Azizm Sanat E-Dergi Ağustos 2014

Page 1

Azizm Sanat E-Dergi Ağustos 2014 Sayı 80


Genel Yayın Yönetmenleri Onur Keşaplı Selin Süar Yayın Kurulu Fırat Tunabay Gökhan Baykal Osman Bahar Özgür Keşaplı Didrickson

Ön Kapak: Seçim Mizahı - Oylama (1755) - William Hogart Arka Kapak: Seçim Mizahı - Başkanı Taşımak (1755) – William Hogart azizm.sanat@gmail.com www.azizmsanat.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat 2


Editörden Seçim atmosferinin kuşattığı bu sayımızın kapaklarında yer alan William Hogart imzalı "Seçim Mizahı" serisi, burjuvazinin devrimci günlerinde bile seçimlerin işlevsizleşmeye başladığının kanıtı olarak yorumlanabilir. Marx'ın proletarya diktatörlüğü tezinden ürkenlerin yüz yıllardır burjuva diktatörlüğünde yaşadığımızı görememeleri biraz da sosyalislerin bu basit tespite daha az başvurmalarından kaynaklanıyor belki de. Sandıktan radikal bir dönüşümün filizlenmesi mümkün olsa, sosyalizmin doğuşu müjdelenebilse kapitalist diktatörlüğün o sandığı yok edeceği gerçeği ortada. Seçilmiş ilk marksist devlet başkanı Allende'nin CIA destekli 1973 faşist darbesiyle katledilmesi tüm karanlığına rağmen bizleri en azından uyarmaktadır. Burjuvazinin ilerici birikimi yerine zihniyet olarak daha ilkel ve gerici yapıların kapitalizmi uygulamasının sonucu olarak Batı'da seçimlere katılımların düşüklüğü gösterilebilir. Türlü kampanyalarla seçimin ve demokrasinin önemi vurgulanmasına karşın eğitim seviyesinin en yüksek olduğu ülkelerde katılımın

düşüklüğü

seçmenin

sistemden

memnuniyetiyle

aynı

oranda

memnuniyetsizliği, inançsızlığı olarak görülmeli. Bu iki zıt hissiyatın aynı eylemde buluşması, kapitalizmin bir ideolojiden öte gündelik yaşam pratikleri açısından somut karşılıklarının oluşu, eksiklerine rağmen bir sistematik bir düzen algısı oluşturmasıdır. Bunun karşısında sosyalizmin, post modernizmin en büyük başarısı olarak adeta bir ütopyaya dönüştürülmesi, sandık yoluyla sistemi dönüştürme planlarını da suya düşürüyor. Seçmene başka bir dünyanın, daha iyi bir yaşamın mümkün olduğunu somutlaştıramıyoruz. Halbuki çok değil, çeyrek asır önce dünyanın neredeyse üçte biri eksiklerine karşın bu yaşamı sürdürüyordu. 3


Uzunca bir süredir Alman sinemasının festival odaklı filmleri, kendilerine tarihsel arka plan olarak Berlin Duvarı'nda simgeleşmiş Kapitalist-Sosyalist Almanya ikilemini seçiyor. Çoğunlukla Alman Demokratik Cumhuriyeti'ni ve sosyalizmi eleştiren bu filmler, bu niyetlerine karşın filmlerde ücret ödemeden çağdaş ve bakımlı evlerde yaşayan, geçim derdi olmayan, sağlık, eğitim, spor, sanat ve bilimde ücretsiz bir sahaya sahip, yıllık tatillerini yine bedelsizce yaşayabilen kitleleri

göstermeden

duramıyor.

Sosyalizmin

taşlandığı

yapıtlarda

bile

kapitalizmin asla sağlayamayacağı kazanımlar açıkça görülmektedir. Bu somut gerçekleri ülkemizde ve dünyada halka anlatmak yerine muğlak sloganlarla, akılcılıktan öte duygusal tepkimelerle örülü bildirilerle hareket etmek somut bir karşılık getirmiyor zira bu yöntem halkın gözünde sosyalizmi somutlaştıramıyor. Kapitalizmin avantajını sarsmanın yolu içerik olarak sosyalizmin benzersiz kazanımları üzerinden propaganda yapmaktan, işin biçimi yani yöntemi ise sosyalist ve aydınlanmacı bir ortak payda etrafında şekillenecek bir cepheden geçiyor. Ortak paydada bir araya gelememenin yıkımına örnek vermek istersek Hitler öncesi Almanya'dan günümüz Türkiye'sine uzanan geniş bir yelpazemiz var. Öte yandan balkonlardan inmeyen ve hakaret etmedik gün bırakmayan diktatörün sadece bir yıl önce Kuzey Afrika'ya kaçtığını, bir hafta boyunca sustuğunu, siyaset arenasına giriş yaptığı şehrin merkezinin iki hafta boyunca "Erdoğansız Bölge" haline getirildiği asla unutulmamalı. Sosyalizm ve aydınlanmanın Türkiye'de toplumsal bir karşılığı vardır. Bu karşılığı muğlak söylemler, ucu açık bildiriler, moral düzeltici sloganlar ile uyutmak yerine somut bir yol haritası, somut kazanımlar ve en önemlisi somut bir cepheyle ateşlemeli ve sistemi tüm oyuncularıyla birlikte alaşağı edecek direnişi örgütlemeliyiz. Azizm olarak bu

4


savaşımda somut olarak yer alacağımızı ve çalışmalarımızla sağlayacağımız katkıyı arttıracağımızı vurgulamak isteriz. E-Dergimizin

sekseninci

sayısında

Anadolu'nun

yegane

aydınlanmacı

hamlelerinden Köy Enstitüleri'nin nispeten arka planda kalmış bir kazanımı olarak balıkçılık sahasına değinen bir makale yer alıyor. Sinema yazılarımızda yakın geçmişte Hollywood'un siyah azınlığı nasıl sunduğunu ABD'deki hak ihlalleri ekseninden ele alan ve bu ay Hurricane/16. Round filmiyle başlayan iki bölümlük bir dosya sizlerle. Ayrıca zafer işaretinin tarihsel köklerine eğilen bir çalışma ile farklı temaları benzer biçimle haykıran şiir ve denemeler Azizm'de. Sosyalizmi ve Aydınlanmayı somutlaştırmak için sanatla kalın dostlar...

Azizm'in Notu: Azizm Sanat E-Dergi Eylül 2014 sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, resim, video ve fotoğrafı 5 Eylül tarihine

kadar

azizm.sanat@gmail.com

adresinden

yayın

kurulumuza

iletebilirsiniz.

5


İçindekiler

Köy Enstitüleri'nin Balıkçılığımız Açısından Önemine Dair - Halit Konanç

s. 7

Hak İhlalleri Ekseninde Yakın Dönem ABD Sinemasında Siyah Azınlığın Sunumu 1: The Hurricane - Onur Keşaplı

s. 11

Zafer İşaretinin Sembolize Ettikleri - Selin Süar

s. 24

Sonbahar'ı Özlemek - Özgür Keşaplı Didrickson

s. 34

Bomba - Fırat Tunabay

s. 37

Benim de İnsiyatifim Var - Nur Gözde Yılmaz

s. 38

6


Köy Enstitüleri'nin Balıkçılığımız Açısından Önemine Dair

Halit Konanç *

Anadolu halkları; emperyalistlerin işgalini destansı bir direnişle kırıp onları geldikleri yere dönmek zorunda bırakırken başta insan kaybı olmak üzere bir çok acı bedel ödemek zorunda kaldı. Osmanlı döneminin sonlanma süreci ile başlayan yanlışlar bağlamında nüfus 18 milyonun altına düşmüş ve 2,5 milyonu bulmayan okur-yazarı ile yeniden yapılanmanın tarifsiz acıları içinde yaralarını sarmaya çalışıyordu. Aydınlanma bağlamında kültür,sanat,eğitim ve çağdaş üretimde gelişmiş ülkelerin seviyesine ulaşmak hedefleniyordu. Köy enstitüleri projesi bu hedefin yakalanabilmesi adına oldukça önemli bir proje idi. Askerlik görevlerini çavuş olarak tamamlayanların öncülüğünde 1937’de başlatılan proje ilk aşamada istenen sonuçları veremeyince 1940da yeniden düzenlenen yasa (3803) ile İsmail Hakkı Tonguç önderliğinde yürürlüğe girdi. Köy enstitülerinin görevi Anadolu’nun her köşesinde bölgesel ve yerel bağlamda sosyal kalkınmayı kültür, sanat , spor ve üretim bağlamında örgütleyebilecek, geliştirebilecek yerel eğitmenleri yetiştirmekti. Konuşlandığı bölgelerin coğrafi özelliklerini içeren tarım-hayvancılık-narenciye ve ormancılık başta olmak üzere dokuma vb. alanlar da besicilik, ziraat ve işletme amaçlı yapılanma ve istihdamı köy merkezli yaratmaktı. 7


Doğu Karadeniz kıyısında yaşayan halkın önemli geçim kaynaklarından biri de balıkçılıktır. Özellikle hamsi bölgenin geleneksel deniz ürünlerinin başında gelmektedir. Mevsiminde avlanan Hamsi ve diğer balıklar canlı ve taze tüketimin haricinde salamura gibi farklı koruma yöntemler ile de kullanılabiliyordu. Yörede "Tarlası Deniz" olarak bilinen balıkçılığı geliştirme ve işleme amaçlı konusunda ilk

ve tek köy enstitüsü Beşikdüzü/Trabzon'da 1939'da

Hürrem

Arman tarafından kurulmuştur. Yörenin balıkçılığı ve denizleri bilen reis ve tayfalarının öncülüğünde gençler av araç ve gereçlerinin imalatı kullanılması ve geliştirilmesi başta olmak üzere avlanma bağlamında avlanan ürünlerin işlenip pazarlanması konusunda eğitim alarak günümüzün çağdaş balıkçılığının temelinin atılmasına öncülük etmişlerdir. Enstitü bünyesinde oluşan bu nitelikli kadro; bölgede balık avcılığı ve tüketimini yaygınlaştırma bağlamında av tekneleri ve av araçları imalatını gerçekleştirerek avlanılan ürünün getirileri ile hiçbir finans katkısı olmaksızın tamamen kendi öz kaynaklarından karşılayıp kıyıda ve karada avlanan ürünün çevre il ve ilçelerde tüketimin yaygınlaştırılması bağlamında taşıma sistemine (kamyon vb. araç parkı) de sahip olmuşlardır. Kolektif üretim,işletme ve pazarlama esasında oluşturulan bu sistem kısa sürede bölgenin en önemli gelir kaynağını oluşturarak Ankara’nın oldukça dikkatini çekmiştir. Dönemin maliyesine giderek artan meblağlar ile maddi katkı sağlanmıştır. Sistem devletin ekonomik sıkıntılarına bir yandan katkıda bulunurken diğer yandan nitelikli genç bir kadroyu hızla kuruyorken cumhuriyetin kazanımlarını yönetenlerin hiçte hoş karşılamadığı bir başka soruna neden oluyordu. Devletin yürütme ve yönetme adına görevli temsilcileri/organları enstitülerin tamamen 8


kendi çaba ve olanakları ile sahip olduğu işletme araç ve gereçleri üzerinde tasarruf haklarının olduğu gerekçesi; enstitülerin yatırım ve gelişme girişimleri ile çeliştiği için sıkıntıya neden oluyordu. Bazı enstitüler devletin bu türden uygulamalarına direnme gösteriyordu. Bu nedenle devleti yönetenlerin gözü korkutmuştu. Enstitülerin yarattığı nitelikli kadro bağımsız tamamen kendi kaynakları ile kolektif üretim ve paylaşma sistemi ile kimsenin tahmin edemediği kadar devlete katkı sağlamasına rağmen ortada oldukça ciddi bir sorun vardı. Devletin otoritesine karşı geliniyordu ve bu asla kabul edilemezdi. Parlamento muhalefeti ve iktidarı ile tarihe kara bir sayfa olarak geçen bir karara imza attı. Köy enstitüleri kapatılmalı idi… Onlar komünist bir akımın yayılmasına zemin hazırlıyordu… Onlar cumhuriyet kazanımlarının korunmasında en büyük tehlike idi… Onlar devlet bütünlüğü ve idaresinin yürütülmesi önünde engeldi… Devlet bu ve benzeri gerekçelerini haklı kılma adına gericiliğin asırlardır savunuculuğunu yapanlar ile ittifak kurmaktan çekinmedi. Yandaş imam ve muhtarlar başta olmak üzere mülki idarecileri

kullanarak iftira ve karalama

kampanyasını “buralar zina ve fuhuş yuvası, kumar ve içki alemleri yapılan yerler” olarak tanıtıp başlattı. Bu kampanyayı başarılı kılma adına ajan ve provakatörler kullanarak Onların yarattığı tuzak ve oyunlar sayesinde Enstitüler ve yöneticilerin bazıları tutuklanarak, kimileri de görevden alınarak pasifleştirilme sonrasında kapılarına 1954'de kilit vuruldu…

9


Halkın; geleceğinin teminatı olarak gördüğü çok büyük önemli bir proje ve bu bağlamda edindiği birikim haraç mezat talan edildi. Onca emek ve fedakarlık sonunda yetişmiş gencecik insanlar işlevsizleştirildi… Bu makale ulusal balıkçılığımızın ve bu bağlamda sucul canlı kaynaklarımızın sürdürülebilir kullanımı ve adil paylaşımı

için mücadele verenlere atfen

yazılmıştır… Onların yolu açık olsun…

* Geleneksel Balıkçılığı Yaşatma der. Kurucu ve Y.K. üyesi

10


Hak İhlalleri Ekseninde Yakın Dönem ABD Sinemasında Siyah Azınlığın Sunumu 1: The Hurricane Onur Keşaplı Giriş Dünyada halen, idam cezasını uygulayan sayılı ülkenin başında yer alan Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD), insan hakları ihlalleri söz konusu olduğunda da parlak bir karnesi olmadığı aşikar. Araştırmalara göre ABD, "2.2 milyon tutuklu ve 4575 cezaeviyle dünyada en çok tutuklu ve cezaevinin bulunduğu ülke"1 olarak gözüküyor. Gerek yargılama süreçleri gerekse cezaevi koşulları açısından ABD tarihinde görülen ihlallerin en çok konu edinildiği mecraların başında sinema geliyor. Ulusal bir mesele halini almış veya kamu vicdanın yaralamış, ya da hasır altı edilmiş davalar, ister Hollywood yapımı olsun ister bağımsız, Amerikan sinemasının her dönem ele aldığı konulardan olagelmiştir. Liberal eğilimli yönetmenlerce çekilen bu filmlerin bir çoğunda ise başta siyahlar olmak üzere azınlıkların başlarına gelenler beyazperdeye aktarılmıştır. Bu çalışma kapsamında öncelikle kısaca ABD tarihinde siyah hakları mücadelesine ve Amerikan sinemasında siyah temsillerinin dönemsel değişimlerine değinildikten sonra, yakın dönem Amerikan sinemasında, bu konuyla ilgili olarak dikkat çeken, biri ana akım kurmaca film Hurricane/On Altıncı Round (1999), diğeriyse bağımsız bir belgesel Central Park Five / Central Park Beşlisi (2012) olmak üzere iki yapım üzerinden, filmlerin konu edindiği dava süreçlerini de inceleyerek, hak ihlalleri ekseninde siyah azınlığın temsilleri ele alınacaktır.

1

Tayfun Gölkurt, İşsizlik, Irçılık ve Cezaevleri, Sol, 28 Aralık 2012.

11


Irk Ayrımcılığına Karşı Siyaharın İnsan Hakları Mücadelesi Avrupalı göçmenlerin kurduğu kolonilerin bir araya gelerek, kıta Avrupası'nın emperyalist ülkelerine karşı bağımsızlık ilan etmeleriyle kurulan ABD, iş gücü gereksinimini yüzyıllar boyu Afrika'dan getirilen kölelerle gidermiştir. Üretim ilişkilerindeki ayrışmaya dayalı Kuzey-Güney İç Savaşı sonucunda, sanayi temelli üretiminde köle yerine işçiye ihtiyaç duyan Kuzeyin zaferi sonucuyla birlikte siyah azınlığın, hak ihlallerine karşı mücadele ve savaşım dolu süreci de başlamıştır. Kölelikten günümüze, ABD'deki siyah azınlığın insan hakları mücadelelerine bakıldığında belli başlı tarihler şu şekilde öne çıkıyor: "1619 - Kuzey Amerika’da yerleşen İngiliz kolonileri, ilk siyah köleleri Afrika’dan Virginia’ya getirdi. 1793 - Çırçır makinasının icadı, Güney’de köle işgücüne olan istemi artırdı. 1808 - Yurtdışından ülkeye köle getirilmesi yasaklandı. 1861 - Güney’in ABD’den ayrılmasıyla konfederasyon kuruldu ve iç savaş başladı. 1863 - Başkan Abraham Lincoln “Azat Beyannamesi”ni yayımladı. Konfedere devletlerdeki tüm kölelerin özgürlüğünü ilan etti. 1865 - İç savaş sona erdi. Lincoln, uğradığı suikast sonucu yaşamını yitirdi. ABD Anayasası’nın 13. maddesi köleliği yasakladı. 1868 - Anayasanın 14. maddesiyle, tüm Afrika kökenli ABD’lilere vatandaşlık hakkı verildi. 1870 - Siyah erkeklere oy kullanma hakkı verildi. 12


1896 - ABD Yüksek Mahkemesi, ırk ayrımının anayasayal olduğuna hükmetti. 1947 - Jackie Robinson, ABD Ulusal Beyzbol Ligi’nde oynayan ilk siyah oldu. 1948 - Başkan Harry S. Truman, ABD ordusunda ırk ayrımının kaldırılması talimatını verdi. 1954 - ABD Yüksek Mahkemesi, okullardaki ırk ayrımının anayasal olmadığına hükmetti. 1955 - Rosa Parks adlı kadın, Alabama’da otobüste yerini bir beyaza vermeyi reddetti. Tutuklanması, Martin Luther King öncülüğünde 1 yıl süren ve çok ses getiren bir boykotu beraberinde getirdi. Siyahler, 1 yıl boyunca otobüslere binmediler ve işlerine

toplu halde yürüyerek gittiler.

1963 - Martin Luther King, Alabama’da insan hakları gösterileri sırasında tutuklandı

ve hapse atıldı, aynı yıl Washington’da, ünlü “Bir Düşüm Var”

(I Have a Dream) başlıklı

konuşmasıyla

siyahlerin

özgürlük

mücadelesini ateşledi. 1964 - Başkan Lyndon Johnson, İnsan Hakları Yasası’nı imzaladı. Martin Luther King, Nobel Barış Ödülü’nü kazandı. 1965 - İnsan hakları savunucusu Malcolm X öldürüldü. Alabama’da insan hakları gösterileri şiddet kullanılarak bastırıldı. Oy Kullanma Hakkı Yasası, Kongre’den geçti. 1966 - Massachusetts eyaletinden Edward Brooke, iç savaşı izleyen yeniden yapılanma döneminden sonra seçilen ilk siyah senatör oldu. 13


1967 - Thurgood Marshall, ilk siyah yüksek mahkeme yargıcı olarak başkan Johnson tarafından atandı. 1968 - Martin Luther King, Tennessee eyaletinin Memphis kentinde suikaste kurban gitti. 1990 - Douglas Wilder, Virginia Valisi seçilerek ülkenin ilk siyah valisi oldu. Haziran 2008 - Illinois Senatörü Barack Obama, Demokrat Parti’nin başkan adayı seçildi. 4 Kasım 2008 - Barack Obama, rakibi Cumhuriyetçi Parti’nin adayı John McCain’i başkanlık yarışında geride bırakarak ABD’nin müstakbel başkanı seçildi."2 Özellikle İç Savaş'ın ardından 19. yüzyıl sonlarında ve 1960'larda tüm dünyayı sarsan sistem karşıtı hareketler paralelinde ivme kazanan siyah hareketler, ABD yeni muhafazakarlığın yeni liberal ekonomi-politiğiyle iktidara döndüğü 1980'li yıllarla beraber depolitize olmuş, sosyalist ve silahlı örgüt Kara Panterler'den daha ılımlı muhaliflere kadar bir bütün olarak siyah hareketlerinin düşüşe geçtiği görülmüştür. Bunda, siyahların devlet kademesinde en son devlet başkanlığı olmak üzere tüm görevlerde kendilerine yer bulmalarının da etkisi olsa bile, halen ülkedeki gelir dağılımından başlayarak işsizlik ve suç başlıklarında siyahların kümelenmiş oluşu, köklü bir çözümün şekillenmediğini vurgulamaktadır. "ABD nüfusunun sadece yüzde 13'ü siyahken, tutuklananların yüzde 37'si siyah. Adalet İstatistikleri Dairesi'nin verilerine göre 2001'de doğan bir 2

ABD tarihinde siyahlar için kilometre taşları, 21 Ocak 2009. http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/472776.asp

14


siyahın tutuklanma olasılığı yüzde 30. Aynı olasılık bir Latino için yüzde 17 ve bir beyaz için sadece yüzde 6. Bu veriler, hem ABD Ceza Adalet Sistemi'nin ve polisinin ırkçı temellerini gözler önüne seriyor hem de ırkçılığın sömürü düzeninin devamı için sermayenin

elindeki

vazgeçilmez

araçlardan biri olduğunu ortaya koyuyor." 3 ABD'nin ilk siyah başkanı Barack Obama'nın ikinci kez başkan seçildiği 2012 seçimleri kampanyalarında, "renk" üzerinden şekillenen söylemlerin öne çıkması, ülkede ırkçılığın sınıflarüstü bir vaziyette olduğunu göstermektedir.

Amerikan Sinemasında Siyahların Temsili Batı edebiyatında ortaya çıkıp, sonrasında tiyatro sahnelerinden gündelik hayata ve oradan da ABD yasalarına geçen Jim Crow4 ismiyle birlikte sanat alanında siyahların temsilleri de ırkçı yaklaşımdan nasibini almıştır. Tarih yazımında popüler kültüre ve özellikle sinemaya büyük önem veren ABD filmlerinde siyah azınlık, yukarıda da anılan toplumsal dinamiklerle eş güdümlü olarak temsil edilmiştir. Örneğin, Hollywood'un kurumsallaşma dönemi olan 1910'lu ve 1920'li yıllardaki filmlerde, ırkçı bir yaklaşım olarak çoğu yapıtta siyahlar, yüzleri boyanmış beyazlar tarafından canlandırılmışlardır. 5 Sinema tarihi açısından siyahların temsilini ilişkin

3

Gölkurt, y.a.g.e. "Jim Crow" bir İngiliz komedyen olan Thomas Rice'ın 1828’de yarattığı bir karakterdir. Rice'ın canlandırdığı karakter, geri zekâlı, ilkel, her türlü aşağılanmaya maruz kalan bir zenci tiplemesidir. Rice, karakteri canlandırırken yüzünü kömürle siyaha boyuyordu. Jim Crow, aşağılamak amacıyla beyazlar tarafından siyahlara takılan isimlerden biriydi. Jim Crow Yasaları, demiryolları ve tramvaylarda ırk ayrımını benimseyen ilk yasa 1875'de Tennessee'de kabul edildikten hemen sonra, tüm Güney eyaletlerinde birden demiryollarında ırk ayrımı uygulamasına gidildi. Her yere Sadece Beyazlar İçin ve Siyahlar tabelaları asılmıştır. Aslında bunların hepsi mevcut durumun resmiyet kazanması anlamına geliyordu. Uygulamada ise bu, otelleri, tiyatroları, kütüphaneleri ve hatta asansör ve kiliseleri de kapsıyordu. Ayrımın en ağır biçimde hissedildiği alan ise okullardı. Jim Crow Yasaları Martin Luther King'in öldürüldüğü 1968’e kadar yürürlükte kalmıştır. 5 Zahit Atam, Hollywood'un Gayri-Resmi Tarihi, Yeni Sinema (Mayıs-Haziran 2002), sayı:12, s. 45. 4

15


ilk büyük örnek ise, aynı zamanda günümüz sinema kodlarının çıkış noktası niteliğindeki, yönetmenliğini Griffith'in üstlendiği 1915 yapımı Bir Ulusun Doğuşu'dur. Amerikan İç Savaşı’nı anlatan bir romandan uyarlanan Bir Ulusun Doğuşu, üç bölüm halinde Amerikan ulusunun doğuşunu anlatmaktadır; “…sinemasal özellikleri kadar politik duruşu ve özellikle siyahlara yönelik tutumu nedeniyle büyük yankılar uyandırdı… Birinci bölümde İç Savaş öncesi ve savaş dönemi; ikinci bölümde Güneyli siyahların Kuzeyli banker ve vurguncular tarafından kışkırtılması; üçüncü bölümdeyse Ku Klux Klan’ın siyahlara karşı başlattığı saldırılar anlatılır. Film roman kadar ırkçılık yapmasa da, siyahların filmin gösterildiği salonlara saldırmasını haklı çıkaracak kadar yanlıdır. Özellikle ara yazılar slogan olacak nitelikte ve kışkırtıcıdır... Üstelik Griffith’e göre siyahlar çocuk gibiydi; onlara şefkat gösterilmeli, ama kendi başlarına bırakılmamalıydılar. Çünkü tahriklere kapılabilir, yanlış yönlere sapabilirlerdi. Nitekim filmdeki siyah karakterlerin çoğu ‘iyi’dir.”6 Nilgün Abisel’in filmin roman kadar ırkçı olmadığı ve siyah karakterlerin “iyi” oldukları tanımlamalarına karşın Ertan Yılmaz, ırkçı yaklaşımın sinema tarihindeki ilk örneği olarak gördüğü Bir Ulusun Doğuşu için şunları söylemektedir: “… ‘iyi’ olma bile Griffith tarafından ‘beyaz’ Amerikalı ideolojisine uygun olarak kodlanmıştır. Beyaz efendilerine sadakatlerini sürdüren siyahlar, siyahların terörüne katılmayı reddetmekte ve bu nedenle yine siyahlar tarafından acımasızca cezalandırılmaktadır. Filmde siyah insanların, 6

Nilgün Abisel, Sessiz Sinema, Om Yayınevi, İstanbul, 2003, s.104-105.

16


beyazlar karşısında özgürleşimi açıkça çarpıtılarak, bu özgürleşim, beyazların köleleşmesine yol açıyor gibi sunulmuştur… Bir Ulusun Doğuşu açık bir biçimde köleci üretim tarzının devamından yana tavır almasa da, bu düzenin egemen zihniyetini ve ideolojisini haklı kılmaktadır. Örneğin filmdeki siyahların büyük bir bölümü kitleler hakinde terör estiren siyahlar olarak tanımlanmıştır.”7 “Tarihsel Bellek, Film ve Vietnam Dönemi” adlı makalesinde Michael Klein, ABD başkanı tarafından da beğenilmiş film için “siyahları ve radikalleri yasa ve düzene, cinsel ahlaka ve toplumsal dokuya tehdit öğeleri olarak stereotipleştirir; bu film tutucu bir savaş yanlısı ulusal konsensüs temeline dayalı ulusun yeniden tesisini kutsar...”8 diyerek filmin egemen politik düşünceyi yansıtma konusundaki başarısının altını çizmektedir. Nilgün Abisel ise “Griffith’in amacı, seyircinin perdedeki eylemlerin içine çekilmesi, karakterlerle özdeşleşerek üzülüp sevinmesi, ağlayıp gülmesiydi. Böylece, onun doğru bulduğu değerleri seyirci de paylaşacaktı.”9 sözleriyle yönetmenin sinema anlayışını açıklıyor. Buradan yola çıkarak Aristocu katharsis anlayışının, sinema tarihinin ilk büyük yönetmeni tarafından, egemen politik düşüncenin sunumu açısından nasıl kullanıldığını daha net görebiliyoruz. Her ne kadar sinemanın Bir Ulusun Doğuşu’yla birlikte bir sanat olarak görüldüğü kabul edilse de James Monaco’ya göre bu durumun, filmin militanca anti-Siyah politik tutumuna ağır basmasına izin verilmemesi gerekiyor. 10 1960'lı yıllara gelindiğinde, başta öğrenci eylemleri olmak üzere toplumsalı oluşturan azınlıklar olan feministlerin, eşcinsellerin ve hepsinin üzerinde siyahların 7

Ertan Yılmaz, Amerikan Sinemasında Savaş ve Vietnam Filmleri, Antrakt Sinema Kitapları, İstanbul 1997, s. 42-43. 8 Michael Klein’den aktaran, Yılmaz, y.a.g.e s. 42. 9 Abisel, a.g.e. s. 109. 10 James Monaco’dan aktaran, Yılmaz, a.g.e. s. 42.

17


eylemselleşmesi, beraberinde kimi yasakların kalkmasını, siyahların eşit hak talepleri konusunda kazanım elde etmesini sağlamıştır. Sinema salonlarında ayrımın kalkması, siyahların daha çok sinemaya gitmesini doğurmuş ve bu yeni pazara göre şekillenen siyah istismar filmleri furyası başlamıştır. Ajit pop üslubu ile siyahların adeta gururunu okşayan bu tip filmlerde, siyah karakterler, gerçekte siyahların henüz erişemediği toplumsal konumlarda resmedilerek bir nevi katarsis amaçlanır. 1990'lı yıllarda post modern sinemacı Quentin Tarantino'nun türü yeniden canlandırma çabaları dışında günümüzde siyah istismar filmlerinin bittiğini görülmektedir. Öte yandan, Bir Ulusun Doğuşu çizgisindeki filmler zaman zaman gösterime girse de, siyah hakları konusuna günümüzde Amerikan sinemasının liberal kanadı eğilmektedir. On Altıncı Round ve Lafayette Barı Davası

18


Yönetmenliğini Norman Jewison'un, başrolünü ise Danzel Washington'un üstlendiği, bir çok uluslararası festivalden ödülle dönen On Altıncı Round, ringdeki başarısı nedeniyle

"Kasırga" lakabıyla

anılan ancak sonrasında

cinayet

suçlamasıyla müebbet hapis cezasına çarptırılan orta siklet boksör Rubin Carter'ı, gerçekten yaşanılmış olaylar üzerinden beyazperdeye aktarmaktadır. Yer yer Carter'ın anlatıcı bir figür olarak belirdiği film, geriye dönüşlerle Carter'ın hapis öncesi yaşadıklarını anlatmakla birlikte daha çok hapishanede geçmektedir. 1968 siyah hareketlerinin de etkisiyle davaya olan ilginin artması sonucunda haksız yere suçlanarak hapse atılan Carter'ın özgürlük mücadelesi de hız kazanmaktadır. Karşılık alınamayan bu denemeler sonrasında umutsuzluğu kapılıp eylemsizleşen Carter'ın yazdığı biyografik kitap On Altıncı Round'u okuyan ve üvey ailesiyle birlikte davaya müdahil olmaya karar veren siyahi gençle birlikte film, Carter'ın özgürlüğe uzanan savaşımını konu edinmektedir.

19


Carter'ın toplamda 18 yıl hapiste yatmasına sebep olan Lafayette Barı cinayeti, 1966 yılında silahlı iki siyahın bir bara girip üç kişi öldürmesiyle gerçekleşmiştir. Daha sonra hastanede hayatını kaybedecek olan kurban da dahil olmak üzere hiç bir tanık Rubin Carter'ı suçlu olarak teşhis etmezken polis, "şüpheli" sıfatıyla boksörü gözaltına almıştır. Olay yerinden hiçbir parmak izinin alınmadığı bu davada Carter'ı cinayetle bağlantılı gösteren tek ifade, bir tanığın olay mahallinden ayrıldığını gördüğünü iddia ettiği arabanın Carter'ın arabasıyla uyuşmasıdır. 11 Delil yetersizliğinden ötürü serbest bırakıldıktan sonra, aynı gece bar yakınlarında hırsızlık yapmaktan gözaltına alınan Alfred Bello'nun tanık sıfatıyla Carter'ın cinayeti gerçekleştirdiğini söylemesi üzerine "Kasırga", yerel mahkeme tarafından üç kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılarak cezaevine konmuştur.

1974 yılında Bello'nun ifadesini değiştirerek, katilin Carter olmadığını söylemesi üzerine davayı tekrar yerel mahkemeye götürme motivasyonu sağlayan savunma,

11

Paul B. Wice, Rubin "Hurricane" Carter and the American Justice System, Rutgers University Press. 2000.

20


sanatçı Bod Dylan ve dünya ağır siklet boks şampiyonu Muhammed Ali'nin başını çektikleri ulusal bir destek kampanyasıyla beraber girdikleri bu yeni davayı, mahkemenin Bello'nun güvenilir olmadığını belirtmesiyle birlikte bir kez daha kaybetmişlerdir. 12 1985 yılında ise, Carter'ın avukatları, habeas corpus 13 yoluyla federal mahkemeye gitme kararı almışlardır. Bu tercihin en büyük riski ise, davanın olumsuz sonuçlanması durumunda temyiz hakkının ortadan kalkmasıdır. Bu hamleyi federal mahkeme yargıcı onaylayıp, yerel mahkemenin vermiş olduğu kararın mantık ve akıl yerine ırkçılık esasıyla alındığını söyleyerek Rubin Carter'ı kefaletsiz olarak serbest bırakmıştır. Davacılar ise Carter'ı tekrar yargılama ve cezaevine

yollama

amacıyla

başvurdukları Yüksek Mahkeme

tarafından

reddedilmişlerdir. 14

12

The Seventeenth Round, Time, 29 Mart 1976. Habeas corpus, gelenek hukukunda, bir mahkeme ya da yargıçça çıkarılan ve gönderildiği kişi ya da kurumdan gözaltında tuttuğu kişiyi belirli bir amaçla mahkeme önünde hazır bulundurmasını isteyen yazılı ve yargısal emir. Geçmişte olduğu gibi bugün de çok değişik alanlarda başvurulan yargısal emrin en önemli türü, birey özgürlüğünü çiğneyici işlemleri gidermek için bir tutuklamanın yasallığını yargıç kararına bağlayan habeas corpus 'tur. 14 Selwyn Raab, Supreme Court Refuses to Revive Hurricane Carter's Murder Case, The New York Times, 12 Ocak 1988 13

21


Film, yukarıdaki olayların önemli bir kısmını aktarmakla birlikte, Carter'ın dava sürecini ve özgürlüğüne kavuşmasını, kitabını okuyan ve Kanada'da üvey ebebeynlerle yaşayan siyah gencin çabalarına bağlayan bir seyir izlemektedir. Amerikan sinemasında sıkça karşılaşılan, her bir bireyin dünyayı değiştirebileceği hayali, bu filmde siyah gencin üzerinden verilmiştir. Aynı zamanda film, Danzel Washington'ın ödüllü oyunculuğuyla canlandırdığı Rubin Carter'a adeta azizlik yükleyerek davanın toplumsal ilişkisini bireyin mücadelesine indirgemektedir. Carter'ın özgürlüğüne kavuştuğu sahnede gökyüzünün sunumu bunun altını çizmektedir. Ek olarak, filmde Carter'ın beyaz bir boksöre karşı şampiyonluk maçına çıkması ve maçın tartışmasız kazananı olmasına rağmen beyaz jüri tarafından şampiyonluğu elinden çalınan boksör imajıyla sunulmasına karşı, maçın kazananı Joey Giardello'nun filmin yapımcılarına karşı açtığı davayı kazanması dikkate değer. Rubin Carter'ın bile kabul ettiği haklı bir galibiyetin 15 filmde ırkçılığa bağlanarak gerçeklikten koparılması, Carter'ın izleyiciler nezninde şekillenmesi amaçlanan "kurban" imajını beslemek için yapılmıştır. Carter'ın masumiyeti konusunda hem fikir olunmuş bir dava üzerine yapılan filmde, kurmaca adına gerçekliğin bu şekilde değiştirilmesi, Carter'ın özgürlüğünü kazandığı anda sonlanan filmin yaratmak istediği katarsis hissini kuvvetlendirmektedir. Filmin en büyük sıkıntısı ise tam da bu arınma vesilesiyle, siyahlara yönelik ırkçılığın ve hak ihlallerinin ABD sisteminin kendisinden çok, yanlış karar vermiş bireylerden kaynaklandığı sonuca varması ve Carter'ın özgürlüğüyle benzer olayların artık yaşanmadığı algısını doğurmasıdır.

15

Boxer Sues Hurricane's Makers, BBC News, 19 Şubat 2000.

22


Önümüzdeki ay dosyanın ikinci bölümünde Jogger Davası ve "Central Park Beşlisi" belgeselini ele alacağız...

23


Zafer İşaretinin Sembolize Ettikleri Selin Süar

Semboller, daha çok duyularla ifade edilemeyen bir soyutluğu anlatmaya çalışan somut nesne ve işaretlerdir. Sembol kavramı, içerdiği anlama bağlı olan işitsel ya da görsel öğeye indirgenmiş bulunmaktadır. Sembol, böylece, beş duyu ile algılanan görünür gerçeklikten yola çıkılarak, görünmez gerçeklerin keşfini sağlar. Sembolün simgelediklerinin birliği birbiri içinde erime veya karışım tarzında değil, üst üste eklenme tarzındadır. Görünür unsur ile görünmeyen unsur bir bütün oluştururlar ve biri olmadan diğeri anlaşılamaz. Semboller geniş kullanım alanını içerir ve çeşitli gruplar halinde ayrılabilirler. Biçimsel, sayısal, dini, sanatsal, siyasi, ezoterik, bilimsel, askeri semboller gibi daha bir çok isim altında ayrılarak incelenebilirler. Sembolleri logo ve amblem ile karıştırmamak gerekir. Logo ve amblemler evrensel bilgileri değil bireysel amaçları göstermektedir.

Beden Dili Ve İşaretler Kişilerarası olan yüz yüze iletişimde düşünceler sözlü, duygular ise sözsüz dil ile anlatılmakta, kişilerarası iletişimde konuşma dili; duyguları dile getirmede genellikle yetersiz kalmaktadır. Günlük yaşamdaki ilişkilerde sözel kodlar dışında başvurulan simgesel kodlardan sözsüz olanlar, anlamı yaratma ve paylaşmada çoğu kez bilinçsiz olarak sürekli kullanılırlar. Öyle ki beden diliyle verilen mesajlar insanlarla anlaşmada en temel araç niteliği taşır. Kişilerarası yüz yüze iletişimde sözlü iletişimin çerçevesinin ve anlamın belirlenmesinde yüz ifadeleri, beden hareketleri ses tonlaması etkili olmaktadır. Sözsüz iletişim sözel olan içeriğin

24


anlamlandırılmasında ve yorumlanmasında önemli ve güvenilir ipuçları verir. Aynı zamanda sözlü iletişimi destekler ve pekiştirir.

Sözsüz İletişim Kültüre Göre Biçimlenir Beden dilinin bir durum karşısında bedenin kendi duruşunu kodlayarak sunuşu olmakta ve bu işaretler iki farklı kaynaktan gelmektedir. Bunlardan ilki beden dilinde birincil işaret sistemi adı verilen gruptur. Birincil işaret sistemi, organizmanın en temel ihtiyaçlarından kaynaklanan haz ve acı yaşantılarının ve bu yaşantılara bağlı olarak ortaya çıkan duyguların bedendeki sinyalleridir. Yapılan araştırmalarda ilk insanların beden dilini kullanımlarında benzer işaret ve davranışları gösterdikleri saptanmıştır. Beden diline ait birincil işaretleme sistemini oluşturan bu mesajlar insanlığın evrensel dilidir. Farklı coğrafyalardaki kültür içinde yetişen bireylerin örneğin korktuğu zaman verdiği tepki ve oluşturduğu beden dili birbirinden farklı değildir. İnsanlar çoğaldıkça değişen yaşam tarzları alışkanlıkları, dinsel inançları, yaşadıkları coğrafya ve iklimlere bağlı olarak beden dillerinde de kültürel farklar ortaya çıkmıştır.

Beden dilini anlamlandırma, iletişimde bulunan kişilerin toplumsal rolleriyle ilgili olduğu kadar, kültürel çevre ile de yakından ilgilidir. Böylelikle denilebilir ki, her toplumun kendi kültürel yapısı içinde kullandığı jest ve mimikler olmaktadır. İnsanların ortak jest ve mimikleri, yaşadıkları toplumların kültürü içinde biçimlenmektedir. Bu noktada, karşımızdakine belirli komutları verebilmek için kullandığımız beden ve işaret dilleri zaman içerisinde gelişmiş ve coğrafyalara yayılmıştır. Çoğu kez siyasi simge, partiye aitlik olarak kullanılan el ve parmak işaretleri de bunlardan biridir. El ve parmaklarımız, kavrama gibi asli görevlerinden başka, tüm dünyada, işaret dilini oluşturan araçlardan biri olarak kullanılmaktadır. 25


V İşareti – Zafer İşareti İçe bakan avuç ile yapıldığında İngiltere’de argo anlama gelen, ancak 2. Dünya Savaşı’nda İngilizce "victory" sözcüğünün baş harfi olan V’yi simgeleyecek şekilde kullanılan Zafer İşareti,

dönemin İngiltere başbakanı Churchill tarafından

yaygınlaştırılmıştır. ABD’de ve daha sonra 1960’lı yıllardan itibaren bütün dünyada barış anlamına gelmek üzere kullanılmıştır.

26


Daha eski tarihlerdeyse V işareti 1415 yılında Fransa ve İngiltere arasında yapılan Agincourt Savaşı’nda ortaya çıkmıştır. Hikayeye göre Fransızlar çok etkili bir silah olan İngiliz oklarını atan yaycıların esir edildiklerinde oku atmak için kullandıkları iki parmaklarını keseceklerini ilan ederler. Savaştan İngilizler galip geldiğindeyse galip okçular Fransızlara kesilmemiş parmaklarını göstereceklerdir. Tarihte V işaretine yapılan ilk gönderme ise 16.yüzyıl mizahçılarından François Rebelais’in eserlerinden görülür. 20. yüzyılın başlarında argo hareket olarak yer almıştır. Vietnam Savaşı sırasında özellikle savaş karşıtı gösterilerde V-işareti barışı sembolize edecek şekilde kullanılmıştır. Bununla beraber elin arka kısmının karşıya baktığı şekilde yapılan V işareti, İngiltere’nin dışında Avustralya, İrlanda ve Yeni Zelanda’da da hakaret anlamı taşımaktadır.

27


Zafer İşaretinin Yeniden Evrensel Sembol Haline Geldiği Film: V For Vendetta Son yıllarda beyazperdede çizgi roman uyarlamalarının altın çağına tanık olmaktayız, fakat sayısız film arasında pek azı nitelikli birer yapım olarak ortaya konabildi. Christopher Nolan’ın Batman’ini ve Bryan Singer’in X-Men serisini bu grupta sayabiliriz. Ancak yine de hiç birinde politik bir duruşu, eleştirel hatta yıkıcı mesajları 2006 yapımı V for Vendetta’da olduğu kadar görememekteyiz. 1980’lerde çizgi roman dünyasına daha önce Watchmen gibi sarsıcı eserler getiren ünlü yazar Alan Moore’un yarattığı V for Vendetta, korkunun toplumsal boyutunu ele alan ve iktidarlarca nasıl kullanılabileceğini ortaya koyan temasıyla her daim güncel kalan bir yapıttır. 80li yılların İngiltere’si aşırı muhafazakâr ve neo-liberal Margaret Thatcher yönetiminde baskıcı bir şekilde yönetilmektedir. Alan Moore’un V for Vendetta’sı “Demir Leydi” lakaplı Thatcher’a, uygulamalarına ve farklı zaman ve yerlerdeki türevlerine karşı yazılmış bir çizgi roman olmuştur. Çok uzak olmayan bir gelecekte Nükleer Savaş sonrası İngiltere’si faşist bir iktidarca 28


yönetilmektedir. Toplumsal korkuyu pekiştirerek iktidarını güçlendiren bu yönetim işkenceler, toplama kampları gibi yöntemlerle halkı yıldırmakta ve gizli kalması gereken deneysel uygulamalarını rahatça yürütebilmektedir. Bu kampların birinde tutulan ve biyolojik deneylere maruz kalan siyasi suçlular, eşcinseller, Yahudiler, Müslümanlar ve İngiliz olmayanlar arasında sadece 5(V) numaralı hücredeki mahkûm hayatta kalabilme direncini gösterir. V, tesislerde meydana gelen büyük bir patlama sonrasında oradan yanmış bir şekilde kurtulur. Sonrasında ise kendisine ve halka tüm bu işkenceleri yapan, özgürlükleri kısıtlayan Sutler iktidarına karşı Guy Fawkes maskesi altında saldırılar düzenleyen, anarşist ruhlu bir devrimci ve halkın korkusunu kırmayı hedefleyen bir kahraman olarak mücadelesine başlar.

29


1605 yılında aşırı muhafazakâr Protestan yönetim altındaki İngiltere Krallığı, başta Katolikler olmak üzere başka inançtakilere kısacası tüm “öteki”lere karşı baskıcı bir süreç yaşatmaktadır. Böyle bir süreçte kendisi gibi Katolik olan 12 kişiyle birlikte Guy Fawkes 5 Kasım’da tüm idarenin ve aristokrat sınıfın yer aldığı bir geceye ev sahipliği yapacak olan Parlamento Binası’nı havaya uçurmaya karar verir. Ekiplerinden birinin saray çevresine “Barut Olayı”nı sızdırmasıyla birlikte Guy Fawkes eylemi yapmak üzereyken mahzenlerde yakalanır ve halkın önünde inanılmaz işkenceler sonucunda idam edilir. Alan Moore iki dönem arasında benzerlikleri ele alarak yarattığı gelecekte, karakterine Fawkes’ın gülümseyen yüzünün işlendiği maskeyi giydirerek İngiliz monarşisinin, Thatcher’in ve filmdeki Sutler’ın halkta yarattıkları korkuya karşı, İngiliz İmparatorluğu’nun 1605’ten beri en çok korktuğu simgeyi kullanmaktadır.

Filmde faşist hükümetin sokağa çıkma yasakları, gizli polisi, telefonların dinlenmesi, rasgele tutuklamalar gibi uygulamaları görmekteyiz ve halk tüm 30


bunlara sesini çıkarmadan harfi harfine uymaktadır. Bununla beraber medyayı da tümüyle kendine bağlı kılan hükümetin yalan haberlerinin gücünü V’nin saldırılarını halka sunuş biçimlerinde açık açık görmekteyiz. V’nin tüm amacı toplumun korkusunu yıkıp özgürlük düşüncesi altında harekete geçmeleridir. Bu uğurda şiddet uygulamaktan da çekinmez. Filmin son karelerinde ise Sutler’ı ve iktidarın kilit adamlarını öldüren V’nin Parlamento Binası’nı patlattığı bölümde tüm halkın V kostümüyle orduya rağmen oraya yürüdüğünü görürüz. Artık bu noktada V okunuşu olan İngilizce “we”ye yani “BİZ”e dönüşmüş olur. Toplum birlikteliğin gerçek anlamına kavuşup korkusunu yenerken özgürlüğe uzanır ve tüm bunları yaşatanlardan ve onların fikirlerinden intikamını almış olur. İtalyanca intikam anlamına gelen “Vendetta” bu yüzden filmin adındadır. V for Vendetta,” İntikam için BİZ” çevirimiyle V’nin filmdeki şu sözünü hatırlatır bizlere: “Halklar hükümetlerinden korkmamalı, hükümetler halklardan korkmalı!”

V for Vendetta farklı çağrışımları izleyiciye sunan ve farklı okumalara olanak tanıyan etkileyici bir yapım olarak karşımıza çıkmaktadır. Her türlü baskı iktidarlarına ve yarattıkları korkuya halkın tepki koyması ve özgürlük düşüncesinin ölümsüzlüğünü kavraması filmde önemli bir art plan olmaktadır. Sonuç olarak, V’nin dediği gibi “Kişiler ölebilir ancak fikirler asla”.

Zafer İşaretinin Türkiye’deki Dönüşümü Türkiye’de 1960’larla birlikte sol düşünce, Filistin davası için savaşmıştır. Filistin davasını yürüten çatı oluşum Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) içerisinde Marksist örgütler de barındırdığından ABD yanlısı Arap ülkeleri FKÖ’ye karşıydılar. FKÖ ve diğer devrimci sosyalist Filistin örgütlerinin birleşmesi sonucu oluşan yapıdaki en büyük örgüt ise Yaser Arafat liderliğindeki El Fetih olmuştur. Türk sosyalist ve 31


devrimcileri 1960′lı yıllardan bugüne Filistin halkının yanında olmuş, o topraklara giderek mücadele etmişlerdir. 68 Kuşağının devrimci önderlerinden Deniz Gezmiş ve yoldaşları da Filistin’in özgürlüğü için mücadele edenlerdendir. Zafer işareti, Filistin davasıyla iç içe olan sol düşüncenin simgesi haline gelmiştir, hatta zaman içerisinde sol söylemler üzerinden de ilerleyen, Kemalizm ya da Ulusal Sol, zafer işaretini kullanmıştır.

1990’lara kadar kendini solda gören herkes, zafer işaretini yapmayı sürdürse de o yıllardan itibaren yükselen Kürt hareketinin, zafer işaretini benimsemesi neticesinde

yaygınlığını yitirdi. 1990’ların başında örneğin Zülfü Livaneli’nin

konserlerinde veya CHP, SHP mitinglerinde bile kullanılan zafer işareti günümüzde daha çok Kürt siyaseti ve bağlantılı grupların tercih ettiği bir simge halini halmıştır. Gezi

Direnişi

bu

durumu

nispeten

eskiye

çevirerek

kendini

solda

konumlandıranların zafer işaretini tekrar tercih ettiği bir deneyim sunmuştur. 32


33


Sonbahar'ı Özlemek

Özgür Keşaplı Didrickson

Bu sabah gelmişsin, oysa dün beklemiştim seni ben Hâlâ öfkelisin demek yağmura Ama öyle güzel yıkadı ki burayı yine, anlatamam Her zamankinden yükseğe çıktım delice bir sevinçle Toprak kokusuna karışmış kokunu aradım, yoktu Yağmur sesinde o ağır adımlarının sesini aradım, yoktu Ama biliyor musun, kızmadım sana hiç İki yıl önce kemanınla gelip Sonbahar'ı O bedenlerimizden beraberce dışarı çıkmayı başardığımız tek şarkıyı çaldığında kızmıştım sana en son Bedeninin içinde kalmaya zorlarken kendini yanlış çalmış ve sonra kemanını, o en sevdiğin kemanı parçalamıştın. İşte o zaman kızmıştım sana Gözyaşlarım olsaydı da ağlayabilseydim keşke O denli yukarıda seni boş yere beklerken Bir daha hiç gelmedin sonra kemanınla 34


Sonbahar’ı da hep sensiz dinledim ben Bu sabah neden o kadar erken geldin ki Uyanmamıştım ben daha Hem her zamanki gibi mırıldanmamışsın gülleri dikerken; bu kez beyaz Bu sabah da gelmişsin Uyanırdım aslında sesinle Hasta mısın yoksa sevgilim? Çok mu soğuk bu taş, bu yol? Buraya gelmeden önceki sevişmemizi hatırladım birden Hani midye topladıktan sonra deniz kıyısında Kollarınla sarıldığında bedenime sımsıkı Seni içime aldıktan hemen sonra Ve tam da yağmur çiselemeye başlamışken gitmemeliydim belki ama öyle çılgınca çarptı ki kalbim o hortumu görünce kalamadım, gittim Rüzgârı delice yaladı yüzümü ve karşı koyamadım Ne ona ne de sana Sen benim içimde ben de onun, karıştık Ama yitmedik sevgilim Yitemezdik böyle erken 35


Yarın siyah gül getir olur mu? Solmadan beyaz, siyahı da dikelim yanına

20 Ağustos 1994

36


Bomba Fırat Tunabay

Serüvenimin sonuna doğru yaklaştığım yerin düşlerimin başlangıcı olduğuna karar verdim. Gidilmeyecek yol yok derken giderek kendi yolumdan uzaklaşıyorum. Sınır ve sınırlamalarla dolu bir dünyada özgürlüğün pazar malı olmasına şaşırmamalı. Belkide kapitalist işgüzarların kurguladığı her olgunun ilahlaştırılması yozlaşmanın boyutlarını farklı noktalara taşıdı. Kendini bilmeden tüm sorunların cevabını bildiğini iddia edenler çürümüşlüğün tasdiğini veriyorlar. Korku yönetiminin egemenliği korkak toplum yığınının üstünde yükseliyor. Ölümler acı veriyor insan yaşamı giderek değer kaybına uğrarken. Sorgulayamayan tepkisiz organizmalar aydınlık yarınlara yönelenleri de çürütüyor. Hastalığın yaygınlığı metobolizmada direnç noktaları oluşturuyor. Çürümüşlüğün kokusu zaten yaşam değeri olmamışların ceset kokuları ile eş. Her hareketlenme bir umut doğuruyor. Aydınlık yarınların beklentisinin birikimi patlamaya hazır bomba gibi. Bu bomba, kapitalizmden nemalanan yobazların elinde patlayacak!

37


Benim de İnsitatifim Var Nur Gözde Yılmaz Marmara Üniversitesi öğrencilerinin düzenlediği ve yaklaşık 16 üniversitenin katıldığı ülkemizde bir ilk olan "Sanat Tarihi Öğrenci Sempozyumu"nda tanışmıştık Onunla. Aslında tanışıklığımız aynı yere dayanıyordu. Sevgili Orhan Saat'in Opsiyonhaber.com adlı haber sitesinde sanatçı ağabeyimiz Yücel Dönmez'in önerileriyle yazmaya başlayalı üç yıl olmuştu. Sempozyuma çok az bir zaman vardı ve bazı arkadaşlarımız bazı nedenler yüzünden gelemiyorlardı. O anda "tekrar" tanıştık sevgili Evrim Sekmen Becanla. Bana ulaştı, sempozyuma katılmak istediğini sayfamızdan belirtti ve sempozyum günü sonunda karşılaştık. RH Pozitif Sanat Dergisi'nde editörlük yapıyordu. Yani benim olmak istediğim bir yerdeydi. Ben de onun ilgisini çeken Sanat Tarihi bölümünü bitirmiştim. O sıralarda işsizdim. Çeşitli yerlerde yayımlanan yazılarım vardı ancak para kazanmıyordum. Para kazanmak derdinde hiç bir zaman olmamıştım ancak kendi ayaklarımın üstünde de durmak istiyordum. Evrimle sunum zamanı gelene kadar o kadar hararetli konuştuk ki O sunumunu yaparken ben lavaboda yüzüme su çarpıyordum heyecandan. Çünkü mutlu olmuştum sonunda birileri de bir şeyler yapmak istiyordu ve o birileriyle heyecanımız da uyuyordu rengimiz de bir gibiydi dahası cümlelerimizde bulmuştuk birbirimizi. Daha ne olsundu? Aradan zaman geçti. Ben başka bir yerde, apayrı bir yerde, işe başladım. Evrim de kısa bir süre sonra uzun mücadeleler aynı zamanda çok emek verdiğine inandığım dergiden ayrıldı. Bugün konuştuk. Yeni bir site hazırlamışlar arkadaşlarıyla beraber. 38


Adı da "izlekler.com". Farklı bölümler var sitenin içinde. Sanatın birçok koluna dair yazılar, röportajlar. Kısacası keyifli. Üzerimdeki ağırlığın birden hafiflediğini hissettim. Yolumuz uzundu, zordu hatta iğneyle kuyu daha kolay kazılırdı- o kadar söyleyeyim size. Ama başlama enerjisiyle doldum yeniden. Nereden başlarım, nasıl olur diye düşünmeden yazmaya başladım. Çünkü başlangıçlara saygım vardı. Bir kere umuda karşı sevgim büyüktü. Evrimle konuşurken yazılarımı çok beğendiğini söyledi, "üslubum siteye uyar mı?" diye sorduğumda sitenin insiyatifler üzerine kurulduğunu belirtti ve o anda ikimizde gülmeye başladık: "bu benim insiyatifim!" dedim, yazının başlığını böylece bulmuş olduk. Güzel, aydın ve huzurlu olsun her şey. Sağlıkla, içtenlikle!

39


azizm.sanat@gmail.com www.azizmsanat.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat 40


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.