Azizm Sanat E-Dergi Aralık 2008

Page 1

Azizm Sanat E-Dergi Aral覺k 2008 Say覺 14

Dosya: Sanat ve Korku

Haneke Sinemas覺

1


Editörden İnsanın doğasında vardır bilinmeyenden korkmak. Zamanın başlangıcından beri bu böyle olagelmiştir. Peki, iktidarlar ne zaman bu korkuyu güçlerini pekiştirmek için kullanmayı keşfetmişler? Bu durumun başlangıcı bilinmese de halen yaşanmakta olan bir süreç olduğu kesin. Günümüz Türkiye’si de maalesef sürecin bir halkası gibi. Hatta ülkemizde korku bilinmeyenden değil aksine tümüyle görülenden, bilinenden oluşan korku şeklinde. Yazarlara, sanatçılara, öğrencilere, kadınlara ve her türlü muhalif düşünceye karşı gözaltılar, tutuklamalar, ölümler, baskı ve sansürün hızlı artması, polis şiddetinin akıl almaz hale gelmesi, sosyal hayatın, sanatın kısıtlanması… Tüm bunlar Korku İmparatorluğunun belirtileri gibi. Ya da Polis Devleti mi demeliyiz? 2008 yılı toplumsal korkunun, üst düzey baskılar sonucunda Anadolu’da gitgide yaygınlaştığı bir dönem olmuştur. Azizm olarak bu sürece başkaldırıyı sanatla, yani tarih boyunca türlü korku imparatorluklarıyla yüzleşmiş ancak yıkılmamış güçle başlatıyoruz. “Toplumsal Korku ve Sanata yansıyan Korku” temalı çalışmalarımıza değerli edebiyatçımız Adnan Binyazar denemesiyle, sanatın gücünü her çizgisiyle hissettiren karikatürist Mustafa Bilgin çizimiyle katkı sağladı. Değerli aydınlarımızın yapıtlarının yanında korkunun sinemadaki yansımalarını derinlemesine işliyoruz. Korku türünün klasik örneklerini, usta yönetmen Michael Haneke’nin kalıpları parçalayan üslubuyla birlikte inceliyoruz. Toplumsal korkunun çizgi romandan beyazperdeye aktarımının son dönem örneklerinden V For Vendetta hakkındaki yazı da sayfalarımızda. Salvador Dali dosyamızı bu ay, sanatçının iki resmi üzerine Azizm üyelerince yazdığımız çağrışımlarla noktalarken uzunca bir süredir beklediğiniz karikatür serimiz Düz Adam’ın geri döndüğünü belirtmeliyiz. Şiir bölümümüzde ise büyük kaybımız Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı anıyoruz. “Benim ses bayrağım” dediği Türkçeyle şiirin derinliğini ve gücünü ulusaldan evrensele taşıyan büyük ozanımızın dizelerini sayfalarımızda bulacaksınız. Yeni yılda sanatın ve bilimin aydınlattığı yaşamlarımızla oluşan toplumsal gücün, korku imparatorluğunu yıkması dileğiyle…

2


Azizm’in Notu: Geçtiğimiz ay forumda aylık yayın organımızın eksiklerini ve neleri görmek istediğinizi sormuştuk. Duyarlılığınız sayesinde kitap bölümümüzü forumda açmış bulunuyoruz. Ayrıca kitap eleştirilerini bu aydan itibaren yazılarımızda bulacaksınız. İlginizden ve katkınızdan dolayı teşekkür ederiz.

www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

Ön Kapak: Çığlık (1893) – Edvard Munch Arka Kapak: Rosemary’nin Bebeği (1968) – Roman Polanski

3


İçindekiler Toplumsal Suç – Adnan Binyazar

s.5

Sinema / Korku / Yüzler – Sümeyye Günbaylı

s.9

Sinemada Korku ve Michael Haneke Filmleri: Bilinmeyen Kod – Ümit Hüseyin Girgin

s.16

Göbek Deliğinden Çıkan Korku – Ceyda Şahinoğlu

s.29

V For Vendetta’nın Çağrışımları – Onur Keşaplı

s.32

Yazar (karikatür) – Mustafa Bilgin

s.42

Bir Kavanozdan Sesler – Sümeyye Günbaylı

s.43

Özgürlüğe Erişim Engellenmiştir – Melih Öncel

s.54

Korkuyorum – Gökhan Baykal

s.56

Burası Türkiye – Tuğçe Duysak

s.58

Hepsi Yaralar, Sonuncusu Öldürür – Duygu Yılmaz

s.61

Azizm Üyelerince Dali Resimleri

s.63

Dağlarca Şiir – Duygu Yılmaz

s.69

Düz Adam 3 (karikatür) – F. Utku Deniz

s.73

4


Toplumsal Suç Adnan Binyazar İnsanı insan yapan etkenlerin başında, düşünceyi sayıyor Blanqui. El becerisini, kafa gücünden daha önemsiz görüyor. Fransa’nın bu ünlü toplumcu düşünürü, insanın araç yapmadaki üstünlüğünü beyne bağlarken şunu da özellikle vurguluyor: “Düşüncenin (beynin) bu ana kaynağına yapılan her saldırı, düşünen insana saldırıdır, yani toplumsal bir suçtur.” (Yeni Ufuklar, s. 271). Blanqui’nin el becerisini bir yana itmesinin doğruluğu ya da yanlışlığı tartışılabilir. Beceri yönünden insandan aşağı kalmadıklarını ileri sürdüğü hayvancıkların içgüdüsel davranışlarını insan davranışlarıyla bir tutması da tutarlı sayılmayabilir. Ama, temelde, el becerisinin beyinsel bir etkinliğin sonucu olduğu bir gerçektir. Ne var ki insan, ortam uyumsuzluğunun bilincine erdiği zaman insanlaşmıştır. Doğayı değiştirip kendine uydurmasında da bu bilinç dönemini başlangıç saymak gerekir. Çünkü düşünsel evre, üretkenliğin ilk aşamasıdır. İnsanın araç yapan hayvan dönemine girmesi, kuşkusuz yoğun bir düşünce oluşumuna uğradıktan sonra gerçekleşmiştir. İnsanın bilimsel düşünmesi de üretimsel aşamaya ulaşmasıyla açıklanabilir. Bu açıdan alınırsa, gerçek tarih, olayların dedikodusundan başka bir şeydir. Yani, tarih, insanın beyinsel (düşünsel) etkinliklerin üretime dönüşmesini inceler. İlk bakışta Blanqui, bu gerçeğe aykırı gelen bir görüşü savunuyor gibi görünüyor. Ancak Blanqui’ın sonuçlarından çok bir ana neden üzerinde düşündüğü de bir gerçek. Bütün bunlara karşın, yüz otuz sekiz yıl önce (1870) söylenmiş bu söz, bugün de geçerli olabilecek bir yargı taşıyor özünde. Geçen yüzyılın bu ateşli devrimcisinin, devrimi eylemin dışında düşünmeyen bu öncünün beyne yapılan her saldırıyı “toplumsal bir suç” olarak nitelemesi önemli gerçekleri yansıtmaktadır. Çünkü çağlar boyu büyük saldırılar hep düşünceye yapılmıştır. Din gücüyle, yönetim gücüyle, baskı gücüyle öbekleşen egemen güçler düşünceyi söndürmek istemişlerdir. Kimi zaman büyük topluluklar, ayaklanmalar bile tehlikeli görünmemiştir. Krezüs, çarmıha gerilen Spartaküs’üs ordularından çok Spartaküs’ün ektiği başkaldırı tohumlarından ürkmüştür. Korku, Spartaküs’ün kafalara aşıladığı düşünceden doğmaktadır. Bu, tarihte egemen güçlerin nelerden korkmaları gerektiğini belirten ilginç bir 5


örnektir. Blanqui zamanında Fransa’da olagelenler de bu türdendir. Düşünceyi kafalara aşılamak isteyen öncülerle düşünceleri boğmak isteyen egemenlerin savaşı sürüp gelmektedir. Onlar da avlarını çok iyi bilmektedirler. Çelişkilerin yasası hiçbir çağda değişmiyor. Bugün de kime saldırıyorlar? Gerçek bilim adamına (“Gerçek bilim adamı” diyorum, her düzenle işbirliği yapan bilim satıcılarını sergilemek için), öğretmene, yazara, sanatçıya, sendikacıya, egemeni uyandıran yönetmene… Beyni kullanmayı insanlık sayan tüm kişilere saldırıyor. Toplumsallaşmayı gerçekleştiren bu beyinlere saldırdığı için de her gün toplumsal bir suç işleniyor. Oysa düşünceye çekilen her silahın namlusu er geç silah çekene dönecektir. Yüzyıl da sürse, binyıllar da aşsa… Çünkü toplumcu açıdan alınırsa, beyin insanlık adına düşünce üretir. Bireysel ayrıcalıkların doğurdu bir sömürü aracı sayılmamalıdır beyin. Dünyanın önemli çelişkilerinden biri de budur. Egemen güçlerin oluşturduğu uluslar yeşeren düşünceleri alıp durağanlaştırmanın bin bir yolunu buluyorlar. Emek göçünden çok beyin göçü söz konusudur çağımızda. Ne ki, bu sorun üzerinde kimse durmuyor. Beyni satılığa çıkarılan insan da büyük bir kıvanç duyuyor bundan. Büyük başarılara ermiş olağanüstü işler yapmışların yabancılığı sarıveriyor kişiyi. Oysa satılan düşüncedir. Düşünce yalnızca bir toplumu toplum yapmakla kalmaz. İnsana da insanlığını kazandırır. İnsanlığın, düşüncesinin bilincinde olması, yani bir aydınlanma çağı yaşaması bundan ötürü çok önemlidir. Ortak bir üretim aracı sayarken beyni, şu gerçeği de yansıtmak istiyorum. Beyin, yüce bir düşünce, dünyayı yerinden oynatan bir buluş, çağları aşan bir sanat ürünü yaratıyorsa, kuşkusuz, bunda bütün bir toplumun emeği vardır. Örneğin bir Einstein varsa, yine Einstein’a yakın binlerce kişi vardır. Zincirleme etkileşim bilimlerde, sanatlar da söz konusudur. Düşünceler, duygular birike birike, birbirini çoğalta çoğalta bir çıkış noktası bulur. Bilimlerin, sanatların, dünyaya (topluma) açıldığı bu nokta bir emek patlamasıdır gerçekte. Beyince gelişmiş kişilerin, gelişmiş toplumlardan çıkması bundandır. Az gelişmiş toplumlarda yetişen öncülerin büyük tepkilerle karşılaşmasının özünde de bu uyumsuzluk söz konusudur. Dünyanın gelişmeye yüz tutmuş bütün toplumlarında büyük çelişkilerden biri de budur. İnsanı insana yapan, onun düşünebilme yeteneğidir. Düşüncelerini üretime dönüştürme gücüdür. Ama insanı bu yönden değerlendiren yok gibi. Dünyanın baskı örgütler CIA’lar, Mafia’lar insanı kendi beynine yabancılaştırmaya çalışıyorlar. Daha doğrusu, bu gücü hep kendileri kullanmak istiyorlar. Kendi tekellerinde bir beyni istedikleri şekilde biçimliyorlar. Herhangi bir ülkede düşünce gücü toplumu belirmeye başlamasın, birden araya şunlar bunlar giriveriyor. Korku, baskı, insanı sınırlı düşünmeye zorluyor. Böylece en büyük 6


tehlike doğuyor. İnsan kendi beynine sansür koyuyor. Düşünce gerçek anlamda değerlendirilmeyince, insan doğmuş düşüncenin tutsağı oluyor. Az gelişmiş ülke aydınlarının en büyük tutsaklığı buradan doğuyor. Bu tutsaklığı yenenler de faşist yönetimlerle işkencelere uğramakta, ipleri çekilmektedir. Bunun dışında, zorbalık insanı insanlıktan çıkarmıştır. Blanqui’nin dediği de gerçekleşmiştir böylece: “ Mide açlığa dayanamaz. Oysa, beyin kolayca alışır açlığa. Beyin ne denli güçsüz düşerse, o denli açlık duymaz olur. Aşırı besinsizlik, onda, besinlere karşı doymazlık yerine, bir tiksinti, bir isteksizlik yaratır. Beyin, başına gelen kötülüğü duymaz, hoşlanır bile ondan ve kendini bırakıverir bu uyuşukluğun bitkinliğine. Midenin açlığı bedenin ölmesine yol açar; beyin açlığıysa, düşüncenin ölümüne. Artık ortada, salt hayvanca bir yaşantıyı sürdürmekten hoşlanan akılsız yaratıklar kalır kala kala. İşte, zorbalık, düşünce yeteneklerini böylesine ustalıkla körleterek bir ulusun ruhça ortadan kalkmasını sağlayabilir ve onu bir bakıma, insanlıkdışı edebilir. Bir ulus, acısını çektiği kölelikleri, işkenceleri, yoksullukları, açlıkları, her çeşit hoyratlıkları, yıkımları, acıları unutarak, kendini ezenleri bağışlayabilir. Ama beyne yapılan saldırıları, zekâsının söndürülmesini, hiçbir zaman, ama hiçbir zaman, bağışlamaz.” Uygarlık tarihi bunun örnekleriyle dolu. Ezilen her düşünce, söndürülmek istenen her beyin, daha da dirilerek, güçlenerek varmıştır ileriki yüzyıllara. Beyne indirilen her yumruk, daha da büyütür düşünceyi. Düşünen insanı da etkili kılar. Ne var ki, gene de, insanı insanlaştıran büyük düşünsel aşamaları geriye işletmek isteyenler vardır. Dewey’nin deyimiyle, kültür üstünlüğü sağlamış uluslar, kültürünü yeterince geliştirememiş uluslar üzerinde insanlığın hayvan üzerinde sağladığı baskıyı sağlamaya çalışırlar. Egemen güçler bir beyin çürütücüsü olarak toplumları insanlıktan çıkarmayı gerçekleştirmek isterler. Başvurdukları yöntem de zorbalıktır, baskıdır. Önümüzdeki yüzyıllarda, hatta içinde yaşadığımız yüzyılda insanlığın savaşımı, bu baskıya, bu zorbalığa karşı olacaktır. Bugün kaba güç birçok beyinleri söndürecek gibi görülüyor. Ama her çağda kaba gücün ömrü uzun olmamıştır. Albert Bayet’nin şu görüşleri bu gerçeği kanıtlamaktadır: “Bazen kaba güç, çıkar ve duyguda bir birlik yaratabilir. Ama, kaba güce dayanan anlaşma her zaman için ömürlüdür; çünkü, içe tepilen öfkeler gizli bir güç taşırlar. Gözünü korkutarak ‘inandığıma inanmıyorum, inanmadığıma inanıyorum’ demeye zorlamak boşunadır. Ağızları tıkanmış vicdanlar, öç alma saatini bekler sessiz sessiz; bu saat de, gelir çatar er geç.” (Bilim Ahlakı, s. 63). Türkiye bugün, içten olsun, dıştan olsun bir kaba gücün baskısı altındadır. Düşünenle düşünceyi kaba güçle boğmak isteyen arasındaki savaşım doruk 7


noktasına gelmiştir. Bir tok karınlar, ama aç beyinler toplumu yaratılmak isteniyor. Kaba gücün hayvanlaştırılacağı bir toplum… Bu kör ortamda, beyinsizler gün gün çoğalmaktadır. Bir ayda bir günlük bile iş görmeden paraları cebe indirip Spancer’in mutlu domuzu gibi semiren aydınlar(!), bilim masalarında toto kâğıdı doldurup kahve yudumlayan uzmanlar(!), bilim adına çağdaş bilimi karmaşıklaştıran, onu toplum yararına kullanamayan bilim adamları(!), başkalarını kötüleyerek iyilik bulacaklarını sanan muhabirler… Çoğaldıkça çoğalmaktadır bu kör dumanda. Kuşkusuz, bunların işlediği toplumsal suç, zorbalarınkinden aşağı değildir. Düşünenlerin gerçek savaşı bunlarla da olacaktır.

8


Sinema / Korku / Yüzler Sümeyye Günbaylı Sinema, korkuyu her yüzüyle estetik kılar; tadı acımtırak da olsa seyrinden haz alınan, görsel ya da felsefi bir estetiğe dönüşür.1 Bakıldığında haz duyulun görsel imgeler yaratan bir sanattır. Sahnede yansıyan görsel anlatı, yansıtılan korkutucu da olsa, bir estetik ilkeye bağlı kalınarak anlatılır. Korku sinemada iki türlü karşımıza çıkar: Ya korkutan yüzle ya da korkan yüzle. Korku filmlerinde; bu yüzleri çoğunlukla yakın çekimlerle görürüz. Korkunun ölümcül basamağına tırmanmış birinin, korkmuş birinin yüzü ya da korkutan birinin, yaratığın yüzü. Gerilim ustası Hitchkok, “The Birds” filminde son sahnelerde, Tipi Hedren’in korkudan donmuş yüzüyle, ustalıkla, hem izleyiciyi hem de oyuncuyla psikolojik bir oyun oynayarak, dünyanın sonunu bekleyenlerin korkusunu sinema imgesine dönüştürmüştür.

Sinemada korkunç yüzlerden bahsedecek olursak, Hideo Nakata’nın “Ring” filminde karşılaştığımız yüzleri hatırlatmak isterim. Filmde seyredenin ölümüne yol açan, elden ele dolaşan bir videokaset söz konusudur. Korku, bu videokaseti seyrettikten sonra ölenlerin yüzünde bırakır izini: her birinin yüzü aynı biçimde çarpılır. 1

Ertürk, İ. ( 2008 ), Perdeli düşünceler, s.112.

9


Ölüme yol açan korku denli korkunçtur çarpılmış yüzler. Ancak, başarılı yönetmen Nakata bu yüzü uzun süre göstermez. İzleyiciye düş gücünü kullandırtarak korkunun dozunu artırır. Sinemada korkan yüzlerin yanı sıra korkutan yüzler başarılı mıdır? 1931 yapımı “Frankenstein” filmi, bir ikon haline gelen korkutan yüzün milat tarihidir denmektedir. Bu yüz makyaj harikası olmak çok cerrahlara danışarak uzun zaman uğraşılarak yaratılmış bir yüzdür.

Korkutan, korku kaynağı yüz yalnızca makyajla yaratılmaz. Korku veren yüzü kamera ve sinema oyunlarıyla yaratmada en başarılı yönetmenlerden biri David Lynch’tir. “Lost Highway” filminde, gizem ve anlatıyı birbirine sarmallaştırarak, filmin başında sempati duyulan karakter, caz saksafoncusu Fred’in yüzünü, yorum nesnesi olarak dönüştürür ve korkutan bir yüz yaratır. 10


Filmin sonunda izleyici Fred’in yüzüne bakarken korkar, çünkü onun iyi bir karakter mi yoksa filmdeki onca doğaötesi kötülüğün kaynağı karanlık bir karakter mi olduğunu kestirememektedir. Stanley Kubrick ise korkutan yüzü beyaz perdeye taşırken bambaşka bir yöntem seçer. Kamerası ve oyuncunun yeteneklerini kullanarak sinemadaki unutulmaz Jack Nicholson yüzünü yaratır. “The Shining” filminde anne baba ve oğuldan oluşan bir aile yaz gelene kadar karlar altındaki bir otelde bekçilik edeceklerdir. Başarısız bir yazar olan Jack Torrance (J. Nicholson) doğaüstü güçler tarafından karısı ve oğlunu öldürmeye yönlendirilir. Jack’in oğlu ve karısının saklandıkları banyonun kapısını baltayla yardıktan sonra, açılan bölümden odanın içine şeytanca seslenirken takındığı yüz unutulur gibi değildir.

11


Beyaz perdede; korkunun, endişenin estetiğini arayan en büyük sanatçılardan birisi şüphesiz Kubrick’tir. Onun filmlerinde dikkat çekecek derecede güzellikte panaromalar, görüntünün, hareketin ve müziğin, yer yer gülünç, umulmadık birleşmeler görürüz. Şaşkınlıktan, dehşetten, endişeden, öfke ve korkudan kasılıp kalmış, çarpılmış yüzler sunar bize. Kahramanlarının yüzlerini korkunçlaştıran çığlık, “Shining” deki ailenin, “Full Metal Jacket” teki çıldıran erin, sonuçta şiddetin bizzat kurbanı olan Alex’in çığlığıdır.2

Kubrick filmlerinde insan, zayıf, aptal, zaaflı olmasına rağmen, ayrıca acımasız sonuçlarına en güçlü ve akıllı insanların bile katlanamayacağı durum ve koşullara sürüklenir. Böyle bir durum hem korkunç, dehşet verici hem de komiktir; bir kara mizah durumudur. Korku filmleri metaforik anlamda ikiyüzlü olabilirler mi? Mesela Hitchkok, bazı filmlerinde (the Birds) kişilerdeki paranoyak davranışları kahramanlarıyla göstererek toplumun ve bireylerin eleştirisini de yapar. Ancak, filmlerinin gişe başarısını da düşünen bir yönetmen olduğundan beğenisi ve onayını almak zorunda kaldığı ortalama sinema izleyicisini rahatsız edecek şeyleri doğrudan söylemez. Yani paranoyak yanlarını yüzlerine vurmaz. Ticari sinema, korkuturken korkunun karanlık yanlarına, toplumun korkusunu başkalarını suçlamaya dönüşmesini açık yüreklilikle yapamaz. Korku, filmin sonunda açıkta bırakılmaz, üstü kapatılır. Bu yüzden ikiyüzlüdür denilebilir. Filmlerde korkunun bilimsel bir açıklaması olur. Korkunun nedeninin; mesela sapığı ya da kuşları içimizde aramaya gerek yoktur. Korku nedeni çözülmüştür, sürekli tehdit edici değil de geçici bir olaydır. Filmde ilgi, eleştiriye maruz kalan toplumdan, korkunun çözülebilirliğine kayar.

2

JUng, F., Seslen, G., Körte, P., Ficher, R., Plöger, T., Barg, W., ( 20029,Derleyen Veysel A., Şiddetin Mitolojisi, s. 109.

12


Kubrick, insanın karanlık yanlarını çok ince çizgilerle ve olağanüstü sinematografik ustalıkla çizer. İzleyicinin yüzüne vurmaz da güzel bir tat bırakır. David Lynch ise, gizemle, doğaötesi anıştırmalarla kapatır korkunun üstünü. İzleyiciyi korkuyla yüz yüze bırakan filmler de vardır. “Dogville” filmiyle Lars von Trier bu yolu izler. Korkularıyla yüzleşemeyen küçük bir kasaba halkı, kasabaya sığınan, adaletten kaçtığı sanılan, Nichole Kidman’ın oynadığı Grace karakterinin yaşamını cehenneme dönüştürür. Film her izleyicinin kaldıramayacağı biçimde biter: Grace, babası ve babasının adamlar; çocuklar dahil bütün kasaba halkını kurşunlayarak katlederler.

Yönetmen, izleyiciyi, yoksul ortalama insandan ve kendisinden korkutur bu filmiyle. Dogville’i sonunda, sinema salonunda yanınızda oturan izleyicinin yüzüne baktığınızda korkunun ağır kokusunu duyabilirsiniz.3 Roman Polanski de “Rosemary’s baby” filminde, filmdeki karakterin paranoyasını izleyicinin paranoyasına dönüştürür; anne karnındaki çocuğun şeytan olabileceği düşüncesini işleyerek, izleyiciyi rahatsız edecek psikolojik oyunlara başvurur.

3

Ertürk, İ. ( 2008 ), Perdeli düşünceler,s. 111.

13


Roman Polanski de Lars von Trier gibi, izleyicinin hoşuna gitmeyecek bir korku nesnesi yaratır. Görsel estetikle bilinçli olarak oynayan David Cronenberg, korku filmleri türünde kendine özel bir yer açmıştır. Kanadalı yönetmen David Cronenberg varoluşsal felsefi konuları işleyen korku filmlerini, izleyici için, “içe doğru arınma” aracı olarak görür ve korkuyu görselleştirir. Korku dışa atılan değil, içte kalan, rasyonel hiçbir yanı olmayan, hoş olmasa da usumuzdan, düş gücümüzden koparmadığımız bir insanlık durumudur.

David Cronenberg, “The Brood” filminde, sevmediklerini vahşi bir biçimde öldürmeleri için sayısız çocuk doğurabilen bir kadının, bedeninden çocuklar üretmesini görselleştirirken, görsel estetik değil, felsefi estetik ilkelerini kullanır.

14


15


Sinemada Korku ve Michael Haneke Filmleri: Bilinmeyen Kod Ümit Hüseyin Girgin İnsanlar korku filmlerine neden gider? Özellikle de şehirdeki insanın korku filmine gereksinimi nedir? Hepsinin görünürde mutlu birer hayatı yok mudur? Öyle ya bizim bugün ilkel çağlardaki gibi kendimizi dışarıdan gelen tehlikeye karsı korumaya, ihtiyacımız yoktur çünkü devlet bize güvenliğimizi sağlamakla sorumlu polisler ve askerlik kurumunu görevlendirmiştir. Polis her zaman halk ile daha iç içeyken uyum ve conformism in sağlayıcısı iken asker daha çok kamusal alanı yansıtmaktadır. Yine bizi bilgilendirmek amacıyla kitle iletişim araçları her zaman her dakika hizmetimizdedir. Gazete radyo-TV, hatta bu araçlar bizim beynimizi her zaman çok önemli devlet sorunları ile dünyada halklar arasında yaşanan savaşlarla, açlık sorunlarıyla, vb. ile yormamızı istemez bunun yerine bize bu gerçeklikten uzaklaştırıcı, hatta görmezden gelici haberler sunar… Çünkü toplumun her zaman mutlu olmaya, mutlu etmeye ve aralarındaki anlaşmazlıkları homojen bir yapı içinde eritmeye ihtiyacı vardır. İktidarlar bizleri koruyup kollamaktadırlar. Peki, bunu bizi çok sevdikleri için mi yapmaktadırlar? Sanırım hayır hepimizin bildiği acı gerçeği burada yinelemekten kaçınmayacağım. Peki, insan neden korkar? Her şeyin çok güvenli yaşandığı düzenin hâkim olduğu bir dünyada bir insan neden korkar? İnsan gerilimin olmadığı yerde yaşayamaz da ondan korkar. Bugün günümüzde tüm doğal alanlar nasıl simule ediliyorsa insan ilişkileri de sil baştan simule edilmiş içleri boşaltılmış ve ortaya hiçbir şey bırakılmamıştır. Korku ilişkilerin yeniden kurulması anlamına da gelebilir bu yüzden gerçeklikle olan bağlantısının eksikliğine işaret edilerek aklı ve bilimi ön sıralarda tutan entelektüeller tarafından reddedilen bir tür olmuştur çoğu kez… Korku filmlerinde içimizdeki öteki bir anlamda dışladığımız geriye ötelediğimiz insanlardır. Biz anlamı insanlar ve kültürler üzerinden ötekileştirerek üretirken aslında kaçmış olduğumuz şeyin kendi benliğimiz olduğunu fark etmekte de zorlanırız.

16


Yabancılaşma kavramı insanları gerçek hayatında yalnızlığa iterken, sinemada yabancılaşmış bireyin kendisine yaratık vb… olarak sunulmasından ötürü bir haz alırlar çünkü birey törpülemek istediği yönlerini, kültürün ve sistemin gerektirdiği gibi otomatizme uygun koşullarda yaşamayı bir ilke edinmiştir. Bu da kendisine ve çevresine yabancılaşmasına ve ilişkilerini de hep bir simule edilmiş evren üzerinden kurmasına neden olmaktadır. Bu yüzden sinema da bize gösterilen kötü evrenin temsilcisi varlıklar sistem tarafından hemen olmasa da filmin sonunda cezalandırılmalıdır. Uzlaşmanın gerektirdiği kurallar vardır. Kültürel toplumlarda bu uzlaşmayı sağlayabilmek, sistemin kokuşmuşluğunu görmezden gelmek, gerçek hayatta tartışma kültürünün yok olup sindirilememiş bir kavga kültürünü olur olmadık yerde patlayarak ortaya çıkmasına nende olurken, temsil evreninde yani seyirci olarak iştirakine katıldığımız sanat âleminde tam bir kendi kendini tatmin etmeye ve sanat eserleri üzerinden sisteme adapte olma ihtiyacına, edilginliğin talebine dönmüştür. Korku filmlerinde, eğer mutlu son söz konusu ise, bu Wood’a göre ‘baskılanmanın yeniden kuruluşunu’ göstermektir. ( sinema ve türler Nilgün Abisel) Yani aslında filmlerde korktuğumuz görmek istemediğimiz, ama bir yandan da bakmak için peşinden koşturduğumuz sinemaya gittiğimiz filmlerde ki yaratıklar sosyal yaşamda devamlı ortaya çıkmak için bekleyen tetikte olan ancak bir türlü bunu başaramayan, bizim baskı altına alınmış ve ötekileştirdiğimiz ruhumuzdur yani bir diğer bakıma idimizdir. Süper ego ilke bastırdığımız id dürtüsünü, ego kavramı ile başka bir düşünceye ve arzu nesnesine dönüştürerek bunların üzerinden anlamlar üretiyoruz… Ancak bu sistem içerisinde biz egomuzu şişirmekle meşgulken her geçen gün kendi gerçekliğimizden uzaklaşıyoruz. Ötekilik kavramı, kültürün ya da ben‘in dışında kalanla ilişkili olmanın ötesinde, aslında hiçbir zaman yok edilemeyecek olan ben deki baskılanma olandır.( popüler kültür ve türler, Nilgün Abisel) Edward Said’in batının kendinden olmayana bakış açısını da anlattığı ötekileşme kavramı aslında oryantalizm kökenlidir ve yine batının kendinden kaçmak istediği için tosladığı bir duvar olan ve kendisini diğer yarısı yani doğu olmadan adlandıramayacağı bir duvara toslamaktadır. Bu bakış açısı sakıncalıdır. Rüyalar sinemalar gibidir her ikisi de sadece görüngüsel âleme aittir her ikisi de bizim kendimiz ile ilgili ipuçları verir hayata karsı… Rüyalar bazen çok fazla bireysel olabilirken sinema daha toplumsal olabilir. Böyle bakıldığından sinemaların toplumun bilinçaltını oluşturduğu da söylenebilir. Peki, bu bilinçaltını bize iletenler kimler, sinema bilinçaltı bizim bilinçaltımızda yaşatılan 17


gerçek deneyimler sayesinde mi oluşmuştur yoksa bizde yaratılmak istenen ortak milli kültürün ortak düşüncenin bir bilinçaltı mıdır, Avrupa ve Amerikanın temellerini oluşturan Hıristiyan ve püriten ahlakın kaçışlarını sinemalarda şiddetin meşrulaştırılması ve ilerleme adına nasıl normalleştirildiğini görüyoruz. Peki, sormamız gereken soru nedir? Sormamız gereken soru eğer düşüncelerimizi ve bilinçaltımız dahi kitle iletişim araçları (reklâmlar sinema, diziler vb… arcılığı ile gerçekleşiyorsa bizim bu dünyadaki amacımız ve varlığımız nedir? Yoksa görüntüler dilsel kodlar gibi artık varlığımızda mı bir simülasyon sürecine girmiştir? Bizi toplumsaldan ayırıp kitle kültürü haline getiren düşünceyi tartışmaya açmak gereklidir belki de? Ancak yine de sinemaya toplumun ortak karabasanlarıdır demek yeterli olmaz sanırım çünkü karabasanlar, uykuda ki birey için hiç de hoş olmayan zamanlardır. Ve birey orada bilinç ve ego tarafından sıkı sıkıya bastırımlı karşılanmak istemeyen şeyin bilinç yüzeyine çıkısından korkmakta özellikle bu şey çok iğrenilen yâda yıkıcı bir şeyse birey için insanları belli ruhsal zayıflık dönemlerinde yakalayarak ortaya çıkmaktadırlar. Karabasanlar ve sinemada korku filmi seyretmek üzere en başta bilinçli bir tercih edilme olarak ayrılma vardır. Hemen hemen hiç kimse ben bu gece kâbus göreceğim diye uykuya dalmaz sanırım oysaki korku sinemasına gitmek bilinçli bir edimdir. Ve kontrol bu filmlerde hem sizdedir hem de değildir kontrol sizdedir çünkü sinemanın gerçek hayatla aranıza belli bir çizgi çektiğini ve bu çizginin en fazla bir iki saat sonra yok olacağını bilerek sinemaya gidersiniz ikincisi istediğiniz zaman filmden çekip gidebilir yâda gözleriniz kapatma rahatlığınızı kimse elinizden alamaz yani sinemanın maddi evrene yansımasında birey kendisini bu soyut âlemden kendisini ötekileştirmenin bilincine vararak uzaklaşabilir. Yine ötekileşme kavramı ile ince bir giriş yaparsak birey sinemada izlediği karakter yerine kendisin koymaktan çekinir, çünkü özdeşleşmenin olduğu yerde kahramanla aynı kaderi paylaşma riski vardır. Ve bilinmeyenle ilgili olaylarda kahraman olma riskine herkes girmek istemez. Tragedyayı komedya ve diğer türlerden hatta korkudan ayıran sebeplerin başında da özdeşleşme, bir mit oluşturma gelir. Eğer korku filmlerinde özdeşleşme de kurulacaksa bu filmin en akıllı en aklı başında olan, soğukkanlı mantıklı aynı zamanda fiziksek özellikleri kişiselliğinin gerisinde kalmayacak bir kimse olmalıdır. Aksi halde özdeşleşme olması zordır. Bu kişi kahraman tipine uygundur ve genel korku profiline uymamaktadır. Yine korku filmlerinde baskılanan daima geriye dönecektir bu açıdan bakıldığında korku filmlerinin tür olarak psikanalize yakınlığı da şaşırtıcıdır. Yine bir korku filmi olmamasına rağmen Haneke’nin “Piyanist” filminde de 18


baskılanan ötelenen düşman gibi görünen cinselliğin hiç ummadığımız bir zamanda yine kendi içimizde belirmesi ve bize tecavüz etmesi ve bu tecavüzden duyduğumuz sapkınca hazza tebessüm etmesi korku filmlerine özgü bir senaryoyu canlandırır gözümüzde… Seyirci korku filmlerinde uzlaşma yanlısıdır aslında seyirci homojen yapıya sahip bir topluluk değildir artık sinemaya geldiğinde çünkü seyircinin ne hissettiği hangi kodlara nasıl karşılık vereceği deneyimlerle gözden geçirilmiştir. Bu yüzden toplum öncelikle içinde yaşadığı topluma uyum sağlama amacındandır tatmin haz ve başarı duygularının da ancak bu toplumun sistemini işleyişi üzerinden yapabileceğini düşünür. Nasıl olsa bu kitle Kafka’nın metaforik böceği Gregor Samsa olmayacağını düşünmektedir. Oysaki çoktan mutasyona uğradığını dışlamıştır. Bu yüzden seyirci filmde belli karakterler üzerinden filmi yaşar ve toplumu anlamlandırmaya çözümlemeye girişir farklılıkları savunmaz, mesela Amerikan korku filmlerinde ilk önce şişmanların ölmesi bir klişedir. Çünkü şişman birey mükemmel topluma uyum sağlayamaz, bedensel ve estetik olarak kötüdür. Bu onun zihinsel faaliyetlerinde yansımıştır çünkü kültür ve orada bende vardım diyebilmek için yapılması gereken bazı şeyleri kilosu yüzünden eksikli yapmaktadır. Mesela güzel bir vücut ve ruhu otomatizma altına güzel kıyafetler ona yakışmamaktadır. Bu yüzden seyirci ilk onun ölmesini umursamaz bile, ikinci sırada güzel genç kızlar gider, ancak bu kızlar genellikle çılgın tipler olabilir ki bu da genel ahlaka uymayan tiplerdir. Burada sözü Baudrillard’a bağlamak istiyorum, bugün toplumlarda ve kültürlerde hangi düşünce ve kültür çöktüyse kitle iletişim araçları tarafından onların yeninden kurulmasına şahit olabilirsiniz. Japon sinemasında da evlilik dışı çocuk yapmış kadınlar çocuğunu doğuramadan düşük ya da kürtaj yaptırılarak cezalandırılır çünkü orada da ahlaki yapı önemlidir ve kadının günahkârlığı üzerine kuruludur. Filmin sonunda kalan genç çocuk ve genellikle masum güzel sevgilisi sağ kalmalıdır seyirci bunu bekler…( türsel haz her zaman sosyal doğruluğa tercih edilir) yani o çocuklar kötü olsaydı ve ölseydi diğer bakıma insanlar yine mutlu olmayacaktı çünkü amaç kimseyi yok etmek değil… Son kalan ve kurtulan çocuk sistemin devamlılığını edilgen birey olmanın dayanılmaz hafifliğini, belki de ağırlığını ve güvenliğini tekrar tekrar müjdeler kendini bir türlü huzurlu ve güvende hissetmeyen bireye… Korku filmleri bir şeyi bilme, ele geçirme, yaralanma istekleriyle, karşılaşılması muhtemel acılar, tehlikelerle ve yok olma tehlikesinin yarattığı engeller arasındaki çelişkilidir.( Nilgün Abisel, popüler sinema ve türler)

19


Korku filmlerinde filmin karamanı ile özdeşleşmekten çekiniriz. Çünkü özünde korkmaktan çekiniriz. Bu yüzden filmdeki karakterlerle özdeşleşme ters açıdan olur. Bu açıdan korku karakterleri ile özdeşleşemem durumu komedyada ki karakterlerle özdeşleşememeye benzer komik olanı da ötekileştirmek vardır, herkes yere düşen kişiye yâda bir makine gibi otomatik hareketler yaparak insanın doğallığına aykırı hareketler gösteren kişiye gülerken kendisine değil başkasına gülmekte ve bir yerde de onu küçümsemem duygusuyla hareket edip kendisini daha üst bir konuma yerleştirmektedir. Korku filminde de özdeşleştirme ötekileştirme üzerinden işler. Ötekilik kavramı üzerinden dillendirilen bir benlik karmaşası, bilinçaltındaki benzerliklerimizi kahramanda bulmamıza yol açar. Bu yüzden bizi birazda korkutan orada o durumda kahramanın yerine bizim olabileceğimiz ihtimalidir. Bilinmeyene yönelik korku, çevreden ve etkinliklerin hepsine yeni anlamlar yüklemeye başlar Hitchkok filmlerinde olduğu gibi mesela; “Arka Pencere”de ayaklarından sakatlanmış bir gazetecinin komsularını izleyerek vakit geçirdiğini biliyoruz ancak film ortası değişkeninde adam bir cinayete tanık olmuştur ve bundan sonraki her olay o cinayetin içeriğinde biçimlenerek özümsenerek eriyerek, bizi her durumdan şüphelenmeye itmektedir. “Funny Games”de korkunun bir nesnesi yoktur sadece açıklanamayan sadistçe saldırırlar vardır. Modern, çağcıl toplumlarda insan her açıdan kuşatılmıştır. Kültürel anlamda, güvenlik anlamında her anlamda etrafında ne yapması nasıl davranması gerektiğini belirleyen mekanizmalar vardır. Oysaki bunu bireye zorla yaptırma yolundansa sevdirerek benimseterek yaptırma yoluna gidilmiştir buda bir kitle kültürünü doğurmuştur. Kitle kültürü içerisinde birey iktidarlarca istenildiği gibi manipüle edilebilir der. Theodor Adorno’ya göre bu kısmen doğrudur da oysaki yine Baudrillard’a göre durum Adorno’nun bahsettiğinden biraz daha farklı belki biraz daha ümitsizidir. Kitle kültürünü yaşamak isteyen birey her şeyi kültürel kodlar ve gösterenler üzerinden sindirmeye meyillidir ve gerçek yaşama dair eleştirel bir karşı duruşta bulunabileceği durumlara rağmen ( mesela Türkiye deki siyasi yolsuzluklara 80 askeri darbesine karsı muhalif bir tavır gösterip örgütlenebileceği yerde ) tam tersine kendi isteği ile bir gecesini yarışma programları ve futbol maçlarına ayırabilmektedirler. Kitle kültürü aydınların, entelektüel sınıfların popüler kültüre karşı ortaya attıkları bir kavramdır. Ancak bugün kitle kültürünün farkındalık ayrıcalıkları içerisinde ayrımlaşarak bir popüler kültüre döndüğünü söylemek pek de yanlış olmaz sanırım… Güvenlik duygusu barınma ihtiyacı ta ilk çağlardan beri insanın yemek içmek ve uyumakla beraber en temek gereksinimlerinden biridir. İlkel çağın üzerinden bunca yenilik geçmesine rağmen bu kadar teknolojik gelişme 20


olmasına rağmen, insanları sosyal biçimde bir arada tutan yasalar geliştirilmiş, mutluluk kavramı sanayi devrimi ile birlikte ortaya atılmış ve bunun içinde insanların güvenliğinin sağlanması da, istediği gibi fikirlerini sunabilmesi de eklenmiştir. Böylece insan hakları kavramı böyle bir şeyi ortaya sunarak öteki kültürünü de tanımış olmaktadır. Ancak bu kadar olumlu görünen gelişmeye karşın bugün modern dönemde insan kendisini bugüne kadar hiç olmadığı kadar yabancılaşmış yalnızlaşmış ve güvensiz hissetmektedir. Peki, bu nasıl olabilmektedir? Aslında cevap yine kendisi içerisinde gizli, insanı kendisi olmaktan çıkaran ve toplumsal yaşama katmaya çalışan her norm bir sonraki aşamada mitlerle ve dinlerle birlikte insanın özgürleşmesinin önünde bir engel olmuştur. Nietzsche’nin modernitenin rasyonalizasyon sürecine ve dinsel ahlaka yönelik eleştirilerinin temelinde de bu insanın tanrıda ve kendisinden uzaklaşma düşünceleri yatmaktadır. Püriten ahlak temelinde bireyin kendisini ve gerçekliğini acıma hisleri ile yok ettiğinden bahsedebiliriz. Bunu bu tarz filmlerin altyapısını ortaya çıkarabilir amacı ile söylüyorum yoksa Avrupalı Amerikalı toplumlarla aynı kültür paylaşmadığımız için bizde bu şekilde bir kültürü birikimi ve bunu yol açtığı sebepler arasında bu dediklerimi sayamayız. Ülkemizde korku filmi yapılmama nedenleri arasında da bu kültürel tarihten ve kodlardan yeteri kadar yararlanamama da vardır yani. İnsanın dünyadaki varlığının temeli kaygılarının temelidir(Nilgün Abisel popüler sinema ve türler) İnsanoğlu düşüncenin başlangıcından itibaren birçok şeyi denetim altına almıştır oysaki sadece ölüm hariç, ölümden hep korkulur çünkü ölüm denetlenemeyendir… Görme duygusunun bilmeyle ilişkisi çok önemli olduğundan, ölüm ve bilinmeyen her zaman karanlık ile simgelenir.(Nilgün Abisel) yani görebildiğimiz gerçeklikler aydınlıktadır. Oysaki bazen aydınlık olanı bile tanımlayamayabiliriz, aydınlık ve karanlık ilişkisini paradoksal olarak tersine çeviren filmler vardır. Örneğin Nicole Kidman’ın başrolünü oynadığı “The Others” filminde insan sandıklarımız aydınlıktan kaçar ve “Funny Games” filminde de beyazlar içerisindeki tertemiz insanlar karanlık ruhlu caniler olabilmektedir.

21


Platonun mağara felsefesini paradoksal bir biçimde çevirirsek aslında dünyaya yüzü dönük olmayan mağaranın içindeki insan bir yüzünü hep karanlığa kendisine yani ötekine çevirmektedir, görüngüler dünyası kendi gerçekliğinden kaçmak ve bunun üzerine yeni şeylere yaratabilmek amacı ile başvurduğu bir kaynaktır. Oysa birey karanlıkta tüm ötekilerin kaynağına ölüme olan yakınlığa bakmaktadır. Ancak zaman içinde insanın her şeyi denetlemek istemesiyle beraber insan kendisini görmezden gelmeye ölümü hiçe saymaya tanrısal inançları mitsel durumlara çevirerek kendinden uzaklaşmaya başlamıştır. Görülemeyen şeye önlem alınamaz bu yüzden karanlık doğrudan korkuyu ölüm korkusunu çağrıştırır bireye… Değişen toplumsal ve politik değişimler dönemlerin sinemalarına da yansımış, korku türünde kimin neden öldürüldüğünden ziyade ilk kimin öleceği merak konusu olmuştur. Düzene uyum sağlayamayan tipler cezalandırılmak amacıyla filmlerde ilk önce öldürülenlerdir. Bu bakımdan bakıldığında hızlı yaşa genç öl sözünü sistemin nasılda kendi yararına çevirdiğini de fark edebiliriz. Seyirci özdeşleşmeyi en zeki en yakışıklı, en mantıklı olaylar karşısında soğukkanlılığını koruyan bireyle kurarak ölümden yırtmayı planlarken sistemin çarklarının içinde ezilmekten kurutulamaz anacak bunun farkına da varmaz. Yaşama dürtüsü ve ölüme olan inançsızlık ki(bu çaresizliğin ve denetleyememenin getirdiği bir inançsızlıktır) her zaman bunlara, iktidara boyun eğmeye ya da gözden kaçırmayı gerektirmiştir 22


Savaşa ilişkin filmlerde tehdit silahlardan geliyormuş gibi gösterilir oysaki bunu yaptıranlar öne çıkmaz( Nilgün Abisel popüler kültür ve türler) Bu gösterenler ışığında Michael Haneke filmlerini incelemek çok daha sağlıklı olacaktır düşüncesindeyim. Peki, Haneke filmleri korku alt-türüne girer mi? Haneke filmleri korku filmleri midir? Eğer Haneke filmleri ile biraz olsun içli dışlı olduysanız bunun böyle olmadığını fark etmek zor olmayacaktır. Yine de yukarıda değindiğimiz konuları araç alarak bizde başka bir duygu yaratarak başarma çalışıyor. İnsanların korktukları eylemleri içeren davranışlarından hareketle yeni yanılmamalara gidiyor.

MİCHAEL HANEKE Haneke sineması seyirciyi yönlendirmeye belirli kodlarla anlaşılır olan filmlerden duyulan zevkin yarım ya da eksik olduğuna dikkat çeker filmlerinde Amerikan ve Avrupa burjuvazisi üzerinden bugün kapitalist olan veya bizim gibi kapitalistleşme aşamasında ki ülkelerde de benzer durumları yakalayarak evrensel olana yaklaşmıştır diyebiliriz. İnsana ait tüm duyguları ve özellikle bencilliği irdeler. Sonuçların nedenselliği üzerinde dururken bize hep kendimiz olma fırsatının da verilebileceğini ifade eder. Haneke filmlerinde içimizdeki ötekine, bu kaçılan içgüdüsel varlığa ve onun ortaya çıkış anlarında hepimize verdiği rahatsızlığa değinilmiştir. Herkes onun işini görüp bir an evvel çekip gitmesini arzular çünkü. ‘Benim için sinema yapmak anne ve babasını anahtar deliğinden gözleyen çocuğun gerilimini vermektir’ der Bertollucci. Haneke de tam bunu yapar işte bize devamlı olarak yaptığımız şeyle ilgili bir vicdan azabı duymamıza, yakalanıp hadım edilme korkumuza (Lacan) ancak tüm bunlara rağmen yasak 23


olanı yapmış olmanın verdiği zevkle müthiş bir haz duygusu yaşamamıza neden olur. Bugün psikanaliz Marksizmin karşısındaki tek dayanaktır oysaki Haneke her iki kavramı da aşkın film anlamları ile her ikisine de aşkın gelmekte ve insan ritüellerini belirleyen olguların tüketim mantığından ve bunun getirdiği iletişimsizlikten kaynaklandığını göstermektedir. Bugün kültürel düşünce sistemimizde yer eden ürünlerin ( bunlara çağdaş anlamda sanatın sonunda geldiğini belirterek sanat eserlerini dolayısıyla sinemayı da katabiliriz) Hemen hemen hepsinin bizim arzu nesnemize egomuza yönelik içerikler içerdiğini kendimizi önemli hissetmemizi sağladığını açıklayabiliriz ancak “Funny Games” filminde bunun böyle olmadığını anlamak çok zorda değildir. Yönetmen bizim katharsisi yaşamamızı özdeşleşmemizi ve egomuzu önemsememektedir hatta umurunda bile değilizdir. O belki de sadece kendi anlatmak istediğini önemser buradan yola çıkarsak… O yüzden bu filmde klasik anlatı sistemindeki hiçbir kurulumu bulmanız mümkün olmayacaktır. Haneke filmlerinde içimizdeki ötekine, bu kaçılan içgüdüsel varlığa ve onun ortaya çıkış anlarında hepimize verdiği rahatsızlığa değinilmiştir. Herkes onun işini görüp bir an evvel çekip gitmesini arzular çünkü… En sonunda suçlunun yakalanacağını bilmek türsel hazların büyüğüdür. Haneke filmlerinde olmaz. Şoklar kısa süreli gerilim sahneleri uzun sürelidir. Haneke filmlerinde tüm bir filme yayılmış gerginliği duyumsamak mümkündür. Bilinmeyen Kod Avusturyalı yönetmen Michael Haneke, 1997 yılında çevirdiği "Funny Games" 'den sonraki bu son filminde, Paris'te yaşayan bir gurup 'sıradan' insanın hayatından bölümler yansıtıyor. Kalabalık bir bulvarda, adamın biri garip bir dilencinin eline buruşturulmuş bir kağıt parçası atar. Bu kağıtta yazılanlar, kendi hayatlarını yaşamakta olan öğretmen Amadou (Ona Lu Yenke), sinema oyuncusu Anne (Juliette Binoche) ve dilenci Maria'yı (Luminita Gheorghiu)bir şekilde birbirine bağlar.(KAYNAK : İNTER SİNEMA)

24


Filmin açılış sahnesi Tarkowsky’ nin mirror filminde konuşamayan ancak hareketleri dışarıdan bir doktor yada fizyoterapist tarafından belirlenen genç bir erkeğin, ellerini kollarını oynatarak bize bir şeyler söylemeye çalıştığı sahne ile benzerlikler kurularak başlamaktadır. Tek fark bu sefer anlatıcının karşısındaki kodları açımlamak bize değil onu çok daha iyi anlayabilecek olan bir gruba, kitleye sessiz ve dilsiz çocuklara düşmüştür. Biz burada gerçekten konumumuzu oturtmuş izleyiciyizdir. Zaten Haneke’de çoğu filminde izleyiciyi sadece olayların ve yaşananların dışarıdan bir tanığı olmalarına izin verir. Karakterlerle ve olaylarla özdeşleşmelerine çok fazla izin vermez bu anlamda kullandığı kurgular ile de Brechtyen epik tiyatroya da yaklaşmaktadır. Kod bilinemez seyirci de anlayamaz küçük kızın dediklerini… Bu kodları anlamlandıramamak, içinde yaşadığımız dünyaya yabancılaştığımızın bir göstergesidir. Kendimize inşa ettiğimiz yaşamlarda iletişimin ana durumlarını başarı, zenginlik, statü gibi kodlar almıştır. Bu kodlar gerçek benliğin ihtiyaçlarına göre değil sistemin içinde kendi üzerimizden anlamı yeniden inşa etmek istediğimizde karşımıza çıkabilecek unsurlardır. Kültürel kodlarla kendini daha iyi ifade etmenin yolu o kültüre ait değerleri kullanmakla oluyor. Kullandığınız nesneler, ürünler sanat eserleri sözcükler üzerinden en nihayetinde kendini yeniden inşa ederek, kültürel sisteme bir kitle kültürü olarak entegre olmayı başarabiliniyor. 25


Bilinmeyen Kod‘da da hep bir kaçış var zenci çocuk dilenci kadına kağıt atan çocuğun üzerine yürüyor. Ve Funny Games deki psikopatlar gibi kendisini ifade etme ihtiyacı duyuyor. Kimse olayın üzerini kapatıp gitmek istemiyor. Zenci çocuk ve onun gibiler sisteme saldırıyor. Her ne kadar ahlaksal değerleri içselleştirmiş olsalar da mesela kadının aşağılanmasına tepki göstermek çok bastırılmış bir karakter olan Afrika kökeninin kraldan çok kralcı olarak değişmesidir. Oyun oynama Michael Haneke’nin filmlerinin ortak unsurlarından görünüyor tüm toplum özünde oyun oynuyor gerçeği yaşamıyor. Juliet Binoche da filmde bir oyuncu ancak özellikle kendi hayatında ki insanlarla iletişim sağlarken her zaman hayatın ona verdiği kibirli rollere bürümüş kendisini. Bir kadın toplumda nasıl davranırsa onda bulmak mümkün. Fotoğrafçı sevgilisinin kardeşi yanına geldiğinde onunla konuşma tarzı onun sorunlarını küçümseyerek ve devamlı gülümseyerek dinlemesi bunun göstergesi. Kendi hayatında oyuncu olan, sahte ilişkiler yaşayan ve yaşatan birinin sinemada ve ya tiyatroda insanları gerçekçi anlamda temsil edebileceğine nasıl inanabiliriz ki? Bu yüzden yönetmen onun kapana kısılmış olduğunu hissettirmek ve biraz olsun kendisi gibi davranmasını istediği için emirler veriyor yönlendiriyor ve gerçek duygularının su yüzüne çıkmasını istiyor ki gerçek Juliet’e hiç de göründüğü kadar mutlu değil bu uçsuz bucaksız bilgi bombardımanında yabancılaşan ve yalnızlaşan insanın artık tek derdinin ölümü yadsıyarak ve etrafındaki tüm ilişkileri arzu nesnesi haline getirerek metalaştırması insanın gerçek yüzünü örtmüş ve her davranışının kodlanmış ve sahte olduğu gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Bu da modern toplumlarda insanların devamlı olarak birbirlerine oyun oynadıkları anlamına gelir. Julliet’e bir oyuncu ancak yaşamış olduğu burjuvavari yalan ilişkiler rollerini yeniden yaratmasına simule etmesine neden oluyor patafizik gerçekliklerin dahi yanından geçmeyen bu davranış biçimleri heyhula öznenin kendini anlamlandırış biçimlerinde özgünlüğünü kaybedebilir. Küçük çocuğa sataşan zenci toplumun tepkisi ile karşılaştığında Funny Games deki iki sapkın karakter gibi kendini savunmaya haklılığını meşrulaştırmaya çalışıyor. Ancak yapılan eylemler kocaman bir kalabalığın önünde olduğu için iktidarların güç simgesi polisler tarafından bu anarşist ve baskılanısa karşı çıkan hareket derhal sona erdiriliyor zenci çocuğun polislere direnişine rağmen… Haneke filmlerinde özellikle benim dikkatimi çeken Bilinmeyen Kod ve Funny Games’de karakterlerini kameraya karşı konuşturuyor. Ve seslendiği kişilerde 26


seyirci oluyor hep belli bir film türüne alışmış beynindeki kodlamalara göre sistemin iyi ve kötüsünü kendi iyi ve kötüsü sanan kişilere sesleniyor. Ve soruyor sizde filmin iyi sonla bitmesini beklerdiniz değimli? Julliete Binoche’da kameraya karşı oynuyor ve tüketim toplumunda ne kadar yabancılaşmış ve zavallı olduğunu tüm çıplaklığıyla yüzümüze haykırıyor. Film ana temasını Avrupa merkezli toplumların sosyal ilişkilerinin çarpıklığını ilişkiyi belli bir düzleme oturtamayışlarını ve hepsinin kökeninde de iletişimsizlik ve öteki kavramını ele alarak filmi açımlıyor. Bir şekilde bu 7 ayrı kişinin hayatının çakışması ancak yine de kültürel kodlar yüzünden bir türlü aralarında bir anlaşma sağlanamaması ilgi çekici. Göstergelerle idare edilen kitle kültürü dışlamış olduğu benin diğer tarafını, öteki kültürü bir türlü anlamlandıramıyor bu filmde de… Ve bu yüzden özürleri nedeni ile de olsa bu toplumun genelinden kendi kodlarıyla farklılaşmış bir şekilde ayrılan ve tüm konuşmalarını işaretler sistemi üzerine kuran çocukların hissettikleri tüm bu yeniden yaratım toplumunun gerçeklerinden daha gerçek oluyor. Toplum içinde herkes konuşuyor herkes bir şeyler söylüyor oysaki herkes bir araya gelip düşüncesini öne süremiyor korku ile sindirilmiş bireyler kitlesi iyice tepkisizliğe alıştırmış durumda kendisini… oysaki tam da bu noktada filmin tek konuşan, düşüncelerini açıkça ifade eden kesimi bu ruhsuz kitleden ayrılarak farklılaşmış dilsiz ve sağır çocuklar korosudur. Onlar çaldıklarını duyamsalkarda kendilerini ifade ederler çünkü bazıları gibi bakar kör, kulakları gayet net duyabilen sağırlardan değillerdir. Sağır ve dilsiz olan topluma çok güzel bir gönderme yapmaktadır Haneke 3 maymunu oynamak sağır dilsiz ve kör olan bir maymun olmak değildir. Çünkü bilerek bazı düşüncelerinden feragat etmek, diğer duyguları ve düşünceleri de köreltir kendimizi anlamlandırmanın önüne ket vurur. Oysa ki kendini eğiten bir birey bir duyusunu kaybettiğinde diğer duyularının gelişimine daha fazla ağırlık verebilir bu bakımdan bu sağır ve dilsiz çocuklar Avrupa merkezli modern topluma kimlikleri ile ayna tutan, fiziksellikleri ile benzeşen ancak metaforik anlamda ruhsal anlamda birbirinden ayrılan süreci oluştururlar… Filmde göçmen bir kadının ailesinden ayrılıp da Fransa da yaşadığı zorluklardan, göçmenlere bakış açısından tutunda bir baba ile oğlu arasında yaşanan gerilimli ilişkilere kadar her şeye yer veriliyor. Bu hayat hikâyelerinin hepsi ayrı ayrı işleniyor. Filmdeki tek anlamları birbirlerini bir şekilde etkilemelerine rağmen birbirlerine dokunamamaları teğet geçmeleridir. 27


Filmin başında ki çocuğun anlatımını ne olduğunu tam olarak anlaşılmamasına rağmen arkadaşlarının yaptığı tahminler tam olarak anlatmasa da modern toplumların içinde yaşadığı acıklı durumu göstermeye yetiyor. Mutsuz, üzgün, hapsolmuş, saklanacak yeri olmayan, tutuklu. Bu kelimeler modern toplumun ve içinde yaşayan bireylerin ruh haklini açıkça yansıtmaktadır. Filmde iki ayrı metro sahnesi var birincisinde gazeteci Julliet’in sevgilisi metroya biner. Ve oturduğu yerden güzel kadınları süzer, gülümser onlara kur yapar kadınlara tarafından ters bir tepki ile karşılaşmayan gazeteci metrodan inere. Julliet’in dönüş yolunda başına gelenler ise daha ilginçtir kameranın çektiği konumdan daha gerilerde bir yere oturmayı tercih etmiştir. Etmiştir diyorum çünkü burada sanki kamera bizim gözümüz gibi kullanılmıştır da ondan amatöre yaklaşan basit çekimler sabit bir kamera ve gerçekliğin doğrudan gözümüze sokulmasını hissederiz bu sahnede genç bir zenci, Julliet’e yaklaşmaya çalışır ve ona çok güzel olduğunu farklı olduğunu söyler zenciye göre Julliet ya yolunu kaybetmiş bir leydi bir zengin ya arabası bozulmuş bir hanımefendi, ya da bir sekreterdir patronunun yalakası olan ve zenci bunun çok iyi bilmektedir ki ne yaparsa yapsın Julliet’e ulaşmayı beceremeyecektir. Onun amacı da ulaşmak değil sadece tepkisini ortaya koyabilmektir zaten cevabı kendisi de bilmiyordur. Çünkü çevresindeki kadınların hiçbiri ona bakmamakta hoşlanmamaktadır. Fakat bu kadınları hepsi aynı kokar, aynı hareket eder onları rahatsız edende mutlu eden de aynıdır. Çünkü bu kadınlar sistemin kadınlar üzerinden yeniden ürettiği kadınlık imgesini dışarıya çevrelerine pazarlarlar her hareketlerinde. Eğer bir kadın bu anlamda sizden uzaklaşmaya başlıyorsa bu onun gerçekten ruhuna nüfuz ettiğiniz anlamına gelir ve güzelliği, cinselliği kadınlığı satın alan kadının asıl kadına yani kendisine bu sistem içerisinde hiçbir güveni kalmamıştır artık… Zenci ailenin çocuklarının sisteme entegre etmek ve hırsızlığın ne kadar büyük bir suç olduğuna dair onu kınayarak ve sertçe eleştirerek yaptığı davranış biçimlendirme çabaları, aslında zencilerin sistem içerisinde kalabilmek ve kendi bireyselliklerini ne kadar yitirdikleri ile görülür bir gerçektir… Filmin finalindeki davul seslerini sürekli devam etmesi insanlar arasında ki iletişimsizliği gösterirken Funny Games filminde su ya düştüğü için her açılışında sorun veren ve devamlı tekrar açılıp kapanan Nokia telefonun müziğinin tekrar tekrar canlandırılması gibi bir iletişimsizlik ve bir sorunun açıkça göstergesi oluyor ve metaforik anlamda bir şeylere gönderme yapıyor…

28


Göbek Deliğinden Çıkan Korku Ceyda Şahinoğlu Korku, ismi bile soğuk geliyor insana içim ürperiyor, olan biten ne varsa çocukluğumun kucağından çıkarıyorum ve koyuyorum avuçlarımın içine… Çünkü “Kimse korkularından kaçamaz. Korku insanın bir parçası olduğundan, nerede saklandığını daima bilir.” Korku çoğu zaman irade ile kontrol altına alınamaz. Çocukluğumuz diyorum çünkü hayatta hafızalarımıza izler bırakan en önemli yıllardır o zamanlar. Bazen isteyerek o günlere gideriz bazen de o an yaşadığımız bir duyguyla sürükleniveririz o günlere. Artık korkmuyorum dediğin an içinde bir şeylerin sana fısıldadığını hissedersin, yarım bir gülümseme dudaklarında, gözlerinde ağlamaklı bir bakış ve o ana ritim katan kalbinin atışları… Her şey ortada artık büyüsen de saklamışsın korkunu ta derinlerde ve o senindir artık, fırlatıp atmak istesen de… 6 yaşında bir çocuğum, annesiyle uyumaya her zaman hazır bekleyen. Hayatımda karanlıktan, yalnızlıktan, köpekten, düşmekten başka korkuları ilk fark ettiğim zamanlar. Gece geç vakit televizyon izliyorum, evde herkes uyumuş, odanın ışığı sönük ve siyah beyaz ekranda bir adam birini bıçaklıyor ve onu karanlıkta sessiz bir şekilde izleyen çocuk… Katil çocuğu fark ediyor ve çocuğun gözleri benim gözlerimde nasılda korkmuştum hiç unutmuyorum. Gece boyunca sayıklıyorum ve sabah ananem beni bir teyzenin yanına getiriyor. Kalın gözlüklerinin ardında kocaman gözleri, ağzında neredeyse sayılı kalmış dişleri olan incecik yaşlı bir teyze beni divana yatırıyor, tişörtümü yukarı sıyırıp göbek deliğime uzun parmaklarıyla bastırıyor ve korkma diyor her şey bitti korkunu çıkardım içinden canım acısa da o an gülümsüyorum ve bitti diyorum… Şimdi bu anımı hatırladıkça daha da bir gülümsüyorum meğer yokmuş öyle bir şey korku hiç terk etmezmiş tanıştıklarını ve hep onlarla yol alırmış zamanın içinde. Korku sinemasının dâhileri, onu var edenler… İnsanları oturdukları yerde tir tir titreten yönetmenler, senaristler kim bunlar diye düşünüyoruz hep nasıl aklına geldi diyerek korksak da hayranlıkla izliyoruz çoğu zaman onların yarattıklarını. Dünyalarının pencerelerini açtıkları korkuyla yaşamayı öğrenmiş insanlar belki de, belki de korkularından kurtulmak için onlarla yüzleşen ve daha dehşet verici şeyleri düşleyerek onları görselleştirerek korkularını paylaşmak istemişler ve korkularıyla baş etmenin yolarını böyle bulmuşlardır yaşamlarında. Korkmak 29


hangi toplumda olursa olsun ortak bir durum olmasına rağmen çoğu zan komik karşılanır çünkü herkesin korku uyandıran nesnesi ya da duygusu her zaman ortak değildir. Kalıplaşmış korkular vardır insanlar için din bunların en büyüğüdür diğerleriyle baş etmek kolaydır ama olağan dışı görünen varlıklar düşleyerek ortaya çıkan korkular daha yıpratıcıdır çoğu zaman. Sinema hayatı paylaşmaktaki en önemli sanatlardan bir tanesidir diye düşünüyorum. Bir derdin varsa yaşamla ve haykıramıyorsan bunu dünyaya, simsiyah film şeridine onu yazmak ve bembeyaz perdeye korkusuzca yansıtmak. Biliyorsun ki yalnız değilsin, görüyorsun ki izlerken herkes sana yakın duygularla kıvranıyor oturdukları yerde. İşte diyorsun istediğim buydu yalnız değilim ve korkmuyorum… Korku sineması da sinemanın en önemli dallarından bir tanesidir. Günümüzde her ülkenin korku filmi bulunmakta ve her sene en az bir korku filmi izleyicilerle buluşmaktadır. Türkiye bile her zaman tabu olan konularla ilgili bu dalda filmlerde sunmuştur. “Büyü”, yeni sezona girecek “Cin Geçidi”, “Beyzanın Kadınları”, “Dabbe”.v.s.Toplumda çoğu insanın konuşurken aman ya bunlardan konuşmayalım dediği konuları işlemeyi başarmışlardır. Korku sinemasında bu konudaki en usta olan topluluk sanırım uzak doğulular örneğin Japonlar, Çinliler, Koreliler hem işledikleri konularla hem de kullandıkları tekniklerle bizi izlemeye esir ediyor ve korkunun doruklarına çıkartıyor. Bazen bizi bir kutuya hapsediyor, bazen en sevdiğimizi elimizden alıyor bazen de işkencenin en dayanılmazını çektiğimizi hissettiriyor ve kanımız çekilircesine kasılıyoruz. Aslında görmeliyiz ki bunu ortaya koyan insanların korku sınırları nerelerde dolaşıyor. Bir başka filmde buna alışıyor ve daha fazlasını bekliyoruz. Yaşamda da bu böyle çocukluğumuzdan itibaren bizimle deneyimlediğimiz korkulara o kadar alışıyoruz ki hepsi içimizde birikiyor, bastırıyoruz ve bir gün güm çıkıyor hiç beklemediğimiz bir olayla ve yaşama daha farklı bakmaya başlıyoruz. Bazı insanlar korkularını başka insanlara uygularla ve kendilerini daha güçlü hissederler ben korkmuyorum ve gülüyorum senin bu durumuna… Ama bilinir ki farklıda olsa yaşamda herkesin bir korkusu var. Bazen ne kan, ne işkence hiçbir şeyi göstermeden insan korku duygusunu yaşayabilmektedir. Rüyalarındaki kâbusların geri gelir ve onlarla bilinçle yüzleşmek kalbinin ritmini kulaklarında hissettirir işte gözlerini kapa ve yeniden aç sonra gülümse tek değilsin… Korkunun derinliklerine inin, derinlikleri diyorum çünkü korku katmanlardan oluşur. Tüm yaşam boyu sizinle birlikte büyür, onun küçülmesini beklemeyin çünkü oda sizinle düz orantıda içinize kök salar. Huzurla ters orantılıdır korku, kaygının en yakın arkadaşıdır ve beraberlikleri bir kalbin duruşuna neden olabilir. Sevdiklerimizi kaybetmek korkusuyla başlar her şey ve sonra, ayağının 30


taşa takılıp düşmekten, hayvanlardan ve sonra senin gibi insan olanlardan korkmaya başlarsın. Yaşamda sanırım aşılması en zor korkular insanın yapabilecekleridir. İnsanın yaşamda tüm canlılara verdiği zarar ve acı hiçbir şeyle karşılaştırılamaz. Bencilliğin hat safhaya çıktığı noktada insanlık biter ve önümüze çıkabilecek her şeyi yok edebilme özeliğine sahip olabiliriz. Bazen hasta ruhlu insanlarda hayatımıza zorluklar katabilir. İşte bunlar bizim korkularımız ve bunları biliyoruz, yüzleşmekten çekinmiyoruz onları yok saymak çözüm değil ama onları her şeyin önüne koyup engel oluşturmakta bizleri bir yere götürmez. Günümüzde siyasette insanların korkusu haline gelmiş durumda ama insanların sanırım en rahat bastırdıkları korku bu olsa gerek. Beyaz perdeye en az yansıyan korkumuz aslında içimizde dev gibi büyüyen ve hastalık gibi bizi tüketen sonumuz. Konuşmayı unutan insanlar olarak, geçmişlerini bir torba kömüre satan insanlar olarak, sevdiklerini bilinmeyen bir geleceğe bırakan insanlar olarak toplum olarak kendimize yarattığımız bu korku için yapabilecek bir şeyimiz yok... Sağduyumuzu kapatmakla korkuyla kardeş olunmaz… THE RİNG Upuzun saçlarıyla bir kız çocuğu, bol bol resim yapan ve içindekileri yansıtan sarı saçlı ufaklık, basit bir videokaset içindeki görüntüler eşliğindeki o fısıltılar, hayatımızda hep yer alan nesneler merdiven, televizyon ve küçük büyük bütün insanların sevgiyle baktığı atlar… Nasıl rüyalarımızda bile bizi rahat bırakmayan bir dünyaya hapsedebilmekte diye düşünüyorum uzun uzun… Aslında bizi korkutan ne o simsiyah saçlarının yüzüne düşmüş halde gördüğümüz kız çocuğu ne de bize ölümle yüzleşmek için sayılı günlerimizin kaldığını söyleyen o fısıltı. Asıl bizim korkularımız içimizde yaşattığımız parçamız olan ve bizimle büyüyen korkumuzdur. Çemberin içine sıkışan ruhumuz, atların ayaklarının altında eziliyor ve kalp atışlarımızdaki ritimle dünyayla ilişkimizi kesiyoruz ve vücudumuzdaki adrenalinin yükselişiyle başımız dönüyor ve yüzümüz kızarıyor, ellerimizin titrediğini hissediyoruz… İşte o an perdede ya da ekranda görünen biz oluyoruz. Yaşam ortak şeylerden oluşuyor. “The Ring” halka efektlerle ve görüntülerle içimizdeki korkuyu avuçlarımıza hazırlıksız olduğumuz bir anda koyuyor. Başarısını izlendiği her ülkede herkesi kendi kendiyle yüzleştirerek ortaya koyuyor… İçimizdeki bizden kaçmayın…

31


V For Vendetta’nın Çağrışımları Onur Keşaplı

Son yıllarda beyazperdede çizgi roman uyarlamalarının altın çağına tanık olmaktayız. Fakat sayısız film arasında pek azı nitelikli birer yapım olarak ortaya konabildi. Christopher Nolan’ın Batman’ini ve Bryan Singer’in X-Men serisini bu grupta sayabiliriz. Ancak yine de hiçbirinde politik bir duruşu, eleştirel hatta yıkıcı mesajları 2006 yapımı V for Vendetta’da olduğu kadar göremeyiz. 1980lerde çizgi roman dünyasına daha önce Watchmen gibi sarsıcı eserler getiren ünlü yazar Alan Moore’un yarattığı V for Vendetta, korkunun toplumsal boyutunu ele alan ve iktidarlarca nasıl kullanılabileceğini ortaya koyan temasıyla her daim güncel kalan bir yapıttır. Matrix’in yaratıcıları Wachowski Kardeşlerin yapımcılığında yönetmen James McTeigue tarafından beyazperdeye aktarılan film de tıpkı çizgi romandaki gibi sarsıcı bir etki bırakmıştır izleyicide. 32


Alan Moore

80li yılların İngiltere’si aşırı muhafazakâr ve neo-liberal Margaret Thatcher yönetiminde baskıcı bir şekilde yönetilmekteydi. Alan Moore’un V for Vendetta’sı “Demir Leydi” lakaplı Thatcher’a, uygulamalarına ve farklı zaman ve yerlerdeki türevlerine karşı yazılmış bir çizgi romandır, bir duruştur. Çok 33


uzak olmayan bir gelecekte Nükleer Savaş sonrası İngiltere’si faşist bir iktidarca yönetilmektedir. Toplumsal korkuyu pekiştirerek iktidarını güçlendiren bu yönetim işkenceler, toplama kampları gibi yöntemlerle halkı yıldırmakta ve gizli kalması gereken deneysel uygulamalarını rahatça yürütebilmektedir. Bu kampların birinde tutulan ve biyolojik deneylere maruz kalan siyasi suçlular, eşcinseller, Yahudiler, Müslümanlar ve İngiliz olmayanlar arasında sadece 5(V) numaralı hücredeki mahkûm hayatta kalabilme direncini gösterir. Tıbbi deneyler sonucunda vücut direnci artan ve refleksleri yükselen mahkûm V, tesislerde meydana gelen büyük bir patlama sonrasında oradan yanmış bir şekilde kurtulur. Sonrasında ise kendisine ve halka tüm bu işkenceleri yapan, özgürlükleri kısıtlayan Sutler iktidarına karşı Guy Fawkes maskesi altında saldırılar düzenleyen, anarşist ruhlu bir devrimci ve halkın korkusunu kırmayı hedefleyen bir kahraman olarak mücadelesine başlar. Alan Moore’un yarattığı bu eşsiz politik hikâyedeki kahraman V’nin kostümü olan Guy Fawkes’ı filmde de istediği şekilde öğrenmemizin önemi büyük. 1605 yılında aşırı muhafazakâr Protestan yönetim altındaki İngiltere Krallığı, başta Katolikler olmak üzere başka inançtakilere kısacası tüm “öteki”lere karşı baskıcı bir süreç yaşatmaktadır. Böyle bir süreçte kendisi gibi Katolik olan 12 kişiyle birlikte Guy Fawkes 5 Kasım’da tüm idarenin ve aristokrat sınıfın yer aldığı bir geceye ev sahipliği yapacak olan Parlamento Binası’nı havaya uçurmaya karar verir. Ekiplerinden birinin saray çevresine “Barut Olayı”nı sızdırmasıyla birlikte Guy Fawkes eylemi yapmak üzereyken mahzenlerde yakalanır ve halkın önünde inanılmaz işkenceler sonucunda idam edilir. Alan Moore iki dönem arasında benzerlikleri ele alarak yarattığı gelecekte, karakterine Fawkes’ın gülümseyen yüzünün işlendiği maskeyi giydirerek İngiliz monarşisinin, Thatcher’in ve filmdeki Sutler’ın halkta yarattıkları korkuya karşı, İngiliz İmparatorluğu’nun 1605’ten beri en çok korktuğu simgeyi kullanmaktadır.

34


Guy Fawkes

James McTeigue’nin yönettiği film işte bu cesur hikâyenin beyazperdeye aktarılmasıdır. Filmde V’yi maske altında sadece sesi ve vücut diliyle canlandıran Hugo Weaving, Matrix serisinin en iyi oyunculuğunu Ajan Smith’le ortaya koyduktan sonra bir kez daha yeteneğini konuşturuyor. V’nin en büyük destekçisi, kimine göre aşkı ve korkuyla yüzleşip onu yenme konusunda ilk “öğrencisi-deneyi” Evey rolünde Leon’un Mathilda’sıyla başarılı bir çıkışla birlikte genç kuşağın en iyi oyuncularından biri olan Natalie Portman’ı izliyoruz. İki başrol oyuncusunun etkileyici performanslarıyla birlikte, müzik kullanımı, çizgi romandan gelen derinlikli diyalogları ve güçlü görsel yapısıyla yönetmen, Alan Moore’un geleceğini inandırıcı bir şekilde izleyiciye sunmakta. V’nin entelektüel hatta sanatçı alt yapısını da incelikle bir şekilde görmekteyiz filmde. Shakespeare’in Macbeth’i ve 12. Gece adlı yapıtlarının yanında Faust’tan alıntıları dinledikçe V’nin çok katmanlı yapısını daha yakından tanıyoruz. Bununla birlikte özellikle çizgi romanı takip edenler için en önemli 35


mekân olan V’nin evi yani “Gölge Galerisi” tüm kitaplığı, sanat eserleri, müzik kutusuyla başarılı bir şekilde aktarılmıştır perdeye. Filmde aksiyon Matrix’in yaratıcılarından beklenilmeyecek derecede az olmasına rağmen görsel efektlerle beraber ortalamanın çok ötesindedir. Filmde faşist hükümetin sokağa çıkma yasakları, gizli polisi, telefonların dinlenmesi, rasgele tutuklamalar gibi uygulamaları görüyoruz. Halk tüm bunlara sesini çıkarmadan harfi harfine uymaktadır. Halkın korkuyla sinmişliğinin nedeni olan Sutler’ı ve kabinesini gördüğümüz sahnelerin planları başarılı. Dev bir ekrandan birkaç kişiden oluşan kabinesine konuşan liderin sadece halkının değil kabinesinin bile tepesinde olduğunu görüyoruz. Bu roldeki usta oyuncu John Hurt ses tonlaması ve mimikleriyle “Büyük Birader”in müthiş bir portresi adeta. Medyayı da tümüyle kendine bağlı kılan hükümetin yalan haberlerinin gücünü V’nin saldırılarını halka sunuş biçimlerinde açık açık görmekteyiz. V’nin tüm amacı toplumun korkusunu yıkıp özgürlük düşüncesi altında harekete geçmeleridir. Bu uğurda şiddet uygulamaktan da çekinmez. “Şiddet iyi amaçlar için de kullanılabilir” sözüyle hareket eden kahraman kimilerine göre filmde şiddeti meşru kıldığı şeklinde eleştirilmiştir. Ancak çizgi romanın takipçilerine göre V beyazperdeye oldukça şiddetsiz aktarılmıştır. V filmin başında Evey’i iktidar polisinin saldırısından kurtardıktan sonra ilk büyük saldırılarını gerçekleştirir ve sonrasında Evey’le bir kez daha karşılaşmalarına yol açacak TV merkezi baskınında yayını ele geçirip halka seslenişini yapar. Guy Fawkes maskeli birini devlet televizyonunda gören halka hitaben V, 5 Kasım 1605’teki engellenen saldırıyı hatırlatır. Ve bu baskıcı hükümete karşı tam bir yıl sonra yapacağı saldırıyı yani Parlamento Binasını havaya uçurma planını halka açıklar. Şuana kadar suskun olmalarının, korkar olmalarının haklı olduğunu ancak bu durumunda sorumlusunun halkın ta kendisi olduğunu söyler. İşte bu durumu değiştirmek, sindirilmişliği atmak ve özgürlük fikriyle hareket etmek isteyen herkesi bir yıl sonraki büyük saldırısında orada olmaya davet eder. Evey bu mücadelede O’nun bir nevi yoldaşı olacaktır. Evey’nin anne babası da politik muhaliflerden oldukları için gözaltına alınıp öldürülmüştür. Ancak ailesini katletmiş iktidarın borazanı halindeki kanalda çalışmaktadır genç kadın. Bu tezat, direnişsizlik bir anlamda tüm halkın içinde bulunduğu durumun özeti gibidir. V toplumu sarsma planında Evey’i sarsma konusu da çok önemlidir. Bunun yanı sıra V’nin onu bu hale getiren üst düzey yetkililere düzenleyeceği suikastlarda Evey isteyerek ya da istemeyerek katkıda bulunur. Eski generalleryeni hükümet borazanı spikerler, Hipokrat yemini ettiği halde insanlar üzerinde biyolojik silah deneyleri yapan doktorlar ve aşırı dinci-ırkçı iktidarın din kanadını temsil eden bir din adamı… V tüm bunları öldürürken kimilerine göre anti-kahraman sınırına da iyice yaklaşmaktadır. Olayların devamında Evey bir kanun kaçağı durumuna düştüğünde, arkadaşı olan ülkenin en ünlü TV 36


sunucusunun evine yerleşir. TV sunucusuna “senin başını derde sokmak istemem” diyen Evey, arkadaşının “bu evde bulunmasından dolayı hayatımı tehlikeye sokacak son şey sensin” demesiyle şaşkına döner. Evin gizli bölmesinde Amerikan-İngiliz-Nazi imparatorluklarının bayraklarını bir kolaj şeklinde bir arada gösteren posterin dışında Sutler’ı alaya alan sanat çalışmaları ve Kuran vardır. Evey hemen Müslüman olup olmadığını sorduğunda arkadaşının cevabı çok anlamlıdır: “İçindeki şiirselliği hissedebilmek için Müslüman olmak şart değil”. Bunların dışında Evey arkadaşının eşcinsel olduğunu öğrenir ve şaşırır çünkü daha önce kendisiyle de çıkmak isteyen bir adamdır arkadaşı. Ancak bu toplumda kendi gerçekliğini saklaması gerektiğini ancak bu şekilde yaşayabildiğini söyler genç kadına. V’nin söylediklerini de haklı bulan sunucu bir sonraki programında Sutler’ı alaya alan ve alaya almanın da ötesinde hazırladığı gösteride hükümetçe “terörist” olarak adlandırılan V’nin maskesinin altından Sutler’ı çıkartarak izleyicilere gerçek teröristin kim olduğunu aktaran bir program düzenler. Elbette iktidarın medyasında bunu yapması cezasız kalmaz ve Evey de evdeyken gözaltına alınır. Daha sonra idam edildiğini ve buna sebep olarak da evinde Kuran bulunmasının gösterildiği öğreniriz. Bu baskından kaçmaya çalışırken yakalanan Evey kendisini bir hücrede V’nin kimliği ve bulunduğu yer hakkında sorgulanırken bulur. Küçücük hücresinde çeşitli işkencelere maruz kalan Evey direniş gösterir. Bu sırada koğuşun duvarlarına gizlenmiş ve üstünde yazılar olan bir kâğıt bulur. Daha önce orada işkenceden geçirilmiş ve öldürülmüş Valerie adlı bir mahkûmun hayatını okur oradan. Kızın bir eşcinsel olduğunu ve bu yüzden ailesince evden atıldığını, sonrasında oyunculuk yaptığı dizide tanıştığı sevgilisiyle birlikte yaşadığını ve bu hükümetin yükselişiyle beraber nasıl “birlik” ve “demokrasi” kelimelerinin ters anlamlar ifade eder hale geldiğini ve “farklı”nin “tehlikeli”ye dönüştüğünü öğreniriz Evey’le beraber. Kızın sevgilisinin bir anda “kayboluşu” ve kendisinde toplama kamplarına götürülmesini, biyolojik deneylerde kobay olarak kullanıldığını dinliyoruz. Filmin dramatik anlatısının, müzik kullanımıyla birlikte zirve noktası olan bölümde Evey’e hitaben “her kimsen şunu bil ki seninle tanışmasak da, el ele tutuşmasak da, öpüşmesek de seni seviyorum” diyen Valerie böylece işkencelerin asla ve asla direnişi ve bunu tetikleyen sevgiyi yıkamayacağını aktarıyor Evey’nin gözyaşları aracılığıyla izleyiciye. Filmin en büyük sürprizi ise sorgulamalarda V’yi ele vermeyi reddeden Evey’nin bir anda serbest bırakılması ve tüm bu sorgu-hücre-işkenceyi yapanın V olduğunu öğrenmemizdir. Buna inanamayan ve nefretle V’ye “neden”ini soran Evey cevap olarak babasının küçükken söylediği bir sözü işitir: “Sanatçılar gerçeği göstermek için, politikacılar gerçeği gizlemek için yalan söylerler”. Sonrasında hıçkırarak ağlayan Evey’e tüm ailesini iktidarın nasıl katlettiğini göstermek, Valerie ve benzerlerine neler yaşattıklarını öğretmek ve 37


en büyük korku yani ölüm korkusuyla yüzleşmesi için tüm bunu yaptığını söyler. Yönteminden kendisi de biraz pişmandır ancak korkuyu yenmenin, yılgınlıktan çıkmanın yegâne yolunun korkuyla yüzleşmek olduğunu söyler V. Ailesini katledenlerin sisteminde sorunsuzca itaat eden Evey’nin tümüyle korkusuz, tümüyle hazır hale gelmesi işte böyle gerçekleşir. V bu yöntemi başmüfettiş Finch karakterine de suikastlar sonrası bıraktığı ipuçlarıyla uygular. Üyesi olduğu iktidarın yaptıklarıyla yüzleşen Finch sarsılmaktadır. Halkın yılgınlığını atması için eylemleri düzenledikten sonra V, herkese kendi kostümünün aynısı postalar. Halka vermek istediği mesaj film boyunca bizim duyduğumuz mesajdır aslında. Kişilerin öneminin olmadığı, önemli olanın fikirler, idealler olduğu ve fikirlerin asla ölmeyeceği ve asla kurşun geçirmeyeceğidir. İşte V’nin umudu ve topluma yaymak istediği umut budur. Kostümleri giyip etrafta dolaşanlara ölüm emri veren Sutler aslında halkın korkusuyla yüzleşip korkusuzlaşmasına vesile olur. Toplum V’yi desteklemektedir. Tüm bu kareleri filmde hızlı bir kurguda V’nin domino taşlarını yerleştirmesi eşliğinde görürüz. Finch bu durumda her bir bireyin her bir olayın büyük planın parçası olduğunu söyler. Domino taşlarının yıkılması ve büyük V harfini ortaya koyması zaferi(İngilizce Victory) temsil eder. Ve filmin son karelerinde Sutler’ı ve iktidarın kilit adamlarını öldüren V’nin Parlamento Binası’nı patlattığı bölümde tüm halkın V kostümüyle orduya rağmen oraya yürüdüğünü görürüz. Artık bu noktada V okunuşu olan İngilizce “we”ye yani “BİZ”e dönüşmüş olur. Toplum birlikteliğin gerçek anlamına kavuşup korkusunu yenerken özgürlüğe uzanır ve tüm bunları yaşatanlardan ve onların fikirlerinden intikamını almış olur. İtalyanca intikam anlamına gelen “Vendetta” bu yüzden filmin adındadır. V for Vendetta,” İntikam için BİZ” çevirimiyle V’nin filmdeki şu sözünü hatırlatır bizlere: “Halklar hükümetlerinden korkmamalı, hükümetler halklardan korkmalı!”

38


Çizgi roman ve filmde yaratılan toplum her izleyiciye farklı çağrışımlar yaratabilir. İktidar partisinin amblemi, liderinin bıyıklarıyla faşist katil Adolf Hitler’in çağrışımlarını alabiliriz. Toplama kampları, insanların üstünde yapılan deneyler ve iktidar borazanlarınca sürekli tekrarlanan güçlü İngiltere sloganı bunu destekler. Filmde emperyalist Amerika’yı ve son temsilcisi Bush’un çağrışımlarını da alıyoruz. Hükümetin demokrasi söylemini bırakmadan uygulamalarını sürdürmesi ve halkın üzerinde korkuyu salarak iktidarını perçinlemesi… Filmde hükümetin yandaş medya aracılığıyla kendi planı olan Saint Mary ve Three Waters saldırılarını “teröristler yaptı” yalanıyla halka aktarması ve oluşan korku sonucunda seçimlerde tek başına iktidar olması Bush’un ikinci seçim galibiyetini çağrıştırmakta. Hala kimin yaptığı konusunda şaibelerin döndüğü bir saldırı olan 11 Eylül’ü korku unsuru yaratmakta kullanması, 2004 seçim sürecinde bir anda ortaya çıkıveren Bin Ladin’in ses kayıtları halkı korkuları sonucunda Bush’a oy vermelerini sağladı. Filmde V bu süreci müthiş bir anlatımla aktarmaktadır. “Muhafazakâr Parti üyesi, umut vaat ettiği söylenen bir siyasetçi. Güç kazandıkça bağnazlığı artıyor ve O’nu destekleyenler saldırganlaşıyor. Partisi bir proje başlatıyor. Biyolojik bir deney 39


gibi gözükse de politik suçlular üzerinde uygulanan bir virüs denemesi, yeni bir silah. Ve bunu önce kendi halklarında deniyorlar. Yüzbinlerin ölümlerini zaten ellerinde olan medyayla terör saldırısı diye şişirirler ve yaratılan korku sırasındaki seçimlerde ezici üstünlük ve tek başına yönetim. İktidarın yegâne gücü korkudur…” Akıllara sadece 11 Eylül ve devamındaki süreci değil Pearl Harbour baskını ve Kennedy suikastını de hatırlatır. Her birinde iktidarın kendi planı olduğu ya da en azından bildiği halde engellemediği böylece toplumsal korkuyu tetiklediği söylenir. Hatta bu yükseliş hikâyesi bize de pek yabancı olmasa gerek! Yine Amerika başta olmak üzere batılı devletlerde Müslümanların potansiyel terörist olması filmin anlattığı gelecekte dünya hâkimiyetini Amerika’dan alan İngiltere’de hat safhadadır. İngiliz ırkçılığını da filmde gözler önüne serildiğine değinmeden geçemeyiz. Safkanlığın yüceltildiği bir anlayış vardır iktidarda. Dinciliğin yanında ırkçılık da baskındır. Olayları derinlemesine araştırmaya başladıkça uyarılan Finch, yarı İrlandalı olmakla aşağılanır. Tüm bunların ötesinde Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak bizler daha yakın çağrışımlar da almaktayız filmi izlerken. Yandaş medya, yalan haberler, içki yasakları, 12 Martlar, 12 Eylüller, idamlar, polis devletini andıran gözaltıları, şüpheli ölümler, muhalif gazetecilerin gözaltına alınması, dinlenen telefonlar, sürekli sansüre uğrayan yazılı-görsel yayınlar ve sanat eserleri, etrafta dolaşan ahlak polisleri, tehlikeli olan “öteki”ler ve ağızlardan düşmeyen demokrasi-özgürlük sloganları… Tüm bunları yaşamaktayız ancak toplumsal korku ve sinmişlik öyle bir şekilde işlemiş ki hep birlikte, BİZ olarak duruş gösteremiyoruz. Hâlbuki her an öteki konumuna düşebiliriz. Bu ülkede ötekiler Müslüman olmayanlar, safkan Türk olmayanlar(ki Anadolu’da safkan olmak diye bir durum yoktur), eşcinselliği tercih etmiş olanlar, Solcu olanlar dışlanmakta, dövülmekte hatta öldürülmekte. Bizler tüm bunlara sesimizi yükseltmeyerek suçun parçası oluyoruz ve toplumsal korkuyu yaygınlaştırıyoruz. Ancak tarihin tüm evrelerinde bu tip siyasetler “durmak yok yola devam” anlayışıyla hareket etmişlerdir. Sonuç olarak “öteki” kapsamı “ben/benden olmayan” şekline bürünmüştür. Bir duruş ortaya koymadıkça korkuyla yüzleşmedikçe hayatta kalırız ancak özgür olamayız. Shakespeare alıntılarıyla devrimini güçlendiren V’ye Nazım Hikmet’in eşsiz dizeleriyle katkıda bulunmalıyız Türkiye’mizden: “Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak nasıl çıkar bu karanlıklar aydınlığa?”

40


Görüldüğü gibi V for Vendetta farklı çağrışımları izleyiciye sunan ve farklı okumalara olanak tanıyan etkileyici bir yapım. Gişeyi de hedefleyen büyük bir prodüksiyon olmasına rağmen politik bir mesaja, derinlikli diyaloglarla bezeli alt metine sahip bir film. Hangi çağrışımı alırsak alalım dinsel, ırksal ya da sivil, askeri her türlü baskı iktidarlarına ve yarattıkları korkuya halkın tepki koyması ve özgürlük düşüncesinin ölümsüzlüğünü kavraması önemli. V’nin dediği gibi “Kişiler ölebilir ancak fikirler asla”. Ve V for Vendetta’nın dediği gibi BİZ olursak, korkusuyla yüzleşmiş gerçekten özgür bir halk olursak başarılamayacak bir şey yok. Bu sarsıcı yapıtın ötesine geçmek isteyenlere Alan Moore’un kaleminden çıkan orijinal çizgi romanı ve tıpkı V gibi asla güncelliğini kaybetmeyecek olan George Orwell’in ünlü eseri 1984’ü tavsiye ediyorum. V for Vendetta’nın çağrışımlarıyla karanlığı taşıyan zincirleri, ampülleri yarattıkları korkuyla birlikte, BİZ olarak kırmak ve Nazım’ın dediği gibi “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir Orman gibi Kardeşçesine” olabilmek adına… Sanatla kalın dostlar…

41


Yazar Mustafa Bilgin

42


Bir Kavanozdan Sesler Sümeyye Günbaylı BÖLÜM – I - / Korkusuz Kurtarıcı Mıyım Ben? “Hepimiz için gecelerce gözyaşı döksem, kıymeti olur mu?” diye düşünürken, kıymeti olur mu?- bölümünü –bir yararı olur mu?- ile değiştirmeye yeltendi zihnim. Bunu fark ettiğimde, “faydacı mıyız?” diye sordum içimden. Eğer size yararım dokunmuyorsa, eğer sizi bir şeylerden kurtaramıyorsam hiç anlamı yok sizi düşünmemin. Tonlarca yaş döksem kime ne? Gönül adamlığının –outolduğu ( reklâm ağzıyla konuşmak istiyorum bu yazıda ) günlerimizde, “ insan”ı nasıl kurtarabileceğimi düşünmekteyim. Kurtarılacak neyimiz var ki? Neyden kurtarılacağız ki? Ve neden? BÖLÜM – I - / BAŞLIK – I – Son Zamanlarda İnsan ve Besin Maddeleri Sabahları ne horoz sesiyle uyanıyoruz ne de içinde yem yiyen tik tak saatlerle. Mükemmel bir buluş olan cep telefonlarımız tercih ettiğimiz melodi ile uyandırıyor bizi. Hatta bir zaman sonra, her gün erken kalkmaya alışan vücut alarmsız uyanıyor. Kısırdöngüye giriş… Kurulum, böyle başlıyor. Uyuyan biri ve başucunda saat… Saatin çalışı ve sersemce o saati kapatan, güne aceleyle başlayan ya da hiç başlamak istemeyen kahraman… Birçoğumuz bu şekilde başlayan çok sayıda film ya da sahne sayabiliriz. Modern insanın dünyasına girme çabaları olan bazı filmlerin sevdiği nesnedir saat ( modası geçmiş olduğunu da söylemek istiyorum ). Bu modern insanın içinde “dünyasında” neler oluyor pek emin değilim ama şu yıllarda pek çoğumuz modern değiliz. Sanırım yeni bir adımız var ama “nedir?” ben bilmiyorum. Son gelinen noktada insan, mekanikleştirilmiş korku ile beslenen homojen bir yeryüzü canavarı olabilir mi? Homojen mi heterojen mi? Topluca hareket edermiş gibi görünen ( yönlendirilmeye müsait olup - topluca yönlendiklerinden ) ama hep tek başına kalan bu canavar ne ile beslenir? 43


Canavarına göre değişir diyecek olursak, besin maddelerini; para, sanat, spor, insanlar, seks vb. şeyler olarak sayabiliriz. Bu şeylerin ardından; ego tatmini, kariyer, övülme isteği, mutluluk, kıskançlık, hırs, başarı, sevilme, azim, öfke vb. gibi durumları sıralayabiliriz. Saydığım, sayamadığım maddelere ihtiyaç duyan bu yaratık zamanla besin maddelerinin bazılarını yitirmeye başlar… Her çağda her dönemde ihtiyaçlar değişen dünyaya göre değişir durur ya; işte bu devirde de bol keseden besine sahip olmak herkesin harcı değildir. 10 maddeden 8 ine sahipken, elindekiler 5 e hatta 1 e düşebilir… 8 ine sahipken, içlerinden en sevdiği madde olan kalıverirse sadece elinde… O madde anlamını yitirebilir. Peki, en başından az maddeye sahipse bu yaratık? Hiç tatmadığı maddeler varsa? Canavar varlığını sürdüremez. Elindekiler onu tatmin edemez. Gün be gün erimeye başlar: Güçlü tırnaklar, parlak saçlar, sağlıklı kemikler midir yitip giden? Çöken bir ruhun yanında, sabahları alarmı çalan bir telefon vardır ve telefonda kayıtlı 500 isim belki de. İsimler, “şey”in kendisi değilken, 2008 yılında en sevilen aktivite film izlemektir. Zaten yakında evlerden televizyon kalkacak her evde en az 3 bilgisayar olacak. Dizileri bile oradan takip edecek annelerimiz. Sanat ya da değil, ben; bütün filmlerin insanı anlama çabası olduğunu düşünmekteyim. Hiçbir derdi ( iletisi ) olmayan bir film bile belli bir kitleye hitaben gerçekleştirilmiştir ve genelde o kitle tarafından da beğenilir. Demek ki filmi gerçekleştirenler “ KİTLE” yi anlama çabasına girmişler ve bir köşelerinden yakalamışlar ( zaafları, ihtiyaçları, eksiklikleri, yönlendirilmeye müsait yanları vs..) . Kimdir bu kitle? KİTLE: “Besinsizlikten ya da yanlış beslenmeden, kendi varlığının farkında olamayan, afyonu; önüne sunulan her şey olan, bu her şeyi sorgusuz kabul etmeye hazır, çabuk tüketen canavarlar yığını”dır demek istiyorum. Güçsüz canavarlardan oluşan bu kitleyi ele geçirmenin faydalarını, güçlü canavarlar bilebilmektedir. BÖLÜM – I - / BAŞLIK – II – Teknoloji ile Yok Olan İnsan Para ( elinizdeki tek besin maddesiyse bile ) , diğerlerini de üretme yetisine sahip tek besin maddesidir. Belki iddialı bir cümledir bu ancak; doğuştan sahip olduğunuz yetilerinizi kullanmak bile paraya bakıyorsa şu yıllarda böyle bir cümle kullanıp abartıya kaçabilirim. Doğuştan sahip olduklarımız doğal besin kaynaklarımız arasında para olmayabilir. İletişim beceriniz, el beceriniz, hayal gücünüz, gözlem kabiliyetiniz, para kazanmak için cin fikirleriniz, yazma yeteneğiniz, fiziksel yapınız ve niceleri… Doğuştan sadece paranız varsa da 44


önemli değildir, çünkü yetenek bile satın alabilirsiniz. Nasıl mı? Orasını bilmiyorum ama gerçek olanla gerçek olmayan arasında ayırt edici özellik bulunamayışı gibi, kötüyle iyiyi, güzelle çirkini, hak edenle hak etmeyeni aynı basamaklarda tutmaktayız, satın alınmış yeteneği de fark edemeyiz. Ne de olsa bir konuyu bilmesek de birkaç alakalı kelime sayınca bilir sayılıyoruz. Her şeyi bilmesek de olur, alt tarafı işe ihtiyacımız var. Her ne ise elinizdeki madde, şu günlerde elimizdekini paraya dönüştürme çabası içinde olduğumuz bir gerçektir. Çünkü doğuştan sahip olduklarımızla varlığımızı devam ettirebilmek için güce ihtiyacımız vardır. Varlığımızı devam ettirme çabası, doğduğumuz an tanıştığımız eksiklik hissinden güç alır. Dünyaya fırlatılmışlığımızı, ancak üreterek anlamlandırabiliriz. Gerek uzun bacağınla manken olur da kendini fiziğinle var edersin, istersen şiir yazarsın. Kimi mermeri oyar da heykel yapar öteki hoca olur da bilgi satar haz duyar unvanla var olur. İyi-kötü üretilir, en olmadı çocuk sahibi olunur. Yaşam içgüdüleri daha büyük birlikleri kurma ve sürdürme eğilimindedir. Gidermeye çalıştığımız eksiklik ulaşmaya çalıştığımız bir denge vardır. Yaşadığımız süre boyunca da bizi dengeye ulaştıracağını düşündüğümüz şeylerin peşinden koşarız. Günümüzde bu şeyler, genellikle nesnelere tekabül etmektedir. Neyi neden giydiğimizi, neyi neden dinlediğimizi bile tam olarak kestiremediğimiz bir çağda, “insan”ın başına “ teknoloji ile yok olan” kelimelerini getirmek istedim. Her şeyin bu kadar pratikleşip, bu kadar elimizin altında olması belki de sürekli birilerinin elinin altında olmamızı sağlıyordur. Düşüncelerimizin bile kontrol altında tutulabildiği yıllarımızda besin maddelerinden “ yıl boyunca bütün müze ve sergilere ücretsiz giriş” kartını mı “ 2 milyarlık alışveriş” çekini mi kabul ediyoruz? Üzgünüm, önünüze ikisini de koyan yok. Hem desenize; ne müzesi ne alışverişi, bizim karnımız aç… Yaşadığımız çağdan nefret etmemeye çalışırken, sıkışmışlığımızı derinlerde bir yerlerde hissediyorum. Çaresizliğimizi. Kırılıp çözülmenin aslında ne kadar kolay olduğunu ama aslında ne kadar da zor olduğunu kavrıyorum. Benim yıllarca İstanbul’da 42 otobüslerine sıkışmamla, babaannemin aramızda sıkışmasının bir farkı var mı? Elimizin altındaki çeşitlilik bizi doyuruyor mu? Ne kadar da yumuşak ve homojeniz! Ne kadar silik ve belirsiz bedenlerimiz ruhlarımızın yokluğuyla. Bir mekânda punk bir şarkıdan sonra jazz çalması, sonrasında Türkçe pop bir şarkı dönmesi güzel mi? Biz buna açık görüşlülük mü diyoruz? Mekânlar ne yapsın? Her telden ne olduğu belirsiz tonlarca beden geçip gidiyor masalarından. O bedenleri memnun etmekse görevleri, ellerindekiyle aşure yaparlar tabi ki. PARA kazanmak zorundalar. Topluca günü kurtarmaya bakıyoruz. Peki, kurtuluyor mu? “An”ların tadı var mı? Kokusu var mı batan güneşin? 45


Dünya sizi sindiremiyorsa bir türlü… Çiğneyip çiğneyip geri tükürüyorsa, ona dâhil olmaya çabaladığınız halde içiniz ayak uyduramıyorsa… Ve onu kendi içinize de alamıyorsanız, uzaktan bakıyorsanız… Kısacası yok oluyoruz. Sanırım, yaşamayı beceremiyoruz; ne “an”larımızı ne de günlerimizi. Zaten yaşayamadığımız hayatlarımız satın alınıyor bir şekilde. Eğer ki yok olduğunuzu ya da yok olmaya yüz tuttuğunuzu düşünüyorsanız, ne güçlü canavarlardansınız ne de güçsüzlerden. İki türün arasına sıkışmış tanımsız varlıklardansınız. Tüketim çılgınlığının tavanda olduğu evrenimizde internetle iyiden iyiye birbirine bağlanan insanlar arasında, dünyanın korku içinde titreyişini en yoğun hissedenlerdensiniz. İnternetle birbirine bağlanmak ne demektir? “ İnsanın yalnızlaşması, iyice bencil olması, iletişimin boyut değiştirmesi, zamanla güven eksikliği, daha fazla yalan söyleme, çok şey duyma görme okuma ama pek bir şey bilmeme, dünyanın öteki ucunu takip etme ama burnunun ucunu görememe, yakın olan olmayan arkadaşını facebook ta poke leme ama karşılıklı kahve içip gülüşmeye vakit bulamama, savaş fotoğraflarına bakıp ağlama ve sitelerde buna isyan etme söylenme ama bilgisayar başından kalkınca hepsini unutma, kişisel sayfalarda yazılar yazma kendini ifade etmeye çabalama ama topluca sokağa çıkıp dökülüp söz söylememe ve dahası dahası bilmem ne bilmem ne… Dinlediğin müziğin felsefesi nedir? Duvarının rengi neden kırmızı? Saçın neden yeşil? Bu kış neden bütün kadınlar renkli çizmeler giyiyor? Neden yanımdan geçen genç bir kızın aynısı 1 saniye sonra karşımdan da geliyor? Neden eğlence yerleri Cuma ve Cumartesi akşamları kalabalık? “Kendini göstermek” üzerine kurulu düzenimiz. Kendimizi neyin içine yerleştirdiğimize bakmıyoruz artık. Çirkin bir şeylerin içine de yerleşik olabiliyoruz. Çirkin olduğunun farkında mıyız? Bunu hissediyor muyuz? Hissediyorsak…? Sanırım çirkin olduğunu hissetmek en ağırı. Çıkış yolu bulmak gerek, o yol için en etkili besin maddesinin gücü gerek. Hep şöyle başlar ve şöyle devam eder: Bu bir süreç, bir yere kadar bu çirkin şeyi yapabilirim. Gerçekten var etmek istediklerim için… Bu kısırdöngüye dâhil olunca alışır mı insan? Tatlı gelir mi para? Neyim ben demeyi hatırlar mısın? Elini veren kolunu kaptırır mı? Bu yazı bir köşesinden korkuya dokunacak, merak etmeyiniz.

46


BÖLÜM – I - / BAŞLIK – III – Kendimiz Olacak Zamanımız Yok Yalnızca Mutlu Olmaya Zamanımız Var ( Camus, s. 79 )4 Bir insanın anlayabileceği ve anlamlandırabileceğinden fazla iletiye maruz kaldığı yıllar… Bir şeyin üzerinde düşünmeye fırsat bırakılmadan bir yenisine geçildiği… Sokaklarda, televizyonda, internette, cep telefonlarımızda, yediğimiz her şeyde her köşemizde reklâmlar kampanyalar, dört bir yanımızda mağazalar, bin bir tane televizyon kanalı, bin bir çeşit meslek, para kazanmanın envai çeşit yolu, başarılı olmanın yolları seminerleri, hep duyduğumuz ama tanık olamadığımız savaşlar ( bunu da yaşadığımızı sanıyoruz ) ve her şeyin arasına sıkışmış, bu çağda ne olduğu tartışılan sanat… Her gün değişen dünyaya nasıl bakılır ki? Ne ile mutlu olabiliriz? Daha doğduğumuz an başlıyor aslında karmaşa. Nasıl bir aile eğitimi aldığımız, nasıl bir eğitim sisteminden geçtiğimiz, nasıl bir kültüre sahip olduğumuz, tüm bunların yanında hızla hareket eden ve şekil değiştiren dünya. Kültür, zaten kendisi var olabilmek için ve süre gidebilmek için hep ötekine muhtaç olmamızı isteyen bir kavram. Bizim gözlerimizi açtığımız kültürün, pek de rahat bir kültür olduğunu söyleyemeyeceğim. Adam yerine konmanızın uzun yılları aldığı, kendiniz olma konusunda hep bastırıldığınız bir kültür içinde barınıyoruz. Karşı çıkmaya korkan, korktuğu şeyin de ne olduğunu bilmeyen ya da neden korktuğunu bilmeyen insanlar türetiyoruz. Zaten yüzyıl itibariyle bastırılan benlikler, kimlikler, düşünceler içinde olmamız yetmezmiş gibi, psikolojik baskıyla kendi kendimizi de baskı altına alıyoruz. Zaten doğamız gereği kurcaladığımız bir benliğimiz varken, şu cümleler üzerinden ilerliyoruz: Ben neyim? Toplumun bakışında benim değerim ne? İşte “bu” ( kişiye göre değişebilir olan) bende eksik olan. Kendimi ideal olarak nasıl gerçekleştiririm? Asla olmak istediğin olamayacaksın. Kimse olamayacak. Bugün büyük ölçüde dünün etkisinde yaşanır. Bugünün tamamen bugün yaşanamayışı söz konusu iken, şimdini gelecekten çok geçmişe entegre etme çabasıyla iyi hissetmeye çalışıyorsun. Şimdiki aklım olsa… Denir ya! Ne olduğun sorusundan çok, toplumun bakışında yerinin ne olduğuna takılıyorsun. Onların seni görmesini istediğin şekilde görmesini sağlamaya çalışıyorsun yani; kendini ideal olarak gerçekleştirme yolları arıyorsun. O sen misin? Bunu sormana fırsat yok ya da gerek yok çünkü çağımız bu soruları silip 4

Camus, A. ( 2003), Çev. Ümit Moran A., 2. baskı, Defterler 1, s.97.

47


süpürmede oldukça başarılı. Zavallılığımızı küçümsememizi sağlayacak muazzam oyalanmalar üretiyor, onları da satın alıyoruz. Bu zavallılığı azaltacak dolaylı tatminler… Ya da bizi buna karşı duyarsızlaştıracak keyif verici maddeler! Doğu ile Batı arasına sıkışmış ülkemizde yaşayan bir yeni nesil evladı olarak ben, “insan”dan korkuyorum. Nesnelerin yerine hiçliği koyamazken ( genelde doğu da koyarlar ), hala ne istediğini bilemeyenlerdenim. Peki, gerçekten bilmiyor muyuz? Ne istememiz gerektiğini düşünüyoruz… Buna yönlendiriliyoruz; gereklilik kısmına. Kavramaya çalıştığım: Nereye gittiğimiz? Önümüze koca bir duvar örülmüş, biz de ısrarla ona çarpıp duruyoruz. Belki de sağdan bir geçit var ama hareket etmiyoruz ki… Göremeyiz. Hazır yiyecekler tükettiğimiz gibi, hazır bilgiyle beslenişimizden mi geliyor böyleliğimiz? Çoğu kez, sarhoş olmadan rahatça konuşulamayan günlerdeyiz sanırım. Kimse kimseyle içini paylaşmıyorken, içki masasında herkes filozof oluyor, herkesin bir fikri var, sorunlar çözülüyor, yol bulunuyor. O an, paylaşmanın ve çoğalmanın mutluluğu beliriyor hale şeklinde masanın etrafında. Ama; nedense ertesi sabah evden çıkmaya hali olmayan yüzler beliriyor lavabo aynalarında. Sabah ne kadar mutlu o surat? Mutluluğun kadarı olur mu? Hayat devam ediyor ve “Her neyse…” diyip yarışa devam etmeli. İşte artık vakti geldi: Korku doğdu. Her neyse’nin arkasında saklanıyor. BÖLÜM - II - / Korkusuz Kurtarıcı Değilim Ben Küçülüyoruz. Evlerimiz, odalarımız, yiyeceklerimiz, sokaklarımız, bahçelerimiz, cep telefonlarımız, vücutlarımız… Çoğalıyoruz, küçülmeliyiz.. Zamandan çalmalıyız, küçülmeliyiz… Kendimizi pazarlamalı satmalıyız, diğerlerinden daha başarılı olmalıyız, en yakın arkadaşın bile senden iyi durumda, seni değil diğerini seçecekler, başarılı olmak için kendine güvenmelisin, güvenli görünmenin duruşları, cümleleri nelerdir? ( ‘görünmek’ kelimesine kimse takılmıyor mu? Bu isimle satılan kitaplar var… Her şey ama her şey içi boş görüntülerden ibaret ). Küçük düşürüyoruz kendimizi. Allı pullu birer ürünüz gibi geliyor bana. Mutsuz olmak istemiyorum ama beğendiğim bir balonun içine girdiğimde hiçbir şeyle karşılaşmamak beni üzüyor ve ne kadar yalnız olduğumu hatırlatıyor. Yalnız olduğumuzu. Çok kalabalığız oysa… Milyarlarca insan… Bazen caddede tanımadığım insanlara sarılmak ve ağlamak istiyorum. “İnsanız, hepimiz insanız” diyerek… “Seni anlıyorum” demek istiyorum. Ama fark ediyorum ki anlamıyorum, kimse kendini anlamıyor ki… Ne babamı anlayabilirim ne de o beni anlayabilir. Çok ama çok yalnızız. Topluca hareket edemediğimizden belki de… Aklınıza sürü gelmesin; bir elin nesi var iki elin sesi var derler. Çok paranız olsa da… Yetenek bile satın 48


aldığınızı zannetseniz de, mutlu olamıyorsunuz artık. İçten içe kendi kendini kemiren bir benliğin var ve ona cevap vermediğin sürece uçup gitmeyen hiçbir şey üretemezsin. İhtiyacımız olan, kendimizi var etmek. Kendini sevmelisin. Belki de zaten siz seviyorsunuz kendinizi. Memnunsunuz hayatlarınızdan. Huzursuzluk nedir bilmezsiniz. Kaygılarınız yoktur. Ama korkuyoruz işte. Sevilmemekten. Başarısız olmaktan. Övgü almamaktan. İşimizi kaybetmekten. Diğerlerinden üstün olmamaktan. Size yakın bir kızın sizden daha güzel olmasından. Eski sevgilinizin yeni birlikte olduğu kişiden, kendimizden, ötekilerden, kaybetmekten. Bütün korkular kaybetme korkusundan geliyormuş gibi. Yüksekten düşüp hayatınızı kaybetmek korkusu, sevgilinizi kaybetme korkusu, kendi içinize düşme korkusu (çünkü o zaman benliğinize çarpar da düzeninizi kaybedersiniz), işe alınmadığınızda zaman kaybetme korkusu, karanlık korkusuyla gelen yolunu kaybetme belki belirecek hayaletler yüzünden hayatını kaybetme korkusu ve milyarlarcası… Bu noktada kaygı duyan herkes için, üzgünüm. Belki de toplanıp bir adaya yerleşmeliyiz. Ona bile üşeniriz, eylemsiz değil miyiz? Korkusuz kurtarıcı değilim ben. Ya para ya tanrı… Hangisi Süpermen? BÖLÜM - II - / BAŞLIK - I – Nevrotik Döngü İtaatkârlığın erdem sanıldığı şu günlerde yaşadığımızı iddia eden “ölü”leriz aslında. Çok klasik bir deyiştir bu; ama buraya çok yakışıyor bence: Yaşayan ölüler… Sürekli bizim adımıza kararlar veren ailelerimiz, saygı göstermemiz beklenen hocalarımız, barınmak için karşısında susarak direndiğimiz patronlarımız, devlet yöneticilerimiz ve benzerleriyle karşı karşıyayız. Bir söz söylemek ve kendinizi ifade edebilmek için, yaşlanmanız gereken, bu gerekiyormuş gibi gösterilen bir toplumun içindeyiz. Zaten, günümüz toplumunda normal hale gelmiş nevrotik yapının içinde insanların çelişkileri kendi yakalarını bile bırakmazken; nasıl davranmamız gerektiğini bilemiyoruz. Genç nüfusu fazla olan ülkemizde, miskinleşmiş ve öylece büyüyüp giden “bu gençlerin hali ne olacak?” demekten başka ne yapılıyor? Eğer ki bir fikriniz varsa ya da karşı duruşunuz ya da gözlemlediğiniz önemli bulduğunuz şeyler… Bu fikirlerinizi sağlam temellere dayandırmak zorundasınız.. Yeni bir üretim, farklı bir bakış açısı öyle kolay kolay kaldırılamıyor, kabul göremiyor her zaman olduğu gibi… Ahkâm kesmiş olursunuz, doğruyu söylüyor olsanız bile eğer henüz kırklı yaşlarınıza dayanmadıysa yaşınız. Herkes herkesle yarışıyor ne de olsa! Belki haklıdır büyüklerimiz de; araştırmadan, sorgulamadan, derinine inmeden, geçmişe bakmadan öylece orta yerinden atlayıp ilk haliyle bırakıyoruzdur. Burada şu soruyu sormak istiyorum: Ne şekilde yön verildi eğitimimiz boyunca bize ve ne isteniyor? Üç sayfa fotokopi okumayla ders 49


geçilirken, miskin nesil neyi araştırsın ki? Tabi işin, fotokopi vermeyen hocalarına sayan döken öğrenciler olduğu kısmı da var ve okulu olmayan topraklarımız da var bizim! Dediğim gibi, bilmek değil, bilirmiş gibi yapmak yetiyor şu günlerde ve aslında bazılarının sorduğu soruları, sorgulamaya çalıştığı noktaları eleştirip yetersiz bulmaktansa şükretmek gerekir belki. Çünkü artık, yeni bir insan, yeni bir toplum doğuyor. Genelde görmezden gelinen, farkına varılamayan bu alandaki yeni insan, düşünmüyor ve dolayısıyla soru sormuyor. Ben korkuyorum ki, az bir zaman sonra soru soran, sorgulayan insan türü aranacak. Ama; bulunamayacak. Şimdilerde birçoğu bastırılıyor ve kaygılarıyla tek başına başa çıkamayıp besin maddelerini bir bir kaybediyor ve ölüyor. Keşke ahkâm kesmenin ötesine geçilebilse de kopyala yapıştır çağının korkusu paylaşılsa, ürün olsa herkesin bir tencereden yiyebileceği türden. Deli gibi kesip yapıştırmaktan başka bir şey yapmıyoruz ki… Bütünü parçalıyoruz. Bütün kavranılamadığı zaman, her şeyin parçalanma ve insanlığın, kendi yok oluşunu hazırlayan bir izafilikler kaosuna sürüklenme tehlikesi ortaya çıkabilir. En azından düşünce yapımız bu tür bir açmazda olabilir mi?

BÖLÜM – II - / BAŞLIK – II – Düşmek ya da Düşememek Hiçbir şey olduğumuzu fark etmeyecek kadar körüz. İsyan edilmesi gereken yerde isyan edilmelidir. İnsan kendisi ve evreni ve içinde bulunduğu düzeni üzerine düşünmelidir. Fikir beyan etmelidir. Tüm bunları yapabiliyorsa ( ki bunları yapabilen az artık ) kendini geliştirmelidir. Sürekli olarak katmalıdır üzerine. Biriken tek şey yıllar olmamalıdır hayatında. Bir şeyleri ucundan yakalamaya çalışan genç insanlardan memnun olamayan büyüklerimizi anlamadığım gibi, bir nokta yakalayıp sürekli aynı noktada ısrarla zıplayıp duran gençleri de hiç anlamamaktayım. Asıl kızgınlığım, bu genç beyinleredir ( arada ben de içlerinde bulunmaktayım ). Kendimizi ifade edemiyoruz gibi dertleri olduğunu da söyler bu beyinler. Ama; bunun nedenlerini sorgularken, kendilerini göremezler. İşte hiçbir şey olamamaya körlük başlangıcı. Kendini ifade edebilme, önce ne söylemek istediğini bilmekle başlar, söylemek istediğini bilgiyle beslediğin sürece de büyür ve gelişirsin. Yani sadece iki cümlelik olmayan bilgi bilgidir, ve bilgi Hegel’e göre özgürlüğün kaynağı değil tam tersi ıstırapların, tutsaklığın kaynağıysa da bu genç beyinler için kendine güven olabilir. Doğru dürüst cümle kurup, ne anlatmak istediğimizi bilsek de 50


anlatamayışımızın sebebi, korkudur. Her an yanlış bir şey söyleme korkusu. Dolayısıyla rezil olma ve küçük düşme korkusu. Saklamaya çalıştığımız kendimizin ortaya çıkabileceği korkusu. Hiçbir şey olduğumuzu fark etmeyecek kadar kör müyüz değil miyiz? İfade etmeye çalıştığımız şeyle ilgili daha önce bir şeyler söylemiş insan ( fizikçi, filozof, gazete, dergi, film vs..) isimlerini ezberleyip aralara sıkıştırmak; bilgili görünmektir. Ama eve döndüğünde anlattığından tatmin olmamak, o isimlerin ne dediğini bilmiyor oluşundan kaynaklanır. En büyük korku, kimselere söyleyemediğimiz içimizde barınan dışarıya sunamadığımız kendimizden kaynaklanmaktadır. Aslında bir bilseniz, eksiğiz çok eksiğiz……. İçinde bu korkuyu taşıyana ne mutlu aslında. Kendini göremeyen insanlarda baş gösteren tavır; ifade edemezliğini sürekli olarak kendi dışındakilere; nesnelere, insanlara kabahat bulmaktır. İçinde bulunduğu hiçbir şeyi beğenmeme hali eylemsizlikle büyür ve gider. Korku çağından sonra, “kendimizi görmekten korkuyoruz biz” demek istedim. Ama ne kadar da yanlış bir tespit olur bu! Geçtiğimiz yüzyılın güçlü canavarları düşmemizden korktular. Kendimize düşmemizden de korktular. Yolunu buldular ve başardılar, bizleri yarattılar. Ne yerimiz ne de zamanımız var düşmeye. Savaşı bile sorgulayamayan (çünkü anlayamayan kavrayamayanlarız), içimizi sıkıyor diye savaş görüntüleri olan kanalları geçip giden insanlarca sarmalanıyoruz. Varlığımızdan tiksinmek gibi bir lüksümüz yok bizim. “Şu hayatın köşesine bir yerine bir taş bırakmadan gidersem arkamdan güzel şeyler söyleme ölürsem” diye yazmış yakın arkadaşım mektupta… “Boğazından çorba geçsin yeter, şükret” mi demeliydim? Korktuğumuz falan yok yani düşmekten. Korku özel bir bilinçlilik halidir. Yalnızca onunla yüzleşmek isteyenler için vardır. Korkusunu onunla çatışarak aşmaya çalışan birindeki cesaret duygusu korkudan beslenir ve aynı zamanda korkuyu yönlendirir. Düştüğünde çarptığın su kanatabilir burnunu. Dalga dalga hale hale açılırken kanınla kırmızılaşan su, ağlatabilir seni ve aslında mutlu oluyorsun kendinle baş başa. … Vicdanın ya da duyduğun kaygının sesine rağmen uyumayı sürdürmekle ayılmayı istemek arasında verilecek bir varoluş kararıdır; düşmek ya da düşmemek. Sesi yanıtlamak ve yüzleşmek kendi özünü gerçekleştirmendir belki. Duymazdan gelmek veya yanıtsız bırakmak sahici olmayan bir yaşama durumunda olmandır. Çok mu güzel olur kendimizi görmek? Ya da faydacılığımız tarafından soralım: Ne işe yarar ki görsek? Belki bir parça duyarlılık umuyorum; yazarken. 51


Bloch: Herkes kendinde var. Kendisi olarak. Ama; kendimize sahip değiliz. Hatta der ki henüz oluyoruz. Sadece merak ediyorum, kimler daha erken delirecek? İçine düşenler mi? Kendine sahip olmaya çalışanlar mı? Yoksa kendinde olanı hiç görmeden dışına düşenler mi? Sadece konuşan kafalar, birbirine bağlı cümleler, tüketilen sigaralar… Gereksiz isyanlar…. Birkaç duruma sinirlenip konuştuğumda “Alışacaksın…” diyen babam… Kime neden nasıl kızmalıyım bilmiyorum. Sadece, ağırlıklı olarak mutsuz olmaktan ve susmayı tercih etmekten dolayı, üzgünüm. Korkuyorum, dahil olmak zorunda olduğumuz evrende nasıl yaşayacağız diye merak ettiğimden. İnsan bilinmeyenden korkar, göremediğinden; tanrıdan, incir ağacının altındaki cinlerden, duvarın arkasındaki katilden, ölüden… Ben de geleceğimizden korkuyorum işte. Sadece bu. Ama korkmamalıyım ne de olsa alışıyoruz. Koskoca bir ağaçta; Evrenin göbeğindeki ağaçta asılmış kavanozlarda bin bir dünyayız… Ve kavanozlar rüzgârla dönüp dönüp duruyor dallarında. Havasızlıktan boğulacağımız gün bitmeyecek eksiklik… Önünde cam olduğunu fark etmeyenlerden olsaydık, Tanrı olur da mutlu olurduk elbet. Gökkuşağının çocukluktan gelişi gibi Şıngırtı da etekten geliyor işte… Eteği çıkarıp koşmak neden bu kadar zorsa, Nefes almak da ondan ağır. BÖLÜM – II - / Başlık – III – Atlayıp Geçtiğimiz “An” lar Üzerine: Heidegger: Hepimiz cennette sonsuza kadar yaşayan adem miyiz de bütün işimiz tembel tembel dolaşmak? Şimdi; olabilecek bir geleceğe açıldığı ölçüde bizim için bir anlam taşır. SON: _ Bir ara şunu konuşalım:

52


Okuduğum bir cümleyi aktarmak istiyorum: Postmodernizm’in, çağın üzerinde durulması gereken sorunlarından biri olarak kabul ettiği tekno-bilim aşaması, giderek dünya üzerindeki yaşama sevincine son verecektir. _ Bir ara şunu düşünelim: Bir Kitabın arka kapak yazısından cümleler aktarmak istiyorum: …yüzyıllık yalnızlığı sona erdirmek, ruhunu uyandırmak ve kendini bulmak isteyen insanlar için. Bilgi çağından bilinç çağına geçiş, insanın kendini tanımasıyla başlar. Kendini tanımak süreci ise “ sanal sevgi”den “gercek sevgi”ye doğru uzanan köprünün inşasıdır.

53


Özgürlüğe Erişim Engellenmiştir Melih Öncel “baskı, ancak baskı altındakileri güçlendirir ve birbirine bağlar” John Steinbeck Apartmanımızda her hangi bir daireye hırsız girerse apartman sakinleri olarak sokağa çıkıyoruz olayın şokunu atlatmaya. Mahallede bir yangın çıksa, o mahallede oturan tüm insanlarla uzaklaşıyoruz koşar adım. Bir gece deprem olsa, koskoca bir şehir sokaklarda karşılıyor sabahı. Bir refleks olarak insan arıyoruz etrafta, bir araya gelmeye çalışıyoruz. Afetlerden savaşlara, kutlamalardan baş kaldırılara kadar bir arada durmaya çalışıyoruz. Birlik olunca güçlü oluyoruz, destek buluyoruz. Kitleler, sokaklarda yürüyüp siyasi düzene bile müdahale edip, sözünü geçerilirken; güçsüz kaldığımız anlardan kurtulmak için yan yana gelip birbirmize arka çıkmak en etkili çözümlerden biridir her halde. Korkularımızı yenmek için bir araya gelmek, korkularımıza karşı kol kola yürümek, korkularımıza ve onları yaratanları alt etmek için hep bir ağızdan bağırmak... Umutsuzluğa karşı, güvenli bir hayat, hukuk devleti ve demokrasi için, korkusuz özgür bir yaşam için yürümek... Baskılara karşı sessiz öfkeli bir yürüyüş... Birçok insan da bu yürüyüşe katkı sağlamak için uğraşıyor. Gazetelerde, televizyonda, internette, sokaklarda... Oysaki bizlere ayrılan alanlar iyice daralıyor artık. Haber yapması engellenen gazeteciler, sokaklarda dövülen ve hatta vurulan insanlar, susturulan yazarlar baskının kurbanları olarak çıkıyorlar karşımıza. Polisler, belediye başkanları, hükümet yandaşları, özel korumalar baskıyı ve korkuyu yaymak isteyen hükümetin emelleri doğrultusunda aldıkları güçle üstümüze gelmeye devam ediyorlar. Faşizan baskıcı bir anlayış, sinirle, nefretle ve kaba kuvvetle yüzümüze çarpıyor. Rahatsız olduğu, kendine ters gelen her şeyden kurtulmanın yolunu arayan hükümet, ortalığı temizleme düşüncesiyle zaman zaman sinirden köpürdü, zaman zaman mikrofonları kapattı, çizgilere dava açtı, yasaklar koymaya başladı. İçki aldığımız bakkalı yerle bir bulduk, yazılarını takip ettiğimiz saygın yazarların bir inat uğruna uykularından kaldırılıp apar topar gözaltına 54


alındıklarına şahit olduk, arkada kalanlarınsa geçirdiği uykusuz gecelerin korkusunu duyumsadık. Durmadığı için vurulup öldürülen arkadaşlarımız, işkence edilen yoldaşlarımız oldu. Özgürlüğün biricik simgesi hükümet, baskıyı arttırırken kız çocuğuna tecavüz eden suçluları serbest bıraktı. Belki de her gün evimize giren gazeteyi boykot etmemizi söyleyen başbakanımız, zaten odalarımıza kadar çoktan girmişti. Çağımızın ve hayatımızın en önemli parçalarından olan internet yoluyla sadece bilgi değil yasaklar da akmaya başladı hayatımıza. Önceleri devletin adını korumak adı altında yapılan engellemeler artık, düşüncelerin yer aldığı, fikirlerin paylaşıldığı sitelere kadar uzandı. Baskıcı bir hükümetin varlığı yasaklanan her sitede daha da hissedilir oldu. Okuduğumuz gazete ve yazarlardan, girdiğimiz sitelere kadar her yere el atan bu düşünce yapısı gerçekte demokratik ve özgür bir topluma erişimi engellemekten başka bir şeye yaramamaktadır. Bunca şey 85 yaşında bir cumhuriyet için zaten yeterince kötü olsa da daha da acı olanı artık bunlara alışmış olmamızdır. Baskı ve korku devletini artık normal görmemiz ve ona uymaya başlamamızdır. Bedava dağıtılan kömürün dumanı altında kör olduğumuz, kömürle ısınmamayı seçenlerimizi de attıkları dayakla canını yakmaya çalışan düzen de işten atılma korkusu, fişlenme endişesi, yasaklanma kaygısıyla yuvarlanıp gidiyoruz. Sosyal hayatımızı kısıtlayan güçlere karşı koymak yerine şifreleri kırıp internette gezintimize devam ediyoruz. Ve hatta milletin meclisinde, bizlerin oylarıyla oraya gitmiş insanların önce internet ve iletişim konularında kanunlar çıkartıp kurullar oluşturmasına, bu işe para harcamasına daha sonra da bu kuralların başbakanın kendisi tarafından alaylı bir şekilde delinmesinin hesabını soramıyoruz. Acı ve korkunç olan; umutla, hakkımız için yürümek bir yana artık korkuyla bile bir araya gelemememizdir.

55


Korkuyorum Gökhan Baykal Gerçekten korkuyorum, geceleri kâbuslar görüp yataktan fırlıyorum. Bunların hepsi bir gece için çok fazla. Uykumun en güzel yerinde birden RTE olmuştum ve bir çiftçiyle ağız dalaşına girip ananı da ananı da diye bağırıp duruyordum hem de melodili şekilde. Sonra yataktan fırlıyorum, bir sigara içip tekrar uykuya dalıyorum. Bu seferde bir tersane sahibi olmuştum ve kum torbasıyla yapılması gereken bir denemeyi insanlarla yapıyormuşum ve bu zavallı insancıkların bir kaçı ölüyormuş, sonra yan tersanenin sahibiymişim burada çalışan işçiler ölebileceklerini bilmelidirler lafı flaşlar patlatarak yanıyor gözümün önünde sonra hooop yeniden uyanıyorum ama bu sefer uyumamaya niyetliyim, yoksa çekilecek gibi değil… Ne faydası var ertesi gün sınavım var ve ben ister istemez sızıyorum. Yine kâbus, yine RTE oluyorum, coştukça coşuyorum durulamıyorum bir türlü hoop gazetecilere bir araba laf söyleyip akreditasyonlarını iptal ediyorum, sonra bir Hindistan yapıp rahatlıyorum ama o da kesmiyor bir de Kızılcahamam yapıyorum ama bu nasıl hamam niye natır yok diye göbek taşında böğüre böğüre ağlıyorum, ardından bu olayın RTE’nin düşü olduğunu anlıyorum, rüyanın içinde rüya görüyormuşum. Sonra RTE olarak tam attan düşecekken kendi uykumdan uyanıyorum. Tanrım bu nasıl sınama yöntemi, nasıl bir işkenceyle sınıyorsun beni. Freud gibi biri de değilim ki çözeyim rüyalarımın anlamını. Elimi yüzümü yıkayıp bir adet hazır kahve 3’ün 1’inden içiyorum yanına da arkadaş olarak bir sigara. Saate bakıyorum saat daha 22.30 ve ben ilk yattığımda saat 21.50 idi bunların hepsinin 40 dakika içinde olması gayet sinir dingildetici(*) ve yine ve maalesef uyku golünü atıyor ve beni kâbusların içine sürüklüyor. Bu sefer de yasal mermileri olan bir polis oluyorum, dur diyorum eğer durmuyorsa üzerime zimmetli mermilerin birini feda ediyorum, sonra restorana dalıyoruz birkaç arkadaş, üzerimizde polis yelekleri ve coplarla; çok baba bir olay çıkartıyoruz, hatta bir konsomatrisi saçından sürükleye sürükleye kaçırıyoruz ve tecavüz ediyoruz ama bu olayları çıkarırken kimse bize kimlik sormuyor daha doğrusu sormaya g.tleri yemiyor, daha sonra anlıyorum ki dur dediğimde durmadığı için vururken gerçek polismişim, restoran baskınında 56


sahte polis ama iki türlüde bir şey fark etmiyormuş ve ben dilediğim gibi at koşturabiliyormuşum… Bunları yapmak için üstümde polis yazan bir şeyler olması yeterliymiş, çığlık atarak uyanıyorum. Bu sefer uyumamak için herhangi bir yöntem denemeyeceğim çünkü faydası olmadığını tecrübe etmiş bulunuyorum ve tekrar uykuya dalıyorum. Bu seferde tersane sahiplerinin kankası bir bakan oluyorum ve tersanedeki olaylarla ilgili olarak insanların dimağlarını zorlayan bir açıklama yapıyorum hem de oturduğum makamın Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı olduğunu unutarak “ Tuzla’da bakanlığımı ilgilendiren bir durum yok”. Sonra uyanmıyorum bile, aman diyorum kendi kendime “boş ver, bu ülkeyi sen mi düze çıkartacaksın “

57


Burası Türkiye Tuğçe Duysak İnsanın kendisi için tehlike oluştuğunu düşündüğü zamanki duyduğu kaygıya, üzüntüye korku deniliyor sözlüğe göre. Ülkemizde son yıllarda korkunun arttığını göz önüne alırsak bizim için tehlike oluşturan şeylerin olduğu bir gerçek. Hayatın akışını değiştiren, yaşamanın hakkını vermeden bizleri sadece karbondioksit miktarını arttıran bir varlık haline dönüştüren bu şeylerin başında ülkede ki karmaşa yatıyor bence. Her yeni güne farklı bir macera ile başlayan insanlar sokağa çıkmaktan, alışveriş yapmaktan, hakkını aramaktan yani yaşamaktan korkar hale geldi. Öyle ki artık evimize giden bir yolda bir telefon ve beş-on YTL için yolumuz kesildiğinde “iyi ki bıçaklanmadım” deyip çok olağan bir şey gibi yolumuza devam edebiliyoruz. Bize sarkıntılıkta bulunan bir insanı, yine çok olağan bir şey yaptığı için, kimseye şikâyet etme gereksinimi duymuyoruz. Ya da bizi aldatan satıcıları, canımızı sıkan, saçma sapan alınmış kararları bu ülkenin yönetiminde söz sahibi olanlar esas bizler değilmiş gibi “Burası Türkiye” deyip sindiriyoruz. Bunu hem bu ülkeye hem de bu millete yüklüyoruz. Bu ülkede ya korkudan düşünemez hale gelip para kazanma savaşına giriyoruz. Ya da düşündüklerimizi başımıza gelebilecek şeyler pahasına sonuna kadar (ki dilerim hepimiz için böyle olur) ifade ediyoruz. Bizleri (yani hayvandan farklı olan bizleri) hayvanlaştıran bu düzende çok fazla düşün(dürül)meden ölümümüzü beklemekten başka bir şey yapamaz hale geliyoruz kısacası. Okuması ve anlaması kolay ama yaşaması zor olan bu durumu bizler her gün yaşıyor ve tanıklık ediyoruz. Öyle ki giydikleri polis kıyafetinden buldukları güçle Avcılar’da ki bir eğlence yerinde kadını saçından sürükleyen ve tecavüz edenlere hiçbir şekilde müdahale etmeyişimiz gibi.

58


Çünkü o kıyafetin içindekilerin de çok iyi bildiği gibi polise dokunulmaz. Polis yıkar, döker, öldürür kısacası her istediğini yapar ve sonra da kılıfına uydurur. Tüm bunlar insanı şaşırtacak nitelikte ama bu olay sonrası Celalettin Cerrah’ın orada bulunan kişilerin tepkisizliğine istinaden şu söyledikleri beni daha da fazla şaşırttı: "Bir eğlence merkezine polis yelekli 2 kişi giriyor. Bayanı zorla kaçırıyor. Oradaki hiç kimse 'polis kartınızı görebilir miyim?' diye sormuyor. Ayrıca olay olduktan sonra 155 polis hattını arayarak 'böyle bir olay var' diye polise haber vermiyor. Polis dahi olsa bunların peşine düşeriz. Böyle bir olayın tasvip edilmesi mümkün değil. Vatandaşlardan rica ediyorum; her 'polisim' diyen kimseye halkımız inanmasın. Mutlaka polis kimliğini sorsunlar. Kimliğine de inanmıyorlarsa 155 polis hattını arayabilirler." Aslında bu söylediklerine baktığımızda Cerrah’ında tepkisizliğe kızdığını görüyoruz ama tepkisizliğin altından yatan sebepleri göremediği için ve bu göremeyişinden ötürü de gerçek dışı bir öneri de bulunması olayı benim açımdan incelenmesi gereken bir olay haline getirdi. Sanırım Cerrah polise kimlik sordukları için dayak yiyenleri, gözaltına alınanları unutmuş olmalı ama unutmakta da haklı. Hakların da açılmış ya da sonuçlanmış bir soruşturma yok ki bunların hepsi iddia niteliğinde: “Cumhuriyet gazetesi stajyeri Alçınkaya, kendisine kimlik soran polislerin kimliğini görmek isteyince gözaltına alındı; polis otosunda ve karakolda dayak yedi.” Ağustos 2005 “Kendisinden evrakını isteyen sivil kıyafetli baş komisere kimlik soran otobüs şoförünün başı derde girdi. Baş komiser ve iki polis tarafından dövülen şoför hastanelik oldu.” 59


Radikal Nisan 2004 “Avukat Muammer Öz, Moda'da oturduğu sırada kimlik soran polislerce tartaklandı, burnu kırıldı.” Sabah 29 Temmuz 2007 Bunlar ve bunlara benzer birçok iddianın bulunduğu ortamda yaşadığımız haksızlıklara karşı olması gerekene göre davranmamızın beklenemeyeceği gibi bizi tedirgin eden bu şeylere karşı susmamız da beklenemez. Bizi farklı yollardan kuşatan korkulara karşı sabır ve güç dolu günler dileğiyle.

60


Hepsi Yaralar, Sonuncusu Öldürür Duygu Yılmaz Bu kitap, kâbus gören her kim varsa, ona yakından bakmaya benzer. Bu kitap öyle ki hayatın arka sokaklarından girip, yaşamın bittiği yere, ölümün gözlerinden girip, yerin en dibine götürendir. Okursanız ki-söylüyoruzhayatınıza yeni bakış açıları katmak bir yana, görüşünüze gerçeklik, kirlilik, hayat bulaştırmaktır amacı. Nihilizm, değer yargılarının yok olmuşluğu ve başka bir dünyanın kutsal kitabıdır bu… Eğer siz de başka dünyalara aitseniz, cennetinize hoşgeldiniz! Eğer bu dünyaya ait olduğunuzu sanıyorsanız ise, bu kitabı okuyun ve bakın etrafınıza… Bakın bakalım, eskisi gibi dönecek mi sizin için de dünya? KİNYAS VE KAYRA “Benim adım Kinyas. Gün ağrıyor. Başım ağrıyor. İsmimi kendime ben verdim. Bitmeyen bir öfke ve bitmeyen bir mutsuzluğun ifadesi. Bütün insanlara kızgınım. Yaşadıkları için. Hayattan midem bulanıyor... Ateşle oynarım. Yeterince benzin ve karşımda oturan adamın ceketinin iç cebindeki çakmakla dünyayı yakabilirim. Benim adım Neron. Geceleri, çaldığım arabalarla gezerim. Tokyo'da doğdum. İki zenciye üç gram kokain karşılığında bileklerimi kestirttim. Sabah uyandığımda okyanus beni yıkadı. Benim adım Steve McQueen. Bütün bildiklerimi kusarak hayatta kalıyorum. David Bowie'yi rüyamda gördüm. Sabah bir gözüm yoktu. Şiir yazdım. Tam üç tane. Birini rendeleyip makarna sosuma kattım. Diğerini yakıp küllerini kum saatine koydum. Biraz zaman kazandım böylece. Sonuncusunu ise şimdi yazdım. İşte geliyor: Sözlerimin sonunu duymadığın zaman. Cümlelerimin sonunu duymadığın zaman. Değiştiriyorum son kelimelerimi. Değiştiriyorum sonumu. Sus!" diyorum."Lütfen. Şu an, dünya üzerinde konuşanları düşün. En az altı milyar insanın yarısı konuşuyor. Bir şeyler anlatıyor. Ne büyük bir ses! Ne 61


büyük bir gürültü! Dinle! Çin'de üçüncü çocuğunu aldırmak için doktora yalvaran kadını, Macaristan'da dilenen adamı, Kanada'da karşısındaki erkeğe kur yapan erkeği. Duy bunların hepsini. O milyarlarca insanın hep birlikte konuşarak yarattıkları korkunç gürültüyü dinle!" Duymaya, dinlemeye çalışıyor. Ama daha bir milyon insanı bile gözünün önüne getiremediğinden, milyarlarcasının çıkarabileceği gürültüyü de hayal edemiyor. İyi niyetli. Ama yetmez.” “Kimse bilmeyecekti benim zihnime ateş ettiğimi. Kimsenin hayatı değişmeyecekti kendimi yok ettiğim için. On yıl sonra çok zengin bir kadın olacak Anita bile, bir ay sonra kanıksayacaktı hareketsiz bedenimi. Annemin Pazar günleri bulmaca çözerken, yüzüne astığı sakinliğe benzer bir ifadeyle silecekti vücudumu. Hiç doğmamış gibi olacaktım ve tek isteğim buydu! Dünyadan geçmektense, direkt cehenneme gitmeyi tercih ettim her zaman. Ben sadece olacakları hızlandırdım. Bedenime ihtiyaçları yoktu cehennemde. Ama bomboş bir zihni de görünce, çok şaşıracaklardı şeytan ve adamları. Yeni alınmış bir okul defteri kadar boş ve temiz bir zihinle karşılaşınca, Tanrı bile insan imalatı hakkında oturup yeniden düşünecekti. Bir yerlerde hata yapmış olmalıydı, ben hataydım. Altı milyarda bir gelen hata! Hazırdım iade edilmeye. Doğduğum günkü kadar temiz ve boş bir zihinle. İlk günkü gibi!” “İnsanın tek gerçek özgürlüğü, yalnızlığıdır. Ve yalnızlığı küçük düşürense, bağımlılıklardır. Aşklar, alkol, nikotin, ahlaki değerler, uyuşturucular… Hepsi de birer pranga olabilir her an insanın ayağına. Zevk veren prangalar. Ortak özellikleri, varlıklarının verdiği zevkin uzun bir süre sonra hissedilememesi, yokluklarının ise derhal kalpte bir ağrı yaratmasıdır. Bağımlı insan, atlıkarıncaya binmiş gibidir. Ne bir varış noktası, ne de bir ilerleme vardır hayatında. Herkes ilk başladığı yerde, midesi kaldırana kadar döner durur. İnsanın kendisiyle mücadelesi, bağımlılıklarını yok etmesiyle başlar. Yıllarca uğraştım hepsinden vazgeçmek için. Yıllarca teker teker vücudumu ve beynimi kaplayan bu kabukları soydum. Ama her erken koparılmış kabuk gibi, izleri kaldı zihnimde. İnsanı hayvan yapan bağımlılıklardan tamamen kurtulmanın tek yolunun ölmek olduğunu, geç de olsa anladım…”

62


Azizm Üyelerince Dali Resimleri Sadece geçtiğimiz yüzyılın değil belki de tüm resim tarihinin en ilgi çekici sanatçılarından olan gerçeküstücülüğün büyük ismi Salvador Dali, Sabancı Müzesi aracılığıyla Türkiye’ye büyük bir sergiyle adım attığı Eylül ayından itibaren her ay, Azizm’in yayın organı www.azizm.org da yazılar yayınladık. “Salvador Dali Rehberliğinde Gerçeküstücülük” , “Dali ve Cinsellik”, “Sınırları Olmayan Dünya Sürrealizm” ve “Dali, Sinema, Politika” adlı çalışmalarımızla hem sergiye gitmek isteyenlere bir ön bilgi, bir nevi fragman hazırlamış olduk hem de sergiye yer verilmeyen bazı bilgiler ve yorumlarla büyük sanatçı hakkında derinleşmek isteyenlere bu imkanı tanıdık. Bu ay Dali dosyamızı daha önce denenmemiş bir şekilde noktalıyoruz. Salvador Dali’nin iki önemli yapıtını Azizm üyeleri olarak hep birlikte yorumluyoruz. Dali’nin tek bir fırça darbesinin yarattığı farklı çağrışımları bir araya getirmek oldukça ilgi çekici oldu. Dilerim sizler de okurken bizim aldığımız heyecanı hissedersiniz. Dört ay boyunca ortaya koyduğumuz çalışmalarla Salvador Dali hakkında oldukça geniş kapsamlı bir dosya çıkartmış olduk. Arşivimizde önemli bir yer edecek çalışmalarda emeği geçen herkese teşekkür ederiz.

63


Perpignan İstasyonu - Dali Düşünceleri görselliğe ulaştıran dahi insan Dali, “ben” figürünün bütününü yansıtabilen ve bunu dışa vuran göz. Korkuları, ihtirasları, acıları, ulaşamadıkları, düşledikleri, yalnızlığı, tutkuları görüyorum bu resminde. Mekanikleşen yaşamda duyguları kışkırtacak ne varsa zaman kavramı içerisine sıkıştırılmış. Yetmeyen zaman geride kalanlar, yapılacaklar ve yapılması gerekenler. İnsanın bölünmüşlüğü. Dışa vurmaktan çekindiği her şey, rüyaları ve hayalleri… Ceyda ŞAHİNOĞLU Merkezdeki güçten korktuklarını boşluğa doğru düşerken saçılan, ışıksa umutları olsa gerek Dali’nin. Sanki kâbus olarak başlayan bir gecenin rüyaya doğru dönüşümünün umutları… İrem İçel HEPKORUCU

64


Dali’nin defalarca dile getirdiği gibi Figueres yakınlarında bu tren istasyonu O’nun için tüm evrenin merkez noktasıdır. Kendi düşleri ve kâbuslarıyla bizi büyüleyen bu büyük sanatçıyı düşününce bu istasyonun tüm evrenin değil ama Dali’nin ta kendisinin merkezi olduğu hissi ağır basmaktadır. Resimde istasyonda treni bekleyen son derece küçük ve çelimsiz bir çocuk görülmektedir. Kullanılan renkler ise istasyonu ve tüm evreni karanlık bir atmosfere sürüklemektedir. Çocuk trenle birlikte sadece seyahatinin değil O’nu bekleyen zorlu ve açıkçası umutla bakılamayan bir geleceği de beklemektedir. Etrafa saçılan ışıkla birlikte ise çocuk ulaşacağı zirve noktasını görmektedir. Fakat trenin üstünde görünen karanlık beden ise çocuğun tüm ölümlüler gibi yok olup, kararıp gideceğini hissettirmektedir. Çocuğun tüm bu düşler altında adeta yok olurcasına küçülmesi bizleri de karamsarlığa sürüklemektedir. Resmin kalbi denilebilecek bir yerden patlayan ve etrafa saçılan sarı ışık ise sıcak bir renk olmasına rağmen Dali sayesinde insana umut yerine karamsarlık vermektedir. Ayrıca resimde Dali’nin vazgeçilmezleri olan Millet’in Angelus’u ve erotik simgelerde belirgin bir şekilde görülmektedir. Onur KEŞAPLI Bir çılgının zıplaması ardından ortaya çıkan hüzünlü insanlar sanki bir şeyden utanıyorlarmış gibi. Adamın arkasından yayılan ışık demetinin onlara ulaşmaması belki de onları böyle üzen, yani unutulmak denilebilir. Tuğçe DUYSAK Salvador Dali'nin bu eserinin daha önceki yapıtlarının bir sentezi olduğunu düşünüyorum. Dali önceki resimlerinde de kullandığı havada asılı duran nesneler, İsa figürü, gizemlilik, Port Lligat kayalıkları gibi figürleri kullanmanın yanı sıra Jean - François Millet'in Angelus (Akşam Duası) adlı eserindeki ana motifi de bu resminde kullanmıştır. Jean –François Millet'in söz konusu eserinde tarlada yan yana duran bir çift resmedilmektedir. Dali'nin Perpingan İstasyonu'nda da ise aynı çift resmin sağ ve sol kısımlarında, ışık kaynaklarının arasında resmedilmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere Millet'in bu resmi Dali için büyük bir ilham kaynağıdır. Daha önceki bazı resimlerinde olduğu gibi bu resimde de Dali'nin kendisi resimdeki figürlerden biridir, hatta bu resmin içinde Dali'yi iki kere görmekteyiz, bir tanesi resimdeki ışık kaynaklarının oluşturduğu haçın orasına düşen Dali, diğeri ise resmin tepesinde asılı duran Dali. Ayrıca ışık kaynağının ortasında silüet gibi duran, çarmıha gerilmiş İsa figürü bulunmaktadır ve Dali'nin düştüğü noktada İsa ile Dali 65


figürleri birleşmiştir. Bu resimde Dali'nin dini öğeleri kullanması belki de kendi dini yargılarını sorgulamasına bir işaret olabilir. Ayrıca, Millet'iin resmindeki ana figürleri kendi resmine uyarlaması ve kendi resimlerinde daha önceleri kullandığı bir takım olgu ve nesneleri de bu resimde bir araya getirmiş olması sebebiyle bu resmin gerçek anlamda bir sentez olduğunu düşünüyorum… Yasemin MÜTEVELLİOĞLU

Geopoliticus Child Watching the Birth of the New Man - Dali Bir ihtirasla ve hırsla İnsanın doğum anı. Anne çocuğuna doğuş halini gösterir ve bir damla kan görüntüde, yaşam boyunca çekileceklerin bir delilidir. Güçlü bir erkek bedeni yumurta şeklindeki dünyada doğmaya var olma çabası göstermeye çalışırken, bir kadının güçlü bir şekilde onu gösteriyor. Erkek daha aciz kadın daha cüretkâr. Çocuğun sığındığı kadın sembolü. Anne kavramının bilinçaltındaki yeri çok önemlidir. Kadın Havva simgesidir, sanki Adem’i suçlarcasına onu işaret eder. Her şeyin sebebi o der. Dali, gerçeküstü dünyanın akışkan zamanda bıraktığı izleri yaratan büyük adam. Ceyda ŞAHİNOĞLU 66


Kadının çocuğuna erkeğin ya da babasının dünya içindeki bazı zorluklara karsı koymaya çalışıp gerekirse kanıyla direnmeye çalıştığını gösterdiğini düşünüyorum bu resimde. İrem İçel HEPKORUCU Kendini defalarca karşısındakini ve tüm siyasi ideolojileri aşağılayarak apolitik olarak gören Salvador Dali’nin bence bir başka siyasi mesaj içerikli denilebilecek çalışması bu eserdir. Yine karamsarlığı, kabusu, kasveti temsil eden hatta dünyayı ışıktan, aydınlıktan uzak tutan, karartan bir şemsiye ve sarı rengin sıcaklıktan çıkıp adeta insanı olabildiğine soğutmasını hissettiren bir çalışma. Adem ve Havva’yı sanki tek bedende gösteren bir figür ve onun arkasına saklanarak olup biteni görmeye çalışan bir çocuk. İzledikleri şey ise Amerika’nın doğuşu ve dünyanın(yumurtanın) kırılması, düzeninin bozulmasıdır. Adeta hermafrodit görüntüsündeki ebeveyn çocuğuna dünya tarihi öğretmekte. Gerçekten tarihe bakarsak birçok yeni felaketin aslında bu çok çok büyük ve önemli keşifle birlikte geldiği görülmektedir. Bir başka açıdan bakacak olursak Havva küçük çocuğa Adem’in yani erkekliğin doğuşuyla dünyanın kırılıp parçalandığını göstermektedir. Bu arada kesinlikle belirtmek gerekir ki Amerika’nın ya da erkekliğin doğuşu kabuğu kırışı olağanüstü çizimlerle resmedilmiştir. Tüm bu yorumların ötesinde Dali’nin sanat yaşantısını etkilemiş olan birçok detayı bu resimde yakalayabiliriz. Çocuklukta cinsiyetinden utanışını, cinselliği, dini gizemi, sert-yumuşak tezini ve tüm görkemiyle 20. yüzyılın en büyük ressamlarından birinin, bir dehanın, Salvador Dali’nin gerçeküstücülüğü bile yer yer aşan yeteneğiyle yarattığı büyülü dünyayı bu eserde görmekteyiz. Onur KEŞAPLI

Örtünün altında sergileneceği zamanı bekleyen bir heykel gibi sanki dünya bu resimde. Sabrı kalmayan bir beden Atlas Okyanusu üzerinden meydana çıkmaya çalışıyor. Parçalanma esnasında dökülmekte olan kan sanki bu çıkışın ana rahminden bir çıkış olduğunu yani doğum olduğunu gösteriyor. Arka tarafta batmakta mı yoksa doğmakta mı olduğunu anlayamadığım güneş ise resimdeki karmaşayı daha da arttırıyor. Erkeksi hatlara sahip kadının kaslı bacaklarına tutunan çocuğun duruşundaki korku bu resmin aslında karamsar bir resim olduğunun belgesi niteliğinde. Ayrıca Afrika kıtasındaki üzüntülerde kıtanın sol alt ucuna konulan bir su damlasıyla anlatılmış. 67


Tuğçe DUYSAK Dali'nin 2. Dünya Savaşı yıllarında çizdiği resimlerden biri olan bu eserinde, Dali'nin sanatıyla ve resminde kullandığı nesnelerle savaşı ağır bir şekilde eleştirdiğini düşünüyorum. Dünya olarak resmedilmiş kürenin içinden bir insan çıkmaya çalışmaktadır ve bu sırada küreyi yırtıp çevreye zarar vermektedir. İnsanın çıktığı yer Kuzey Amerika'dır. 1940larda ABD'de bulunan ve gerçeküstücüler arasında en önde gelen isim olan Dali savaş sürecinde psikolojik olarak çok etkilenmiş ve çizdiği resimlerde de savaşı, tüketim toplumu insanını sık sık eleştirmiş, hatta 1945te Hiroşima'ya ve Nagazaki'ye atılan atom bombasından sonra nükleer fiziği incelemeye ve bu konuda resimler yapmaya başlamıştır. Dali'nin resmi çizdiği yıl 1943 yılıdır. O yıllarda Amerika'da savaş sebebiyle resim piyasası da olumsuz etkilenmiş ve Dali de bu olumsuzluklar sebebiyle zor günler yaşamıştır. Bu resimde ve benzer birkaç resminde (Amerika Şiiri, Amerikan Noeli Alegorisi gibi) Dali Amerika'nın sebep olduğu düzensizlikleri eleştirmiştir. Resimde Amerika'nın içinden çıkan insan kürenin yüzeyine zarar verirken, kıtanın altına doğru büyük bir damla kan akmakta ve uzaktan da bir çocuk annesine sığınarak durumu izlemektedir. Yasemin MÜTEVELLİOĞLU

68


Dağlarca Şiir Duygu Yılmaz

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın eşsiz anısına… Şair, 26 Ağustos 1914 tarihinde İstanbul’da doğmuştur. İlköğrenimini Konya, Kayseri, Adana ve Kozan'da, orta öğrenimini Tarsus ve Adana ortaokulundan sonra girdiği Kuleli Askeri Lisesi'nde tamamlamış ve yine asker olan babası gibi, askerliği seçmiştir. Piyade subayı göreviyle, Doğu ve Orta Anadolu, Trakya’yı dolaşmış ve 15 yıl sonra önyüzbaşı rütbesiyle askerlikten ayrılmıştır. Daha sonraki yıllarda, İstanbul Aksaray'da "Kitap" kitapevini açmış ve yayıncılık hayatına ilk orada başlamıştır. 1960–1964 yılları arasında Türkçe isimli aylık dergiyi çıkarmış ve ilk yazısı 1927'de Yeni Adana gazetesinde yayınlanan bir hikâye olmuştur. Varlık, Kültür Haftası, Yücel, Aile, İnkılâpçı Gençlik, Yeditepe ve Türk Dili dergilerinde şiirleri yayımlanmış ve 1967'de ABD'deki Milletlerarası Şiir Forumu tarafından "En iyi Türk Şairi" seçilmiştir.

69


Şairin üslubu, edebî akım veya kişilerin etkisinden uzak, bereketli ve özgündür. Dağlarca’nın sanat anlayışında, sanat eseri, hem bir saat gibi içinde bulunulan zamanı, hem de bir pusula gibi gidilmesi gereken yönü işaret etmelidir. ESERLERİ: Havaya Çizilen Dünya (1935) Malazgirt Ululaması (1971) Çocuk ve Allah (1940) Kuş Ayak (1971) Daha (1943) Haliç (1972) Çakırın Destanı (1945) Kınalı Kuzu Ağıdı (1972) Taşdevri (1945) Bağımsızlık Savaşı-Sakarya Kıyıları Üç Şehitler Destanı (1949) (1973) Toprak Ana (1950) Bağımsızlık Savaşı-30 Ağustos (1973) Aç Yazı (1951) Bağımsızlık Savaşı-İzmir Yollarında İstiklâl Savaşı-Samsun'dan Ankara'ya (1973) (1951) Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1973) İstiklâl Savaşı-İnönüler (1951) Arka Üstü (1974) Sivaslı Karınca (1951) Yeryüzü Çocukları (1974) İstanbul- Fetih Destanı (1953) Yanık Çocuklar Koçaklaması (1976) Anıtkabir (1953) Horoz (1977) Asu (1955) Hollandalı Dörtlükler (1977) Delice Böcek (1957) Balinayla Mandalina (1977) Batı Acısı (1958) Yazıları Seven ayı (1978) Hoo'lar (1960) Göz Masalı (1979) Özgürlük Alanı (1960) Yaramaz Sözcükler (1979) Cezayir Türküsü (1961) Çukurova Koçaklaması (1979) Aylam (1962) Şeker Yiyen Resimler (1980) Türk Olmak (1963) Cinoğlan (1981) Yedi Memetler (1964) Hin ile Hincik (1981) Çanakkale Destanı (1965) Güneş Doğduran (1981) Dışardan Gazel (1965) Çıplak (1981) Kazmalama (1965) Yunus Emre'de Olmak (1981) Yeryağ (1965) Nötron Bombası (1981) Vietnam Savaşımız (1966) Koşan Ayılar Ülkesi (1982) Açıl Susam Açıl (1967) Dişiboy (1985) Kubilay Destanı (1968) İlk Yapıtla 50 Yıl Sonrakiler (1985) Haydi (1968) Takma Yaşamalar Çağı (1986) 19 Mayıs Destanı (1969) Uzaklarla Giyinmek (1990) Hiroşima (1970) Dildeki Bilgisayar (1992) Manyas Kuşları (1993) ==Ödülleri== 1979 Cumhuriyet Halk Partisi Şiir Yarışması Üçüncülük 70


1979 Yeditepe Şiir Armağanı 1979 Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü 1979 Türkiye Milli Talebe Federasyonu Turhan Emeksiz Armağanı 1979 International Poetry Forum Yaşayan En İyi Türk Şairi (A.B.D.) 1979 Arkın Çocuk Edebiyatı Üstün Onur Ödülü 1979 Struga 13.(XIII) Şiir Festivali Altın Çelenk Ödülü (Yugoslavya) 1979 Milliyet Sanat Dergisi Yılın Sanatçısı 1979 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat

SEÇME ŞİİRLERİ DENİZ FENERİ Uzanmış koca burun açık denize doğru, Lacivert ve gri gecenin değerinde. Karanlıkla başlar bir dünya sevgisi, Deniz feneri parlar, Talihe aldırmadan kayalar üzerinde. Bulutlar birleşir alaca düzlüklerde, Çöker uzak limanlardan bir sis. Bir sıkıntı başlar karanlığında kaderin, Bildirir, yanınca yanınca, Ömrün neresindesiniz, aşkın neresindesiniz? Yüreğin mi daralıyor, yıldız ışığında, Bırak anılar gitsin biraz daha geri. 71


Ruhu götürmeden vakit yürüyebilir, Düşün nasıl durmuş sabırla yüzlerce yıl, Hep bu benekte bu deniz feneri. Bak deniz savaşlarına, yaşlı korsanlara, Uçan dalgalara, uyuyan rüzgara bakmış, Bir tek göz kadar kara ve mavi, Enginle boş, Kısmetsiz balıkçılara bakmış. Saçlarında tuz kokan, ölü kokan bir serinlik, Yüzünde bir fırtına tadı. Durursun yorgun, umutsuz, Birden bir daha yanıp söner, sevinçle titrersin, Bir şey, belki de yaşaman uzadı. HASRET Sevgimi unutmak için seyrederim bir tabloyu, bir mermeri, Ki ne kadar dalsa ruhum yeniden döner geriye: Okurum düşüne düşüne okuduğun şiirleri, Senin düşüncen geçerken üzerlerinde bir sıcaklık kalmıştır diye YALNIZLIĞIM Ilık bir su gibidir içimde yalnızlığım, Yalnızlığım, ruhumda uzak bir ses gibidir. Her sabah ufuklardan mavi şarkılar gelir, Ve her sabah ürperir içimde yalnızlığım Güneşim aydan sarı, yarınım dünden zorsa, Sarsın artık ömrümü tunç kandillerin isi Üşüyen ellerimden tutmalıydı birisi, Eğer benim gözlerim onları görmüyorsa. Bir camın arkasında açılıyor güllerim, Havuzum pırıl pırıl... yıkar bakışlarımı. İşler temiz ziyalar suya nakışlarımı; Ruhumun dünyasından eser tahayyüllerim Rüya rüzgarlarında bir yaprak yalnızlığım Düşüncem bir neydir ki ürperir perde perde Belki bu mısralarım esecek gönüllerde Fakat herkese uzak kalacak,yalnızlığım. 72


D端z Adam 3

F. Utku Deniz

73


www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

74


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.