Azizm Sanat E-Dergi Ağustos 2009

Page 1

Azizm Sanat E-Dergi Ağustos 2009 Sayı 22

Derviş Zaim Sineması

Turgut Uyar

1


Editörden Her daim gergin, çalkantılı ve yıkıcı bir gündeme sahip olan bir ülkede yaşıyoruz ne yazık ki. Üçüncü sayfa haberlerinin gazetelerin tüm sayfalarına hâkim olmaları bu gidişatın göstergelerinden sadece biri. Otuz yıldır devam eden Dev-Sol davası, en az otuz yıl sürecekmiş hissi veren Ergenekon davası, asla sonlanmayacak işsizlik, yoksulluk, yağmalanan doğa, yok edilen kültür ve durmaksızın yüceltilen yozluk… Ama tüm bunların çözümünü bulduk! Hiç durmaksızın imam yetiştirerek, asla imam olmalarına izin vermeyeceğimiz kızlara imamlık öğreterek ve doktor imamlar, avukat imamlar, bilim adamı imamlar, iletişimci imamlar, sosyolog imamlar kısacası süper imamlar yaratarak her sorunu çözeceğiz. Devletin her kademesinin imam olması, TRT ve RTÜK’ün imamlarca yönetilmesi yetmez. Eğer bu büyük açılım başarılı olursa İdil Biret’in konserlerine saldırılar da olmaz, mahalle baskısı da olmaz. Çünkü ortada ne klasik müzik kalır susturulacak, ne şarap kalır yasaklanacak ne de mahalle kalır basılacak. Ve elbette kızlarımızın kaçacağı davulcular zurnacılar tarihe karışacak. Gerginliğe ve yıkıcı gündeme karşı Azizm olarak bu ay sayfalarımızı edebiyatımızın enginliğiyle hazırladık desek yerinde olur. Edebiyatımızın büyük ismi, en büyük destekçimiz Adnan Binyazar gündemi edebiyat gözüyle takip ediyor. Son dönem edebiyatımızın büyük ismi şair, yazar, yayıncı Turgay Fişekçi’yi bu ay yazılar bölümünde ağırlamak bizler için büyük mutluluk. Geçtiğimiz ay yitirdiğimiz iki büyük şairimizi, Kemal Özer ve Süha Tuğtepe’yi anıyoruz Fişekçi’nin kalemiyle. Ayrıca şiir bölümümüzde Türk şiirinin güçlü ismi, büyük ozanımız Turgut Uyar’ı ölümünün yirmi dördüncü yılında saygıyla anıyoruz. Sinema yazılarımızdaysa Türk sinema tarihinde pek bilinmeyen ve öğretilmeyen bir örgütlenme hakkında ilgi çekici çalışmamızla birlikte son dönem sinemamızda öne çıkan yönetmenlerden olan ve en son Nokta adlı yapıtıyla sinemaseverle buluşan Derviş Zaim hakkında makaleyi okuyabilirsiniz. Bunların yanı sıra genç yaşında yitirdiğimiz usta müzisyen Yavuz Çetin’i de anıyoruz sayfalarımızda.

2


Her türlü yozluğa, kültürsüzlüğe, geriliğe sanatla başkaldıranların örgütü Azizm’de önümüzdeki ay görüşmek dileğiyle, Sanatla kalın dostlar…

www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

Ön Kapak: Cenneti Beklerken (2006) – Derviş Zaim Arka Kapak: Tabutta Röveşata (1996) – Derviş Zaim

3


İçindekiler Yakın Dönem Türk Sinemasında Derviş Zaim – Onur Keşaplı

s.5

YFYC – Selin Süar

s.20

Yitirdiğimiz İki Ozan – Turgay Fişekçi

s.24

Göğe Bakalım: Turgut Uyar – Duygu Yılmaz

s.27

Cumhuriyetin Değerlerini Kemirenler – Adnan Binyazar

s.32

Derd-i Aşk – Duygu Yılmaz

s.34

Eskiye, Ustaya Özlem (şiir) – Taner Duran

s.36

Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! – Mustafa Balbay

s.38

4


Yakın Dönem Türk Sinemasında Derviş Zaim Onur Keşaplı GİRİŞ Birçok farklı alanda olduğu gibi sinemada da geriden gelen ülkemizde yedinci sanat, uzun yıllar tiyatrocuların tekelinde kaldıktan sonra 50li yılların sonlarında özgün yapısına yavaş yavaş kavuşmaya başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin halen en demokratik ve eşitlikçi anayasası olmaya devam eden 1961 Anayasasıyla birlikte doğan özgürlük ortamında Türk sineması da bir anlamda altın çağına girmiştir. İlerleyen süreçte 70lere doğru hem nitelikli yönetmenlerin sanat filmleri hem de gişeye dönük yapımlar salonları doldurmaktaydı. Yeşilçam’ın oldukça naif anlatımlı melodramlarından, Metin Erksan’ın kimine göre Ulusal Sinema demelerine, Arzu Film ekolünün sıcak güldürülerinden Yılmaz Güney’in toplumsal gerçekçi, siyasi içerikli yapıtlarına doğru görece geniş bir yelpazeye sahip Türk sineması yılda ortalama yüzden fazla film ortaya koyabilen bir alan halindeydi. Ancak 1980 yılında, faşist 12 Eylül Darbesi sadece siyasi gündemi değil kültürel ve toplumsal yaşantıyı da derinden etkiledi. Baskıcı iradenin sansürcü yaklaşımından ve ülkeye yayılan korku havasından sinema da üstüne düşeni alır ve çekilen film sayısında çok ciddi bir düşüş meydana gelir. Yapım sayısının yanı sıra filmlerin niteliğinde de düşüş, en azından yerinde sayış görülmektedir. Türk sineması ikinci büyük darbesini ise yine 80li yıllarda bu kez askeri değil sivil iktidardan alır. Neoliberal politikaları dünyada belki de herkesten çok benimseyen Özal iktidarı, ideolojik tercihleri nedeniyle gösterimdeki Amerikan filmleri konusunda kotayı kabul ederek Türk filmlerinin gösterim şansı bulmasını ve seyirciyle buluşmasını neredeyse 5


imkânsız hale getirir. 80lerin sonundan 90ların ortalarına kadar sinemalarda Türk filmi yok denecek kadar azdır ve o şansı yakalayan yapımlara da izleyici ilgi göstermez. 1996 yılına gelindiğinde ise iki farklı yapım sinemamıza can vermenin ötesine adeta yeni bir soluk vermektedir. Yavuz Turgul’un Eşkıya’sı sinemada klasik anlatının en yetkin örneklerinden olup yer yer gerçekçi yer yer mitleştirilmiş karakterleriyle ve bizden bir hikâyeyi dünya standartlarında görsellik-aksiyonla birleştirerek milyonlarca izleyiciyi sinema salonlarına çekmiştir. 12 Eylül sonrası kuşak için Amerikan filmlerine kafa tutabilecek nitelikteki ilk filmdir aynı zamanda. Yine aynı yıl çekilen ve o güne kadar alışık olmadığımız İstanbul evsizlerine, daha doğru bir tabirle İstanbul’un küçük insanlarının yaşamlarına, hikâyelerine kamerasını çeviren, sanatsal-çağdaş anlatının halen en güçlü örneklerinden olan Tabutta Röveşata, Derviş Zaim’in ilk ve halen en iyi filmidir. Eğer 2000lerde tekrar Türk Sineması, sanat filmleri, bağımsız yapımlar konuşulursa ve hatta Ulusal Sinema var mıdır tartışmaları tekrar canlandıysa bunda Tabutta Röveşata’nın ve elbette yönetmen Derviş Zaim’in tartışmasız etkisi vardır. Bu sebeple Derviş Zaim, daha yakından izlenmeyi ve incelenmeyi son dönem sinemamızda hak eden isimlerin başında gelmektedir.

6


YAŞAMI VE YAPITLARI Derviş Zaimağaoğlu 1964 yılında Kıbrıs’ta doğdu. 1988 yılında Boğaziçi Üniversitesi İdari ve İktisadi Bilimler Fakültesi İşletme bölümünü bitirdikten sonra İngiltere’nin Warwick Üniversitesi’nde kültürel çalışmalar konusunda yüksek lisansını yaptı. Derviş Zaim 1991 yılında “Kamerayı As” isimli deneysel video çalışmasıyla film çalışmalarına başlamış oldu. 1992’de ise “Rock Around the Mosque” adlı belgeselini çeken yönetmen 1995 yılına kadar televizyonda yayınlanan bazı programlarda yapımcı ve yönetmen olarak çalıştı. Derviş Zaim 1992 yılında ise yazarlık kariyerindeki ilk ve şimdilik tek romanı olan “Ares Harikalar Diyarında” ülkemizin en önemli edebiyat ödüllerinden olan Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandı. 1996 yılında çektiği ilk uzun filmi Tabutta Rövaşata’nın senaryosunu da yazan Zaim bu film ile aralarında Antalya Altın Portakal Film Festivali “En İyi Film”, “En İyi Senaryo”, “En İyi Kurgu” ve “En İyi Oyuncu” ve Uluslar arası İstanbul Film Festivali “Jüri Özel Ödülü”nün de olduğu pek çok ödül kazandı. Özellikle başrollerdeki Ahmet Uğurlu ve Tuncel

7


Kurtiz’iz oyunculuklarıyla göz doldurduğu film yurtdışında en çok ödül toplayan Türk filmi olma özelliğini yaşıyor halen. 1

Derviş Zaim “İlk filmi ‘Tabutta Rövaşata’ da hapishanelerin bile artık almak istemedikleri evsiz Mahsun’un hikâyesi üzerinden İstanbul’un alt kültürüne, sokaklarına, aidiyet sorunlarına ve agorofobia’ya parmak basar. Gerçek bir hikâyeden uyarlanan filmde soğuk gecelerde ısınmak için araba çalan ve sabaha kadar gezdikten sonra arabaları yerine bırakan Mahsun’un hikâyesi anlatılır. Araba çaldığı için sürekli karakola götürülüp dayak yiyen Mahsun’un hayatı, eroinman bir kıza âşık olunca iyice karmaşık bir hal alır”2

1

www.beyazperde.com, Tabutta Röveşata film

bilgisi. 2

Suner, F. Asuman (2002-b), 1990’lar Türk Sinemasından Taşra Görüntüleri: Tabutta Rövaşata’da Agorafobik Kent, Açık Alana Kapatılmışlık ve Dehşet, Toplum ve Bilim, Sayı: 94

8


Öncelikle metropolümüz(mega köyümüz) İstanbul’un alışılagelmiş büyük hikayelerindense küçük hikayelerine, bu acımasız kentin tutunamayanlarına yönelen yönetmen bunun yanı sıra dar mekanlarda, taşralarda sıkışmış hikayeleri izlemeye alışkın olan izleyici ve eleştirmen kitlesine açık havadan, mekansızlıktan

gelen

sıkışmışlığı

vermektedir.

Şehri

boğazın

müthiş

manzaraları, yalıları, hatta görkemli Rumeli Hisarı Tabutta Röveşata filminde Mahsun’la birlikte bizleri sıkmakta hatta boğmaktadır. Elbette bunda tercih edilen puslu, yağmurlu havanın ve soğuk tonlu görüntü yönetiminin de etkisi yadsınamaz. Oldukça düşük bir bütçeyle ve gerilla taktiğiyle kısa sürede kotarılan bu film birçoklarına göre Derviş Zaim’in halen en iyi filmidir. Tabutta Röveşata’da aynı zamanda sıklıkla televizyonun varlığını hissederiz. Hem birebir haber çekimlerine hem de ekrandan haber programlarına tanık olduğumuz filmde bir nevi popüler kültür ya da kültürsüzlük eleştirisi de yapıyor diyebiliriz yönetmen için. Karakterlerin sıklıkla izlediğini gördüğümüz televizyonda filmin son sahnesinde bu sefer Mahsun’un son yakalanışının haberi okunmaktadır. Kameranın televizyon halini aldığı bu planda tüm karakterlerin televizyona yani bizlere, izleyiciye doğrudan baktığını görürüz. Mahsun’un soyadının “Süpertitiz” olduğunu duyduğumuzda ise yönetmenin ince bir espriyle küreselleşen dünyada agorofobik biçimde yaşantısıyla, kültürüyle sıkışmış Türk toplumunun ve bireyinin halini ortaya koyduğunu hissederiz.

9


2000 yılında çektiği ikinci filmi Filler Ve Çimen’de yönetmen “Filler oynaşırken olan çimenlere olur” deyişinden yola çıkarak, çok iyi bir oyuncu kadrosuyla yakın dönem Türkiye tarihine ve devlet-mafya ilişkisine ışık tutmaktadır. Festivallerden yine ödüllerle dönen bu yapımda Susurluk olayını işleyen yönetmen Filler Ve Çimen’de geleneksel ebru sanatını yedinci sanatla buluşturarak ilerleyen yıllarda biçimsel olarak neler yapabileceği konusunda bir ön fikir vermiştir izleyiciye.

10


Yönetmenin 2002 yılında çektiği ve eleştirmenlere göre en kötü filmi olarak tabir edilen Çamur ise, görünürde bireylerin hikâyelerine eğilir izlenimi verirken aslında Kıbrıs sorununa parmak basmayı amaçlamaktadır. Çamur’u “bir yeniden doğuş filmi” olarak tanımlayan Zaim, garip bir nedenden ötürü konuşamama hastalığına tutulan karakterinin gizemli bir çamurdan medet umması üzerinden Kıbrıs sorununa bakmaktadır. Bir röportajında yönetmen “Çamur filminin ortaya çıkmasında etkili olan kaynaklar nelerdi? Kıbrıs’ı bilen bir insan olarak adayla ilgili bir film yapmayı uzun zamandan beri düşlüyordum. Problemin Kıbrıs’ta yaşayanlar için bilinçli ya da bilinçsiz sosyal bir travma oluşturduğunu düşünüyorum. Filmde geçen hastalık motiflerini mevcudiyetini düşündüğüm bu ‘travma’ nedeniyle seçmiş olma ihtimalim var. Bütün karakterlerin iyileşmek ve sağlıkla ilgili takıntıları var filmde. Ali konuşmayı başarmak ister, Temel kafasındakileri dışarıya boşaltmak ister, Ayşe genetik kodunu devam ettirmek ve çocuk sahibi olmak ister. Hastalığı bir metafor olarak 11


seçerek bireyle toplum, bireyle tarih, bireyle mitler hususunda düşüncelerimi tartışmak istediğimi söylersem hata yapmamış olacağımı düşünüyorum”

3

sözleriyle Çamur’u anlatmaktadır. Toplumsal dönüşüme getirdiği eleştiriden sonra Susurluk ve Kıbrıs gibi daha somut siyasi olaylara yönelen Derviş Zaim auteur tanımını kimi çevrelerde hak etmesini sağlayacak yeni üçlemesine giden yolda ipuçları vermiştir. ÜÇLEMENİN İKİSİ - CENNETİ BEKLERKEN ve NOKTA Yönetmenin son iki filmi Cenneti Beklerken(2006) ve Nokta(2008) üçleme olarak düşünülen bir yapının ilk iki parçası olarak görülmeli. Daha önce Filler ve Çimen’de ebru sanatını sinemaya aktaran Derviş Zaim, Cenneti Beklerken’de minyatürü, Nokta’da ise hat sanatını yedinci sanatla yoğurmaktadır. Bu filmlerde geleneksel sanatlar hem teknik açıdan hem de öykünün içine yedirilmesi bağlamında yapıtların iskeleti durumundadır.

3

Zaim, Derviş (2003), Çamur Bir Yeniden Doğuş Filmi, Söyleşi, Söyleşiyi gerçekleştirenler: Nadir Öperli, Fırat Yücel, Altyazı Dergisi, Eylül 2003

12


Cenneti Beklerken’in öyküsü, 17. yüzyıl İstanbul'unda yaşayan minyatür ustası Eflatun'a dayanmaktadır. Bir gün bir Osmanlı konağına götürülen Eflatun, Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanan Danyal adında bir şehzadenin uzak bir eyalette yakalandığını ve idam edileceğini öğrenir. İdam edilecek şehzadenin kimliğinden emin olabilmek için Eflatun'dan isyancının Batılı tarzda bir portresini yapması talep edilir. Eflatun, yanına verilen bir grup seçme adamla birlikte İstanbul'dan Anadolu'ya zorlu bir yolculuğa çıkar. Yolda karşılaşıp yanına aldığı Leyla ile birlikte yolculuğuna devam eden Eflatun, kendisini büyük bir maceranın içinde bulur. Hamasi söylemlerden arınmış şekilde tarihin dehlizlerine dalan çok az sayıdaki filmden biri olan Cenneti Beklerken’in sanatsal gücünü arttıran en büyük etken Derviş Zaim’in minyatür sanatını birebir sinemaya aktarmayı denemesidir. Minyatürün iki boyutluluğunu filmde mekândan mekâna geçerken animasyon olarak kullanmanın yanı sıra, gerçek 13


planlarda da oyuncu-dekor yerleşimini sinemanın 3. boyutundan çıkarıp 2 boyutlu hale getirmiştir yönetmen. Zaman ve mekân boyutunda gerçekliği yok sayan minyatürü filmin birçok sahnesinde beyazperdede görmekteyiz. Filmde kullanılan bir diğer öğe ise aynadır. Ayna filmin birçok yerinde ışığı yansıtan olarak hem mekânı hem de karakterin iç dünyasını aydınlatmaktadır. Danyal’ın Leyla ve Eflatun’dan resmi bitirmelerini istediği sahnede Leyla’nın aynalarla oynaması, bunun kanıtıdır. Loş olan ortamın aydınlanmasının yanında Eflatun’un rüyasına gideriz bu sahnede. Osmanlı’nın gayrimüslimleri devşirip Müslümanlaştırma politikasını filmde yönetmen, Eflatun’un geçmişiyle aktarır. Hırvat kökenli olan Eflatun, çocuk yaşta ailesinden koparılmıştır ve en büyük rüyası annesini görebilmektir. Aynayla aydınlatılan bu içsel rüyada Eflatun’nu mekândan mekâna atlayarak ailesiyle(annesinin kucağında) birlikte görürüz. Filmde aynanın simgesel olarak daha güçlü bir rolünden söz etmeliyiz. Minyatürün zaman kavramını ortadan kaldırdığını söylemiştik. Yönetmenin ayna kullanımı, filmde geleceğin veya geçmişin aktarılmasına yardımcı olmaktadır. Bunun yanında minyatürde olmayan üçüncü boyutu aynanın derinliğinde vermiştir yönetmen. Geleceği göstermesine örnek olarak Danyal’ın oğlunun aynada kurak bir arazide olduğu sahneyi gösterebiliriz. Daha hayattayken onun aynada, çöldeki yansımasını görürüz. Filmin ilerleyen bölümlerinde ise öldürülmesi sonucunda gömüldüğü yerin burası olduğunu görürüz. Gelecekte bulunacağı son mekânı aynadan göstermiştir Derviş Zaim. Filmde resmetme sanatlarından sadece minyatür değildir yönetmenin ele aldığı. Belki filmin merkezini minyatür kadar kaplamasa da Velazquez’in Nedimeler adlı ünlü resmi de filmde etkindir. Resim sanatının tarihinde üç boyutun tuvale ilk kez taşındığı eser olan Nedimeler, büyük İspanyol usta Velazquez’in de en önemli eseridir. Bakanın bakılana dönüştüğü, aynaların görsel olarak etkin olduğu ve adeta hareketin yakalandığı bu eserin Derviş Zaim işi diyebileceğimiz 14


bir benzeri filmde Danyal’ın İspanya’dan Anadolu’ya geçtiğinde yanında getirdiği bir resim olarak karşımıza çıkar. Oğluyla birlikte kendinin de resmedildiği bu resimde Danyal, aynadaki yansıma yerine mehdinin dönüşünü aktarmasını ister Eflatun’dan. Kendi rüyası olarak tanımladığı bu resmin halkın da rüyasına dönüşeceğini düşünür. Her köye bu resmin gitmesini ister. Derviş Zaim’in boyutlarla, mekânlarla ve rüya-yansıma-gerçek bağlamlarıyla bezediği bu etkileyici filminde minyatür sanatının yanına batılı resmi Velazquez’in Nedimeler’iyle eklemeyi tercih etmesi O’nun sanat dünyasına hâkimliğinin de kanıtı gibi. Filmin ilerleyen bölümlerinde Eflatun’un İstanbul’a dönmesiyle birlikte sarayda sorguya alınmasını görürüz. Yakın çekimde Eflatun’un sorgulanmasından başlayarak Danyal’ın kesik başının bulunduğu çuvalı, sırasıyla odadan çıkarak veziri ve ilerleyen bölümde Danyal’ın yenilmesine ve ölümüne sebep olan Osmanlı muhbirinin kareye girdiğini görürüz. Yönetmen burada üç boyutun ne olduğunu izleyiciye ustaca aktarmanın yanında, tüm film boyunca minyatüre çevirdiği perdeyi resme de çevirebileceğini gösterir kusursuz çerçevesiyle.

Yukarıda

değindiğimiz

rüya-yansıma-gerçeklik

olgusuna

değinirken karakterin isminin Eflatun olduğunu tekrar hatırlayalım. Antik çağın büyük düşünürü Platon’un doğu dillerinde adının Eflatun olması ve mağara teorisiyle birlikte gerçeklik-yansıma ikileminde insanlığın bin yıllardır en büyük felsefi tartışmalardan birini ortaya koymuş olduğunu da anımsarsak filmde Cenneti Bekleyen karakterin adının Eflatun olmasının tesadüf olamayacağını görürüz. Doğunun minyatürüyle batının resim sanatının içine Antik Yunan’dan günümüze gelen felsefi tartışmalarını harmanlayan yönetmen 17. yüzyılla birlikte duraklama evresine giren Osmanlı’nın Anadolu’da başta Türkmenler olmak üzere uyguladığı yıkıma, adaletsizliğe az da olsa değinmiştir. Danyal’ı 15


rahatlıkla döneminde Kızılbaş ayaklanmaları olarak tanımlanan isyanlara bağlayabiliriz. Zira mehdinin beklenişi ve Danyal’ın halkın koyunu çalan askerlerini öldürmesi ve halkı Allahın onlara emaneti olarak gördüğünü söylemesi, Anadolu halkına zulmeden iktidara eleştiri olabilir. Halka zulmedenleri yok etmek boynumuzun borcudur diyen Danyal bunun altını iyice çizmektedir. Danyal’ın daha adil olduğunu dile getiren Eflatun da O’nun sanata olan farklı yaklaşımından ve rüya-mehdi konusunda benzerliklerinden etkilenmiştir. Danyal’ın “Halka sadece ekmek değil rüya ve umut da verilmelidir” sözü bu anlamda önemlidir. Kendisini azat etmesi karşısında Danyal’ın davasını köylülere aktarmayı bir borç gibi gerçekleştiren Eflatun, O’nun parasız ve halktan biri olmasının yanında zulme karşı geldiğini de anlatır. Özellikle 12 Eylül sonrası son şeklini alan ders kitaplarımızda kısaca geçiştirilen Osmanlı dönemi Anadolu isyanlarının özünü bir nebze de olsa görmekteyiz filmde. Bunun yanı sıra yönetmen iktidarlara bir diğer eleştirisini de sanata ve sanatçıya bakış konusunda yapmaktadır. Normalde anlamsız bulunan ya da yasaklanan sanatın, işleri düştüğünde nasıl önemli olduğunu filmde Eflatun’la birlikte görürüz. Batılı tarz resmin yasak olduğu topraklarda sırf isyancının kesip başının neye benzediğini herkes görebilsin diye Eflatun’a bunun zorla yaptırılması durumun en bariz örneğidir. “Sanatçılar bizim ağzımız olamaz. Temsil hakkı onların değildir.” Eflatun’dan kurtulmak isteyen askerlerin ağzından dökülen bu sözlerin ve gösterilen tutumun günümüz iktidarlarınca sürdürüldüğünü bilen Zaim tarafından bir gönderme olduğunu düşünebiliriz.

16


Cenneti Beklerken’de Eflatun’un eşi ve evlat acısının kendi öz ailesine duyduğu özlemle birlikte arttığını hissediyoruz film boyunca. Üçlemenin ikinci filmi Nokta’da ise ana karakterin istemeden parçası olduğu ya da engelleyemediği bir suç yüzünden çektiği vicdan azabını izlemekteyiz. Dostoyevski’den günümüze batıda klasik anlatının vazgeçilmezlerinden olan “suç ve ceza” ikilemi Nokta’da doğunun hat sanatıyla bir araya gelir. Minyatürü film tekniğinde kullandığı gibi burada da hat sanatının tekniği olan “elini kaldırmadan” yazma olgusunu filmde oldukça uzun sekans planları usta işi geçişlerle birleştirip sanki tüm filmin bir solukta, elini(kamerayı) kaldırmadan yapıldığını hissettiriyor Derviş Zaim. Tabutta Röveşata’da mekân olarak İstanbul’u, Cenneti Beklerken’de Anadolu toprakları yani kısacası “dışarıyı” kullanan yönetmen burada da Tuz Gölü’nü 17


mekân olarak seçmiş ve asla iç mekâna başvurmamıştır. Tuz Gölü’nün kuraklığı ve susamışlık bir ızdırap hissi uyandırmaktadır. Ayrıca bembeyaz Tuz Gölü hat sanatının kâğıdı işlevi görmekte bu boşluğu oyuncular doldurarak adeta mürekkep görevi görmektedirler. Derviş Zaim Tuz Gölü’nde elini kaldırmadan, oyuncularıyla hat sanatını yapmaktadır. Filmin başında bizi Osmanlı dönemindeki Moğol istilasının hemen öncesine götüren yönetmen din adamlarının Tuz Gölü çevresine Arapça “afallahu anhu” yani Allah Affetsin yazmasını gösterir. Ancak yazının noktası eksiktir ve öyle kalmıştır. Oradan günümüze dönen kamera ve hikâye yine bu noktanın eksik yazıldığı yani Allah Affetsin’in eksik kaldığı yerde ana karakterin kendini affettirme çabasıyla ilerler. Filmin sonunda yığılıp kaldığı an ve yer olarak bakıldığında belki de yüzyıllar önce noktası eksik kalan yazının noktası olduğunu hissederiz. SONUÇ Henüz sadece beş filmi olmasına karşın yakın dönem Türk sinemasında bağımsız kanadın en önemli temsilcileri arasında görülen Derviş Zaim, Tabutta Röveşata’dan Nokta’ya uzanan yelpazede birbiriyle alakasız konulara yine oldukça farklı tekniklerle eğiliyor gibi görünmekte. Ancak bu konuda Zaim’in “Değişik gibi görünen işler yaptığım doğrudur ama işin aslında bu işlerin bir bağlılık silsilesi halinde olduğu da bir yorumdur. Çok farklı olarak göze çarpan filmler olduğu halde devam eden eklemli olan filmlerde vardır. Şunu söyleyebilirim ki değişen şeyler vardır ve bu değişen şeylerin içindeki değişmeyeni korumaya çalıştım”4 sözleri yönetmenin kendi sanat dünyasındaki evrimi betimler gibi. Birey hikâyelerinden yola çıkıp toplumsala hatta tarihsele yönelen yönetmen, özellikle Doğu sanatlarını ele alışı ve sinema tekniğine birebir yansıtması 60lı yıllardan bu yana tartışılan “Ulusal Sinema” tanımının 4

Azizm Sanat, Derviş Zaim röportajı, Mayıs 2008.

18


yeni temsilcisi haline getirmektedir. Benzer bir soruya verdiği yanıtta Zaim “Ulusal sinema bazen geçerli ve işlevli olan bazen kullanıldığında da bir takım problemleri çözmeye iten bir kavram. Burada kültürümüzle, geleneklerimizle ve otantik anlayışımızla bize özgü bir sinema yaratabilir miyiz sorusuna cevap olarak elimden geleni yaptığım söylenebilir. Eğer bu anlamda sorulmuş bir soruysa ulusal sinemayı temsil ettiğim söylenebilir”5 demektedir. Tartışmalar bir yana birçok sinemacını geleceği için sorun teşkil edebilecek kadar başarılı bir ilk filmle sanatına başlayan yönetmenin geldiği noktada eksiklerine rağmen kendi çizgisini ortaya koyması ve yeni arayışların peşinden cesurca koşması bağımsız sinemamız ve elbette bir bütün olarak Türk sineması için umut verici.

5

Azizm Sanat, Derviş Zaim röportajı, Mayıs 2008.

19


…YFYC… Selin Süar İlk bakışta, sinemaya aşina olmayanların DKNY gibi popüler bir marka zannedebilecekleri YFYC, ne zamanın tüketim çılgınlığının getirdiği bir marka, ne herhangi bir siyasi parti kuruluşu adı, ne de bir Amerikan gençlik filminde ponpon kızların tezahüratlarıyla süslenen okul adının kısaltması. 1946 yılında hayata başlayan ve Türk sinemasına büyük emek vermiş yapımcıları bir araya getiren Yerli Film Yapanlar Cemiyeti bağımsız bir kuruluş olarak Türk sinema tarihinde yerini alır. O yıllara kadar uzun süre tiyatro etkisinde kalan ve konuların genel olarak aynı oluşuna dayanan klasik tarzdan çıkılarak yeni arayışlara girilmesi kendini yavaş yavaş gösterecektir. Çeşitli yönetmenler tarafından sinemamıza tiyatro kökenli olmayan oyuncuların girişi, yeni tekniklerin denenmesi, farklı bakış açılarının geliştirilmesi ve en nihayetinde kendi kökenlerini arayan ve bir bakıma ulusal sinema kaygısı taşıyan yapımcı ve yönetmenler YFYC’nin kuruluşuyla bu çabalarının dışa yansımasını netleştireceklerdir. Yerli Film Yapanlar Cemiyeti’nin yönetim kurulunda Türkiye’ye ilk film kamerasını getiren ve Türk sinemasına sesi sokarak yeni bir döneme girilmesini sağlayan, İstanbul Film’in kurucusu ve aynı zamanda sinema sanatçılarına sosyal güvence sağlamaya yönelik kurulan Film-San Vakfı’nın kurucuları arasında yer alan Faruk Kenç, İpek Film’in kurucusu olan İhsan İpekçi, And Film’in kurucusu Turgut Demirağ (Melike Demirağ’ın babası), Doğan Film 20


(1945) ve Halk Film (1947) şirketlerinin kurucusu Fuat Rutkay, Elektra Film’in kurucusu Yorgo Saris, Şark Film’in kurucusu Hikmet Aydın, Ankara Film’in kurucusu Refik Kemal Arduman, Birlik Film’in kurucusu İskender Necef, Ses Film’in kurucusu Necip Erses ve 1975’te Türkiye Filmciler Derneği’nin başkanlığını yapan, aynı zamanda Atlas Film’in sahibi olan (daha sonra kendi adına Acar Film’i kuracaktır) Murat Köseoğlu görev almıştır. YFYC’nin 1948’de yerli film yapanlar adına düzenlediği ‘müsabaka’da, Şukufe Nihal’in eserinden Şakir Sırmalı’nın senaryolaştırdığı haliyle Kurtuluş Savaşı’nda işlenen bir cinayetin soruşturulmasını anlatan 1946 yapımı Domaniç Dağlarının Yolcusu (Unutulan Sır) ‘muvaffak olan film’ olarak seçilir (Yapımcı: Ertuğrul Tokdemir). 1961’de Samî Şekeroğlu’nun girişimleriyle, Kulüp Sinema 7 adında kurulan ilk özel sinema kulübünü, 1963′de Türk Film Prodüktörleri Cemiyeti ve Sine-İş’in (Sinema İşçileri Sendikası) kuruluşu izledi. Türk sineması, yerli yapımlarıyla adını duyurmaya da yavaş yavaş başlıyordu. 1964′de Berlin Film Şenliği’nde Metin Erksan’ın “Susuz Yaz”ı, uluslararası şenlikte en iyi film seçildi ve büyük ödülü kazandı. Yine aynı tarihte Türk Film Prodüktörleri Cemiyeti ve Antalya Belediyesinin çabalarıyla, ilk Antalya Film Festivali düzenlendi ve bir yıl sonra Türk Sinematek Derneği kuruldu. Siyasi olayların ve fikir çatışmalarının fiziksel çatışmalara döndüğü 1965-1980 arası filmlerin de konuları değişmeye başladı. Siyasi filmler yasaklama ve sansüre uğramaya, aydınlar birer birer toplatılmaya başlanması; özellikle de 1975’ten itibaren düşünenlerin beyin göçüne zorlanması, maddi sıkıntılar, ikinci göç dalgasının patlak vermesi ve yakın tarihimizde yaşanan pek çok karışıklığa 21


bir de televizyonun eklenmesiyle Türk sineması çalışanlarının ve sinemaya gönül verenlerin değil maddi güvencesi, nefes alacak durumu bile kalmamıştı. Darbenin peşi sıra Özal yönetiminin yerli filmlere ambargo uygulaması ve yabancı filmlere sinema salonlarını ardına kadar açması, Türk sinemasını ve bu yönde çok işler başarmış olan bütün kadroyu neredeyse bir yok oluşa sürüklemiştir. Sosyalist ülkelerde bile sinemanın bir sanat dalı olması bir yana dursun, bir ticaret, bir gelir kapısı, bir propaganda aracı ve içinde evrildiği kültürü tanıtma aracı olması nedeniyle dünyada hemen her ülkede bir düzene, kendi içinde kanunlara, yaptırımlara ve özellikle de devletin, sinemacıları güvence altına aldığı bir ortama sahip olmasını yalnızca kendi ülkemizde göremiyoruz. Sinemamızın üzerine çöreklenen maddi ve psikolojik baskı (parasızlık ve siyasi baskı) en büyük darbeyi indirirken günümüzde reklam çekerek, dizi yöneterek para biriktiren ve destek bulamadığı için, yapımcı da kendi parasını ‘tehlikeli’ gördüğü işlere yatırmadığı için istediğini söyleyebilmek amacıyla yıllık birikimini

kendi

çektiği,

yazdığı,

yönettiği

filmine

yatıran

yapımcı/yönetmen/yazar (ve bu böyle devam ederse tüm kadroyu bir kişinin gerçekleştireceği bir ekip) batmayı göze alarak, “bağımsız sinemacı” olarak karşımıza çıkmaya çalışmaktadır (Bu konuda, kanımca, son yıllarda en çok da Ümit Ünal’ı tebrik etmek gerek). Bir şeyler anlatma kaygısında olup, dişini tırnağına takıp günlerce aç gezmeyi göze almak da yetmiyor elbet. Her şey hazır, bütün zorluklar aşılmış, ama gösterim izni yok… Elbette bunun nedeni de yine ekonomik sorunlar. Yabancı filmlerin ülkemize girişine, Amerikan piyasasına öylesine alıştırmışlar ki bizleri, sinema 22


izleyicisinin çoğu yerli yapım yerine yabancı yapımları tercih ediyor. Türk filminde eğlenceli görüntüler, sulu şakalar, bayağı tiplemeler ve küfürler olmazsa, o filme gidilmiyor. Sinemacı olarak eleştirdiğimiz bu filmler değil, onların da yeri başka, ama bazı filmler gişe rekorları kırarken anne-babalar niçin çocuklarını bazı tarihi gerçekleri öğrenmeleri için veya farklı tekniklerle, farklı bir hikâyeyi anlatan, farklı bir türde kurgulanan bir yerli yapıma götürmüyorlar? “Çocuklar sıkılıyor” çok sığ bir bahane. Çocuk, ailenin bakış açısıyla evrilir, ailenin alışkanlıklarıyla gelişir. Ailenin hayata bakışı ne kadar genişse, çocuk da o kadar dünyayı tanıyacak ve ileriki yaşamında konulara farklı bakış açıları kazandırabilecektir. Yurt dışında haftalarca gösterimde kalan, bir de üstüne uluslar arası festivallerde ayakta alkışlanıp ülkemize ödüller kazandıran filmlerimizin, ülkemizde apar topar sinema salonlarından kaldırıldığını, gün içinde yalnızca bir kez gösterim hakkına kavuştuğunu, burada izlenmediğini yurt dışındakiler duysalardı tepkileri ne olurdu acaba? Devletin sahip çıkmadığı sinemayı, “Türkiye”li kimliğiyle ve insanüstü bir çabayla bugüne kadar var etmeye çalışan bütün ustalarımıza sonsuz teşekkürler…

23


Yitirdiğimiz İki Ozan Turgay Fişekçi Geçtiğimiz hafta iki değerli ozanımızı yitirdik. Kemal Özer, insani özellikleriyle de çok farklı kesimlerde sevilen biriydi. Onu çağdaş şiirimiz içinde benzersiz kılan özelliği ise geçirdiği şiir serüvenidir.

1950’li yıllarda İkinci Yeni olarak adlandırılan akım içinde titizlik ve biçim ustalığının çok açık görüldüğü soyut ürünlerle başlamıştı şiir yazmaya. 1961 Anayasası’yla başlayan demokratik açılım süreci, Türkiye İşçi Partisi ve DİSK’in kuruluşu, toplumumuzda olduğu gibi, çağdaş şiirimizde de büyük bir dönüşüme yol açtı. 1960’lı yıllar, bir yandan bu yeni dönemi şiirlerine yansıtan Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, Refik Durbaş, Süreyya Berfe, Sennur Sezer gibi yeni, genç ozanlar yaratırken, öte yandan da 1950 Kuşağı’nın bütün ozanlarının da şiirlerini değiştirdi. Edip Cansever’den Turgut Uyar’a, Ece Ayhan’dan Ülkü Tamer’e, kuşağın bütün şairleri daha toplumdan yana bir şiire yöneldiler.

24


Bu dönüşüm sürecini en sert biçimde yaşayan ozandı, Kemal Özer. On yıllık bir suskunluk döneminden sonra bambaşka bir ozan kimliğiyle çıktı okur karşısına. Bu dönemdeki kitaplarının isimleri bile yeterli, bu dönüşümü anlamak için: Kavganın Yüreği, Yaşadığımız Günlerin Şiirleri, Sen de Katılmalısın Yaşamı Savunmaya, Geceye Karşı Söylenmiştir… Bertolt Brecht’i andıran bir yalınlık gelmişti şiirlerine. Toplumsal savaşımların içinde şiirin etkin bir yeri olduğuna inanarak, en geniş kesimlerin okuyup algılayabileceği bir yalınlıkla donanmıştı şiiri. Siyasal ve güncel olayları konu ediniyor, anlatım özelliklerini okurla doğrudan ilişki kurabilme amacına uygun düzenliyordu. Şiirini besleyen toplumsal eylemlerden de hiç geri durmadı. Zamanla, bu doğrudan anlatımcı şiir dilini, lirik bir damar katarak daha da zenginleştirdi. 2005’te yayımlanan Sevdalı Buluşma, bu çizginin doruk noktası oldu. Son kitabı, Sivas Katliamında hayatını kaybedenlerin anısına yazdığı Temmuz İçin Yaralı Semah’ta da bu çizginin parlak örnekleri yer aldı. Kemal Özer’in şiir tutkusu, biçim ile öz arasındaki bileşimin mükemmel yapısını arama uğraşı hiç dinlemedi. Bu nedenle yetmişinde yazdığı şiirlerde de, genç bir yüreğin alevleri kolayca görülebilir. Şiire verdiği değerle, bunu ürünlerine ve yaşamına yansıtış biçimiyle de örnek ozanlarından biri olarak anılacaktır şiir tarihimizde. *** Yitirdiğimiz öteki ozan, 80 Kuşağı ozanlarından biri, Süha Tuğtepe’ydi. 80’li yıllar ve sonrasının toplumsal karmaşası, değerler yitimi içinde talihsiz bir kuşağın temsilcisiydi. Bu karmaşa içinde kimi ozanlar, seslerini daha yükselterek kendi varlıklarını duyurmaya çalışırken, o usul sesli bir alçakgönüllülük içinde yazdı şiirlerini.

25


Yaşam biçimi de bu alçakgönüllü tavra uygundu. Kimi dönemler sokaklarda kitap satıcılığı, kimi zaman da küçük işletmeciliklerle uğraşmıştı. Sonra yolu Almanya’ya düştü. Orada da aynı yaşam biçimini sürdürdü. Bir kez yolum yaşadığım kente düşündüğünde yakından tanık olmuştum yaşamına. Kendi yaşamına uyan, kıyıdaki sesleri taşıdığı şiirler yazdı. Şiirlerini alçakgönüllü yayınevleri bastı. Bir gün bütün şiirlerini bir araya getiren yeni bir basım yapılabilirse, şiirinin değeri daha iyi anlaşılacaktır.

26


Göğe Bakalım: Turgut Uyar Duygu Yılmaz 1985 yılının Ağustos ayında kaybettiğimiz şair, Turgut Uyar, Kuşkusuz, göğe bakmayı seven herkesin bilmesi gereken bir şairdi, belki de gerektiği kadar tanınmadı, bilinmedi. 1927 yılında, Ankara’da doğdu ve subaylık hayatından sonra çalışmaya devam etti. Şair, Yeditepe Şiir Armağanı, Behçet Necatigil Şiir Ödülü ve Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü gibi ödülleri aldı. ŞAŞIYORUM GÖZYAŞINA artık şaşıyorum gözyaşına hiç unutamam çünkü pazarcıların haftanın her günü öteye beriye öteye beriye gözyaşı taşıdığını yukarlarda en uzaklarda bir orman kaçkının ormana sığındığını mülküm benim örneğin senin gözyaşın bir hayvandır önümden uzun tüyleriyle kaçan sularımı kana kana akıtdığım dağlara haziranın on nunda bir çocuğumuz olacağını biliyordum ayrıca biliyordum ki çocuğumuz olsa da olmasa da bir bölüğü çocukdur insanların artık şaşıyorum gözyaşına mutsuzluğun harcını pekiştiren çaresizliğin gözyaşına binlerce beygir bir ovayı arşınlarken yepyeni dişleriyle binlerce tay ve sonsuz giyimiyle büyük hayat kuşanırken en mavisini güvercin toplayarak geldim öteden beriden ona şaşıyorum 27


ki hepsi hiç değilse bir kere nisan görmüşler şimdi artık serinle mülküm çıkar papucunu ve gözyaşını ellerin bir demet güvercin olarak uçursun uzaklara yukarlara sevdamızı taşınmaz hiç bir şeyini tutma aldığın soluk verdiğin kadar olsun dağlar ve ateş ve kan varken şakaklarım zonguldak gibi uğuldarken şaşıyorum gözyaşına İLKİN Bunu kimse söylemedi belki düşündü çünkü vardır insanın yaşamasında uyku ve öfke gibi vardır kimse söylemedi tuzunu çoğaltan bir denizde nasıl batarsa güneş öyle bende kaçırdım ki gözüm bütün gün günboyu lekelerde kaçırdım ama şöyle de söylenebilir şiirin bütün geçmişinin dışında önceden açıklanan her şeyin dışında örneğin en sıcak ülkelerin yazında en soğukların kışında yanarım üşürüm berbat olurum hiç bir şeye yaramam ama yinede seni severim o zaman sende beni sev evet SENFONİ Önce sesin gelir aklıma Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm Güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli Sonra cumartesi günleri gelir 28


Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum Bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak. Kırk kere söyledim bir daha söylerim Savaşta ve barışta, karada ve denizde, Düşkünlükte ve esenlikte Zamanımız apayrı bize göre Yanyana olduk mu elele Aç kalsak ağlamayız biliyorum. İçim güvercinleri okşamış gibi rahat Sen yanımdayken ister istemez Geniş meydanlarda akşam üstleri Üstüste üç kere deniz, üç kere çınarlar. Sen yanımdayken ister istemez Uzak ırmakları hatırlıyorum. Arasıra düşmüyor değil aklıma Yabancı kadınların sıcaklığı Ama Allah bilir ya, ne saklıyayım Yanında ihtiyarlamak istiyorum... BIKTIM BÖYLE... Üç yıl sonra mıydı bilmiyorum ama ekimin onbeşiydi biliyorum ekimin onbeşiydi ama ekimin onbeşinde ne oldu bilmiyorum herkesin sular gibi dağıldığı ama herkesin bir sur önünde miydik bir yolda mı semtini bilmediğim bir karakolda mı sonra topluca bir bahçede durduk bıktım böyle sayrılıklardan ateşim çıksa neyse ne neyi bıraksam aklımdan bir suya karışıyor bir büyük savaşda Kıbrıs kıyılarında vurulan ve ölen bir askerin çelik miğferi gibi 29


dipde ışıltısını görüyorum yalnız elimi eteğimi çekiyorum bahçeden sazlıklara vuruyorum belliğimi zalim bir ilk yazdı ama yaşadığımız işte bunu unutmamalı unutmamalı bir ölüm nefes alırken bir dudakda öbür bütün şeyleri nasıl anlatmalı miğferin paslandığını usul usul bir yangının söndüğünü ve suların pırıl pırıl kaldığını bir otobüs Mersin den Mardin e giderken o zaman aşkınla dol kalbim nerden ne kadar derlediysen o kadar senin kendine seçtiğin alameti farika uzun bir gece görünümünde geçerli hala GÖĞE BAKMA DURAĞI İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar Şu aranıp duran korkak ellerimi tut Bu evleri atla bu evleri de bunları da Göğe bakalım Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım İnecek var deriz otobüs durur ineriz Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam Herkes yokken biz oluruz biz uyumıyalım Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda Beni bırak göğe bakalım Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım Tuttukca güçleniyorum kalabalık oluyorum 30


Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor Seni aldım bu sunturlu yere getirdim Sayısız penceren vardı bir bir kapattım Bana dönesin diye bir bir kapattım Şimdi otobüs gelir biner gideriz Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat Durma kendini hatırlat Durma göğe bakalım

31


Cumhuriyetin Değerlerini Kemirenler Adnan Binyazar YÖK Başkanı, başkan falan değil, iktidarın yoldüzeri… Bolu Valisi, vali değil, Cumhuriyetin özünü kemirenlerden biri… Başbakan’a onursal doktora veren rektör YÖK üyeliğine getiriliyor… Rektör, şimdi, kitabına uydurup iki görevi birden yürütmenin yollarını arıyor… YÖK’e atanan bayan, türbanı savunmasının keyfini sürüyor… Adı uluslar arası düzeyde yolsuzluklara karışan RTÜK Başkanı’nın süresi doluyor, yerine Atatürkçü Cumhuriyeti küçültmeye kalkan bir bilim adamı getiriliyor… Hukukçu bir devlet adamı, yargı aşamasında olduğunu bile bile “Ergenekon”u tepelediğini söylüyor… Gazeteler, eski bir bakanın oğlunun kümes üstüne villa kondurduğunu yazıyor… *** Öte yanda üst üste zamlarla hayatı karartılan milyonlar… Üniversite sınavlarında sıfır puan alıp geleceğin kör boşluğunda göktaşı gibi dönenen 30 bin genç… Sınav kazanan çocuğunu nasıl okutacağını düşündükçe gün ortasında korkulu rüyalar gören analar babalar… Soluğu kesildi halkın; yetkililer ne zaman gözünü açıp görecek; kulak kesilip duyacak!.. Devlet halka, halk devlete, amir memura, memur amire, karı kocaya, koca karıya, baba oğla, oğul babaya güvenmez oldu… Halk canıyla didişiyor; sevgililer sevgisizliğin kurbanı oluyor; babalar kızlarını satılığa çıkarıyor; ağabey, bacıya tecavüz ediyor; damat, düğün evinde gelinin koynundan oynaş çıkarıyor… Dalga kuduruyor denizde; patladı patlayacak!.. *** 32


Daha seçilmeden ünü yayıldı RTÜK Başkanı’nın… Nasıl olur da onu atayan, böyle bir adamı; yaşlısı genciyle, kentlisi köylüsüyle, kadını erkeğiyle toplumu ilgilendiren bir kurumun başına getirirken ince iğnenin deliğinden geçirmez?.. Böylesini atayanların suçu, atananınkinden büyük değil midir?.. Varlığını Atatürk Cumhuriyetine borçlu RTÜK Başkanı’nın dilinden dökülüyor şu inciler(!): “Cumhuriyetin erdem ve kazanımlarını, önceki devlet sisteminin çeşitli sorunlarını ileri sürerek meşrulaştırmaya çalışmak basit bir kurnazlık gibi.” Tanzimat edipleri, ciddi konularda “basit kurnazlık” türünden sözleri adi üsluba örnek gösterirlerdi… Cumhuriyeti, gelişmeleri geriletici bir dönem sayan başkan, şu soruyu yöneltirken sözünün nereye varacağını düşünemeyecek denli bilinç yoksunu mu?.. “İster istemez bu yöntemi tercih edenlere dönüp şu soruyu sormak gerekiyor: Varsayalım ki cumhuriyet ilan edilmemiş ve saltanat rejimi devam ediyor olsaydı ekonomik, sosyal ve siyasal alanda hiçbir gelişme olmayacak mıydı? Bu alanlardaki gelişmeyi cumhuriyetle açıklamak, İngiltere, Belçika, Hollanda gibi örnekler dururken ne kadar mümkündür? İngiltere’de ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler kraliyetin varlığına rağmen nasıl gerçekleşiyor?” *** Bilim adamı, ağzının kilidini beyninin altın anahtarıyla açmalı; adi metalin bir iki açıştan sonra ağzı yalama ettiğini bilmeli… Ayrıca, tarihin varsayımlarla değil, gerçek verilerle tarih olduğunu… İngiltere, Belçika ve Hollanda’da saltanat erki elinde olanların, düşmanla işbirliği yapıp ülkeyi satmadığını… Kraliyetin, o ülkelerde demokrasinin güvencesi olduğunu, işgal güçlerinin kölesi durumuna düşmediğini… Bilmelidir!

33


Derd-i Aşk Duygu Yılmaz “Bir araya geldik, ateş oldu baş harflerimiz, Bir araya geldik, sevda türküsü çaldı ilk seslerimiz…” Saçımdaki ilk beyazı, sevginle sarmaladım bugün. Kokladım uzun uzun, bana bıraktığın ayrılığın eski ama taze tütsüsünü. Geride bıraktıklarımız, yaşayamadıklarımıza üzülmedim; çünkü anladım ki, Dünya’nın zıt iki ucunda da olsak biz, ellerimizi birbirine sıkıca bağlayan bir dert var aramızda. İster aşk dersin, ister sevda; ama var işte, canlı, nefes alan ve ırmaklar gibi akan bir hayat… Ne zaman bir araya gelse bize verilen isimler, cayır cayır yanan bir yanardağ ağzı oluşur yaşamın karnında. Göğsünde taşır ayrılıkları yıldızlar ve der ki, onlar bile ayrı düştüyse, yok sevdaların bundan ötesi. Yağmurlu gecelere sakladığımız hüzünler bir bir çıkıp heybelerinden, selam verirler sıla umuduna. Yani, üzülme sevgilim, utanma ayrılığından… Sadece bizim için söylemiş şair, sadece bizim gibi acıtan ama sonsuz aşklar için: “Ayrılık aramızda bir köprü…” . Belki de susuz kaldı menekşelerimiz. İster oğlum, kızım dersin, ister Seyduna ile Şahrud’um; yine de susuz kaldılar belki de. Kökleri, ebedi bir sevdaya tanıklık edememekten kıvrandı belki veya bildiler yalnızlığın, sensizliğin anlamını. Bir sarılışa kilitlenirdi bazen hayaller, bir çiçeğe bakmak, bir kitap okumaktan çok daha fazlasını verirdi insana. Çocuklar baş belası değil, aşk meyvesi olurlardı. Deniz, sevdalarca dalgalanırdı da kızmazdık öfkesine. Sesin, uzaklardan da olsa, yakından gelirdi, sevda bulutları taşırdı tınısını ve susuşların, bin bir kelime dolar, taşardı ardından. Uzak değil anlattığım demler, sanki bir asır geçmiş gibi olsa da, yanında uyandığım günlerden daha… Şimdi bir bardak demli çayla, yüz yıllık tren istasyonlarının verdiği anılara ağlıyorum. Hayata kafa tutuyorum, biliyorum biz olmasak devam edemeyecek insanları mutlu etmeye. Bizsiz olmaz diyorum, biz ayrıyken olmaz. Aramızdaki uzaklığı sadece yollara dökebilirsin diyorum, eğdiremezsin büyük dağları… İçi gürül gürül yanan iki koruz şimdi. O yüzden bu kadar çekiliyoruz birbirimize doğru. Biliyorum ki, mevsimler yalnızca aşka şahitlik etmek için geçecek bundan sonra ve biz hep, birbirimizi sevdiğimiz yaşta kalacağız. Saçımdaki 34


beyaz nişanesi olsun bu ayrılığa verdiğim emeğin, sesindeki keder nişanesi olsun yıllar sonra birbirine karışacak seslerin…

35


Eskiye, Ustaya Özlem Taner Duran ANLAMI OLSUN sen ağlıyorsun ben gidiyorum aç bir yavrucak doyurulsun hasta bir annenin karnı doysun kardeş kavgası son bulsun aşkımız anlam bulsun diye ben gidiyorum sen ise ağlıyorsun

LEYLA İLE MECNUN Babilde bir cemiyet Leylanın kaysı görür eziyet Düşer yollara satılır birine Cemiyetten Fuzuli alır altın dolu bir keseye Kays hem köledir hem hikâye Kays anlatır yazar Fuzuli divitle Ağlar kâğıt yaşlar akar yere Kays düşer yola beraber kitapla Diğer elinde cemiyetin sırrı ile Deveye der haydi bas istanbula Yol biter istanbul yaren olur Ne bilsin Kays kitapta Mecnun, Leylanın düğünü o gün istanbulda olur.

36


BİR PAZAR GÜNÜNE Pazar günlerim vardı eskiden Gazetemi getiren köpeğim Bahçemde bekleyen kahvaltım Ve bütün gün seni görmek Gün boyu Pazar günlerinin akşamları vardı Sinemada Tom Hanks olurdu Sen dramın babası derdin Biz ağlardık Film dönüşü arkadaşlar beklemede Sabaha kadar bizde efkâr dağıtmaca Liseden beri bir gün şaşmadı pazarım Ta ki ayrıldığımız güne kadardı Artık hafta altı gün bende

ÖNEM (Nazım’ın aşağıda yer alan “YAŞAMAYA DAİR” adlı şiiri ile birlikte okunması rica olunur değerli okurlar) Köşe başındaki kitapçı kapandı Yerini sahibi kirli olan Kebapçı dükkânı aldı Okuma günleri olurdu üsküdarımda Savcının çıkardığı kitap okunmadı Günlerimiz yasaklandı Elimiz kolumuz bağlandı Kaos çok yaklaştı Derken... Loş ışıklı rıhtımda Bir şair kendini bıçakladı Bir yazar intihara kalkıştı Bir seçim otobüsü yaklaştı Yaralılar hastaneye taşınacaktı Otobüsde çalan şiir Tüm olanları anlattı 37


Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir. *** Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: “Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!” 38


Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz… *** Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli… Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister…

Not: Mustafa Balbay tutuklu olduğu için bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Sayın Serdar Kızık’ın izniyle yayınlıyoruz.

39


www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

40


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.