebiliyordu. “Geldik.” Ne zaman geldiğimizi bilmediğim depoya doğru yürüdüm. Bilindik rutubet ve kan kokusu ben daha içeriye girmeden ciğerlerime işlemişti. Bu kokuyu seviyordum. Her seferinde bana kim olduğumu hatırlatıyordu. Sağ tarafa uzanan ikinci koridora girdim.
43
44
Sol taraftaki koridorda cesetleri sakladığımız odalar bulunuyordu. Her bir oda beş ceset alacak kapasitedeydi. Cesetler buz dolu küvetlerin içinde duruyordu ve bu sayede etrafa koku saçmıyorlardı. Oldukça temiz olan demir kapıyı yavaşça ittim. İçeriye girdiğimde değişen hava yüzünden vücudum suyun altında kalmış gibi gerildi. Çok soğuktu. “Gel” dedi Erinç ağabey. Ağzımı açmadan demir masaya bağladıkları adama doğru ilerledim. Yüzü kandan görülmüyordu ancak buna rağmen kim olduğunu çözebilmiştim. Ferhat... Geçen ay şirket adına düzenlediğimiz baloda kargaşa çıkaran adam. Tam olarak kargaşanın neden çıktığını bilmiyordum ama sonu pek iyi bitmemişti. “Neden bu halde?” dedim. Odada insanın kulaklarını tırmalayacak bir sessizlik hakimdi. Yanımda duran Batı konuşmak için boğazını temizledi: “Geçtiğimiz ayki baloyu hatırlıyor musun?” dedi. Sinirli sesi büyük odada yankılandı. Kafamı salladım. “Kargaşayı çıkarıp üç kişinin vurulmasını sağlayan ve son bir ay boyunca sırra kadem basan herif. Bugün sabah altı gibi eşinin işlettiği barda karşılaştık.” Derin bir nefes aldım. Bunca yolu bu şerefsiz yüzünden mi tepmiştim ben? “Su getirin” dedim. Kapıda duran adamlar harekete geçtiler. Erinç ağabey hiç karışmadan beni izliyordu. Son iki yıldır yaptığı gibi. Elime verilen bir kova suyla girdiğim transtan çıktım. Yavaşça suyu Ferhat’ın yüzüne dökmeye başladım ta ki nefessizlikten çırpınana kadar. Kovayı yere bıraktım ve doğruldum. Gözlerini kırpıştırarak bana baktı. Yeşil gözleri korkuyla küçülürken neredeyse gülecektim.
45 Sırıttı. Şekilli yüzü benimle alay ederken gözleri tam tersine korkudan küçülmüştü. “Merhaba güzelim” dedi gülmeye çalışarak. Batı yumruk yaptığı elini havaya kaldırınca kolundan tuttum. Şimdi sırası değildi. Önce konuşmalıydım. Batı elini indirince Ferhat’ın vücudu ortada kalacak şekilde elimi iki yanına koyarak yüzüne doğru eğildim. Bir kova su yüzündeki kanın temizlenmesine pek yardımcı olamamıştı anlaşılan. “Sen kimin adamısın?” dedim sessiz bir sesle. Kurbanlarla direk göz teması kurmak hoşuma gidiyordu. Korkudan alev alev yanan gözlerini izlemek kaçınılmaz bir zevkti. Yutkundu. Bir süre gözlerime baktı ancak daha fazla dayanamayarak gözlerini kaçırdı. Güldü. İğrenç sesi kulaklarımı tırmalamıştı. Bu böyle olmayacaktı. Arkamı dönüp Erinç ağabeyin yanında bulunan tahta masaya doğru ilerledim. Gözlerimin ışıldamasını sağlayan bir masa dolusu aletle karşılaşınca elim ayağım titredi. Beynimde oluşan güzel senaryolar beni etkilemişti. Masada bulunan her alet paha biçilemez bir güzelliğe sahipti ancak benim hayallerimi süsleyen şey burada bulunmuyordu. Masanın altında bulunan benim getirdiğim bavulu açtım. Ön kısmından çıkardığım şırınga ve beyaz kapsülü masaya koydum. Çantanın yan tarafında duran suyu aldım. Dikkatle beni izleyen Batı ve Erinç ağabeye bakmadan eğildiğim yerden doğruldum. Kapsülde bulunan kırmızı tozu masada bulunan küçük kaba boşalttım. Ardından suyun kapağını açıp şırınganın yarısını doldurdum.
46
Şırınganın içindeki su kırmızı tozla temas ederken kokusundan dolayı yüzümü buruşturdum. Uç kısımdaki iğneyle tozu karıştırdım. İlaç donmadan iğneye enjekte ettim. Yavaş adımlarla ilerleyerek Ferhat’ın karşısına dikildim. Fazla iddialı bakıyordu. Ama gözlerinden korkuyu okumak o kadar da zor değildi. Derin bir nefes aldım. İçimde kavrulan vicdanım yine beni ele geçirmişti. Karşımdakinin suçlu olduğunu bildiğim halde bunu yapmak midemi bulandırıyordu. Şırıngayı havaya kaldırdım. İpleri zorladığında dudağımın kenarı yukarıya kıvrıldı. Son Çırpınışlarını izlemek çok hoştu. “Siyanür alyuvarlarının oksijen almasını engelleyerek öldürür. Bu ‘İç Oksijen Yetersizliği’ diye bilinen bir süreçle sonuçlanır.” dedim rahat bir tavırla. İpleri zorlamayı bırakıp yeşil gözlerini üzerime dikti. “Bunun benimle ne ilgisi var” dedi gülerek. Aptal mıydı? Yoksa benimle dalga mı geçiyordu? “Kimin adamısın?” dedim. Sabrımın son damlaları yavaş yavaş damlayarak ufak bir gölet oluşturuyordu. Yutkundu ve kafasını iki yana salladı. Söylemeyecek miydi? Peki, öyle olsun. Bileğimdeki uzun bilekliği dişimle kopardım. Yere düşen bilekliği almak için elimdeki şırıngayı Batı’ya uzattım. Yerdeki artık sadece kopuk bir ip parçası halini almış olan bilekliğimi aldım. Ferhat’ın dirseğinin biraz üstünü debelenmesine rağmen bağladığım bilekliğe hayranlıkla baktım. Çok yakışmıştı. Batı bana neler olacağını anladığını belirten bir bakış attı. Tebessüm ettim. Hayattaki ikinci dayanağım, kardeşimdi o benim. “Beni öldüremezsiniz” dedi Ferhat. Artık korkusunun kokusu buram buram burnuma doluyordu.
“Neden? Seni benim elimden kim kurtaracak?” dedim alay kokan sesimle. Derin derin nefesler alıyor, hala iplerden kurtulmaya çalışıyordu. Kurtulsa da bir şey fark etmezdi. Yürüyemeyecek haldeydi ve yürüse bile bu kapıdan dışarıya adımını atamazdı. “Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz? Ben kimsenin adamı değilim!” İşte sabrımın son damlası. Sabrım buraya kadardı. “Öyle mi?” dedim ‘i’ harfini uzatarak. Biraz önce bilekliğimle bağladığım kolunu iplerin izin verdiği kadarıyla ters çevirdim. Başparmağımı dirseğinin iç kısmında bulunan damarı bulmaya çalışarak bastırdım. Bulduğumda bir kez bile yüzüne bakmadan iğneyi damarının üstünden yavaşça soktum ama ilacı enjekte etmedim. Bir bana bir iğneye bakıyordu. Başından aşağıya doğru ter damlaları süzülüyordu. Batı dirseğinin üzerinde bulunan ipi sıkıştırdığında göz ucuyla ona baktım. Göz kırptı. O ipi oraya bağlamamın sebebi; ilacın kana daha çabuk karışmasıydı. Başparmağımı şırınganın kulpuna koydum. “Dur!” dedi anında gözlerine baktım. “Dur! Eresbos…” dedi nefes nefese “Eresbos...” Ağzımdan kabaca bir ‘hı?’ sesi çıktı. Ardından kaşlarım çatıldı. Eresbos bir tanrı değil miydi? “Karanlık tanrısı” dedi Batı. Kim kendine böyle bir isim verirdi? Daha doğrusu hangi aile çocuğuna böyle bir isim verirdi? Aklım almıyordu. “Devam et” dedim soğuk bir sesle. Hayatı benim elimdeydi. Devam etmeliydi. “Son baron... Aybars Arslan.”
47
48
Şırıngayı sonuna kadar sıktım. Son baronmuş. Sıcak su damlaları vücudumda kendi hükmünü sürerken bedenimin ihtirası tamamen kayıplara karışmıştı. Düşünceler beynimde yankılana dursun hissettiklerim son kademedeydi. Bu süreç ne hissettiğini bilmeyen birine göre fazla ironikti. Suyun derimi eritecek sıcaklıkta olması bir şey ifade etmiyordu. Kelimeler anlamlarını yitirmişti. Bir şey hissettirmiyorlardı artık. Ciğerlerim nefes almak için göğüs kafesime baskı uygularken beynim aynı algıları vermiyordu. Kim bilir belki de sonsuz bir uyku istiyordu. Daha fazla dayanamayarak suyun altından çıktım ve öğürdüm. Bu da neyin nesiydi böyle? Sırtıma yapışan saçlarımı sol omuzumda topladım. Elimi küvetin başında duran viski bardağına uzattım. Soğuk sıvı boğazımdan geçerken nefes almamı engelliyor geçtiği yerlerin alev alıp tutuşmasını sağlıyordu. Gözlerimi kapatıp başımı küvetin taşına yasladım. Düşüncelerim çok yorgundu. Bedenim daha fazla şeyi kaldıramayacak gibiydi. Ve ben çok bitkindim. Olması gerektiğinden daha fazla... Kendimi ilk defa bu halde görüyordum. Güçlü ve çizilmez görüntüm tamamen önüme örülen duvarlardan ibaretti. Biri bir gün bu duvarları yıkar mıydı? Hiç sanmıyordum. Ben ve biri, aynı ev, bize emanet iki alyans ve... Ah tanrım bir bebek, sevdiğim adamın gözlerini taşıyan bir bebek. Hiç olmayacak bir şeyin hayalini kurmak yüzümü buruşturmama sebep oldu. Bunları düşündüğüme göre hiç iyi değildim. Gerçi ben ne zaman iyiydim? Orası meçhuldü. Biten bardağı kenara koydum. Buruşan vücudum burada daha fazla pineklemememi söylüyordu.
Hızla ayağa kalktım. Kapının arkasında duran bornozu üzerime geçirip kilitlediğim kapıyı açtım. Evde benden başka kimse yaşamıyordu. Yine de kapı kilitleme alışkanlığımı engelleyen bir unsur değildi bu. Üzerime geçirdiğim mavi gecelik beyaz tenime zıtlık yansıtıyordu. Yavaş adımlarla yatağa ilerledim. Komodinde bulunan diz üstü bilgisayarı elime alarak gelişi güzel yatağa oturdum. Arama motoruna tıklayarak ‘Aybars Arslan’ yazdım. Bakalım ünlü ‘baron’umuz kimmiş? Çıkan videoya tıklayıp dönen kipin dolmasını bekledim. “15 Haziran 2015 tarihinde Arslan holdingde düzenlenen etkinlikte oluşan silahlı saldırıyla medyanın tüm dikkatini çeken, Arslan Holding’in sahibi Aybars Arslan hiç bir açıklamada bulunmadan olay malini terk etti. Açıklama bekleyen yetkililer bu duruma bir anlam veremeyerek röportajı yarıda kesmek zorunda kaldı...” Yarıda kesilen video kaşlarımı çatmama sebep oldu. Ya bilerek kesilmişti ya da yanlış giden bir vaziyetten ötürü kesmek zorunda kalmışlardı. Sayfada aşağıya doğru indim. Dikkatimi çeken kelime beni dehşete düşürmüştü. ‘Yetimhanede büyümüş ve buna rağmen hayallerinden vazgeçmeyen müthiş bir adam. Yakışıklılığı ile “yere bakan yürek yakan” cinsten Aybars Arslan’ın önünde demir olsa bükülürdü. Bu gencecik yaşına rağmen başarıları sayılamayacak kadar çok ve etkileyiciydi. “ Bu adam da insandı değil mi? Benim gibi. Bu kadar yüceltilmemeliydi. Yapılan yanlış tavırlar sadece onun egosunu büyütürdü. Derin bir nefes alarak siteden çıkış yaptım. Ferhat’ın bahsettiği gibi bir durum yoktu ortada. Belki de kurtulmak için yalan söylemişti. Peki ya bu silahlı saldırıda neyin nesiydi? “Of”ladım. Bilinmeyen sorular hep beni bulurdu zaten.
49
50
Kucağımdaki bilgisayarı komodine koydum. Yatağa uzanarak cenin pozisyonunu aldım. Bu işi çözmezsem bana da Armina Savaş demesinler. Gözlerimi kapatarak bedenimi kaplayan karanlığın hünerli parmaklarına hapsettim kendimi. Hiç şüphesiz uyku en iyi kaçış yoluydu. Çatalı masaya bırakarak elimi karnıma götürdüm. Nefes alacak durumda değildim. Tıka basa dolmuştum. Bugün en çok yediğim kahvaltı olarak tarihe geçmeliydi. Zira haftada ne bir nede iki kere kahvaltı yapardım. Ancak şu anda düşünmem gereken şey bu değildi. Derin bir nefes alarak yutkundum. Kesin benim istemeyeceğim bir şey olmuştu ve bunu bana söylemek için zaman kollayıp tatlı sürprizler yaparak birazdan gerilecek olan sinirlerimi yatıştırmaya çalışıyorlardı. Aman ne güzel! “Evet” dedim masadaki herkesin bana bakmasını sağlayarak. Erinç ağabey ellerini Batı gibi masada birleştirmiş bana bakarken aynı şey Eylül için geçerli değildi. Tuhaf bir şekilde yüzü kızarmıştı ve Batı’ya bakmaktan ölesiye kaçınıyordu. O ki bana bile bakmıyordu. Tek kaşımı kaldırarak Batı ile Eylül’e manidar bir bakış attım. Bir gecede ne olmuştu bunlara böyle? Erinç ağabey boğazını temizleyerek dikkatleri üzerine topladı. “Bildiğiniz üzere şirketin durumu pek iyi değil.” dedi ve gözlerini üzerime dikti. “Bir örgüt olarak yaptığımız işler son zamanlarda çok göze batmaya başladı. Bu da şirketin gelir kaynağını zedeledi.” Kafamı salladım. Son bir haftadır evdeydim. En son dün dışarıya çıkmıştım. O kadar işin arasında bana zorla tatil yaptıran Erinç ağabeydi. Ne yapmaya çalıştığını pek anlayamasam da kurcalamak bana göre değildi. “Ortaklık kurmayı düşünüyorum. Böylece şirketin yüzdesini arttırabiliriz”
Kaşlarımı çattım. Yüzdesi zaten iyiydi. Bana kalırsa ortaklık çok saçmaydı. İşimizin bulunduğu rütbe bir haftada kaybettiğimiz ihale parasını kazanabileceğimiz kadar yüksek ve iyiydi. Batı “of”ladı. O da benim düşündüğümü düşünüyor olmalıydı. Eylül’den ses çıkmıyordu. Sadece dinliyor ve onaylayan mırıltılar çıkarıyordu. “Bence bir haftada şirketi düşüşten kurtarırız.” dedim. Erinç ağabey kafasını iki yana salladı. “Bir haftada anca şirketi düşüşten kurtarırız. Önemli olan o değil. Önemli olan kaybettiklerimizi geri kazanmak. Şirketi düşüşten kurtarayım derken zaten uçuk fiyatta olan ihale kaynağı daha fazla ara açmamıza sebep olur. Elimizdeki her şeyi kaybedebiliriz. Bunu göze alamam. Ortak olarak bir taşla iki kuş vurmuş olacağız.” Haklıydı. İşin birde benim düşünmeyi akıl edemediğim tarafı vardı. Bu kadar şeyi bir araya nasıl getirebiliyordu. Aklım almıyordu. Kesinlikle çok akıllı bir adamdı. Boşuna “melek yüzlü şeytan” demiyorlardı. Grinin hâkim olduğu odayı tek bir pencereden vuran güneş ışığı aydınlatıyordu. Bu rengi neden seçtiğimi hatırlamıyordum. Ama eminim ki mantıklı bir açıklaması vardır. Kırmızı renkteki sandalyeye yaslandım. Her şey sarpa sarmıştı. “Ortak kim olacak peki?” dedim. Sessizliğin hüküm sürdüğü odada sesim yankılandı. Erinç ağabey bir çocuklara bir de bana baktı. Söyleyip söylememek arasında kalmış gibiydi. Ama mavi gözlerinde dönen çarklar çıkacak olan ateşin habercisiydi. “Arslan Holding.” Dudaklarından dökülen iki kelime kalbimin üstüne kezzap dökülmüş gibi hissettirmişti. Beynim işlevini yitirmişti. “Hayır!” dedim masadan kalkarken. Oturduğum sandalye kalkmanın vermiş olduğu hızla geriye savrulmuştu.
51
52
“Armina…” dedi Erinç ağabey dişlerinin arasından. “Otur konuşacaklarım daha bitmedi. İtiraz istemiyorum.” Sinirle geri oturdum. Beni iblisin inine sokamazdı. Batı’nın sessiz kalması sinirlerimi bozuyordu. Eylül desen öylesineydi. “Onların gözünde şirketin asıl sahibi sen olacaksın.” dedi. Saatine baktıktan sonra bana döndü ve “İki saat sonra Arslan Holding’de ortaklık üzerine yapılacak olan toplantıya katılman gerekiyor.” dedi. Ardından ayağa kalkarak ceketini düzeltti: “Konuşma bitmiştir.” Bazen bir kelebek olmak istiyordum. Birinin beni avucunun içine almasını, sonra sonra yavaşça ellerini aralayıp yaşıyor muyum diye endişeyle bakmasını istiyordum. Yetmiş iki saatlik ömrümü ömrüne katmasını ve bilinmeyende bir yolculuğa çıkarmasını istiyordum. Ama her istenilen şey gerçekleşmiyordu. Mesela bir anne ve babamın olmaması gibi. Konuşmak için ağzını aralayan Batı’ya yandan bir bakış attım. Açılan ağzını kapattı ve geriye yaslandı. Endişeli gözleri üzerimde dört dönüyordu. Yüz ifadem hangi şekle girdiyse artık Fatoş bile bana bakmaya başlamıştı. Gülmeye başladım. Evet, ortada gülünecek bir durum olmaya bilirdi. Ama içimden gülmek geliyordu. “Armina...” Batı’ya elimle susması için işaret ettim. Gülmemi zorla bastırarak boğazımı temizledim. “İyiyim” dedim fısıltıyla. Fakat Batı pek inanmışa benzemiyordu. Masadan kalkarken gülmemek için yanağımın içini dişleyerek büyük bir savaş verdim. Hızlı adımlarla masayı terk ederek merdivenlere yöneldim. Masa dağınık bir şekilde ortada kalmıştı. Umarım işleri onlara kakaladığımı düşünmezlerdi.
Az bir zamanım kalmıştı. Tahminimce yarım saattir put gibi oturuyordum masada. Odamın kapısını aralayarak içeriye girdim ve Işığı açarak dolabıma doğru ilerledim. Kapağını sürükleyerek açtım. Sürtünmeden dolayı odayı dolduran ince ses lazer epilasyon tüylerimi diken diken etmişti. Silkelenip kendime gelmeye çalıştım… *** * Devam etmeyecek…
53