Azizm Sanat E-Dergi Aralık 2009 Sayı 26
Dosya: Direniş
Kuşların Evrimi
Ünsal Oskay
1
Editörden Kıyamet çok mu yakın? Maya takvimine mi takılmalıyız? Dünyanın dört bir yanında çatışmalar çoktandır üçüncü dünya savaşlarının yaşandığını gözler önüne sermiyor mu? Belki de bu cümledeki en önemli kısım savaşlardan çok durumun gözler önüne serilmesi. Gözler önüne serilmesi ve hiçbir şey yapılmaması. Uğruna gözyaşları döktüğümüz ABD başkanı Afganistan’a yeni birlikler gönderiyor, Anadolu’dan da asker isteyerek. Berlin Duvarı’nın yıkılışının 20. yılını kutlarken herkes unutuyor İsrail’in diktiği utanç duvarının kaçıncı yılında olduğumuzu ve Filistinli çocukların kaç yıldır o duvarlara resim çizdiğini. Dünya ve Anadolu gözyaşlarıyla dolu… İşsizlik, eşitsizlik, açlık görüşümüzü engelliyor kimi zaman. Sahi, Mustafa Balbay kaç gündür cezaevinde? Domuz Gribi ne âlemde? Açılımlarımızdan barış mı çıkıyor yoksa yetmeyen gözyaşlarımızı arttıran molotoflar ve göz yaşartıcı bombalar mı? Sanırım 500.000 Lira çıkıyor açılımlardan ve kimimiz salyalar saçarak alkışlıyoruz bu durumu. Kimimiz grev hakkını kullanmak istiyor fakat demokratik cumhuriyetimizin gelmiş geçmiş en demokratik başbakanı “sizi pişman edeceğim” cümlesiyle başlayan seçmeli demokrasi dersleri veriyor. Derslerden söz açarken aklımıza rektör atamaları geliyor. O kadar demokratız ki rektör seçimlerinde üçüncü sırayı alanlar birinci sıraya taşınıyor YÖK ve köşkteki tarafından. Bazıları bu duruma “Korku İmparatorluğu” diyor. Haksız sayılmazlar. Peki, tüm bu kuşatmaya, baskıya rağmen üzerimizdeki yılgınlık nedir? Kimileri 12. İmamı bekler, kimileri Mesih’in gelişini, bazılarıysa 2012’yi… Özgürlüklerden söz ediyoruz peki özgürlüğün direniş olmaksızın beklenemeyeceğini ne çabuk unutuyoruz. İnsanlık tarihi mücadelelerin sonucunda, insanlık dışılığın tüm korkunçluğuna rağmen direnişle yazılmıştır. Azizm olarak direniş temasını işlediğimiz bu ayki çalışmalarımızda yazarlarımızdan, edebiyatımızın büyük isimleri Adnan Binyazar ve Turgay Fişekçi direnişin edebi yönünü gösteriyor bizlere. Dünyaca ünlü ressamımız ve 2
örgütümüzün destekçisi Bedri Baykam ise günceli yakalıyor bu sefer paleti yerine kalemiyle. Değerli sanatçı Mustafa Bilgin ise direniş için çiziyor karikatür bölümümüzde. Darwin’in 150 yıl önce yazdığı büyük yapıtı “Türlerin Kökeni” türlü hurafelerin saldırısı altında dünyada ve ülkemizde. Bilimin, evrimin hurafeye ve yaratılışa direnişinin önem kazandığı bu ay uzman biyolog Özgür Keşaplı Didrickson kuşların evrimini anlattığı yazı dizisine başlıyor cevap olarak. Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz yönetmen Ahmet Uluçay’a adadığımız sinema yazılarımızda ise bağımsız sinemanın ortaya çıkışı ve bağımsızlık mücadelesine yöneliyoruz. Ünsal Oskay Hocamıza sımsıcak bir dille hoşça kal derken Guernica’dan başlayarak şiir, deneme ve öykülerimizde direniyoruz ülke ve dünyadaki hâkim zihniyete. Yozluğa karşı direnişimizde sanat ve bilim en büyük güvencemiz olacaktır. Peki direnişsiz gelen özgürlüğe özgürlük denebilir mi? Bu sorunun yanıtını önümüzdeki ay hep birlikte vereceğiz. Sanat ve bilimle, Azizm’le kalın değerli dostlar…
Azizm’in Notu: “Özgürlük” temasını işleyeceğimiz Ocak ayında özgürlük üzerine ya da dilediğiniz konuyla ilgili yazılarınızı, şiirleriniz, öyküleriniz, fotoğraf, karikatür ve videolarınızı 3 Ocak 2010 tarihine kadar editörümüze gönderebilirsiniz.
3
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
Ön Kapak: Guernica (1937) – Pablo Picasso Arka Kapak: Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (2003) – Ahmet Uluçay
4
İçindekiler Direnme – Adnan Binyazar
s.7
Baskılar Tarihi – Turgay Fişekçi
s.9
Kavram Kargaşası Altında Direniş – Onur Keşaplı
s.13
Öğüt – Selin Süar
s.18
Değişmemeye Meyilli (şiir) – Umut Saim Balkır
s.25
İşgal Binaları – Mete Kızık
s.27
Dersim ve “Medyokrasi” – Bedri Baykam
s.31
Ben Var ya Bir Zamanlar…(karikatür) – Mustafa Bilgin
s.33
Ünsal Oskay: Aklın Egemenliğinden Aşkın Sonsuzluğuna Uzanış 5
– Ümit Hüseyin Girgin
s.34
Kuşların Kökeni ve Evrimi (1) – Özgür Keşaplı Didrickson
s.46
Popüler Kültür Okuma Alışkanlığı ve Okumanın Kurumsallaştırılması – Ahmet Doksanoğlu
s.55
Sinema Tarihinde Bağımsız Sinemanın Serüveni – Ümit Hüseyin Girgin
s.61
Kalpsiz (1) – Cem Göksoy
s.72
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! – Mustafa Balbay
s.77
6
Direnme Adnan Binyazar Konstantin Paustovski’nin “Bir Hayatın Romanı” adlı özyaşamöyküsünde geçen bir olay özellikle ilgimi çekti. Yaratıcılıktan yoksun, bağnaz, öğrenciyi belirli kalıplara bağlamaktan öte yeteneği olmayan edebiyat öğretmenlerinden sonra Pautovski’lerin sınıfına yeni bir edebiyat öğretmeni geliyor. Adı Selikhanoviş olan bu psikoloji ve Rusça öğretmenini şöyle tanıtıyor Paustovski : “Nasıl usta onarıcılar eski bir tabloyu kirinden pasından temizler, eski güzelliğini ortaya çıkarırsa o da Rus edebiyatını çapaklarından temizleyip arındırmıştı.” Bu edebiyat öğretmeni, yazarlığa heveslenen Kostik’e şu soruyu yöneltir: “ Yeteri kadar direnebilecek misin?” Gerçekten, yazarlık bir direnme midir? Yazarın direnç yöntemi nedir, yazar neye karşı direnecektir? Paustovski, “çok çalışmak, şiiri, sözü yaşamak” gerektiğini belirterek bir bakıma bu direnmenin yolunu yordamını gösteriyor. Ayrıca bunu, “uzun ve zahmetli bir yol” olarak da niteliyor. Direnme de, uzun, zahmetli bir yolu aşmak değil midir? Söz’ü (şiiri) yaşamak, aslında dirençlerin en soylusudur. Şiiri yaşamak demek, bir toplumu bütün katlarıyla, bütün özellikleriyle tanımak, onun beğeni kaynaklarına inmek demektir. Oysa bizde sözün yaşanırlığından çok süslü (simgeler, manzumlar) üzerinde durulmuştur. Direnmenin yerine, akıp gidene uyma söz konusudur bunda. Divan yazını bu geleneğin ürünüdür. Süs yönünden doruğa varan bu yazın, ne yazık ki yaşanırlık yönünden eksiklidir. Divan şairi halkın sözünü (şiirini) yaşamamıştır, yaşamadığı için de halktan kopuk bir anlayışın tükenmişliği içinde eriyip gitmiştir. Bu nedenle Divan şiiri işlevsiz 7
kalmıştır, şair halk kaynaklarının verimlerini değerlendirememiştir. Sanatçı, yaratıcılıkta direneceğine, teknik alışkanlıklarını geliştirmiştir. Oysa direnerek hiç kimsenin duymadığını, yaratılışı güç olanı sezdirmek durumundadır sanatçı. Pablo Neruda, “ Yaşadığımı itiraf Ediyorum” adlı özyaşam öyküsünde bunu şöyle belirtiyor: “…Hiçbir el sanatçısı, büyük bir çaresizlik içinde hayallerini gerçekleştirmiş, ilk defa yepyeni bir şey ortaya çıkarmış şairin ruhunu dolduran o sarhoş edici duyguları tanımaz. O an, bir daha gelmeyen andır.” O tek “an “ ı yaşamak için sanatçı büyük bir direnç gösterir. Bütün zamanların “an“ıdır o. Bir bakıma bu “an” ı yakalamak, alışılmışın, çürümüşün, orta malı oluşun karşısında gösterdiği bir dirençtir. Kendine özgü bir “an“ yaratan sanatçı ise, doğayla, insanla, yaratışın kendisiyle bütünleşmiş olur. Pablo Neruda köyden kente gelmiş bir ozanı (Miguel) şöyle anlatıyor: “Bana köyündeki hayvanları ve kuşları anlatıyordu. Bu edebiyatçı büyük bir tazelik ve heyecan verici bir yaşama gücü ile büyük şehre gelmişti; tıpkı doğada yeni bulunmuş, hiç zedelenmemiş çok güzel bir taş gibi. Uyuyan keçilerin karnına kulak dayayarak, suyun akışını dinlemenin ne kadar etkileyici olduğunu anlatırdı. Bu gizli sesleri ancak bir keçi çobanı dinleyebilir, böylesine güzel duygulara ancak o sahip olabilirdi.” Kimin kulağı keçinin damarlarında akan sütün sesini duyabilir? Ozanın bu duyarlığı yaratması nice direnmelerin sonucudur! Sonsuz olan da budur kuşkusuz. Sözün gücüyle insanın, doğanın, yaratımın gerçekliğine varan ozan yaratır. Neruda bu soylu yaratımın sonsuzluğuna her zaman değinmiştir: “Kim öldürebilir ki şiiri! Şiir, kedi gibi yedi canlıdır. İşkence ederler, sokaklarda sürüklerler, üstüne tükürürler, alay ederler, etrafını dört duvarla çevirirler, sürgüne yollarlar, fakat o bütün bunları yaşar, sonunda tertemiz bir yüzle gülümseyerek yeniden ortaya çıkar.” Direnen, halkının yaratım damarıyla beslenen şiir burada belirtildiği gibi uzun ömürlüdür. Doğanın gizlerini yenmiş, görünmez gibi olanı görmüş, işitilmezi duymuş sanatçı baskıların altında ezilmez. Onu ezdirmeyen, direngenliğidir kuşkusuz. Yazınımızda direnç göstermeden, halkın yaratım olanaklarını tanımadan yazarlık tahtına konmak isteyenler var. Şunu bunu kötüleyerek daha da saygınlık kazanacaklarını sanıyorlar. Bir karalamadır, bir dedikodudur gidiyor. Will 8
Durant’ın deyimiyle, başkalarını kötülemenin, kendilerini övmenin dürüst olmayan bir yolu olduğunu da hiç düşünmeden. Saldırıyla, pazarlamayla, aşağılamayla yazarlık olur mu? Yazarlığın birinci kuralı, burada da değindiğimiz gibi, direnç göstermedir. Ortaya yepyeni şeyler koymadır. Direngenliği, yaratmayı halkın kafasında da yaratmaktır. Sanatçı her yönden sarılmıştır. Basının bir takım gizli ellerin buyruğuna verilmek istenmesi, sermayeyi basının üstünde bir baskı aracı olarak kullanma istekleri, soy yazarların işini daha da güçleştiriyor. “Burjuvazi, gittikçe gerçeklere yabancılaşan bir şiir istiyor. Can çekişen kapitalizm şairin, ekmeğe ekmek ve şaraba şarap demesini bile tehlikeli buluyor.” diyor Neruda. Türkiye’de de aynı mantık geçerlidir. Gerçekleri söylemek, kendi içinde bile kendine direnmek suç sayılıyor. Sermaye, kafaları süngerleştiren sanatsal ürünlerin yaygınlaştırılmasını, insanın kendine, yurduna, özellikle de insanına yabancılaşmasını istiyor. Bu nedenle direncimiz, sanatımızın geniş boyutlara ermesini de sağlayacaktır. Şiir, bir oyalanma eylemi değil, topluma soluk kazandıran yaratıcı bir güçtür.
9
Baskılar Tarihi Turgay Fişekçi Fikret Hakan, bütün öykülerini topladığı Joe Brico Masumdur adlı kitabının kapağına babası A. Gaffar Güney’in Sansaryan Han’da çekilmiş bir fotoğrafını koymuş. Galatasaray Lisesi edebiyat öğretmeni ve Rusçadan yaptığı çevirilerle tanınan A. Gaffar Güney, komünistlik suçlamasıyla gözaltına alınıp o zamanlar “tabutluk” denilen işkence merkezinde yaşadıklarından sonra, acı dolu gülümsemeye çalışmış fotoğrafta. Bir süre sonra da kendi eliyle canına kıyacaktır. Olayın bütününü düşündüğünüzde öyle çok şey anlatıyor ki o fotoğraf… Onurlu bir insanın yalnızca onurunun kırılmış olması bile yetmez mi yaşamını bitirmeye! Kitaba adını veren öykü, “tabutluk”ta yaşananları anlatıyor. 1940’lı, 50’li yıllarda aydın olup da oralara yolu düşmeyen neredeyse yok gibidir. İşkencelerde aklını yitirenler, dünyaya küsenler saymakla bitmez. Buna karşın zalimliklerden sonra da hayatla bağlarını sürdürebilmiş, kendini iyileştirebilmişler de çoktur. Yöntemler değişse de, 70’ler, 80’ler de çok farklı olmadı. Yine işkenceler, ölümler, baskının bin bir türü… Hep düşünmüşümdür, Nazım Hikmet’ten Rıfat Ilgaz’a, Aziz Nesin’den Ruhi Su’ya, yıllar boyu, bütün bu aydın kuşakları nasıl dayanabildiler bunca baskıya, nasıl her badireden sonra yeniden doğar gibi dönebildiler hayata? Binlerce, belki on birlerce insan geçti o işkence tezgâhlarından. *** 10
Çağdaş edebiyatımızdan yapılacak seçmelerle çok etkili bir “İşkence Edebiyatı Antolojisi” hazırlanabilir. Nazım Hikmet’in Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim romanından başlanıp Kaan Arslanoğlu’nun Devrimciler’ine dek yapılacak seçmeler, bu kapkara geçmişimizi bugünün kuşaklarına en etkili biçimde gösterebilir. Bugün, orasından burasından çekiştirilerek girişilen tarihi sorgulama çabaları, ona haksızlık ettik, buna haksızlık ettik sözlerinden öteye geçemiyor. Oysa bütünlüklü bir bakışla yaklaşıldığında iki temel sorun çıkıyor ortaya: Demokrasi ve hukukun yokluğu. Bu iki unsur, birbirinin bütünleyicisidir. Biri olmadan ötekinin varlığından söz edilemez bile. Bir ülkede tam bir demokrasinin varlığı, ülkenin bütün bireyleri için tam güvenlik içinde bir yaşamın güvencesi demektir. O dili konuştun, bunu konuşmadın, o görüşü savundun, bunu savunmadın… Bunlar demokratik toplumların tartışma konuları olamaz. Demokrasi, en aykırı düşünceleri savunan tek bir kişi de olsa, onun söz, düşünce ve özgürce yaşama hakkının güvencede olduğu, bu güvenceyi toplumun bütün bireylerinin varlıklarında duyumsadıkları düzenin adıdır. Demokrasi, toplumun çeşitli kesimlerinin, katmanlarının, bireylerinin türlü isteklerinin yerine getirilmesi değildir; tersine herkes için bütün özgürlük ve güvencelerin tam ve eksiksiz olmasıdır. Bunun sağlanması yasalar ve o yasaların uygulandığı hukuk düzeniyle sağlanır ancak. Ülkemiz bugün, türlü nedenlerle demokrasi ve özgürlükler konularında tartışmaların içinde. Bu tartışmalardan benim görebildiğim ortada gerçek bir demokrasi isteğinin bulunmaması: Siyasetçi kendine göre, işadamı kendine göre, farklı toplumsal kesimler kendine göre bir demokrasi istiyor. Oysa acılar, sorunlar birimizin, beşimizin, onumuzun değil, hepimizin.
11
Demokrasi, herkes için, eksiksiz demokrasi olabildiğinde ülkenin bütün insanları kendilerini güvende, özgür duyumsayabilir. Ötesi, göstermelik bir demokrasiden ileriye geçemez.
12
Kavram Kargaşası Altında Direniş Onur Keşaplı ‘Okumuş zümre’ sarsak olmadı bu denli hiç, Bu denli ruhsuz, onursuz, ürkek, yardakçı, sümsük… Arsızlaşmadı beyin bu denli hiç, yitirip utanma duygusunu… Nihat Behram Kapitalizmin en ilkelini, demokrasinin en sahtesini yaşayan ülkemizde tartışmaların sığlığı, sözde entelektüeller arasından çıkan ve kitlelere yayılan yozluk, zaten dünyada net bir şekilde tanımlanamayan, birçok düşünüre göre akım bile denemeyecek kadar içeriksiz olarak nitelenen postmodernizm ile iyice ayyuka çıkmış durumda. Sanatta, kültürde, siyasette, bilimde kısacası her alanda kavramların, kuramların birbirine girdiği postmodernizm (konunun sanatla bağlantılı olarak Azizm’de yer alan çalışma için bakınız; Bir Eğlence Olarak Sanat ve Postmodern Sinema) 80li yıllarda muhafazakâr liberalizmle birlikte önce batıda hâkim konuma gelmiş ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla 90larda tüm dünyaya yayılmaya başlamıştır. Topluma karşı bireyi, kolektif yaşama, üretime karşı bireyciliği ve tüketimi pompalayan postmodernizm, sanatta türleri harmanlayan bir işlev yürütürken örneğin siyasette “kimlik” tartışmasını ateşlemektedir. İnsanları birleştirici bir yaklaşım yerine ayrıştırıcı bir görev üstlenmektedir. Etnik ve dinsel kimliklere geri dönüşü de beraberinde getiren postmodernizm, büyük söylemlerin, ideolojilerin sonunun geldiğini iddia ettiği halde nedense liberalizm ve serbest piyasayı konunun dışında bırakmaktadır. Ayrıştırıcı yaklaşımın bir diğer kısmındaysa Tarihin Sonu(Fukuyama)’nun geldiğini ve artık Medeniyetler Çatışması(Huntington)nın yaşanacağını “bilimsel” tezler halinde dünyaya sunulmuştur. Bir yandan küreselleşmeyi pompalayan Batı, diğer yandan öteki 13
olarak kabul ettiği herkese “sen İslam’sın sen Çin’sin ve öyle kalmalısın” diyerek normalde ikiyüzlü sayılacak tutumunu kavramların, kuramların iç içe geçtiği postmodern dünyada pekâlâ herkese yutturmaktadır. Anadolu, tarihindeki süreçler ve hükümdarların ekonomik, sosyolojik tercihleri nedeniyle Rönesans’tan başlayarak dünyayı sarsan tüm toplumsal, zihinsel olaylardan ya uzak kaldı ya da geç tanıştı. Yapısı itibariyle ne olduğu belirsiz olan postmodernizm ise 12 Eylül sonrası “büyük” atılımlarla kucağına oturduğumuz yeni ve muhafazakâr liberal düzende neredeyse dünyayla aynı anda Anadolu’ya geldi. Aydınlanmayı, modernizmi yakalayamamış bir toplumun postmodernizmi yakalaması ciddi bir sorunsaldır. Bu süreçle birlikte sözde entelektüeller ve genelde Marksist dünya görüşünden hızlı bir şekilde dönen isimler buldukları her platformda aykırı ancak temelsiz sesler çıkartmaya başladılar. Uzunca bir süreyi Marks ve sol literatürü aşağılamakla(dönekliklerine kılıf arayarak) geçirdiler. Bu sırada batının postmodernistleri de onlardan geri kalmadılar ve “ulus devletler tarihe karıştı” söylemlerini nedense(!) unutarak Türkiye Cumhuriyeti gibi farklı etnik yapıların, inançların oluşturduğu ülkelere “kimlik” ve “azınlık” söylemleriyle çıkageldiler. Örneğin Cumhuriyet devrimlerinin en büyük destekçisi ve nüfus olarak azımsanamayacak kadar yüksek Alevi toplumuna “siz azınlıksınız haklarınızı arayın” dediler. Ülkemizin ikinci büyük etnik grubu olan binyıllardır Anadolu’nun ve son yüz yılda da Türkiye’nin ayrılmaz bir parçası, kökü olan Kürtlere de “siz azınlıksınız haklarınızı arayın!” sözlerini yinelediler. “Siz eşit yurttaşsınız haklarınızı isteyin” gibi kesinlikle doğru bir yaklaşımla birleştiricilik yerine farklılıklara vurgu yapan ve ayrıştıran bu zihniyet maalesef en büyük desteği ülkemizde buldu. Öyle ki nüfus sayımlarında etnik kökenin sorulmasını isteyen milletvekilleri türedi. İnsanları ayrıştırıcı din hanesinin nüfustan kalkması için mücadele vermek unutuldu. Ülkede etnik köken konuşmak deyim yerindeyse popülerleştirildi. Ancak “Türk” kimliğinden söz etmek, hele hele gurur duymak faşizmle bir tutulmaya başlandı. Bu da bizi şu an gündemimizde bombardıman halinde süregelen kavram kargaşası altında direnişe getiriyor. Batının Yeşil Kuşak projesinin sözde ak partisi döneminde medyanın üçte ikisi süreci tetiklemekte. Cumhuriyet ve onun büyük önderi Mustafa Kemal’le hesaplaşma derdindeki çevreler için mücadele alanı oldukça genişlemiş 14
durumda. Bundan birkaç yıl önce “Altan biraderler”den birinin şu sözleri önemli: “Hiçbir komutan iyi bir insan değildir. İnsanlara ölmeyi emredenler iyi olamazlar. Bu sebeple Mustafa Kemal de iyi biri değildir.” Çanakkale’de emperyalizme karşı yurt savunması yapan Mustafa Kemal’in ağzından dökülen ve destanlaşan “Size ölmeyi emrediyorum” sözlerini sanırım artık gururla söyleyemeyeceğiz çünkü önder diye saydığımız insan kötü(!) biriymiş. Postmodern entelektüellerimizin insan yapısı üzerine teşhisleri gerçekten çok kuvvetli. Bir ırktın partisi olarak yola çıkan son derece milliyetçi bir partinin İzmir’den geçen konvoyu bir diğer ırkın partisi olan milliyetçiler tarafından taşlanınca bu postmodern güruhun “taraf” olmaktan gurur duyan tayfasının genç yazarımtrak şahsı tüm İzmir’i “barbar”, “taş devrinde yaşayan ilkel” ve elbette “faşist” ilan etti. Burada insanları protesto ederken taş atmanın yanlışlığının altını bir kez daha çizdikten sonra bu şahsiyetlerin diğer kentlerde diğer ırkın ötekine taş atmasını, saldırmasını görmezden geldikleri üzerinde hiç durmayacağımızı belirtelim. Burada önemli olan neredeyse Cumhuriyetin başlangıcından beri gâvur, dinsiz, solcu, ahlaksız hatta yer yer komünist olarak saldırılan İzmir’in bu sözlerin sahibi kesim tarafından faşist olarak nitelendirilmesi. Zamanın faşistleri için solun kalesi olan Egenin İncisi, jet hızıyla faşistlikten döndüklerini iddia edenler tarafından faşist olarak yaftalanmaktadır. İzmir aynı İzmir ama görülen o ki aynı şahıslar için eskiden de kötüydü şimdi de kötü. Tek değişen saldırış, yaftalayış şekilleri. Görüldüğü gibi “kafa kafaya gelmeyelim kafa kafaya verelim” reklâmlarından sonra “yaftalamayalım” reklâmlarıyla boy gösteren zihniyetin soğukkanlı olamamak gibi bir sorunu var. Çünkü sakin olamadıklarında demokrat, devrimci İzmir’e faşist diyenlerin Türk Solu’nun ölümsüz önderlerinden Deniz Gezmiş’e de faşist diyebildiklerini biliyoruz. Son sözlerinde “Tam Bağımsız Türkiye” demesidir Gezmiş’in büyük hatası. “Biz Türkiye’nin ikinci Kurtuluş Savaşçılarıyız” demektir hatası. Ancak belki de en büyük hatası “Samsun’dan Ankara’ya Tam Bağımsızlık İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü” düzenlemesidir. Yakın geçmişe kadar Gezmiş’e “bölücü, vatan haini” diye saldıran kafa günümüzde “faşist ulusalcı” diye saldıran kafayla aynı. Denizlerin faşist yapıldığı ülkede yıllar boyu komünist diye saldırılan ve bu yüzden işkencelerden geçirilen İlhan Selçuk’un faşist, her askeri müdahalede kapatılan, sansüre 15
uğrayan ve derin devlet tarafından yazarları katledilen Cumhuriyet Gazetesi’nin darbeci hatta derin devletçi sayılması şaşırtıcı olmaz. Son süreçte Onur Öymen’in talihsiz bir şekilde gündeme getirdiği Dersim olayları bu kesim için bulunmaz kaftandır. İsyanın Alevilikle ya da Kürtlükle alakası olmadığı feodal, aşiret yapısının gücünü kıran merkeziyetçi yapıya karşı ve beraberinde modernist devrimlerine karşı ayaklanma olduğu bilinirken, köprüleri havaya uçurup, karakolları basan, Cumhuriyeti hiçe sayan bir isyanın “özgürlükçü”, “hümanist” bir biçime sokulması postmodernistler için pek de zor değil. İsyanın bastırılması ve sonrasında yapılan yanlışlar ve suçu olmayan halka çektirilen zulüm bu ayaklanmayı asla hak çıkartamaz. İsyanı başlatan ve İngilizlerle mektupları ortaya çıkan şeriatçı feodal Seyit Rıza’nın mazluma dönüştürülmesini hatta kahramanlaştırılmasını izliyoruz bir süredir. Daha önce de şeriat istemiyle ayaklanan İngiliz emperyalizmi destekle Şeyh Sait’in mazlum, ayaklanmasının da Kürt kimliği için yapıldığı öğrenmiştik bu zihniyetten. Pek tabi ayaklananları ezen Mustafa Kemal de faşist bir diktatör oluyor böylece. Dönemin faşistleri Mussolini ve Hitler tarafından komünist olmakla suçlanan Atatürk yine dönemin demokrasi yanlısı batılı, doğulu tüm liderlerince saygıyla anılmış ve çağdaş demokrasiyi hedeflediği için alkışlanmıştır. Yine aynı Mustafa Kemal birçok yerde hedefleri arasında sosyalizmin olduğunu ancak işçi sınıfı olmadığından bunun devlet sosyalizmi olarak ilerlemesi gerektiğinin sözünü etmiştir. Ama bu verilen ve sayısı arttırabileceğimiz örnekler postmodern gerçekliğin faşist diktatörü Atatürk’ü değiştiremez! Bu zihniyetin temsilcilerini sadece gazetelerde, medya organlarında aramak yanlıştır. Başta vakıf üniversiteleri olmak üzere tüm eğitim kurumlarımızda bu isimler ve onların yetiştirdikleri (ve elbette ülkenin en demokrat kurumu YÖK’ün atadıklarıyla) etkindirler. Kendilerine genç bir kitle yaratmıştırlar. En tehlikelisi bu kitlenin kendini oldukça aydın sanmasıdır. En son iyice ayyuka çıkan tele kulak skandallarına ve hukuka aykırı telefon dinlemelerine karşı yürüyüş yapan ve faşist 12 Eylül darbesi tarafından deyim yerindeyse yerle bir edilmiş olan İstanbul Barosunun yürüyüşünde işte bu genç “sivil” aydınlar “Darbeci Baro Taksime Hoş geldin” pankartını büyük bir entelektüel pişkinlikle asabilmektedirler. Sadece ülkemizin değil dünyanın en
16
başarılı faşist, Amerikancı darbesi olan 12 Eylül’ün meyvesi ak hükümeti demokrat bulanların baroya darbeci demesi bizleri hiç şaşırtmamakta. Sonuç olarak kavram kargaşası altındaki gündemimiz ve toplumumuzun geleceği oldukça puslu bir görünüm içindedir. Bu yer yer güldüren yer yer şaşkına çeviren söylemler artık şaka olmaktan çıkmıştır ve ülkede etkin konuma gelmiştir. Yakın bir gelecekte Atatürk’e Cumhuriyeti kurduğu için sinirlenen ve bunu cehaletinden değil aldığı eğitimden dolayı söyleyecek nesiller yetişmesi bizi şaşırtmaz. “Faşist Cumhuriyet devrimini destekleyen faşist Bolşeviklerin lideri kanlı diktatör Lenin” gibi söylemlerin ve bunu böyle öğrenmiş gençlerin bizleri şaşırtmayacağı gibi. Yapılması gereken mümkün olan her platformda bu zihniyete karşı koymak, direnmektir. Maalesef artık bu lafları görmezden geleceğimiz, gülüp geçeceğimiz günler geride kalmıştır. Hâkim olan düşünce, kavramları birbirine sokan, kuramları harmanlayan kısacası saçmalayan düşünlerdir. Buna karşı direnişimizde “eğitim şart” sloganı da tarihe karıştı. Artık akılcı eğitime, sistemli mücadeleye, soğukkanlılığa ve her şeyin ötesinde gerçeklere, bilgiye ihtiyacımız vardır. “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanların” gündemi belirlediği ülkede faşizm ve postmodernizmi dahi tanımlayamayacak bu zihniyete katledilen devrimci, Atatürkçü, demokrat gazeteci Uğur Mumcu’nun bir diğer alıntısıyla seslenelim: “Sen niye bu kadar tembelsin evladım? Yapma evladım, biraz oku evladım. Öğren ondan sonra konuş evladım. Sen faşist de olamazsın evladım. Faşizmin ne olduğunu bilmezsin, sen kör kütük cahilsin evladım. Niye böyle yapıyorsun evladım? Niye böyle yapıp kedini el âleme rezil ediyorsun evladım?”(14 Mayıs 1986) Gericiliğe, bağnazlığa, halkların kardeşliğini bozanlara, devrimleri baltalayanlara, dinciliğe ve gerçek faşizme “geçit yok” diyebilmek için postmodernlere inat birleşelim ve direnelim Aziz dostlar…
17
Öğüt Selin Süar Oğul, İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Avun oğlum avun. Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın. Ama, Bunları nerede, nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın. Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizemler, bilinmeyenler, görülmeyenler ancak senin fazilet ve erdemlerinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı, atanı say, bereket büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol. Her sözü üstüne alma. Gördün söyleme, bildin bilme. Sevildiğin yere sık gidip gelme, kalkar muhabbeti itibar olmaz. Üç kişiye acı: Cahiller arasındaki âlime, Zenginken fakir düşene, 18
Hatırlı iken itibarını kaybedene. Unutma ki! Yüksekte yer tutanlar aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklı olduğunda mücadeleden korkma. Bilesin ki; atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler. Ey oğul!
Artık Beysin... Bundan sonra öfke bize, gönül almak sana... Suçlamak bize, katlanmak sana... Acizlik bize, yanılgı bize, hoş görme sana... Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana... Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlamak sana... Ey oğul! Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana... Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana... Ey oğul! Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz... Şunu da unutma: İNSANI YAŞAT Kİ DEVLET YAŞASIN Ey oğul! Yükün ağır, işin çetin. Allahü Teala yardımcın olsun!"
Bu sözler 1206-1326 yılları arasında yaşamış olan Şeyh Edebali’nin, Osmanlı Devleti’ni kuran ve ona adını veren Osman Bey’e öğüdü olarak tarihe geçmiştir. Rivayet, Osman Bey’in rüyasında Şeyh Edebali'nin göğsünden bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve kendi göğsünden bir büyük ağaç çıkıp dallarının 19
dünyayı kapladığını, ağacın altından birçok nehrin çıkıp insanların buradan geçtiklerini anlatmasıyla başlar. Gerçekten de ilerleyen çağlarda Osmanlı, bir imparatorluk olarak dallarını Viyana kapılarına dek uzatacaktır. Şeyh Edebali’nin bu öğüdünü yeniden hatırlatmak istedim, çünkü bugün Türkiye, iyi yönetilmemenin acısını çekmektedir. Ancak bu konuya başlamadan önce ben bile kendime karşı direnmek zorunda olduğumu, bize dayatılan kavram kargaşası boyutunda “şeyh” , “Osmanlı”, “din”, “milliyetçilik”, “cumhuriyet”, “Atatürk”, “halk”, “demokrasi” gibi kavramları, sıfatları, kişileri yan yana kullanacağım için kendimi kafası oldukça karışmış ve kabahat işlemiş olan bir çocuk gibi hissettiğimi belirtmeliyim. Son yıllarda ‘halka’ dayatılan farklılaştırma/yanlılaştırma politikaları, ‘o kötü, bu iyi’ söylemleri ve kavram kargaşası etrafında üzerinde kalitesiz çamaşır suyu kullanmış gibi bir oraya bir buraya çekiştirilirken yırtılacak gibi olan, bir tarafından ‘cırt’ diye giden veya tamamen ortadan ikiye bölünen ulusal kimliğimiz çerçevesinde belki de pek çoğumuz böyle hissediyor. Konuşurken bize çok doğal gelen tarihsel sürecimiz, geçmişimiz, kimliğimiz veya tarihimizdeki kavramların bir arada kullanılmasının şu an bize ‘cıs’ olarak tanıtılması, halkı bölme amacı taşıyan süper zekâlılar(!) için elbette oldukça bilinçli yapılan bir eylem. Özellikle son birkaç yıldır ve ayyuka çıkmış haliyle son aylarda karşımıza çıkan siyasi getirim sağlama ve gündemi sürekli değiştirip insanların kafasını sürekli meşgul ederken saman altından su yürütme amaçlı yapılan tahrikler (örneğin, tarihi gerçeklerin (!) su yüzüne çıkarılması, protestolar, sorgusuz sualsiz içeri almalar, unutturmalar, yeniden canlandırmalar, şehirlerin aslı astarı olmayan yeni tasvirleri, yeni yaftalar vb.) hepimize aynı soruyu sorduruyor: Türkiye nereye gidiyor? Türkiye’nin nereye gittiği konusunda sağcısından solcusuna, aşırı uçtakinden umursamayanına kadar pek çok ağızdan duyduğumuz ‘Hiç iyi bir yere gitmiyor’ söylemlerini bir yana bırakıp, tarihini bilmeyen geleceğe sağlam adımlarla ilerleyemez misali Türkiye’nin nereden geldiğine yeniden göz atmak istedim. Bundaki amacım İslamiyet öncesi veya sonrası Türk tarihi, Osmanlı tarihi ve devrimlerden, ilkelerden sonra geri kalanı hiç öğretilmeyen Cumhuriyet tarihi
20
değil; genel olarak yöneticilerin yaptıkları, başarılar ve çöküşe giden yolda TÜRKLERİN tarihinde ortak noktaları bulabilmekti. Bildiğimiz gibi eski Türklerde siyasi teşkilatlanmanın en üst kademesini “il” oluşturmaktaydı ve ülke, ikili devlet sistemine göre, yani sağ ve sola ayrılarak (bugün bize dayatılan sağ-sol anlamında değil!), ‘kağan’ adı verilen ve erdemli, bilge ve dürüst yöneticiler tarafından yönetilmekteydi. Ülkenin Sol (Doğu) ve Sağ (Batı) olmak üzere ikiye ayrılması, merkezde (ortada) bulunan hükümdarın yönetimi kolaylaştırması içindi. Sağda ve Solda ise hanedan üyelerinden olan Yabgu’lar vardı ve halk, ‘töre’ adı verilen hukuki düzenle idare edilirdi. Eski Türklerde de Türk tarihi boyunca en zor anlarda bile direnmeyi beraberinde getiren ‘bağımsızlık’ en önemli ilkeydi. Çin yıllıklarından alıntı olan ve Asya Hun Devlet Meclisinde hükümdar Ho-Han-Ye’nin kardeşi Çiçi’nin M.Ö. 58’de yaptığı konuşma bunu en belirgin şekilde ifade eder: “İstiklale karşı hayranlık duymak ve bağımlı olmayı yüz kızartıcı saymak bizim geleneğimizdir. Atalarımızdan toprakla beraber devraldığımız devletimizi; Çin ile uzlaşmak pahasına feda edemeyiz. Mücadele edecek savaşçılarımız mevcut iken devletimizi korumalıyız”. Büyük Hun Devleti'nin başında bulunan Ho-Han-Ye'nin devletin maddi sıkıntılarını da neden olarak göstererek Çin egemenliğine girmek istemesi üzerine kardeşi Çiçi bu konuşmayı yapmıştır. Eski Türk devletlerinde özel mülkiyet hürriyetin teminatıydı ve kimse, bir başka kimseyi bulunduğu yeri terk etmeye zorlayamazdı. Türklerin inanç yapıları da birbirlerinden farklıydı. Eski yıllarda Şamanizm, Budizm. Maniheizm, Musevilik gibi farklı dinlere inanmayı seçen Türk topluluklarında Gök Tanrı ile başlayan evrensel bir yaratıcı olgusuna gidilmiş ve farklı dinlere inanan farklı kimlikler, hoşgörü çatısı altında tek ülkede toplanabilmişlerdir. Gerçekten de ister İslamiyet öncesi ister İslamiyet sonrası olsun Türk devletlerinin, imparatorlukların savaş nedenlerine baktığımızda dini yaymak yerine toprak elde etme, egemenlik gibi kaygılar ön planda olmuştur. Sayıca kesin bir bilgiye ulaşılmamakla birlikte bugün Cumhurbaşkanlığı forsunda bulunan 16 yıldız, tarihteki 16 büyük Türk devletini temsil etmektedir: Büyük Hun İmparatorluğu, Batı Hun İmparatorluğu, Avrupa Hun İmparatorluğu, Ak Hun İmparatorluğu, Göktürk İmparatorluğu, Avar İmparatorluğu, Hazar İmparatorluğu, Uygur 21
Devleti, Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuk İmparatorluğu, Harzemşahlar, Altınordu Devleti, Büyük Timur İmparatorluğu, Babür İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu.
Bu devletlerin yıkılış nedenlerine baktığımızda genel olarak, devletler büyüdükçe artan yönetim bozuklukları, lükse olan düşkünlük, halkın yaşadığı ekonomik sıkıntılar, dışa bağımlı olma, dış güçlerle mücadele, borçlardan ve çatışmalardan ötürü toprak kaybetme ve en nihayetinde parçalanma olarak karşımıza çıkar. 1955’ten bu yana gelen süreç bu panoramaya çok da yabancı değil ve aslında kendi kendimizi yönetmiyor olduğumuzu gösteriyor. Güdümlü bir dış politika, piyonlarını dünyadaki dört yüz büyük şirketin belirlediği güç odaklarının dayatmasına ülkeyi bağımlı kılarak bugünlere gelmemize neden oldu. Süreç boyunca olumsuz gelişmelere karşı duyarsızlaştırma, toplum bilincini yok etme, ortak aklı yapay gündemlerle sürekli meşgul etme, halkın temsil gücünü yönetimden ayırma yöntemleri ustaca kullanılarak sorgulamayan, denetlemeyen, öz saygısı olmayan, geçim ve can derdinde olup gelecek kaygısıyla yaşayan, bu nedenle günlük sıkıntılarla boğuşmaktan çevresindeki yangını göremeyen, toplum olarak da adlandıramayacağımız bir halk kitlesi yaratılmış oldu. Yöneticilerin kendi çıkarlarını ülke çıkarlarına tercih etmesi, bu yönde kendilerine çanak tutacak yandaşlarına para yedirerek taraftar bulması, fabrikaları kapattırıp küçük işletmeleri, kendi kurdukları büyük şirketlere boyun eğecek kadar zorunlu hale getirmesi, hiç utanmadan sıkılmadan kanun koyup bozması ve halkın bunları geçim derdine düşerek desteklemesi (ki halka da sormak gerek, ‘hayat standartlarınız ne kadar düzeldi?’ diye) yetmezmiş gibi tarihinin bir kısmıyla bozmuş yazar/aydın gruplarımız din, demokrasi, cumhuriyet değerleri üzerinden halkı şaşırtmaktadır. Hem Osmanlıcılık taslayıp Cumhuriyetçileri ve Atatürk’ü kötüleyen; hem de Atatürkçülüğü kullanıp Osmanlıyı savunmayı gericilikle bağdaştıranlar yanlış yoldalar. Her iki grup da savundukları konuların olumlu yanları bulunduğu gibi, eleştirilecek yanları da olabileceğini göremeyecek kadar basiretsiz olamazlar diye düşünmekteyim. Öyleyse kendi çıkarlarını önceleyecek bir art niyet olduğunu görmek gerekmektedir. Halkı yanlış bilgilerle, belirli kıstaslara dayanarak bez parçası gibi çekiştirip paçavraya döndürmek yerine, ayrımcılığa neden olanların ayrımcılık yaptıklarını yine ayrımcılık yapmak üzerinden söyleyen basın mensuplarımızın, aydın geçinen yazarlarımızın ülkemizin asıl 22
sorunlarını bir yana bırakıp tef çalıp ayı oynatmayı bir an önce sonlandırmaları gerekiyor. Konuşmayı bilmeyen yöneticilerimizle tartışmayı, hakkını savunmayı unutacak hale gelen veya bunun bir diğer yüzünde kendi paçasını kurtarmaktan başka bir şey düşünmeyen yöneticilerimizle, Rabbena hep bana diyerek kendini bu dünyanın tek hâkimi sanan bencil bireylerimiz bugün atalarının isimlerini bile hatırlayamayacak, onların orduları, devleti, imparatorlukları yönetmesini çok basit bir iş gibi görerek kendi düşüncesi ve ‘taraf’ olduğu grubu doğrultusunda kendine göre olmayanı aşağılayıp dışlayacak, onu hor görecek hale getirilmiştir. Ne yazık ki son olarak Atatürk’ün vurgulamasıyla “Ne mutlu Türküm diyene” sözünün “evrensel” birliği kastetmesi de çöpe atılmış; bir azınlık hikâyesi, kimlikleştirme sorunsalı alıp başını gitmiştir açlıktan nefesi kokan, ama yastık yorgan altında altın bilezikler saklayan sevgili yurdum insanında. İnsan, çevresindeki milyonlarca ses içinden yalnızca duyabileceği eşikte olanını algılar. Eğer her biri duyabileceği eşikteyse bu kez duymak (işitmek) yerine dinlemek gerçekleşir ve birey, yalnızca ilgi alanına gireni anlar. Algıda seçicilik sadece tat, işitme, dokunma gibi duyularımızla değil, bilgiyi elde etme ve ona yönelme durumunda da bize eşlik eder. Kavram kargaşasına ve imge bombardımanına tutulduğumuz zaman içerisinde, asıl sorunları ve çöküşümüzü görmezden gelip kendimizi boş yere efelik taslamalarla ve düştüğümüz denizde sarıldığımız yılanlarla avutmak niye? Kendimize, tarihimize, gerçeklere olan direnişimiz neden? Bu büyük sessizlik ne zaman bitecek bilinmez ama birbirimize destek olup beraberce hareket etmek yerine birbirimizi daha nereye kadar yolacağız, işte en büyük muamma burada. Şeyh Edebali’nin sözlerinde atalarımızın, Türk adını dünyaya duyurabilen her liderimizin vasıflarını görmekteyim. Unutmamamız gerekir ki bulunduğumuz sosyal ortamlarda veya aile ortamında edindiğimiz rol modellerinde en az bir kez lider olmaktayız. Her liderin bu öğüdü okuyup anlaması ve istiklaline düşkün doğamızda lider olma kapasitesine sahip her bireyin bencilliğini, ezilmişliğini, leş kargalığını bir yana bırakıp öncü olarak davranması, erdemli, dürüst ve bilge özelliklerini sözde bırakmayıp eylem adamı olması ve ülkemizi hak ettiği yerlere taşıması en büyük dileğimdir. Kaynakça: 23
http://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%BCy%C3%BCk_Hun_%C4%B0mparatorlu%C4 %9Fu http://www.turkcebilgi.com/cumhurbaşkanlığı_forsu/ansiklopedi http://tr.wikipedia.org/wiki/Osmanl%C4%B1_%C4%B0mparatorlu%C4%9Fu http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=75715 http://tr.wikipedia.org/wiki/G%C3%B6kt%C3%BCrk_Ka%C4%9Fanl%C4%B1%C4 %9F%C4%B1 http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=79 http://www.koyenstituleri.net/index.php?option=com_content&task=view&id=43&Ite mid=64 http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=2843
“Tarih I- Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri, Tarihten Evvelki Zamanlar Ve Eski Zamanlar”, Türk Tarih Kurumu, Kaynak Yayınları, Doğu Perinçek’in önsözüyle Beşinci Basım, Kasım 2003. “Tarih III- Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri, Yeni Ve Yakın Zamanlar”, Türk Tarih Kurumu, Kaynak Yayınları, Doğu Perinçek’in önsözüyle Dördüncü Basım, Mart 2005
24
Değişmemeye Meyilli Umut Saim Balkır Sabahın ilk umutlarıyla ıslanmıştı çimenler, kristal meşalelerdi üzerine basılmadan önce. Geçmişti, akşamdan kalma mide bulantısı ve baş dönmesi, ağrı kesici kahvaltıdan sonraydı… Kirli lavaboya dayanmış yarı uyanık, yarı bitkisel, güne ayıldığının bilincinden çok uzaktı bir adam… Ayaklarından yukarıyaydı kan akışı ve beyninden geçenleri savururdu, yoğun müzikten bunalmış kafatası. Bir şişeye bastı, sonra birine daha… Yolundan çekilmiyordu sanki şişeler bitmelerine rağmen dün gece. İçmeye kasa kasa neden varken, kanı sek akamazdı, yalnız kalamazdı, yaşlanamazdı, algılanamazdı, ağlamazdı… Eline baktı, avucuna yazmıştı, ne yazmıştı, kimi yazmıştı hatırından kaçtı… Zaten hepsi bir kaçıştandı, o kadar hızlı koşardı ki geriye baktığında hala bir umudu vardı… Bugünse kayıptı, başarmıştı, kendinden kayıp bir adamdı ve kahvaltıda ne yemekten hoşlandığını hatırlayamadı… Vazgeçti kahvaltıdan da ağrıyı kesen ilaçtan da, acıyı çekmeliydi ruhu, kanı çekilmeliydi ki yakınlığını hissetsin toprağa… Telefon çaldı, açtı… Sesi bir hırıltıydı ama karşı taraf alışkındı, verdi adresi… Bir sonraki gecenin unutkanlık sofrasında ayrılmıştı yeri, geriye doğru sayması gerekliydi… Saçları karaydı, gözlerinde itaatkar bir köpeğin bakışları; gece geldiğinde hazırdı bedeninden uzaklaşan ruhunun çığlıklarına… Zaman, sen bizi atla, sil, boz, kır, dağıt ama gel sen bizi atla… İçimizde değişmemeye yeminli çocuklarla koşmalıyız biz uçurumun ardına.
Yorgun Tür 25
Sek votka da yüzmek, aklın ötesi bir durakta dinlenmek, Sevmeyle sevilmenin olmadığı ıslak yatak birlikteliği, Can sıkıcı anlamları tümüyle atmalı, hazda karar kılınmalı. Bunca manasız hayatın görüntüsünü antenle oynayarak bozmalı. Birbirini tanımaya gelmemiş bir dolu insan, hızını almamalı hayattan. Türünün son örneklerini veren yaşam yükü deneylerini sürdürmeli. Birilerinin hayatına teğet geçerken ilk el birey, Evriminin dur umduğunu ortaya koymadan arada bir derin uyumalı. Bıkkınlık hiç olmamalı, devam ya da tekrar sadece ziyan. Tufanından önce gemilerini kemirenler omuzlarda, Uyuşturucu, televizyon, gelenek ve biraz da ödenek olmalı ki, İçimizin paslı yollarından gelme bu çığlık sussun, bu isyan. Devrim, devrim, devrim insanın cılk yarasından durmadan akan.
26
İşgal Binaları Mete Kızık Büyük yapı şirketleri, eski evleri yıkıp yerine bürolar, yeni lüks evler yapmayı tasarlar. Yetmez, çevre güzelliği ve sokak yenileştirme manipülasyonları sonucu eski binalar boşaltılır. Bu durum kiraların katlanmasına yol açar. Çalışanlar, gelirlerinin neredeyse yarısına yakınını kiraya vermek durumunda kalır. Üstelik sosyal, kültürel ve eğlence alanların azlığı da işin cabasıdır. Bu nedenle bina işgalleri gerçekleştirilir. Boş duran evlerin mülk sahiblerinin rızası aranmadan kullanılması sürecidir bu. Ev işgalcilerinin kendilerine ait bir amblemi de var. Soldan başlayıp sağa doğru şimşeklenen dairede içindeki N harfi sembol olmuştur. Hareketin Tarihi: İşgal evleri 69 küresel isyanın Avrupa'daki etkileri arasındadır. Hatırlıyalım. 68 dönemi öncesi Almanya'da üniversite öğrencilerin yüzde 62'si bakireydi ve evliliğe büyük önem veriyordu. Büyük şehirler hariç çalışan kadınların sayısı bir elin parmakları kadar azdı. Kadınların çalışması” normal” sayılmıyordu. Aynı işi yapan kadınlar üçte bir daha az ücret alıyordu. Baba ocağından ayrılmak kızlar için çok zordu. Sadece evli çiftlere kiralık ev verilirdi. Kira sözleşmelerine evli olmayanlar için, arkadaşlarının saat 22.00'de evi terkedeceği şartı koyulurdu. Çünkü; Vaymar İmparatorluğu'ndan kalma yasalar gereği evli olmayan çiftlere sevişme olanağı sağlayanlar da beş yıla kadar hapis cezasına çaptırabilinirdi. Fransa'daki öğrenci yurtlarına cinslerin giriş çıkış yapması yasaktı. Oysa gençlerin barınabilecekleri, kira için çalışmak zorunda kalmayacakları, aile otoritesinden uzak, dağınıklıklarını, pasaklılıklarını yaşayacakları ortamlara 27
ihtiyaçları vardı. Gürültülü müzik dinleyecekleri, sevişebilecekleri, politik tartışmalar yapabilecekleri, kültürel etkinlikler düzenleyebilecekleri alanlar gerekiyordu. Böylesi ortamda yapılması gereken neydi? Tabiiki isyan ve işgal!
Ve böyle başladı “kamulaştırma” eylemleri. Bir araya gelindi. 70'li yılların başında, bir gece ansızın sayıları 300 aşan müstaripler, ilk kez Frankfurt'un batı yakasında boşta duran büyük bir binayı işgal etti. Hem de ne işgal! Yaşayanların anlattıklarına göre sambadan halaya kadar onlarca insan, güle oynaya kalkıştı bu eyleme... Uzun süredir adeta in ve cinin top oynadığı binanın, ansızın onlarca konuğu olur. Duvarlar rengarenk boyanır. Alman makina düzeninin tersine yaşamının estiği sokakta farklı kareler oluşturur. İşgalin gerekçelerini anlatan duvar yazıları, siyah ve kızıl bayraklar dış cepheyi kaplar. Sokaklarda dans edenler, oynayan çoçuklar ve gürültüleri bangır bangır müzik sesleri, İşgal, kamuoyuna bir bomba gibi düşer adeta... Farklı bir dünyanın mümkün olabileceği görünür. Her kesimden insanın girip çıkabileceği, bulaşabileceği, sohbet edebileceği, konaklayabileceği, müziğin sonuna kadar açılmasından kimsenin rahatsız olmadığı ortam yaratılır. Böylece hem barınma sorunu politik olarak ülke gündemine girmeye başlamış hem de sistemin çarpık bir yönü daha vurgulanmıştır. Frankfurt'tan saçılan işık çok kısa sürede Türkiye hariç tüm Avrupayı kapsar. Hollanda, Fransa, İngiltere, İtalya, İspanya, İsviçre, Avusturya, Belçika'da bir anda onlarca bina işgalleri yaşanır. Berlin'in Friedrichshain ve Kreuzberg ilçesinin Mainzber caddesi, Hamburg'un Rote Flora'sı, Barselona'da Kasa de la Muntanya , İngiltere'de Roseberry Avunue ve Centro İberico'ya işgalleri, İtalya'da özellikle Milano'da daha sonra onlarca sosyal merkez(CSAO) bina işgalleri sürecinde militan direnişler gerçekleştirilir. Bina işgalleri arasında Viyanada'ki bir süreç çok ilginçtir. 28
İkinci Dünya Savaşı Savaş sonrası Viyana dört bölgeye ayrılır. İkinci ve onuncu bölgeler Sovyet birliklerinin elindedir. Öyle ki savaş döneminde bir işçi semti olan onuncu bölgenin Favoriten caddesindeki yaklaşık 3 bin metrekarelik “işçi merkezi” binası, 1919'dan beri anti faşist savaşta partizanların sokak çatışmalarının üssü görevini de görmüştür. Avusturya'nın bağımsızlığının kazanmasından çok kısa bir süre önce bu bina, Avusturya Komünist Partisi'ne (KPÖ) tapulanır.Ancak daha sonra KPÖ mali krizi öne sürerek binayı, ülkenin tanınmış faşistininde yer aldığı bir güvenlik şirketine satmaya kalkar... Adeta “paranın dini, imanı yoktur” deyişimiz, bir kez daha somutlaşır... Oysa ne diyordu EZLN'nin başkomutanı Marcos bir konuşmasında : “ Unutulan ve unutturulan tarih, şimdinin ve yarınki karanlığının göstergesidir.” Ayaklanıverir bu al gülüm ver gülüm satışa karşı çıkanlar... 1990 yılının Mayıs ayında 800 kişilik gönüllü ordusu, binayı işgal ederler. İlk iş olarak binaya, 50'li yıllarda bir anti faşist mitingde faşistler tarafından öldürülen partizan ErnstKirchweger'in adı verilir. İşgal binası, EKH olarak anılmaya başlanır. EKH, diğer işgal bina eylemlerinde olduğu gibi gençlerin barınma sorunlarına bir soluk getirirken hem de kültürel, sanatsal ve politik eylemlerin merkezi durumuna gelir Ancak bu durumdan rahatsız olanlar arasında bazı KPÖ' yöneticileri de vardır mahalle sakinleri gibi... Düzeni yıkmak isteyen parti, tutar mahkemeden ”mülklerinin işgalcilerden arındırılması” kararını çıkartır... Panzerler dayanır kapıya. Duvarlarında sokak savaşından kalma kurşun ve şarapnel izleri bulunan ve pencereleri çelik pancurlarla kaplı binaya onlarca kasklı polis saldırır. Kapitalist devlet, KPÖ'nün “mülkünü” komünistlerden, anarşistlerden, evsiz barksızlardan, sanatçılardan kurtarmak, “tahliye” kararını uygulamak zorundadır. Ancak başaramaz. Işgalciler direnir . Karşılıklı inatlaşma günlerce sürerken, dayanışma ve tepkiler de çığ gibi büyür... En büyük destek aydınlardan gelir. İşgalcilerle dayanışma sonuç verir. Avrupa'nın en zengin, ancak yıllardır en az oy alabilen Komünist Partisi (yüzde O.95) 2000'li yılların başında Viyana Belediyesi'ne binayı kiralamak zorunda kalır. Böylece hem yargı hem de polisler büyük bir sorundan kurtulmuş olur...20 yıla yaklaşan bir 29
mücadele sonucu karşı seslerin ve alternatif yaşamın merkezi durumundaki EKH işgal binası bugün de işlevini sürdürüyor iyi ki...
30
Dersim ve “Medyokrasi” Ateşi Bedri Baykam Aman Allah’ım, neler okuduk neler! Dersim’de yaşananları herhalde Öymen sayesinde yeni keşfeden bir sürü yeni yetme “medyokrat” (yani “mediocre” yetersiz medyanın sözde demokrat papağanı) müthiş makalelere imza attılar. Öymen hep böyle konuşup gaflar yapmalıymış, tarihte hiçbir şey örtülemezmiş, iyi ki bu sayede CHP’nin gerçek yüzü ortaya çıkmışmış, Dersim’de siviller(!) zarar görmüşmüş, bunlar cumhuriyetin kara delikleriymiş ve daha neler neler… Hadi profesyonel cambazları ve malum “taraf” gazeteleri geçelim. Medyanın ortadaki kesiminde de artık bu ucuz fırsat konvoyuna atlayan onca yorumcu var. Bakın Akşam’da Bir “Akademisyen” hanımefendi neler demiş; “Sakın siz özür dilemeyin Sn. Öymen, zira Türkiye Cumhuriyeti’ne büyük bir hizmet yaptınız ve görülmesin, bilinmesin, duyulmasın diye sandığa kilitlediğimiz, yok sandığımız bir ayrıntımızı gün yüzüne çıkarttınız” Bu dostlarımız için tarih medya kulelerinde yaşanıyor herhalde. Kulaktan dolma bilgiler, bir-iki Google araştırması ve hemen en zıpkın şekilde duruma el koyup Öymen’e CHP’ye “bindirme” ve Cumhuriyet’e, hatta Atatürk’e en hafifinden “sataşma”. En büyük ortak noktaları, fırsatçılık ve tarih yanılgısı: Bugünün şartlarıyla geçmişi eleştirmek, nerede bir yangın olursa, linç kültürü ile üzerine yürümek, geçmiş üzerinde bilgi sahibi olmadan en ukala fikirlere sahip olmak… Çok teşekkürler! Sizin sayenizde Alevi kardeşlerim Dersim’i öğrendiler! Onlar ki Türkiye’nin en Atatürkçü grubudur, onlar ki Hz. Ali ve Atatürk’ün resimlerini hep beraber asarlar, onlar ki Tunceli’de hep CHP’yi öne çıkarmışlardır, onlar ki yobazlığa geçit vermezler, ülke bütünlüğüne, Atatürk Cumhuriyeti’ne sahip çıkarlar, sayenizde 1937-38 Dersim İsyanı’nın nasıl bastırıldığını öğrendiler! O kanlı isyanı sanki bir başka ülkenin ordusu mu yaptı da, “siviller” zarar gördü deniyor? Savaşta zarar gören sivil ya da asker, her insan içimizi parçalar, 31
hiçbirimizin kalbi bunlara razı olamaz. Ama bir cumhuriyet ne kolay kurulur, ne de kolay korunur(!). Hele o yıllarda neredeyse her günYozgattaki “Çapanoğlu” ailesi gibi bir isyan vakası çıktığından, (“O işte Çapanoğlu çıktı” deyimi oradan geliyor!) M. Kemal ve arkadaşları sürekli olarak diken üstünde yaşadılar. Ata’ya suikast entrikaları, Şeyh Sait’ler, Menemenler, Dersimler. Bugün Cumhuriyetin tüm nimetlerini kullanan -hem de günümüz şartlarında onlara korkaklıklarıyla ihanet eden- kendini bilmezler, utanmasalar, Atatürk ve silah arkadaşlarını soykırımcı ilan edecekler! Bari kalkın, yaşayan Kurtuluş Savaşı gazisi bulursanız, onları da yargılayın, “sizin ne mal olduğunuzu biliyoruz, kaç Yeni Zelandalı genç kestiniz?” diye! Dersim İsyanı’nın en haşin bastırılma anlarında komutada kim vardı? Celal Bayar! Bu da işin bu bahtsız bataklığa saplananlar açısından şanssızlığı! Seyit Rıza’nın İngilizler’e yazdığı vatanı satan mektupları yok mu sayacaksınız? Tarihte kanlı isyanlara hoşgörü ile bakıp, şehit edilen onlarca askerinin ardından zeytin dalı uzatmakla yetinen ülke mi arayacaksınız? Bugün bu yaygarayı koparanlar ve şürekâlarının çoğunun Madımak’ta aydınlarımız yakılırken tepkileri neydi, hatırlıyormusunuz? “Aziz Nesin suçlu, o provoke etti” diyordu koca beyinli(!) medyokratlar! Peki, Öymen hata yaptı mı? Bence evet. Kelime seçiminde, zamanlamada, örneklemede hata yaptı. “Analar Ağlamasın” sloganını kendisine karşıt alması, son derece yanlıştı. Saldıranlar tarih yanılgısı dolu ise, Öymen de seçtiği dille en az onlar kadar uyumsuzdu. Çünkü bugünün gençlerini kendisinden fersah fersah uzaklaştıracak daha iyi bir yol seçemezdi. Özellikle liberal medyokrasi “sağcı faşist CHP” imajını körüklerken! Baykal’ın parti içinde yangını erken söndürememesi, CHP’nin olaylarda diğer eksi puanıydı. İşte bu gergin ortamda, Alevi gençlerin ivedi olarak bu tuzaktan sıyrılıp, yobazlara yarayan tepkilerini söndürmeleri lazım. Evvelsi gün Viyana’da, Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında çıkan provokatif olaylar çok tehlikeli. Bu tavır ve bölünme Alevilerin miraslarına ihanet olur. Çünkü herhalde gerçekten canları olan Atatürk’ün bu Cumhuriyeti ne mücadeleler pahasına kurduğunu, bu şanssız zamanda öğrenmediler! Ah, Onur Bey ah... Diplomasiyle siyasetin farkı bu mu dersiniz 32
Ben Var Ya Bir Zamanlar‌ Mustafa Bilgin
33
Ünsal Oskay -Aklın Egemenliğinden Aşkın Sonsuzluğuna Uzanış Ümit Hüseyin Girgin “Asılmaya giden mahkûm öleceğini anladığı vakit cellâdına âşık olur” Ünsal Oskay
Yazılması en zor yazılar en zor koşullarda mı yazılır? Ben bu yazıyı Ünsal Hocamı kaybettikten tam 40 gün sonra yağmurlu bir günde, buğulu camlarına baktığım koltuğumdan yer yer rahatsızlanarak öne ve arkaya serzenişlerde bulunduğum bir Çeşmealtı-İzmir dolmuşunda, kız arkadaşımdan ayrılmış olmanın verdiği hüzünle yazıyorum. Bundan bir ay öncesine kadar kafamda bu yazı ile ilgili bin bir düşünce, bir sürü kaynak okuma isteği ve akademik bir 34
metin çıkarma isteği ile yanıp tutuşuyordum. Oysaki bilgimi hayatımın merkezine aldığım her çalışmamda Ünsal Hocam için yeteri kadar güzel şeyler yazamadığımı fark ettim. Bunlar aklıma üşüşen sorularla birlikte kalabalıklaştı. Bilgimle ne yapabilirim? Bilgisizliğimle nasıl savaşabilirim? Tüm bu düşünceler dehlizinde boğulup gitmekteyken sığındığım onca kitap, yapmak istediğim binlerce alıntı, eminim ki hayatını adalet duygusuna güzelliğe, estetiğe vermiş bir insan söz konusu olduğunda sadece ve sadece kuru sözcükler olarak kalacaktı. Ve ben bugün bir kez daha anlıyorum ki Ünsal Hoca hakkında yazı yazmak O’nun hakkında yazılmış yazılar okumak, ne anlattığını öğrenmek değil, O’na karşı ne hissediyorsam onu yazmaktır… Ve benim için milat 2002 yılından günümüze uzanan bir zaman dilimini kapsamaktaydı. 2002 yılının bir eylül sabahında yorucu ve usandırıcı bir feribot yolculuğundan sonra ailemle birlikte Kıbrıs’a vardığımda beni neyin beklediğini bilemeyecek kadar toydum. Feribot muavinlerinin öğrencilere karşı göstermiş olduğu kaba davranıştan sonra bize bir “cennet” olarak gösterilen okulumuza doğru yol aldık. Fotoğraflarında oldukça şık ve güzel duran yurt odalarında ki nevresim takımları yerini tozlu battaniyelere, beyaz badanalı, şık duvarlar leke tutmaması için olsa gerek iç karartıcı bordo renge kuş tüyü yastıklar ve lüks yataklar yerlerini saman yataklar, gıcırdayan kapılara bırakmıştı. Bu rutubetli odanın davetsiz misafiri geceleri duvarların dibinde yürüyerek uykumuzu bölüyordu. Bu misafir farecik besinsizlikten öldüğünde tüm yurt personeli ve öğrencileri başında saygı duruşuna geçmişlerdi. Tuvalet ve duşlarında kapı yerine ince bir perde gerilen bu enteresan yurdun durumu bugün bana halkı açlıktan kırılan ancak buna rağmen lüks yatırım yapan, dış ülkeden gelen ziyaretçilere başbakanlara, sömürgeci devletlere kucak açan, domuzdan kıl koparmaya niyetli, pire için yorgan yakan 3.dünya ülkelerinin politikalarını çağrıştırmıştı. Aynı zihniyet gibi okul yönetimi de ziyaretçilerin rahat etmesini sağlamak amacıyla kocaman bir Akkm binası yaptırmıştı. Zamanla bu binalara girip çıktıkça içi boş binaların eğitim olmadıktan sonra hiçbir anlamı olmadığını öğrenecektim buna rağmen bozuk saatin bile günde iki kez doğruyu göstermesi gibi bu zihniyet de ara da sıra da doğru şeyler yapabiliyordu. Bu doğru şeylerden en önemlisi hiç kuşkusuz sevgili hocam Ünsal Oskay’ın bize eğitim vermesiydi.
35
Adadaki bu günlerimde ilkel bir insan gibi toparlanıp kendime çeki düzen vermeye başlarken okuma hayatımın içinde bulundum koşullardan farklı olacağını hissetmeye başlamıştım. Bu dönem beni etkileyen onlarca hocamdan birisi de Ünsal Oskay’dı. Daha doğrusu onun iletişim 1.sınıf öğrencilerine okutulan “İletişimin ABC’si” kitabını elime aldığım andan itibaren o ebatları ufak ama içi bir antioksidan etkisi yapan başyapıt. Yurtta okulda her yerde iki kitabı elimden düşürmüyordum. Birisi sevgili Atilla Türk’ün kültür tarihi dersimde Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı”sı diğeri ise Ünsal Oskay’ın “İletişimin ABC’si” kitabı. Başka türlü bir şeyler vardı bu kitaplarda insanı değiştiren, aile iç ilişkilerini düzenleyen, değiştiren, okudukça insanı anlatan… Bu küçük sarı kapaklı kitap neden bahsediyordu? İletişim ne demekti? İletişim sarı sayfalarda yer alan iletişim miydi? Yoksa ilkokulda ucuz etiketlerin üzerinde; öğrenci numaramızın tam altında yazan iletişim mi? Yok, hayır bunlar değildi iletişim. Ne diyordu kitap? İletişim: Belli bir coğrafya parçasında aynı doğa koşulları içerisinde varlıklarını sürdürmek için araç ve gereçler bulan, bu konuda çeşitli bilgiler üretmiş bulunan, bunları belirli işbölümü yöntemlerine göre kullanan, kendi aralarında ki bu iş bölümünden kaynaklanan farklılaşmayı haklılaştırmak için çeşitli değerler ve inançlar üreterek toplumun farklı kesimlerini ortak üst kimlikler içinde kaynaştırmayı amaçlayan insanların etkinliğidir iletişim. Biz iletişimi sadece posta kutularından, adres defterlerinden biliyorduk o güne değin. Onun bir kuram olabileceği hatta kuram diye bir şeyin varlığı bile çok 36
bilinen bir şey değildi belki de. Ne diyordu o kitap? Kitle diyordu! Belki de o kitabı okuduktan sonra üniversite yerleşkesinin o çok katmanlı kültürel ortamında nefes alabilmeniz kolaylaşıyordu. Önemli olan doğulu batılı olabilmek değil diyordum önemli olan sırtını birine dayamak ve birine sırtını verebilmektir. Ne olursa olsun önemli olan empatidir... Sınır koymaktı iletişim uçsuz bucaksız özgürlüktü, iletişim insanın beynine ve iletişim kurma kapasitesine bakmadan onu yargılamaktı demek ki? iletişim kitabı ile girdiğim yurdun arkasında ki askeriye kantininden çoğu kez şortla girişimden dolayı tepki toplamam bu yüzdendi demek ki ama iletişim aynı zaman da empati demekti. Karşıdaki insanın ne yapmak istediğini ve neden yaptığını anlayarak kendini onun yerine koymak demekti. Kozmopolit bir üniversite olan Yakındoğu Üniversitesinde, çoğu şoven milliyetçiliğin esiri olan üniversite gençlerine empatinin ne olduğunu, iletişimi birbirimizi anlamayı öğretti, tabi anlayana. Bir anda ön yargıları kırabilecek bir şeylerden bahsetti bize. Belki Ünsal Hocam biz özel üniversite öğrencilerini yanına pek gelmedi çok nadir uğradı Kıbrıs’a belki de bu yazıyı benden önce kaleme alması gereken binlerce öğrencisi var. Evet, gerçekten de çok yanımızda değildi. Ancak ben bugün biliyorum ki onun ardından en çok ağlayanların içerinde o okulda ki tanıdıkları, arkadaşları ve öğrencileri vardı hatta onu tanımayan ondan ders alamamış öğrencileri. Ve biz biliyorduk ki az olan, ulaşılmaz olan her zaman için önemlidir. Hocalarımızın çoğunun apoletinde, Bilgi Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi, Marmara Üniversitesi yazmasına rağmen onlar bizim de hocalarımızdı ve bu da bizim için yeterliydi. Ünsal Hocam bizi ilk defa porno ve erotizm arasında bir fark bulunduğunu gösterendir aynı zamanda. Her şeyi anlamanın başka bir yolunun da onu eleştirmekten geçtiğini öğretti. Zizeksel bir tabirle bizi yozlaştıran, hayal kurmamızı engelleyen, realiteden kaçırmak yerine kirli ayakları ile iliğine kadar kurumuş fallusları ile beynimizi işgal eden pornografinin yerini estetikleştirilmiş erotizmin almasının insanlık adına daha hayırlı bir iş olduğunu gösterdi. Bu yönüyle insanın hayvandan ya da başka canlılardan farklı olmasının gerektiğinin altını çizdi. Bir filmin alt metnini olduğu gibi almamız gerektiğini diğer hocalarımızdan, kendi aramızda ki sohbetlerden ve okuduklarımızdan ve 37
kulaktan dolma bilgilerden biliyorduk da bir film nasıl okunur o güne kadar hiçbirimiz bilememişiz meğerse! Ünsal Hocam her zamanki alçak gönüllü tavrı ile bizim sinema kulübü olarak nitelediğimiz ancak asla bir vakıf üniversitesinin sinema kulübü olarak gösterilemeyecek izbe, biçimsiz, soğuk sınıfa alçakgönüllü bir biçimde girdiğinde hepimiz o ana kadar desteksiz savuran ancak yapmamış olduğu okuma pratiklerine güvenerek kendisini matah bir şey zanneden ukalalar şeklinde geziniyorduk. Sakin biçimde oturdu, kuruldu sandalyesine. Gözleri önce sınıfta bulunan beş kişiyi aradı daha sonra film başladı. Kesik eller, kutsal kitaba dönüşen ve elde patlayan silahlar, bir elin içinde doluşan karıncalar, kesilen gözler bunların hepsini gördük ve her normal insan gibi filmin büyük bölümünün dışavurumcu sinema estetiğinden, dolayısıyla da rüyalardan esinlendiğini düşündük. Oysaki dışavurumun bazen sadece bir dışavurum olduğunu, sanatın ve bilimin katkısının dışavurumu dışavurum yaptığını bilmiyorduk. Film bittikten sonra her zaman insanı rahatlatan tavrı ile dönüp ne anladığımızı sordu. Tam hatırlamıyorum ama hepimiz bir şeyler saçmalamıştık. Bunların hepsi bizden akıllı adamlar dedi ve ellerini kavuşturarak anlatmaya başladı; “Eldeki karıncalar işçi sınıfını temsil eder. Bisikletten düşen adamın kadın tarafından kurtarılması, yardım edilmesine rağmen hiçbir zaman adamın kadını elde edemeyişinin macerasıdır. Bu kurtarılış burjuva devrimin gerçekleştirilmesinden sonra kendi yolunu tam olarak çizemeyen burjuva sınıfının işçi sınıfını kontrol altına alabilmek için eski iktidar aristokrasiye yamanma çabalarıdır”. Filmdeki hiç birimizin anlam veremediği kesik elin burjuva sınıfı tarafından kullanılan ve her devrimin feda ettiği unsurlardan birisi olduğunu anladık. El dışarıdan iten ve yöneten kaosun tam ortasında ki iktidar simgesi polis tarafından korunup kollanır ve halka karşı bir isyan niteliğindedir bu durum bir sonraki sahnede kadın tarafından kurtulan adamın kadına saldırması onu elde edememesi sistem içerisinde bir alt tabakadan bir erkeğin bir üst sınıf kadınına yaklaşmaktaki çekingenliği ile coğrafi yataylık ve paralellik eksenine herkesin birbirine çok yakın olduğu, ancak iletişime geçme çabalarının başladığı yerde aynı hızla bu mesafenin arttığına bir örnektir. Bu durum bir bakıma erkeğin kadının fallusu olma hayalini gösterse de Marksist eleştiri açısından doğruluğunun sınanması manidardır. Çünkü işin doğrusu Ünsal Hocamın belirttiği gibi kadın ve iktidarı elde etmek isteyen yeni zihniyet, sanat ve yeni düşüncelerle başını çektiği piyanodan, eski 38
geleneksel muhafazakâr kimliği de sürükleyerek gelmektedir. Kitabın silaha dönüşmesi dönemin sosyo-politik durumunun nasıl değiştiğini, bilginin yerini bu hızlı değişimle birlikte nelerin aldığını göstermesi açısından manidardır.
Hocam vefat etmeden birkaç ay önce hem Üniversiteden hem de aynı sınıftan yakın arkadaşım Can ile uzun zamandır yazmakta olduğu tez ve Ünsal hocanın sağlığı ile ilgili konuşmaktaydık. Tez konusunu Ünsal Hocadan alma şerefine erişmiş Can, Ünsal Hocanın hala eskisi kadar dinç olduğunu, kitaplarını elinden düşürmediğini söylemekteydi. Bir gün internette sınıf arkadaşlarımızın profil resimlerinde Ünsal Oskay’ı gördüğümde artık aramızda olmadığını anlamıştım. Oysaki deli gönül kim bilir daha neler isterdi? Onunla görüşmek, büyümek, olgunlaşmak, bir gün karşısına çıkıp “Hocam ben sizin şu şu üniversiteden öğrencinizim” diyebilmek ve yazmış olduğu kitaplarda Ünsal Hocadan alıntı yapmak, kaynak göstermek ve bu eserleri onun okuduğu hissine kapılarak heyecanlanmak… Belki birçok öğrenci öğretmeni için böyle düşünmüştür. Bu ay ilk kez yazmış olduğum yazıda araştırma metinlerine sadık kalamayacağım. Akademik bilginin yararının tartışıldığı bir evrende büyük bir ciddiyetle yazılan, hocamın başarılarını sıralayan yazı yazmak istemiyorum. Kısacası akademik 39
metinler zaten akademiyi yutmuş bir insanı anlatmak için oldukça yavan kalıyor. Akademik bir metin nasıl ele alınır ve Türkiye’nin en önemli akademisyeninin ardından bir veda yazısı nasıl yazılır?
Bu yazı yine de kolay olmayacak; hafızamı tazelemek üzere Ünsal Oskay ile yapılan röportajlara bakıyorum, ama tüm bu akademik tartışmaların ekseninde beni oğlu Çınar Oskay ve öğrencisi Nihat Genç üstadın yazısı kadar etkileyen bir yazı çıkmıyor? Bu iki yazının tek ortak özelliği Ünsal Oskay. Başka hiçbir şey değil ama iki yazı da isyan ediyor iki yazının sahibi de yaşadığı hayatta yaşanılan tüm acılara rağmen bir dik duruşun göstergesi oluveriyor bir anda… Bu yüzden bu yazılar Ünsal hocamı anlatıyor. Tekrar tekrar okuyorum. Nihat Genç’in yazısının içeriğinde hocamın kuramları dikkatimi çekerken, Çınar Oskay’ın anlatımında beynime imgeler üşüşüyor. Bir sinema filmi çekiyorum dar bütçemle, teknik yetersizliğimle, bağımsız bir film oluyor bu. Çünkü aşkı anlatıyor, hayatı anlatıyor ama en çok da her erkek çocuğunun babasıyla 40
yaşamak istediği o büyük aşkı anlatıyor. Keşke aşklar sadece seksle anılmasaydı, sadece dışarıda aranmasaydı dedirtiyor. Ünsal Hocanın vefatının ardından onunla ilgili bir haber bulabilmek için akşam haberlerini açmıştım. Oysaki Türkiye neyi kaybettiğini bilmeden her zaman ki başka problemlere gönül kaydırmıştı. Hocanın vefat döneminde haberlerde sıklıkla karşımıza açılım haberleri çıkıyordu. Her yerde bir açılımdır gidiyordu. Bize kendimizi diğer insanların yerine koymayı öğretmiş Ünsal Oskay’ın öldüğü gün basınımız açılım konuşuyordu. Açılım milletimiz arasında ki uçurumu giderek arttırıyordu. Oysaki belki de bir kapanım süreci gerekiyordu bizlere kendi maddi uygarlığı üstüne kapanmayı beceremeyen Amerikalılar gibi aynı biz de kendi üstümüze kapanamadık ne yazık ki. Birbirimizi anlayarak ruhi bakımdan bir ulus inşa etmek ve bunu Ünsal hocanın bakış açısından cümlelerle aktarabilmek. Oysaki o büyük güç, o tanımlanamayan kitleleri ayakta tutan, yönlendiren manipüle eden medya yine savaştaydı. Ve Ünsal Hocayı her anlaşılamayan bilim insanı gibi uç seviyelere taşıyarak ona uç bir kimlik kazandırmak istiyordu belki de, Ünsal Hocanın tüm deneyimine ve sevecenliğine karşın. İşte burada orada o çok bilindik sorunun cevabı ortaya çıkıyordu. Nihat Genç’in kitle kimdir sorusunun cevabı. Nedir bu kitleler diye soruyor Nihat genç “Yok artık bedavaya lahmacun Ünsal Oskay hoca ölmüş” adlı yazısında. Kitlenin ne olduğunu bilmek ne olmadığını söylemek daha kolay sanırım. Şu, bu, doğulu, batılı, sınıf vb… değil. Açılım haberlerinde ekrana bakıpta etkilenen, tepki gösteren, ertesi gün iş meşgalesinde kendini unutan insanların gösterdiği tepkiydi kitle. Kitle yıllarca şehit yavrularına ağlamış, devletimiz sağ olsun diyen şehit anasının şeref madalyalarını yere atarken gösterdiği hıncın adıydı belki de… O çok merak edilen kitlenin bir kısmı şehit evlatlarına ağlarken bir kısmı ağzını açıp haberlere duyarsızca bakmakta idi. Bir kısmı şeref madalyasını yere atarken bir kısmı zengin olabilmek için birilerinin kıçlarını yalamakla meşguldü. Ee tabi bunun içinde eğilmeliydi. Kitle ey kitle var mısın yok musun belli değil hep ağzın açık bir şeye, yazıyorsun çiziyorsun haybeye, tanımak için seni okuyanlarda; kitle, istifini bozmayıp ekmek sırasına kaçak girende. Hatta şimdi bu yazıları yazan kitle nedir diyen, öfkesini sinirini dolaylı yoldan daktilonun ya da bilgisayarın klavyesine yansıtan edilgin korkak, farkındalık ayrıcalıkları artmış buna rağmen çaresiz olan aydının adı da kitle. 41
Bugün sadece Ünsal Hoca yok bu büyük kitlenin içersinde çünkü kitleler onun haleti ruhiye sinde çoktan hak ettikleri yeri buldular. Bu kitle Ünsal Hocamın Adorno’dan alıntıladığı gibi medyanın her türlü oyununa gelen uyutulan saf salak bir nesne miydi yoksa her özne nesne ilişkisinde kendisini koruyan bir işini bilen miydi bilinmez. Ama özne ve iktidarlar kadar kitlenin de masum olmadığı artık aşikâr, Peki ne ister bu kitleler? Bu kitleler açtır. En zengini de açtır en fakiri de. Çünkü kitle bir yandan doyarken bir yandan hep verir. Gündelik ilişkilerde ki göze batan akıl dışı esneklik zengini fakir, fakiri daha fakir yapar. Türkiye‘de en fakiri de en zengini de sevişmeyi Emrah filmlerinden öğrenmiştir mesela. Bu kitleler uzun yıllar kendilerinden utanacak ufak kitleler yetiştirmişlerdir. Cinsel açlığı bastırarak TV’de öpüşmeyi, bakkala çocuk göndermekle sansürler bu kitleler. Bu kitleler çok şey bilir ama bir tek kitle olduğunu bilmez herhalde, çünkü herkes birey herkes akıllıdır kendi nazarınca. Oysaki halkımız batıdaki emsallerine bakıldığında ne bir kitle olabilecek kadar sığır ne de birey olabilecek kadar gaddar ve zalim olamamıştır henüz. Hala yüreği acıyarak bir şeyler söyleyen insanlar görmek buna delalettir. Biz Cihan Oskay’ın dediği gibi Özal dönemi çocukları idik bizim için iletişim demek giydiğimiz kıyafet, bindiğimiz araba, anne babamızın takı veya mobilya koleksiyonuydu. Belki bir de kullandığımız parfümün markası ve kızları etkilemek için söylediğimiz palavralar. Asla bir direnişin temsili olamadık, devlet okulları tarafından kendi öz tarihimize ve bilincimize uzaklaştırılmamız bir yana, eğer batılı isek doğulu ya da doğulu isek batılıya karşı önyargılarımız oluşturuldu. Bugünlerde devletin açılım kararı ile destek verdiği ayrımcılığa karşı ilköğretim okullarında da dersler verilmeye başlandı. Ancak merak edilen şu ki yıllarca faşist eğitim tarzı ile yetiştirilen bu eğitimciler bugün nasıl olacak da ayrımcılığa karşı ders verebileceklerdir? Ünsal Oskay bize ne öğretti? Ünsal hoca bana ne olmadığımı gösterdi. Ne yapmamam gerektiğini, yoksa ne yapmam gerektiğini hala bilmiyorum ve bu yaradılış sorunum belki ben ölünce son bulacak. Ünsal hoca biz öğrencilerine acıları katlanabilir kılmayı öğretti. Ünsal hoca bizlere cebimizde 5 lira kalmışken akşam yemeği yemek yerine son sayısı gelen bir düşünce dergisi 42
almayı aşılattı. Ünsal hocam bizlere kitap okumanın da insanı özgürleştirebileceğini anlattı. Sabahlara kadar süren tartışmalarımıza ondan aldığımız alıntılarla ışık tuttuk, tabi ki çoğumuz kendisini daha zeki göstermek için sözleri kimden aldığını gizledi. O bizleri çok sevdi hep bundandı sakinliği. Dersine ilk girdiğimde her zamanki gibi Kıbrıs’a geç gitmiştim. Ünsal Oskay’ın dersine girdim uzun sıralar vardı sınıfın önünde ama kimse bu dersten kalmak veya başka bir şey için değil onu dinlemek için geliyordu. Hikâye anlatır gibi dersler anlatıyordu, çok ilginçtir ki dersten çıktıktan sonra bir tüy kadar hafifi ve okumayı bir zorunluluk değil de okumak ihtiyacı duyduğunuz için yapar gibiydiniz. Güzel adamdı Ünsal Hoca. Gözleri daima gülerdi ama hüzünlü ve endişeli de bakardı. Bir insanla tanıştığında önce birkaç adım geri durur gibi gelirdi bana sonra yavaşça insanın gözlerinin içine bakar kimseyi kırmadan konuşur, yaklaşır, bir anda başka şey düşünüyormuş gibi kendini çekerdi. Hiç beklemediğimiz bir anda(bu genelde onun çok önemli bir şeyler söylediğini düşündüğümüzde olurdu) kendi sözcüklerini ve düşüncelerini küçük bir küfürle savuşturur ya da sıraya vurarak dikkati dağıtır ve geri toplardı. Tek ve basit olanı her an değişmez olanı değil, değişimi ve sözün söylenip uçtuktan sonraki etkisinin altını çizerdi. Biz ise onun ve bıraktığı etkilerin ardında dolaşırdık, göz kamaştırıcı bir ışığın etrafında dolaşan pervane böcekleri gibi…
43
Ünsal Hoca bize âşık olmamızı söyledi. Belki de bu yeniçağda aşklarında hayatın ta kendisi kadar akademisyenlik kadar plastikleştiğini gözden kaçırarak, o dar alnında ki kasları yukarı doğru kaldırarak ve rahat tavırları ile gidin dışarıda dolaşın derdi. Kız arkadaşınız yok mu? O zaman garip gelirdi bu kadar öneli bir dersin hocasının bunları söylemesi… Evet, hocamız o zamanlar hala yapabilecek gücünüz varken, hala çok korkmamışken hayatı değiştirin demek istiyordu aslında. Gençlere duyulan güven hala bir şeyleri değiştirme şansına sahipken âşık olun ve kendinizi özgürleştirin diyordu hocam. Haklıydı. Belki aşktı, sevgiydi ve o müthiş boşluk duygusunun yarattığı, varoluş sorunlarını sınırlamayı amaçlayan şeylerin tümüne birden kuram adı veriliyordu belki de. Bir kuramın gerçeklikte can bulabileceği tek yer de aşkın ta kendisi oluyordu. Oysaki Ünsal Hocamın döneminde, okumanın sadece bir diploma ve kariyer girdisi olmadığı aynı zamanda bir hayat felsefesi ve alın teri ile kazanılan ekmek parası anlamına geldiği dönemde, aşk seks demek değildi. Aşk carpe diem demek hiç değildi. Oysa bugün aşklar da sevgilerde bilgilerde satılığa çıkarılmış. Belki bu yazı bile okunduktan 5 saniye sonra belki kendi doyumuna ulaşarak kendi kendini yok edecektir. Ve aşk… ‘’Gidin çocuklar gezin âşık olun çocuklar’’, yok be hocam dediğiniz gibi artık akademisyenler gibi aşklarda plastik. Tüm bu kuramlar anı yaşatmaya dayalı ise hocam aşkın plastikleştirilmeyenini bulabilmek için koca bir ömür okumak mı gerekli? Bugün kirlenmek istemeyen çocuklar pek bir temiz, hepsi jilet gibi, hepsi son model arabalarda fink atıyor. Hepsi domuz gribinden kaçıyor, bütün iletişimciler insanları bilmedikleri bir şeyden korkutmak için her gün ölü sayısını haber veriyorlar. Onlarda kirlenmiş, iletişim artık not defterinde yazan ev veya iş yeri adresi değil ama artık iletişim iletmekten türetilen bir sözcük de değil. Tek taraflı işleyen bu sürüncemede iletişim yalnızlığa terk edilen edilgin insanın adı. Tüm çocukların elinde bir dezenfektan sıkıyorlar köşeye bucağa. Hepsinin yapacak 100 önemli işi var. Hepsi âşık, hepsi mutlu, dünyadan bir haber, hepsi anı yaşıyor, hepsi gerçeklikten uzakta şekilde gerçeği yaşıyor. Hepsinin elinde bir hamburger, gençliğin sesi Okan Bayülgen’in gazı ile geriye kalan 98 şeyi yapmakla meşguller… Hepsi ağzını kolonyalı mendille siliyor kimsenin ağzında karanfil yok artık… Ancak hiçbiri bu toplumun yalan dünyasında mutlu olabilmek için yapılana sözleşmelere atılan imzaların farkında 44
değil. Onlar sadece ve sadece tüketmeye âşıklar çünkü… Kırılmaya, kaybetmeye düşman… Ya sen gülüşünde çiçekler açan sevgili, Sen mi kırdın beni? Yoksa aşkın, hayatın kendisi mi bu kadar kırılgan? Not: Fotoğraflar için Uğur Bektaş’a teşekkür ederiz.
45
Kuşların Kökeni ve Evrimi (I)* Özgür Keşaplı Didrickson
Jura dönemine ait bulunan ilk uçuş tüyü Yeryüzünde bizimkine nazaran çok uzun bir geçmişe sahip olan kuşlara, insanlık tarihi boyunca mitolojik figür, sanat esini, barış, güç, bilgelik sembolü 46
olarak rastlamamız, kuşların insanlar için salt besin kaynağı olmamış olduğuna işaret eder. Ikarus’u hatırlarsak, kuşların birçok hikâyenin kaynağında yer almalarının nedeni belki de insanlığa hayranlık veren uçma yetenekleridir. Yine de kuşlarla ilgili en sürükleyici hikâyenin, zaman tünelinde milyonlarca yıl geriye giderek kuşların ve uçuşun kökenine dair ipuçları arayan paleontologlarca yaşandığını söylemek herhalde abartılı olmaz. Canlıların kökenine, birbirleriyle olan evrimsel akrabalıklarına ilişkin bilimsel çalışmalar çok sayıda fosilin incelenmesini gerektirir. Bu nedenle, kuşlara özgü yapılar olan tüylere ve içi boş, süngerimsi dokusu olan hassas kemiklere fosil kayıtlarında nadiren rastlanabilmesi, bu uzun ve karanlık tünelde cılız bir ışıkla çalışmak anlamına gelmiş çoğu kez. Uçuşun son derece sınırlayıcı fizyolojik ve anatomik talepleri olması sonucunda kuşlar, çok yüksek bir metabolizmaya ve çok sınırlı bir aerodinamik morfolojiye sahip olacak şekilde evrimleşmişlerdir. Tüylerinin altında anatomik olarak çok benzerlik gösteren kuşların sınıflandırılmasının ancak bir ya da birkaç belirleyici özelliğe dayanması, benzeştiren evrimin belki de en büyük yanıltmacalarını uçmanın getirdiği bu kısıtlamalar içinde yaratmış olmasıyla birleşince, kırlangıçlar ve ebabiller örneğindeki gibi birçok yanlış sınıflandırmayla karşılaşılmış. Tüm bunlara bir de sistematik çalışmalardaki yöntembilim farklılıkları eklenirse, kuşların kökenleri ve evrimlerinin aydınlatılabilmesi için ipuçlarının doğru değerlendirilmelerinin de bulunmaları kadar önemli olduğu anlaşılır. Kuşların yaklaşık 150–200 milyon yıl önce, Mesozoic çağda sürüngen atalardan evrimleşmiş olduğu tüm bilim dünyasınca kabul edilse de, tam olarak hangi dönemde ve hangi sürüngen kolundan evrimleştikleri günümüzde internet tartışma gruplarının bile konusu olan bir soru işareti. ARCHAEOPTERYX FOSİLLERİ
47
Münih yakınlarındaki Bavyera Bölgesinde bulunan ince taneli kireçtaşı, tarih sayfaları boyunca karşımıza ilk olarak banyolardan, çatı döşemelerine kadar birçok yerde kullanılmak üzere, özellikle ortaçağ boyunca yoğun şekilde çıkarılan değerli bir ihracat maddesi olarak çıkıyor. Ayasofya camiinin 48
mozaiklerinde bile yer alan bu kireçtaşı, 1793’te litografi tekniğinin bulunmasından sonraki daha dikkatli ve ayrıntılı kazılar sırasında içinde tek bir tüy fosiline rastlanmasıyla birlikte bu kez bilim dünyası için önem taşımaya başlıyor. Kireçtaşına da ismini veren Solnhofen köyündeki taşocağında Jurassic döneme ait kireçtaşında tek bir uçuş tüyü fosilinin bulunduğu haberinin 1861 yılında Hermann von Meyer tarafindan duyurulmasıyla, evrim biyolojisi alanının belki de en hararetli günleri başlamış oldu. Yaklaşık 6 cm boyundaki bu tek tüy, Sürüngenlerin hâkim olduğu dönemde kuşların yaşadığına dair bir kanıttı ve üstelik asimetrik yapısıyla modern zaman kuşlarının uçuş tüyleriyle benzerlik gösteriyordu. Bu fosil tüyün bulunuşunun üzerinden daha birkaç ay geçmemişti ki Hermann von Meyer bu kez tüyleri olan, sürüngenvari bir hayvanın iskeletinin eksiksiz bir fosilinin bulunduğunu bildirdi şaşkınlığı dinmemiş biyoloji çevrelerine. Bu fosil de yine aynı bölgede bulunmuştu ve yine Jurassic dönemine aitti. Hem sürüngen hem de kuş özellikleri taşıyan bu fosil, Meyer’in Archaeopteryx lithographica (litografi taşındaki eskil kanat) olarak adlandıracağı evrim biyolojisinin ünlü ikonasından başkası değildi. Bölgenin fosilleri, Taş Devri’nden beri önceleri süs eşyası, sonraları da para olarak o bölgede yaşayan insanlar tarafından değerli sayılmıştı. Bu fosillerin büyük koleksiyoncularından birisi de, muayene karşılığı bu fosilleri kabul eden Doktor C.F.Häberlein’di ve bu çok önemli Archaeopteryx fosili onun koleksiyonunda yer alıyordu. Önceleri resmedilmesine bile izin vermediği Archaeopteryx fosilini ancak 3 ay sonra açık arttırmaya çıkaran Häberlein, çılgın bir kapışma içinde geçen satış sonrasında bu önemli fosille birlikte koleksiyonundaki yüzlerce fosili İngiliz müzesine satarak çocuklarına yetecek büyüklükte bir servete sahip olmuş oldu. Müzenin iki yıllık bütçesini bu fosil koleksiyonu için harcamasına neden olan kişinin amansız bir evrim karşıtı olan anatomist Sir Richard Owen olması ise, Archaeopteryx’in ne denli önemli bir doğa tarihi fosili olduğunun bir kanıtıydı. Bir karga büyüklüğündeki Archaeopteryx fosili, uzun, kemikli sürüngenvari kuyruğundan çıkan tüyleri, uzamış ön uzuvları, asimetrik tüylerle kaplı kanatları, 3 hareketli, kıvrık parmağı, köprücük kemiklerinin birleşmesinden oluşmuş lades kemiği ve dişleriyle iki yüksek hayvan grubunun, sürüngenlerin ve kuşların arasındaki bir ara forma, dolayısıyla evrime işaret ediyordu. Zaten Charles Darwin de, sadece iki sene önce basılmış olan ve “doğal seçilim yoluyla evrim”i anlattığı “Türlerin Kökeni” adlı kitabında tam da böylesi ara 49
formların var olduğunu varsayıyordu. Böylelikle Archaeopteryx, zincirin kayıp halkalarından biri olarak bir yandan Darwin’in “doğal seçilim yoluyla evrim” teorisinin kabul görmesini sağlarken, bir yandan da kuşların ve uçuşun kökenine ilişkin halen sürmekte olan tartışmalarının merkezine yerleşmiş oldu. LONDRA FOSİLİ
Yine de o yıllarda Archaeopteryx’in bir ara form olarak kabul edilmesi bilim dünyasında bile çok çabuk gerçekleşmemiş, fosilin ortaya çıkmasıyla birlikte Darwin yanlısı, yaratılışçı, evrim yanlısı ama Darwin karşıtı birçok görüş ve iddia ortaya atılmıştı. Fosili hiç görmedikleri halde tüylendirilmiş bir sürüngen fosili olduğu iddiasını ortaya atan evrim karşıtı zooloji profesörleri ve yaratılışa tamamen sırtını dönmeden evrimin farklı bir biçimde gerçekleşebileceğini savunan anatomi uzmanları arasında dikkati çeken kişiyse, Darwin’in ve evrim teorisinin en büyük savunucusu, doğa bilimci Sir Thomas Henry Huxley olmuştu. Kuşların kökeni üzerine 1868 yılında yayınladığı makalelerle evrimi kanıtlama işine soyunan Huxley’e göre Archaeopteryx, sürüngen ve kuş arası özellikleriyle evrimi kanıtlayan mükemmel bir ara form örneğiydi. Gerçekten de iskeletin tüyleri bölgeye özgü ince taneli kireçtaşı tarafından hapsedilmese hiç 50
kuşkusuz bir sürüngen fosiliyle karşılaştıklarını sanacak olan bilim insanları, şimdi kuşların kökenine ışık tutabilecek bir fosille karşı karşıyaydılar. Huxley’in Archaeopteryx’i ilk gerçek kuş olarak tanımlamakla kalmayıp, aynı bölgeden çıkarılan ve tavuk büyüklüğündeki bir teropod dinozoru olan Compsognatus fosiliyle karşılaştırarak benzerlikler bulması ise, kuşların atası olarak sürüngenlerin kabul edilmesini belki de pekiştirirken, kuşların atasının dinozorların bir kolu olduğunu savunan görüşü de doğurmuş oldu. Huxley bu küçük, iki ayaklı dinozorun tavuk benzeri leğen kemiği ve arka uzvu gibi kuşlara benzeyen özelliklerini göstererek aslında en başta Darwin’in evrim teorisinin bilim dünyasında kabul edilmesini sağlamış oldu. Huxley’in Archaeopteryx ve Compsognatus fosillerinden yola çıkarak kuşlara benzeyen sürüngenlerin ve sürüngenlere benzeyen kuşların varlığına dikkat çekmesiyle birlikte, Amerikalı profesörler de dâhil olmak üzere birçok bilim insanı önceleri benimsemedikleri evrim düşüncesine sahip çıkmaya başladılar. 1877 yılında, tüm dünyadaki bilim insanları hala Londra’daki Archaeopteryx fosiliyle ilgili tartışmalarını sürdürürken yeni bir Archaeopteryx fosili bulunduğu haberi yayıldı. Önceki fosilin bulunduğu yerden yalnızca 30 kilometre uzakta, Eichstatt yakınlarındaki bir taşocağında bulunan bu yeni Archaeopteryx fosili de yine bir fosil koleksiyoncusunun ellerindeydi ve bu koleksiyoncu da Doktor Haberlein’in oğlundan başkası değildi. İlk fosili İngilizlere kaptırmanın utancı içindeki Almanlar bu kez fosili almakta kararlıydılar ve uzun süren görüşmeler sonunda bu ikinci Archaeopteryx fosili Berlin’deki Humboldt Doğa tarihi müzesinde sergilenmeye başladı. Londra fosiline kıyasla daha eksiksiz olan bu yeni fosil örneği ayrıca, kanatları açık ve başı geriye doğru fosilleştiği için sürüngen-kuş arası özelliklerini de çok etkileyici ve belirgin bir biçimde gözler önüne seriyordu. Böylelikle Berlin’deki Archaeopteryx fosili, bu çarpıcı hatlarıyla, en çok bilinen, çizimi yapılan fosil hayvan olmanın yanısıra en önemli doğa tarihi örneklerinden biri olarak kabul edildi. Birbiri ardına açığa çıkan bu iki Archaeopteryx fosilini bir üçüncünün izlemesiyse uzun bir süre sonra, 1956’da oldu. Londra fosilinin çıkarıldığı taşocağında bulunan bu üçüncü fosilde tüy izlerini ve birleşmiş bazı ayak kemiklerini görmek mümkün olduysa da, öncekilerden daha kötü bir şekilde günümüze ulaştığından tanımlanması iki yılı buldu. Bir süre Solnhofen yakınlarındaki, Maxberg müzesinde sergilendikten sonra Eduard Opitsh’in 51
evinde tuttuğu fosil, Opitsh 1991’de öldüğünde mirasçılarınca bulunamayınca, fosilin çalınmış olduğu sonucuna varıldı. Halen Yale Üniversitesi bünyesinde çalışmalarını sürdüren ve kuşların dinozorlardan geldiği yolundaki teorinin doğru olduğunu düşünen ünlü paleontolog John Ostrom’un, 1970 yılında Avrupa’da pterosaur fosillerini çalışırken pterosaur olarak sergilenen bir Archaeopteryx fosiliyle karşılaşmasıyla, dördüncü Archaeopteryx fosili de gün ışığına çıkmış oldu. Aslında ilk tüy ve Archaeopteryx fosilinden de önce, 1855 yılında diğer fosillerin bulunduğu bölgenin oldukça doğusundaki bir büyük taşocağında bulunmuş olan bu fosili, 1857’de uçan sürüngen pterosaur olarak adlandıran ise, ne ilginçtir ki, Hermann von Meyer olmuştu. 1860 yılından beri Hollanda’daki Teyler müzesinde sergilenmekte olan bu fosilin gövdesini çevreleyen silik tüy izlerinin farkına varan Ostrom, böylelikle daha uzun yıllar sürebilecek bir yanlışlığı önlemiş oldu. Teyler Archaeopteryx’inde araştırmacıların dikkatini çeken en ilginç nokta ise, bir tırnağın, üzerini kaplayan boynuzsu kılıfla birlikte mükemmel bir şekilde korunmuş olarak fosilleşmesi olmuştur. 1973 yılında Jura Müzesi kurucularından F.X.Mayr’ın bildirdiği, oldukça iyi bir şekilde fosilleşmiş olan bir diğer Archaeopteryx fosili de yine ilk başta yanlış tanımlanmış fosillere bir örnek oluşturuyordu. 1951 yılında Eichstatt’ın kuzeyindeki bir taşocağından çıkarılmış olan bu fosil genç bir Compsognatus dinozoru olarak tanımlanmıştı önceleri. Mayr’ın yirmi yıl sonraki incelemesinde ortaya çıkardığı silik tüy izleri, Archaeopteryx fosili sayısını beşe çıkarıyordu böylelikle. Mükemmel bir şekilde korunmuş kemikleri ve kafatasıyla bu Archaeopteryx fosili Londra örneğinin üçte biri büyüklüğündeydi ve kimilerince bu farklılık fosilin ayrı bir cinsi temsil ettiği anlamına geliyordu. Eichstatt örneği olarak anılan bu fosil de Jura Müzesinde sergilenmeye başladı. Kasım 1987’de yine Jura Müzesi’nden Günter Viohl’un Solnhofen eski belediye başkanının koleksiyonunda keşfettiği altıncı Archaeopteryx fosili, tüm fosiller arasında en büyük olanıydı ve iyi korunmuş iskeletteki tüy izleri net olarak görülebiliyordu. Tam olarak nereden çıkarıldığı bilinmediği halde Solnhofen örneği olarak anılan bu fosil ise halen Solnhofen’deki Bürgermeister Müller Müzesi’nde sergilenmektedir.
52
Oxford Üniversitesi Doğa Tarihi Müzesi’ndeki Archaeopteryx lithographica modeli 1993 Nisan sonlarında, Peter Wellnhofer tarafından duyurulan yedinci ve şimdilik son Archaeopteryx fosili kaydı ise Londra ve Maxberg Archaeopteryx fosillerinin çıkarıldığı yerden geliyordu. Stratigrafi yöntemlerine göre Archaeopteryx fosilleri içinde en genci olan (en yaşlı olanı Londra Archaeopteryx’i) bu Archaeopteryx fosilinin en önemli özelliği ise diğer fosillerde karşılaşılmamış göğüs kemiğine sahip olmasıydı. Her ne kadar göğüs kemiği çıkıntılı bir yapı göstermese de, göğüs kemiğinde ilk defa kemikleşmeye rastlanmış olması bakımından bu bulgu Archaeopteryx fosillerinin uçuş yetenekleriyle ilgili çalışmalar için çok büyük önem taşıyordu. Teyler fosili kadar iyi korunmuş olan bu fosilin bir diğer özelliği ise alt bacağının (tibiası) ve arka ayaklarının diğer fosillere göre daha uzun olmasıydı. Bu özellikleri yüzünden fosil, Wellnhofer tarafından ayrı bir tür olarak kabul edildi ve Archaeopteryx bavarica olarak adlandırıldı. 53
Son Archaeopteryx fosili dışındaki fosiller de kimi araştırmacılar tarafından, özellikle boyutlarındaki farklılıktan dolayı, ayrı tür olarak gösterilmişlerse de, milyonlarca yıl önce yaşamış kuşların tür ve cins sınırlarını belirlemenin güç olması nedeniyle bu görüşler genel olarak kabul edilmemiş ve günümüzde tüm Archaeopteryx fosilleri bir cins altında ele alınarak tür bazındaki savlar soru işareti olarak kalmıştır. Solnhofen’in de içinde yer aldığı iç Avrupa, Jurassic dönemde palmiye tipi bitkilerin yer aldığı büyük, ılık deniz ve lagünlerle çevrili subtropikal bir bölgeydi. Archaeopteryx’in büyük olasılıkla lagünlerle çevrili adalarda yaşamış olması da, kimilerince, zaten fosillerde görülen dramatik büyüklük ve morfolojik farklılıkları açıklıyordu. Archaeopteryx fosillerinin bulunuş hikâyesi böyleyken, bu fosillere ilişkin olarak ortaya atılan ve yıllar içinde ortaya çıkan diğer bazı fosillerle de desteklenmeye çalışılan kuş-ata teorilerinin hikâyesi de, kuşlara biraz da soru sorarak bakmamızı sağlayacak kadar ilgi çekici. Gelecek ay “ Kuşların ve Uçuşun Kökeni üzerine teoriler” *Bu yazı Kuş Araştırmaları Derneği olan İbibik Dergisi’nin Aralık 2002 tarihli 3. Sayısında yayınlanmıştır. Kaynaklar 1. Feduccia, A. 1999. The Origin and Evolution of Birds. Yale University . 2nd edition 2. Proctor, N.S.& Lynch, P.J. 1993. Manual of Ornithology, Avian Structure and Function. Yale University.
54
Popüler Kültür Okuma Kurumsallaştırılması
Alışkanlığı
ve
Okumanın
Ahmet Doksanoğlu Birbiri ardından hızla gelişen teknolojik, sosyolojik ya da kültürel olanakların dâhilinde sürekli yeninin eskinin üstüne çıktığı, zamanın hızla aktığı, karınca yuvasını andıran, koşuşturma, telaş ve heyecanların yansıdığı, birbirlerine çok yakın olmalarına rağmen birbirlerinden uzak ve bihaber insanlarla dolu, öznenin ve nesnenin yeni anlamlar kazandığı modern yaşam alanlarında, öyle ki; yaşamın bu denli hızla akışına ayak uydurmak için yitirilen öznel değerlerin oluşturduğu, yaşamla hayat arasında kurulan bağın çizdiği bu figürler ya da modern yaşamın özneleri ben, sen, o, biz, siz ya da onlar günlük yaşamın ne kadarlık bölümünü okumaya ayırıyor ve en sıradan şeylerin alışkanlık haline dönüştüğü böyle bir düzende nasıl oluyor da okuma alışkanlığı en geride kalıyor? Kitap, çağdaş devlet ve toplum başlıklı bir köşe yazısında ismi verilmeyen Anadolu lisesinden bir öğrenci yazardan okullarında yeni kurdukları kütüphanede kullanmak üzere kitap bağışı yapmasını rica etmiş. Yazar bunun üzerine internette bir araştırma yapmış. Bu ilçe’nin sosyo-ekonomik yapısının iyi durumda olmasına rağmen birçok sorunun yanı sıra devlet hastanesinde doktor bulunmadığı gerçeğine kadar ulaşmış. Ve sonra yazar şu cümlelerle ertesi gün yazdığı köşe yazısının bir bölümünde Türkiye’nin rutin gerçeğini gözler önüne seriyor; “Okullarda kitaplık yoktur ama Milli Eğitim Bakanlığı bilgisayar dağıtmakla övünür. Kitaplığı olmayan okullarda bilgisayar ne işe yarar? Umberto Eco’nun da dediği gibi “Bilgisayar “kitap”ın değil ancak ansiklopedinin yerini tutar.” (1) Bu alıntıdan şu gerçeği çıkarıyoruz ki ülkemizde hala kitaplığı olmayan okullar vardır. Üstelik ülke, okul açmakla övünen, otoriter bir yapıya sahipken… Geçenlerde okuduğum bir gazete haberinde Bolu’da adını şimdi hatırlamadığım 55
bir köy okuluna devlet tarafından bilgisayar gönderilmiş. Köyün muhtarına gidip okulun bakımsız ve üstelik kapalı olduğunu gören görevlilerin bilmediği bir gerçek vardı. Öğretmeni olmayan ve bakımsız olan bu okula gidemeyen öğrenciler, bilgisayarı ne yapacaktı? Ders kitabı nedir bilmeden... Ülkemizde okumanın kurumsallaşamadığı görülmektedir ki bu sadece okulları değil diğer kamu kuruluşları ve eğitime açık alanları da içine alan çok geniş bir alanı kapsamaktadır. “Popüler kültür sanayi öncesi dönemde Avrupalı toplumlar ikiye ayrılmışlardı: Yüksek kültür ve halk kültürü. Halk kültürü dağınıktı, evlerde görülüyordu ve köylüler uzak, birbirinden kopuk köylerde yaşadığı için, çoğunlukla gözden ırak kalıyorlardı. Yüksek kültür ise kentlerde yaşayan seçkinler, yani saray, soylular, ruhban sınıfı ve tüccarlar gibi eğlenceye ve sanata harcayacak kaynakları ve zamanı olan, eğitimli, kendilerine sanat üretmeleri için küçük bir grup yaratıcı insana parasal yardımda bulunan insanlar tarafından destekleniyordu. Hatta bir bölümü patronlarının ve işverenlerinin ayrıcalıklarını, şan ve şöhretlerini paylaşıyorlardı. Halk kültürünün düşük toplumsal konumu ve coğrafi soyutlanmışlığı nedeniyle de hem kamu hem de görünürdeki kültür üzerinde güçlü bir tekel kurmuşlardı. Ancak iktisadi ve uygulayımsal değişikler sonucu köylüler, şehirlere gitmeye zorlanınca ve hem serbest zamanları hem de kendi sanat ve eğlencelerine harcayabilecek gelirleri olunca, kırsal kökenli halk kültürünü bıraktılar, ticari popüler kültürün müşterileri oldular. Popüler kültür, kısa zamanda yüksek kültür ürünlerini ve yaratıcılarını da sayıca geride bırakarak onun kamudaki ve görünürdeki kültür tekelini ortadan kaldırdı. İktisadi kaynakları ve iktidarları azalan varlıklı patronlar, artık sanatçılarını himaye edemez duruma geldi. Sonunda kendilerini kültür pazarı denilen bir yerde, popüler kültürle yarışır bir şekilde buldular. Popüler sanatlar için kurulan ve gittikçe yükselen dev pazar, onların kültürel standartlarında ciddi bir düşüş anlamına gelmekle kalmıyor, aynı zamanda düşük konumdaki, düşük eğitimli yeni kamuların standardını saptama konusunda da denetimlerini kaybetmelerine yol açıyordu…”(2) Yüksek kültür, işte böyle bir süreçte, kendi refahını sağlayan halk kültürünün öznelerini, kendi sanat ve kültür kalitesine karşıt, “kültür pazarı” denilen bir yerdeki popüler kültürün içinde, hızla anlam kazanışına ve yükselişine tanık olmuştur. Fakat bugün ülkemizde popüler kültür 56
ve yüksek kültür iç içe geçmiş, gerek medyanın dev patronlarının gerekse de kapitalist patronların ve iktidarın çıkar nedeni oluvermiştir. 19.yy Avrupa’sında olduğu gibi hoşnutsuzluk içinde bir ayrılmışlıkları yoktur. Tam tersine Theodor W. Adorno’nun tabiriyle “kültür endüstrisi” denen bir sistemin ayrılmaz bütünüdürler. Popüler kültür, yüksek kültürün de beğeni düzeyini oluşturmakla kalmayıp iktisadi desteğini aldığı bu kültürün, yaşantısal olan yanını halkla, medya aracılığı ile rahatlıkla iletişim içine sokmaktadır. Halk kültürü ise ülkemizde hala göçlere rağmen varlığını tıpkı sanayi öncesi Avrupa kültüründe olduğu gibi metropollerden uzak, kendi içinde de kopukluğu olan topluluklar halinde sürdürmeye devam etmektedir. Bugün, bu kültürün varlığını, gerek toplumun sosyo-ekonomik yaşamında gerek de eğlence dünyasının alt kültürleriyle, yaşamımızın her anında, ne yazık ki olumsuz bir biçimde hissetmekteyiz. Böyle bir toplumda da halkın iradesini etkisiz kılan, Cumhuriyet gazetesi yazarı Turgay Fişekçi’nin de saptadığı gibi şöyledir: “Günümüz okuru için bir tehlike de iletişim bombardımanı altında edebiyatın değerlisi ile değersizini ayırmakta ister istemez içine düştükleri yanıltıcı durum...”dur. Kendi refahını elde eden ve iktisadi, sanayi yaşamının performansının altında ezilen, halk kültüründen kopmuş ve ticari popüler kültüre adım atmış bireyler, bu ortamın yarattığı etkilerden uzaklaşabilmek için aradıkları şeyi eğlence kültürü ya da eğlence kültürünün alt kültüründe bulacaktır. Fakat bu kültürlerin hiçbirinde ne yazık ki okuma kültürüne ait hiçbir yan yoktur. “Eğlence, geç kapitalizm koşullarında çalışmanın uzantısıdır. Mekanikleştirilmiş emek süreciyle yeniden baş edebilmek için ondan kaçmak isteyen kimselerin aradığı şeydir. Kültür endüstrisi de sanayileşecek ve sinema, roman gibi sanat dallarını kullanarak, bu eğlence metalarını üretecektir. Belirli bir formülle, standart, tabii ki ortalamaya hitap eden sanat eseri olarak değil, mal olarak tasarlanabilecek, kolay ulaşılabilecek ürünlere gerek vardır. Bu da popüler olanla popüler olmayan arasında bir fark kalmamasını sağlayarak olur…”( 3) Ülkemizin ve toplumun her kesiminde egemen olmakla birlikte, özellikle metropol yaşamının, insana sunduğu bu yoğun uyarıcılar ile dolu mekanlar ve hızlıca akıp giden zaman, insanı öyle yıpratmaktadır ki üşengeçlik ve yorgunluğu gündelik alışkanlıklar haline getirmektedir. Ayrıca genç kuşağın 57
üstünde yoğun bir biçimde görülen internet kültürünün yaygınlaşması da kitaba ayrılan zamanı daraltmakta ya da hiçe indirmektedir. İnternet kültürü, kitaba olan yabancılaşmanın yanı sıra, tesadüflere ümit bağlayan, anlık heyecanlarla ve anı yaşama hevesiyle zaman geçiren gençlerin daha da çoğalmasına da neden olmuştur. Böyle bir kitlenin de okumanın ve okumaya vakit ayırmanın önemini görebilmesi ancak kendi muhakemesinin dışında, ters tepen tepkilerle daha da zor hale gelmektedir. İşte tüm bu faktörler çevresinde dünya bankasının yaptığı araştırma, ülkemizde gençlerin yüzde kırkının “ne okuyor ne de çalışıyor “ olumsuz sonucuna tekabül ettiğini gözler önüne sermektedir. Bilginin hızla değiştiği (yenilendiği) bir çağda yaşayıp da bilgiden mahrum bir hayat sürmek, kuşkusuz vahim bir durumdur. Her şeye ulaşmanın çok kolay olduğu bu çağda, bilgiye ulaşmak da zor değildir. Ama bireyin, toplumun büyük bir kesiminin (popüler kültür’ün hakim olduğu) gölgelediği öteki yüzüne ulaşması oldukça zor olsa gerek ki hala bilgiden mahrum, okuma yazma bilmeyen insanlar vardır. Okumanın ve okuma merkezlerinin önemi her geçen gün kendini daha da hissettirmektedir. İçine düşülen popüler kültür egemenliğinin yarattığı ve metropol yaşamının da desteklediği gelip geçici havanın oluşturduğu kültürel boşluğun içinde, okuyan, anlayan, farkına varan, muhakeme edebilen ve kendini gerçekleştirebilen bireylerin ortaya çıkması mümkün değildir. “Metropol, kişisel olan her şeyi yutarak büyüyen ve kültürün bütün çıplaklığıyla sergilendiği bir sahnedir adeta. Burada, binalarda, eğitim kurumlarında, tüm mekânlara hâkim olan teknolojinin yarattığı harikalarda, sunduğu nimetlerde, topluluk hayatı oluşumlarında gözle görülür devlet kurumlarında, dayanılmaz ölçüde billurlaşmış ve gayri şahsileşmiş bir tin söz konusudur –öyle ki kişilik, bunun etkisi altında kendini idame ettiremez.” ( 4) Popüler kültür ve bu kültüre her koldan destek veren etkenler, bireyin benliğini ve yaşam biçimini çarpıtarak, özenti bir kitlenin oluşumuna neden olmaktadır. Yani; hayatı basitleştiren değil, hayatın basitleştirdiği bireyler üretmektedir. Böyle bir ortamda farklılığın kalmaması, alışkanlık ve davranışların birbirine benzememesi olanaksızdır. Bu durum, sadece günlük yaşamın, sıradan bir davranışına yansıdığı kadar, kültürel alanda da görülmektedir. Ülkemizde 58
özellikle -yaygın olarak- gelişmiş şehirlerde katlarca yükseklikte kitap satış mağazaları bulunmaktadır. Her gün yüzlerce yeni kitap çıkmakta ve milyonlarca bilgi paylaşılmaktadır. Fakat bu merkezlerde gezdiğiniz zaman şunu fark edersiniz ki gelen insanların büyük çoğunluğu orta yaş ve üstüdür. Bu mekânların gençler tarafından dolup taşması gerekirken böyle bir manzara ile karşılaşmaksa düşündürücüdür. Ben kitap ücretlerinin gereğinden daha yüksek olduğu kanaatindeyim. Tabi böyle olunca kitap satın almak da güçleşiyor. Eğer okuyan, tartışan gençlerin yetişmesini istiyorsak, kütüphanelerin ve okuma salonlarının kullanımını cazip hale getiremiyorsak en azından kitap fiyatlarına genel geçer bir fiyat koyulmalıdır. Gerçi kitap satılan alanların ve kültürel alanların oluşumu da hala ülkemizin doğusuna ulaşamamıştır. Bu da ayrı bir tartışma konusudur. Medyanın da kültürel anlamda (bazı medya kuruluşları hariç) gerekli ilgiyi göstermemesi ve yayın akışında gerekli programlara yer vermemesi de bir sorundur. Bunun nedeni, kitabın popüler bir nesneye dönüşememesi ya da sadece popüler kültürün kendi geçerliliğini göstermek için bir araç olarak kullanılması olabilir mi? Kütüphanelere olan ilgi ve kütüphanelerin ziyaretçi sayısı her geçen gün azalmaktadır. İlk kütüphanenin kurucuları olarak tarihe geçen Asurlulardan günümüze kadar olan süreç içersinde kütüphaneler bilginlerin ve âlimlerin merkezleri olmanın yanı sıra, sınırlı sayıda orijinal eserlere ulaşılan tek yerlerdi. Aydınlanma çağıyla birlikte matbaanın da Avrupa’ya geçmesi ile kütüphaneler imparatorların ya da din adamlarının merkezi olmanın dışına çıkmış, halkında kullanabildiği bir yer haline gelmeye ve kurumsallaşmaya başlamıştır. Teknolojinin iyice gelişmesinden sonra bilgisayarın icadıyla, artık kütüphanelere alternatif, sanal bir ortam oluşmaya başlamıştır. Her bilginin barınabildiği ve bulunabildiği bu ortamda herkes aradığı her şeyi oturduğu yerden, emek harcamadan bulabiliyor. Tabi buradaki bilgi ve kaynakların doğruluğu tartışılır. İnternet üzerindeki bu bilgiler ancak ansiklopedik bir tarz oluşturabilirler. Okuma alışkanlığı kazandırma ve kitapla olan ilişkiyi okul öncesi dönemden, çevresel faktörlerin ortaya çıkmasından önce, gerek ailenin gerekse de eğitim kurumlarının oluşturması ve gerekli ortamı sağlamaları gerekmektedir. Çünkü okuma alışkanlığının, istisnai durumların dışında, ergenlik sonrası kazanılması çok güç olduğu su götürmez bir gerçektir. Bu doğrultuda okuma alışkanlığı 59
kazandırmak ve günlük yaşamın boşluklarını doldurmak için çeşitli etkinlikler yapılsa da- tıpkı resmi bayramlar gibi- döneminde gelip geçen geleneksel bir takım oluşumlardan öteye geçememektedir. Yani okumayı geliştirmek amacıyla köklü bir gelişim yapılmamış, alışkanlık kazandırılmamıştır. Tabi bu durumun girişte saydığım etkenlerle bağlantısı oldukça güçlüdür. Teknolojinin bu atılımına zamanla her kütüphane ayak uyduramamıştır. Özellikle ülkemizde metropol kütüphanelerinin dışında nerdeyse hiçbir kütüphanede teknolojiyle paralel bir gelişme görülmemektedir ki bu gelişim bazı metropollerde bile bölgesel kalmaktadır. Ülkemizde gelişim gösterememiş ve kullanımı her geçen gün azalan okuma salonları ve kütüphaneler insan hayatındaki, gerek kitabı tanıma açısından, gerekse de bilginin her halini içinde toplayan kitapların barındığı en mükemmel mekânlardır. Bu mekânların kullanımı, insanların sadece kitaplara ya da bilgilere ulaşmasını sağlamakla kalmaz, okuyucu ile kitap asında bir araç olmanın yanı sıra, okuma alışkanlığı ve kitap sevgisinin de kazandırılmasına ön ayak olur. Geleceğimizi emanet edeceğimiz gençlerimizin sağlıklı, muhakeme edebilen, sağlam bireyler olmasını istiyor ve bunun için emek harcıyor ya da emek harcadığımızı iddia ediyorsak işe önce okumakla, okutmakla ve okumanın alışkanlığa dönüştüğü bir yaşam alanı sunmakla başlamalıyız. Bu alanların kullanılması da ancak bir alışkanlık haline gelen okuma ve araştırma tutkusuyla mümkün olabilecektir. (1) İNCE,Özdemir,Hürriyet Gazetesi,s.14,3.10.2008 (2) GANS J, Herbert, Popüler Kültür ve Yüksek Kültür,Çev.Emine Orhan İNCİRLİOĞLU s.76-77,yky,2007,İstanbul (3) ADORNO Thedor, Kültür Endüstrisi,çev.Nihat ÜNLER, MustafaTÜZEL, Elçin GEN ,s.16,1.baskı ,İstanbul (4) SİMMEL George , Modern Kültürde Çatışma,çev.Tanıl BORA,Nazile KALAYCI,Elçin GEL,4.baskı 2006,İstanbul (5)TOURANİE Alain TUFAN,5.baskı2007,İstanbul
,Modernliğin
Eleştirisi,Çev.Hülya
60
Sinema Tarihinde Bağımsız Sinemanın Serüveni Ümit Hüseyin Girgin Lumiere Kardeşler’in 1895 yılında cinematographe’ı icat etmeleri ve Paris’te izleyicilere para karşılığı 10 filmlik bir gösteri halinde sunmalarının üzerinden bir asırdan fazla bir zaman geçmiştir. Bu bir asırlık dönemde sinema kitleleri, toplumu etkileyen ve dönüştüren bir sanat biçimini almıştır. Bu diyalektik dönüştürme işlevine yakından bakıldığında sinema sanatının sadece bir sanat değil endüstriyel ve kültürel anlamda da bir ürün haline geldiği görülür. Sinema 1895’de ilk gösterimden sonra eğlencelik bir biçim olmaktan hızla çıkarak 1915 yılına gelindiğinde yerleşik bir endüstri haine gelmeye başlamıştır. Hollywood öncesi olarak da adlandırılabilecek olan bu dönemde sinema, genelde Fransız yapım şirketleri ki bunların en önemlilerinden birisi pazarın büyük çoğunluğun elinde bulunduran Pathe Company’dir. Pathe Company sayesinde dönemin film pazarında Fransız egemenliği açıkça görülmektedir. Bu şirket Lumiere Kardeşler’in ve Melies’in film şirketini satın alarak uluslar arası bir yapım şirketi olmayı başardı. Dolayısıyla da Birinci Dünya Savaşı öncesine kadar uluslar arası pazarın %60ına %70ine Fransa hâkimdi. Piyasada ki diğer etkili ülkeler İtalya ve Danimarka’ydı. Bu dönemlerde dünyanın birçok yerinde bürolar kuran Pathe Company Amerikan film sektörüne de film gönderiyordu. Birleşik Devletler yapımcıları kendi ülkelerinde Avrupa kaynaklı ürünün güçlü rekabeti ile karşı karşıya kaldı.1 Pathe’nin egemenliğini sarsacak tek tepki 1. Dünya Savaşı Öncesi Leon Gaumont’un kurduğu Gaumont Company’den geliyordu. Dünya Savaşı öncesinde zirveye yerleşen ve ülkenin en büyük stüdyosuna sahip Gaumont Company‘de savaşla birlikte gerilemeye başladı. Bunun öncesinde 1910’lu yıllarda zaten birçok yapım şirketi Hollywood banliyösüne yerleşmeye 1
Geoffrey Nowell Smith Dünya sinema tarihi– Birinci Basım Mayıs 2003 s.42
61
başlamıştı. Hollywood önlenemeyen yükseliş dönemi boyunca, seri üretim yaparak birim maliyeti düşürmekten, üretim aşamalarında, şirketler arası işbirliğine kadar modern işletme araçlarını, olası tüm rakipler karşısında üstünlük sağlayacak şekilde biçimlendirdi.2 Bu dönemde Avrupa ülkeleri Hollywood egemenliğinden korunabilmek için özel vergiler, gümrük vergileri, kotalar hatta boykot gibi çeşitli korumacı yöntemlere başvurdu ancak boşunaydı.3 Bugün ki Hollywood sisteminin kurulması da aslında o dönem ortaya çıkan tröstlere karşı bağımsız sinemacılara ve bugünkü Hollywood’un temellerini atan girişimlerine çok şey borçludur. 1914 öncesinde Fransız İtalyan ve İngilizlerin uluslararası üretim ve dağıtımdaki egemenlikleri, 1918 de ABD stüdyolarının yayılmacı çıkarlarına ve çok farklı olan sinema vizyonuna boyun eğdi. Savaş Avrupalı geleneksel güçler için can alıcı olan ticaret ağlarını yok etmekle kalmadı. Aynı zamanda film üretimi, için son derece önemli olan insan hayatı, malzeme ve süre giden deneyler bakımından da ağır bir bedel ödemeyi de zorunlu kıldı.4 Stüdyo sistemi birçok açıdan Amerikan ve dünya sineması için getirileri yüksek olan bir sinemaydı. Türlerin gelişimi büyük ölçüde stüdyo sinemasına bağımlıdır. Ancak stüdyo sisteminde büyük ölçüde yapımcıların egemenliği altındaydı ve Hollywood sinemasına getirilen eleştirilerin temelinde bu yatıyordu. Para için, kitle kültürü için sinema yapmak demek sinemayı sanat olmaktan çıkarmak demektir. Hollywood stüdyo sisteminin 1920’lerden 40’lara kadar olan endüstriyel gelişimi ve örgütlenişi birçok ulusal sinema tarafından taklit edilmeye çalışıldı. Ancak Western tür nasıl Amerika’ya bağlı bir tür ise sanki stüdyo sistemi de Hollywood sineması için biçilmiş kaftandı. Klasik Hollywood da en can alıcı meta, çok kesin bir biçimde yıldızlar geçidi olan a- sınıfı uzun metrajlı filmlerdi. Her stüdyonun yıldız kadrosu, o stüdyonun en görünür, en değerli kaynağı ve bütün işlerine hareket getiren türler arasında gidip gelen varlığıydı… 5 Bu yüzden her şirkette üretim ve pazarlama stratejilerini yıldız sistemi üzerine kurmak durumundaydı. Ancak hal böyle 2 3 4 5
Geoffrey Nowell Smith Geoffrey Nowell Smith Geoffrey Nowell Smith Geoffrey Nowell Smith
a.g.e s.64 a.g.e s.64 a.g.e s.85 a.g.e s.267
62
olunca en büyük şirket her zaman en büyük payı kapıyor bir anlamda bir tröst meydana geliyor ve küçük şirketlerin mücadele gücü zayıflıyordu. Ayrıca stüdyo sisteminde bugün modern ve içi boşaltılmış izleyicini halen aynı şeklide gördüğü yıldızcılık sistemi geçerliydi. Bunun dışında ki hiçbir şey sinema sanatı için yeterli geçerlilikte değildi. Çünkü Hollywood’un anlattığı bütün hikâyeler birbirine benzemekteydi. Bir bakıma Hollywood Aristoteles’ten kalma katarsisi sağlamak için hikâye anlatıyordu. Sinema sanatının görüntülerinden bir hikâye çıkmasına izin vermiyordu. Bu durumda bir şeyler anlatmak isteyen yönetmenleri ve senaristleri ucuz işgücü haline sokmaktaydı. 1939 yılı MGM önderliğinde Hollywood stüdyo sisteminin doruğa çıktığı yıl olarak değerlendirilir. Bu dönemde Bay Smith Washington’a Gidiyor, Oz Büyücüsü, Posta Arabası, Rüzgâr Gibi Geçti gibi eserler verilmiştir. Her biri alanında birer kült olmayı başarmış bu filmler o döneme damgasını vurmuş ve stüdyo sisteminin zaferini perçinlemişleridir. 20lerden 40’ların başına kadar bu şekilde süren bu durum 2. Dünya Savaşı ve sonrasında bir kırılma yaşayacaktı.
1941 tarihinde ABD Hükümeti stüdyolara karşı anti-tröst bir kampanya başlattı. Bu kampanya ülkenin bağımsız sinema salonları sahipleri adına ABD Adalet bakanlığının film endüstrisini tekelleştirmekten ötürü sekiz büyük stüdyo aleyhine açtığı dava Temmuz 1938’de başlamak üzere birkaç yıldır
63
hazırlanmaktaydı…6( sayfa 268 d.s.t) tabi ki bu davayı kendi filmlerini yapmak isteyen yönetmenler, bağımsızca çalışabilmek isteyen senaristler ve oyuncular istemekteydi. Sinema sadece stüdyo sistemine hapis edilemezdi ve bu sürecin sonunda da öyle olacaktı. Sinema gerçek anlamını bulduğu yere sokağa, insana doğaya karışacaktı. Amerika’da eski dönemlerde yapımcılar Hollywood’un oluşturduğu stüdyo kuralları yüzünden, tek tip üretilen popüler filmleri hangi yönetmen çekerse çeksin, kurallara uyduğu sürece, aynı filmi çekebilir düşüncesi hâkimdir. Bu düşünceye göre filmlerdeki farkları yaratanlar yıldızlardır; yönetmen ustalığını sadece sahneye koyuşta gösterebilmektedir. İşte auteur kuramı, bu anlayışın dışında da, filmler olabileceğini, yaratıcı bir yönetmenin kendine özgü özelliklerini, kendi anlayışını, dünyasını Hollywood sistemi içinde bile ortaya koyabileceğini göstermiştir.71940’lı yıllarla birlikte özellikle de 2. Dünya Savaşından sonra kültürel yapının değişmesi ve sinemanın sadece stüdyolardan ibaret olmadığı bu biriktirme evreninde yazılabilecek çok şey olduğunu düşünen yönetmenler stüdyo sisteminde olup da ideolojini haksız savunuculuğunu yapmak yerine, daha bireysel ve bağımsız filmler yapmak durumunda kaldılar. Görüldüğü üzere filmlerde bireysele yönelme Türkiye üzerinde 12 Eylül sonrası ortaya çıkarken dünyada 2. Dünya Savaşının hemen ertesinde çıkmıştır. Bu yolla insan varlığının, iktidarlar tarafından yönlendirildiği durumlarda ne gibi durumlara başvurmak durumunda kaldığı açıkça anlaşılıyor. Tabi ki Hollywood’un bu zengin üretim ve dağıtım pazarını etkileyen şey sadece aleyhine açılan davalar değildi aynı zamanda patlak veren savaş Hollywood stüdyo sisteminin gücünü aldığı, beslendiği kaynaklar, denizaşırı ticaret yok olmak üzereydi. Hollywood halen gelirlerinin üçte birini denizaşırı ticarette elde etmesine rağmen… Yine bu dönemde Amerika faşist iktidarlara yönelik yaptığı filmlerle dikkatleri üzerine çeker. Chaplin’in The Great Dictator’ı bunlardan biridir.
6
Geoffrey Nowell Smith a.g.e s 268 Serpil Boydak-Türk Sinemasında Bağımsız Yapım Süreci ve Reha Erdem Yüksek Lisans Teziİstanbul 2006 s.7 7
64
65
Yaşanan gelişmelerle birlikte 1938’de oyuncular birliği, 39’da film yönetmenleri birliği ve en nihayet 40’de film yazarlığı birliği tanınarak bağımsız sinema üzerinde önemli bir ivme kazandırılmış oluyordu. Bu birlikler sinemacıların eserleri üzerinde ki yetkileri bakımından stüdyo sistemine meydan okuyordu.8 Savaş sonrası ortaya çıkan birçok etmende Hollywood stüdyo sistemine karşı saldırısını sürdürecek ve yavaş yavaş sistemin sona ermesini sağlayacaklardır. Kente göç, televizyonu hayatlarına girişi, Soğuk Savaş vb. olgular söylemek istediklerimizden sadece bir kaçıdır. Stüdyo sistemini her ülkede parçalanmasının ayrı sebepleri vardı. Örneğin Almanya ve İtalya da, faşist dönemin devlet kontrollü yapılarının dağıtılmasının sonucuydu. Hindistan’da bağımsızlığın ve yeni bir girişimci sınıfın ortaya çıkışının birçok sonucundan biri olarak doğmuştu Nedenler farklı olsa da sonuçlar aynıydı; yapımcılık kalıbında değişim ve sinemacıların, kendilerini hem yetiştiren hem de hapseden sistemden ayrılışı ve ya sistemin içinde daha fazla bağımsızlık elde edişi.9 Stüdyo sisteminin bu tür olumsuz yanlarının erken keşfedilmesine rağmen, bazı film türlerinin de kendi gelişimine neden olduğu bilinmesi lazımdır. Mesela Western türünde bir ulus inşasının sağlanmasının nedeni stüdyo sistemidir. Stüdyo sistemi ve türler dağıtım üretim, açısından birbirlerini tamamlamışlardır. Ancak gerçeklerin fark edilmesi ile birlikte özellikle 60lı ve 70li yıllarda da tür filmleri yapıldı ve stüdyo sistemini dışında anlatısı ile de bağımsız The Little Big Man farklı bir yapım olabilmeyi başarmıştır. Bu film bir nevi 40larda ki stüdyo sistemine başkaldırının sonuçlarından biriydi. Belki de ürettiği en güzel meyve…
8 9
Geoffrey Nowell Smith a.g.e s.274 Geoffrey Nowell Smith a.g.e s 513
66
Kırklı yıllarda Hollywood stüdyo sisteminin çökmesi nedeniyle, bir film üretebilmek için bir araya getirilen ekiplerin dağılmasıyla bağımsız yapımlar ivme kazanır. Stanley Kramer’in “On The Beach”, “Judgement at Nuremberg” Otto Preminger’in “The Man With The Golden Arm” ve “Anatomy of a Murder” ilk ve en önemli bağımsız filmler olurlar.10 Bağımsız sinemanın en önemli özelliklerinden birisi tröst sistemine karşı bir duruş geliştirmesidir. Çünkü bu düşüncenin özünde sabit ve kalıcı görünmek isteyen her şeye karşı anti-militarist bir tutum vardır. Bağımsız yönetmenler klasik anlatım biçimlerinin dışında kendilerine özgü bir tarz geliştirmişlerdir. Klasik yapım şirketleriyle çalışmamaktadırlar. Bu yönetmenler o ülkedeki popüler üretim biçiminin dışında kalırlar ve filmlerini yaparken klasik ekip anlayışları yoktur. Bağımsız sinema uluslararası destek, festivallerde kazanılan ödüller ve uluslararası seyirci ile yön bulmaktadır.11( Reha Erdem ve Bağımsız Sinema sayfa 1) 10 11
Serpil Boydak – a.g.e. s:8 Serpil Boydak – a.g.e s:1
67
Günümüzde endüstriyel üretim ve film yapımının bu kadar iç içe girdiği bir ortamda hangi filmin bağımsız yapılıp yapılmadığını değerlendirmek de zordur. Çünkü işin içine güçlü yapımcılar da girebilmektedir. Ama bağımsız sinemacıyı diğerlerinden ayıracak bir şeyin her zaman olması gerekmektedir. Bu da çoğunlukla anlatıdır. Her şey piyasadakine benzer yapılsa bile anlatılanların dönemin şok edici uyuşturucu ve insanları hissizleştirici tröst sinemasından farklı olması gerekmektedir. Anlatım: Günümüzde filmleri üretim ve tüketim dinamiklerinden ayrı değerlendirmenin çok zor olduğu bir gerçek, fakat bir filmi asıl bağımsız kılan özelliklerin biçime ve anlatıma dayalı olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz. 12 Gerçekten de anlatımın ve üslubun değiştiği yerde filmler de değişir. Klasik Hollywood anlatısından uzak Cannes ve benzeri festivallerde yapıma değil “anlatıya” ödül verilmesinin nedeni de budur. Bağımsız sinemacıların çektikleri filmler de kendilerinden bir şeyler bulabilmek mümkündür. Herhangi bir şeye bağımlı olmadıkları için de fikirlerini rahatça aktarmaktadırlar. Bu yüzden tür seyircinin beklenti içinde ki seyircinin tanımına uymayan filmler yapabilirler. Ancak bu süreçte filmin yönetmenin acı bir son beklemektedir. Çünkü Hollywood tarzı filmlere alışan koşullandırılmış seyirci, yönetmenin kendi belleğinden ve dünyasından vermiş olduğu filmleri kendisine yabancılaştırır. Ancak her yönetmen öncelikle kendi üslubunu hayata ve insanlara geçirebilmek için sistemin çarklarından geçmek durumundadır. Bugün aynı şeyi Reha Erdem için söyleyebilirken, yazmış olduğu senaryolarla Atıf Yılmaz ve Türk sinemasına çok şeyler kazandıran Ümit Ünal da, en anlamsız (içi boş, kof) deterjan reklamından tutunda, dizi yönetmenliğine kadar her şeyi yapmıştır. Maalesef sisteme karşı durabilmek için bir kez de olsa bile sisteme baş eğmek gerekmektedir. Yine Reha Erdem bir röportajında 3 kuruşa öğrencilere montaj yaptığını söyler.
Amerikan sinemasını dramatik örgüsünü genel olarak öyküleme üzerinedir. Filmde yer alan her şey öyküye hizmet eder. Karakter (gelişmiş oyun kişisi) 12
Serpil Boydak – a.g.e s:5
68
yerine kahraman esasına dayalıdır. Bu iki ana özellik onu Avrupa sinemasından ayırır.13Bağımsız filmler, seyirciyi salonu dolduran kalabalık, gişeye yansıyan numaralar olarak görmez; seyirciyle daha yakın bir ilişki kurup, aktif ve katılımcı bir izlemeyi sağlayacak seyirciye hitap ederler. Bu daha çok nitelikleri tanımlanmış, üzerinde tartışılan ve bir tür kamusal alan yaratma çabası taşıyan, üzerinde anlaşılmış meselelere bağı olan seyirciye yönelik filmlerdir. Kadınlar, işçiler, bir bölge, topluluk gibi politik, toplumsal ya da çevresel kaygı ve katılımları olan hareketlere bağlı insanların izleyicisi olduğu filmler olarak da görülebilir.14
Serseri Aşıklar
13
Serpil Boydak – a.g.e. s:9
14
Serpil Boydak – a.g.e. s:10
69
Gölgeler 1959’da Fransa’da Jean Luc Godard “Serseri Aşıklar”ı çekerken ABD’de John Cassavetes “Gölgeler”i çekmektedir. Böylece Atlantik’in iki yakası yeni bir sinema anlayışıyla bir araya gelmektedir. Birine Yeni Dalga, diğerine Bağımsız Sinema tanımı yapar o günün sinema yazarları. Cassavetes’in asıl önemi, 1961’de Hollywood sermayesinin dışında, “sokağa çıkarak”, bir tür “sinema-gerçek” yöntemiyle ve tümüyle amatör oyuncularla yaptığı “Gölgeler Shadows” filmi olmuştur. Küçücük bir bütçeyle 16 mm. olarak çekilen, “Gölgeler”, Amerikan sinemasında bir dönüm noktası olmuştur. 15Görüldüğü üzere bu film bir ilktir. Stüdyo sisteminin dışında çekilmiştir ve gerçek hayat ile doğrudan bir ilişkisi vardır. Miramax, 1993 yılında 75 milyon dolara Disney’e satılana kadar bağımsızların göz bebeği ve umudu olur. Eskinin radikal bağımsız şirketi Miramax satıldıktan sonra aile filmleri çeken, suya sabuna dokunmayan bir şirket olur. Amerikan Bağımsız sinemasının merkezi olarak bilinen ve her sene ilk filmleriyle katılan yeni yetenekleri dünya sinemasına kazandıran Sundance Film Festivali her yıl yaklaşık 15 binden fazla sinemacıyı Park City kasabasına taşımaktadır. Bağımsız Amerikan sinemasının 80 ve 90’lar boyunca 15
Serpil Boydak – a.g.e. s:10
70
öncülerinden olan John Sayles, Sundance Film Festivali’nin yönetmenler için baskı yarattığını belirtiyor: “İyi olan şey ki bu sadece Sundance sayesinde olmadı, teknolojik gelişmeler bir şekilde herhangi birinin film çekmeye başlamasını çok daha olanaklı kıldı. Ortam eskisinden çok daha demokratik ve biri çıkıp kolaylıkla anlatmak istediği hikâyeleri film formatına aktarabilir. Değişmeyen şey ise, halen bu tür filmleri programlarına alan çok az sinemanın olması. Yani ortada çok fazla rekabet var, fakat ne yazık ki bu rekabet sadece birkaç gösterim için. Bunun olumsuz yönü de, ilk filmiyle dikkatleri çeken birinin bir sonraki filminden büyük bir gişe başarısı beklenmesi ve bu yüzden de yönetmenlerin baskı altında olması. Benim zamanımda ise doğru düzgün gişe yapmayan iki-üç film üst üste çekilebiliyordu ve bunlar büyük başarısızlıklar olarak nitelenmiyordu. Bu yüzden Sundance’teki kamuoyunun ve endüstrinin yarattığı baskı yönetmenler için talihsiz bir şey. Çünkü üzerlerinde başarıya yönelik büyük bir baskı var. Ama tabii benim zamanıma göre olanakların daha fazla olması olumlu bir şey.”16
Önümüzdeki ay Bağımsız Sinemanın ülkemizdeki serüvenine ve devamında akımın önde gelen temsilcilerinden Reha Erdem’in sinemasına eğileceğiz değerli dostlar…
16
Serpil Boydak – a.g.e. s: 18
71
Kalpsiz
(1) Cem Göksoy
‘Duygu; his düşünce ve davranışlarla ilişkilendirilen, zihinsel ve psikolojik durumdur. Kişiye özgü sağlık duyusunu belirleyen temel faktördür ve insanın günlük yaşamında merkezi bir rol oynar. Bu yüzden pek çok bilim dalı ve sanat biçimi tarafından araştırılmıştır.’ ‘Ruh; din ve felsefede, insan varlığının maddi olmayan tarafı ya da özü olarak tanımlanır ve genellikle bireysellikle (zât) eş anlamlı olarak ele alınır. Teoloji de ruh, kişinin ilahîliğe iştirak eden kısmı olarak tanımlanır ve genellikle bedenin ölümünden sonra kişinin varlığını sürdüren kısmı olarak ele alınır. Birçok kültür insan yaşamının ya da varlığının cismani olmayan kaynağını ruh ile özdeş tutmuş ve birçok kültür tüm canlıları ruhlara dayandırmıştır. Tarih-öncesi halklarda bile vücut ile onu canlı kılan arasında bir ayrım yapıldığı görülmektedir. Birçok dini ve felsefi akımda, her canlının bir unsuru olan var olması için fiziksel maddeye ihtiyaç duymayan, madde-dışı, algılanamaz, tezahürleriyle kendini gösteren, aşkın, yaşama yeteneğine sahip, değişen ve gelişen, maksatlı bir prensip (kaynak) ya da bir kudret olarak tanımlanan ruh, birçok dini ve felsefi akımda da ebedi, yetenekler sahibi, insan davranışlarının motoru, hata ile sevap yapma iradesine sahip bir varlık ya da varlığın saklı yüzü olarak kabul edilir.’ ‘Hayatım boyunca bu iki şeyi elde etmek ve nasıl bir şey olduğunu anlayabilmek için araştırdım. Hala da arayışlarıma devam ediyorum; çünkü henüz hiçbir şey elde edemedim. Normal insanlar istediği ve elde edemediği bir şey olduğunda üzüntü dedikleri şeyi yaşıyorlar; fakat henüz ben onu bile tadamamış birisiyim. Asırlardır bu dünyada yaşıyorum, asırlardır bu topraklarda geziyorum. Krallar ve kraliçeler benim başıma ödüller koydu. Dünyada ki bütün kuruluşlar beni bulup yakalamak ve incelemek için birleşti. Bu yolda çok fazla 72
insan öldü diyebilirim; fakat her zaman bir yolunu bulup kurtuldum. Duygu veya Ruh deneyimlerim olmasa bile asırlardan beri bu dünyada yaşamış olmamın kattığı tecrübe, bana her zaman yetti. Beni insanlardan üstün kılan şey benim lanetim ve bu lanetle yaşamak siz insanlar için üzücü olurdu; fakat benim her hangi bir duygum olmayışı bu laneti benim için çekilmez yapmıyordu. Dünyaya gelen bütün önemli varlıkları ve önemli olayları gözlerimle gördüm. Canlı ve kanlı bir şekilde gördüm. Bir sürü filozofla konuştum ve bir sürü sanatçı. Hepsine tek bir soru sordum: ‘Ruh nedir?’ İlk olarak 1879’da Wilhelm Wundt adında bir gence sormuştum ve o bana bir takım araştırmalarından bahsetmişti. Yaşına göre olması gerekenden fazla bilgi ve tecrübeye sahipti. Bana iyi yanından bakmamı söylemişti; fakat iyi ve kötü arasındaki farkı bilmeden nasıl bakabilirdim ki? ‘Merak, insanlarda ve hayvanlarda gözlenen araştırma ve öğrenmeye yönelik bir davranış biçimidir. Ayrıca merak bu davranışa yol açan duygunun adıdır. Merak insanlık tarihinde bilim ve teknolojinin gelişmesine yol açan en önemli niteliktir.’demişti; fakat merak etmek bana göre bir duygu değildi. Daha sonradan psikolojiyi felsefe dalından çıkarmakta ve bağımsız bir bilim haline getirmekte çok büyük bir rol oynamıştı. Fakat beni amacıma bir adım olsun bile yaklaştıramamıştı. Yüzlerce önemli bilim adamı ve sanatçıyla konuştum; fakat hiç biri bunu nasıl elde edebileceğimi bana açıklayamadı. ‘Belki de âşık olman lazım, aşk bütün duyguları beraberinde getirebilir. Kişiye olan sevgi, kişiye karşı duyduğun kaybetme korkusu, kişiye karşı duyduğun kıskançlık ve en sonunda belki de kişiye duyduğun nefret.’ demişti bir tanesi. Fakat nasıl bir şey olduğunu bilmediğin bir şeyi nasıl elde edebilirsin? O hissi nasıl yakalayabilirsin? Karar vermiştim, cesetler ve canlı insanlar üzerinde deneyler yapmaya başlamıştım. Kesiyor, biçiyor ve doğruyordum. Serçe parmağımı kesip başka birinin serçe parmağını bile dikmiştim belki bana ruhundan bir parça geçer diye; fakat olmamıştı. Belki de daha ileri gitmeliydim. Birçok bilim adamının ruhun orada olduğunu düşündüğü organları hazmetmeliydim belki de. O yüzden deneylerimi biraz daha genişlettim. Size ne kadar iğrenç gelirse gelsin, benim durumumda olan bir kimse olsaydı bana hak verir ve beni anlardı. Siz insanların ne de olsa öldükten sonra gidecek bir yeri daha vardı; fakat ben hep buradaydım. 73
O organları yeme zamanı geldiğinde kendime öncelik olarak günahkâr birini seçmem gerektiğini şartlamıştım. Birahanede devamlı kavga çıkaran hırsız ve kimsesi olmayan bir adamı ele geçirmiştim. Onu bayıltıp laboratuarıma götürdüm ve cesetleri incelediğim masaya bağlayıp ayılmasını bekledim. Ayıldığında bana durmadan küfür yağdırıyordu; fakat bu bende bir tepki tetiği sağlamamıştı. Yavaşça kafatasını kesmeye başlamadan önce, ona biraz morfin vermiş ve atacağı çığlıkları örtbas etmek için yüksek seste müzik açmıştım. Kafatasının tam ortasından küçük bir daire açmış ve beynini görebileceğim şekilde vücudundan ayırmıştım. Sanırım kan kaybından ölmüş ya da morfin yetersizliğiyle çektiği acılar yüzünden bayılmıştı. Beyninden ufak bir parça kestim ve çiğ bir şekilde ağzıma koyup yedim. Kaygan ve yapışkan olan beyin, dişlerimin arasında parçalanırken adamın acı dolu olduğunu tahmin ettiğim yüzünü incelemeye başlamıştım. Beyni yuttuğumda aniden adamın gözlerinin içinde kaybolmuştum. Alevler içinde bir mekânda, çığlık atan insanlarla dolu bir yerde buluvermiştim kendimi. Bir çeşit yaratık topluluğu onlara işkence yapıyor ve alevler içinde onları kızartıyordu. Aniden ortam değişti ve babası tarafında kemerle dövülen bir çocuk gördüm, daha sonra yine ortam değiştirip bir adamın bir kadına tecavüz edişini gördüm; tecavüz eden adam beynini hazmettiğim adamdı. Bir takım ortamlara daha girdim ve adamın yaptığı zulüm ve işkenceleri gördüm. Benim için hiçbir anlamı yoktu tabii ki. Siz insanlar bu hareketleri böyle tanımlıyordunuz ve ben de sizin gibi olmak istediğim için böyle kabulleniyordum. Daha sonra kendime geldiğimde adamın tecrübe ve bilgilerine sahip olduğumu fark ettim. İnanın bana siz uyurken evinize girip yanınızdaki eşinizi veya erkekseniz sizi öldürüp daha sonra karınızı ya da size tecavüz edip işkenceye maruz bırakıp daha sonrada öldürebilirdim. Ardından hiç iz bırakmadan o evi yakar ve kül oluşunuzu izleyebilirdim. Fakat bu ne bir ruhtu ne de bir duygu. Bu sadece adamın bilgi ve tecrübeleriydi. Adamın öldüğünü fark ettiğimde daha ileriye gitmeye karar verdim ve göğüs kafesini bir neşter yardımıyla yararak, bir satırlar parçaladım. Son umudum olan adamın kalbini elime aldım ve göğüs kafesinden yırtarak vücudundan ayırdım. Yavaş ve dikkatlice ağzıma getirdim ve bütün gücümle ısırıp büyük bir parça kopardım. Isırdığımda yüzüme ve etrafa sıçrayan kanlar biraz katıydı, sanırım biraz zaman geçmişti ölümünün üzerinden; fakat ben bunu 74
fark edememiştim. Kalbini tamamen yediğim adamı seyretmeye ve bir şeyler olmasını beklemeye başladım. Fakat hiçbir şey olmamıştı ve böylece bu deneylerime son vermem, artık başka şeyleri denemeye başlamam gerektiğini anlamıştım. Ay artık Güneş’e devrediyordu gökyüzüne hâkim olma görevini. Benim de uykuya dalıp yarın kalktığımda sağlıklı bir kafayla ve yeni anılardan faydalanarak düşünmem gerekiyordu. Cesedi uyandığım zaman sobamda yakarak yok edecektim; fakat şimdi biraz dinlenmem ve kendimi yenilemem gerekiyordu. Yorgun olmayabilirdim; fakat sağlıklı düşünmemi engelleyebilirdi bu kadar anı ve tecrübe. Bu yüzden yarını beklemek en mantıklısı olacaktı. Ertesi sabah uyandığımda ben de olmayan bir şeyin, tam kalbimin üzerine saplanmış olduğunu fark ettim. Yataktan kalkıp doğrulduğumda sapına lastik aracılığıyla tutturulmuş kâğıt olan bir bıçak olduğunu anladım. Vücudumun birkaç yerinde derin kesikler vardı; fakat kan yoktu, bende hiç bir zaman kan olmamıştı. Bıçağı göğsümden çıkarmadan önce sapına tutturulmuş kâğıdı elime aldım ve bunu kimin yaptığını anlamak için notu okumaya başladım. ‘Selam yoldaş! Beni o cehennemden kurtardığın için sana minnettarım. Cehennemde alevler içinde yanarken seni gördüm ve ardından uzun bir süre boyunca karanlığa gömüldüm. Gözlerimi açtığımda bulunduğum durum hiç hoşuma gitmemişti; fakat sen beni hayata geri getirdin. Bu yüzden senden intikam almak gibi bir niyetim de yok. Açıkçası kalbimin olmadığını fark ettiğimde girdiğim şoktan çıkmak benim için biraz zaman aldı; fakat kendimi toparlayıp vücudumda açtığın yarıkları diktim. Bana ne yaptın ve ölümsüzlük gibi güçlü ve güzel bir armağanı neden bana verdin bilmiyorum; fakat bunun için sana binlerce kez teşekkür etsem azdır. Artık ölmek gibi bir kaygım olmadığı için daha korkusuz ve daha cesur olabilirim. Umarım bir daha görüşmeyiz; çünkü görüştüğümüz zaman senden kurtulmak zorunda kalabilirim. Sevgilerimle…’ ’Küçük bir Not: Birkaç bıçak yarasıyla sana ders vermek istedim; fakat senin ölümsüz ve hissiz bir piçten başka bir şey olmadığını fark ettim. Bu yüzden sana bu notu bırakıp bir an önce kayıplara karışsam iyi olur diye düşündüm.’ 75
Yaptığım şeyin farkına vardığımda tehlikesini de fark etmiştim tabii ki. Yapabilecek tek bir şey vardı; ya o benden kurtulacaktı ya da ben ondan. Beynini yediğimde gördüğüm şeylerden daha fazlasını yapacağını biliyordum ve bu yüzden de onun durdurulması gerekiyordu. Yıllar süren aramalarım sonucunda ona ulaşabilmeyi başarmıştım; fakat bu geçen zaman sürecinde bir sürü ölüm ve günah görmek zorunda kalmıştım. Kimse bilmese de, gerçek suçlu bendim. Adamın kendine ve ölümsüzlüğüne olan güveni onu yakalamamda büyük kolaylık sağlamıştı. Bir gece kaldığı pansiyona gidip odasına girmiş ve üzerine bir şarjör mermi boşalttıktan sonra koşarak ormanlığa doğru kaçmıştım. Beni yok edip, tek olmak istediğini biliyordum. Tahmin ettiğim gibi beni takip etmeye başlamış ve tuzağımın içine düşmüştü. Ağaçların etrafından doladığım ve örümcek ağından esinlenerek hazırladığım bu tuzak, benim sadece bir ipi kesmeme bakıyordu. Daha sonrasında aniden gerilen ipler adamı kollarından ve bacaklarından tutacaktı ve hareketsiz bir şekilde havada duracaktı. Kolları ve bacakları ayrık bir şekilde havada öylece asılı dururken bana pek bir zorluk çıkaramazdı. Her şey planıma uygun gitmişti. Tuzak işe yaramıştı ve ona yapmam gereken şeyi yapmıştım. Önce kafasını gövdesinden, daha sonrada kollarını ve bacaklarını vücudundan ayırmıştım. Her bir parçasını elli metre aralıkla kazdığım derin çukurlara gömmüştüm. Kafasını da ağzını sıkıca diktikten ve üzerine bir çaputu sıkıca bağladıktan sonra sırt çantama koymuştum. Yaşadığım şehre ve evime geri döndükten sonra, bodrum katında olan laboratuarımda derin bir çukur açıp kafasını da oraya gömmüştüm. Yıllar süren çabanın sonunda başarmıştım, daha fazla kan döküp tecavüz edemeyecekti. Artık daha fazla deney yapmak bir işime yaramazdı. Sonuçları çok daha tehlikeli olabilirdi siz insanoğulları için. Elde edemediğim bu iki şeyi, hiçbir zaman da elde edemeyeceğimi anlamıştım. Gündüzleri yaratık diye çağırıldığım için geceleri bir birahaneye gidip içmekten başka hiçbir şey yapmaz olmuştum. Kasım ayının ilk haftası, günlerden Çarşamba günü ‘O’nu görene kadar başka da hiçbir şey yapmamıştım. Fakat o gün bütün her şeyin değişeceği gündü. O gün ilk defa farklı bir şey olacaktı hayatımda. Beni şaşırtacak bir şey, daha önce hakkında hiçbir tecrübe edinmediğim bir şey… 76
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir. ***
77
Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: “Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!”
Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz… *** Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli… 78
Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister… Not: Mustafa Balbay tutuklu olduğu için bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Sayın Serdar Kızık’ın izniyle yayınlıyoruz.
79
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
80