Azizm Sanat E-Dergi Ağustos 2008 Sayı 10
Kuzgun Dilli İnsanların Topraklarında Söyleşi: Ezel Akay Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü
1
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
Ön Kapak: Karga (1994) – Alex Proyas Arka Kapak: Sistina Şapeli: Adem'in Yaratılışı (detay,1483) – Michelangelo
2
İçindekiler Kuzgun Dilli İnsanların Topraklarında Dans - Özgür Keşaplı Didrickson s.4 Hacivat ve Karagöz Elbette Öldürülür - Onur Keşaplı
s.19
Ezel Akay ile Söyleşi - Ebru Kurtuluş
s.27
Bir Şafak Türküsü: Nevzat Çelik - Duygu Yılmaz
s.30
Yaşamak İstemem - Tuğçe Duysak
s.66
Yanılsama, Büyü ve Sanat - Onur Keşaplı
s.71
Geçişler/Geç-İşler - Duygu Yılmaz
s.75
3
Kuzgun dilli insanların topraklarında dans Özgür Keşaplı Didrickson Görkemli ağaçların koyu yeşile bürüdüğü dağların hemen her yerde okyanusla buluştuğu Güneydoğu Alaska’dayım. Amerika’nın Kuzeybatı Pasifik sahilinde, Alaska’nın başkenti Juneau’da. Kendilerine kısaca “insanlar –Tlingit” diyen Tlingit yerlilerinin tarih öncesinden beri vatanları saydıkları verimli topraklarda. Tlingit, Haida ve Tsimshian yerlilerinin iki yılda bir yapılan kutlamalarını izleyeceğim. İlk kez. Heyecanım büyük. Üç gün sürecek kutlamalar sırasında “Kuzeybatı Sahili” olarak anılan bu çok etkileyici kültüre ve bu kültürün izlerini taşıyan sanata doyacağımı biliyorum.
Kutlamaları ilk kez izleyecek olan benim kadar heyecanlı birisi daha var. Belki de çok uzaklardan, Türkiye’den geldiğim için. “Kuzgun’la evli olduğun için Kartal olmalı üzerinde” diyor, “ ya da Aşk kuşları”. Seksen yaşını aşkın Kuzgun anneanne Lillian Patterson, kutlamalardan önce bana Kartal desenli bir giysi ya da takı bulmakta kararlı. Öyle ya, eşimin ait olduğu Tlingit kabilesinde herkes ya Kuzgun ya da Kartal. Evlilikler de bu iki ana klan arasında yapılıyor. 4
Kuzgun ve Kartal. Tlingit kabilesinin 2 ana klanı. Kuzgun ve Kartal. Tlingit topraklarında en çok görülen, varlığını en çok hissettiren, fark edilmesi kaçınılmaz 2 kuş. Bembeyaz başı ve kuyruğu ile koyu yeşil ormanın üzerinde süzülürken çığlığa benzer ötüşü ile hakimiyetini duyuran Kel Kartal. Parlak siyah tüyleri, meraktan beslenen zekası ve olağanüstü vokal yeteneği ile kara, kapkara Kuzgun. Güç simgesi olarak çoğu kez karşımıza Kartal figürü çıksa da bu 2 kuş arasında Alaska yerlileri için en önemli olanı Kuzgun. Alaska yerlilerinin birçok yaratılış öyküsünde Kuzgun yaratıcı olarak karşımıza çıkıyor. İnsanları, nehirleri, güneşi, ayı ve yıldızları yaratan hep o. Ancak bu öykülerden de anlaşıldığı gibi Kuzgun diğer yaratıcılardan çok farklı özelliklerle anılıyor. Hilebaz, yalancı, nüktedan. Yarattığı pek çok şeyi insanları ya da diğer yaratıkları oyunlarla, zekasıyla kandırarak yaratıyor. Belki de Kuzgun taşıdığı tüm bu özelliklerle insana daha yakın olduğu için yerliler için Kartal’dan daha önemli olmuş. Buzullardan, dağların tepelerine kadar her yerde görülebilen Kuzgun, insanın yakınında olmaktan da çekinmiyor. Böylelikle iki türün yüzyıllardır birbirini dikkatle gözlemlediği kesin. Taklit yetenekleri, ilginç 5
davranış biçimleri ve üstün zekaları ile kuşlar içinde özel yere sahip oldukları bilinen Kuzgun bu özellikleriyle Alaska yerlilerince çok önceden fark edilip kültürdeki önemli yerini almış. Tlingit kabilesindeki herkes ya Kuzgun ya da Kartal ana klanından – moeity olarak geçiyor- ancak kimliği belirtmek için bu yeterli olmuyor. Kuzgun ve Kartal’ın altında da yine çoğunlukla bölgede yaşayan hayvanlarla anılan klanlar ve haneler var. Kuzgun – Kunduz ya da Kartal – Orka Balinası gibi. Bir anlamda isim ve soyisim gibi. Anaerkil bir sistemin geçerli olduğu Tlingit kabilesinde eşim annesi gibi Kuzgun – Koho somonu klanından. Koho somonunun diğer bir adı da kısaca “ Gümüş”. Gümüş renkli saçlarıyla Kuzgun -Koho anneanne benim içim Kartal desenli bir giysi aramaya devam ederken teyze Joann eşime kutlamalarda giymesi için bir yelek veriyor. Önünde Koho Somonu arkasında ise Kuzgun deseni işlenmiş siyah, kırmızı bir yelek. Bir “ regalia”.
6
Kuzeybatı Sahili yerlileri için “regalia” sadece özel günlerde giyilen özel, kutsal bir giysi; ya da daha doğrusu giysi, takı ve aksesuarların bütünü. Omuzlarda taşınan dağ keçisi yününden örülmüş ağır Chilkat kilimleri, midye düğmelerden desenlerle süslü pelerin gibi boyuna dolanan battaniyeler, Kuzgun kuyruğu olarak adlandırılan dokuma cübbeler, Sarı Sedir ağacından oyulmuş ya da Kırmızı Sedir ağacı liflerinden örülmüş şapkalar, geyik toynaklarından çıngıraklar, cam boncuklarla işlenmiş geyik derisinden mokasenler, bakır süslü ağaç oymalardan konuşma sopaları, iplerle idare edilen türlü maskeler…..Ve tüm bu “ regalia” nın üzerinde desenler, figürler. Kurt maskesi ve postu ile dans eden Kurt klanından bir Tlingit, üzerinde Orka Balinası deseni olan bir dans küreği ile ritim tutan bir Haida….Her biri bir servet değerindeki, nesilden nesile geçen el işi oymalar, boncuk işleri, kilimler. Yazılı bir dile sahip olmayan ancak çok güçlü bir sözel geleneğe ve dolayısıyla birçok öyküye sahip olan Tlingitler için binbir desenin yer aldığı “regalia”, taşıyanın kimliği, kültürü ve öykülerden yola çıkarak tarihi hakkında bilgi veriyor. Atalara dek uzanan köklü bir geleneğin ruhunu taşıdığı ve yalnızca özel günlerde giyildiği için olsa gerek, “regalia”nın onu taşıyan kişinin ruh halini ve duygularını derinden etkilediği düşünülüyor.
Kutlamaların ilk gününde tüm dans grupları sırayla ve şarkılar eşliğinde Juneau sokaklarında dans ederek kutlama salonuna giriş yapıyorlar - Bu etkinlik “Grand Entrance” olarak adlandırılıyor” .“Regalia” ile ilk kez bu danslı yürüyüşü izlerken tanışıyorum. Kitaplarda birçok fotoğrafta rastladığım bu özel giysinin ancak dansçıların üzerindeyken canlandığının ve soluduğunun farkına varmamak mümkün değil. “Regalia”, bendir benzeri davullardan çıkan, kalp 7
atışını andıran seslerin, çıngırakların canlı şıkırtısının, insan seslerinin ve ayak vuruşlarının içinde canlı. Bu sesin içinde “regalia” hep bir şeyler söylüyor ve anlatıyor. Şarkılarda da ise sözcükten çok ses var. Yalın ama güçlü. Hatta sert. Doğanın sesleri. Belki de sözcüklerin azlığı, “regalia” nın üzerindeki desenlerle söylediği onca şeyi dengeliyor.
Tlingit , Haida ve Tsimshian yerlilerinin bir tür çatı organizasyonu olan Sealaska Ensititusu tarafından ilki 1982 yılında yapılan kutlamalara bu yıl 50nin üzerindeki dans grubundan yaklaşık 2300 dansçının katıldığını öğreniyorum. Bu yılki kutlamaların teması “ Toprakta Dans”. Yerliler için hem ruhsal hem de maddi yönden kutsal olan toprak, memleket. Zaten bir anlamda tüm dans ve şarkıların özünde, tüm “ regalia”da da güneydoğu Alaska yerlilerin yaşadıkları verimli topraklara olan saygı ve şükran var. En önemli besin kaynaklarından biri olan kocaman yassı Halibut balığının ağaçtan oyulmuş figürü bir dans grup liderinin konuşma sopasında karşımıza çıkabiliyor ya da 90 yaşını aşkın bir yaşlı Tlingit üzerinde kurbağa oyması olan bir şapkayla seyircilere seslenebiliyor. Toprağa, havaya, suya olan bu derin şükran ve saygı çok etkileyici ve düşündürücü. Yerliler bizim onlarla özdeşleştirdiğimiz deyişlerini burada da sık sık yineliyorlar; topraklarımız atalarımızdan miras değil, gelecek nesillerden ödünçtür. Aşık Veysel’in “ Kara Toprak” türküsünü hatırlıyorum, topraklarımızı, suyumuzu, havamızı çocuklarımızı, torunlarımızı düşünmeden nasıl kirlettiğimizi düşünerek.
8
Üç gün boyunca hem gösteri salonlarında hem de Juneau sokaklarında bu kültürel dansın sesleri yankılanıyor. Alaska’nın bazı bölgeleri dışında, Kanada ve Washington eyaletinden de dans grupları var. Görkemli boyda ağaçların yetiştiği güneydoğu Alaska’da Tlingitler de doğal olarak kocaman ağaç evlerde yaşamışlar. Bu yüzden ana sahne de bir ağaç evin içine benzeyecek şekilde yapılmış. Kuzeybatı Sahili Sanatının oldukça karmaşık sayılabilecek desenleri ile süslü büyük bir kumaştan perdenin tam ortasında tıpkı ağaç evdeki gibi bir kapı aralığı yapılmış. Kimi dansçılar sahneye buradan ve arkaları seyirciye dönük olarak giriyorlar. Her şarkı bitişinde de seyircilere arkalarını dönüyorlar, böylelikle battaniyelerin üzeri desenlerle işli sırtını, diğer deyişle kimliklerini gösteriyorlar. Tlingitler ağaç evlere de bu şekilde girerek orda yaşayan haneye ve klan reisine öncelikle kim olduklarını gösteriyorlarmış. Kim oldukları, yüzlerinden çok üzerlerinde taşıdıkları klan simgelerinde gizli Tlingitler.
Kimliği ve aidiyeti simgeleyen bu tür desenler ve hayvan figürleri öylesine önemli ki kutlamalar sırasında fotoğraf çekebilmek içim öncelikle kayıt olmak gerekiyor. Bu durumda bile fotoğrafların ticari amaçlı kullanılması, satılması yasak. Üzerinde belki de yüzyıllardır o haneye ait bir desenin işlendiği bir “regalia” ya ait fotoğrafın izinsizce çoğaltılması, satılması kabile mülkiyet kurallarına göre yasak. Ayrıca büyük bir saygısızlık. Tlingitlerde öyküler ve şarkılar da klanlarca sahiplenilmiş durumda. İzin alınmadan herhangi bir dansın ya da şarkının paylaşılması mümkün değil. Bu öylesine güçlü bir gelenek ki kutlamalar sırasında her bir dans grubunda birden fazla klana ait birey olduğu için klanlara ait öykü ya da şarkı anlatılıp, söylenmeden önce hangi klana ait olduğu ve kullanılma izninin kimden alındığı gibi bilgiler duyuruluyor. 9
10
Yazılı bir dile sahip olmayan ancak çok güçlü bir sözel geleneğe sahip olan Tlingitlerde öykülerin anlatılması da oldukça geleneksel. Kutlamalarda da bir çok grup öyküler anlatıyor. Bir anlatıcı öyküyü anlatırken oyuncular konuşmaksızın oyunu canlandırıyorlar. Çoğu kez maskeler ve ağaçtan oyulma türlü dekor oyunculara yardımcı oluyor. Özellikle iplerle idare edilen maskeler hem usta oyma işçiliği hem de oyuna kattıkları özel hava ile çok etkileyici. Oyunlarda da yine yerlilerin aynı toprakları paylaştığı türlü hayvanlar başrolde. Dans sırasında olduğu gibi bu öykülerin anlatımı sırasında da bazı kişiler bir anlamda canlandırdıkları hayvan oluyorlar. Güçlü ve karmaşık vokali ve meraklı davranışlarıyla bir Kuzgun ya da uluyan bir Kurt.
Kutlamalar sırasında izlediğim hiçbir dans ya da oyun klasik anlamda dans ve tiyatroya benzemiyor. Daha kültürel. Herhangi bir dans gösterisinde dansçıların birbirine benzer yetenek ve beceride olması, uyumlu dans etmesi beklenirken 11
burada böylesi teknik konuların hiçbir önemi yok. Teknik uyumdan çok ruhsal bir uyum geçerli belki de. Herkesin saygılı olması, klanını en iyi şekilde temsil etmesi, seyircilerin arasındaki yaşlılara nasıl davranacağını bilmesi gibi. İzlediğim yerli dansını benim için diğer danslardan ayıran en önemli özellik, dansın herkesin dahil olması ile anlam kazanır görünmesiydi. Birkaç aylık bebeklerden 80nin üzerindeki yaşlılara kadar herkes sahnede, birlikte! Bu dansın kültürel ve ruhsal yönü belki de en çok burada açığa çıkıyordu. Birçok anne ve babanın koşumlarla üzerinde taşıdığı ve onca davul sesine rağmen uyuyan bebekler ile örneğin Down sendromlu olmasına karşın en ön sırada dans etmesinde hiçbir sakınca görülmemiş bir genç!
12
Kadın ve erkeklerin dans ve şarkıdaki görevleri de çok farklı. Kadınlar genelde hep birlikte şarkıyı söylüyor ve daha yumuşak hareketlerle dans ediyorlar. Lider görevindeki davul çalan kadınlar hariç. Elleri belinde dans ederken üzerlerindeki battaniye sırtlarındaki deseni bütünüyle gösterecek şekilde açılıyor. Sırtında Kuzgun ya da Kartal deseni olan kadınlar kollarını hareket ettirdikçe Kuzgun ve Kartalların da kanatlandığını belirtmeme gerek var mı? Kadınların sesinden güç alarak dans eden erkekleri izlemek ise çok heyecan verici. Düğmeli battaniyelere göre çok daha ağır olan Chilkat kilimleri ve ağır başlıkları taşımalarına rağmen oldukça sert ve keskin adımlarla dans ediyorlar. Davulun ritmine göre kimi zaman aniden yere çöküyor ve çömelmiş olarak dans etmeye devam ediyorlar. Her bir ayak vuruşunda tahta zeminli sahneden çıkan ses davulunkiyle birleşip salonu dolduruyor. Gençler bir yana 70-80 yaşındaki erkeklerin bu denli ani hareketleri yaparak dans etmeleri insanı şaşırtıyor. Sanırım “ regalia” gerçekten de onu taşıyanları dönüştürüyor, onlara büyük bir güç veriyor. Tüm dansçıların ve sahnede ailelerini izleyen seyircilerin gurur dolu oldukları yüzlerinden, ve şarkılara ve dansa kimi zaman gözyaşlarıyla katılmalarından belli. Gözyaşlarında gurur ile birlikte sanırım bu zengin kültürün yeni nesillere tamamıyla aktarılamaması kaygısı da var.Kutlamalar sırasında birçok konuşmacı bu konuya değiniyor, atalarınının bazı geleneklerinin neredeyse yitirildiğinden, bu değerleri yeniden kazanmak ve özellikle genç nesillere aktarmak için çok çalışmaları gerektiğinden söz ediyor. Bazı yaşlı ve saygın yerliler bu coşkunun sadece kutlamalar ve dans gösterileri ile sınırlı kalmaması ve tüm yaşam biçiminde yeniden yerli geleneklerine dönülmesi çağrısında bulunuyor. Nerdeyse hiçbir yerli artık yüzde yüz yerli kanı taşımadığı ve Amerikan yaşam biçimi ve beslenme alışkanlıkları ile büyüdüğü 13
için bu çağrı çok anlamlı. Kutlamalar sırasında çok kez kürsüden “bu topraklar hatırlanamayacak kadar eski zamanlardan beri bizimdir ve hala bizim” sözleri duyuluyor. Yaşlılar, alkış ve ıslıklarla karşılanan bu sözlere “topraklara sahip olmak için kültüre de yeniden sahip olmamız gerekir” uyarısıyla katılıyordu sanki.
Yerlilerin kültürleriyle ilgili en büyük kaygıları dillerinin yokolma tehlikesi ile karşı karşıya olması sayılabilir. Kutlamalar sırasında etkileyici tınısı ile bu nadir dili çok kez duyma şansına sahip olsak da gerçekte Tlingit dilini konuşanların sayısının en fazla 500 olduğu tahmin ediliyor. Bu nedenle dile henüz tamamen hakim olmayan öğrencilerin dahi dil öğretimine katkısı isteniyor. Kutlamalar sırasında Tlingit, Haida ve Tsimshian dilleri ile ilgili atölye çalışmaları da yapıldı. Eşim ile birlikte Tlingit başlangıç dersine katıldık. 58 harften oluşan Tlingit alfabesi benim için çıkarılması son derece zor seslerle doluydu. Bu özellik dilin öğrenilmesinin önünde bir tür engel oluşturabileceği için kaygı verici olsa da bir yanıyla çok çarpıcıydı. Tlingit dili doğanın dili, Kuzgun’un diliydi! Öğretmenimiz alfabedeki bazı sesleri nasıl çıkaracağımızı anlatırken “ Hani Kuzgun şöyle bir ses çıkarır ya” diyerek bizlere yol göstermeye çalışıyordu! Dillerini bile Kuzgun ile paylaşan Tlingitler. Kutlamalarda dil dersleri dışında yemek kültürlerini hatırlatmak ve özendirmek için deniz yosunu ve “sabun çileği/böğürtleni –soapberry” yarışmaları düzenlenmişti. Demirce zengin deniz yosunu özellikle Kuzeybatı Pasifik sahili yerlilerince önemli bir besin kaynağı. Kurutularak bir tür çerez gibi yenilebildiği gibi birçok yemekte de kullanılıyor. Pişirildiğinde ise şişerek tekrar yosun kıvamına geliyor. 14
Yosunlu Somon Kutlamalarda ayrıca yerlilerin bilimsel bir çalışma için DNA örneği vermesi çağrısı da yapıldı. Geçtiğimiz yıllarda bölgedeki bir mağarada bulunmuş olan ve 10 bin yıldan öncesine ait olduğu düşünülen bir insana ait DNA ile günümüzde bu bölgede yaşayan yerlilerinkini karşılaştırmayı ve aralarında bağlantı olup olmadığını araştırmayı düşünen bu çalışma, belki de sonuçlarıyla bilimsel olarak da “bu topraklar bizimdir” demeyi sağlayacak.
15
Chilkat robe/blanket Üç günün sonunda dansa, sese, birbirinden güzel el emeği göz nuru işlere doydum. Amerikan yaşam biçiminin hükümdarlığı içinden deniz yosunlu yemekler, Kuzgun dilli şarkılar, hızlı modern yaşama inat hala yüzlerce minik cam boncuktan Kartal işleyen eller çıkaran güneydoğu Alaska yerlilerine hayran kaldım. Geleneklerine ve bu topraklarda geleneklerini sürdürmeye olan inançlarına saygı duydum. 1970lerin ortasına dek dillerini kullanmaları yasaklanmış bu insanların dillerini özellikle gençlere zevkli yollarla öğretebilmek için bilgisayar oyunları hazırlamış olmalarını ise içim sızlayarak öğrendim. Vatan, toprak, dil arasındaki organik bağı düşündüm. Türkçe’yi düşündüm. Artık hepimizin bir sürü dilbilgisi hatasıyla konuştuğu, yazdığı; Amerikan kelimeleriyle yamalı olan Türkçeyi; bizim toprakları.
16
Son akşam tüm dans grupları ardı ardına sahneye çıkacak, aramızda dans ederek salondan ayrılarak kutlamalara veda edecek –Grand Exit/ Büyük Çıkış. Salonun en çok dolduğu an da bu an çünkü günlerce yaşanan duyguların zirvesindeyiz hepimiz. Dansçılar ve seyirciler. Şarkılara ya da bu özel dansa katılmamak artık olanaksız. Büyük Çıkış aynı zamanda süprizlerle dolu. Daha önceki günlerde dans etmemiş bazı dansçılar ya da hiç görmediğimiz bazı maskeler bizlerle buluşmak için sanki bu büyülü geceyi beklemiş. İşte Kuzgun adam! Kutlamalarla ilgili fotoğraflarda gördüğüm ilk anda çarpıldığım Kuzgun adam! Sedirden kocaman yüzü, gagası; parlak deniz kabuğundan gözü ve ağaçtan oyma tüylerden oluşan kocaman kanatları ile Kuzgun. Başını tıpkı bir Kuzgun gibi keskin hareketlerle oynatışı, kanatları arkasında toplamış halde yürüyüşü, sekişi ve tam sahnenin ortasındayken kanatlarını yavaşça ama kararlıca açışı. İnsana onca yaşam formundan sadece bir tanesi olduğunu hatırlatan, bizim dışımızdaki yaşamın görkemini, gücünü, milyonlarca yıllık serüveninin 17
büyüsünü hissettiren bir an. Koskocaman, ağır maskenin arkasındakinin Tlingit yerlisi Gene Tagabon olduğunu öğreniyorum ancak yüzünü hiç görmediğim bu oyma sanatçısı benim için o an sadece ve tüm çağrıştırdıkları ile Kuzgun. Tlingit, Haida ve Tsimshian yerlilerinin yaratıcısı kanatlarını açtıkça, bu verimli toprak, dinmeyeceğini düşündürten yağmur, ayı, somon, kartal, sinekkuşu, dağ keçişi,sarı sedir, kutup sumrusu, Kambur balina…. Tüm canlılar, bütün çeşitliliği ile tüm yaşam sahnede. Varoluşlarını kutluyor, birbirlerine olan saygı ve şükranlarını sunuyorlar. Geçmişten geleceğe tüm renkleriyle uzanma kararlılığı ile dans eden yaşam, güç ve umutla dolduruyor beni. Sağ ol yaşam! Gunalchéesh*
* Tlingit dilinde teşekkürler Fotoğraflar : Jno Didrickson ( Kuzgun-Koho) 18
Hacivat ve Karagöz Elbette Öldürülür Onur Keşaplı
Geçtiğimiz ay Derviş Zaim’in Cenneti Beklerken’ini incelerken filmin sinemamızda fetihçilik ya da yüceltme yapmayan ender tarihi filmlerden biri olduğunu söylemiştik. Bu ay hem tarihi hem komedi türünde sayılabilecek bir filmi, Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü’yü ele alacağız. Sinemamızın sabıkalı olduğu iki türü başarıyla harmanlayan yapım tarih ve güldürü işlevini fazlasıyla yerine getirmenin yanında eleştirisini, muhalif duruşunu ve politik tercihini de açıkça işlemektedir. Senaryosunu Levent Kazak’la birlikte yazıp filmin 19
yönetmenlik koltuğuna oturan Ezel Akay, önceki filmi Neredesin Firuze’de de güldürüsünün yanında sisteme ve piyasaya eleştirilerini de aktarmıştı. 2005 yapımı bu filminde benzer bir anlatıda ilerleyen yönetmen, kalabalık ve güçlü kadrosunun da katkılarıyla izleyicide iz bırakan bir eser ortaya koymuş.
Ezop’un bizlere anlattığı filmin merkezinde yer alan Hacivat ve Karagöz, Bektaşi fıkraları, Nasrettin Hoca ve Aziz Nesinlerle birlikte zengin Anadolu mizahımızın en önemli aktörlerinden olmuşlardır yüzyıllardır. Gerçekte yaşayıp yaşamadıkları bile kesin olmayan bu ikili rivayetler üzerine yer etmiştir kültürümüzde. Bu rivayetlerden en çok tercih edileni ise Orhan Gazi döneminde Bursa’daki Cami inşaatında çalışan ve atışmalarıyla herkesi güldüren 20
Hacivat ve Karagöz’ün işi yavaşlattıkları gerekçesiyle idam edilmeleridir. Bu rivayetin devamında ikilinin idamına çok üzülen Şeyh Küşteri’nin Hacivat ve Karagöz’ün kuklalarını yaparak perde arkasından onları oynattığını görürüz. İşte ünlü gölge oyunumuz ve kimilerine göre Sinema tarihinde dahi yer etmesi gereken ışık-gölge mizanseni bu şekilde ortaya çıkmıştır. Ezel Akay’ın Levent Kazak’la birlikte senaryoyu yazarken öyküyü üzerine oturttuğu rivayet de budur. Yönetmen filmde ikiliyi göbek deliksiz biçimde tasvir ederek aslında hiç doğmamış olduklarını hissettirir bizlere. Bunun yanında yüzyıllar boyunca konuşulacaklarının da altını çizerek doğmamış ölümsüzler şekline büründürür Hacivat ve Karagöz’ü. İkilinin karakterlerinden bahsetmek gerekirse Hacivat’ın kurnaz Karagöz’ünse saf olduğunu belirtmeliyiz öncelikle. Hacivat daha kültürlüdür Karagöz ise halk adamı ve patavatsızdır. İşsiz olan Karagöz Hacivat’ın bulduğu işlerde çalışır. Öyküleri de karşılıklı atışmalar, taklitler üzerinden güncel konulara mizahla birlikte eleştirel yaklaşım getirmektedir. Tarihsel olarak filmin geçtiği dönem 14. yüzyıldır ve Anadolu Selçuklu İmparatorluğu Moğol akınları sonucunda yerlebir olmuştur. Anadolu’da hâkimiyetini üç yüzyıl önce kaybetmiş Bizans’ın durumu ise Selçukludan farklı değildir. Bu yıkıcı güç karşısında çok başlı bir yapılanmayla Anadolu Beylikleri dönemi başlamıştır. Osmanlı Beyliği de Bizans’a sınır Türk beyliği olarak imparatorluğa erişecek gücünün tohumlarını atmaktadır. Anadolu’da Türkmenlerin Şamanizm’i yaşamaya devam ettiği dönemlerdir ayrıca bu yıllar. İşte böyle bir süreçte hüküm sürmektedir Orhan Gazi ve Ezop bize öyküsünü tüm bunları arka plana yerleştirerek aktarır.
21
Film dönem filmi olduğunu sadece kostüm ve dev planlarla değil aynı zamanda eski Türkçeyi kullanarak da gösterir. Bu riskli bir tercihtir ve sinema salonlarının ses kanallarında boğulan sesler yüzünden filmin “anlaşılmadığıduyulmadığı” şeklinde bir rivayet bile türemiştir. Rivayetlerin ötesinde film dönemi yansıtma konusunda oldukça başarılıdır. Başrolleri paylaşan ve sırasıyla Hacivat ve Karagöz’e hayat veren Beyaz ve Haluk Bilginer performanslarıyla göz doldururlar film boyunca. Özellikle Haluk Bilginer Ezel Akay’la daha öncede birlikte çalıştığı “Neredesin Firuze”de olduğu gibi birazda büyütülmüş oyunuyla keyif vermektedir. İkilinin atışmaları ve film boyunca zaman zaman yüksek bazense düşük seviyede ilerleyen mizah gücü filmi sırtlayan bir diğer olgudur. Ağır küfürler ve bel altı esprilere bayılan bir toplum olarak kaliteli ve yer yer derinleşen bir güldürüyü bizlere layık gördüğü için yönetmene teşekkür etmeliyiz. Zaten önceki filminde olduğu gibi bu filmde de kısa da olsa 22
beyazperde de gördüğümüz Ezel Akay “Benim felsefem cenk etme seviş” diyerek bizzat yaratıcısı olduğu güldürünün parçası da olmuştur aynı zamanda. Filmde ayrıca Anadolu’nun zenginliklerine de adeta saygı duruşunda bulunur yönetmen. Şebnem Dönmez’in canlandırdığı Ayşe Hatun ve beyliğin kadın savaşçıları ister istemez topraklarımızın efsanevi savaşçıları Amazonları getirir akla. Senarist Levent Kazak’ın bizzat canlandırdığı Dimitri karakteri ise antik Yunan oyunlarını sahneler filmde. Yunanistan’dan daha fazla Antik Yunan kentine sahip olan Anadolu’nun tüm kültürlerine sahip çıkmasını isteyen Mustafa Kemal gibi Ezel Akay’da tüm bunları Hacivat ve Karagöz’ün yanına yerleştirmiştir filmde. Ayşen Gruda’nın eski Türk inancı Şamanizm’i sırtlaması da bu konuda bir diğer örnektir. Son olarak yönetmen gölge oyununun kahramanlarından başlayarak sanatımıza da selam gönderir. Şeyh Küşteri’yi resim sanatımızda ve Türk müzeciliğiyle birlikte kültürel değerlerimizi günışığına çıkararak sahip çıkma konusunda unutulmaz yeri olan Osman Hamdi’nin en ünlü resmi olan “Kaplumbağa Terbiyecisi”ne dönüştürür yönetmen. Filmin sonunda gördüğümüz bu kare sanki Anadolu kültürünün yüzyıllar hatta binyıllardır her türlü baskıcı rejime rağmen etkileşimli olarak ilerlediğini kanıtlamak ister. Filmin akılda kalan öğelerine bizzat Ezel Akay’ın elinden çıkan ve yer yer oyuncular tarafından seslendirilen müziklerini de eklemeliyiz. Filmin taşıyıcı kanallarından biri olan müzik bu filmde ustaca kullanılmıştır. Hele hele Ayşe Hatun ve Karagöz’ün karşılıklı söylediği sahnede kullanılan müzik kelimenin tam anlamıyla etkileyicidir. Filmin mizah yüklü diyaloglarının yanında tırnak içine alınarak anılması gereken son derece etkileyici konuşmaları da vardır. Dimitri’nin Sokrates’i aktardığı Antik Yunan sahnesinde “Hakkınla doğmak için önce ölmek gerekir” sözü Hacivat ve Karagöz’ü göbek bağı hicviyle birebir yansıtmanın yanı sıra yüzyıllardır değerini bilemeyip bir şekilde yok ettiğimiz kişilerin ya da değerlerin sonradan anlaşılması gerçeğine göndermedir.
23
Bu söz bizleri filmin kendisini fazlasıyla hissettiren politik göndermelerine yöneltir. Bu konuda filmin merkez karakteri Güven Kıraç’ın artık alıştığımız güçte performanslarından bir diğeri olan Pervane karakteridir. Moğollar tarafından yıkılan beyliklerde kadılık yapan maliye işlerine bakan Pervane büyük bir elmas taş üzerine işlenen yan öyküde bu taşın ve iktidarın peşindedir. Bu süreçte yolu Osmanlı Beyliği’ne düşer. Filmde gericiliğin, yasakçı-baskıcı zihniyetin, yolsuzluğun odak noktasıdır Pervane. Zaten adı da dönem adamı olduğunu pervane gibi dönebileceğini gösterir. Çember sakalı ve onu olur olmadık yerlerde sıvazlaması ne tür bir dönemin adamı olduğunu bizlere fazlasıyla hissettirir. Kadınların savaşçı olmasını siyaset yapmasını istemez. Bu durumdaki Osmanlı’nın değişmesini ister. O’na göre kadının işi evinde oturup çocuk doğurmak ve dolma yapmaktır. Kadının zaafının doğurganlığından geldiğini söyler. Filmin sonunda kadınların silah bırakması kadın-erkek eşitsizliğinin ve teslimiyetin başlangıcı gibidir. Zaten film Anadolu hoşgörüsünün, çok kültürlülüğünün yozlaştırılarak iktidar için kullanılan İslam’la birlikte rafa kaldırılışının da perdeye yansıması gibidir. Cami yapmaya gerek olmadığını bunun yerine kilisenin tepesine minare vurmanın yeteceğini söyleyen Pervane, Ayşe Hatun’dan o kiliseye gidenler ne olacak şeklinde gelen soruya da sakalını sıvazlayarak karşılık verir. Müslümanlaştırma sürecimizi izlediğimiz filmde Hacivat ve Karagöz’ün buldukları “taşın sırrı” çimentoyla birlikte cami inşaatını başarmalarını görürüz. Ancak inşaat sırasına ahilerin başta “yumurta” olmak üzere yolsuzluklar yaptığını öğreniriz. Bunu dile getirende tabiî ki ikilimizdir. Mizahi bir anlatıyla taşladıkları Pervane ve yardakçıları oldukça keyifli bir portreyle çizilmiş dövmeli-uzun saçlı Orhan Gazi karşısında bu duruma düşmeyi kendilerine yediremezler. Bunun üzerine plan yaparak kuruması için sarılmış cami minaresinin kapaklarını açarak çimentoyu akıtırlar. Karagöz’ün şaman annesi o sırada orada uyuyakalmıştır çünkü saatlerce gök tanrıya dua etmiştir oğlu bu işi başarsın diye. Akan çimentoya gömülerek yok olan sadece Karagöz’ün annesi değildir. Türkmen inancı Şamanizm, caminin çimentolarına gömülür aynı zamanda ve hükmünü kaybeder. Tekrar Pervane’ye dönersek Dimitri’nin oynadığı Sokrates oyununun içeriğinden rahatsız olur. İktidara yönelik eleştirilere tahammülü yoktur. Pervane karakteri üzerinden Ezel Akay’ın ülkemiz siyasilerine direk eleştiriler yönelttiğini görürüz. En başta Pervane’nin “çember sakallı maliye bakanı” olduğunu ve “yumurta” üzerinden yolsuzluk yaptığını düşünürsek kime benzediğine dair fikrimizin net olacağını düşünüyorum. Bunun yanında Pervane’nin rüşveti ballandıra ballandıra anlatması ve Hacivat Karagöz tarafından “Benim kadım işini bilir” şeklinde eleştirilmesi 8. cumhurbaşkanı Turgut Özal’ı ister istemez anımsatır. “Benim memurum işini bilir” diyerek rüşveti meşru kılan Özal’ın ta kendisidir. Son olarak ikilinin idamı öncesi mizahı eleştirerek “Mizah bir yumruktur, kime 24
vuracağı belli olmaz. Kime vuracağını bileceksin” der Pervane. Bu söz de birebir Süleyman Demirel alıntısıdır. Bu süreç sonunca idam edilen Hacivat Karagöz, ölürken bile halkı eğlendirir. Ancak bu sahnede Ezel Akay eleştirisini sağcı siyasilerden halkın ta kendisine yöneltir. Gülüp eğlendikleri, keyifle izledikleri ikilinin ölümü sonrası halk “Söz dinlemezlerse, devlete dil uzatırlarsa işte bu olur” diyerek tepkisiz, korkak bir şekle bürünür. Kim bilir belki de asıl sorunumuz bizi yönetenler değil bizzat bizim tepkisizliğimizdir. Filmin sonlarına doğru idamları durduramayan Ayşe Hatun’un feryadını ve dileğini duyarız. Hıristiyanlığını saklamak zorunda bırakılan Ayşe Hatun dileğini şaman anadan ister: “Tarih tekerrür etsin, belki o zaman başka yollar çareler bulunur!”
Günümüzde olup bitenler Ayşe Hatun’un dileğinin kısmen yerine geldiğini gösterir. Tarih aynı olumsuzluklarla tekerrür etmektedir. Mizahçılar, karikatüristler, aydınlar, gayrimüslimler yine baskı altında günümüzde. Zaten Ezel Akay da filmi “Mizahın dikenli gülünü göğsünde taşıyan tüm mizahçılara” atfeder. Sorulması gereken soru başka yollar çareler bulup bulamayacağımız? Hacivat ve Karagöz’ün neden öldürüldüğü sorusunun cevabını yukarıda verdik ancak ülkemizdeki ve dünyadaki düzeni ve bunun savunucularının zaptettikleri kalelerin gücünü gördükten sonra Hacivat ve Karagözler elbette öldürülür gerçeğiyle yüzyüze geliyoruz. Acı ama gerçek olan da bu. Filmin sonunda ekrana gelen “Işık giderse dünya karanlık olur” sözünü sıklıkla hatırlamalıyız ve ampulümüze el konduğunda yaşanılan karanlığı anımsamalıyız. Işığın bizleri hep aydınlatmasının yollarından biri tarihi doğru okuyabilmektir. Bunu gerçekleştirebilmek için de putları parçalayan tarihçimiz Erdoğan Aydın’ın 25
“Nasıl Müslüman Olduk” kitabını sizlere tavsiye ediyorum aziz dostlarım. Önümüzdeki ay devam etmek üzere aydınlık kalın.
26
Ezel Akay ile Söyleşi Ebru Kurtuluş 800’e yakın reklam filmi, yapımcılığını üstlendiği filmler, Neredesin Firuze ve Hacivat Karagöz neden öldürüldü? Yapımlarının yönetmeni Ezel Akay tepkisizlikten çekinirim diyecek kadar eleştiriye açık. Seyircinin ne düşündüğünü merak ediyor, yönetmenliği anlatıcılık olarak görüyor ve bu yüzden lakabı Ezop… Anadolu Üniversitesi İletişim Kulübü tarafından düzenlenen Kampüste Reklam Var 4’de öğrencilerin sorularını yanıtlayan Ezel Akay’la kısa bir söyleyişi gerçekleştirdik… Boğaziçi Üniversitesi’nde mühendislik sinemaya yönelmeniz nasıl oldu?
eğitimi
aldınız , daha sonra
Sanat eğitimi popüler değildi. Aile kararına kalmış bir durumdu. Küçükken evde kukla oynatırdım, sanatı evde yapardık annem çok yetenekli bir kadındı. Mühendislikte yaratma eğilimi vardı, makineler yapacağımı sanıyordum. Nitekim mühendislik okudum, mühendislik misyonu edindim ama o kadar. Sanat eğitimi aslında okul gerektirmeyen bir şey. Okul eğitimi olağanüstü hızlandırır. Boğaziçi Üniversitesinde sanat eğitimi kulüplerde oldu ancak en iyi öğrenme yeri setlerdir. Sette hayat var, bilen, yapan, üreten insanlar var buna adapte olmak lazım. Yönetmenliğini yaptığınız ve yapımcılığını üstlendiğiniz filmleri severek izliyoruz Hacivat Karagöz öldürüldüyü 2.filminiz olarak nitelendiriyorsunuz, diğerlerini filmlerizi izleme şansına ne zaman sahip olacağız? Ne zaman izleyeceğinizi bilemiyorum, sinemacıların kaderidir o. Birinin adı Yargu, öbürü Romalı Celal. Yargu’yu zaten bir sinema eseri olarak planladık Haldun Çubukçu ile, sonra karar verdik roman yapalım çünkü yapısını daha kolay kurabileceğimize inandık. Önce roman olarak çıkardık ama sinema senaryosu aslında. Benim hikayemden Haldun kaleme aldı. Romalı Celal ise Mevlana ve Şems’in trajedisi.
27
Filmlerinizde daha çok Anadolu Ortaçağını anlatıyorsunuz, bu alana yönelmenizin sebebi nedir? 1240 dan 1340 a kadar gecen hikayeler ve hatta 14000lere kadar uzanan bir süreye Anadolu Ortaçağı demek lazım, o dönem hakkında çok az yazılmış ama bu ülkenin bütün kültürel alt yapısının hatta devlet yapısının bile oluştuğu bir dönem. Bir araya gelen unsurlar bu günü yaratmışlar, o güne bakınca bu günü anlamak daha kolay oluyor, tarihten faydalanan bugüne ait filmler yapıyorum. Politik filmler yapmak istediğim için kendime böyle bir alan seçtim, Anadolu ortaçağı bu alanlardan biri. Sinema filmleri, reklam filmleri hangisinde kendinizi daha özgürce ifade edebiliyorsunuz? Kendini belirtmek için reklam hiç uygun değil, çünkü kendin diye bir şey yok. Yaratacılığınızı bir başka şeye, pazarlama harekatının hizmetine veriyorsunuz. Yaratıcı olmak gerekir ancak yaratıcılık her zaman insanın kişiliğini ortaya çıktığı bir sey değil, tam tersine insanın kişiliğini gizlemeye de yarar. Kimlik olarak var olmak istiyorsanız sanat üreteceksiniz, pazarlama hizmeti yapmak ve para kazanmak için de ve eğitim almak istiyorsanız sinema alanında reklam yapacaksınız. Reklam filmleri sinemacılar için ciddi bir okul ama her eğitim gibi onun da ideolojik bir tarafı var o eğitimi alıp sinema yapmak kolay değil ama yapabilirseniz de mükemmel sonuçlar elde edebilirsiniz çok iyi ve aydınlatıcı bir okuldur. Son dönemde çekilen Türk filmlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? 1974 yılında 50 milyon bilet, geçen sene 30 milyon bilet satışı olmuş. Kayıp var ancak bu da seyirci potansiyelini gösteriyor. Sinemaya gitmeyi arzu ediyoruz, bir yandan da kendimizi öğreniyoruz. Türkiye kendini tanımıyor. Birbirimizin kimler olduğunu öğrenmeye başladık. Her türden filmler yapılmaya başlandı. Kalitesiz örneklerde olsa tarz zenginliği var. Bu yıl 120 sinema filminden bahsediliyor. Türk sinemasının geleceğinden umutluyum… Yeni yetişen sinema ve reklamcılara tavsiyeleriniz neler? Bu ikisini birbirlerinden ayırmak için ciddi bir psikolojik çaba sarfetmeleri, bu çaba çok ahlaki bir çaba olmalı. Birinde hizmet veriyorsunuz diğerinde içten davranmak gibi çabanız gerekir. İçten davranmanız çok zor. Nasıl bir garson hayatı boyunca hizmet edip nazik davranıyorsa ve eve geldiğinde onun başka 28
birisi gibi davranması çok zorsa yani onun nezaketinin arkasında bir içtenlik yok hep bir operasyon gereği yapılan bir seyse biz gerçekten nazik mi iddia edemeyiz, müşterilerine nazik davranır. Reklam yönetmenliği ile sinema yönetmenliği arasında böyle bir problem var.
29
Bir Şafak Türküsü: Nevzat Çelik Duygu Yılmaz "Bir yanda yangın vardı, bir çağ yangını. Herkese şu ya da bu oranda bir pay düşüyordu bu yangından. Kıyısında, köşesinde yananlar vardı. Bir de tam ortasında yananlar! Ben, yangının tam ortasında, hem de hiç yakınmadan yananları, etiyle kanıyla, özlemleri, kavgaları ve umutlarıyla duyurmak istedim." Nevzat Çelik 1960,Kastamonu-Boyabat doğumlu bir fikir adamıdır.Her “düşünebileni” yutmaya çalışan kapanlara,her iyi düşünebilen adam gibi,o da takılmıştır.İdam istemiyle yargılanmış,senelerini cezaevinde geçirmiştir.Oysa anlatmak istediği,yananlardır, kavgada tutuşanlardır… Şiirlerindeki renkli bahçelere benzer çeşitlilikleri ve anlamların en zenginini taşıyan vurgularıyla,Ahmed Arif,Nazım Hikmet ve Atilla İlhan gibi ustaların etkilerini taşımaktadır. Nevzat Çelik için söylenesi her şeyi,şiirleri anlatmaktadır.Zira o bu kavganın tam ortasında,hala yanmakta,hala anlatmaktadır… ŞAFAK TÜRKÜSÜ 1 Beni burada arama anne Kapıda adımı sorma Saçlarına yıldız düşmüş Koparma anne Ağlama Kaç zamandır yüzüm tıraşlı Gözlerim şafak bekledim Uzarken ellerim Kulağım kirişte Ölümü özledim anne Yaşamak isterken delice 2 Bugün görüş günü Günlerden salı Islak Sarı bir yağmur Ülkemin neresine bakarsa ay 30
Orada yitik bir anne ağlıyor Sen aralıyorsun yağmuru Acıdan sırılsıklam alnına siper edip elini Sonra bir umut koşuyorsun Yüreğin avcunda ısırırken çırpıntı gözlerini (ah verebilseydim keşke yüreği avcunda koşan herbir anneye tepeden tırnağa oğula ve kıza kesmiş bir ülkeyi armağan koşma anne birdenbire batacak olan düş denizinde yarattığın umut sandalıdır oysa benim için gece ışık hızıyla koşan kısa ve soğuk bir zamandır bu yüzden boğuk seslerle geldiler bir şafak uykusuz yorgun ve korkak 3 sanırım baytardı yüreğimin depreminde rihter ölçeği çatlarken ölebilir raporu veren beyaz önlüklü doktor boşver hipokrat amca üzülme ne olur sen de anne sen de üzülme hücremin dört bir köşesinde el ayak izlerimi ciğerlerimde yırtılan bir çığlıkla hazır beklediğim ve korkunç bir sabırla birbirine eklediğim korkak kahraman gecelerimi düşlerimle sınırsız diretmişliğimle genç şaşkınlığımla çocuk devrederken sıradakine usulca açılıverdi yanağımda tomurcuk 31
pir sultan'ı düşün anne şeyh bedrettin'i börklüce'yi torlak kemal'i düşün anne hala kanaması nedendir faşizmin göğsünde utangaçlığı bile vuramadan yanaklarına yasının onsekizinde ölümüne pervasız yürüyen ince bilekli çıplak ayaklı tanya'nın deniz'i düşün anne her mayıs şafağında uzun uzun döverken darağaçlarını ve o şafaktan doğma onbir yaşını çiğneyip yürüyen çocukları insanları düşün anne düşün ki yüreğin sallansın düşün ki o an güneşli güzel günlere inanan mutlu bir yusufçuk havalansın 4 sıcak omuzlar değerken omzuma buz üstünde yürüdüm yıllar boyu bayraklar ve türkülerle kopunca memelerinden o mükemmel yaşama kurşunlar sıktılar alnıma açık alanlarda ağır kartalların konup kalktığı yalçın kayalardan biriydim ölüp dirildim yeniden güneşli güneşsiz akşamlarda mutlu yarınlar adına özgürlük adına ekmek adına üstüne vardım kuyruğu kanlı itlerin dirilip dönmesin diye hiroşimalar tahtadan atların boynuna çıplak ölümlerle yatmasın diye çocuklar aç gözlerle bakmasın diye çocuklar kardeşlik adına havadaki kuş denizdeki balık adına 32
yürüdüm yıllar boyu dönüp bakmadım arkama ıraktı gözlerim çok ırak izim kalır mı bilmem yürüdüğüm yolda kalsa da silinir gider yalnızca bir ağıt gibi çakılır ardımca gelenlere gözlerimi yaktığım yer 5 tören adımlarıyla ölmek ne garip şey anne kanlı karanlık bir oyunda baş oyuncuyum bütün gözler üstümde sürüyor gecenin karnında şafağa bakan oyun masa üstünde üşüyen bir sigara yanında küçücük bir cam bardak içinde rengi bu gecenin cılız titrek bir kibrit kağıt kalem sandalye geride flu yağlı büküm büküm bir ip ve çingene kuralına uygun değişmez dekoru mudur idam mahkumunun 6 kırılacak cammışım gibi davranıyorlar yüzlerinde zoraki çatılmış bir hüzün oysa birazdan boynumu kıracaklar pul pul dökülecek yaz siyasi eylül'ün ben ölümü asıl az ötede titreyen çingenenin kara killi ellerinde gördüm anladım ki küllenen sigaradır soğuyan bir bardak çaydır benim ömrüm yani benim güzel annem alacaşafağında ülkemin yıldız uçurmak varken oturup yıldızlar içinde kendi buruk kanımı içtim 33
7 ne garip duygu şu ölmek öptüğüm kızlar geliyor aklıma bir açıklaması vardır elbet giderken darağacına 8 geride masa üstünde boynu bükük kaldı kağıt kalem bağışla beni güzel annem oğul tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana elleri değsin istemedim gözleri değsin istemedim ağlayıp koklayacaktın belki bir ömür taşıyacaktın koynunda usul adımlarla yürüdüm ömrümü karşımda kurum kurum-laşan darağacı (tarlakuşu korkmaz ki korkuluktan ökse de olsa dört bir yanı) birdenbire acıdı boynum gelecekler var birbiri ardınca genç yakışıklı ne olur işçi kadınım az yumuşak dik şu kefenin yakasını 9 yaşamak ağrısı asıldı boynuma oysa türkü tadında yaşamak isterdim çiçekleri kokmak ırmakları akmak yaz boyu çobanaldatanlara aldanmak su başlarında aylak sektirmek kavalımı sonra bir çocuğun afacan bacaklarında anavarca kayalıklarına tırmanmak isterdim o güzel günleri görenler arasında bir soluk ben de yaşamak isterdim bir de luvr müzesinde seyretmek gizliden öperken siya-u jakond'u tebessümünden işte o an saçlarından yakalamak dolunayı bir de yirmibeş kilometreden görebilmek nazım'ın gözleriyle pırıl pırıl moskova'yı ölmek ne garip şey anne 34
bayram kartlarının tutsaklığından aşırıp bayramı sedef kakmalı bir kutu içinde vermek isterdim çocukların ellerine sonra sonra benim güzel annem damdan düşer gibi vurulmak isterdim bir kıza 10 künyemi okudular suçumuz malum gecenin kıyısında durmuşum kefenin cebi yok koynuma yıldız doldurmuşum koşun çocuklar çocuklar koşun sabah üstüme üstüme geliyor yanlış mı duydum yoksa erkenci bir horoz mu ötüyor keskin bir acı bilenmiş gitgide yaklaşıyor sonum iri sözlerim yoktu söyleyecek usulca baktım yüzlerine bin yıllık iskeletleri çatırdayarak göçtü ayaklarının dibine korkutamadılar beni anne avlunun ortasında çatık bir kaş gibi duran darağacı bir zaman rüzgarda saçını tarayan telli kavak değil mi boynumdaki kemendi bir öğle sonu bükerken o kız sarı sıcak sevdasını düşünmedi mi söyle anne o çingene bir çiçek bahçesi kadar sıcak sokağımızdan bağıra çağıra geçen bohçacı kadını sevmedi mi çılgınca 11 kurulmuş tuzaklar yok artık yolumda işkenceler zindanlar hücreler savunmak yok mutlu tok bir yaşamı 35
açlık grevlerinde beynimi bir sıçan gibi kemiren mideme karşı kısacası bir çiçeği düşünürken ürpermek yok gülmek umut etmek özlemek ya da mektup beklemek gözleri yatırıp ıraklara ölmek ne garip şey anne artık duvarları kanatırcasına tırnağımla şaşkın umutlu şiirler yazamayacağım mutlak bir inançla gözlerimi tavana çakamayacağım baba olamayacağım örneğin toprak olmak ne garip şey anne ceplerimde el yerine balyoz taşırken korkunç bir merakla beklerken kurtuluş haberlerini ve yüreğimin ırmakları taştı taşacakken ölmek ne garip şey anne uçurumlar ki sende büyür dağdır ki sende göçer ben yaprak derim çiçek derim çam diplerinde açmış kanatlarını kozalak derim gül yanaklı çocuğa benzer yine de oğlunu yitirmek kimbilir ne garip şey anne 12 beni burada arama anne kapıda adımı sorma saçlarına yıldız düşmüş koparma anne ağlama kırıldıysa düş evinin kapısı bütün kırık kapıların çağrılışıyım kızların yanaklarında çukurlaşan biten başlayan aşkların ortasındayım her kavgada ölen benim bayrak tutan çarpışan her kadın toprağı tırnaklayarak doğurur beni özlem benim kavga benim aşk benim 36
bekle beni anne bir sabah çıkagelirim bir sabah anne bir sabah acını süpürmek için açtığında kapını umarım kurtuluş haberleriyle dönmüş olur çam ve kekik kokuları içinde acı yüzlü çocuklar o zaman nasıl indirilmişlerse şen şakrak öylece kalkar uykudan şalterler dişleyip tükürmeden sigaralarını türkü tadında giyinirken işçiler bir sabah anne bir sabah acını süpürmek için açtığında kapını adı başka sesi başka nice yaşıtım koynunda çiçekler çiçekler içinde bir ülke getirirler başlarını koymak için yorgun dizine sen hazır tut dizini anne o mükemmel güne SUNU I güneşi hiç görmedim penceremde ne ay doğdu geceme ne bir yıldız hem sıkış sıkış hem çöl kadar ıssız beş yıldır bir şeyler soluyor içimde II dal olsun diye kuşa uzattımdı kolumu omuzlarıma kadar ekmek ufaladımdı yanılıp da bir kez bile konmadı inip üç adımda bitirdim yolumu evet üç adımdabir tokat gibi çarptı yüzüme duvar dibine çöküp avuçlarımı açtım fakat hangisine sapsam ne çok yol var el eli çoğaltmayınca bir yerde uçurumlaşıyor avuç çizgisi de tek başıma yürüsem şimdi barbaros bulvarı'ndan beşiktaş'a bir vapura binsem ya da motora —kaptan dümen kır üsküdar'a— 37
düşteki gibi ansısam birden koyun gibi yatırılıp kazınmış saçımla ayakkabısızlığım.. pantolonsuz bacaklarımla içinizde aykırı bir yaşamım ben ihbar polis filan.. güvertede tutuklanmadan balığın üstüne martının altına yarı yolda kaldırıp gövdemi atsam bulurdum kendimi ayaklarımın dibinde beş yıldır bir şeyler sürükleniyor içimde yıllarca mektupsuz kitapsız bırakıldım bir elimle yazdıklarımı okudum diğer elimle beş yıldır beş koca yıldır bir şeyler kopuyor içimde III şortum ve şıpıdık tokyalarımla gördünüz beni haydarpaşa hastane girişinde beklerken güneş yanığı teninize renk renk giysilerinize bakarken uzun zincirlerle bağlı kollarımı süzdünüz imgeleminiz hemen de devindi —deli bu deli— yüzdeki buruşmadan duymasa da anlıyor insan biraz kötücül biraz acımaklı baktınız yüreğimi şaşırdım dürterek birbirinizi gizliden fısıldaştınız sıkıca kavranıp kollarımdan özenle geçirildim aranızdan —sizi mi koruyorlardı beni mi bilmem— çocuklarınızı kaparak çamurmuşum gibi sıçradınız iki yanıma ama soru sorandır çocuk-baba anne kim neden bu amca... bir çift dikenli tel yumağıydı gözlerim ağlayamadığımca ağladım yanıtınıza IV gün batınca çocuklar erkenden masallarını dinlemeden derin bir uykuya bir yunus dalıp çıkıyormuş gibi suya 38
kalkıyorlar gözlerinde yıldız gülerken bendim öpen bendim silen anne diye üşüyen korkularını ellerimle şafak yangını yıldızları bendim gözlerine koyup giden sabah bir parça da anneler beni öpüyorsunuz bilmeden tadımı taşıyorsunuz günboyu sıcacık dudaklarınızda yaslandığınız ağaçta benim sırtım çiğniyorsunuz sokakta ayak izlerimi kokladıkça açan güzelim çiçeği ansıyın bir zaman yakama taktım geçerken kulaklarınıza uğultular geliyordur evet siz de vardınız taksim alanı'nda hepten unuttuğunuza inanmıyorum mutlaka omzunuzda omzumun sıcaklığı duruyordur V duysanız anlasanız bir kez beni böyle tek başıma geceleri çığlık çığlığa kalkmazdım ellerimin arasında kanayan alnımla çatlak bir duvar gibi bakmazdım bir elime ateş ötekine barut çizgi çizgi ben mi kazıdım değmesin diye bağlasa mıydım açlık ve ölümle yağarken bulut gençliğimi kakıp durmayın başıma bugünden yarına akardım bir bilseniz neler yaşadım yüzyıl bebek kalır yanımda VI asıldım yüreğinizin kapısına acıyı sevince bölerim su gibi yaprak gibi gülerim çıkmayın dokunmadan bana bir orman gibi yürüyüp elbet varacaksınız ortasına yolun ben yatarım bin müebbet siz çiçeklene-dallana durun 39
MÜEBBET TÜRKÜSÜ I önce kol sonra sürgü sonra anahtar açılır kapı itilirim sırtımdan ben ebedi kiracı kesilmiş hükmüm önce sürgü sonra kol sonra anahtar kapanır kapı bir ömür boyu diri diri içmek için gövdemi dolanır bacaklarıma balçık gibi ağır bir karanlık çırpınsam küçücük pencerede çifte çapraz parmaklık üstünde yüzüme örtülür binlerce kare demirörgü her karesinde oyulmuş bir göz gibi kanar gökyüzü batan güneşim kapının önünde kıpkızıl asılırım biran ranzam tavana ranzam yere ranzam göğsüme çakılı kımıldasam göğsüm boydan boya yırtılacak sanki duvarlarını üstüme yıkacak hücrem adım atsam adım atsam apansız kurşun değdi kanadına kuşun tutun beni önüm berbat uçurum bu kimin sesi bırak torbanı atlas'a ödüldür gökkubbeyi taşımak düş kırıklığına salan salsın gözlerini bırak ranzanda yatak yatakta düşlerin dağınık kalsın yürü delikanlım beton altında toprak uyansın duvarı duvara vur ateş gibi bir ıslık tuttur yürü a benim deli gönlüm yürü kesilmiş hükmün II şarkılar türküler skeçler camdan cama gülücükler -olur böyle şeyler takma kafanı yatarız begecede ay mı var alttan alta katılaşan bir şey olur böyle şeyler takmıyorum kafamı yatarız be.. biter havalandırma eğlentisi de gecenin bir yerinde son sigaranın ateşi kararır dostlar uykuya varır gece sefası bu mevsim açar mı gecede ay mı vardı idamdan müebbete düştüm müebbetten hücreme belki sıcaktı şubat gece karla başladı fakat en güzel yüzünü resminin yüreğime ters kapadım kırdım belleğimin bütün sırrı dökük aynalarını ranzam soğuk ranzam ayaz ranzam kar altımda demir üstümde ışık yanımda duvar üşür ellerim sensiz ellerim öksüz ellerim nerde portakal bahçesi kadar sıcak memelerin dönerim gene duvar gene soğuk gene ayaz 40
düşlerim seni almaz düşlerime müebbetim sığmaz bir dal fesleğen taksan da saçlarına yorulursun güneşi yatırsalar koynuma ısınamam bir yerine vardım ki gecenin sen yoksun III bir yerine vardım ki gecenin sen yoksun sen yüreğimin dağlarında sakladığım kaçak kız seni sunuyor kar yüklü dallarıyla çam ağaçları kimliğin bende saklı uzanıp alsam alnın apak gece balçık gibi yapışıyor ellerime saat kaç tende yaşanmayacak aşkımız anladım tenimde isyan yorgunum ranzama uzansam gözlerimi kapatsam bir daha açmasam beni bu kapkara suskunluk beni öldürecek diyorum avaz avaz düşüyorum asama dikse anam kapımızdan balkona tırmansa akçamların kokusunu sen saçlarından savursan üç yanı sırılsıklam ülkem gibi hep acı dalgalara dirensen yanağından mutlu bir damlanın yuvarlandığını görsem kar da eridi çamur sonra yağmur sokaklar çıplak asfalt makadam bulvar ayaklarda o bildik bıçak acısı haki gömleğinden bir düğme aç ellerimden üşüyorum şafakları yunus çıkarsa ağlarından balıkçılar beter ağlar dudaklarında uzayan sigara külü martı kanatları ve türkü: bir dal fesleğen taksan da saçlarına yorulursun bulaşıyor dilime beni ağzınla sustur susturacaksan IV sabah oldu beni ağzınla sustur susturacaksan gazeteyle uzatıldı mazgaldan dürülmüş bir yangın gibi korkunç acılarıyla ellerime on üç yıl öncesinin vietnam'ı pirinç tarlaları bambu evleri insanları yani kavgaları 1972 trag bang köyü ve temmuz güneşi ve yankee ve napalm yani ölüm bulutları yapışıyor sırtlarına çocukların çocukların bacakları tutuk çığlıkları var fakat ağızlarında boylarından büyük ilkokul çağında saçı kara çığlığı yangın küçücük kızın bant çekmişler göbeğinin altına ne ayıp ne yasak kaçıyor o güzelim çocuk bütün insanlığıyla çıplak elinden tutmalı göğsüme basmalı göğsümde soluklandırmalıyım benim de gözlerim yanaklarıma doğru çekilmeli acıdan ağzımı kulaklarıma dek yırtarcasına haykırmalıyım 41
payıma düşeni almalıyım yedi milyon ton bombadan işte ben her acıda böyle sırılsıklam şaşkınım haykırılmış her çığlık burda benim ağzımı yakıyor durma kanıyor acılarım gövdemin neresine dokunsam kaldırmadan demir parmaklığı insanla insan arasından canım sevgilim ben bu yaraları kabuk bağlatmam V alnım parmaklığa gömülü alnımda tarifsiz hasret dörtbir yanım idam dörtbir yanımda türküleşen müebbet ne bir yıldız kayar üstünden ne bir çiçek açar hücreler burada susuz kör kuyulara benzer her bahar duvara koşar da sarmaşıklar yaz biter yorulur sonunda salkım saçak dal budak ağaçlar gözlerimi içime çevirmesem gözlerim duvarda kurur bir an büyüse suskunluk kulaklarıma kurşun akar belki bu yüzden yüreğimde tepesi karlı dağlar boydan boya karadeniz boydan boya toros akdağ karadağ altındağ cudi ağrı canik aras vurulup öldüğüm kalkıp çocuklar gibi güldüğüm dağlar yakındır eteklerinde dudaklarına özenir kiraz ellerin tüfeğinden çözülür göğsüne ılık ılık kan yürür dişlerinin arasında apak ilkbahar kardeleni uyanırsın tenin buğulanır bilirim dudakların mahmur uykudadır kollarını açıp gerinirsin ormanın bütün ağaçlarınca yeşil dokunabilsem sana çoğalırdım saçlarınca tel tel yüreğimin ırmaklarını aykırı akıtıyorum dağlara doğru süzülüp gelsen suda bir papatya kadar güzel VI saçlarını yastık yapıp yatıyorsun öyle düşünüyorum yorgan diye geceyi dört mevsim üstüne çekiyorsun yaprak düşer ay düşer yıldız düşer kar düşer kurşun düşer üstüne bomba ölüm ayrılık düşer apansız sena düşer aklıma beni ağzınla sustur göğsü isyan göğsü ateş göğsü tomur tomur sena onaltı yaşının heyacanını tarar aynada çıplacık boynu.. el-boruk dağlarında israil konvoyu kıvrılır yılan gibi.. nazi fırınlarından sarı yıldız uyanır aynada gözlerini bırakır gözleri iki yüz kilo bomba içine 504 peugeot'nun büsbütün bir kinle oturur kanatlanır avına sena mehdillah şii müslüman kız 42
sedir ağaçları değil yanan köyleri geçer iki yanından hükmünü okur benim ülkemde filizkıran fırtınası dalların acısı gelir hücremde beni bulur konvoy patır cizze arasında durur.. sena atmaca sena nisan dalları gibisin sena sena fünye fitil ateş.. sena dur ama durma.. gövdesinin dört katı ağır bombayla patlar güzelim kız beni ağzınla sustur susturacaksan VII bu türkü hiç bitmeyecek karanlık sular akıyor içime her dizesi bir fırtına belki soluğum yetmeyecek korkarım teninden avuçladığım buğu uçup gidecek yastığım sımsıkı yastıkta aralanmıyor dudakların kış üşümesiyle durma sırtını dönüyor yatağım bir yangından çıkmışım tepeden tırnağa yanık çekip almışım bir çocuğu çığlığı bende kalmış yana yana dost kapılardan yüzgeri olmuşum su dökenimi aramışım inatla beni ağzınla sustur beni suskunluk kapkara suskunluk öldürecek beni sesi türkümün sesi sağanak yağmurları isterim dur altına sen de sağalır belki ateşi gövdemin duvarla başladı duvarla mı bitecek türküm şu dağlar eteği kuşatma tepesi karlı dağlar şu okul şu sokak şu ev şu ağaç şu bulvar düşünüyorum da sanki bir varmış bir yokmuş benim türküm yangın yeri sevgilim sesli konuş sesli konuş dışarda kalmasın çiçek yüklü dallarıyla bahar balçık gecelerden balçık gecelere çıkıyorum ayaydınlık sabahlara bir de sana inanıyorum VIII benim türküm yangın yeri sevgilim sesli konuş söyle ben türkü söylerken sıkı bassınlar yere yağmurlu bulutları tepelerinde taşısınlar söyle benim gecelerim tepeleme ısırganotu sevgilim dur durak yok bana bu bahar akşamlarından toprak deniz ve kadın kokularıyla dövüyor da kapımı bir karası aşıyor duvarı kahrolası karanlık kibriti çakılmış sigarayım nerede dudakların barut dumanıyla islenmiş belki kararmış saçların çekincesiz yıkanırsın deli çılgın akan sularda 43
sular hırçın sular arsız ben ellerimle yapayalnız kovalanmışım çocukça düşlerimden taşa tutulmuşum balıkları oltada bir deniz gibi ayağa kalkmışım delikanlıyım yıldızsız gecelerde düşlerine kıran girmiş sensiz kupkuru bir dalım güneşin gözüne batan grevsiz işçiyim de ocağı tütmeyen evim öğretmenim diline sözcük sözcük yasak vurulmuş çocuğum elinde bir balon bulut bir dolu umut benekli balonlarım sonra bir varmış bir yokmuş benim türküm yangın yeri sevgilim sesli konuş IX türkü söylüyoruz tahliyecinin ardından nedense yanık yanık birşeyler kokuyor havada ağlamak istiyorum ateş hattından çıkmışım beni ağzınla sustur tam bir hafta aralıksız dövmüşler barikatı kanlı upuzun bırakmışım üç arkadaşımı yorgunum yürürken şarapnel parçası düşüyor göğsümden çekilen ilk dişimmiş gibi alıp cebime koyuyorum daha otuzbir dişim var katıla katıla gülüyorum yaranı avuçlarıma ver ateş hattından çıkmışım yitiyor nöbetçi kulesi ellerim kopuyor parmaklıktan nerede susuzluğun bir yudum su kaldı mataramda ağzımda senin dudakların bir varmış bir yokmuş duvarın dibinde kurt köpekleri ve bolivyalı çavuş guevera'nın sırt çantasında neruda kahkahası ve ezbere okuduğun bizim şairlerimiz geliyor aklıma salt bizim işimizmiş gibi şaşıp kalmışım felâket yakışırmış meğer onlara da ölmek çınar dediğin de gün gelir devrilirmiş usulca anımsa ne derdik aramızda ona hadi anımsa a. kadir amca a. kadir amca a. kadir amca X benim türküm yangın yeri sevgilim sesli konuş söyle ben türkü söylerken sıkı bassınlar yere yağmurlu bulutları tepelerinde taşısınlar söyle ben yokum okulda fabrikada sokakta sen yoksun her adımda bir pusu her pusuda bir sevinç asılı kapılar kapalı pencerelerin perdeleri aralanmaz çocukların oyuntaşı parçalanır camlarda gülmeler açmaz ardına kapının süpürgeyle kurum yığar bir kadın 44
öğrenciler başka işçiler başka bir başka ülkem sen neredesin insan kardeşim nerede neredeyim ben hücremin değil evinin duvarında bitiyor voltam buz gibi titriyor sırtıyla duvara sırtımı dayasam adımlarımı sayıyor bir iki üç... aklı karışıyor gün biter mi ay biter mi mevsim yıl biter mi duvardan duvara ömür biter mi şaşıp kalıyor kapısını açsa kapıma çıkacak ödü kopuyor işte bu insan kardeşimin ölümcül korkusu bu işte ağır mahkumum düşüyorum bütün uçurumları yüreğinin kayalıklarında yeşertemedi henüz bana bir dal paramparça parmaklarım korkusunu sıçrıyor uykusunda XI insan yaralarım kanadı beni ağzınla sustur yaralarım kanamasa gözlerim duvarda kurur kör sağır suskunlukları dipsiz düşüyorum ayırdına varmadan dibini çekiyorlar uçurumun beni dipsizlik kapkara dipsizlik öldürecek beni sözüm kurşun hasretim kurşun kurtuluşum açsana gülün yaprağını uçsana kanadını kuşun sevmesi sevişmek değil gülmesi gülüşmek çocuğunun saçlarını okşuyor elleri dalgın elleri uzak yasaklarca çalışıp konuşup yaşıyor yasaklarca hah desem unutup büyük ellerini kaçacak kaçacak ardında madeni sesler bırakarak keşif kolları çıkar inadına yasak ateşler yak kuşatmalar da kuşatılır bir yerde haber uçur alınıp satılabilen bir ülkenin müebbetiyim ben türküm duvarla türküm yangınla sürüp gidecek gencim delifişek gözlerim bir çift kara tüfek bütün umutlar menzilimde belki kızıyorlar sözlerime henüz bir avuç insan kardeşimi gördüm fakat şaşırmadan ellerini dimdik bakabilirken gözlerime XII benim türküm yangın yeri sevgilim sesli konuş çoğalmasın yangın sesli konuş güzelim insan adın bende gizli gölgen takibinde helikopterin her gece koşar gelirsin düşlerimin çekimine kapılıp kent dağa kavuşur ellerim ellerini bulunca ellerimiz buluşunca düşlerim gece baskınında 45
çam ve ardıç kokularını göğsüme bırakıp kopar yürürsün ellerimin şehvetine sarınıp yürürsün canımın içi kanatlan çarçabuk serçe tedirgini adımların ele vermeden seni.. kaç mahpus yılı düşlerime girip çıktın hep bir umudun allığı düşler ki sınırsız düşler ki yazdan kışa uçsuz bucaksız düşler ki yaşanan yıllara aykırı.. kurumasın istemem rüzgârda salınmadık hiçbir dal minik ellerin yine kabzasında büyüsün silahın devrederken nöbeti fakat bir el değmeli eline acı bir bulut gibi taşıma saçlarını seni ülkem bildim yorulursun arama arama ellerimi ellerimi unut katmer güllerin açtığı dağlardadır aşk ve umut XIII umudum dağlarca yapraklarca umudum halklarca fabrikalar gecekondular.. duyuyorum tıpırtısını varoşların daha fazla dayanamaz bu beton bu demir bu plastik kolumu uzatınca elini buluyorum yan hücredeki arkadaşın eli sıcak elim sıcak sımsıcak umut yaşamak bu yaşamak bu diyorum kesip atıyorum karamsar yerlerimi ve gülüyorum gül sen de yüzünde güller açsın güney afrikalı zencilerin kavgaları erik çiçekleri kadar ak biliyorum nice kavgalar verilmekte bana yakın bana uzak hücre hücre direniyorum kuşatılsam da sayrılıklarla gün gelecek saçlarımın güz savrulması durmuş olacak duvarla boğuşmayacak hiçbir düş hiçbir adım hiçbir ayrılık ve hiçbir sözcük şiirde bir silah gibi patlamayacak ne müthiş bir duygu içerde umudu kıyasıya yaşamak çürütülmek ve öldürülmek olasılığı ağır basarken mutlu şarkıları ve zafer tarakalarını beklemek evet canım gün gelecek nasıl atılmışsam içeri öyle diri ve genç aşacağım yıkılan ilk duvarı oğlu kızı yitik bütün kadınları anam bileceğim sen diye öpeceğim ağzından karşıma çıkan ilk kızı XIV karşıma ilk çıkan kızı sen diye öpeceğim ağzından boynuna doladığım kollarıma ayaz vuracak belki soracağım nerde belinin çukuruna dolan saçların susturacaksa o kız da ağzıyla sustursun beni.. 46
direnmenin güzelliği yüzümüzde kış bahar yaz çok değişmedik fakat ellerimiz büyüdü azbiraz gökyüzünden çalıp yolla uçurtmaları salkım saçak ellerimizde çocuk merakı ellerimiz güzel haberlere aç.. bana ince uçurumlara bakan kar bahar yüklü patikaları anlat ki iz sürücüler tıkanıp kalsın sonlarına bakınca o saat köylere inişlerinizi bir de bir de kentlere kaçamak yün çorapları önemse dağlarda korkarım ayakların donacak.. ağlamaklı oluyorum ne güzel düşlerken kuşanmış günleri kırılacakmış gibi bütün kapalı kapılar bugün yarın bayramlık giysilerimle buluyorum kendimi aynada tıraş olurken ranzamda uyur uyanık düş denizi geçiyor üzerimden alıp getiriyor kovasını küreğini kumdan kale yapan çocukların bulutları yıkıyorum saçlarından gözleri nasıl da umut.. hep umut edeceğiz sevgilim kopacak her yenilgi sonrası sustu sanılan yüreğimizde korkunç bir yaşam fırtınası KİTAP TÜRKÜSÜ ve bir gün eline ustura ağzında sınanmamış allı-pullu mektuplar geçerse bil ki sevgilim ben artık elleri üzerinde yürüyen şaklabandan başka bir şey değilim I koyu karanlık sulara karışıp gitsin korku püfür püfür esmesin mayıs rüzgarları çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından «yıllar var ki böyle öfkelere dalmışlığım yoktu» yıllar var ki böyle öfkelere dalmışlığım yoktu inadına yapış yapış havada bir gülün kokusu kan kırmızı oturmuşum yüreğimin ortalık yerine nerdeyse iz basacak gözlerim avuçlarını aç koyu karanlık sulara karışıp gitsin korku bana çocuklar betimle sokaklarda büsbütün gülen kitapların yakılmadığı bir ülke adı söyle kütfen yıllar var ki böyle öfkelere dalmışlığım yoktu nerdeyse iz basacak gözlerim avuçlarını aç iki eli var insanın bayrak tutmak için biri ötekini neye sayarsanız sayın bıçak mesela 47
kabına sığmaz uzlaşmaz bir eşkiya bıçak çardak altı kavun beyaz peynir ekmek ve rakı bir gün mutlaka evet ama nasıl ey ütopya cehennem öfkeler yuttum gün yirmidört saat cennete çevirmek için güzelim yurdumu çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından kan denizi uykulara kurşunlar çalıp düze ineceğim şu belalı başımı alıp eşkiya oğlu eşkiyayım duvar içre evet koyu karanlık sulara karışıp gitsin korku II canım sana bu mektubu gözlerim dolu yüreğim paramparça yazıyorum eline geçmeyecek biliyorum tepeden tırnağa kedere battığım şu saat bilmek yetmiyor fakat zulüm kanlı bir kene gibi başımda korkunç bir işkence sonrası uzun sakallarımla oturduğum dört ayaklı masamda ne karanfil kokulu bir hemşirenin cebine benzeyen zarfım ne zarfın gül yüzüne kösnül bir öpücük gibi konduracak pulum ne de sigara kâğıtlarının dar boyutlarında başıboş bir hoş koşturacak kalemim var yokluk özrümü kabul etmiyor satır satır karıştı kanıma bir kere kitap ve ben metris direnişi içinden gözlerimi ısırarak elimi kanlı etime basarak yazıyorum bu mektubu dur canım hemen kaynayıp kabarmasın yüreğin bu yazdıklarım yazacaklarımın ne ilki ne sonu sarı saçlarını omzuna vurup okuyamayacaksan mektubumu derim ki sana 48
sardunya kokulu balkonun kapısını aç dağlara bak dağlar bir serin dağlar bir derin bir rahat iyi dinlemeli dağları kulak basıp dinler gibi tepinen karnını bir kadının duyuyor musun çatırdıyor nerde bir zincir varsa kolunda insanın belki bu ses parıldayan otuziki diş afrika karasında bu ses belki dehşetli güzel bir özlemle beklediğimiz haberi melez avuçlarından üfüren salvador'lu kardeşlerimin sesi belki kimbilir fakat hayır neden olmasın bu ses bizim dağlarımızın sesidir bizim dağlarımız kendi esintisiyle savrulan genç kızlarımıza benzer ve bizim kızlarımız korkunç bir sabırla tutuşan bacaklarını gizler gün gelir güneşli günlere yaslanarak sıyırırlar eteklerini bellerine kadar bir anda birdenbire bacakları arasından onbinlerce çocuk taşar kente düşün bir anda bir-den-bire ülkemizde çocuk taşkını neyse canım yaralıyım kanım azaldı benzim bir güz yaprağı gibi sarardı oysa sana anlatacaklarım anlatamadıklarım kadar çok sözü uzatmaya gerek yok dinle iki gözüm yüreğinle kafanla dimdik dinle yıl 1933 10 mayıs berlin 49
berlin'de faşizm kol geziyor berlin sokaklarından yüzbinlerce kitap opera alanına akıyor kitaplar yakılıyor kitaplar be kitaplar kitaplar hiroşima'lı çocuklar gibi yakılmazdan önce sermayenin gamalı uşağı goebels berlin üniversitesi önünde kırkbin kişiye söylev verdi : «alman düşmanlarının kitaplarını yakan ateş yüreklerinizde vatan sevgisini tutuştursun...» ve faşizm dumanında boğulacağını bile bile aç bir kurt gibi indi kitapların üstüne 1933 yılında berlin opera alanı'nda kitaplar yakılacaktı inatçı yağıyordu yağmur koyu mavi gök delirmiş yığıyordu öfkesini bulut bulut ve hitler ve flick ve krupp yani açlık yani savaş yani faşizm oysa benim ne berlin üniversitesi kapısından girmişliğim ne opera alanını sarsarak gezmişliğim ne de bir hücre evinde kahrolarak goebels'i dinlemişliğim var radyodan gene de mümkün değil acısını duymamak buruşup kalıyor ağzımda bak sana söylemek istediğim en güzel söz bir düşün kırkbin insan kirkbin çift el ayak göz bu söylevi ağzı açık dinledi karşı yapının beşinci katında genç bir soprano inledi 50
berlin berlin olalı böyle kanlı bir gün görmedi o günden bugüne senin yaşın benim yaşım artı çocuk yaşı zaman geçti geçmedi fakat faşizmin korkusu çöreklenmiş toprağıma etime kanımı emiyor sürgit kanımda boğulacak itoğlu it çardak altı kavun beyaz peynir ekmek ve rakı bir gün mutlaka.. evet ama nasıl ey ütopya çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından şili şuramda yanılgı ve tarifsiz bir acı merhaba allende onurlu ölüm merhaba su paredon CIA ve richard nixon hayır sizin duvarınız evet su paredon (1) kastilya hançeri merhaba merhaba ispanya uzak asya vietnam merhaba merhaba ho amca kara öfkem mapusum mandela merhaba size de merhaba plaza de mayo anaları şu güzelim dünyamızda savaş ve kıyım şu güzelim dünyamızda sömürü ve zulüm şu güzelim dünyamızda işkence ve bin türlü cinayet yani emperyalizm yani yedi boğumlu akrep yani şu güzelim dünyamızda gökyüzü kadar mavi gökyüzü kadar sonsuz bir özgürlük açana dek davacısıyım bütün kayıp çığlıkların III ince uzun kaşlarına devirip kuşkuyu «iyi ama nedir bu satır aralarında kanayan yıldız» diye sorma neyse yüzünde gülücük gökte yıldız o bilmez miyim fakat neyleyim kanlanıp kararınca mektubum kalmadı başka bir yolum ve duyunca kitapların geceyi yırtarak gelen o tarihsel çığlığını milyonların adına öfkemi kuşandım 51
koğuş duvarını ikiye ayırdım çıktım dışarı -hıncımı anlatabilsem sana bir çocuk gibi kahırlanmak istiyorum bayramlık giysisi olmayan bir çocuk gibi anlıyor musun geçti bizden biliyorum çocuk olamayız artık kar aklığını tanımadan saçımız tenimiz buruşmadan ite kaka yaşlandık kahırlanmak istiyorum oysa bir çocuk gibidışarda birbiri üzerine yığılı yatıyordu kitaplar koridor boyu uzanıp kıvrılarak akıyordu kan tek bir acı dalgası vurmuyordu gözlerine sanki ellerimizden sökülüp götürülmemiş başları kesilmemiş karınları deşilmemiş de sanki okunuyormuş gibi güneşli ellerimizde ayaydınlık ve mutluydu yüzleri elbet mutlu olacaklar ışıyacaklar elbet gün yirmidört saat metris'te kolay mı madrit'i yaşamak yeniden kolay mı bin küsur insanın tutuklu elleriyle çıplak et diş tırnak no pasaran diye haykırması (2) bin küsur insan kaynayan kemik tutuşan et ve birer çift gözden ibaret onsekizer kişiydiler koğuşlarında aralarında aşılmaz duvarlar vardı aşılmaz duvarları sesleriyle aştılar haykırdılar durmamacasına haykırdılar külrengi raflarda göbeklerini açmış harıl harıl direnişi yazıyordu kitaplar silahlı ve kalabalıktılar duvarlar onlar adına yükseliyordu zincirler kilitler sürgüler 52
tank tüfek ve ölüm ve bomba ve korku ve zulüm ve yeryüzünde ve gökyüzünde bütün öldürüm silahları onlarındı bizim kenetlenmiş kollarımız ve kavgasını vediğimiz kitaplarımız vardı erkekler uzun sakallıydı (3) kızların al yanaklarında uzatacak sakalları yoktu yoktu ama herbiri uzun soluk taşıyordu güvercin göğüsleri içinde üfürdükçe dağ soludukça orman yangınlı tepeler üzerinde rüzgarlı bulutlar uçarken dönüyordu tarihin tekerleği fırlayacak gibi milinden onlar etekleri ve saçları içinde tutsaklığı reddettiler ve cephe gerisinden önümüze feodal kafalarımızı kırarak geçtiler metris'in bir ucunda kızlar bir uzunda biz mapus aramızda c blok var c blok'un arka yüzünde arka yüzünün bir gözünde i n s a n s ı l a r yaşar günde beş vakit secdeye varırlar yoldaşlarının kanında abdest alıp ve itirafnamelerini hatmederler korkunun rahlesine diz kırıp biz görüşe giderken kızlar kollarıyla pencereden yüklü birer dal gibi sarkar el ederler el ederiz birini sana benzetirim severim çünkü hepsini seni sevdiğim kadar IV bir yerlerde bir şarkı söyleniyordur gitar telinde aşk tınısı gümüş bir ay oturmuş gitar teline cırcır böcekleri ve yaldızlı kumlar kumda esrik kumda yalın ayak 53
dil diş dudak öpüşüyorlarken tam da dünyadan ve yurdumdan uzak yurduma ve dünyaya yakın kan tadı gibi bir şey ağzımda omuzların üstünde üç maymun neden maymun göz maymun dil maymun kulak bunca önemli mi kirli havayı soluyor olmak ne demekse yemek içmek çiftleşmek uyumak korka korka kapkara umutsuz ne demekse sanıldığı kadar uzun değil tüfeklerin namlusu kurşunların menziline düşmeyen gece dürbünlerinin kâr etmediği ölümlerin ve işkencenin kâr etmediği bir yeri var alnımın hiçbir nalçalı çizme çiğneyemez umudumu sanıldığı kadar kolay bir iş değil bu çekin şiirlerden arabesk gözyaşlarınızı küçük burjuva kaçkınlarınızı alıp gidin romanlardan nerde benim sanatım hani o başkaldıran liselim üniversitelim öğretmenim nerde nerde benim grevim grev gözcüm nerde bu işyerinde grev var ne güzel yakışırdı işyeri duvarlarına dayanışma pankartları neden cesedimin yüzü kaçırılıyor annemden annemin çığlığını kimseler duymuyor neden dörtbir yanım galile galileo nerdesin ey cordano bruno el uzatımı kedi köpek ölüsü bir de insan çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından delirmek gibi birşey susun lütfen kaç lekesiz duvara yapıştı diktatör fotoğraf bilen var mı kaç göz kaç duvarda kurudu portreci ressam defol natürmort sen de sen de daktilo tuşlarında şak-şak'çı aydın demiri döven ateşi eleyen el nerdesin ey 54
iki eli var insanın bayrak tutmak için biri ötekini neye sayarsanız sayın bıçak mesela kabına sığmaz uzlaşmaz bir eşkiya bıçak kolların ucuna beyaz bir bayrak gibi çekilse de yatırsa da kendi gövdesini musalla taşına secdeye kapanıp kalksa da kendi ruhu için duaya yasak bir bildiri gibi taşınacak ceplerde elbet o en mükemmel ürün ve o en mükemmel alet ırmaktırlar belki sağnak yağmurları bekleyen denizdirler belki ufkunda kasırgalar gizleyen dağdırlar belki kalkıp yürüyecek devdirler belki belki bu yüzden topal karıncanın yürümesi duyuluyordu dışarda içerde kızılca kıyamet kopuyordu kendi ellerimizle kitaplarımızı vermezdik buyurun alın yırtın yakın diyemezdik V gün olmuş memedin yaşı yirmiyi bulmuş ağrı'dan kars'tan bitlis'ten van'dan ak-lı kara-lı denizden doğu'dan batı'dan gelmiş gelmiş de metris'e gardiyan durmuş ayışığı ve dumanlı düşleri arasından çekilip alındığı gündü elektrikli elektriksiz copu gördü bir ağaç köküne benzeyen elleri neyin kavgasıdır bu pek aklı almadı delikanlılık da olsa serde kanlı-bıçaklı sevdalara da düşse savunmasız birine eli hiç kalkmadı kızarsa dertlenirse severse bir de toy bıyıklarını çiğner bir de ateşini karartmadan ucuz tütün içerdi 55
herşey erkekçe olsun isterdi isterdi fakat metris'te emir demir'i daha bir keser metris'te askerlik ölümden beter günde iki tayın ekmeğe bir kap nohuta bulgura vatan millet sakarya gardiyan memet silahı matarası kaputu postalı gönlünde kırık sevdası «çanakkale içinde aynalı çarşı ana ben gidiyom düşmana karşı» memede benzemiyor sevgilim memedin yüzü yurduma dönük yayla bakışları dumanlı ve sönük memet köyde memet kentte işyerinde hapisanede her yerde el uzatımı içimizden biri dostumuz kardeşimiz sokak aralarında memet ışıklı bulvarda memet kavşaklarda memet memet toprağın yüreği nerde göğsünü parçalayacak gibi atıyorsa atacaksa orada nöbete yatar memedin elinde amerikan yapısı tüfek dağlarımızda ne arar memet memeeet süngünde ne var memet süngünde ne 56
çocuktur elinde sanki tahtadan tüfek takılı ucuna çakıyla yontulmuş erik dakı kentlerde tutmayla biter mi onsekiz aylık nöbet evlerin sokakların ötesi kırlar tepeler ayak izleri kan damlası sargı parçası kar lapa cızırdayarak söner bir izmarit ete bastırmış gibi ağacın kovuğu kurdun yatağı didik didik uykular tetik kaçılır kovalanır cana daralır kopup gelmiş sanki çocukluktan saklambaç o çukur senin bu ağaç benim patikaya dikkat zehir gibi kusar karaşafaklarına kar senin de kurşunlara göre bir yüzün var dağ büyük ağaç sık orman bir uğultulu kucak düşte tarhana çorbası düşte sımsıcak yatak ey güzel gün ey büyük sabır ey korkunç hasret durdurabilir mi kar fırtınasını sıcacık bir düş kıyasıya üşümüş buzdan bir yontu gibi baksana tavşan kanı ılıcık akıp gitmiş uykusundan çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından vurulmuş da gencecik yana yatmış gibi bir dağ elin tetiğe bulaştığı yere kırağı düşmüş kim duyar gürültüsünü ey güzel gün ey büyük hasret kavgadır biter biter bir yerde elbet çocuktur elinde sanki tahtadan tüfek takılı ucuna çakıyla yontulmuş erik dalı yatırmış gövdesini tam onsekiz ay rehin öder borcunu gün sayarak parmak hesabı alırlar sonra pusatını elinden cıscıbıl kalır tezkeresi ve belleğinde bir ömürlük masal bir çalım uzatır bıyığını saçını sakalını kahvâne meclisinde adamdan sayılır erik dalı sanır kan çoğalır kan geceye taşar yıkılır birer birer etten ve kemikten yükselen barikatlar sayfalar savrulur sayfalar uçuşur sayfalar kana bulaşır sesler gelir bilmem kaç mapus yılı öteden 57
vıcır vıcır bir kırlangıç şafağı içinden duvar uzar duvar yükselir kahrolası duvar bu gelen sesler sorgulama sesidir bu gelen sesler insan olan insanı delirtir ince belli yağız bir attır öfke toynakları altında gök mavi bir ova yayılır sarınır terine yemyeşil bir rüzgâr yelesini ayırır dolu dizgin sürersin kendini sorgu odasına sorgu odalarından sarı saçlarını savurarak sen de geçtin bir zaman korkma ve anımsa ağzında haykıracak çığlığı olanın bir serçe gibi koparılamaz başı VI kapının karşısında büyücek bir masa duruyor masanın üzerinde biri diğerine yabancı iki el bir kıyım silahına yapışmış gibi terli ve soğuk iki maroken koltuk boş bir araba lastiği ve falaka ve önünde kör duvarın patlamış kara kumral tabanları tırnakları dökük ayakların tavanda bir uzun askı demiri askı demirinden kayışlar sarkıyor inip kalkıyor kalkıp iniyor kayışlarda kadın ve erkek kolları irili ufaklı kum torbaları çocuk yenleri gibi ıslak gözbağları ve manyetoya bağlı kırmızı uçlu teller sopalı sopasız işkenceciler ve diğerleri gece saat iki birinci işkenceci gençten yakışıklı saçlarını ikiye ayırmış ortadan 58
bacaklarında paçası dar plili bir pantolon henüz toy eklemlerini birbirinden ayırmakta parçalamadan bağırsaklarını bir insanı kazığa oturtmakta ve kaldırıp penceren atmakta takılıp kalmasa aklına yatakta savruluşu sevgilisinin korkunç bir merakla bekleyecek sonunu işkencenin ikincisi aksayan bacağıyla allahına yan bakar bir bit gibi kırsam kadınsı omuzları üzerinde yükselen armut kafasını kilosu kadar insan ve kitap kanı akar üçüncünün en büyük merakı akıma tutulan cinsel organların yaralı bir güvercin gibi çırpınması sabaha kadar bulamazsa eğer bir insan ya kendinde deneyecek kırmızı uçlu teli ya bir tutuklu kaldıracak uykudan bir yanından bakılsa öbür yanı görünür dördüncünün ama her kitabı kırk düğümlü ipte kırk kez sallandırmaktan yana fikrimce çok iyi biliyor kime doğru uçmakta «yayından fırlayan ok» beşincinin yanıbaşında sürükleyecek bir gölgesi bile yok nasıl büyükse cüceler ülkesinde gulliver öyle büyüktü odanın ortasında çakılı duran gözleri bağlı üç kitap biri bilim biri felsefe biri sanat içlerinden biri bir yaprağını devirse üzerine cücelerin bir daha dönmemek üzere gömülürlerdi dibine tarihin besbelli bekliyorlardı büyük bir sabırla çalmasını o saatin insan emeğine kan insan emeğine sömürü bir sülük gibi yapışınca başladı kitap kıyımı 59
isa'yı babasız isa'yı allem kallem doğurmanın sırrını bulmazdan önce meryem yani isa babasını inkâr gelmezden çok önce kötü yola sürüklediği gerekçesiyle gençleri öldürüldü aristofanes havaning adlı cüce başlatmak için uygarlığı kendisiyle ne varsa silip süpürdü çin'den ne kaldı geriye fırat kıyılarında havari'nin yaktırdığı kitaplardan biraz kül biraz duman.. yüreğimde cehennem yangını homeros konfiçyüs augustus şair dedem ovidius boccacio dante montaigne remarque böll einstein marx engels lenin gökçe nazım hasan hüseyin ve daha binlerce güzelliğim yakıldı yırtıldı yasaklandı ve kapatıldı ardına demir kapının silahlar yasaklanmadı hiç öldürmek öldürülmek yasaklanmadı sorgu odaları cezaevleri darağaçları yasaklanmadı sömürgeleştirmek zincirle doğmak zincirle büyümek bir gün olsun gülemedim demek yasaklanmadı yasaklanmadı legal yarı-legal illegal açlık tekelcinin dünyası savaş yasaklanmadı yasaklandı fakat kitaplar insan emeğine kan insan emeğine sömürü bir sülük gibi yapışınca başladı kitap kıyımı 60
en önce ucuz bir roman kapağı içinde ne yapmalı duruyordu iliç belki bu duruma geniş alnını kaşıyarak gülüyordu günsel sen güzelim kadın (4) nasıl da hırslısın çakmak çakmak iki elinle bastırsan patlayacak binbir umutla büyüyen karnın sen bile dayanamadın ellerimizden sökülüp koparılmana oblomov hımbıl adam (5) hırkanı atıp kalktın ayağa bir yıldız gibi kayardın gavroche (6) geceleri paris sokaklarında paris'in sokakları senden sorulurdu paris'in sokaklarında barikatlar kurulurdu anımsa paris'te halk ayağa kalkmıştı fakat ellerinde bir tüfekleri kalmıştı avına kanatlanan bir şahin gibi sen tepeden tırnağa isyan tepeden tırnağa yürek atıldın düşmandan koparmak için birkaç tüfek vurulup düştün sokakları düştü paris'in küfret gene küfret gavroche küçüğüm argo dilini sevsinler senin bin erkek altından kızoğlankız kalkan oynak kalçalı tereza (7) şafak ucunda gecenin hedefini şaşmaz tükrüğünü bir mermi gibi yapıştır ablak yüzüne işkencecinin akhilleus peleus'un oğlu savunuyor diye troya'yı dur öldürme hektor'u hektor bir yiğit adam sen de inat etme Paris kimi seviyorsa helena sunsun ona şarabı elinden hermes haber ulaştır zeus'a poseidon apollon athene ares 61
ey tanrılar durdurun savaşı akhalılar troyalılar gelin tunç kargınızla kalkanınızla bükülmez bileklerinizle gelin gelin hep birlikte gömelim işkenceyi ülkesinde hodes'in julius fuçik ibrahim çilemiz bitmemiş bitmemiş kardeşim VII sevgilim çilemiz bitmemiş delirecek şu duvar küçük küçük adımlıyordun yasak bir afiş gecesini konuşmasını öğreniyordu insandan önce duvar vurup duruyordu caddeye serseri bir ayaz çılgın gibi bütün ağaçlar nisan sonu muydu? aklımı-fikrimi çelmiştin bir gelincik açmıştı içimde toyluk işte bayram yerine gider gibi gelmiştin anımsa kırmızı boyun atkımı dolamıştım boynuna kınından fırlamış bir bıçak gibi aykırı güzeldin bir gelincik açmıştı içimde aklımı-fikrimi çelmiştin bir gelincik kanatılmıştı sonra kan kırmızı ayaklarım bir durak erkene almıştı geleceğin yolu ne bilsin pusu son buluşmamıza ihanetle kurulmuştu ayrılık bozkır gecelerine kalkan tren gibi bir çığlık göğsüne göğsümün şeklini basıyordum öpüşüyorduk pusu patlıyordu üstümüze ihanetle kurulan sen karanlığa koşuyordun ay buluta kasıklarımda kan kuruyordu ay buluta koşuyordu çıkmadı aklımdan saçlarını rüzgâra yatırışın kapanıp kalmışım beşiktaş'ta bir balıkçı tezgâhına ellerimin altında ıslak bir kedi miyavlaması bir tekme buldu ağzımı dişlerimi tükürdüm ihaneti alıp koydular karşıma seni sordular ihaneti ülkemi seni ve ölümü düşündüm 62
yağmurun tıpırtısı gibi kesildi ayak seslerin ay buluta girdi dedim içimden ay buluta girdi kaç yaşındaydım yirmi hayır yüz belki bin rüzgâr gibi öfkeydim asıldım askı demirine pencereden sarkıttılar inkâr deldim adımı şakağımda tabanca alıp götürdüler bir ıssıza ay buluta girdi dedim içimden inkâr geldim adını münferit filanmış işkence ne büyük yalan obur köpekler gibi bacaklarımın arasında ceryan «bana bir aşk masalından şarkılar söyle» insan ne garip şeyler düşünüyor işkencede bir kitabın denizlerine inerdik olur olmaz iskandil düşürerek varırdık hedefe kürek kürek zorlu birer kartaldık kanat veren gök fırtınalara biliyorum o tren bir daha uğramaz o gara bir sır gibi saklanacak son buluşması dudaklarımızın çığlığıma çığlıklar bulaşıyor yan odadan çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından bir el gelip yapışıyor göğüslerine kızın sunmak için cehennem ağzına elektrik telinin ayak parmakları el parmakları yani aşk tarağı sorgucu sorar sorular sorar gün uzar gece uzar çocuk çığlıkları gelir bir sokak öteden anne olamayacağı düşer kızın aklına aşk yuvası yıldırım düşmüş bir kovuk bir gün mutlaka evet ama nasıl ey ütopya oyuncak tren yürütür bir evde bir dolu çocuk gözler trende gözler ray dönemeçlerinde vuut vuut hayır bu vapurdu tren uzun geceler gibi bir çığlık biliyorum o tren uğramaz bir daha o gara bu kollar bir daha dolanamaz boynuna biliyorum radyatör demirine bağlı bileğimdeki kelepçenin bir halkası bir halkası güzel günlere yok bunun ortası içimde harman sarıları vızır vızır oğul arıları içimde bataklık kuşları leş kargaları içimde tank paletleriyle ilerliyor ihanet en amansız stalingrad savunması beynimde bir ucu öldürülmek işkencenin belki kalır belki kalmaz adın öteki ucu ihanet adın yapışıp kalır belleğine halkın 63
ayaklarımın dibinde çırpınıyor ağzımdan boşalan kan çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından en savunmasız en masum anılarımı yokluyor belleğime bir sıçan gibi sokulan el inadına geliyor aklıma unutmak istediklerim ihanetin menziline girmeyen bir yeri var fakat direncimin bir kilim gibi katlayıp yaktım geçtiğim bütün yolları kimliğim ve allahım yoktu sanki hiç yaşamamıştım kimliğim ve allahım yoktu sanki hiç yaşamamıştım ekmek yasak su yasak düşlerimde serin bir ırmak kalkar yanıbaşımdan bir kere kalkmaya görsün halk güneşli günleri alıp eline göz gez arpacık bir kere kalkmayagörsün... susuyorsa darılma uyanmamak üzere dalıp gitmek bir uykuya uyuma ulan uyuma ulan 'lan 'lan anneni var ya anneni... hani baban... annem benim seni de soruyorlar kardeşim seni de sevgilim sözcüklerle soyuyorlar sizi tarifsiz iğrenç kurşun döküyorlar beynimin ortalık yerine çardak altı kavun beyaz peynir ekmek ve rakı bir gün mutlaka... sesli konuş ey ütopya vakitsiz ötüyordur şimdi kumrular kırlangıçlar vıcır vıcır kırlangıçlar saçak altı hercai menekşeler gecede kaç renk gözlerimde kaç delirecek şu duvarlar mümkünü yok VIII güneşten topraktan senden ve kitaptan uzak hangi sözcüğü kaldırsam altında bir kundak sinsi bir bıçak kolluyor en masum düşlerimi oturmak istiyor yanağımın çukuruna örümcek belki bu yüzden yangın gibi birşey ağzımda herşey benim dışımda herşey benden uzak ey ütopik hamak ne kadar sıcaksın ve ne kadar rahat peki ya neden güzel günler derken ben birdenbire tüfekleşiyor elimde kalem kıyıları koyları yumuşak başlı dağları sevmiyor muyum eskisinden çok her dalından yaşam ağacının koparmayı istemiyor muyum güzel bir an 64
bir sana bir bana kardeş kardeş dünyamızı düşlemiyor muyum ranzama sırtüstü uzanıp düşlüyorum istiyorum seviyorum fakat düşlemekle istemekle değişmiyor bu hayat değişmiyor canım türkçemizin en güzel en sert ve en yumuşak sözcüğü direnmek'i öğrenmeden büyük karflerle yaşayarak şimdi sen uykunun en derininde kavganın en serininde olabilirsin bir kurşunun önünde kurşundan hızlı kaçabilirsin aldı alacaktır canını yaktı yakacaktır saçını ve belki herkes kapatmıştır sana kapısını ve belki senin hiçbir kapıyı çalamıyor elin fakat şundan emin ol ki sevgilim ayaydınlık bir kitap gibi sayfalarını savura aça metris içinden İstanbul'a sarkan çığlığımıza bakıyor güzelim bir dünya 1*su paredon : sizin duvarınız... ABD emperyelizmi 40'lar Komitesi ve CIA eliyle Şili'de karşı devrimi örgütlerken, Allende iktidarının Şili Halkını kurşuna dizeceğini propoganda ediyor, karşı-devrimciler de duvarlara «su paredon» yazıyorlardı. 2*no pasaran : geçemeyecekler... Madrit direnişi sırasında direnişin simgesi olan söz. 3*1983'ün Mart, Nisan, Mayıs aylarında, Metris cezaevinde, «sakal direnişi» adıyla anılan, sakal-bıyık kesmeme eylemi vardı. 4*günsel : Vedat Türkali'nin «Bir Gün Tek Başına» adlı romanındaki baş kadın tipi. 5*Oblomov : Gonçarov'un «Oblomov» adlı romanındaki baş kişisi. 6*gavroche : V. Hugo'nun «Sefiller» adlı romanındaki genç çocuk. 7*tereza : J. Amado'nun «Tereza Batista» adlı romanındaki baş kadın kişi.
65
Yaşamak İstemem Tuğçe Duysak Yavuz Çetin anısına... “Bir halata geçirip boynu, havada asılı kalarak uyumak. Dolaptaki o ne işe yaradıklarını tam olarak bilmediğim ilaçları içmek. Ya da daha kanlısı… Pekte iyi kesmeyen bıçaklardan – şu her gün bileyeyim deyip de ertelenenlerden hani birini alıp hiçbir yeri hedef almadan saplamak. Bilekleri kesmek. Ama tuvalette. Beyaz üzerine kırmızı… Ya da daha romantiği. Bir uçurum, yok aslında adını tam olarak bilmiyorum. Bizim köyün koylarını düşün, yükseklik altı çakıl ve deniz. He işte çıkıvereceksin o yükseğe, içine çekeceksin havayı sonra kendini bırakıvereceksin yere. Çakılların üzerine düşecek bedenin. Dalgalar ayaklarını gıdıklayacak. Belki benimkiler üşür. He işte tam yaşamak istediğini anladığın vakit kalkmaya çalışırken, o düşürdüğün bedenin, hayır kalkamayacaksın. Kimse görmeyecek seni orada ve istemeye istemeye ölmek zorunda kalacaksın. Ölüm vaktini bile anlayamayacaksın. Of of. Anlattım ama sen bakma benim bunları yapmaya cesaretim yok. Hep ölenleri aciz görürdüm küçük aklımda, bunları düşününce anladım ölenler bizden cesaretli, bizden daha gözü kara hepsinin. Yani kendini öldürenlerin… O yüzden ben nasıl ölebileceğimi buldum. Şimdi anlatınca Türkiye’de yaşamanın avantajlarını göreceksin. Rüzgârlı bir günde tüm uyarılara rağmen tabelasının düzelttirtmeyen bir savsağın tabelası düşebilir kafama. Bir maç kutlaması, bir düğün vs vs aniden bir “maganda kurşunu” delebilir bedenimi. Haberlere çıkarım belki: genç Mehmet’in umutları vardı. Öğretmen olacaktı nice gençler yetiştirecekti falan diye bir çağrıda bulunurlar hükümete, magandaların önünü kessinler diye. Akşam eve dönerken çok geç olmayan bir saatte, cebimdeki son parayı vermediğim için bıçaklanırım belki. Yine gazetelere çıkarım. Bak şayet öyle bir şey olursa kesiver haberi as duvara! Başka… Aslında geçen bir sürü bulmuştum. Buldum... Belki inandıklarını aktarmanın yolunu, söz geçirmenin yolunu insan öldürmekte bulanlar tarafından öldürülürüm. Bir bomba bırakıverir bir yere… Şans ya bende oradan geçiveririm yavaşça… Tüm bedenim paramparça olur ve ben ne olduğunu anlayamam. Bir şeyler anlattığını sanır it oğlu. Hadi ben neyse ama ya yaşamak isteyenler! Kanıma dokunuyor yahu. Tam şuramı acıtıyor tüm bu saçmalıklar. Neyse buraya girersem susmam ben. Böyle işte kuzen… Bu yollardan gebermem muhtemel .” 66
“Güldürüyorsun beni be Mehmet. Haklısın tamam ama düşünme bu kadar. Bak düşündükçe bir şeyler yapamamanın acısı artıyor biliyorum, bende senin kadar olmasa da düşünüyorum… Ama ara ver biraz.” “Hangi aradan bahsediyorsun. Karşımda hiç durmadan hareket eden ve benden daha güçlü olan, hakkında pek bir şey bilmemelerine karşın insanlarca bu hayat denilen bir şey var. Ya bilmiyorum gerçekten, saçmalıyorum bazen… Seni de sıktım. Ama bak ya gerçekten böyle olmak zorunda değil. Böyle olmaz zorunda değiliz. Bazen düşünüyorum, hoş bazen demesem daha iyi olur, durmadan bir sürü düşünce geçiyor beynimden. Diyorum ki; “her şey bir ana bağlı.” Bazen ağlıyorum… Suratıma öyle bakma. Bu öyle bir çıkmaz ki çözemiyorum. Çözülmüyor. Bir şeyleri görüyorum evet anlıyorum yorumlar yapıyorum ama sonuç… Sonucu yok kuzen yok.” “Canım benim sana ne desem ki” “Sonu bekliyorum galiba. Bir süper kahraman çıksın istiyor olabilir miyim? Ama yok bak, gerçekten öyle bir beklentim yok. Ne bileyim sanki biri gelecek, bana o kadar basit bir şey söyleyecek ki laf arası. Ya da öyle basit bir şey olacak ki ben sonu bulacakmışım gibi. Of ben gerçekten hastayım! Sence bir insan kendine hastayım diyorsa gerçekten hasta mıdır?” “Hayır değildir. Hadi bak ineceğimiz durağa geldik. Müsait bir yer de…” “ Bak mesela bunu da anlamıyorum. İnmeksek olmaz mı şuanda? Burada kalıp yola devam etmek, seninle konuşmak istiyor canım. Son durağa kadar konuşur daha sonra plansızca dolaşırız. Donuk bir kafe sohbetinden daha sıcak olur. Tamam, saçmaladım ya. İnelim. Bazen fazla cesaret buluyorum kendimde yine öyle bir andayım. Kaptan …” “ Tamam devam edelim zaten şoförün bizi duyacağı da yok. Para üstü vermekle meşgul. Baksana …” “ Bazen, minibüslerin sürekli yolcu almaya çalıştığı vakitlerde, bizlere önlerindeki aynadan bakıp, oturan kâğıt paralar gibi gördüklerinin düşünüyorum. Çok eğlenceli, bir hayal etsene… Zaten o yüzden istiflenmiş gibi yolculuk ediyoruz. “ “ Haklısın ya ama ben kâğıt para benzetmesini hiç düşünmemiştim.” 67
“ Aa bak belki bu yoldan da ölebilirim! Düşün… Sıcak bir yaz günü, tıka basa doldurulmuş, kapısı açık bir minibüste tek suçum kapıya yakın durup, fren esnasında yanımdaki adamın koluna tutunamamak olduğu için ölebilirim.” “ Ya bu kadarı fazla, sürekli ölüm diyorsun! Anlıyorum seni ama dedim ya az düşün, daha az. Hem ne düşünürsen o gelir başına, bir kitapta da okudum geçen.” “ O zaman bu daha da zorlaştırır durumu kuzen.” “neden ?” “ Düşünsene yıllardır bu toprakların ve üzerinde yaşayanların başına gelmeyen kalmamış demek ki çok olumsuz insanlarmış e bizde buralı değil miyiz? Soy yani çekiyor, o yüzden senin dediğini yapmam biraz zor… Espri yapmaya çalıştım ama suratından hiçbir dediğimi anlamadığını görüyorum. Bakma öyle! Sonuç olarak dediğinin saçma oluğunu söylüyorum.” “ Lafı uzatmasan olmaz değil mi ?” “ Olmaz. Ama kasıtlı yaptığım bir şey yok. Sadece bir kelimenin ağzımdan çıkması yeterli, sonra diğerleri peşi sıra geliyor. Belki de aklımdakileri aktarmak isteğimden olabilir. Hoş bazı zamanlar hiç konuşmuyorum… Boş boş bakıp düşünüyorum.” “ Birkaç ay önce arkadaşımın sevgilisi onu terk etti. O kadar kötüydü ki günlerce ağladığını biliyorum. Canım benim, görsen o da senin gibiydi. Bir günü bir gününü tutmuyordu.” “ Emin ol sorunlarımın onun sorunlarıyla yer değiştirmesini çok isterdim. Sevgilimin çekip gitmesi zamanla unutulabilir. Çünkü senin tam olarak yaptığın bir şey yoktur. Senin dışında da durumların böyle olmasını sağlayan güçler vardır. Ama düşündüklerim öyle değil!” “ Bir dinlemiyorsun ki beni. Dinle şimdi! Sonra psikologa gitti. O, ona epey iyi geldi. Bence sende gitmelisin. Günümüzde herkesin buna ihtiyacı var.” “ Sen gidiyorsun yani?”
68
“ Hayır ama... Hem ne diye gülüyorsun ki? Burada sana yardım etmeye çalışıyorum.” “ Yok yok aslında gülmüyorum.” “…” “…” “…” “…” “…” “…konuştuklarımızı düşünüyorum.” “ Hangi kısmını?” “ En sonunu.” “ Psikolog olayı mı? Bak canım, ben seni kırmak için söylemedim. Hiç öyle kırmaya çalışır mıyım seni? Gitsen iyi olur belki. Biz yardımcı olamıyoruz, belki o olur.” “Ben kuzenin olmasam da bu kadar ilgilenir miydin benimle? Ya da sence sorunlarım, arkadaşının terk edilişinin ardından yaşadıkları kadar küçük mü? Ya bak, ben kimsenin bana özel ilgi göstermesini istemiyorum. İstediklerim daha başka bir şey.” “Ne gibi?” “ Ben istiyorum ki insanlar da benimle aynı kaygıları taşısınlar. Gördüklerini kabullenmesinler, düşünsünler. Çözüm üretsinler.” “ He yani Mehmet, ölüm çözüm mü şimdi! Bak ya dediğine.” “ Günden güne insanların benim istediğim ve olması gereken insan tipinden uzaklaştığını görüyorum. Bu yüzden kuzen; benim çözümüm ölüm olabilir, cesaretim olsa.” “ Allah’tan cesaretin yok Mehmet. Bu arada teyzeme anlatmıyorsun değil mi düşüncelerini?” 69
“ … Çok iyi fikir ya! Anneme anlatsam cesareti bulmama gerek kalmadan öldürür beni. Yine espri yaptım. Yok anlatmadım… Senin gibi bir insan bile böyle tepkiler veriyorsa, karşımda onu düşünemiyorum. Saksıdaki bitkiye çevirir beni .” “ Neyim var benim ya? Yardım etmeye, anlamaya çalışıyorum” “Her zaman anlamak çözmeye yetmiyor işte… Ona bakarsan bende çoğu şeyi anlıyorum.” “Neyim var benim?” “ Suratın direk değişti ya. Kötü bir şeyin yok. İyi niyetinle bana yardım etmeye çalışıyorsun, iyi bir insansın. Olması gerektiği gibi yaşayan birisin.” “ Tamam, o zaman. Sende düzeleceksin bir süre sonra, merak etme.” Burnunda hafifçe bir sızı hissederek; “ Eminim öyledir… Müsait bir yerde indirir misin kaptan !!!”
70
Yanılsama, Büyü ve Sanat Onur Keşaplı Yanılsama, büyü ve sanat sözcükleri öyle sözcüklerdir ki sözlükte anlamlarına baktığınızda asla tatmin olmazsınız. Yanılsamanın sözlüklerdeki karşılığı “var olan bir uyarıcın değişik algılanması” olarak geçer. Büyünün sözcükteki anlamı ise “doğa yasalarına aykırı sonuçlar elde etme iddiasında olanların başvurdukları gizli eylem, işlem ve davranışlar” dır. Son olarak sanat sözcüğünün anlamı ise “bir duygunun, bir tasarının veya güzelliğin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılık” şeklinde sözlüklerde bulunmaktadır. Elbette bu kelimelerin tarih içinde insanlar tarafından yüklenmiş oldukları anlamlar bu tanımlardan çok daha fazla ve derindir. Bu derinliklerin sonucunda bu üç sözcük birbirleriyle de bağlanmış durumdadırlar. Yanılsama ve büyü birbirlerini tamamlayan kelimelerdir. İnsanlar herhangi bir şeyden büyülendiklerinde algılarında bazı farklılıklar oluşmaya başlar. Olumsuzu bir şeyi dahi olumlu görebilecek oranda yanılsama yaşayabilirler. Büyü alıcıların algılarını olumlu ya da olumsuz etkileyerek onlarda yanılsamaya sebep olur. Zaman zaman televizyonlarda gördüğümüz sihirbazlarında yaptıkları büyü gibidir ama aslında sadece yanılsamadan ibarettir. Bunun dışında kişi bir durumu ya da nesneyi yanlış algıladığında o durumu ya da nesneyi gerçeküstü bir şey olarak yani büyü olarak da görebilir.
71
Büyü ve sanatın bağlantısı ise biraz daha derindir. Bakmayı bilen herkes sanattan büyülenir. Yeter ki algıları tümüyle açık olsun. Örneğin Michalengelo’nun Sistina şapelinin tavanına yaptıkları kendi gözüyle görenler için sanattan öte büyü gibidir. İnsan o tavanın altında büyülenmeden geçemez. Ayrıca sanat insanoğlunun büyü yapabileceği en güçlü olgudur. Yukarıda gördüğümüz anlamında büyü ancak sanatla gerçekleşebilir. İnsanoğlu sinemayla, tiyatroyla, edebiyatla, şiirle, heykelle, resimle ve diğer tüm sanat dallarıyla var olmayanı ya da doğanın yasalarında bulunmayanı yaratabilmektedir. Picasso’nun geliştirdiği büyük akım, Kübizm doğanın kurallarına adeta meydan okuma gibidir. Ya da Lucas’ın Yıldız Savaşları serisinin var olmayanı hatta belki de asla var olmayacak olanı perdeye yansıtması gibi. Sanat gerçek olabilecek tek büyüdür.
72
Yanılsama ve sanat ise çeşitli yönlerden birbiriyle ilişki içinde olan sözcüklerdir. Özellikle resimde her alıcı farklı bir gözle baktığından aslında herkes de biraz yanılsama gerçekleşmektedir. Örneğin ünlü sürrealist sanatçı Salvador Dali’nin 1938 yapımı “Apparation of Face and Fruit Dish on a Beach” adlı eserinde izleyiciler yanılsamadan kaçamaz. Bir kişi öncelikle tasmalı bir köpek görürken diğerleri resmin tam da orasında enfes bir doğa manzarası görebilir. Aynı resimde alıcı öncelikle bir yüz görürken bir diğer alıcı eserin o noktasına baktığında beyaz bir kupa görebilir. Sanatta insanlar yanılsamaktan kaçamazlar çünkü her biri farklı bir bakışla gözlemlemektedir. Yani kendi algımızda sanata baktığımızda yanılsama yoktur fakat eserin tümünü ele aldığımızda yanılsama kaçınılmazdır. Maalesef sanat gibi güçlü bir “büyü” tümüyle çıkar amaçlı da kullanılmaktadır. İnsanların son derece doğal olan yanılsama özelliğini yanıltmaya çeviren yapıtlarda mevcuttur. Örneğin sinemayı dünya egemenliğini yayma ve ebedi kılma amacında bir silah olarak kullanan Amerika ideolojisinin son derece çarpık yanlarını bile sanatın büyüsü altında çarpıtarak alıcıları son derece sahte bir şekilde yanılsamaya yöneltmektedir. Rocky 4 filmi belki de bu konudaki en yoğun örneği içeren sözde sanattır.
73
Görüldüğü gibi bu üç sözcük birbirleriyle yakından ilişki içindedir. Ve bu ilişkinin boyutları asla tam olarak anlatılamayacak kadar yoğundur. Bu üç sözcüğü aslında birbirine bağlayan sözcük büyüdür. Büyü yanılsamayı doğurmaktadır ve büyü aynı zamanda en gerçekçi hatta tek gerçekçi haline sanatla kavuştuğu için sanatta yanılsamayı doğurmaktadır. İnsanoğlunun bu üç önemli sözcükle yaşadığı karmaşa tarihin başlangıcından beri hep var oldu ve ebediyen karmaşıklığı daha da artarak var olmaya devam edecek. Her ne kadar bu “büyüyü” sömürmek isteyen beyinler hep var olacak olsa da.
74
Geçişler/Geç-İşler Duygu Yılmaz * Evlerinden 5-6 yıl önce gözükürdü deniz.Şimdiyse gemiler yerine,beton evlerin bacalarına bakıyordu pencereleri.Martılar da çıkamıyordu artık o uzun gökyüzüne, yetişemiyordu kanatları,baca dumanlarıyla mücadaleye.Yokuş aşağı,gücünün elverdiği son hızla koşarken,geceden demirleyen gemilere hem gözü,hem gönlü takılırdı.Hava karardığında, yüzerek gitmeyi hayal ederdi herhangi birine.Onlarda olmak isterdi,denizde olmak…Ne kadar uzağa giderse,o kadar büyüyecekti düşleri ve düşleri büyüdükçe,azalacaktı fakirlikleri.Uçsuz bucaksız maviliğe dalardı hep gözleri. Sonra,önünde karıncalar kadar telaşlı koşuşturan akranlarını gördü.Koşturmalıydı o da,yetişmeliydi onlara;ama acelesi yoktu sanki,öyle hissediyordu.Deniz hemen oradaydı çünkü,hiçbir yere kaçmıyor,onu bekliyordu… Bir gün,babası eve gelmemişti,sonraki her gün,öncekilerden farklı,o gün gibi geçmişti.Sadece,her zamankinden daha telaşlıydı evdekiler,sadece daha yoksuldu akşam sofraları ve keyif çayları keyifsizliğe yenik düşmüştü… Yokuşun sonunda durdu;artık deniz görünmüyordu.Heyecanla doldu içi,koşar adım geri tırmandı o dik yokuşu.Kalbi hızlı atmaya başladı.Sadece böyle geçecekti ağrısı geçmişinin,biliyordu.Koşmaya başladı tekrar,denize doğru koşuyordu kalbi.Durdu yine.Akranlarının koşuşturduğu yer geldi aklına.Kafasını çevirip,bahçesinde sadece kavak hışırtılarının söyleştiği soğuk binaya baktı.Maviliğe kenetleyip çocuk gözlerini,”boşver”,dedi içinden,”zaten geç kaldım…” Doğduğu yerlerden nicedir ayrıydı bedeni,her ne kadar burada yaşasa da ruhu,2 kış geçirmişti başka kentlerin koynunda.Giderken acımıştı içi;ama hiçbir sancı gurbete düşmek için,elleri üzerinde tutulan sebebe engel oluşturacak kadar kuvvetli gelmemişti.Gücü olsa bile,hayat izin vermezdi buna.Yeni olan her şeyden,nasıl olacağını bilememenin verdiği sıkıntıyla uzak durmuştu hep.İnsanlar -ölümden mesela-,bu yüzden korkmazlar mıydı zaten?Yaşamanın verdiği tüm sancılara ve şanssızlıklarına rağmen,ilk adımından sonraki gidişatı bilmedikleri bir yolculuğun iyi olabileceğine niye inanmazlardı ki o zaman?Bu şehirden ayrılırken,korkmadan gidebilmişti;çünkü biliyordu ki,gitmeden önce 75
kurduğu tüm bağlar,zaman durdurulmuşçasına aynı kuvvetle dayanacaktı hayata. Şehrin girişi yine öyle olacaktı,o eski evler,yıllara rağmen aynı ihtişamla nefes alacaktı.Büyük ağaçların sırtını dayadığı dağlar yine yeşerecek,sararacak,çiçeklenecekti.İlk aşk,her zaman olduğu gibi,onu sahildeki bankların en eskisinde bekleyecekti.O değişmemişti çünkü,yaşadıkları da değişemezdi… Denizdeydi.Kafasını kaldırıp,yüzünü döve döve yumuşatan rüzgara inat,gözlerini bahçelerinde çocukluğunun geçtiği evlere çevirdi.Pembe çiçekler,hala o beyaz evlerle fısır fısır denizi konuşuyordu.Sahildeki lokantanın yaşlı köpeği,yine iskelede uyukluyordu.Meydandaki çınara hala rengarenk çaputlar bağlıydı.Kocaman bir gülümseme yayıldı yüzüne,her şey aynıydı,tam istediği gibi! “Bir tek umut uyuşturur insan yüreğini,sakın ola boş yere ümitlenme”,derdi babası.Dönerken,ilk defa dinlememiş babasını ve ümitlenmişti,her şeyin eskisi gibi olacağına dair.Çünkü karanlıktaydı artık,yaktığı bir ömür de olsa,bir an önce aydınlanmalıydı. Önce çocukluk arkadaşı karşıladı onu sıla sevinciyle.Küçük bir yerdi zaten burası ve öylesine inanmıştı ki özlemine,kimi görse en sevdiklerinden olacaktı…Sonra ilk aşkı karşıladı onu,tam da beklediği gibi!Parladı gözleri,yıllardır sakladıklarını söyleyecek tek vakit gelmişti işte.Birden,vazgeçti söyleyeceklerinden.İlk aşkı,son aşkını çoktan küllendirmişti farklı hayatlarla.Her şeyi anlatıyordu yüzündeki yağmaktan yıpranmış bulutlar.” Anlatabilseydim”, dedi içinden, ”keşke anlatabilseydim”… ”Boşver”, dedi sonra,”zaten artık çok geç, vazgeç…” * Doğruldu yattığı yerden.Yatalı da çok olmamıştı hani,kan uykulara dalamamıştı hiç.Belki birkaç saat olmuştu,diğer günleren daha da fazla;ama bu sabah güneş doğmamış gibi karanlıktı gökyüzü.”Uyanamadım”,diye mırıldandı kendi kendine. Dokunsan dağılacakmış gibi gözüken ve çatlakları bir ölümcül hastalık gibi gövdesinin her bir yanını saran ayna kırıklarındaki yansımasına baktı.Yüzünün bir yanında uzun,kenarları dantel işlemeli yastık kılıfının izleri,diğer yanında ise sadece düştüğü yeri yakan ateşlerin,düştüğü yerin izi vardı.Ne kadar yorgun olduğunu anladı oturduğu yerden,aynadaki 76
aksinden,kırıklardan,kendinden.Yatağın diğer ucunda,tüm gecenin,tüm günlerin yorgunluğunu çıkarmak istercesine uyuyan kadına baktı.Ellerini,sanki kaybolmasınlar diye sıkı sıkı birbirine kenetleyip,başının altına sıkıştırmıştı.Ellerine baktı,önce kadının,sonra kendinin.Tek ortak noktaları,sadık ve minnettar misafirler gibi,yerleştikleri yerde dağınık;ama aynı zamanda toplu duran nasırlarıydı.Ne çabuk yaşlandığını düşündü karısının.Yataktan kalkarken,yılların hüznüyle sarılmak istedi kadına.Sonra üşendi,saate baktı.”Boşver”,dedi,”zaten geç kaldım…” * Gözlerini,pencerede eski bir anı gibi kalan koyu kahve lekeye dikti.Vakit,çoktan akşama varmıştı.Yoldan telaşla geçip giden umarsız kalabalığı izledi bir süre.Zamanın birinde,onlardan herhangi biri olduğunu düşündü.Şimdiyse renk renk poşetler geçerken gözünün önünden,nefesi gitgide daralıyordu.Rengarenkti her biri;çoğu beyaz,bazısı siyah ve şeffaf pembe.İçlerinde taze ekmek,yumurta ve domates taşıyan renkler ve renklerin her birini ayrı ağırlıkla taşıyan insanlar… Üzerindeki yer yer eprimiş,atmış ve renkli iplikleri bile sararmış örtüyü sıyırdı. Uzun zamandır hastalık kokan bu odada,yataktan ve sararmış sürahiden başka yalnızca ölüm korkusu vardı.Pencerenin kenarında,boynu,susuz kalmış çiçekler kadar büklümlenmiş;saçları,gördüğü her günle ağırlaşan beyazlıkta bir kadın,sandalyede son günlerini diliyordu.Kafasını kaldırıp,yatakta hareketsiz yatan 40 yıl sürdüğü toprağa baktı.Genç yaşta geçirilen hastalıklar gibi,hastalığı taşıyanların uğurladığı zamanlar olmuyordu yaşlılık hastalıklarında.Bir uğurlanan vardı elbet;ama o da hastalığın kendisi değil,hastalığı taşıyan oluyordu en nihayet. Toprak nefessizleşti aniden,soğudu kışın ilk günleri gibi.Yılların hüznü,ısıtmak istercesine toprak altında yatan tohumu,döküldü sınırsızca.Isınmadı,ısınamadı tohum,uğurlanacak olan,uğurlanmıştı çünkü.Kapaklanmak istedi kadın yıllarına,anılarına,toprağına.”Geç kaldım”,dedi,”çok geç kaldım…”
77
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
78