Azizm Sanat E-Dergi Aralık 2007

Page 1

Azizm Sanat E-Dergi Aralık 2007 Sayı 2 Modernizmin Sonsuzluğu:Antonioni ve Bergman 12 Eylül Filmleri Metz ve Göstergebilim Erdal İnönü

1


Editörden Merhaba, Sanat oluşumumuzun Aralık ayı çalışmalarıyla karşınızdayız. Azizm olarak bu ay Anadolu’muzun ve tüm dünyanın değeri olan Mevlana’yı doğumunun 800. yılında anmaktayız. Bu ölümsüz hümanist hakkındaki çalışmamızı sayfalarımızda bulabilirsiniz. Şiir bölümümüzde ise bu ay büyük ozanımız Orhan Veli’nin hayatını ve çarpıcı dizeleri yer alıyor. Sinema yazılarımızda gecikmeyle de olsa 12 Eylül filmleri hakkında çalışmaları görebilirsiniz. Ve yine geçtiğimiz Temmuz ayında, aynı gün sonsuzluğa göçen, sinema sanatının belki de en güçlü yaratıcıları Michelangelo Antonioni ve Ingmar Bergman’ı birkaç aylık gecikmeyle anmaktayız. İki efsane yönetmen hakkındaki yazıların yanı sıra sinema tekniğini mercek altına alan ve sinemanın psikanalitik boyutuna eğilen yazıları da sizlere sunuyoruz. Manifestomuzda da görülebileceği gibi Azizm Sanat Örgütü olarak bilime ve bilimsel düşünceye önem vermekteyiz. Bilimin toplumsallaşması hedefiyle elimizden geldiğince sayfalarımızda bilimsel araştırmalara yer vermeye çalışacağız. Bu ay bilimsel konulu yazılara Prof. Dr. Erdal İnönü hakkındaki yazımızla başlamayı uygun gördük. Geçtiğimiz ay hayata gözlerini yuman dünyaca ünlü bilim adamı ve “Cumhuriyetin Mirasçısı” Erdal İnönü’yü bir kez daha saygıyla anıyoruz. Bu ay ayrıca deneme yazılarımızın da artarak yenilendiğini sizlere bildirmek bizim için mutluluktur. Elbette fotoğraf ve karikatür bölümlerimiz de yeni çalışmalarla güncellendi. Ayrıca etkinlik rehberimizi bu ay açmış bulunuyoruz. Bu alanı geliştirmek için sizlerin de yardımına ihtiyacımız var. Ülkemizin her yerinde sanata dair ne olmaktaysa Azizm olarak bunu mümkün olduğunca çok kişiye duyurmak bizim görevimizdir. Son olarak arşivimizin de Kasım ayı çalışmalarımızla birlikte açıldığını sizlere iletelim. Bundan böyle her güncellemede arşivimiz önceki çalışmalarımızla genişleyecek. 2008’e girerken ülkemizin ve dünyanın, geride bırakacağımız yıla göre sanat ve bilimin ışığında daha çok aydınlanmasını diliyor ve tüm sanatseverlerin yeni yılını şimdiden kutluyoruz.

2


www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

Ön Kapak: Yolcu (1975) – Michelangelo Antonioni Arka Kapak: Persona (1966) – Ingmar Bergman

3


İçindekiler Güneşin Sarı Rengi Yok Olur Blow Up’da(Antonioni’de) – Ceyda Şahinoğlu s.4 Sinemada 12 Eylül’le Yüzleşmek – Onur Keşaplı

s.8

Baba Olmayı mı Seçti Bergman, Oğul Olmayı mı? – Ceyda Şahinoğlu

s.20

Kamera Hareketleri ve Özellikleri – Caner Uğur Lermi

s.25

Sinemada Temel Aydınlatma – Utku Aktunç

s.29

Psikanaliz ve Sinema Yazıları – Fatih Akar

s.32

13: Batman’in Beyazperde Serüveni - Cemil Can Söylemez

s.36

Düz Adam (karikatür) – F. Utku Deniz

s.41

Sanat ve Şeytan Üzerine – Gökhan Baykal

s.43

Yaşamı ve Yapıtlarıyla Orhan Veli

s.45

“Hamdım, Piştim, Yandım”, Mevlana Celaleddin Rumi – Gizem Yaman

s.49

Cumhuriyetin Mirasçısı: Erdal İnönü – Onur Keşaplı

s.52

Sokak, İnternet ve Toplumsal Hafıza – Melih Öncel

s.57

Alkol Oranı Yüksek Şiir – Gizem Yaman

s.60

Sanayi ile Kentin Boşanması – F. Utku Deniz

s.63

4


Güneşin Sarı Rengi Yok Olur Blow Up’da (Antonioni’de) Ceyda Şahinoğlu Antonioni, İtalyan yeni – gerçekçiliğinin karşısına dikilmiş bireyci bir yönetmendir. 1590'da ilk filmi "Bir Aşkın Öyküsü"nü (cronaca di un amore) çekmiştir, devamında "Kamelyasiz Kadin", "Ciglik" (il grido) “Serüven" (l'avventura) adlı filmiyle içindeki bombayı patlatıvermiştir. Bu filmle birlikte, o zamanlar için yeni yeni "sorunsal" olan "yabancılaşma, iletişimsizlik, kadınerkek uyumsuzluğu" konularına, yeni bir sinemasal anlatımın kapılarını açmıştır. ”Gece ", “Kizil Cöl", "Cinayeti Gördüm"( Blow up) 1970'lerde "Yolcu" ve 1980'lerde de “Bir Kadının Tanımlaması" adlı iki başyapıta da imzasını atmıştır. “Film çevirmek benim için yaşamak demek” sözleriyle kendi varoluşunu tanımlamıştır yönetmen. Yönetmen bizi zaman ve boşlukla yüz yüze getirmektedir. Bu iki kavramın gözümüzün ta içine bakması tüyler ürperticidir belki ama bir o kadar da özgürleştiricidir.

Karanlıkta mı kaybolur insan yoksa renklerin içinde mi? Yaşamı sorgulamadan ve anlamadan koyduğumuz kurallar ne kadar varlığımızı kanıtlar? Benim diyerek uyandığımız her gün hayat bize biraz daha sıkıcı gelir aslında çünkü aşılayamayacak engel kalmamıştır, dünya bizim etrafımızda dönüyordur artık. İnsanların hiç bir önemi yoktur yaşamda sadece birer objedir gerektiğinde kullanılacak. Kadın ya da erkek farketmez vitrinde duran soğuk bir beden den 5


ibarettir herşey. Maskeyi taktınmı birkere istesende çıkartamazsın yapışır ruhuna, rengarenk boyasanda heryerini donuk bakışlardan kurtulamazsın. Gözlerin sıcaklığını bir cam parçasına iade ettiğin an dönüşü yoktur artık ve soğuk bir bakışla izlersin dünyayı, istemesende görürsün artık gerçekleri. Gözlerin affettiğini affetmez ve işte kaybolursun bu sefer siyah ve beyazın içinde. Antonioni, Blow Up filminde üç farklı tema üzerinde durmuştur, ilk olarak insanın kendine olan yabancılığı , ilişki kuramama sorunu en önemlisi ise insan ilişkilerinin bile bir tüketim aracı olarak sunulması, sadece tüketmek için üretilen bir maldan farksız görülmesi. İkinci irdelenen nokta ise ”Blow Up”da da Zabriskie Point`ta olduğu gibi bir karşıt hareket mevcut. Filmde alakasız gibi görünen ve sürekli üstü açık bir arabanın üzerinde görüntülenen hippi hareketini savunan ve filmin sonunda da pandomin oynayarak gerçeğin hangisi olduğunu sorgulatan bir davranışla izleyiciyi hedef alan düşünce hareketi grubu. Bir diğer tema ise imgeler neyin göstergesidir, gerçek dünyadan daha mı gerçektirler? Ya da gerçek nedir?

6


Yaşamda birşeylere anlamlar yüklerken birer imgeye hapsederiz onu,değiştirilemez kalıplarımız farklı anlamlar yüklemeyi hayaletmeyi kısıtlar çoğu zaman. Yeşil, kırmızı, mor, düz çizgiler, eğri çizgiler, maskeler, olmayan bir nesnenin hayal edilmesi….. İnsan kendi isterse kabul eder istemezse iç dünyasına çekilir ve sadece yaşar. Çoğu zaman içinde bulunduğumuz yaşama dışardan bakmak, başka bir gözle onu algılamaya çalışmak gerekir işte ozaman gerçekleri görebiliriz. Cinayeti Gördüm filminde olduğu gibi karakterimiz Thomas izinsiz başka insanların hayatına girer ve onların fotoğrafını çekmeye başlar. Üçüncü bir gözdür artık o elindeki objektifle yakaladığı karelerde bambaşka bir gerçekle karşılaşır, artık bir cinayetin tanığıdır. Ancak cinayeti ortaya çıkaransa bir objektiftir. Yeşilin içinde kaybolan gerçek, kırmızıya tehlike sirenleri calar, morsa yalanlardır. Renkler gerçeğin maskesidir, onlar yoğunlaştıkça gerçeklerden uzaklaşırız. Diğer bir yandan gerçek nedir hem filmdeki karakter için hemde bizim için. Başkası olmadan gördüğümüz şeyi bile kanıtlayamazken, Ama bazen kimsenin göremediğimiz ama bizim görmek istediğimizde gördüğümüz gerçekler vardır, hayal edilen bir top…. Ama bazen durağan yaşamımıza anlamlar katmak için beynimizde yarattığımız gerçekler vardır. İnsan öyle bir psikolojiye sahiptirki, kendine bir dünya yaratır, olaylar ortaya koyar ve kendini içine salıverir bu gerçek olmayan gerçeğin. Filmdeki karakterde gördüklerinden başta emindir ama sonrasında düşünür gerçekten cinayet oldu mu yoksa sadece bir yanılsamamıydı. Ne karakter ne de izleyici bunu hiç bir zaman algılayamayacaktır. Antonioni, karakter üzerinden izleyiciye gerçeği sorgulatmakta, onun yaşadıklarına hapsetmekte ve sonucu görmek istemektedir. İnsan imgeleri isterse beyninde yaratır. Onları gerçekmiş gibi hissedebilir, beyin bunu hayal ya da gerçek olduğunu algılayamaz. Hayal gücünün sınırları senin gerçeğindir çoğu zaman. Bireyselliğin varolduğu, sadece ben kimliğinin varolduğu dünyada insan artık idealize olan yaşamında kendi istediği gerçeği yaratır . Renklerle süslenen ve oluşturulan bu sahte gerçekler, soyunduklarında, çıplak bedenleriyle kaldıklarında esas gerçek ortaya çıkar. Siyah ve beyaz tüm çıplaklığıyla ortadadır yaşam. Filmlerde yönetmenlerin çocuklarıdır zamanla büyürler ve kendi dünyalarına devam ederler ama arada onlarla biraraya gelmek insanı mutlu eder. Salt hayatta olmanın bile insana ne kadar acı ve muamma yaşattığını keşfetmiştir yönetmen. Herşeye rağmen kendinden bir şeyler bırakır dünyaya bazen içinde yalanlardan oluşan kendi gerçekleri olsada.

7


Sinemada 12 Eylül’le Yüzleşmek Onur Keşaplı Dünü sorgulama hatta hatırlama konusunda bile başarısız olan bir toplum olarak yakın tarihimiz hakkında yeterince bilgi sahibi olduğumuz söylenemez. Konu, günümüzde dahi yaşamımızın her alanına hükmeden 12 Eylül 1980 darbesi olsa bile. Bu korkunç müdahale tüm yaşam koşullarımızı ve yaşama biçimimizi olumsuz anlamda değiştirmiştir. Ancak bizler, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak 12 Eylül darbesiyle yüzleşmeyi halen başarabilmiş değiliz. İşte böyle bir durumda topluma öncülük etmesi gereken kesim olan aydınlar geç de olsa harekete geçmeye başladılar. Son yıllarda önce sinemada ardından da televizyonda 12 Eylül ve bağlantılı süreçleri konu alan yapıtlar görmekteyiz. Toplumun sistematik bir şekilde uyutulmaya çalıştığı bu dönemde (bu durum zaten 12 Eylül’ün amaçlarından biriydi) konuyla ilintili sanat eserleri daha da önem kazanmaktadır. Bu yazıda son dönemin 12 Eylül filmlerini inceleyeceğiz. Elbette 2000’lerden önce de bu konu hakkında filmler yapıldı ancak halen güncelliğini koruduğu için son dönemi ele alacağız ve diğer yapıtları başka aylara bırakacağız. Son dönemin 12 Eylül filmleri furyasından en çok ödül toplamış ve ses getirmiş üç film olan Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum”u, Ömer Uğur’un “Eve Dönüş”ü ve Sırrı Süreyya Önder’in Muharrem Gülmez ile birlikte yönettiği “Beynelmilel”i sırasıyla incelemeye başlayalım.

8


Çağan Irmak’ın 2005 yılında gişe rekorları kıran büyük eseri “Babam ve Oğlum” eski Yeşilçam melodramlarını hatırlatacak tatta ilerleyen, oldukça güçlü duygusal metinler içeren bir filmdir. 12 Eylül 1980’de çocukları Deniz’in doğumunda eşini kan kaybından kaybeden Sadık, oğlu okul çağına geldiğinde politik olaylara karıştığı için reddedildiği baba evine döner. Burada iki baba ve iki oğlun geniş bir aile içerisinde yaşadığı çatışmaların ilerlemesini görürüz. Özellikle Çetin Tekindor’un canlandırdığı Hüseyin Efendi ve Fikret Kuşkan’ın canlandırdığı oğlu Sadık karakterlerinin yaşadığı çatışmaların yarattığı duvarın Sadık’ın oğlu küçük Deniz tarafından yıkılması filmi daha da güçlendirir. Şimdiden Türk sineması klasikleri arasında gösterilebilecek olan bu filmin belki de en güçlü yanı oyuncu yönetimi ve oyunculuklarıdır. En küçük rolünden başrollerine kadar tüm oyuncular karakterlerini adeta özümsemişlerdir. 9


Filmde oldukça az gördüğümüz karakterler dahi aklımızda kalmaktadırlar. Bu son derece kaliteli ve kalabalık oyuncu kadrosunun hepsi başarılıdır ancak filmdeki rolüyle ödüller alan Çetin Tekindor kelimenin tam anlamıyla döktürmüştür. Aksanı, vücut dili ve bulunduğu her karede sahneyi tek başına taşımasıyla muazzam bir oyunculuk sergilemiştir Tekindor. Herhalde belki de gelmiş geçmiş en büyük sinema oyuncusu olan Marlon Brando bu performansı görebilseydi ayakta alkışlardı. Ancak oyuncuların bu büyük başarıları elbette Çağan Irmak’ın güçlü senaryosu, iyi kurulmuş mizanseni ve usta oyuncu yönetimi olmasaydı bu kadar etkili olamazdı. Bu genç sanatçımız filminde iki uç durumu yani gülme ve ağlama durumunu o kadar başarılı dengeye oturtmuştur ki en dramatik sahnede güçlükle gözyaşlarına hâkim olmaya çalışan izleyici hemen devamında kahkahalarla gülebilmektedir. Ancak ne yazıktır bu etkileyici eseri bile sıradanlaştırıp “ağlayıp ağlamama” durumuna indirdik. Adeta filmi beğenme derecemiz ağlama boyutumuza bağlandı. Elbette bu durum “Babam ve Oğlum”un sinema tarihimizin birçok anlamda unutulmazları arasına girmesini engelleyemedi. “Babam ve Oğlum” aslında politik bir film değildir. Hatta 12 Eylül bile arkada bir fon olarak gözükür. Ancak filmin biraz derinlerine indiğimizde 12 Eylül’ün ve politik alt metnin filmin etrafını sardığını görürüz. Politik göndermeleri daha filmin başında duyarız aslında. Ancak yönetmen bunları diyaloglarında ustaca derine sızdırmıştır. Sadık’ın yazar olduğunu ancak gazetenin yazı işleri müdürünün korkusundan yazılarına yer vermediğini işittiğimizde filmin devamındaki göndermelere hazırlanmaya başlarız. Derken hamile olan eşi doğum sancısıyla kıvranmaya başladığında gece yarısı yataktan kalkarak hastaneye ulaşmaya çabalarlar. Ancak yolda ne bir araç ne de tek bir insan görürler. Devamında çaresiz bir parkın ortasında doğum yapmak zorunda kalan 10


kadın kan kaybından ölür. Sadık elinde bebeğiyle sabahın ilk ışıklarında gelen askeri araçla darbe olduğunu anlar. Burada 12 Eylül uyguladığı sokağa çıkma yasağıyla Sadık’ın eşinin ölümüne sebep olmuştur. Ancak bu ölüm aslında 80 darbesinin bir kuşağı kelimenin tam anlamıyla yok etmesinin filmde vücut bulmuş halidir. Bu ölümün sonunda doğan çocuğun adının “Deniz” olmasının nedeni ise 1972’de idam edildiği günden bu yana birçok çocuğa bu adın verilmesine yol açan gençlik önderi Deniz Gezmiş’tir. Bu küçük ama önemli detay dışında yönetmen dönemin atmosferini yansıtma konusunda kimlik kontrolleri gibi, Cumhuriyet Gazetesinin sahnelerde bulunması gibi ve elbette işkence sahneleri gibi kareleri başarıyla filme aktarmıştır. Hatta işkence sahnesinin ilginç bir şekilde en etkileyici olduğu bölüm filmde ara ara gördüğümüz Deniz’in düşlerinden birini bölmesidir. Bu düş sahneleri sadece küçük Deniz için değil aynı zamanda izleyici için de dramdan kaçış işlevi görmekteyken yönetmen, Sadık’ın işkence görüntüsünü ve beraberinde kâbusunu bu düşlerin birinin sonuna yerleştirir. Burada yönetmen belki de 12 Eylül’ün Deniz’le beraber sonraki kuşakların da farkında olsunlar ya da olmasınlar hep karşılarına çıktığını göstermek istemiştir. Veya mesaj doğrudan biz izleyicilere dönük olup 12 Eylül’den aslında yüzleşmeden kaçmanın olanaksızlığını söylemektedir. Bir diğer politik gönderme içeren kare ise Sadık ve arkadaşlarının balık softasında hasret giderdikleri sahnededir. Halit Ergenç’in canlandırdığı karakterin eve dönmekle ilgili sorduğu bir soruya Sadık’ın verdiği yanıt aynen şöyledir: “Memleket, ev, yurt. Bugünlerde bunların anlamını bir kere daha düşünür oldum. Ben bu memleket için savaştığımı düşünürdüm ama bu memleketin umurunda bile değildi.” Diyalog apolitik topluma ciddi eleştiri içermekteyken aynı zamanda yurtseverliklerini ve memleket için mücadele verdiklerini halka yeterince yansıtamayan bir solcunun özeleştirisini de içermektedir. Bu dolu sahne büyük ozanımız Cahit Sıtkı 11


Tarancı’nın ünlü şiiri “Yaş Otuzbeş Yolun Yarısı Eder”in dizeleriyle son bulur. Filmde politik göndermeleri taşıyan bir diğer bölüm ise Hüseyin Efendi ve oğlu Sadık’ın çatışmalarıdır. Filmin belki de en etkileyici sahnelerinden biri olan avludaki tartışma sahnesi aynı zamanda en belirgin politik taşlamayı da içinde barındırır. Sadık konuşmanın ortasında aynen şu cümleleri kurar: “Bir zamanlar aynı yola baş koyduğum arkadaşlarım reklam şirketlerinde, iktidar borazanı çalan gazetelerde bana acıyıp iş verdiler. Köpeğe kemik atar gibi. Kendilerini temizlemek, ruhlarını temize çıkarmak için!” Çok açık bir şekilde 12 Eylül sonrası keskin dönüşler yapan eski solcu dönekler takımına ve 2. cumhuriyetçi olarak adlandırılan kesime göndermeler içeren bu kareyi sinemada izleyen döneklerin neler hissettiği ise merak konusudur elbet. Filmin politik içeriğini sırtlanan Sadık karakteri ise oğlu Deniz’i, tıpkı annesi gibi 12 Eylül yüzünden bırakıp göçer bu dünyadan. Ölümünün sebebi işkenceler ve tabiî ki son derece kötü hapishane koşullarıdır.

12


Kendisi de bir 12 Eylül mağduru olan Ömer Uğur’un senaryosunu da yazdığı “Eve Dönüş” filmi incelediğimiz üç film arasında belki de en cesur olma iddiasını taşımaktadır. 2006 yılının bu ses getiren ve ödüller toplayan filminin afişinde de görebildiğimiz gibi filmde işkence ve beraberinde 12 Eylül arka fonda değil de doğrudan hikâyenin merkezindedir. Film karısı ve kızıyla maddi açıdan sıkıntılı bir hayat geçiren siyasal ve toplumsal olaylarla ilgilenmeyen işçi Mustafa’nın bir ihbar sonucu gözaltına alınıp işkence görmesini anlatır. Bu filmin de oyuncu kadrosu oldukça yetenekli isimlerden oluşan geniş bir kadrodur. Ancak yönetmenin diyaloglarının ve bazı sahnelerdeki anlatım tercihinin filmin oyunculuk yönünü kırdığını görmekteyiz. Mustafa’yı canlandıran Mehmet Ali Alabora’nın tüm iyi niyetine rağmen yeterince inandırıcı olamaması ve özellikle Sibel Kekilli’nin filmdeki Esma rolüyle Antalya’da ödül almasına karşın kendisinden beklenmeyecek şekilde vasat 13


performansı gerçeklik hissini olumsuz anlamda etkilemiştir. Bunun üstüne bir de filmde aralara serpiştirilen espri unsurları da filmin ciddiyetini bozmuştur. Buna karşın yardımcı rollerde izlediğimiz polis şefi rolündeki Civan Canova ve Hoca lakaplı

devrimciyi

canlandıran

Altan

Erkekli

oldukça

başarılı

ve

inandırıcılardır. Zaten Canova da Altın Portakal’da ödül almıştır. “Eve Dönüş” dönemin atmosferini yaratmada başarılıdır. Duvara afiş yapıştıran, fabrika çevrelerinde bildiri dağıtan solcular, kahvehanelerin taranması (filmde egzoz patlaması olmasına rağmen bu durum yaratılmıştır), kimlik kontrolleri ve katledilen işçiler olağanüstü hal durumunu özetlemiştir. Ana karakter Mustafa’ya döndüğümüzde ise onun siyasal olayları, işçi sınıfının mücadelesini, sendikaları önemsemediğini görürüz. Duyarsız, apolitik yani kısacası lümpen bir karakter olan Mustafa’nın bu özellikleri filmde fazlasıyla göze sokulmuştur. Bunu özellikle filmde darbenin olduğu sahnede görürüz. Televizyonda darbeci Kenan Evren’in sesinden duyduğumuz anonsla birlikte Mustafa o günkü Gülhane Parkı sefasından mahrum kaldığı için üzülmeye ve darbenin neden bir iş gününde yapılmadığına sitem etmeye başlar. Aslında izleyicinin gözüne sokulan karakter özelliği filmin amaçladığı sonuçlardan biri olan 12 Eylül’ün sıradan hatta olaylardan tümüyle uzak insanları da vurduğu mesajına katkı sağlamaktadır. Filmin ilginç bir göndermesine değinecek olursak Savaş Dinçel’in canlandırdığı, Mustafa’nın eşi Esma’nın babası rolündeki Kore Gazisi babayı incelemek gerekir. Filmde ordu kurumuna yapılan taşlamalar bu karakter üzerinden şekillenir. Sık sık müdahale yapılmasını savunan ve Türk Ordusu deyince akan suların duracağını söyleyip duran baba figürünün Kore Gazisi olması durumunu ilginçleştirir. Belki de ordumuzun savaş tarihinde gönül rahatlığıyla gurur duyamayacağımız tek savaş Kore Savaşıdır. Soğuk Savaşın koşullarında kendini Emperyalist Amerika’nın kucağında bulan Menderes 14


Hükümeti 50’lerde NATO’ya girme umuduyla Kore’deki savaşa asker gönderir. Bizi hiç ama hiç ilgilendirmeyen bu savaşta ABD emriyle Mehmetçiklerimizi dünyanın bir ucuna yollarız ve ilginç bir şekilde Amerikan askerlerinden bile önce cepheye sürülen ve ölenler yine bizim askerlerimiz olmuşlardır. Orduyu taşlamak için filmde seçilen karakter tiplemesi bu özelliğiyle ilginç ve önemli bir tercihtir. Filmin önemli bir bölümünü oluşturan işkence sahnelerine göz atacak olursak “cesur” olma iddiasındaki bir filmden daha sert işkenceler beklerdik açıkçası. Diyarbakır Cezaevi olsun diğer anlatılanlarda

duyulanlar

olsun

işkencenin

korkunçluğu

daha

ağır

gösterilebilirdi. Ancak yönetmenin senaryosundaki en güçlü göndermeler yine bu bölümlerde karşımıza çıkar. Bunlardan ilki Mustafa’nın Hoca’yla işkence sonrası konuştukları sahnede ısrarla bu olaylarla ilgisi olmadığını, sade bir vatandaş, tehlikesiz bir işçi olduğunu ve bu işlere aklının ermediğini vurgulamasına aldığı cevaptır. Hoca Mustafa’ya: “Sen ve senin gibilerin bu işlere aklı erseydi ne sen burada olurdun ne de ben.” Etrafında olup bitenlere, toplumsal olaylara kayıtsız kalan bireylere ve kitlelere bundan daha açık ve haklı bir gönderme olabilir mi? Ancak Ömer Uğur bu kesimlere göndermeleri bununla sınırlı bırakmaz. Turist lakaplı devrimcinin, Mustafa’yı polislerce kabul ettirilmeye çalışılan örgüt üyesi Şehmuz olarak göstermesi ve Hoca’nın buna kızması sırasında olan diyalog bunu içerir. Hoca’nın sitemine “Biraz da onlar görsün. Biz burada işkence görürken kahraman işçi sınıfı nerde?” sitemiyle karşılık verir. İşkence sahnelerinin sonunda gerçek Şehmuz öldürüldüğünde ve Mustafa’nın suçsuz olduğu anlaşıldığında serbest kalan Mustafa bir anda Civan Canova’nın canlandırdığı polis şefinin eline yapışır. Mustafa’nın kendisine günlerce haksız yere işkence yapan polis şefinin elini öpmesi görüntüde barındırdığı garip durumdan öte 1982 yılında toplumun üstünden silindir gibi geçen 12 Eylül’ü yapanların anayasasının halk tarafından adeta ellerinden 15


öpülürcesine yüzde 92 oyla kabul edilmesine bir göndermedir. Filmin ilginç bir unsuru da darbeci Kenan Evren’in kendisidir. Resimlerde ve televizyon konuşmalarında gördüğümüz Evren işkence sahnelerinden hemen sonra çıkıp işkenceye karşı olduğunu ve bunun asla yapılmadığını söylemektedir. Filmde Evren’in bir oyuncu tarafından canlandırılmadan hazır görüntülerden aktarılması O’nun canlandırılamayacak biri olduğunu vurgular adeta. Bu da George Clooney’nin yönettiği “Good Night and Good Luck” filminde komünist avcısı senatör McCarthy’i canlandırılamayacak biri olduğundan hazır televizyon görüntülerinden aktarmasını akıllara getirir. “Eve Dönüş”ün sonunda darbeci generallerin afişinin yanında 12 Eylül’ün bilânçosunu görürüz. Tutuklama, yargılama, fişleme, işkence, idam sayılarıyla birlikte halen darbecilerin anayasasıyla yönetildiğimizi görürüz. Bu bilgiler son derece önemlidir ancak bir filminde sanki ders sunuşu havasında uzun maddelerle bunu vermek sinemasal anlatımda ne kadar doğrudur tartışılır.

16


Barselona’da düzenlenen Uluslararası Politik Filmler Festivali’nde iki ödül alan Sırrı Süreyya Önder’in Muharrem Gülmez’le birlikte yönettiği 2006 yapımı “Beynelmilel” politik metnine mizah unsurlarını da ekleyerek hem izleyicilerden hem de eleştirmenlerden övgü alan bir eserdir. 12 Eylül sonrası 1982’de hala olağanüstü halin uygulandığı Adıyaman’da bir grup yerel müzisyenin yani gevendelerin askeri komutanlık tarafından orkestra olarak çalıştırılması ve marş olarak Komünist Enternasyonal marşını yanlışlıkla çalmaları neticesinde gelişen ve yan karakterlerle şekillenen bir film “Beynelmilel”. Senarist Sırrı Süreyya Önder’in hayatından kesitler içeren film kalabalık oyuncu kadrosunun sadeliği, gerçekçiliği ve başarısıyla göz doldurmakta. Özellikle müzisyen baba Abuzer karakterine hayat veren Cezmi Baskın’ın oyunculuğu muazzamdır. Diğer iki filmde olduğu gibi “Beynelmilel”de de dönemin atmosferi başarıyla yansıtılmıştır beyazperdeye. Cuntacı generallerin afişi olan 5’i bir yerdeler, kimlik kontrolleri, sokağa çıkma yasakları, muhbirler, saklanmış kitaplarpikaplar, sol dergiler izleyiciyi o yıllara inandırıcı bir şekilde götürür. Bunların yanında filmin mizah unsuru olarak dönem tasviri bağlamında lokumcuda yazan “Ayle Münasebetlerini Arttırır” yazısı da altını çizmeye değecek bir ayrıntı. Hazır 5’i bir yerdeler demişken filmde bu afiş devrimciler tarafından yere düşürüldüğünde yoldan geçmekte olan vatandaşın korkusu komedi unsuruyla verilerek onun afişi kutsal bir şeymiş gibi öpüp başa koyduğu sahneyi de hatırlamakta fayda var. Bunun yanı sıra Abuzer karakterinin orkestra olarak üniforma giyme konusunda arkadaşlarına söylediği “Bu halk üniformadan korkar” sözü toplum olarak sindirilme durumumuzun adeta altını çizmektedir. Filmde mizah soslu taşlamalardan herkes nasibini almaktadır. Örneğin, orkestraya temsili düşman üniformasını uygun gören ordunun gevendelerin Komünist Enternasyonal marşı çaldıklarını fark etmemeleri hatta marşı çok 17


beğenmeleri elbette absürd bir durumdur. Sonuç olarak komünizm de dâhil tüm sola yapılan bir darbenin mensupları “düşman” gördüklerinin marşını beğenecek kadar cahil olabilmektedir. Zaten filmin sonunda marşın ne olduğunu fark eden Kenan Evren ya da darbe arkadaşları generaller değil yazar Ece Temelkuran’ın da küçük bir rolle aralarında bulunduğu gazetecilerdir. Film bunun yanında devrimcilere de iğnelemeler içerir. Abuzer’in kızını oynayan Özgü Namal ve âşık olduğu devrimcinin konuşmalarında solcu gencin kız arkadaşlığı burjuva alışkanlığı olarak görmesi ya da günün aşk günü olmadığını ve devrimcinin ölümle nişanlı olduğunu söylemesi komedi unsurundan öte şeyler barındırır. Burjuva alışkanlıkları eleştirilerini abartıp insani duyguları dahi hoş görmeyen bir sol anlayışın kendini ne kadar yaşamdan koparttığı ve ne denli anlaşılmaz olduğunu vurgular bu diyaloglar. Devrimcilerin halka kendini anlatamamasının bir diğer eleştirisi filmde devrimci gencin sol bir dergiyi incelerken abisi tarafından “Hanginiz tarlada, fabrikada çalıştınız” diye azarlandığı sahnedir. Filmin genel anlamda sol duruşunu ise iki detayda daha tutarlı bir şekilde görebilmekteyiz. İlki Komünist marşının insana baharı, kuşları, çocukları anımsattığının diyaloglarda geçmesi ve diğeri de pavyon şarkıcılarının Abuzer’in kızıyla devrim hakkında konuşurken 1960 askeri müdahalesini “devrim” olarak nitelemeleridir. Ayrıca, 1950’lerde Menderes tarafından kapatılan ve tekrar açıldıktan sonra bu sefer de 12 Eylül’de Kenan Evren tarafından kapatılan Halkevleriyle ilgili sahne belki de filmin en güçlü sahnesidir. Oldukça etkili bir müzikle aktarılan bu sahnede Atatürk’ün resmi yerli yabancı sanatçılarla bir aradadır. Kütüphaneyi, tiyatro sahnesini ve Picasso’nun ünlü Guernica tablosunu görürüz. 12 Eylül için ve bu zihniyetler için nelerin tehlikeli olduğunu bir kez daha anlamış oluruz bu iç burkan sahnede. “Beynelmilel”de birkaç kez konusu geçen bir kefen vardır. Abuzer’in babasının şimdiden kendine aldığı kefen bezi “Amerikan” malıdır. “Donumuza kadar 18


Amerikan giyiniyoruz” sözü burada kefenimize kadar şekline bürünmüştür sanki. Ve bu kefen Özgü Namal’ın karakteri sayesinde Cuntaya yani bir anlamda Amerika’ya karşı çıkan bir pankarta dönüştüğünde tekrar bu güçler tarafından asıl görevine yani kefenliğe geri döner. “Cuntalar Olmasın” yazılı Amerikan bezi solcu devrimciye kefen bezi olmuştur. Amerika’nın, bu vatanın evlatlarını kefenler içine soktuğu gerçeği herhalde bundan daha iyi verilemezdi. Filmin sonunda ise “Eve Dönüş”ün aksine işkence görüntüleri gösterilmez ancak işkence hissi sonuna kadar verilir. Kullanılan kamera açıları ve mizansenin sahnelenmesi bunu izleyiciye hissettirir. Genel olarak bu üç filme baktığımızda hepsinin cesur olduğunu görüyoruz. Eksik nokta ise üç filmin de 12 Eylül’ün yarattığı ve halen yaşamakta olduğumuz ideolojik ortama pek değinmemeleri. “Beynelmilel”in yönetmeni Sırrı Süreyya Önder bir röportajında filminin sonunda aslında Turgut Özal’a yani 12 Eylül’ün “ilk meyvesi”ne yer vermek istediğini ancak çeşitli baskılar sonucunda değiştirdiğini söylemekte. Farkında olmadan hala 12 Eylülde yaşadığımızı herhalde en iyi bu örnek göstermektedir. Toplum olarak bu zincirleri kırmamızın yolu geçmişi iyi analiz etmekten geçer. Çağan Irmak’ın filminde vurguladığı zaman makinesi=sinema olgusu daha iyi kullanıldığında toplum olarak çok daha ileriye gideceğimizden şüphe yok. Bu üç filmin başta yönetmenleri olmak üzere tüm emekçilerini tabuları sarstıkları için tebrik ederken kitap önerisiyle yazıyı sonlandıralım: 12 Eylül’ü kavrayabilmek için daha

da

öncesini

irdelemek

gerekir.

Bu

sebeple

öncelikle

Kamil

Karavelioğlu’nun “Bir Devrim İki Darbe” adlı eserini ve tarihsel olaylara daha da geniş bir açıdan bakıp 12 Eylül özeline inmek için Emre Kongar’ın “Tarihimizle Yüzleşmek” adlı yapıtını tüm sanatseverlere tavsiye ediyorum.

19


Baba Olmayı mı Seçti Bergman; Oğul Olmayı mı? Ceyda Şahinoğlu “Artık sessizlik. Babamın camı çatlak altın saati masanın üzerinde tıkırdayıp duruyor. On ikiye yedi var.”

Kaç yaşına gelirse gelsin yaşam mutlaka zaman babasından izin almadan kıpırdayamaz iki adım ilerisine. İnsanlar, çoğu zaman söylenir neden ailelerimizi seçemiyoruz diye. Kendini tanımlayan birey yaşamın ve zamanın yardımıyla kendine bir baba bazen de çocuk seçer. Bergman’da kimin oğlu olacağına ya da kime oğlum diyeceğini seçmeyi başarabilmiş yönetmenlerdendir. Hiç kimse geçmişinden kurtulamaz, çevresindeki yaşamlara kayıtsız kalamaz. Geçmişin izleri avuç izlerindeki çizgilerle birleşir ve kaderini belirler insanın. Despot bir baba konuşamayan bir çocuk, yazıyla kendini paylaşan ve kendini inanılmaz eleştiren, çerçevesini geniş tutan bir çocuk Bergman. Babası Dostoyevski gibi uzun cümleler kurmadan ama beynimize kazırcasına yaratır karakterlerini ve bizim bedenimize ruhlarını yükler ve ortadan kaybolur. Bergman’da girmiş başka bedenlere tiyatro sahnesine, başka birinin kaleminden dökülen sözcükleri bağırmış herkesin gözünün önünde ve seçimini yapmış o yazarın oğlu olarak. Bize diretilen şeyler ne olursa olsun istemediğimizde onlardan uzaklaşmanın yolları vardır. Önemli olan babaları ya da oğulları doğru seçmektir. Kırık kalemi olan bir babanın çocuğuna bırakabileceği bir şey yoktur. Yeter ki isteyelim birçok babamız birçok çocuğumuz olabilir.

20


Güzel bir Bergman filmi seyretmenin insanda yarattığı his, ancak Dostoyevksi romanlarının verdiği haz ile karşılaştırılabilir sanırım. Kendisi 20. yüzyılın Dostoyevski’si gibidir. Konular, temalar ilk bakışta uyuşmuyor gibi gözükebilir (aslında "insanla tanrı arasındaki ilişkiyi irdelemeyen hiçbir sanat eseri düşünemiyorum" gibisinden bir laf etmiş Bergman'ın Dostoyevski’yle bağı açıktır). Ama Dostoyevski okumanın verdiği tadı başka bir yazarda (bu başka yazar Dostoyevski’den daha üstün bir yazar olsa bile, objektif bakıldığında) bulmanın imkânsızlığı gibi, Bergman’ın filmlerinden teknik açıdan, senaryo açısından, olaylara yaklaşımdaki derinlik açısından çok daha üstünü var olmuştur, olacaktır. Ingmar Bergman kanımca gelmiş geçmiş en büyük sinemacı olduğu gibi, 20.yüzyılın da en önemli sanatçısıdır. Bergman'ın en ayırt edici özelliği Kubrick veya Truffaut gibi edebiyat uyarlamalarına yüz vermemiş olması ve pek çok senaryosunun bir edebiyat eseri niteliğinde olmasıdır. Sözgelimi Cığlık ve Fısıltılar yazılmış en güzel senaryolardan biridir. Aynı şekilde Fanny ve Alexander'ın senaryosu bir Thomas Mann romanı zenginliğindedir. Bergman'ın niteliğini tartışma konusu yapmak için en hafif deyişle sinemadan anlamamak gerekir, nicelik bağlamına dönüldüğünde Bergman'ın Tarkovsky'den de, Fellini'den de, Bunuel'den de üstün olduğu görülür; zira Bergman'ın 50'lerin başında Yaz Oyunlari"ndan, 1984'te "Provadan Sonra"ya dek uzanan süreç içinde mükemmel olmayan çok az filmi vardır. Bu bağlamda evet, Bergman hasıraltı edilmeye çalışılmaktadır, ben de bu kanaatteyim. Fransa'da, bu yıl Bergman yapıtının tekrar gündeme gelmesi olumlu bir gelişme hiç kuşkusuz. Ama şüphesiz "Yaz Oyunları"nın, Monikanın, Komünyanlarn, "Aynanin Içinden"in dudak uçuklatıcı güzellikleri daha çok bilinmeli ve takdir edilmelidir. Yönetmen yarattığı dünyada izleyiciyi yola çıkarır, onu bilmediği hatta hayal etmeye cesaret edemeyeceği dünyanın içine bırakır. Bazen de ona bu yolculukta eşlik eder ve karakterlerle tanıştırır hatta ona karakterlerden birinin yerine geçme şansı bile sunar karar izleyicinindir, bu da yönetmenin özgürlüğüdür işte. Dönüp dolaşıp hep aynı şeye geliyoruz aslında özgürlük, sanırım yönetmen olmanın en önemli şartı bu ve özgürlüğün biçimini yönetmen kendi belirlemelidir. Sonuç olarak bilmeliyiz ki sınırlar konulmuş bir yönetmenin yaratısıyla, prangalar vurulmuş beden arasında fark yoktur ikisi de vardır; ama bir şey ifade etmez. Bembeyaz perdenin üzerinde görüntülerle dans eden bir isik ve en önemlisi bağımsızca onu gösteren göz olmalıdır yönetmen.

21


Bergman'ın yapıtı psikanalitik olarak yaftalanmanın çok ötesindedir. Bergman'ın yapıtı varoluşa değindir, illa bir sıfat aranıyorsa ontolojiktir. "Kurt Zamanı" gibi bir filmi çekmiş bir sanatçı olarak Bergman asal soru(n)larla didişmiştir yapıtı boyunca. Persona'da, Sessizlik'te ya da anne ve kız üzerine yapılmış en güzel film olan Güz Noktası’ndaki arılık onun bu çabasının sebebi ve sonucudur. Deleuze'ün dediği gibi süs suç ise, Bergman suçsuzdur; çünkü o insanlık tarihinin en gizli haritası olan yüze odaklanmış, onun karanlık yönlerine yakın planlarla yaklaşmıştır. "Bir Tutku"daki sinema tarihinin en uzun ve güzel yakın planlarından biri olan sahnede Liy Ulmani’nin bakışı ya da Komünyanlar'da Ingrid Thulin'ın Gunnar Björnstarn'a tutkusu açıkladığı o fiks-plan sekans onun ustalığının mühürleri gibidir. Üstat 1997'de tv için çektiği "Bir Palyaçonun Önünde" ile de yaratı gücünden hiçbir şey yitirmediğini kanıtlamıştır. Kendisi kadın-erkek ilişkileri üzerine yapılmış kanımca en iyi film olan ve woody Allen'ın “Karılar ve Kocalar”ında birebir örnek aldığı "Bir Evlilik Yaşamından Sahneler"i, aynı oyuncularla bir daha çekmiştir. Bergman'ın dilimizde "İmgeler" adındaki eşsiz otobiyografik denemesi, bir evlilik yaşamından sahneler'in senaryosu "Büyülü Fener" adını taşıyan mükemmel otobiyografisi ve "Pazar Çocuğu" adında çocukluğunu anlattığı otobiyografik bir romanı vardır. Bergman'ı anlamanın yollarından biri de okumaktır. Tarkovski, Woody Allen gibi yönetmenleri derinlemesine etkilemiş, filmlerinde çektiği sahnelerle kendinizi bir anda çok iyi veya depresyon içinde bulabileceğiniz dahi İsveçli yönetmen tiyatrodan gelmedir, sinema yapmayı bıraktıktan sonra bile tiyatroya devam etmiştir. Kendisi Tarkovsky'nin Andrey Rublev'inden, Tarkovsky ise onun “Yedinci Mühür” ve “Yaban Cilekleri” filmlerinden çok etkilenmiştir. Birbirlerine büyük hayranlık beslemişlerdir ama Tarkovsky Sovyetlerden sürüldükten sonar bir araya gelme, görüşme şansları oluştuğunda ikisi de biraz hayal kırıklığına uğrama korkusuyla da görüşmemeyi tercih etmişlerdir.

22


Karamsar filmleriyle ünlü İsveçli yönetmen bir papazın oğludur. Zaten egemen baba figürü bütün filmlerinde karşımıza çıkar. “Yedinci Mühür” (bu filmde tanrı olgusuyla hesaplaşır) “Her duygu, her hareket, her bedensel rahatsızlık, kullandığım her sözcük için büyük bir depo dolusu açıklamam var. İnsan anlayışla başını eğiyor. Böyle olması gerekliydi: gene de bu yaşam uçurumunda boylu boyunca düşüyorum. Bu uçurum bir gerçek, ayrıca da dipsiz. İnsan bu taşlı derede ya da suyun yüzünde kendini öldüremiyor bile. Anne, sana sesleniyorum, her zaman yaptığım gibi. Ateşim olduğu geceler. Okuldan döndüğüm zaman. Geceleri, arkamdan beni kovalayan bir hayaletle hastanenin parkında koştuğum zaman. Farö’deki o yağmurlu öğleden sonra seni tutmak için elimi uzattığım zaman. Bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum. Bu başımıza gelenler nedir? Bununla baş edemeyeceğiz. Yanaklarım yanıyor ve birisinin uluduğunu duyuyorum, Sanıyorum ben kendim uluyorum.” Ingmar Bergman. Dipsiz kuyularda çoğu zaman kendi isteğiyle kaybolmayı seçen, bir çocuk edasıyla perdenin arkasına saklanıp göründüğünü bile bile camdan sokağa bakmayı aynı muzurluk da yapabilen kimsedir Bergman. Yönetmen, sessizliktir çoğu zaman, var olan kelimelerle ya da karalerle kendi imgesini ortaya koymadan önce. Bu sessizlik içinde yaratıcı, yapıtına başlamadan önce ne yazacağını bilir karakterler, olaylar yapıtta var olacak her şey yüreğinde ve düşüncelerindedir; ancak bilmeliyiz ki yönetmen yazmaya başladığı andan itibaren özgür bırakır bütün bildiklerini ve onların uzaklaşmasına izin verir, böylelikle yönetmen özgürlüğünü vermiştir 23


sevgisiyle tutsak ettiği kelimelerine ve izleyicide özgürleşmelerini görmek istemiştir

İnsanoğlunun tanrıdan gelenle savaşması gerektiğini, kafasındaki tanrı düşüncesinden kurtulup gerçekleri anlamak için katı akılcılık metoduna başvurmasının şart olduğunu söyleyen, çocukluğunda son derece dindar bir aile tarafından yetiştirilip gençlik yıllarında bu katı dindarlığa tepki olarak savunduğu katı akılcılık düşüncesinin filmlerine olan etkisinin açıkça görüldüğü “Yedinci Mühür”deki son sahne olan ölüm dansı ile hafızalara kazınan efsanevi yönetmen, filmlerinde aynı oyuncu kadrosu, benzer karakter yapıları (Max Van Sydow'un oynadığı inancı zayıf tanrıyı arayan aslen Bergman'ın kendi arayışını yansıtan karakter gibi) ve karakterlerin aynı isimleri (Karin, Martha, Jonas, Rosenberg) gibi unsurlardan da görülebileceği gibi aslında Bergman kendi hikâyesini, çocukluğundan taşıdığı izleri, meraklarını ve bilgi arayışlarını, hayattan kesitler şeklinde sunmaktadır. Tüm filmleri aslında tek bir filmin, bir bütünün parçaları gibidir.

24


Kamera Hareketleri ve Özellikleri Caner Uğur Lermi Sinema diğer sanat dallarından ayrı bir özelliğe sahiptir. Örneğin resim ve fotoğraf gibi diğer sanat dalları durağan bir görüntüyü gösterirken; sinema durağan görüntüye hareket kazandırmaktadır. Bunu yaparken de kamera denilen aracı kullanmaktadır. Kamera durağan bir görüntüye hareket kazandırmasından dolayı onu kullanan kişi çok fazla emek harcamaz. Sadece kayıt tuşuna basması yeterli olacaktır. Hatta Kodak reklâmında söylendiği gibi “ Siz sadece tuşuna basın gerisini o halleder.” İşte bu sebepten dolayı görüntü yönetmenini ayrı bir özelliğinin olması gerekmektedir. Kullanacağı çekim ölçeğinin, kamera hareketinin, mizansen oluşturulan sahnenin bir amacı olması gerekmektedir.

Görüntü yönetmeni kullandığı kamera hareketlerinin nedenlerini ve ne için kullandığını da bilmesi gerekmektedir. Ve kullanılan kamera hareketlerinin bir estetik ve psikolojik etkilerinin ne olacağını da anlayarak ve bilerek yapmalıdır. Kamera hareketleri gerçekleştirilirken belli başlı iki nedenden yola çıkılmaktadır. Bunlar; birincisi teknik açıdan ikincisi ise estetik yani sanatsal açıdandır. Teknik açıdan yapılan kamera hareketinden ulaşılmak istenen ise; görüntüde var olan hareketleri takip etmek, görüntüde istenmeyen kısımları çerçeve dışında bırakmak içindir. Estetik açıdan yapılan kamera hareketlerinde ulaşılmak istenen ise; birbirinden faklı bölümlerin birleştirilmesi, birbiriyle aynı duran cisimlerin uzaklık mesafelerini göstermek gibi nedenlerle kamera estetik açıdan hareketini 25


yapmaktadır. Şimdi kamera hareketlerini ve ne gibi özellikler yansıttığını atlatmaya çalışayım. Kamera hareketleri genel olarak çevrinme, kaydırma ve optik olarak 3 bölüme ayrılmaktadır. Çevrinme hareketinin içerisine pan left, pan right (sağa ve sola çevrinme), tilt up tilt down (aşağı ve yukarı çevrinme) olmak üzere kendi içerisinde ikiye ayrılmaktadır.

Çevrinme hareketi Sağa ve Sola Çevrinme: Bu tür kamera hareketinde kamera sabit konumdadır. Sadece kameranın kendi gövdesinin sağdan sola ya da soldan sağa yapmış olduğu harekettir. Bu tur hareketin yapılma amacı mekânın tasviri için kullanıldığı gibi aynı zamanda oyuncunun hareketi de bu sayede takip edilmiş, izlenmiş olmaktadır. Konunun bağdaştırılması ve olay örgüsünün anlaşılması içinde kullanılan bir tür harekettir. Yukarı ve aşağı çevrinme: Bu kamera hareketinde de kamera sabit konumdadır ve dikey bir düzlemde yukarı ve aşağı olarak yapmış olduğu harekettir. Bu tür hareketin psikolojik özelliğine değinirsek; eğer kamera hareketi yukarı doğru yapılıyorsa kişinin gururlu yüce bir yapıya sahip olduğunu anlarız aynı zamanda bu yukarıya doğru yapılan çevrinme bir yapının ya da nesnenin büyüklüğünü vurgulamak içinde yapılmaktadır. Örneğin bir gökdelenin büyüklüğünü göstermek gibi. Aşağı doğru yapılan çevrinmede ise eğer bu öznel kamera ise ( yani kamera bir kişinin yerine geçmiş) bu çevrinmede o kişinin bir umutsuzluğu dile getirilmiş olabilir.

26


Kaydırma hareketi: Bu tür kamera hareketlerinde amaç kameranın ileri veya geri hareket sağlamasıdır. Genellikle kamera bir aletin üzerinde ve raylar sayesinde bu hareketi yapar bu alete de şaryo denilmektedir.

Şaryo

Jimmy jib Aynı zamanda raylara gerek kalmadan yukarı resimde kullanılan alet olan Jimmy jib de bu tür hareketin yapılmasını sağlamaktadır. Bu tür hareketin yapılmasında ki amaçta konuya gerekli hareketi sağlamaktır. Konunun özelliğine göre kimi zaman oyuncu takibinde kullanılır kimi zamanda çerçevelemenin daraltılmasını sağlayarak seyircinin konuya olan hâkimiyetini kuvvetlendirmeye çalışmaktadır. Yine bu tür hareketlerde kullanılan bir diğer alet de Steadicam dir. Bu alette kameramanın vücuduna bağlanarak kullanılır ve aksiyon sahnelerini yaratmak daha kolay bir hal alır. Genellikle takip sahnelerinde de kullanılan bu teknik aynı zamanda konunun gerektirdiği bir özelliği de teşkil etmektedir. Örneğin 27


yönetmenliğini Gus Van Sant ın yapmış olduğu bir Amerikan bağımsız filmi olan Elephant ( Fil ) filminde bu steadicam tekniği filmin konusu gereği bol kullanılmıştır.

Steadicam Optik hareket: Bu hareket aynı zamanda kameranın üzerindeki merceğin hareket etmesidir. Buna kısaca Zoom in ve Zoom out denilmektedir. Bu tür hareketler bir mercek hareketidir ve genellikle kamera sabitken yapılan hareketlerdendir. Bazen izlenilen video kliplerde hem geri kaydırma yapıldığı anda zoom in de yapılmaktadır ama bu tür hareket kombine hareket olmakta ve sinemada pek tavsiye edilen bir hareket olmamaktadır. Zoom hareketi bir mercek hareketi olduğundan dolayı görüntüde bozulmalara neden olmaktadır. Örneğin normal açıdan dar açıya geçildiğinde görüntüde eğiklikler başlar ve görsellik bu konuda etkilenir. Örneğin ağaçlı bir mekânda bir nesneye zoom hareketi yapıldığında yani o nesneye yakınlaştığında kenarlarda olan ve çerçevede görünen ağaçların yamulduğu görülebilmektedir. O sebeple zoom yani mercek hareketi pek fazla tavsiye edilen bir hareket değildir. Ama mekânı göstermede çerçeve daraltılıp açılmasında kullanılan bir harekettir.

28


Sinemada Temel Aydınlatma Utku Aktunç Işık, sadece sinema için değil insanın normal hayatında da vazgeçilmezdir. Çünkü objeleri görmek için ışığa ihtiyaç duyarız. Objelerden yansıyan ışık sayesinde biz onların boyutları hakkında fikir sahibi oluruz. Işık normal hayatının yanı sıra sinema içinde vazgeçilmezdir. Kameranın görüntüleri alabilmesi için ışığa ihtiyaç duyar. Kameranın kendi ayarlarını ( beyaz ayarı, diyaframının ayarlanması gibi...) yapılsa bile ışık olmadan hiç bir görüntü alınamaz. Sinemada da ışık kullanılarak birçok dramatik duygu yansıtılır. Korku, üzüntü, sevinç gibi duygular ışık yoluyla çok rahat izleyicilere aktarılır. Bunun içinde başka hiç bir objeye ihtiyaç duyulmaz. Sinemada aydınlatma yapılırken belli başlı aydınlatma yöntemleri kullanılır. Bunlar başlıca ışık kaynaklarından yararlanılarak yapılır. Bunlar; 1 - Anahtar (Key Light) Işık: Bu ışık kaynağı temel aydınlatmada yönteminde kullanılan temel ışıktır. Bu ışığın Celvin değerleri oldukça yüksektir. Bu ışık kullanıldığı zaman objenin bazı hatları koyu gölgeli olarak görülmektedir. Bu ışığın sert fall off değerleri vardır. Bu ışığın yarattığı gölgeleri yumuşatmak için dolgu ışığı kullanılmaktadır. 2 – Dolgu Işığı: Bu ışık anahtar ışığın yarattığı gölgeleri yumuşatmak için kullanılır. Bu ışığın gücü de en az anahtar ışığın Celvin değeri kadar olmalıdır. Bu ışık anahtar ışığın tam tersi yönde kullanılmalıdır. Bu ışık sayesinde anahtar ışık ile oluşturulan sert ve belirgin gölgeler yumuşatılarak göze hoş görünen bir görüntü oluşturulur. 29


3 – Arka Işık ( Back Light) : Bu ışık objenin arkasından 45 derecelik açıyla üstten verilir. Bu ışık kullanılarak obje dekordan ayrılarak 3. bir boyut oluşturulur. Eğer bu ışık kullanılmazsa obje arka fona yapışık bir şekilde görünür. Özellikle sadece siyah bir perdenin önünde yapılan bir çekimde bu ışık kullanılmazsa ortaya çamur gibi arka tarafa yapışmış bir görüntü çıkar. Bu ışığın gücünün çok yüksek olması gerekmemektedir. Ortamdaki ışığa göre bu ışığın gücü ayarlanır. 4 – Fon Işığı: Bu ışık istenildiği zaman kullanılabilen bir ışıktır. Arkadaki dekordaki bir malzeme çok önemli olduğu zaman onu vurgulamak için bu ışığa ihtiyaç duyulur. Örneğin; arka tarafta kullanılan bir vazo o proje için önemli ise fon ışığı kullanılarak o ışık ekranda vurgulanır ve dikkat çekmek sağlanır. 5 – Makyaj Işığı: Bu ışık kişide dramatik bir makyaj yapıldığında kullanılır. Bu ışıkla yapılan dramatik makyaj daha etkili olur ve inandırıcılığı daha iyi olur. Bu ışık kaynakları Temel Aydınlatma Yöntemleri çerçevesinde değerlendirilir. Bu ışıkları daha farklı ışıklar eklenebilir. Işık ile ekranda yaratılmak istenen etki daha da fazla olmaktadır. Özellikle alt açıyla ile verilen ışıklar alt açı ile çekimi yapılan sahneyi daha da vurgulamaktadır. Aynı şekilde üst açı ile kullanılan ışık da verilemek istenen ezilmişliği ve aşağılanmayı daha da güçlendirir. Bunun yanı sıra diğer bir aydınlatma çeşidi Chiaroscuro Aydınlatma’dır. Bu aydınlatma çeşidinde 2 çeşit aydınlatma kullanılır. 1 - Cameo Aydınlatması: Arka alanın tamamen karanlık, sadece ön alandaki nesnenin istenilen yerlerinin aydınlatıldığı bir tür chiaroscuro aydınlatmasıdır. 30


2 - Rembrandt Aydınlatması: Nesnenin belirli bölgelerinin aydınlatıldığı diğer bölgelerin göreceli olarak karanlıkta kaldığı bir tür chiaroscuro aydınlatmasıdır.

31


Psikanaliz ve Sinema Yazıları Fatih Akar Psikanaliz ve film kavramları bir araya getirebilir mi? Bu soruya evet yanıtını veren pek çok kurama ve kuramcıya dayanarak biz de bu soruya evet yanıtını verebiliriz. Ancak, psikanalizin sinemanın büyülü dünyasına girişinden önce psikanaliz ve sinemayı bağdaştırabilmemizdeki önemli bir bilim dalından başlamamız gerekir; Göstergebilim. Göstergelerin incelenmesinin bir bilim dalına dönüşmesi Sausure’ün ders notlarının yayınlanması sonrasında işleyen bir süreçtir; “…göstergelerin toplum içindeki yaşamını inceleyerek bir bilim tasarlanabilir. Toplumsal ruhbilime başlanacak bir bilim. Göstergebilim diye adlandıracağız biz bu bilimi. Göstergebilim, göstergelerin öz niteliğini, hangi yasalara bağlı olduğunu öğretecek bize.

Henüz yok böyle bir bilim.

Onun için,

göstergebilimin nasıl bir şey olacağını söyleyemeyiz. Ama kurulması gerekli; yeri önceden bellidir. Dilbilim, bu genel nitelikli bilimin bir bölümünden başka bir şey değil Onun için, göstergebilimin bulacağı yasalar bilime de uygulanabilecek. Böylece, insana, ilişkin olgular bütünü içinde dilbilim iyice belirlenmiş bir alana bağlanabilecek (Saussure, 1998).” Saussure dili, belli bir zaman noktasında ele alarak eş zamanlı, kendi kendine yeterli ve bağımsız bir sistem olarak incelemeyi önerdi. Sistemi anlamak, onun öğeleri arasında o andaki bağıntıların oluşturduğu yapıyı açıklamak demektir. Saussure dil ile söz ayrımını getirmiştir. Dil bir sisteme verilen addır. Söz ise dilin somut kullanımı yani dilin belirli bir konuşucu tarafından belirli bir andaki uygulamasıdır. Bu sayısız sözler bir dil sistemine uyarlar. Başka önemli bir ayrım gösteren/gösterilen ayrımıdır.

Sözcükler bir şeye işaret ettikleri için 32


birer göstergedirler ve göstergenin iki yönü vardır.

Biri bir ses imgesidir ki

gösteren adını alır. “Köpek” dediğimiz zaman ağzımızdan çıkan ses imgesi gösterendir, bunun işaret ettiği köpek kavramı ise gösterilen. Sözcükler birer gösterge olduğuna göre, dil bir göstergeler sistemidir.

Ve dış gerçeklikten

bağımsız, kendi iç kurallarına göre işler. Saussure dünyanın, kesintisiz bölünmemiş büyük bir yığın, bir bütün olduğunu söyler, dil ise bu yığını anlaşılır kılmak için böler. Örneğin dilden önce taş, kaya ve maden ayrımı yoktur ama biz bütününü taş sınıfı, kaya sınıfı, maden sınıfı olarak birimlere ayrıştırır ve böylece dünyayı kavranılır, anlaşılır hale sokarız. Şu da vardır ki herkes dünyayı aynı şekilde bölmez. Türkçede çayırda otlayan hayvana da sofrada yenen etine de koyun denir, ama İngilizcede bunlar sheep ve mutton olarak ayrılırlar (Moran,1999). Peirce’ın gösterge tanımı ise daha kapsamlıdır. göstergelere de yer vardır.

Onun tanımında doğal

Peirce göstergeleri üçe ayırır: ikon, belirti, simge.

Ona göre anlıksal çağrışımı gerektiren gösterge simgesidir.

Sözcük ile nesne

arasındaki ilişki nedensiz olduğu için sözlü dil simgeye iyi bir örnek.

Bu

durumda Peirce’ın simge tanımının Saussure’ün simge tanımından oldukça ayrımlı olduğu ortaya çıkıyor. Saussure’ün simge tanımı nedenlilik ilişkisine Peirce’ın tanımıysa nedensizlik ilişkisine dayanıyor. Aralarındaki ayrım burada kalmıyor. Saussure sözcüklerle gerçek nesneler arasındaki bağıntı üzerinde durmaz. Yani EV nesnesi ya da <ev> ses dizisi ile ilgilenmez, anlıksal nitelikli gösteren ile gösterilenin birleşimine gösterge der. Pierce ise gösterge tanımında nesneye yer verir. Gösterge herhangi biri için herhangi bir şeyin yerini tutan bir şeydir. Peirce’a göre nesneyi tanıyan yorumcu çıkarsama ile anlamı oluşturur. Yorumcu göstergenin gösterdiği nesneyi tanımıyorsa, onu tanıdığı nesnelere benzetir ve anlamı oluşturur. At üzerinde giden bir adamın başına dört kişi 33


gölgelik tutuyorsa başına gölgelik tutulan adam yönetici olabilir. Kişi bu sonuca çıkarsamayla ulaşır; ama bu yalnızca bir varsayımdır. Peirce’a göre yöneticilerin başına gölgelik tutulacağı gibi bir kanıdan kalkılarak bu yorum yapılabilir (Büker, 1991). Umbertho Eco ne kadar Saussure ve Peirce’ı eleştirse de ikisinin görüşünün toplamından bir çıkarsama yaptığı görülebilir. Eco çıkarsama ile ancak toplumsal ve kültürel düzgüler bağlamında ilgilenir. Saussure de Eco da nesneyle ilgilenmez. Eco’ya göre yorumcunun tanıması, bilmesi gereken gösterge değil de, nesne ise göstergebilimin konusu bireysel çıkarsamalardır. Eco’ya göre çıkarsamalar ise daha çok yeni düzgüler bulmada ya da bilinen düzgülere yeni yan anlamlar katmada işe yarar. Peirce göstergeyi yorumlamak için, Eco ise yeni düzgüleri ortaya çıkarmak için çıkarsamaya başvurduğumuzu söyler (Büker, 1991). Göstergebilimi ve psikanalitik kuramı kesişme noktasında buluşturan, psikanalitik ve kavramlarını sinemayı anlamlandırma açısından bir araya getiren ise Christian Metz‘dir. Bir sonraki yazıda bu konudan bahsedilecektir. Ancak ilgi duyanlar aşağıdaki kaynaktan yararlanabilirler. Gülseren Güçhan; C. Metz'in ''Göstergebilimsel psikanalitik'' yaklaşımı ile bir film çözümleme denemesi: Bez Bebek /. Bulunduğu eser: Kurgu 1992, Sayı: 10, Sayfa: 101-117 http://kybele.anadolu.edu.tr/makaleler/Kurgu_1992_10/15094.pdf KAYNAKÇA Büker, S. (1991).Sinemada anlam yaratma[2. bs.]. – Ankara: İmge Kitapevi.

34


Moran, B. (1999).Edebiyat kuramları ve eleştiri /– İletişim Yayıncılık 1. bs. – İstanbul: İletişim Yayınları. Saussure, F. (1998).Genel dilbilim dersleri; çeviren Berke Bardar. – [3. bs.]. – İstanbul: Multilingual.

35


13: Batman’in Beyazperde Serüveni Cemil Can Söylemez

Sinemada ilk gittiğim film “Superman”di. Ama küçüktüm, büyük ekrandan ve yüksek sesten korktuğum için beni götürenlerin başının etini yemişim ve sinema salonundan kaçmışız, bu deneyimden aklımda kalan tek kare ise Christopher Reeve’in suratı ve kırmızı peleriniydi. Sinemada oturup başından sonuna kadar izlediğim ilk film ise Tim Burton’ın “Batman”iydi. Tabi o zaman yönetmen isimlerini bilmek, oyunculara hayran olmak gibi olaylarım yoktu ama filmin girişine, müziğine, Batmobil’e, pelerine hasta olmuştum. Filmin sonunda Joker’in cebindeki gülen oyuncağın sesi de uzun süre kâbuslarımı süslemişti, kısacası 6 yaşında bir çocuk olarak o filmden çok etkilenmiştim. Ama beni Batman efsanesine hayran bırakan ve birçok yönden etkileyen, sinemayı sevdiren film, devam filmi “Batman Returns” oldu.

Batman’i bilmeyen varsa diye kısaca bir özet geçelim. Metropol şehir Gotham City’nin koruyucusu Batman, Bob Kane ve Bill Finger tarafından yaratılmış ilk kez 1939’da Detective Comics’in 27. sayısında görünen bir DC Comics karakteri. Ailesinin ölümüne tanıklık ettikten sonra kendini suçla savaşmaya 36


adayan ve ikinci kişilik geliştiren yarasa kostümlü Batman’in toplum arasında kullandığı kimliği dolar milyarderi ve “playboy” Bruce Wayne. Birçoklarının zannettiği üzere Batman Bruce’un maskesi değil, Bruce Batman’in maskesi. Batman’in diğer süper kahramanlar gibi özel güçleri yok. Düşmanlarıyla savaşmak için olağanüstü zekâsını, çevikliğini, dedektif yeteneklerini, bilimi ve üst düzey teknoloji oyuncaklarını kullanır. Genelde yalnız takılır ama ara-sıra yanına aldığı Robin gibi ortakları olur ve tabi ki sadık yardımcısı on parmağında on marifet Alfred Pennyworth. Batman’in süper- düşmaları kendisine nazaran daha renkli, Two-Face, Penguin, Mr. Freeze, Riddler, Poison Ivy, Catwoman ve tabiki Joker bunlardan bazıları.

1960lı yıllarda Adam West’in Batman oynadığı şimdi camp estetiği denilen tarzda, eğlenceli ve komik Batman dizisi ve aynı serinin bir de filmi yapıldı “Batman The Movie”; biz ona sadece selam yollayalım. İlk film “Batman” daha sonra çok eserini beyazperdede izleyeceğimiz Frank Miller’ın efsane yapıtı “The Dark Knight Returns”le hikâye bakımından alakası yoktu ama aynı karanlık atmosfere, aynı sert üsluba sahipti. Çizgi roman uyarlaması olarak donlu taytlı kahraman hikâyelerinden çok farklı bir yaklaşımı vardı. Batman’in mekânı Gotham karanlık, soğuk, mutsuz, yozlaşmış ve kasvetli bir şehirdi. Oyuncaklar çok inandırıcıydı, ayrıca Batman tayt yerine kauçuk özel bir zırh giyiyordu – ki bu daha sonraları örneklerini çokça göreceğimiz bir teknik - ve inanılmaz güzel özel efektler. Ayrıca Jack Nicholson’ın inanılmaz Joker tiplemesi unutulamaz. Nicholson’ın rolü için yapım aşamasında David Bowie, James Woods, Willam Dafoe ve Robin Williams’ın adı geçiyormuş ama yazarlardan Sam Hamm daha başarılı olacağını düşündüğü Nicholson için senaryoyu değiştirmiş ve Joker karakterini usta aktör için yeniden tasarlamışlar. 37


Ne de iyi yapmışlar ki artık Jack Nicholson’dan başka kimsenin Joker olabileceğine inanmak çok zor. Bruce Wayne rolü için Mel Gibson, Pierce Brosnan, Harrison Ford, Kevin Costner gibi isimler düşünülmüş ama sonunda seçilen Michael Keaton o zamanlar bilinen bir oyuncu değilmiş ve açıkçası hiç kimse Batman maskesinin arkasına onun geçmesini istememiş. Burton’ın “Beetlejuice” filminde beraber çalıştığı Keaton’ın Batman için doğru aktör olduğunu düşünmesinin sebebi de gözleriyle oynayan bir aktör olduğu içinmiş. Maskenin ardında gözüken de sadece gözler olduğu için ve Batman de pek ifade dolu bir karakter olmadığı için bu düşüncenin ne kadar doğru olduğu ortada. Bir de dudak faktörü var tabi ki.

İkinci Batman filmi “Batman Returns” yine Tim Burton tarafından çekildi. Bu sefer daha büyük setler daha güzel oyuncaklar, daha fazla kötü adam var. Gotham ilk filmdeki halinden daha karanlık, daha soğuk. İlk filmde gördüğümüz politik ve ekonomik yozlaşmışlık daha belirgin. Ve unutulmaz Kedi Kadın maskesi altında Michelle Pfeiffer. Batman rolünde yine Keaton. Kötü adamlar Penguen, Danny DeVito ve Max Shreck, Christopher Walken. Bu filmi çok sevmemin nedenlerinden biri Selina Kyle/Catwoman, Bruce Wayne/Batman arasındaki kavgalı, baştan çıkarmalı ikilemlerle dolu ilişki ve bu ilişkinin en karmaşık halini aldığı Siouxsie & the Banshees şarkısı “Face to Face” çalarken ikilinin dans ettiği maskeli balo sahnesi. Müzik demişken Tim Burton filmlerinin olmazsa olmazı Danny Elfman bu filmlerde yine dehasını konuşturmuş ve unutulmaz melodilerle filmlerin sahnelerinin beynimize görselliğin yanı sıra işitsel olarak da kazınmasını sağlamıştı.

38


3. ve 4. Filmleri es geçelim ki bunlar Batman ismine koca bir leke atmakla kalmamış aynı zamanda sinema tarihinin en kötü filmleri arasına da girmiş bulunmaktalar, Joel Schumacher’e teşekkürler. Gerçi “Batman Forever” biraz umut vaat ediyordu. Bence Val Kilmer’ın seçilme nedeni dudaklarıydı, ama rolde sırıtmıyordu, Nicole Kidman’ın oyunculuğundan çok güzelliğiyle filme katkıda bulunduğu ortada. Bütün bunların yanısıra Jim Carrey ve inanılmaz eylenceli Riddler tiplemesi. Bütün o lazer gösterilerinin ve bilgisayar efektlerinin ortasında bu film “oyuncak satmak için yapıldııım” diye bas bas bağırmakta. Ama şunu da belirtelim bence U2’nun yapıp yapabileceği en güzel parça “Hold me, thrill me, kiss me, kill me” bu filmin soundtrack albümünde yer almakta. “Batman&Robin”e deyinmeyelim hiç, zaten George Clooney ve meme uçlu kauçuk kıyafeti he rşeyi açıklıyorlar. Film Altın Ahududu rekortmeni bu arada bunu da belirtelim. İki muhteşem film ve iki inanılmaz kötü film sıralarında Warner Bros. Bünyesi altında çalışan Bruce Timm ve Paul Dini tarafından bir çizgi film serisi hazırlandı; Batman: The Animated Series. Kısaca değinemeden geçmemek lazım çünkü bu seri Burton’ın filmleri kadar başarılı. Animasyon kesinlikle çocuklara göre değildi. Atmosferi “Batman” ve “Batman Returns” kadar hatta daha bile karanlıktı. Bütün serinin siyah kâğıt üzerine çizilmiş olması bu etkideki başlıca neden. Seri geçmişle günümüz arasında bir zamanda sıkışık gibi ya da Burton’ın yansıttığı gibi zamansız olarak tasarlanmıştı. Karanlık filmlerin görselliği ve Art Deco tasarımlar koyu tonlarla birleştirildi ve ortaya “Dark Deco” dedikleri bir tür çıkardılar. 40’lı yılların estetik anlayışı ama aynı zamanda özellikle Batman’i kullanırken gördüğümüz yüksek teknoloji ürünü cihazlar çok şık bir biçimde harmanlanmıştı. Seslendirmeler inanılmazdı. Sesler, radyo programı gibi tek seansta bütün sanatçılar bir arada kaydediliyordu, çoğu animasyonda bu iş yapılırken aktörler birbirlerini hiç görmez ve bütün sesler ayrı ayrı kaydedilir. Ses sanatçısı Kevin Conroy Keaton’ın yaptığı gibi Bruce Wayne için ayrı Batman için ayrı ses tonu kullanıyordu. Usta oyuncular seslerini tanınmış kötü adamlarda kullandılar. Bunlardan en bilineni Star Wars serisinden sonra yüzünü pek göremediğimiz ama ses sanatçısı olarak kendine 39


inanılmaz bir kariyer yapan Mark Hamill ve onun Joker seslendirmesi. Ayrıca 60’lardaki Batman Adam West de bir bölümde Bruce Wayne’in çocukluk kahramanı Gray Ghost olarak konuk olmuştu.

40


Schumacher’in filmlerinden sonra Batman projesinden vaz geçen WB çizgi roman uyarlamalarının yeniden popülerleşmesiyle Yarasa Mağarasına tekrar girmeye karar verdi ve bu sefer maskeyi Christian Bale’e taktı kamera arkasına da Memento, Insomnia ve The Prestige filmlerinin yönetmeni Christopher Nolan’ı oturttu. Hikâyeye yeniden başlandı hem de en baştan, genç ve öfkeli milyarderin “Dünyanın en iyi dedektifi” olmaya nasıl karar verdiğini ve nasıl bir yol izlediğini artık sinema izleyicisi de biliyor. Burton’ın filmleri karanlıktı dedik, esrarlıydı ama yine de film olduğunu unutmuyordu ve yer yer kendileriyle bile dalga geçiyorlardı, bunun yanında Nolan seriye son derece ciddi bir bakış açısı getirdi, her şeyin artık mantıklı bir açıklaması var ve masalsılıktan öte son derece ciddi bir gerçeklik söz konusu. Karakterler ince ince işlenmiş ve her detay düşünülmüş. Seriye kaybettiği “prestiji” geri getirdi “Batman Begins” ve 2008 de kaldığı yerden devam edecek bu sefer Joker’le karşılaşacağız. Genel kanı bu rol için Heath Ledger’ın iyi bir seçim olmadığı yönünde daha önce söylediğim gibi Jack Nicholson’dan başkası Joker olarak düşünülemez, ama Nolan’ın ellerinde bu malzemenin nasıl şekilleneceğini görmek çok ilginç olacak.

Burada yazımızın sonuna geliyoruz. Malzeme çok büyük o yüzden böyle derme çatma bir özet geçmek zorundaydım. Batman hakkında anlatılacak çok şey var gerek çizgi roman olsun gerekse filmler, son derece geniş bir dünya.

41


D端z Adam

F. Utku Deniz

42


Sanat ve Şeytan Üzerine Gökhan Baykal Öncelikle herkese merhaba aziz dostlar… Sanat bir nevi meydan okumaktır tanrıya, başkaldırmaktır yaradana… Neden mi? E malumunuz yaratma işinden mesul olan varlık kendisidir tanrının, niye durup dururken kendine rakip çıkartsın ki bu mevzu üzerinde… Sanat kelimesinin sözlük anlamına bakılacak olursa; yaratma kavramı ilk iki anlamının ana kelimesidir. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellik simge yaratabilme gücü ve ona anlam katabilme yetisidir… Guernica’ya baktığınızda fark edersiniz belki, insan tarafından çıkartılmış bir savaşın başka bir insan tarafından resmedilmesinin bu kadar kusursuz ve bu kadar ürpertici olduğunu. Bir savaş evet bir iç savaş, kötüler tarafından çıkartılmış bir iç savaş yani şeytana uyanlar tarafından çıkartılmış bir iç savaş... Evet kötüydü savaşın kendisi, hatta şeytaniydi ama o ölümsüz esere imza atılmasına vesile olmuştu. Ya da Adem ile Havva’nın şeytana uyup elma yemeleri yüzünden cennetten kovulup dünyaya indirilmeleri… Aslında sanatın başlangıcı olarak Âdem ve Havva’nın cennetten kovulmasını göstermemiz çok ta saçma olmaz kanımca. Sanatı var eden insan olduğuna göre, insanın dünyaya inmesinin sorumlusu da şeytan olduğuna göre sanatın esas kaynağı şeytanın ta kendisi oluyor aslında. Ayrıca sanat; dünyada başka bir şeyler yapmaya gerek duymayanların elinden çıkan işlerdir bir nevi. Sanat icra edenin tek işi gerçekten de sanattır; yani aylaklık edip sanat eseri üretmektir sanatçının derdi. Dünyayı incelemek, sosyal 43


yaralara parmak basmak, güzeli yaratmak, evet sadece güzeli yaratmak, en kötülerden bile güzeli yaratmak. Tanrı’nın kendisine verdiğiyle yetinmeyip şeytanın izinden giderek kendi güzelini yaratmak… Güzel kavramının göreli olduğunun bilincindeyim. Lakin kimsenin de bana gelip bu yazdıklarım bağlamında Picasso’nun “Guernica”sı sence güzel miydi?” diye soracağını da zannetmiyorum. Picasso yaşanan bir kötülüğü almış muhteşem bir tablo olarak resmetmiş, buna karşı çıkacak olanın estetik ölçütlerinden şüphe ederim. Şeytan’a uymak eğlenceli olsa gerek, ortaya çıkan yapıtlara bakınca bu sonucu çıkartıyorum kendi kendime. Bir film izlediğimde, müzik dinlediğimde ya da bir resme baktığımda şeytanı takdir edesim geliyor içimden ve öyle de yapıyorum. “İyi ki varmışsın sen şeytan” diyorum, evet bunu ciddi ciddi söylüyorum ve bir sanatçı adayı olarak kendimi şeytanın hisselerine ortak ediyorum. Şeytan daima yanınızda olsun aziz dostlar, bir sonraki yazımda görüşmek dileğiyle…

44


Yaşamı ve Yapıtlarıyla Orhan Veli Orhan Veli 13 Nisan 1914 günü İstanbul'da doğdu. Babası orkestra şefi Mehmet Veli, annesi Fatma Nigar Hanım'dır. Adnan Veli (mizah yazarı) ve Füruzan Yolyapan isimli iki kardeşi vardır. Çocukluğu İstanbul'un Cihangir ve Beykoz semtlerinde geçti. İlkokulu Galatasaray Lisesi'nde yatılı olarak okudu. Babasının Cumhurbaşkanlığı Bando Şefi olması üzerine dördüncü sınıfta iken ailesi İstanbul’dan ayrılınca Ankara Gazi Okulu'na geçti ve ertesi sene Ankara Erkek Lisesi'ne başladı. En yakın arkadaşlarından Oktay Rıfat ile 13 yaşında, Melih Cevdet ile 16 yaşında tanıştı. Bu iki arkadaşıyla birlikte lise yıllarında hazırladığı Sesimiz dergisinde ilk yazılarını yayımladı. 1933 yılında liseyi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü'ne başladı. Ancak, 1935 yılında okuldan ayrılarak yüksek öğrenimini yarıda bıraktı. Şair, 1936’da Ankara’ya döndü. Askere gidene kadar PTT Genel Müdürlüğü Telgraf İşleri Reisliği Milletlerarası Nizamlar Bürosunda memurluk yaptı. Bu arada ilk şiirlerini 1936 yılı Aralık ayında Varlık Dergisi’nde Mehmet Ali Sel adı ile yayınladı. 1941’de lise arkadaşları Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday ile birlikte Garip adlı şiir kitabını çıkartarak Garip Şiir Akımının öncülerinden oldu. Şiirlerinde yalın bir halk dili kullandı, yergi ve gülmeceden yararlanarak, sıradan yaşantıların şiirinin de yazılabileceğini gösterdi. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle askerlik uzatıldığı için 4 yıl askerlik yaptı. Askerlikten döndükten sonra 2 yıl kadar Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda çalıştı. Azra Erhat, Oktay Rıfat, Erol Güney ile ortak çeviriler yaptı. Ancak 1947’de bakanlıktaki “antidemokratik hava” nedeniyle Tercüme Bürosu’ndaki görevinden istifa etti. Mehmet Ali Aybar’ın yayımladığı Hür ve Zincirli Hürriyet gazetelerinde eleştiriler, kültür ve sanat üzerine yazılar yazdı. La Fontaine’in masallarını şiirsel bir dille Türkçeleştirdi. Nasrettin Hoca öykülerini de şiire dönüştürdü. 1 Ocak 1949 tarihinden itibaren on beş günde bir yayımlanan Yaprak dergisini çıkarmaya başladı. 28 sayıyı tamamen kendi çabası ile çıkardı. 15 Haziran 1950'ye kadar yayımlanan bu dergiyi parasal güçlükler nedeniyle yayımlayamaz olunca Ankara'dan ayrılıp, İstanbul'a döndü. 1950 sonbaharında, bir haftalığına geldiği Ankara'da, 10 Kasım 1950 gecesinde, yolda, onarım için kazılmış bir çukura düşerek ayağından yaralandı. İstanbul’a 45


döndükten sonra, bir arkadaşının evindeyken, durumu birdenbire kötüleştiği için kaldırıldığı Cerrahpaşa Hastanesinde, 14 Kasım 1950 tarihinde beyin kanamasından öldü. Ölümü, Türkiye'de o güne kadar hiçbir şairin ölümünde görülmemiş bir yankı buldu. Orhan Veli Kanık geniş katılımlı bir cenaze töreninin ardından Rumelihisarı Mezarlığı'nda toprağa verildi.

Yaşamak Biliyorum, kolay değil yaşamak; Gönül verip türkü söylemek yar üstüne; Yıldız ışığında dolaşıp geceleri, Gündüzleri gün ışında ısınmak Şöyle bir fırsat bulup, yarım gün. Yan gelebilmek Çamlıca tepesine. -Bin türlü mavi akar Boğaz’danHerşeyi unutabilmek maviler içinde. Biliyorum, kolay değil yaşamak; Ama işte Bür ölünün hala yatağı sıcak, Birinin saati işliyor kolunda. Yaşamak kolay değil ya, kardeşler, Ölmek de değil; Kolay değil bu dünyadan ayrılmak.

46


İstanbul’u Dinliyorum İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı Önce hafiften bir rüzgâr esiyor; Yavaş yavaş sallanıyor Yapraklar, ağaçlarda; Uzaklarda, çok uzaklarda, Sucuların hiç durmayan çıngırakları İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Kuşlar geçiyor, derken; Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık. Ağlar çekiliyor dalyanlarda; Bir kadının suya değiyor ayakları; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Serin serin Kapalıçarşı Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa Güvercin dolu avlular Çekiç sesleri geliyor doklardan Güzelim bahar rüzgârında ter kokuları; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Başımda eski âlemlerin sarhoşluğu Loş kayıkhaneleriyle bir yalı; Dinmiş lodosların uğultusu içinde İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir yosma geçiyor kaldırımdan; Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar. Bir şey düşüyor elinden yere; Bir gül olmalı; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir kuş çırpınıyor eteklerinde; Alnın sıcak mı, değil mi, bilmiyorum; Dudakların ıslak mı, değil mi, bilmiyorum; Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından 47


Kalbimin vuruşundan anlıyorum; İstanbul’u dinliyorum. Hürriyete Doğru Gün doğmadan, Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola. Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında, İçinde bir iş görmenin saadeti, Gideceksin Gideceksin ırıpların çalkantısında. Balıklar çıkacak yoluna, karşıcı; Sevineceksin Ağları silkeledikçe Deniz gelecek eline pul pul; Ruhları sustuğu vakit martıların, Kayalıklardaki mezarlarında, Birden Bir kıyamettir kopacak ufuklarda. Denizkızları mı dersin, kuşlar mı dersin; Bayramlar seyranlar mı dersin, Şenlikler cümbüşler mi? Gelin alayları, teller, duvaklar, Donanmalar mı? Heeey Ne duruyorsun be, at kendini denize: Geride bekleyenin varmış, aldırma; Görmüyor musun, Her yanda hürriyet; Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol; Git gidebildiğin yere…

www.orhanveli.net

48


“Hamdım, Piştim, Yandım”- Mevlana Celaleddin Rumi

Gizem Yaman Onu duymayan kaldı mı? Yediden yetmişe herkes bilir Mevlana’nın kim olduğunu. Peki ya gerçekten anlayan… Sadece bilmekle kalmayıp onu tanıyan! Yok ise neden hala bu savaş! Evet, bir kesim var onu felsefesini yaşatmaya çalışan, bir kesim ise kulaklarını tıkamış… Çünkü biliyorlar ki ona kayıtsız kalmak çok zor.

Tam 800 yıldır yolunun kesiştiği herkesi etkileyen bir bilgeden bahsediyorum. Mevlana Celalleddin-i Rumi’den. Ona sarılanlara değil bu yazım, kulaklarını tıkayanlara! Bir umut, belki gözleri takılır… Mevlana’nın 800. doğum günü nedeniyle UNESCO, 2007 yılını “Mevlana yılı” olarak duyurdu. Yurt içi ve yurt dışında pek çok etkinlik düzenlendi. Sevginin, barışın, hoşgörünün sembolü Mevlana’yı, onun yaptığı gibi dil, din ve renk ayrımı olmadan her kıtadan insan bir kez daha kucakladı.

49


Mevlana Celalleddin-i Rumi, 30 Eylül 1207 yılında, günümüz Afganistan sınırları içersinde yer alan Horasan ülkesinin Belh şehrinde dünyaya geldi. Bazı siyasal olaylar ve Moğol istilası sonucu ailesiyle birlikte, pek çok duraktan sonra 1222 yılında Karaman’a göç eden Mevlana daha sonra Selçuklu Devleti’nin en parlak dönemini yaşadığı zamanda (1228), sanat eserleri, ilim adamları ve sanatkârlarla dolup taşan Konya’ya yerleşti. Babası Sultan-ı ulema Mehmet Burhanettin Veled Horasan’ın en ünlü bilginlerindendi ve en az onun kadar tanıştığı herkeste hayranlık uyandıran Cellalediin Veled’de Konya’da coşkuyla karşılandı. Babasının ölümünden sonra, onun yerine dersler veren Mevlana; Sokrat, Eflatun, Aristo’yu Doğu kültürü ile birleştirerek yeni bir sentez ortaya çıkarıyor ve etrafındaki herkesi adeta büyülüyordu. Yaşamını "hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen ve ölüm gününün doğum günü olacağını söyleyen bilgin, 17 Aralık 1273 pazar günü Konya’da vefat etti. Ölümü sadece Selçuk’lu da değil bütün dünyada büyük yankı uyandırmıştır. Her yıl, 17 Aralık’ta Konya da onu anmak için düzenlenen Şeb-i Arus (düğün gecesi) törenlerine dünyanın her köşesinden insanlar katılır. 66 yıllık bir ömrü nerdeyse bir asra taşıran bilge-ozan’nın, felsefesinde her şeyden mühim insan vardır. Mevlana’nın Tebrizli Şems ile tanışması önemli bir dönüm noktasıdır. Artık onun yaşamında “Enel Hak” kavramıyla karşılaşırız. Enel Hak’a göre; tüm kâinat yaratanındır ve her şey ondan doğmuştur var ettiği her şeyin içindedir o, yaratan her yerdedir, bu kâinatın bir parçası olarak, yaratan benim de içimde ve ben de onun bir parçasıyım. Ona göre her varlık yaratanın bir parçasıdır ve varlığa yapılan her şey yaratana yapılandır. Bu varlık birliği savunucusuna göre Hak'kı halkta ve halkı Hak'ta sevmek gerekir. İşte bu noktada yaratana sevgi somut bir hal alır. Dünyayı ve insanı anlamanın tek yolunun kendi içimize bakmak olduğunu söyleyen Mevlana için, insanların 50


birlik olup mutluluğu paylaşmasının önemi ise tartışılmazdır. İnsanın benlikten sıyrılıp, biz olmasını öğütlemiş ve tüm insanlığa seslenmiştir: “ Gene gel, gene, Ne olursan ol, İster kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta, İster yüz kere tövbe etmiş ol İster yüz kere bozmuş ol tövbeni Umutsuzluk kapısı değil bu kapı; nasılsan öyle gel.” Mevlana’yı birkaç satır arasına sıkıştırıp anlatmak imkânsız. Onu anlamak ve doğru yorumlayabilmek için onun kendi satırlarına bakmak gerekir. Hayatı kitaplar ve şiirler içinde geçen Mevlana’nın “Dinle neyden kim şikâyet etmekte, Ayrılıklardan şikâyet etmede” diye başlayan 25.700 beyitlik Mesnevisi, yaşamı yorumlayan ve insan olmanın anlamını öğreten bir kitaptır. Farsça ve aruz vezniyle yazılmış olan kitapta tasavvuf öğretisi, hikâyelerle şiirsel bir dille açıklanmıştır. İlk 18 beytini Mevlana kendi yazmış, kalan beyitleri ise semaya durduğu sırada söylemiş, Hüsamettin Çelebi kaleme almıştır. Pek çok düşünür ve sanatçının ilham aldığı kitap için, İran şairi Jami şöyle der; “ O bir peygamber değil, ama yazdığı kutsal bir kitap”. Mesnevi dışında Mevlana’nın sohbetlerin ve verdiği derslerden toplanarak oluşturulan Fihi Ma Fih, Şems’in kayboluşundan sonra söylediği gazelleri ve rubaileri barındıran Divan-ı Kebir, yine sohbetlerinden derlenen Meclis-i Saba, döneminde yöneticililere yazdığı yaklaşık 147 mektubun toplandığı Mektubat başlıca eserleridir.

51


Cumhuriyetin Mirasçısı: Erdal İnönü Onur Keşaplı Geçtiğimiz ay kaybettiğimiz değerli aydınımız Prof. Dr. Erdal İnönü gerçekten konumu anlamıyla Cumhuriyetin mirasçısıdır. Cumhuriyet Devriminin ikinci adamı İsmet İnönü’nün oğlu olan Erdal İnönü çocukluğunda tüm kazanımlara ve bunları gerçekleştiren kadrolara tanıklık etmesinin yanı sıra Mustafa Kemal Atatürk de vasiyetinde O’nun eğitimi için malvarlığının bir bölümünü ayırmıştır. Ancak başlığımızda değindiğimiz “mirasçılık” Erdal İnönü’nün konumundan çok yaptıklarıyla ilgilidir. Erdal İnönü’nün yaşamı boyunca yaptıkları ve başardıkları O’nu Cumhuriyetin gerçek mirasçısı yapmıştır. Çünkü Erdal İnönü Atatürk’ün “Benim Manevi Mirasım Akıl ve Bilimdir” sözüne kulak verip bu yaklaşımı hayatının her alanında uygulamıştır. Öncelikle bu aydınlık hayata bir göz atalım.

Erdal İnönü(ayakta) abisi Ömer’le Erdal İnönü 6 Haziran 1926’da Ankara Pembe Köşk’te dünyaya geldi. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara’da yapan İnönü 1947’de Fen Fakültesi’nden fizik lisansı diploması alarak ABD’ye gitti. Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nde doktora derecesini tamamlayan Erdal İnönü, “teorik fizik” alanında araştırmalar yaptı ve Türkiye’ye döndükten sonra Ankara Üniversitesi’nde asistan olarak göreve başladı. Askerlik görevinin ardından doçent olan İnönü, 1957–1960 arasında yeniden ABD’ye giderek çeşitli üniversite ve araştırma enstitülerinde çalıştı. 1964–1974 yılları arasında ODTÜ’de fizik profesörü olarak görev alan Erdal İnönü, üniversitede bölüm başkanlığı, dekanlık ve 1970’den okulun 1971’de kapatılmasına kadar rektörlük görevlerinde bulundu. Erdal İnönü 1974’de Boğaziçi Üniversitesi’ne geçti ve burada fizik profesörlüğünün yanı 52


sıra Temel Bilimler Fakültesi Dekanlığı görevini üstlendi. TÜBİTAK’ın kuruluşuna katkıda bulunan İnönü, bir süre Temel Araştırmalar Enstitüsü’nde “kurucu müdürlük” görevini sürdürdü. Erdal İnönü’nün siyasete girişi ise 12 Eylül darbesinden sonra oldu. Başlarda siyasete sıcak bakmamasına karşın gelen çağrılar sonucunda zoraki siyasetçi olarak darbenin yarattığı baskı ortamında siyasete atıldı. 1983’te Sosyal Demokrasi Partisi’nin kurucu genel başkanı olan İnönü bu partinin Halkçı Parti’yle birleşmesinden sonra oluşan Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin(SHP) de genel başkanı oldu. Erdal İnönü 18. ve 19. dönemlerde İzmir’den milletvekili seçildi ve 1991’de kurulan koalisyon hükümetinde devlet bakanlığı ve başbakan yardımcılığı yaptı. 1993 yılında ise beklenmedik bir kararla parti başkanlığından ayrılan İnönü SHP’nin CHP’yle birleşmesinin ardından 1995 yılında değişikliğe gidilen koalisyon hükümetinde dışişleri bakanlığı görevini üstlendi. Aynı yılın sonlarına doğru bu görevinden ayrılan Erdal İnönü aktif siyasi yaşamına son verdi ve kendini tekrar bilimsel çalışmalara verdi.

Zoraki siyaset adamı Erdal İnönü’nün politik yaşamına daha yakından bakacak olursak söylememiz gereken ilk şey İnönü’nün alışık olmadığımız üslupta bir politikacı olduğudur. Asla bağırmayan, kaba davranışlarda bulunmayan, popülizme kaymayan daime güler yüzlü tutumuyla, alçak gönüllülük ve nezaket gibi karakteristik özellikleri birleşince “gönlü fizikte kalan siyasetçi” Türk siyasal hayatının unutulmazları arasına girmiştir. Erdal İnönü, 12 Eylül 1980 darbesiyle ezilen solun, susturulan ve sindirilen halkın tekrar ayağa kalkmasını sağlayan liderdir. Kurduğu parti darbeci Kenan Evren tarafından veto edilmesine 53


rağmen yılmamıştır ve 80’lerde adeta yerle bir edilmiş Türk Solunu birleştirmiştir hatta 90’larda iktidar ortağı haline getirmiştir. Sosyal demokrat duruşun ve halkçılığın ne olması gerektiğini göstermiştir. Anadolu’nun bir bütün olarak, eşit olarak kalkınması için çalışmalar yürütmüştür. Her zaman katılımcılığı ve beraberinde demokrasiyi savunmuştur. Erdal İnönü kendisine taban tabana zıt olan görüşlere karşı hoşgörülü yaklaşımıyla örnek olmuştur. Demokrasilerde düşünce suçu diye bir şeye yer olmadığını düşünen İnönü köktendinci yobazların dahi asla kabul etmese bile görüşlerini açıklama hakkı olduğunu söylemiştir. Ayrıca bu güler yüzlü politikacı ne denli cesur olduğunu bölücü terörün tırmandığı yıllarda Kürt kökenli milletvekillerini kendi partisinden meclise sokarak göstermiştir. Onun bu iyi niyeti ve cesur davranışı maalesef bu milletvekilleri tarafından değerlendirilememiştir ve şimdi de yaşadığımız gerginlik körüklenmiştir. Doğu-Batı ya da etnik köken ayrımı asla yapmayan gerçek halkçı Erdal İnönü bu kararı yüzünden halen eleştirilmektedir. Ancak burada eleştirilmesi gereken bu büyük fırsatı değerlendirmek bir yana yok eden zihniyet ve bunun günümüzdeki temsilcileridir. İnönü’nün siyasetimize kattıkları bunlarla sınırlı değildir. Ülkemizin dağınık, kavgacı ve halktan git gide kopmakta olan sol siyasetinin toparlanması için sürekli uğraşmıştır. Solu hala bir türlü birleştiremeyenlere hatta ısrarla bölenlere rağmen Erdal İnönü önce 80’lerde SODEP-Halkçı Parti birleşmesinde Aydın Güven Gürkan gibi aydın siyasetçilerle birlikte büyük rol oynamıştır. Sonraki süreçte ise 12 Eylül ile kapatılan CHP’nin tekrar açılmasıyla SHP’yi bu çatıda birleştirmiştir. Hayatının son dönemlerinde hatta kendisiyle yapılan son görüşmede bile solun birliğini istemiştir ve fikirler üretmiştir. Bu büyük niteliklerine rağmen İnönü asla koltuk sevdalısı olmamıştır. Başında bulunduğu parti hükümet ortağıyken ve kendisi dışişleri bakanıyken “Cumhuriyetin Mirasçısı” İnönü, partisinin genel başkanlığını bırakmıştır. Bu davranışıyla İnönü, adeta ders vermiştir ve hala vermektedir koltuk sevdalılarına. İşin ilginç yanı ise bu çok değerli aydınımız “Ancak Hollanda’ya başbakan olur” diye kıyasıya eleştirilmiştir. Bu söz eğer doğruluk taşımaktaysa bu durum Erdal İnönü’nün başarısızlıklarından çok Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak bizlerin hatalarından kaynaklanmaktadır. Bizler Erdal İnönü gibi bir siyaset adamını hak etmedik ve yerine kimleri hak ettiğimizi her gün defalarca görmekteyiz. Bilimin gitgide zayıflatıldığı günümüzde Erdal İnönü’nün asıl alanı olan bu dalda başardıklarını incelemek son derece önemli. Fizik çalışmalarına Ankara’da üniversite yıllarında giriş yapan Erdal İnönü bu alanda sadece Türkiye’de değil tüm dünyada önemli bir yere sahiptir. Halkın bilimsel düşünceyle tanışmasını ve bilimi seçkin bir grubun tekelinden alıp toplumsallaştırmasını sağlayan Erdal İnönü’yü Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırmalar Kurumu’nun (TÜBİTAK) fikir babaları ve kurucuları arasında görürüz. Daha sonra 12 Eylül döneminde siyasallaştırılan bu değerli kurumun 54


tekrar özerk ve bilimsel bir yapıya kavuşmasını başaran yine İnönü’dür. Ancak günümüzün iktidarının bunu tam tersine çevirmekle meşgul olduğunu görmek son derece üzücüdür. Prof. Dr. Erdal İnönü yaşamı boyunca hem İngilizce hem de Türkçe olmak üzere yayınladığı onlarca makale ve kitabın yanında ayrıca ülke bilimi için çok önem taşıyan bir başka kurumsal yapıyı, Türkiye Bilimler Akademisi’ni de hayata geçirmiştir. Bununla beraber Türk Fizik Derneği ve Balkan Fizik Birliği’nin kuruluşlarında çok önemli katkısı olmuştur. Cumhuriyet Mirasçısı’nın bir diğer başarısı ise İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi baskısından kaçıp Atatürk’ün çağrısıyla Türkiye’ye sığınan bilim adamlarının ülkemiz üniversitelerinin bilim anlayışına yaptıkları katkıları bir “bilim tarihçisi” olarak değerlendirip sonraki kuşaklara ve çalışmalara rehberlik etmek üzere hazırlamasıdır. Hayatını bilime adamış İnönü’nün bu alanda aldığı sayısız ödüller arasında en önemlileri TÜBİTAK Bilim Ödülü ve elbette uluslararası alanda en büyük bilim ödüllerinden biri olan Wigner Madalyası’dır. Bu dünya çapındaki ödül Erdal İnönü’nün Princeton Üniversitesi’nde dünyaca ünlü hocası Wigner’le çalıştığı doktorası sırasında birlikte geliştirdikleri “İnönü-Wigner Yöntemi” buluşuyla 2004 yılında kendisine verilmiştir. Kitaplara geçen bu matematiksel yöntem fizik alanında o kadar faydalı olmuştur ki tüm dünyada bu grup teorisi “İnönü-Wigner Yöntemi” olarak anılmaktadır. Büyük bilim insanı Erdal İnönü amansız hastalığa yakalandığını öğrendiğinde bile bilimsel duruşunu göstermiştir. Tedavisinde henüz deneysel durumdaki bir yöntemin uygulanmasına “evet” diyerek o hep aydınlık gözlerini hayata yumarken bile bilime katkı sağlamıştır.

Prof. Dr. Erdal İnönü’nün aramızdan ayrılışı sadece ülkemiz için değil aynı zamanda dünya için de bir kayıptır. Tüm dünyada bilimin ışığını azaltmak için uğraşan gericiler Evrim Teorisine karşı yaratılışı (akıllı tasarım) savunmaktadırlar. Yobazlıklarına devam edip yerçekimi kanununa karşı “akıllı düşüş” saçmalıklarını öne sürmektedirler. Karanlığı ancak bilimsel yaklaşımı 55


geliştirerek ve yaygınlaştırarak sindirebiliriz. Bu da ancak Erdal İnönü gibi Cumhuriyetin Mirasını yani bilimin mirasını sahiplenerek gerçekleşebilir. Bu son derece alçak gönüllü aydınımız Erdal İnönü siyasi hayatında asla omuzlar üstüne alınmak istememiştir ve bunun olabileceğini hissettiğinde kendini yere atarak yüzüstü uzanmıştır. Vücut ağırlığını “fiziksel mantıkla” kullanarak kimsenin onu yerden kaldırıp omuzlarına almasına izin vermemiştir. Ancak Prof. Dr. Erdal İnönü’nün bizleri daima aydınlatacak olan aziz anısı ebediyen omuzlarımızda yükselecektir. Not: Osman Bahadır ve Prof. Dr. Cengiz Yalçın’ın 9 Kasım 2007 Tarihli Cumhuriyet Gazetesinin Bilim ve Teknoloji ekinde yer alan yazılarından yararlanılmıştır.

56


Sokak, İnternet ve Toplumsal Hafıza Melih Öncel 2–3 ay öncesine kadar neredeyse Malezya oluyorduk; hatta İran olmayı bile tartışmaya başlamıştık. 22 Temmuz seçimlerinde en demokratik parti olarak AKP'yi seçen bizler demokrasinin terk ettiği ülkeleri araştırmaya başladık geleceğe bakarken. Toplumsal hafızamızın pek de güçlü olmadığı ülkemizde yaklaşık bir ay boyunca her gazete ayrı bir yazı dizisi yayımladı bu ülkelerle ilgili. Sonra da mahalle baskısı gündeme geldi. Her mahallede ne kadar baskı var, nerede alkol alınır, nerede oruç tutulur konuştuk durduk. En büyük, en gerçek sorun olarak görünen bütün bu tartışmalar bir anda kayboldu. Bizi oyalayan ne var ne yok unuttuk bir anda... Bir referandum sabahı başlayan olaylarla bu yazıyı yazmayı düşündüğüm güne geldik. O gün ne oldu peki? Akşam yemeği için ailemle bir restorana gittik. Pencere kenarına oturup siparişlerimizi verdik ve sohbet ederek yemeklerin gelmesini beklemeye başladık. Yemeklerden önce dışardan bir takım bağırışlar geldi. Sonra caddede polis araçları belirdi. Bir iki dakikaya kadar seslerin kaynağı olan kalabalık da uzaktan görünür oldu. Ellerinde Türk Bayraklarıyla slogan atarak yürüyen bir kalabalık. Teröre karşı söylemlerini dile getiren ve tepkisini ortaya koyan toplumsal bilincin yürüyüşü. Kısa bir süre önceye kadar bu tip eylemler devam etmekteydi. Yürüyüşler yapılıyor, evlere bayraklar asılıyordu. Normal derecede bir yurtseverlik tepkisi insanlar arasında yayılmıştı. Bu doğal tepkiyi oturduğumuz yerden izlerken bir anda tepkilerin hedefi yön değiştirdi. Az önce bölücü tehdide karşı çevrilmiş oklar şimdi bizim bulunduğumuz restorana doğru bakıyorlardı. Sadece bakmayla kalmayıp içerideki insanlara saldırılar başladı. Ağızları bizi ülkeye sahip çıkmamakla suçluyor, elleriyse o an kalkıp onlara katılmazsak olacakların bir tehdidi şeklinde savruluyordu havada ya da elleri başka semboller mi yapıyordu tam emin değilim. Karanlıktı. Birkaç masanın, pencere kenarından uzaklaştığını gördüm. Belki biz de aynı şeyi yapmalıyız diye düşünürken kalabalık çoktan yandaki kafeye de aynı şekilde saldırmaya başlamıştı bile. Ülkeme sahip çıkıp çıkmadığımı düşündüm... Onların sahip çıkıp çıkmadıklarını merak ettim... Nasıl olacaktı sahip çıkmak? (O günden sonra bütün bu yaşananları haklı bir tepki olarak gösteren herkesten yaşadığım sahneyi gözlerinin önünde canlandırmalarını istedim. Sevdikleri insanla uzun zaman sonra görüşmüşler ve bizim kadar ucuz kurtulamadıkları bir saldırının ortasında kalmışlar. Tepki haklı mıydı o an? Ülke kurtulmuş muydu?) Tek örnek bu değil elbette. Sadece sahibi güneydoğunun her hangi bir kentinde doğduğu için yağmalanan dükkân haberleri gelmeye başladı kulağımıza, Kürt kökenli vatandaşlara açıkça yapılan saldırılar git gide şiddetlenir oldu. Kısa bir süre önce türban odaklı mahalle baskısı şimdi yerini aşırı milliyetçi bir mahallenin sakinlerine bırakıyordu. Başlarda duygusal bir tepki olan davranışlar süreç içerisinde yeni bir baskı yaratıyordu. Artık balkonlarına bayrak asmayan 57


insanlara daha farklı yaklaşılıyordu. Biz de bu baskıyı üstümüzde hissederek daha fazla simgeselleştiriyorduk olayları. Bayrak asılmayan camlar indirilirken biz nereye bulsak oraya yapıştırıyorduk kimliğimizi. Nedense bir anda bütün bu olayları umursamaya başlayan bazı MSN kullanıcıları, msn hesaplarını bayraklarla donatıp, kişisel iletilerine lanetler yazdılar. Yetmedi internetin son büyük çılgınlığı ve bize bu olayla da ne kadar sosyal olduğunu kanıtlayan “facebook”ta teröre karşı oluşumlar boy gösterdi ve kullanıcı profillerine bayraklar eklendi. Biz olayları daha çok simgeleştirmeye devam ediyorduk hala ve bunu fırsat bilen bazı guruplarda ötekileştirme çalışmalarında son derece başarılıydılar. Tepkilere ya da eylemlere karşı bir duruşum yok; fakat öncelikle bunu neden, kime karşı ve hangi yollarla yaptığımızı bilmeliyiz; çünkü farkındalığımızı yitirdiğimiz zamanlar toplumsal hafızamızın acizliğinden olsa gerek unutmaya başlıyoruz her şeyi. Artık ülkekeyi kurtaracak o öfkeli kalabalık çıkmaz oldu sokaklara. Bayraklar yavaş yavaş toplanmaya başladı. Bırakın yıllardır süre gelen ölümlerin bir sona ulaşmasını hiç bir internet kullanıcısı sadece bugün ölen subay için bile bir şey yapamadı. Sağlıklı düşünebilseydik tepkimizi ne yöne çevireceğimizi daha iyi görebilirdik belki de. Doğum yerine göre yapılan bir ötekileştirmenin bize sadece acı vereceğini görmemiz lazım artık. Biz vurup kırmaya devam ederken birbirimizi, diğer yolu hep göz ardı ediyoruz. Eğer bu ülkede yaşayan yetmiş milyon insan aynı düzeyde olsaydı kim kazanırdı ve kim bundan rahatsızlık duyardı? Biz yurdunu seven insanlar olarak Türkiye'ye yöneltilen faşizan baskılara karşı diğer devletlere ve ya topluluklara aynı şekilde değil de akıl ve mantığın ön planda bulunduğu, eşitliğin ve adaletin amaçlandığı bir düşünceyle yaklaşsak bundan biz kazançlı çıkarız. Bu ülkenin biz yurtsever vatandaşları, Türkiye Cumhuriyet'inin ortak çıkarları doğrultusunda hareket etsek zaten ne bu ülke içinde ne de dışında illa ki bir düşman aramak zorunda kalmadan sonuç elde edebildiğimizi görürüz. Kavga etmek yerine onca yıl ortak ulusun çıkarlarınızı göz önünde tutsaydık ve altında yaşadığımız bu çatıyı daha da güçlendirseydik kim kazanırdı? Yıllardır yaşadığımız sorunlar, kaybettiğimiz insanlar bir etnik sorun sonucu değil ki biz bu konuda yoğunlaşıyoruz sürekli. Bu sorunun kaynağı dış güçlerin orta doğudaki emelleri doğrultusunda şekillenmemiş midir? Artık sevgili stratejik ortağımızın ve kapılarında yatıp kalktığımız Avrupa ülkelerinin teröre destek verdiğini herkes bilmektedir. Uyuşturucu ya da silah kaçakçılığından hangi kişilere para kazandığı da apaçık ortadadır. O zaman tepkimizi bu yöne yöneltmek varken neden biz hale içinden çıkılamaz bir şiddetin esiri oluyoruz? Mahalledeki komşularımız yerine emperyalizme karşı durmamız gerekmektedir. Daha önce bahsettiğim farkındalık burada bulunuyor, başarı burada bulunuyor. 58


Çözüm ne askeri müdahalelerde ne de ayaküstü yapılmış görüşmelerdedir. Çözüm gerçek bir duruştadır. Öyle bir duruş ki herkese kim olduğumuzu ve kimin çıkarları için çalıştığımızı hatırlatacak bir duruş. Öyle bir duruş ki dürüst, gerçek ve bu iş için ne gerekiyorsa yapılacağını sokacak gözlere. Öyle bir duruş ki emperyalizme karşı Mustafa Kemal Atatürk duruşu. Ülkenin en üstünden en altına kadar bir duruş... Emperyalizmin bizi etnik ya da dini olarak ötekileştirmesine izin vermediğimiz sürece kazanabiliriz bu savaşı... Şu anda gerçek nedenler, geçici yöntemlerle bize unutturulduğu için sanırım biraz daha beklemek zorundayız. O güne kadar ya en üstte olup başkalarının ağzının içine bakacağız ya altlarda kavga edeceğiz ya da kolay yolu seçip çevrimiçi bir halde “bu konuyu bende önemsiyorum” mesajları vereceğiz. Altta verdiğimiz mesajlar sadece birbirimize olacak, üstekilerin ise şu an için böyle bir kaygısı var mı bilemiyorum.

59


Alkol Oranı Yüksek Şiir Gizem Yaman On beş yaşım. Masamın üstünde sessiz, beyaz bir kâğıt. Elimde, ucunu parmağıma batırsam kanatacak kadar açtığım kurşun kalemim. Önümde ucuz, kan kırmızı şarap. Odam, otel odası misali… Yalnızım. İnat ediyor konuşmuyor kâğıt! Bir yudum şarap, bir yudum daha… Olmuyor; susuyor hala. Sızıyorum. Resim yaparken de başımda şapka, boynumda fularla daha iyi çizim yapacağımı düşünürdüm. Yeni nesil tabirle “havaya girmek” için. Şaire yüklenen öncelikli tavırlardan biri, elinden düşürmediği içkisidir. Ancak havaya sokmasından ziyade, bir yaşam tarzıdır içkisi. Nice ayakların altında ezilen üzüm taneleri, hem rakının hem şarabın müsebbibi olmuştur. Şarap da, rakı da pekâlâ şiirin. Tek sebep alkol değildir elbet… Şiirin piçidir o. Mey de, şiir de beraber olunca tat bulur. Şarabı tuz bulayıp sirke ettikleri dönemlerde en çok şairler haykırmıştır. İçkinin yokluğu ile meyhanenin viran, şarabın gözlerden canan gibi nihan olduğunu söyleyerek feryat eden Nevi ve nicesi… Edip Cansever, Behçet Necatigil, Özdemir Asaf… Hepsi içki âlemlerinin insanlarıydı. Ya Adana Hapishanesi’nde yatarken getirilen üzümleri şarap yapan! Can Yücel’den başkası değildi elbet. Boşuna dememiş Haydar Ergülen; “o üzümden şarap, şaraptan şiir yapmıştır ki tadına doyulmazlığı, lezzeti bundan olsa gerek” diye. Rakı içmeyen şair, viski sevmeyen kovboy gibidir. Nasıl viski kovboyun içkisiyse; rakı da şaire atfedilmiştir. 60


İyi bir rakı içicisi olduğu bilinen Atatürk’ün rakının tadını ilk aldığında hissettikleri, dönemin ünlü yazarı Fatih Rıfkı Atay, Çankaya isimli eserinde şöyle anlatır: “Genç Mustafa Kemal arkadaşları ile Beyoğlu eğlence yerlerine giderdi. İyi giyinmeyi ve yaşamayı severdi. İstanbul’a gelinceye kadar, biradan başka içki kullanmamıştı. Bir gün arkadaşı Ali Fuad Cebesoy’la beraber Büyükada’ya gitmişler. Ne lokantada yiyip içecek, ne de otelde geceleyebilecek paraları yok Ali Fuad bir şişe rakı, bir şişe bira, ekmek ve yemiş almış ve beraber çamlığa yürümüşler. Mustafa kemal bir şişe birayı bitirince: “Şimdi ne yapacağım?” demiş. İlk defa rakıyı o akşam denemiş. Başı bir hoş dönmüş. Güneş batmak üzere; sigara paketinin altına resimler çizmiş, sonra: “ Fuad” demiş “ne iyi içkiymiş bu… İnsanın şair de olası geliyor.” Bir imgelem kaynağı olarak alkol, sanatı her zaman destekler. Ancak edebi metinlere katkısı daha çoktur. Şiir’e ise ayrı bir zaafı vardır. Kimi zaman kelimelerin ardına saklanır, kimi zaman da metnin konusu odur. Yaşantısından beslenen şair; sevgilisi, ülkesi, acısı gibi içkisini de şiirinde ihmal etmez. Ömer Hayyam’ım şarabına ithaf ettiği şiiri gibi… Şarap, sen benim günüm güneşimsin Öyle bir dolsun ki seninle içim Bir bildik görünce beni sokakta Ne o şarap nereye böyle? desin. Alkolsüzü de var, muhakkak. Ama başımı döndüren şiirler, bir şekilde alkolle ilintisi olandır; ya şairin elinde, ya metnin içinde… 61


Bu rakı var ya bu rakı Seninle içerken güzel Kimler olursa olsun varsın Rakılı ağzından öpmek en güzel Aziz Nesin, bu dörtlükte rakıyı konu edinmese de, rakıya değinerek derdini anlatırken; Edip Cansever de, kederini buram buram anason kokan şu dizelere döker: Bir kadeh rakı söylerim kendime Bir kadeh rakı daha söylerim kendime Söyle be! Ne zamandır burada bu gemi Denizin değil hüznün üstünde Yine Cansever’in Yerçekimli Karanfil şiirinde; Örneğin rakı içiyoruz /İçimize bir karanfil düşer gibi dizeleri ile bu sefer mest olan ruhumuz istiyor içmek, bedenimizden ziyade. Alkol şiiri sever. Onunla tat bulur. Bu sevgi karşılıksız değildir elbet. En az alkol kadar şiir de onu sever. Bir eli kalem tutan şairin, bir eli kadeh kavrar. Çoğunlukla kırmızı ya da beyazdır kadehi. Orhan Veli, rakı şişesinde balık olmayı dilerken; Ömer Hayyam, beş yüzü aşkın rubaisiyle de dile getirdiği şarabı tercih eder. Cemal Süreyya için ise, zaten saat on iki’den sonra bütün içkiler şaraptır. On beş, artı sekiz yaşım. Masamın üstünde beyaz bir kâğıt. Yanında ucu tükenmiş kurşun kalemim. Odam, otel odası misali… Yalnızım. Ben rakımın son yudumunu içerken susmuyor kâğıt. O konuşuyor, ben dinliyorum. 62


Sanayi ile Kentin Boşanması F. Utku Deniz 18. yüzyılda başlayıp, yeni ekonomik sistemler doğuran, toplumlarda sınıf ayrımı yaratan Sanayi Devrimi dünya düzenini kökten değiştirmiştir. Devrimle birlikte burjuva güç kazanıp işçi sınıfı doğmuş, “kapitalizm” kelimesi ilk defa telaffuz edilmiş, üretim araçları ve sistemleri tamamen değişime uğramıştır. Sanayileşme süreci doğrultusunda sanayi kentinin kurulu olduğu düzen üçlü bir sacayağı üzerinde kurulmuştur. Üretim elemanlarının üretildiği fabrika, işçi sınıfının yaşadığı köhneleşmiş kent merkezi (slum) ve üretim araçlarının taşınmasında önemli yere sahip olan demiryolları sanayileşmenin belkemiğini oluşturmuşlardır. Sanayilerin yer seçimi günümüzdeki gibi kent dışında, çevreye zararın en aza indirgendiği organize sanayi bölgelerinde olmayıp, pazara yakın olan kent merkezindedir. Sanayilerin merkezde yer seçimiyle işçi sınıfı da fabrikayı merkeze alarak çevresinde yer seçmiş, burjuvazi kent dışına kaçmış, zaten eski olan merkezler zaman içinde yıpranıp köhneleşmiştir. Merkezlere aşırı yığılan işçi sınıfı, günde 16 saat çalışmayı normal öngören dayatmalara, bir hanede 5–6 aile kalmaya, sanayi atıklarıyla iç içe yaşamaya maruz bırakılmıştır. Bu yüzden sanayileşmenin yeniden düzenlenmesi adına uyandıracağı ütopik kent ve bahçe kent kavramları bu bağlamda en önemli konulardır. Bu sorunun giderilmesi adına 19. Yüzyıl ilk çeyreğinde Owen ve Fourrier gibi ütopik sosyalistler, bilimsel sosyalizmden ayrı olarak sınıfsal barışçı ve homojen toplum önerileriyle karşımıza çıkmaktadır. Ortaya çıkışlarını ise ilk defa işçi yaşantısı ve sorunlarına “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” adlı kitabıyla değinen Friedrich Engels’in önemli katkısı olduğu söylenebilir. Ütopik sosyalistler sanayileşmenin getirdiği sorunları genel olarak ele alıp, sınıfsal 63


çatışmaları ve politikayı geri plana atarak, toplumsal iyileşme için çevrenin iyileşmesi gerektiğini savunur ve düzen, birlik, ahenk kavramlarını kullanarak küçük ölçekte, işleyebilir ve sürdürülebilir kent modelleri ortaya koymuşlardır. Fakat zaman içerisinde gerek toplumdan kopma ve mahremiyet eksikliği, gerek iletişim eksikliği ve rutinlik gerekçesiyle bu sistem reddedilmiştir. İdeal kente ütopik olmadan yaklaşımı başaran en önemli isim “Garden Cities of Tomorrow” adlı kitabıyla devrim yaratan Ebenezer Howard’dır. Türkçeye bahçe kent olarak çevrilen “Garden City” teorisinin yaratıcısı olup, yozlaşmalardan kaynaklanan, refah, “zenginlik için yaşatılan yoksulluk” gibi kavramları incelemiştir. Howard’ın teorileriyle birlikte uygulanabilir ve sürdürülebilir ideal kabul edilen kent modelleri ortaya çıkmıştır. Bu kent modellerinde sağlık ve konfor koşullarına uygun yaşam sağlanmakta, kent çevresi ve gelişme kolları arasındaki bütünlük orman alanları ve tarım arazileriyle kaplanmaktadır. Sanayi ile kent boşanmış, sanayi bölgeleri kent dışına yığılmıştır. Bahçekentlerin ana teması “ Ev yaşantısı ve şehir yaşantısının ayrılmasıdır.”

Günümüzde yaşayan örneklerinden bazıları Letchworth

(İngiltere), Maryland (ABD) ve ülkemizde Ankara Bahçelievler’dir. Kentsel rant sağlama amacı güdülmeden yapılan planlamada, isli köhne beton yorgunu şehirlerden nasıl ideal bahçe kent yaratılacağını açıkça görülmektedir. Unutulmamalıdır ki yaşadığımız toplumun sağlığı, çevre sağlığıyla doğru orantılıdır.

64


65


www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

66


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.