Azizm Sanat E-Dergi Temmuz 2014 Sayı 79
Dosya: KIŞ UYKUSU
Genel Yayın Yönetmenleri Onur Keşaplı Selin Süar Yayın Kurulu Fırat Tunabay Gökhan Baykal Osman Bahar Özgür Keşaplı Didrickson
Ön ve Arka Kapak: Kış Uykusu (2014) – Nuri Bilge Ceylan azizm.sanat@gmail.com www.azizmsanat.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat 2
Editörden Azizm olarak hem tarihsel hem kültürel hem de sinematografik açıdan kabul etmekte zorlandığımız "Ayastefanos'taki Rus Abidesinin Yıkılışı"nı kendisine başlangıç olarak kabul eden sinemamızın 100. yılında, Nuri Bilge Ceylan'ın yeni filmi "Kış Uykusu"nun Cannes Film Festivali'nin büyük ödülü olan Altın Palmiye'yi kazanması hiç şüphesiz ülke sinemamızın açısından büyük önem taşıyor. Daha önce Metin Erksan'ın "Susuz Yaz"ı ve Semih Kaplanoğlu'nun "Bal"ı ile Berlin'de Altın Ayı, Yılmaz Güney'in yazıp Şerif Gören'in yönettiği "Yol" ile Altın Palmiye kazanan ülkemizi dördüncü kez dünya sinemasının zirvesine taşıyan Nuri Bilge Ceylan'ı kutluyoruz. Filmin etkisi beklenildiği gibi büyük oldu. Öyle ki ilk kez bir Nuri Bilge Ceylan filmi yüzlerce kopyayla ve salonda gösterime girdi. Üstelik sinema mevsimi sayılmayan yaz aylarında ana akım dışı bir yerli filmin izleyiciyle buluşması gibi risk taşır gibi gözüken ancak Cannes'ın rüzgarını arkasına alarak akılcı bir hamleyle sonbaharda yakalayabileceğinin üstünde bir etki bıraktı "Kış Uykusu". Her ne kadar izleyici sayısında bu ilgiyi ve imkanı karşılayacak ölçüde radikal rakamlara erişemese de yarattığı etkiyle Ceylan'ın sinemasıyla ilgili ilgisiz herkesin tekrar yüzleşmesini sağladı. Eleştiri noktasında ortaya çıkan sonuç ise ülkemizde hemen her konuda baskın çıkan duygusallığın altını çizdiği kadar eleştirme noksanlığımızı da bir kez daha gözler önüne serdi. Ceylan'ın önceki filmlerini yerden yere vuran birçok kalemin filme övgüler yağdırması, filmi izlememiş olanların bile "Kış Uykusu"nu sinema tarihimizin en iyi filmi olarak sunması, izlemiş olanların ısrarla filmin yaratıcılık ve özgünlük noktasında benzersizliğini vurgulayarak Ceylan'ın filmografisinde tartışmasız zirve noktasına yerleştirmeleri dikkat çekti. Öte yandan zamanında yönetmeni yere göğe sığdıramayan kimi kalemlerin Ceylan'ı Orhan 3
Pamuk'la eşleyerek yerden yere vurma çabaları da su yüzüne çıktı. Sinematografik argümanların övgü ve yergilerde önem teşkil etmemeleri bu eleştirileri duygusallaştırarak değersizleştirmektedir. Filmin yarattığı alışılagelmedik çekim gücü karşısında Azizm olarak "Kış Uykusu"nu masaya yatırmaya karar verdik. Ülkemizin önde gelen sinema yazarlarından Tunca Arslan ve Çağrı Kınıkoğlu'nun da katkı sağladıkları dosyamızda filmi akılcı bir eleştiri süzgecinden geçirdik. "Kış Uykusu"nun dışında yönetmenliğini Scott Cooper'ın yaptığı, ABD sinemasının özgün örneklerinden "Kardeşim İçin" hakkında bir eleştiriyle beraber çocuk edebiyatının dünyaca ünlü karakteri "Le Petit Nicolas" üzerine bir deneme ve şiirlerle dolu akıcı bir yaz sayısıyla karşınızdayız. Ülkemizde dört mevsim süren kış uykusundan uyanmak için sanatla kalın dostlar...
Azizm'in Notu: Azizm Sanat E-Dergi Ağustos 2014 sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, resim, video ve fotoğrafı 4 Ağustos tarihine
kadar
azizm.sanat@gmail.com
adresinden
yayın
kurulumuza
iletebilirsiniz.
4
İçindekiler ABD'nin Demirhanesi: "Kardeşim İçin" - Onur Keşaplı
s. 6
Sinemanın Saati Geri Kalınca - Çağrı Kınıkoğlu
s. 10
Sabahattin Ali'den Nuri Bilge Ceylan'a Taşra ve Yarı Aydınlar: "Kış Uykusu" - Tunca Arslan
s. 16
"Kış Uykusu" ve Aydına Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği - Onur Keşaplı
s. 23
Küçük Pıtırcık - Selin Süar
s. 31
Emekçiler - Mehmet Rayman
s. 35
Dağlar - T. Ayhan Çıkın
s. 36
Cümlelerim Çığlık Çığlığa: Kral Çıplak! - Nur Gözde Yılmaz
s. 39
5
ABD'nin Demirhanesi: Kardeşim İçin Onur Keşaplı
İki Oscar ödüllü 2009 yapımı "Çılgın Kalp" ile dikkati çeken Scott Cooper'ın yazıp yönettiği "Kardeşim İçin / Out of the Furnace" geçtiğimiz haftalarda ülkemiz sinemalarından sessiz sedasız geçti. ABD popüler kültürünün vazgeçilmezlerinden olan "all star" terimini çağrıştıracak şekilde yıldızlar topluluğu hissi veren filmin zengin oyuncu kadrosunda Christian Bale, Casey Affleck, Woddy Harrelson, Zoe Saldana, Willem Dafoe, Forest Whitaker yer alırken, yapımcılar arasında Ridley Scott ve Leonardo Di Caprio göze çarpıyor. Pearl Jam gibi yalnızca grunge rock türünün değil tüm müzik dünyasının en aktivist gruplarından birinin müziklerine imza attığı bu heybetli yapım, senaryosundaki boşluklar ve yanlış tercihler sonucunda etkisini yitiriyor. 6
Demir-çelik fabrikası sayesinde var olan bir kasabada geçen film, kötü çalışma koşulları neticesinde hayatını kaybeden işçi bir babanın iki oğluna odaklanıyor. Fabrikada çalışan ve emeğiyle gurur duyan Russell'ın, Irak'ta savaşmış ve yaptıklarından utanç duyarak kasabadaki yaşantısında boşluğa düşen kardeşi Rodney'nin gizemli bir şekilde ortadan kaybolması sonucu olayın peşine düşmesiyle gelişen film, durum yerine olaylar ile ilerlemeyi tercih ederek özgünlüğünü yitiriyor. Fabrikanın bir dekor/mekan olmaktan öte motifleştiği filmde, işçilerin zor koşullarından başlayarak küreselleşme neticesinde fabrikanın kapatılmasının kasabadaki yaşamı olumsuz yönde etkileyeceği, emekçiler açısında geleceğin belirsizliği ürkek bir tonda da olsa işleniyor. Sahne geçişlerinde sıklıkla fabrikaya yer veren kadrajlar, kasabanın hangi temel üstünde yükseldiğini hatırlatıyor. Ayrıca liberal tondaki söylemlerle Irak savaşının yıkıcılığı ve bu savaşa sürüklenen askerlerin bir hiç uğruna soyut ve somut olarak yaşamlarını yitirdikleri belirtiliyor. 7
Fakat film, sisteme eleştirel bir yaklaşımla inşa ettiği arka planın yarattığı durumlar yerine karakterlerin başına gelen özel olayları takip etmeye başladığında senaryo gedikleri başarılı oyunculuklara rağmen kendini göstermeye başlıyor. Merkezdeki hikayenin sonlanmasına karşın yan öykü düğümlerinin asla çözülmemesi, ucu açık son tercihinden çok özensizlikle açıklanabilir. Filmin ısrarla merkeze aldığı çatışma ise arka plandaki eleştirel tonla çelişiyor. Hollywood'un, ülkede 1960'lardan sonra beliren ilerici ve eşitlikçi kazanımlara karşı geliştirdiği muhafazakar içeriklerin vazgeçilmezi olan, adaleti kendi elleriyle sağlayan sıradan ABD vatandaşı tercihi, "Kardeşim İçin"de filmin kendi yarattığı dokuyu zedeleyecek şekilde öne çıkıyor. İzlek olarak tercih edilen olayların sürükleyici olamayışı bu noktada arzulanan gerilimi de boşa çıkartıyor. Son sahnedeki, Coppola'nın "Baba 2" filmine gönderme ise hem zorlama hem eğreti kaçıyor.
8
Daha önce bu sayfalarda değindiğimiz "Obama Dönemi Hollywood"un önceki dönemlerde beliren liberal ve eleştirel tonlarla çelişen içerik-biçim uyumsuzluğu "Kardeşim İçin"de de görülüyor. Kuzey Amerika Yerlilerinin, filmdeki kötülerin soyadları, çete isimleri ve kendilerine mesken tuttukları dağlar sebebiyle yapımcılara dava açtığını da belirtmekte fayda var.
9
Sinemanın Saati Geri Kalınca Çağrı Kınıkoğlu
Mayıs ayının son haftasında gelen bir haber, bu topraklarda yaşayan pek çok insanı heyecanlandırmıştı: Yıllardır skandallar, cinayetler, alçaklıklar tezgâhında dövülen memleket, bir aydınının başarısına kulak kabarttı. O aydın ki, filminin gösterimi için Fransa’nın Cannes şehrinde düzenlenen festivale ayağını bastığında, burada, kendi memleketinde yerin yedi kat altında can pazarı yaşayan Soma işçisini selamlamıştı ve filmiyle Altın Palmiye ödülünü aldığında 2013 yazında aramızdan sökülüp alınan gençlere ithaf etmişti ödülünü, “onlar bizim geleceğimiz için kendilerini feda ettiler” diyerek… Kulak kabartanların epeyce bir kısmı ödül 10
alan yönetmenin filmlerini izlememişti, ne gam! Halk bir kere ayağa kalkmıştı; aydınlığa, özgürlüğe ne kadar susadığını fark etmişti o halk. Belki de…
“Belki”si duruyor henüz. İki anlamda da: Belki gerisi de gelecek ve belki susuzluğunu giderecek kaynakları bulmak için de harekete geçecek.
Ama kendiliğinden olmuyor. Bir aydınının başarısı bu nedenle de heyecanlandırmış olmalı o insanları, bizi: Çünkü sanat, bize kendi gerçekliğimizin arkasındaki dinamikleri, görünenin ardındaki gerçeği kavramamızı, hareketimizin anlamını verebilir. Kendimizi, çağımızın, toprağımızın, insanımızın hareketi içinde kavramaya ve duyumsamaya başlayabiliriz ve sanat doğru soru sormaya, doğru yere bakmaya, doğru ayrım çizgilerini çekmeye yardımcı olabilir.
Çünkü kendiliğindenlik, ilk hamlenin ardından arayışa, giderek bekleyişe ve umutsuzluğa
bırakabiliyor
yerini.
Çünkü
kendini
kavrayamayan, kendini
ayrıştıramayan, kendini bilememeye, eylemine anlam verememeye de başlıyor.
Memleketin birinde… “Memleketin birinde” diye başlar kimi masallar hani… Mekân soyuttur, zaman soyuttur ama yine de masala can veren “çelişki”ler somuttur. Somutun zenginliğinde, coğrafyayı, tarihi aşabilir masallar; dinleyende veya okuyanda anlatılanın kendi hikâyesi olduğu duygusunu yaratır. Sanat, bu anlamda, masalın da ötesine geçebilen niteliğiyle, somutta soyutu, soyutta somutu verebilir; başkalarının hikâyeleri, bizim hikâyelerimiz olur, bizim hikâyelerimiz de başkalarının… 11
“Kış Uykusu” filmi üzerine bir yazıya böyle bir giriş yapmanın manası ne? Alt tarafı bir film hakkında bir yazı söz konusu ve sadede gelmeli bir an önce: Film güzel mi? İzlemeli mi? Ne anlatıyor? Nasıl anlatıyor? Sıkıcı mı, eğlenceli mi? Gözyaşı var mı? Kahkaha var mı?
Filmin basın gösteriminin ardından internete bu tür değerlendirmeler düşmeye başladı.
Maalesef böyle değil. Bu bakış bizi hiçbir yere götürmez, götüremez. İster internete yükleyelim suçu, ister televizyona, kolaycı izleyicilik diye bir olgu yerleşikleşti ve yaygınlaştı. Müşteri memnuniyeti ilkesi ile hareket etmek, alılmayıcılar kendilerine böyle bir misyon biçmiyor olabilir ama sanata ve sanatçıya yapılabilecek en büyük kötülüklerdendir ve sorumluluğu sanatçının sırtına bindirir yalnızca. Hepimiz sorumluyuz oysa.
O zaman, 2014 yılının Haziran ayında, 2013 yılının Haziran ayından bir yıl sonra gösterime giren ve bir aydın eleştirisi olma niteliğiyle öne çıkarılan bir film
12
hakkında “sıkıcı mı, eğlenceli mi?” sorularının ötesine geçmek mecburiyetindeyiz. Evet, bir veridir “sıkıcılık” veya “eğlencelilik”. Ama o kadar.
Kaf Dağı’nın ardında, Kış Uykusu’nda Filmin konusu hakkında daha önce başka yayınlar aracılığıyla da malumat sahibidir okuyucu: Yirmi beş yıllık bir tiyatroculuk yaşamının ardından Kapadokya’ya, babasının memleketine yerleşip otel işletmeciliği yapan Aydın, yaşça kendisinden epeyce genç karısı Nihal ve kız kardeşi Necla ile birlikte yaşıyor. Bu üçlünün ortak derdi,
kendilerini
“kaybetmiş”
olmalarıdır.
Varlıklarını
anlamlandırmak,
eylemlerinin arkasında durabilmek istemekte ama bunu yapamamaktadırlar ve bu anlamda
yaşamın
içinde
sürüklenmektedirler.
Kararlarının,
adımlarının,
çabalarının üzerine bastığı zemin o kadar dengesiz ve kaygandır ki, en ufak bir gelişme, o güne kadar yüzleşmekten kaçtıkları bir kararsızlığa ve boşluğa taşımaktadır onları.
Filmin bu olgusal zemini, içinden geçmekte olduğumuz dünya-tarihsel dönemin ortak çizgilerinden biri olmalı ki, Cannes gibi bir uluslararası festivalde ilgi gördü film. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da bahsettikleri o kapitalizmin dehşet
13
verici dinamizmi, bu dönemde iyice dizginlerinden boşaldığından, buna şaşırmak mümkün değil.
Ancak Ceylan’ın filmi ile ilgili sıkıntı zaten burada başlıyor: Anlam yitimi, denge yoksunluğu, sonsuz ve savurucu dinamizm, günümüz dünyasının o kadar “sıradan” bir karakteri haline geldi ki, bunun böyle olduğunu söylemek ve görüngülerini ortaya koymanın kendisi, bir şey söylemiyor olmaya taşıyor filmi. “Hayat çok zor” diyen vazgeçmiş bir insanın iç çekişi ve acılarını dalgaya vurması gibi… Filmdeki Çehov, Shakespeare, Voltaire vb. alıntılarıyla örülmüş edebi replikler, az önce bahsettiğim vasatlaşmış deyişi aşamıyor. Hayat çok zor… Peki?
Üstelik yönetmen açısından mesele bir de “aydın eleştirisi” olunca, bu vasatlık daha da can sıkıcı bir hal alıyor: Türkiye gibi bir ülkede, aydının tarihi ve eleştirisi politik bir zeminden kopuk ele alınamaz, istendiği kadar çaba gösterilsin, olmaz. Aydın kimliği, bir İskandinav ülkesindeymişçesine tartışılamaz ki…
Sinematografiden yaşama Daha önce soL gazetesindeki kimi yazılarda, sinemanın, kendi üretim sürecinin özgüllüğü nedeniyle, yaşamın akışı ile özgün bir ilişki kurduğundan, bu nedenle de 14
yıllara yayılan bir film tasarısının, gerçekleştiği ve izleyicisiyle buluştuğu anda altındaki zemini yitirme tehlikesi ile karşı karşıya olduğundan bahsetmiştim. Bu anlamda da yaşamın kendi temposunun, tekil olarak filmleri “taca çıkarma” ihtimalinin olduğundan…
“Kış Uykusu” sadece bu nedenle zeminini kaybetmiş bir film değil. Yukarıda da söylediğim gibi, aydını politikadan kopuk ele alışı (karakter politikadan kopuk olabilir, ama mesele bundan kopuk ele alınamaz), kendi biricikliği içinde tükenişiyle resmetmesi, aslında Ceylan’ın belki de kendisinin de farkında olduğu bir geri kalmışlığa işaret ediyor: Gideni ve gelmekte olanı anlama olanağını elinden kaçırmış bir film Kış Uykusu. Vapuru / otobüsü kaçırmamak için koşması gerektiğini düşünüp saatine bakan, daha on dakika olduğunu görerek yürümeye devam eden birine benziyor bu film: Oysa saati geri kalmış ve yetişmesine imkân yok artık.
Bu kısa yazı, bir başlangıç olsun Kış Uykusu’na dair. Pek çok boyutuna değinemediğimiz bu film hakkında sonraki yazılarda tartışmayı sürdüreceğiz.
15
Sabahattin Ali'den Nuri Bilge Ceylan'a Taşra ve Yarı Aydınlar: "Kış Uykusu"* Tunca Arslan Gözleri yarı kapalı kış uykusu…
Nuri Bilge Ceylan’ın sinemamız adına tarihi bir zafere imza atarak Cannes’da Altın Palmiye kazanan son filmi “Kış Uykusu”nun, yönetmenin önceki çalışmalarıyla karşılaştırıldığında önümüze çok daha geniş bir tartışma alanı sunduğuna kuşku yok. Kent-taşra, ezen-ezilen, zengin-yoksul, aydın-halk, yerleşik-gezgin, av-avcı, kadın-erkek ve kardeş çelişkisi üzerinden uzanıp giden bu alana dair yazılıp söylenenlerin genelinde iki ortak nokta hemen dikkat çekiyor; “Kış Uykusu”na sinen Çehov ruhu (ve Dostoyevski ve Shakespeare…) ile filmin bir “aydın eleştirisi” geliştirdiği hemen her yazı ve konuşmada tekrarlanıyor. Gerçi şimdiye dek yapılan değerlendirmelerde film ile herhangi bir Çehov eseri-karakteri arasında somut bağlantı kurulduğuna pek şahit olmadım ama “Uzak”ı ünlü Rus yazara ithaf etmiş olan Ceylan’ın Çehov sevgisini bilmeyen duymayan da yok. “Kış 16
Uykusu”nun kapanış jeneriğinde Çehov’un öykülerinden esinlenildiği açıkça belirtiliyor ve filmdeki Shakespeare alıntıları da atlanacak gibi değil zaten. Fakat, kendi adıma “Kış Uykusu”nda asıl sarsıcı yanın, Çehov’la belli bir akrabalıkhısımlık bağı söz konusu olmakla birlikte, çok daha yakın ve sıkı bir ilişkinin Sabahattin Ali öyküleriyle kurulabileceği gerçeğinden kaynaklandığını da vurgulamalıyım. Nuri Bilge Ceylan’ın Sabahattin Ali ve yapıtları hakkında ne düşündüğünü bilmiyorum, kendisine de sormadım… Fakat “Kış Uykusu” bizi, özellikle diyalog yoğunluğu ve öykünün ucunun açık bırakılmasıyla akla getirdiği Çehov’unkinden çok Sabahattin Ali’nin dünyasına (taşrasına) sürüklüyor. Ki bu durum filmin söylenildiği gibi “aydın eleştirisi” değil, “yarı aydın eleştirisi” yapıyor olmasını da içermekte. Bana sorarsanız “Kış Uykusu”nun havasında yüzde 30 Çehov varsa, yüzde 70 de Sabahattin Ali mevcut! Tabii akla Çehov’un Sabahattin Ali’yi de etkilemiş olabileceği geliyor ki bu ayrı bir tartışmanın konusu.
Taşra Türk edebiyatında taşrayı, daha dar anlamda da kasabayı en ayrıntılı ve (sosyalistgerçekçi değilse bile) toplumcu-gerçekçi tarzda kaleme alan Sabahattin Ali’nin 17
öykülerinin çok büyük çoğunluğu Orta Anadolu’da geçer. Yazar, karakterleri aracılığıyla taşraya da, taşra insanına da, taşraya öğretmen, doktor, memur, mühendis vb. olarak sonradan gelenlere de yoğun biçimde acımasız-karamsar bir dille, dahası çoğu yerde tiksinerek yaklaşır. Örneğin “Bir Siyah Fanila İçin”de bir zamanların kaymakamı, şimdinin ayakkabı boyacısı Ömer’e taşra günlerini anlattırırken, “İşte burada halk, adi, alelade ve çürük ruhluydu” dedirtmekte sakınca görmez. “Benim meskenim dağlardır” demiş olan Sabahattin Ali’ye göre taşra da tıpkı büyük kent gibi kötülük ve hainlik dolu, yoksulluk, yalnızlık ve umutsuzlukla sarmalanmış, vicdansızlığın alıp yürüdüğü, “soğuk”, toz duman ya da kar çamur içinde, güzellikten nasiplenmemiş bir yerdir. Üstelik kimsenin kimseye yardım edecek, şefkat gösterecek mecali de niyeti de bulunmamaktadır. Ayfer Tunç’un “Sabahattin Ali-Bütün Öyküleri”nin (YKY, 2003) önsözünde altını çizdiği gibi bu öykülerde, “sıkışan kullara yardımcı olacak bir Hızır yoktur.” Taşrada yüzler hemen hiç gülmez, insanlar asla bahtiyar değillerdir.
Orta Anadolu’da (Kapadokya) kasvetli, yarı karanlık, karlı, çamurlu bir kasabayı mekân seçen “Kış Uykusu”nun belli başlı bütün karakterleri de gerek kendi 18
içlerinde gerek birbirlerine karşı üç aşağı beş yukarı aynı durumdadır. 25 yıl İstanbul’da tiyatro oyunculuğu yaptıktan sonra babadan kalma arazileri ve küçük bir turistik oteli (Othello) yönetmek için taşraya gelen ve yerel gazetede köşe yazarlığı yapan Aydın; eşinden boşandıktan sonra mal mülk hesabında payı olduğu için kardeşinin yanına yerleşen, kafası darmadağınık kız kardeş Necla; Aydın’ın mutsuz, taşra karanlığında bir mum gibi sönüp gitmekten korkan genç karısı Nihal; yüze gülüp arkadan küfreden, yılışık, riyakâr cami hocası Hamdi ve onun hapisten yeni çıkmış, evine haciz gelmiş, içkici ve asabi kardeşi İsmail; Aydın Bey’inin sadık köpeği kahya-resepsiyonist Hidayet; biraz tuhaf ve “Beni yanlış anladın”cı, “Neticede sen de bir yere kadar haklısın”cı taşra öğretmeni Levent ve hatta utancını, nefretini, intikamını “taş atarak” dile getiren suskun beşinci sınıf öğrencisi, büyüyünce polis olmak isteyen İlyas… Taşra, hem kendileri hem başkaları için mezar kazmak istedikleri bir yerdir. Hayırseverlik de bir işe yaramaz, merhamet de, inanç da, nefret de, acı çekmek de, para da… Kötülüğe karşı çıkmanın mümkün olup olmadığı, kahvaltı sofrasının tartışma konusudur yalnızca. Nihal’in “kül olup giden” yardım-merhamet çabasının dışında, kimse kimseyi avutmaya çalışmaz, el uzatmaz.
19
Yarı Aydınlar Sabahattin Ali, “Yarı Münevver” başlıklı yazısında çok ağır bir dille, “Ruhları hasta, iradeleri gevşek, kafalarını bir nokta üzerine uzunca bir zaman tutmak kabiliyetinden mahrum psikopatlar” olarak tanımladığı, “hayatın bütün ciddi meseleleriyle alakalarını kaybettikleri için hiçbir şey onları sahiden sarsmaz” dediği “yarı aydınları” yerden yere vurur (Yurt ve Dünya, Haziran 1943, aktaran: Asım Bezirci, “Sabahattin Ali”, Amaç Yay., 1987). “Fikir Arkadaşı”, “Düşman”, “Bir Skandal”, “Bir Konferans” gibi öykülerinde karşımıza çıkan, hiçbir konuda fikir sahibi olamayacak kadar tembel ruhlu ve birkaç sayfadan fazla okumaya tahammülü olmayan “yarı münevverler”e güvenmez, onların yazdıklarının da konuştuklarının da “kütleşmiş ve hassaslığını kaybetmiş” olduğunu söyler usta yazar. Tıpkı “Kış Uykusu”nun, tiyatroculuk geçmişini, anlattığı birkaç şey, odasının duvarlarındaki afişler ve yazmaya bir türlü başlayamadığı tiyatro tarihi kitabı aracılığıyla öğrendiğimiz karakteri Aydın gibi, “bir çocuk tecessüsü” içinde, kibirli ve şımarıktırlar. Aydın, 1930’ların yarı münevverlerinin günümüzdeki karşılığıdır.
20
Düşünüyorlar, ya da… Sabahattin Ali’nin “Köpek” öyküsünde bir çobanla konuşurken “anlaşamadığı” için birden bire hiddetlenip zavallı çobanın köpeğini öldüren mühendis ile Aydın’ın sükûnetin ardına gizlenmiş kötücüllüğü, halden anlamazlığı, para düşkünlüğü, nobranlığı ve çıkarcılığı arasında çok ince bir sınır çizgisi vardır. “Köpek”in, İskoç kumaşından elbise giyen, son model arabasından inip, bir türlü ortak dil tutturamadığı çobana “Siz daha çok gerisiniz. Biz yerimizden yurdumuzdan kalkıp sizinle konuşmak, derdinizi dinlemek için buralara geliyoruz; siz gözünüzü, kulağınızı dört açıp istifade edeceğiniz yerde, etrafınıza bakınıyorsunuz” diyen Amerika görmüş mühendisi ile “Kış Uykusu”nun, utandığı için çamurlu ayakkabılarını çıkaran cami hocasının ayak kokusundan rahatsız olan, hocayı makale konusu yapan Aydın’ının ortak noktaları, yüksek sesle “Adam olmaz bu sersemler!” demeleridir.
Sabahattin Ali “Arap Hayri” öyküsünde “Birkaç büyük şehrimizi dolduran ve dünyayı oradan ibaret sananlar, bu kasabalara geldikleri zaman ne kadar ayrı bir
21
âlemin insanları olduklarını anlarlar” diyordu. Nuri Bilge Ceylan da “Kış Uykusu”nda aynı şeyi söylüyor. Sabahattin Ali “Bir Şaka”da “Gözleri yarı kapalı, düşünüyorlar ya da düşünmüyorlardı” diyordu… “Kış Uykusu”nda aynı şeyi, kış uykusuna bile gözleri yarı açık yatanları görüyoruz.
* Bu yazı ilk olarak 29 Haziran 2014 tarihinde Radikal Kitap'ta yayınlanmıştır.
22
Kış Uykusu ve Aydına Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği Onur Keşaplı Nuri Bilge Ceylan'ın filmografisi gruplandırıldığında genellikle taşra üçlemesi ve sonrası şeklinde bir ayrıma gidilir. Kısa metrajı "Koza"nın estetiğinin hissedilir olduğu "Kasaba", "Mayıs Sıkıntısı" ve "Uzak"la birlikte bir süreci kapatan yönetmen "İklimler", "Üç Maymun" ve "Bir Zamanlar Anadolu'da" ile beraber başka sularda seyretmeye başlar. Bu ayrım yanlış olmamakla beraber yönetmenin biçimsel ve içeriksel ilerleyişini betimlemekte yetersiz kalıyor. Yönetmenin ilk iki uzun metrajı mekan ve karakterler olarak taşrayı, sonraki üç filmi -Uzak, İklimler ve Üç Maymun- mekan olarak kenti ve kentlileşme gayretini, ardından gelen "Bir Zamanlar Anadolu'da" ve bu yazının konusu olan "Kış Uykusu" ise mekan olarak taşrayı karakter olaraksa kentlileri ele almaktadır. Yönetmen açısından bir diğer önemli ayrım ise "İklimler"le birlikte diyalogların, "Üç Maymun"la beraber senaryonun filmin bütünündeki ağırlığının artmasıdır. Tarkovsky ve Ozu sinemalarından etkilendiğini saklamayan Ceylan'ın sinemasının ilk örneklerinde her iki yönetmenin de izleri mevcutken sonraki işlerinde iki büyük ustaya da zaman zaman uğradığı görülüyor. Bunu biraz açmak gerekirse Tarkovsky'nin plan sekans odaklı, kamera hareketlerini ve kesmeli kurguyu olabildiğince azaltarak modernist anlatının minimalist sinematografisiyle, Ozu'nun doğal oyunculuk ve gerçekçi, gündelik diyalog ağırlıklı sinemasal anlayışı Nuri Bilge Ceylan'ın kimi zaman aşırı kimi zamansa seyrek olmak kaydıyla mutlaka başvurduğu yöntemler olarak öne çıkıyor. Bu uzun ve karmakarışık girizgah, yönetmenin büyük başarı ve beğeni toplayan son filmine odaklanırken, sanatçının vardığı nokta açısından önem arz edecek. 23
"Kış Uykusu"nun neyi anlattığı sorusuna hemen herkesin verdiği yanıt "aydın eleştirisi" olmakta. Bu yönetmen için şu ana dek görülmemiş bir tavır olsa da ilk filminden itibaren zihniyet meselesine kadrajını çevirmiş bir yönetmenin olgunlaştırdığı bir tercih olduğu söylenebilir. Modern çağın düşünsel bir tavrı/yönelimi olan ideolojilerin, o çağı geç ve eksik yakalamış bir coğrafyada modern öncesi zihniyetten bağımsız okunamayacağı önermesi, Ceylan'ın filmlerinde kendisine yer bulmaktadır. Özellikle "Uzak" ve "İklimler"de bunun örneklerini, kente yerleşmiş, entelektüel bir sosyo-kültürel çevre içerisinde sanatla haşır neşir karakterlerin bocalamalarında veya düpedüz kötücüllüklerinde görmek mümkün. "Üç Maymun"da doğrudan kenti mesken tuttuğu halde kente tutunamamış taşralılara eğilen yönetmen, "Bir Zamanlar Anadolu'da"yla beraber kent kültürüne yabancı olmadığı halde yaşadığı çözülme neticesinde taşraya dönen/sığınan karakterleri ele alıyor. Bu noktaya kadar Nuri Bilge Ceylan filmografisinin içeriksel önermesinin "Türkiye'nin bir bütün olarak taşra zihniyetinin egemenliğindeki bir ülke olduğu"nu söyleyebiliriz. Bu hatırlatmayla birlikte yönetmenin aydın eleştirisine girişmesi yeni bir tavır. Büyük bir çıkış gerçekleştirememekle beraber yirmi yıldan fazla tiyatroyla haşır neşir olan fakat başarısızlığı sonrası babasının Kapadokya'daki özel mülklerinin başına geçen kentli ana karakterin, eşi ve kardeşi başta olmak üzere temasta bulunduğu herkesi 24
sahteliğiyle sembolik bir uykuya çağırdığı bir film "Kış Uykusu". İsim ve mekan tercihlerinde metaforlara en basit haliyle başvuran yönetmen, ana karakterine Aydın, oteline Othello'yu uygun görürken karakterleri mağaralarla dolu Kapadokya'da kış uykusuna yatırıyor. Bu uykuyu kaçırabilecek her küçük detay, Aydın için tehdide dönüşüyor. Kiracılarından alacaklarıyla ilgili konuları bile başkalarına paslıyor, bu konuya çözüm için kendine gelenleri yok saymayı tercih ediyor. Zoraki uykuya eşlik eden kız kardeşiyle belli ki yıllardır süregelen şiddetli tartışmalar ise ikilinin uykularını kaçırmıyor. Ancak kendinden yaşça küçük eşinin, hayır işlerine odaklanarak bağımsız bir akış yaratması bir başka değişle uyanması, Aydın için soğurulması gereken bir eylem. "Kış Uykusu"nun kadın karakterlerine baktığımızda Ceylan sinemasının temel değişmezinin kadın temsilleri olduğunu söyleyebiliriz. Mart sayımızda bu konuyla ilgili olarak taşrada nitelemelerden uzak sunulan kadınların, iş kente ve kentilere geldiğinde yönetmen tarafından ya pasif ve boyun eğen ya da kötü niyetli olarak temsil edildiğini yazmıştık. Aydın eleştirisi iddiasını taşıyan bir filmin kadına yaklaşımında aynı tutumu görmek şaşırtıcı.
Filmde bu eleştiri, "halkına ve değerlerine uzak aydın" klişesinden sıyrılamıyor. Aydın, hiç bir şey üretmeyen, neyle uğraştığı bilinmeyen babası sayesinde varlıklı, 25
yerel bir gazetede yazmakla gururlanan, eleştirileri yok sayan fakat övgüleri yücelten, kendini olduğundan büyük görerek var oluş sıkıntısını dışa vurmamaya özen gösteren ancak otelinde kalan motorcu gence duyduğu büyük kıskançlık neticesinde özgür bir atı bile gasp edebilecek denli özgüvenden yoksun bir figür. Bu noktada sorulması gereken sorular şu olmalı belki de; Aydın karakteri bu ülke aydınını temsil ediyor mu? Modernizme içkin burjuvazi ve proleterya ülkemizde ne ölçüde gelişti ve ne tip aydınlar üretti? Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Sevgi Soysal, Fazıl Say gibi isimler birer aydın mı? Aydın ise biz filmde neyi izliyoruz? Bu basit soruların cevapları son derece önemli zira bu toprağın aydınlanmacı birikimi yokmuşçasına
davranmayı
aşacak
ölçüde
heybetli.
Filmde
ve
özellikle
seyirci/eleştirmen görüşlerinde öne çıkan detaylar, Aydın karakterinin dini konularda bir bilgisi olmamasına rağmen akıl verme çabası ve imam karakterinin ayak kokusuyla çamurlu ayakkabılarından rahatsız oluşu. Tüm bunlar Aydın'ı canlandıran Haluk Bilginer ve film ekibinin, filmden bağımsız okunmayacak söyleşileriyle birleştiğinde bir bütün olarak 1908-1923, modernite ve aydınlanma eleştirisine varıyor. Bu söylemin tipik eleştirisi dine tepeden bakan aydının kötücüllüğü. Günümüzde bunu hangi kesimlerin kullandığını belirtmeye bile gerek yok. Öte yandan aydın eleştirisi gibi iddialı bir söylemin temel örnekleri olarak ayak kokusundan ve çamurlu ayakkabıdan rahatsız olmak geliyorsa ortada yaracılık noksanlığı var demektir. İsmi lazım olmayan kesimin sıkça dillendirdiği "bunlar boğazda yalılarında viski yudumlarlar, bunlar milletin evine gittiğinde ayakkabılarını çıkartmazlar"la süregelen klişeleri böylesi bir filmin eleştirel boyutunda görmek ilginç. Ayak kokusundan veya çamurlu ayakkabıdan rahatsız olmayı halktan ve değerlerinden kopukluk olarak değerlendirebilmek ciddi bir zorlama. 26
Öte yandan filmdeki Aydın karakteri gibiler elbette eleştirilerin en sertini hak ediyorlar. Fakat bu başka kanallardan, üretim ilişkilerinden geçmek durumunda. Ayrıca ortada bir aydından çok aydınımsı olduğu görülmeli. Filmin biçimsel olarak baskın çıkan tarafı diyalog ağırlığı. Ceylan'ın hiç bir filminde görülmemiş bir diyalog, hatta tirad kullanımı söz konusu. Filmin konuşan kafalar noktasına bile getirebilen bu yoğun metinde çoğu kez ayakları yere basmayan, zorlama ve eğreti cümleler/alıntılar duyuluyor. Aydın eleştirisinin bir boyutununun da bu metinlerle verildiği düşünüldüğünde film manasızlık noktasına varabiliyor. Zira tam da denemesi yapılan halkından ve verili gerçeklikten kopuk aydın eleştirisinin on yıllar önce benzersizce işlendiği, Oğuz Atay'ın "Tutunamayanlar"ı ve Ferit Edgü'nün "Hakkari'de Bir Mevsim"i gibi iki dev edebi metin ortadayken "Kış Uykusu" uyutucu bir hal alıyor. Eklektik metniyle sinematografiden uzaklaşan filmin özellikle iç çekimlerdeki mizansenleri ve oyuncu tercihlerinden doğan oyuncu yönetimi de tiyatrovari bir etki yaratıyor. Haluk Bilginer ve Demet Akbağ'ın diyaloglara gömülü yapay oyunculukları, Melisa Sözen, Nejat İşler ve Serhat Mustafa Kılıç gibi hangi rolü oynarlarsa oynasınlar aynı karakterden çıkamayan
27
yan oyuncularla desteklendiğinde filmin geneline sinen tiyatro hissi kuvvetleniyor. Özellikle iç çekimlerde sinematografik geçişleri sağlayacak en ufak bir sahneleme gerçekleşmeden açı-karşı açıların sıralanışı Ceylan'ın sinematografisini görülmemiş ölçüde sıradanlaştırıyor. Plan sekanslara neredeyse hiç başvurmayan yönetmen, doğal oyunculuk ve gündelik diyaloglardan da uzaklaşıyor. Öyle ki filmin belki de tek doğal oyuncusu olan ve yılkı atını Aydın için yakalayan karakter, aşırı hakikatiyle "Kış Uykusu"nun kendi evrenindeki gerçekliği parçalıyor, ritmi bozar hale geliyor. Tüm bunlar yönetmenin öncülleri olan Ozu ve Tarkovsky'den uzaklaşıp bir diğer modern anlatı ustası Bergman'ın tiyatro mizansenlerine eğildiği dönemini çağrıştırıyor. Bu öylesine baskınlaşıyor ki Nuri Bilge Ceylan hem Cannes'da hem de ülkemiz ve dünyada "Türkiye'nin Bergman'ı" olarak anılmaya başlıyor. Yedinci uzun metrajıyla en büyük başarıyı elde eden ve bir ülkenin en büyük sinemacısı olarak anılan bir yönetmen için kendi imzasını bulamamış olmanın kanıtı olabilecek bir nitelemenin büyük bir iştahla kabul görmesi yaratıcılık ve özgünlük açısından üzüntü verici. Dış çekimlerde ise özellikle "Uzak", "İklimler" ve "Bir Zamanlar Anadolu'da" filmlerinde gördüğümüz Ceylan'ın imzası olan üzerine kafa yorulmuş kadrajlar yerine hali hazırda güçlü bir estetik veren karlar altındaki Kapadokya'yla yetinildiğini söyleyebiliriz. Yönetmenin biçimsel olarak ortaya koyduğu bu keskin dönüşüm, Aydın karakterinin ülkemiz tiyatro tarihiyle ilgili bir kitap yazma çabası ve kendisinin bizzat tiyatro oyuncusu olmasının filmin çekim tekniklerine etki ettiği düşünülebilir. Meslektaşlarım Rifat Becerikli ve Ahmet Dönmez ile film üzerine tartışırken bu detayın "Kış Uykusu"nda Muhsin Ertuğrul dönemine ve dolayısıyla büyük tiyatrocunun fazlasıyla tiyatro kokan filmlerine gönderme olarak da okunabileceği yorumunu getirdik. Peki bu olası gönderme neyi amaçlıyor? Yukarıda andığımız kesim 28
tarafından getirilen klişe aydın/modernite eleştirisinin bir parçasının da Muhsin Ertuğrul ve Batı tipi tiyatro olduğu biliniyor. Film bunu amaçlamıyor olabilir ancak eleştirisinin muğlaklığı ve tutarsızlığı sınırlarını da bulanıklaştırıyor. Bu biçimsel çerçevenin içinde filmin kimi noktalarda melodrama çaldığı da görülüyor. Özellikle paraların ateşe atılışı, küçük çocuğun mağrur tepkiselliği ve elbette finaldeki monolog filme Ceylan'ın sinematografisinde hiç alışılagelmedik şekilde melodram hatta bir parça Yeşilçam dozu katıyor.
Sonuç olarak, asla kötü bir film olarak adlandıramayacağımız, hatta süresi ve kurgusal sıkıntılarına rağmen doyuruculuğundan bir şey kaybetmeyen "Kış Uykusu", yönetmenin ilk filminden beri üzerine ekleyerek geliştirdiği ve "Bir Zamanlar Anadolu'da" ile ülke sinemamızın açısından da zirve noktasına taşıdığı sinematografisinde ilk kez bir geri adıma karşılık geliyor. İçerik ve biçim açısından da en hafif tabirle farklı bir kulvara geçişi simgeleyen film, önermesi açısından pek de ilerici sayılamayacağı gibi hiç de yaratıcı olmayan bir noktada konumlanıyor. Türleri ve akımları aşan sinematografisiyle, öldü denilen modernist anlatıyı evrensel kodlarıyla birlikte belki de dünyada en yetkin şekilde ortaya koyan yönetmenin, fazlasıyla eklektik duran biçimsel tercihleriyle post modernizme 29
kayan son filmi, Ceylan'ın sonraki işlerini heyecan dışında bu kez endişeyle de beklememize sebebiyet verecek bir yapıt.
30
Küçük Pıtırcık Selin Süar
Son günlerde kuramcılar, düşünürler ve envaı çeşit sinema kitapları arasında kaybolmuşken gecenin bir yarısı elime geçen ve aldığımdan beri kitaplığın rafında unuttuğum Küçük Pıtırcık (Le Petit Nicolas) kitabı elime geçtiğinde her şeyi bir yana bırakıp onu okumaktan kendimi alamadım. Cannes Film Festivali’ne gitmeden önce Paris’teki o ünlü Shakespeare Kitabevi’ne uğrayıp kendimizi kaybettiğimizde –çünkü Fransızca bilmiyor ve ağız sulandıran onca kitabın arasında bunun acısını derinden yaşıyorduk- gözümüze çarpan İngilizce kitaplar arasından bana görünmüştü. Paramızı kısıtlı kullanmamız gerektiğinden en fazla iki kitap alabilirdim ve Cahiers du Cinema dergileriyle, elimin defalarca gittiği 31
Godard’la ilgili kitabı bir yana bırakıp çocukluğuma yenik düşüp almıştım Küçük Pıtırcık’ı.
Ülkemizde Vivet Kanetti tarafından çevirisi yapılan ve otuzdan fazla ülkede okunan bu çocuk kitabındaki bütün karakterler yalnızca benim değil, ailemin de arkadaşlarıydı bir zamanlar. Pıtırcık’ın en yakın arkadaşı Lüplüp’ün bitmek tükenmek bilmeyen iştahı, Dalgacı’nın sınıfta uyuyakalması, Çarpım’ın ‘inek öğrenci’ olduğundan pek hazzedilmemesi, Toraman’ın kendini ispatlayamadığı olaylarda üzgün olması ve Pıtırcık’ın annesi, babası, öğretmeni; bu ailenin üyeleriydi. Çocuk dünyasının ön planda olduğu ve büyükleri kimi zaman işin içinden çıkamadıkları bir durumda bırakan çocuk kalbinin, düşüncesinin saflığı; 32
Pıtırcık’ın
olayları
yorumlaması
üzerinden
okurlara
ulaşırdı. J.
Jacques
Sempé tarafından resmedilen ve René Goscinny tarafından yazılan Küçük Pıtırcık’ın hikayelerini bu kez de İngilizcesinden okurken yalnızca çocukluk günlerime geri dönmedim; aynı zamanda hayatın koşuşturmacası, işlerin kimi zaman fazla boğucu gelen stresinden de kopmuş oldum.
Çocukların gelişiminde şüphesiz ki kitapların büyük önemi oluyor. Özellikle resimlerle, çizgilerle desteklenen ve görselliğe de hitap eden kitaplar, çocuk okuyucuyu eğlendirdiği gibi düşündürmeye ve görsel hafıza oluşturarak hayatı kavramasına da aracılık sağlıyor. Her ne kadar günümüzde kitapların içerikleri oldukça değişse de çocuk kitapları, yaratıcılığı ve zekayı artırabilmekte daima bir adım ileride olacaktır. Günümüzün vurdulu kırdılı animasyonları veya bilgisayar 33
oyunlarından bir nebze olsun uzak kalabilmiş çocukların çabuk düşünebilme ve karar verme yetilerinin gelişmiş olduğu aşikar. Evet, bizler o günleri çoktan geride bıraktık, ama şehrin gürültüsünden, çalışma temposundan, insan ilişkilerinin yapaylığından sıkılırsanız siz de elinize bir çocuk kitabı alın. Pencereden baktığınızda hiçbir şeyi aynı görmeyeceğinize eminim.
34
Emekçiler
Mehmet Rayman
emekten yanayım… senden yanayım… ışığım sensin ana
yine geldim uzak yakın demeden emekçi kadınlar günlüğüne bir iki not yazayım
yürüyelim yan yana çözelim kollarımıza atılan düğümü birbirimize verelim kırmızı gülü
35
Dağlar T. Ayhan Çıkın
Aşınca bir dağı Başlar biri daha Ulu bir boşlukta Kurulur düş yolları Salkım saçak bulutlardan Dağdan dağa bir ebemkuşağı Bir düşle başlayan yolculukları Deniz yeşili ormanlarda Yağmur tohumlar toprakları * Bir dağ yamacında keçiyolu Yutuverir tüm bilinenleri Ansızın giriverirsin Tarihin unuttuğu bir dağ köyüne Toplanır tüm dağ adamları 36
Konuşurlar geçmişten geleceğe “Hangi ülkelere giderler “Dağdan dağa uzanan yolları” * Ormanla, ağaçlarla, kurtlarla Dostluklar kurar, çoğullaşır insan Arar sonsuzluğun başlangıcını Köy çıkışında bir mezarlık Köyün en seyirlik tepesinde kurulu Yeryüzü yaratıklarının cezaevi * Aşınca yolcu Önüne çıkan ilk dağdaki yolu İzler başkaları ardından onu Merak ederler uzaktaki dağları Bir masal anlatırlar düş ülkelerine Islak yamaçlarda derecikler Toplar bulutlardan dağların suyunu
37
Büyütür yatağını, ulaşır nehirlere Kuşlarla, yılanlarla ve nice canlarla Süren yolculukta dağların özlemlerini Taşırlar denizlere. * Ağaç yok, bitki yok, bir kertenkele yok Yangınlarla kel olmuş bir güneş ülkesi Toprak binmiş dereciklerin sırtına Cascavlak dağların zirvelerinde Buluşur ışıkla karanlık sonsuzluğun kapısında Ebemkuşağının renkleriyle kucaklaşmış Ve orada başlar Tanrılar ülkesine yolculuk.
38
Cümlelerim Çığlık Çığlığa: Kral Çıplak! Nur Gözde Yılmaz
Nesin sen? Kimsin sen? Nereden geldin de oturdun o sırça köşkün altın varaklı koltuğuna? Hak ediyor muydun orasını? Yoksa satın mı almıştın orasını da? Rahat mıydı bari? Kaç şehidin kanı vardı ellerinde? Ben gördüm şahsen onlarca değildi milyonlarca diyebilirdim rahatsızlıkla! Tarih öncesini de kattım hesabıma! Sen hesapsızlığının yanında, sunduğun çözümsüzlüklerin haddi hesabı yokken ve işin kötüsü bundan utanmayıp binlerce paravanın altında şekil değiştirirken ben gördüm seni: “Kral çıplak!” diye bağırdı cümlelerim. Elimde avucumda yokken ben vicdanıma sığındım, sen banka hesaplarına güvendin. Sadece parana güvensen güler geçerdim belki. Çok vardı böyle sonradan görmeler ancak sen ne yaptın biliyor musun? Her şeye hâkim olmak istedin. Nefesime ipotek koydurdun! Bunu söylemeye kalktığımda da benden suçlusu, senden günahsızı yoktu. Parklarımı yıktın, çocuklarıma betondan kaleler yapmayı öğrettin. Sonra inşaattan düşünce o günahsız sabiler sen kadere sığındın! Utanmadın be adam! Kömür karası yüzler en aydınlıktı yanında. En azından emek vardı, alın teri vardı, özveri vardı. Senin de zamanın boldu. Ama sen o zamanı hep birilerini kayırarak, hep birilerinin üzerine giderek harcadın. Yaptığın harcamaları halktan vergi olarak almayı kendine görev bildin. Diğer görevlerini de çoktan unuttun. Türlü bahanelerin vardı. Sonra adını bilmediğin ülkelere sığındın. Sorsak “neresidir?” diye gösteremezdin bile. Bu eğitim sisteminde biz de gösteremezdik, hoş! Biz hoşnutsuzduk bu durumdan ancak sen görmezden geldin, birbirimizi 39
görmeyelim diye üzerimize gaz sıktın. Gözlerimiz yaşardı ama senin vicdanın öyle çorak bir tarlaydı ki göremedin, hiçbir şey yeşertemedin içinde hiçbir şey. Bizlerin içindeki çiçekleri söktün sen! Katilsin bu yüzden! Sadece doğa katili değil kalbimizin katili, ruhumuzun celladısın sen! Zaman ilerledi, sen görmedin. “Aman diyene kılıç kalkmaz” diyen atalarımızın sözlerini zaten bilmiyordun. Bilseydin böyle davranmazdın! O kadar insafsız olamazdın öyle değil mi? Tek istediği ülkesinde sağlıklı, mutlu, çağdaş, aydınlık yaşamak olan gençleri umutsuzluk uçurumdan aşağı attın. Sorgulayanları sorguladın. Sorgulamayanları baş tacı ettin. Herkese, her gün telefonlar verip; istemediğini, beğenmediğini, dünya görüşüne uymayanları işten attırdın. Sokaktaki siyah kediden “uğursuz” diye kaçardı insanlar ama sayende birbirlerinden kaçmaya başladılar. Çünkü güvensizdiler artık. “Sisler bulvarı” değildi yaşadıkları yer, kocaman ülkeyi kaplamıştı. Bunu fark ettiler. Fark ettikleri gibi birbirlerinden uzaklaşmaları da bir oldu. Epik şiir gibi tarihi olan güzel ülkemin sanatını “görmezden” geldin! Aslında çok güzel olabilirdi her şey! Sanatın aydınlığına güvenseydin, onun bir kaçıştan ziyade doğal hayatın dışavurumu olduğunu görebilseydin böyle mi olurdu sence? Hepimiz bu kadar uzak mı olurduk birbirimizden? Sanata düşman olmazdık belki de kim bilir? Ya da gereksiz, zengin işi olarak görülmezdi belki de kim bilir? Sen her şeyin en iyisini biliyorsun ya bunu da bil! Bana gelince, ben yalnız değilim biliyorum. Umudumu da yitirmeyeceğim. Çünkü eğer vazgeçersem en başta sen mutlu olacaksın biliyorum. Ben de bu mutluluğu sana yaşatmayacağım. Çalışacağım. Üreteceğim. İnsan gibi yaşayacağım. İnsan olmak için paylaşacağım. Peki ya sen? Sen o köşkte ne yapacaksın sahiden? Kalın duvarların olsa neye yarar hava alıyor musun sen ondan haber ver bana? Bir de unutmadan söylemek 40
gerekirse yeniden: “Kral çıplak!” Ben onu gördüm ve tüm içtenliğimle yazıyorum işte. Çocuklarım olursa onlara söyleyecek bir yanıtım var en azından. Peki ya senin var mı bir yanıtın? Yanıtsızlığına, demogojine kocaman bir rest çekerek; yazmaya devam edeceğimi müjdeliyorum buradan! Bu kadar! Oldu mu?
41
azizm.sanat@gmail.com www.azizmsanat.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
42