Azizm Sanat E-Dergi
Aralık 2013 - Sayı 72
Abdülcanbaz 56 Yaşında Sofia Vari
Kubizmin Yeniden Doğuşu
Munch - Warhol Modernite - Postmodernite
50. Yılında Kennedy Suikastı
Film Eleştirileri: Billy Elliot, Cosmopolis
1
Genel Yayın Yönetmenleri Onur Keşaplı Selin Süar Yayın Kurulu Can Önen Engin Taş Gökhan Baykal Osman Bahar Özgür Keşaplı Didrickson Ön Kapak: Broş, Eva Mudocci (1903) – Edvard Munch Arka Kapak: Minator 2 (2011) – Sofia Vari azizm.sanat@gmail.com www.azizmsanat.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
2
Editörden Aralık ayında yazılan metinlerde, geride bırakılan yılın genel bir değerlendirmesini yapmak gelenekselleşmiş bir klişedir. Ancak 2013, Türkiye için öyle bir yıl oldu ki, sadece yıl sonunda değil, belki de sonsuza dek anılacak bir kırılma anına ev sahipliği yaptı. Gezi Parkı savunusuyla başlayan Haziran Direnişi, kadim Anadolu coğrafyasının tarihinde görülmemiş oranda toplumsal bir bilincin, kitleselleşmiş dışavurumuydu. Yaşamı somutlaştıran tüm alanlarda geri döndürülemeyecek oranda ilerici bir etkisi oldu. Ülkemizi, dünyadaki insanlık düşmanı sistemden aldığı güçle yöneten ilkel zihniyet, bugüne dek alışık olduğu gibi korkuyla ve şiddetle bastırabileceğini düşündüğü toplumsal direnişin kararlılığı karşısında neye uğradığını şaşırarak alışık olmadığı bir korkuya kapıldı. Egemenlerin korkusu, egemenliklerinin yükseldiği ittifakları sarstı. Gerici ittifakın sarsılması üzerinden hayallere kapılmak elbette yersiz. Gezi, sloganın gerçek karşılığı olarak Aydınlanmacı iktidar savaşımında, daha başlangıçtı. Fakat korkuya kapılıp birbirini yiyecek hale gelmeleri ve bu çekişme sonucu birlikte zaptettikleri kimi kaleleri yitirmelerinin yegane sebebi halkın toplumsallık bilinciyle örgütlü başkaldırısıdır! İlerici halkın, haklı savaşımının şimdilik son kazanımı Mustafa Balbay'ın özgürlüğüne kavuşmasıdır. Komplolar, tertipler üzerinden halkın bu kazanımını sulandırma çabası yersizdir. Balbay'ın özgürlüğünü kazanması, hukuk katliyle beslenen iktidar aygıtının surlarında açılmış koca bir deliktir. Surun topyekün yok edilmesi için doğru bir ideolojik zihniyet inşa ederek örgütlenmeliyiz. Balbay, son kitabı "Savunma"ya Beydaba'nın "Hükümetlerin en kötüsü masum insanları korkutandır" alıntısıyla başlayarak aslında sadece günümüze değil, geleceğe dair bir çağrıda bulunuyor. Başta Merdan Yanardağ ve Yalçın Küçük olmak üzere hukuk katli neticesinde özgürlükleri çalınan tüm ilericilerin, özgürlüklerine kavuşması ve inşa edilecek yeni ve eşitlikçi bir ülkede korkuyu saf dışı bırakacak olan, Haziran Direnişi'yle somutlaşan Aydınlanma ve Sosyalizm çağrısı olacaktır. 3
Yaklaşık beş yıldır her ay dergimizde yer alan ve Balbay özgür kalana dek yayınlama sözü verdiğimiz, Balbay imzalı, "Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı" başlıklı yazıyı son kez yayınladığımız Aralık sayımızda, "pax-Americana"ya 50 yıl önce karşı çıkmış ve belki de bu yüzden suikaste uğramış J. F. Kennedy'yi, suikasti sanatla aydınlatma amacıyla benzersiz bir sergi açan Bedri Baykam'ın yapıtlarına dair bir değerlendirme yer alıyor. Plastik sanatlar açısından yıl sonu bereketi yaşayan ülkemize konuk olan çağdaş sanatçılardan kübist Sofia Vari, dışavurumcu Edvard Munch ve postmodernizmin simgesi Andy Warhol sergileri üzerine eleştiriler sayfalarımızda. Karikatürümüzün en büyük yaratıcısı Turhan Selçuk'un ölümsüz karakteri Abdülcanbaz'ın 56. yaşını, Gezi ile birlikte Abdülcanbaz'ın adaletsizliklere karşı beyefendice yükselttiği tokadın milyonlar tarafından tekrarlandığı bir süreçte kutlamanın mutluluğunu yaşıyoruz. Sinema yazılarımızda, üretim üzerine kurulu halinden başkalaşım geçirerek tüketim odaklı bir hal alan kapitalizmin tükenmişliğini anlatan Cronenberg'in "Cosmopolis"ini ve "sinema ve erkeklik" yazı dizimiz kapsamında "Billy Elliot" filmi üzerinden işçi sınıfının temsilini masaya yatırıyoruz. Haziran ayında yakılan ateşin büyüyeceği ve Aydınlanmanın galip geleceği yeni bir yıl dileğiyle, Sanatla kalın dostlar...
Azizm'in Notu: Azizm Sanat E-Dergi Ocak sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, resim, video ve fotoğrafı 3 Ocak tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
4
İçindekiler Sinema ve Erkeklik 3: İşçi Sınıfı Maço mu? - Can Önen
s. 6
Cosmopolis: Limuzinde Bir Gün - Özge Aslan, Mizgin Çiçek
s. 19
İstanbul Beyefendisi Abdülcanbaz - Selin Süar
s. 25
Kennedy Suikastını Sanatla Aydınlatmak - Onur Keşaplı
s. 30
Sofia Vari ve Kübizmin Yeniden Doğuşu - Selin Süar
s. 36
Modernite ve Postmodernite Arasında Gezinti: Munch Warhol - Onur Keşaplı s. 41 Sırası mı Şimdi Şakanın? (şiir) - T. Ayhan Çıkın
s. 46
Geyiklerin Komplosu (bölüm 4) - Kamil Murat
s. 47
Yalnız Çaresizlik - Nur Gözde Yılmaz
s. 64
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı - Mustafa Balbay
s. 66
5
Sinema ve Erkeklik 3: İşçi Sınıfı Maço mu? Can Önen Sinemanın, insanlık tarihinde heyecan verici bir icat olmanın ötesine geçip bir eğlence aracı olarak popüler kültürün önemli bir parçası haline gelmesiyle birlikte giderek tarihin önemli kırılma anlarını yansıtan, geriye dönüp önemli toplumsal olay, dönüşüm ve süreçlerin yeniden okunmasının hatta yeniden üretilmesinin de aracı olan bir içerik kazandığı söylenebilir. Sinema ve politika arasındaki ilişkinin doğrudanlığı oldukça tartışmalı olsa da, verili bir tarihsellikte topluma egemen olan ideolojik konfigürasyonun, özellikle dönemin popüler sinemasına rengini çalmaya devam ettiği hemen herkesin üzerinde mutabık olduğu bir olgudur. Klasik anlatı sineması veya popüler sinema, hangi ulus incelenirse incelensin verili bir tarihsel bağlamı, o ulusun hakim siyasi yönelimlerini, bu yönelimlerin toplumu ikna etmek istedikleri belli konuları, toplumun kendisiyle arasına mesafe koyması istenen şeyleri, verili tarihselliği önceleyen bazı süreçleri dönemin hakim tonuna göre yeniden üreten bir söylem tutturarak ele alır ve kendi süzgecinden geçirir. 20. yüzyılın ikinci yarısında dünyadaki gelişmelere damgasını soğuk savaş, özellikle 1980’lerle birlikte önemli bir kırılma yaşadı. Bu kırılmayı önceleyen, özellikle 1970’li yıllarda rüzgarın soldan estiği sırada, hem dünya kapitalist sisteminin merkez ülkelerindeki muhalif hareketler (özellikle feminist hareket ve işçi hareketi) egemenlere karşı çeşitli kazanımlar elde etmişler, hem de soğuk savaşın taraflarından kapitalist Batı, diğer kutba karşı giriştiği bazı dış politika hamlelerinde (Vietnam) ciddi başarısızlıklarla karşılaşmış, 1980’li yıllara doğru ciddi bir toplumsal meşruiyet krizi yaşamaya başlamıştı. 1980’li yıllar, kapitalist bloğun ABD’de Ronald Reagan, Birleşik Krallık’ta ise Margaret Tatcher önderliğinde, diğer kutup karşısında dış politikada 6
kaybedilen üstünlüğü geri kazanma, iç siyasette ise muhalif toplumsal hareketlerin elde ettikleri kazanımları geri püskürtecek hamleler yapma ve ekonomide sermayenin hem iç pazar hem de uluslararası pazarda önündeki engelleri kaldırıp tam bir hareket serbestisi kazandıracak adımların atılmaya başlanacağı bir dönemdi. Çabaların istenen sonuçları vermesi uzun sürmedi. ABD’de kadın hareketine dönük muazzam bir düşmanlık hortlarken, İngiltere’de işçi sınıfının toplumsal ağırlığı ve örgütlü gücü dejenerasyona maruz bırakıldı, dış politikada ise, sosyalist blok önce pasif bir profil sergilemeye başladı, sonrada Gorbaçov’un Perestroyka ve Glasnost gibi açılımlarıyla birlikte kapitalist dünya karşısında muazzam ödünler verildi ve sonunda blok 1989’da Berlin duvarının yıkılmasından kısa bir süre sonra 1991’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) dağılmasıyla resmen çözüldü. İngiltere ve ABD’de 1980’lerde başlayan neo-liberalizasyon süreci, Rusya’da ancak SSCB’nin dağılması ve dünya kapitalist sistemine entegre olma çabalarının başlamasıyla 1990’lı yıllarda etkisini hissettirmeye başladı. Bu bakımdan yukarıda çizilen çerçeve ve tarihsel bağlam, rakamsal olarak farklı tarihlere rastlasa da, özü itibarıyla her üç ülkede de benzer bir yönelime işaret ediyor. Sinema ve erkeklik yazı dizimizin bu aşamasından itibaren, yukarıda sözü edilen yönelimin, Amerikan, İngiliz ve Rus ulusal sinemalarından örneklerle, temsil edilen ‘erkeklikler’ üzerinden izi sürülmeye, başka bir deyişle bu yönelimin yarattığı popüler kültürel ortamda ana akım sinemada ‘erkeklik’ temsili açısından nasıl sinemasal tercihlere gidildiği araştırılacak. Bu sayıda, İngiliz sinemasında toplumsal gerçekçi sinema örneklerinde sıkça ele alınan işçi sınıfı temsilinin, Tatcher dönemi sonrası atmosferde yapılan filmlerde nasıl bir bağlamda ele alınmaya başlandığı, işçi sınıfının yüceltildiği, idealize edildiği örneklerden, bu sınıfa doğan çocukların hem bu sınıfsal çerçeveye, hem de paternal 7
otoriteye başkaldırdığı ve sınıfsal kurtuluşun yerini bireysel kurtuluşa bıraktığı örnekler üzerinde duracağız. Bu bağlamda özellikle "Billy Elliot" filmine odaklanılacak. ‘Maço’ sınıftan bireysel kurtuluş: Billy Elliot 1980’li yıllarda ABD’de Reagan Başkanlığıyla iktidar haline gelen neo-muhafazakar politik doğrultunun bir benzeri, Margaret Thatcher iktidarıyla İngiltere’de etkili olmaya başladı. İngiltere 2. Dünya savaşının sona ermesiyle birlikte kapitalist dünyanın liderliğini ABD’ye bırakmakla kalmayıp, 20. yüzyılın geri kalanında politik açıdan, 1970’lerin sonunda Avrupa Birliği’ne katılsa da hep ABD’yi izledi. Bununla birlikte, politik açıdan 1980’lerdeki dönüm noktası arasında bir paralellikten söz konusu olsa da, sürecin iki ülkenin sinemaları üzerindeki etkisinin tam olarak aynı olduğundan söz etmek mümkün değil. Sürecin Amerikan popüler sinemasından farklı yankı bulmasının ilk nedeni, kuşkusuz yaşanan dönüşümün İngiltere’deki öncelik ve gündemlerinin ABD’dekinden farklı olması. İngiltere’de ABD ile kıyaslandığında tarihsel olarak çok daha örgütlü ve siyasi açıdan da çok daha etkili olan işçi sınıfı, Thatcher dönemi neoliberal dönüşümleri esnasında özelleştirme konusunda çok ciddi bir muhalif duruş sergiledi ve sınıf kavgası gündeminin muhafazakar iktidar açısından bir numaralı gündem haline gelmesine yol açtı. Hatırlanacağı üzere ABD’deki muhafazakar iktidarın içerideki en belirleyici gündemi, işçi sınıfından ziyade bir önceki dönemde kadın hareketinin elde ettiği kazanımlar ve bunun muhafazakar erkeklerde yarattığı rahatsızlıktı. İşçi sınıfının hem ekonomik hem de politik yaşantıda geriletilmesi gündeminin önemi, meselenin sinemayla ilgili boyutunu tartışmaya başladığımızda daha iyi görülecek. İkinci olarak yine Thatcher hükümetinin en önemli gündemlerinden birinin Kuzey İrlanda’da İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu’nun (IRA) sürdürdüğü bağımsızlık savaşı olması gösterilebilir. Reagan’ın en önemli politik gündeminin, soğuk savaştaki rolü nedeniyle sosyalist bloğun geriletilmesi olduğu hatırlandığında, İngiltere’nin böyle bir iç gündeminin olması, sinemaya da ister 8
istemez farklı yansıdı. Muhafazakar iktidarların gündem ve öncelikleriyle ilgili söz konusu farklılıklar, başka bir deyişle İngiltere toplumunun 1980’li yıllara girildiğindeki özgüllüğü, Thatcher iktidarının sürdürdüğü politikaların çok ciddi bir gerilim yaratması sonucunu doğurdu. Dolayısıyla bu dönemi okuyabilmenin en sağlıklı yolu, ABD’deki süreci tartışırken yapacağımız gibi 1980’li yılların filmlerine odaklanmak değil, sürecin meyvelerinin çoktan toplanmaya başlandığı ve ortaya çıkan yeni toplumsallık içerisinden geriye dönüp, 1980’li yıllarda yaşananları konu edinen filmlere odaklanmak olmalı. "Billy Elliot" filminin merkeze oturtulmasının da nedeni bu. Stephen Daldry’nin yönettiği 2000 yapımı "Billy Elliot", 1984’te Kuzey İngiltere’de Durham’daki bir kasabada geçiyor. Temel ekonomik faaliyetin kömür madenciliği olduğu kasabada yaşayan 11 yaşındaki Billy, tam da 1984-1985 maden grevlerinin yaşandığı dönemde, kasaba yaşantısının bir parçası olan gelenekleri ve yaşam tarzını reddederek, kendi hayallerinin peşinden gider. Film, Billy’nin kasaba yaşantısının doğal bir parçası olan alışkanlıkları, kasaba yaşantısının temel faaliyeti olan kömür madenciliğini, yani bir anlamda kendisine dayatılmış olan kaderi, kabullenmeyerek, baleye merak sarmaya başlamasına ve bale öğretmeninin teşvikiyle Londra’daki Kraliyet Bale Okulu’na kabul edilme mücadelesine ve başarısına odaklanıyor.
9
Bu özetten de anlaşılabileceği üzere film, İngiltere toplumsal gerçekçi sinemasında sıkça konu edilen işçi sınıfına dair öykülerdeki temsilden farklı olarak, olumlu karşılanan bireysel bir kurtuluş öyküsü. 1980’li yıllara gelene dek işçi sınıfından karakterlerin yaşantılarının konu edildiği İngiliz filmlerinde zaman zaman işlenen bir tema olarak ‘bireysel kurtuluş’, genellikle züppece veya bencilce olarak olumsuzlanan ve gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir şey olarak işlendi. Örneğin "The Proud Valley" filminde bir işçinin oğlu olan Emyln, nişanlısına destek olmak ve yönetici bir pozisyon elde edebilmek için gece sınıflarına katılır. Ancak böyle yapmasının nedeni içerisinde bulunduğu topluluktan ayrılmak istemesidir. (Hill, 102) Sözü edilen filmdeki bireysel kurtuluş arzusu, Billy Elliot’tan farklı olarak olumlanmaz. Billy Elliot’unkine benzer şekilde madenci bir toplulukta bir çocuğun düşlerinin peşinden gitmesini konu edinen, Ken Loach'un yönettiği "Kes" filmi de, Billy Elliot’un aksine melankolik bir finale sahiptir ve bireysel kurtuluşu olumlamaz. Daha ziyade bunu insani bir istek olarak kabul ederek, kimine bireysel kurtuluşu arzulatacak, kimineyse işçilerle birlikte mücadele azmi aşılayacak olan sosyo-politik koşulların kendisine odaklanır. Billy Elliot’ta değişen bu durumun nedeni olarak, Thatcher dönemindeki neo-liberal 10
özelleştirme politikalarıyla ve teknolojik değişimlerle birlikte geleneksel endüstrilere verilen önemin azalmasıyla beraber, işçi sınıfının toplumsal etkisi ve öneminin azalmaya başlaması gösterilebilir. Yukarıda 1980’li yıllar boyunca bu sürecin devam ettiğini ve Billy Elliot’un bunun toplumsal sonuçlarının yaşandığı bir konjonktürden geriye dönüp sürece bakmaya tekabül ettiği öne sürülmüştü. Morgan bu konjonktürün 1980’lerdeki dönüşümden önceki toplumsallıktan farkını şöyle özetliyor: ‘‘Postmodern toplumda sınıf ayrımlarının artık modasının geçtiğine dair giderek artan bir popüler algı vardı.’’ 1 2000’lerden 1984 senesine ve bir madenci kasabasına bakan film meseleye bu algıyla yaklaşıyor. ‘Modası geçmiş’ bir kavrama referansla grev yapan madencilerin arasından kendi bireysel tercihleriyle sıyrılıp başarılı olan bir dansçı erkek çocuğu. Filmde Billy’i koşullandıran ve kısıtlayan kasaba yaşantısının neredeyse tüm unsurlarını damgasını vuran üretim ilişkileri, 2000’lerin post-endüstriyel toplumundan bakıldığında kaybolmak üzere olan köhnemiş bir faaliyet olarak görülüyor ve olumsuzlanıyor. Kasabadaki konutların inşa ediliş biçimi, madenci erkeklerin vardiyadan arta kalan zamanlarında sosyal faaliyetlerini gerçekleştirdikleri spor tesisi tüm bunlar, madenciliğin ve işçilerin yaşam tarzının gereklerine göre tasarlanmış. Benzer bir yaklaşıma göre ‘‘Brassed Off, The Full Monty, Little Voice ve Billy Elliot gibi filmler işçi sınıfının değişiyor olmaktan ziyade düşüşte olduğunu anlatan filmler.’’ 2 Kasabadaki kömür madeninde, işin doğası gereği yalnızca erkekler çalışmakta olduğu için, az önce sınıfsal ihtiyaçlarla bağlantılandırılan kasaba yaşantısı ve mekanlarının bir yandan da erkeklikle ilişkili olduğunu tespit etmek gerekiyor. Örneğin sendikaya ait spor tesisi boks gibi erkeklerin daha yaygın yaptıkları sporlar için uygun, öyle ki, bale eğitimi alan kız çocukları bile boks salonunu kullanıyorlar. Bu noktada sınıf ve erkeklik kategorileri arasındaki ilişkiden kısaca söz edilebilir. Sınıfla erkeklik arasındaki 1
David Morgan, ‘‘Class and Masculinity’’, say. 160 Mike Wayne, ‘‘The Performing Northern Working Class in British Cinema: Cultural Representation and its Political Economy’’, say. 287
2
11
bağlantı her iki kategorinin de kamusal alanda kendisini var edip yeniden üretmesinden kaynaklanıyor. ‘‘Sınıf ve sınıf savaşımlarının zemini, söz gelimi istihdam ve politika kamusal alanda yer alır. Kamusal alan aynı zamanda sınıfsal ve siyasal eylemlerde görece önde olan erkekler tarafından kontrol edilmektedir.’’ 3 Filmdeki işçi sınıfı temsilinin maço bir erkek olduğunu ve bunun Billy’le kasaba yaşantısındaki çeşitli unsurlar arasındaki gerilimin kaynağı olduğunu söyleyebiliriz. Aile geleneğini sürdürerek, pek hevesli ve yetenekli olmasa da boks derslerine katılan Billy, başka bir alan olmadığı için aynı salonda bale dersi yapan kız öğrencilerle birlikte bale öğrenmeye başlar. Bale hocası Bayan Wilkinson kısa sürede Billy’nin bu konudaki yeteneğini fark eder ve onu Kraliyet Bale Okulu’nun sınavlarına hazırlamaya karar verir. Billy ise, boksu bırakıp bale yapmaya başladığı babası ve abisi tarafından öğrenilmesin diye bale ayakkabılarını saklamakta ve evdeyken gizlice antrenman yapmaktadır. Korktuğu gibi bale yaptığı öğrenildiğinde babası Jackie ona balenin erkek sporu olmadığını ve tıpkı kendisi gibi boks yapması gerektiğini söyler. Kasabadaki grevde önemli bir rolü olan abisi Tony’nin de, Billy’nin bale yaptığını öğrendiğinde verdiği tepki tıpkı babalarınınki gibi olur. Annesi ölmüş olan Billy’nin baleye olan ilgisini evde yalnızca büyük anne (ki onun da yaşlılıktan dolayı aklı noksandır) desteklemektedir. Dolayısıyla Billy’nin filmde hayalini gerçekleştirmek için, babası ve abisi üzerinden işçi sınıfında cisimleştirilen patriarkal otoriteye başkaldırmak durumunda kaldığını ve bunu gerçekleştirdiğini ileri sürebiliriz. Çocukların patriarkal otoriteye başkaldırısı Billy Elliot’un yanı sıra "The Full Monty", "Raining Stones" ve "Nil by Mouth" gibi İngiliz filmlerinde de işlenen bir temaydı. 4
3
Morgan, ayg., say. 169 James Leggott, ‘‘Like Father?: Failing Parents and Angelic Children in Contemporary British Social Realist Cinema’’, say. 167
4
12
Filmde Billy’nin annesinin yokluğu, Billy’i sarmalayan koşulların homososyalliğini vurgulayan bir işleve sahip. Bunun yanı sıra madencilerin eşlerinin yokluğu da bu vurguyu artırıyor. Tarihte 1984-85 grevi esnasında madencilerin eşlerinin de greve destek oldukları bilinir. Filmde bu durumun hissettirilmemesi bilinçli bir tercih gibi görünüyor. Billy’nin annesi rolünü bale hocasının üstlenmiş olduğunu ve filmde öne çıkartılan önemli bir kadın karakter olarak, Billy’le birlikte erkek egemenliğe meydan okuduğunu söyleyebiliriz. Babası Billy’nin bale sınıfına devam etmesini yasakladıktan sonra evlerini ziyaret eden Bayan Wilkinson, Billy’nin baleye olan yeteneğini baba ve abiye anlatır. Billy’nin abisinin buna tepkisi ise, orta sınıf konformizmiyle aile işlerine burnunu sokmaması konusunda Wilkinson’ı uyarmak olur. Wilkinson’ın abi ve babayla tartışması filmde öne çıkartılan tek kadın karakter olarak ‘erkek egemen’ anlayışa başkaldırısında Billy’e desteğini gösteren önemli bir sahne.
13
Bir edim olarak dans, filmde balenin çağrıştırdığı feminenlik üzerinden toplumsal cinsiyet, işçi sınıfı ve maçoluk gibi tartışmalar için önemli bir tutamak noktası olmanın ötesinde öneme sahip. Filmin açılış sahnesinde Billy’nin dönemin pop şarkılarından biri eşliğinde dans ederken görüyoruz. Dans, kasabada her yere sinmiş olan işçi sınıfı belirlenimli erkek kültürün dayattığı homososyallikten sıyrılıp, bireysel bir alan yaratmanın ve kişisel düşlere dalmanın bir aracı olarak işlev görüyor. Buna ek olarak dansın Billy’nin parçası olmayı reddettiği toplumsal ilişkilere dönük isyanını ifade ettiği, özgürleştirici bir araç olarak da kullanıldığına tanık oluyoruz. Dans hocasıyla abisi Tony’nin tartışmasının ardından Billy’nin step dans yaparak içindeki öfkeyi dışa vurduğu sekansı bu bağlamda okumak mümkün. Kasaba sokaklarında koşuşturarak dans eden Billy öfkesini kusmak için ayaklarını sertçe yere vurarak step dans yapar, hatta işçilerin greve çağıran afişlerini tekmeler. Billy’nin kendisini step dansla ifade etmesi, hem bale eğitimi için babasının desteğini almasında, hem de Kraliyet Bale Okulu seçmelerini kazanması için ona yardımcı olur. Bale derslerine devam etmesi yasaklanınca bir gece eşcinsel arkadaşı Michael’la 14
birlikte spor kulübüne girer. Burada bale kıyafetinin feminen aksesuarlarından biri olan ‘tütü’ giymiş eşcinsel arkadaşıyla birlikte dans ederlerken gelen babası, Billy’nin step dansından etkilenir. Bunun üzerine Billy’nin bale öğrenmesine karşı ‘maço’ tutumunu bir kenara bırakır, hatta bale hocası Wilkinson’a teşekkür bile eder. Bununla da yetinmeyen Jackie, oğlunu Londra’ya gönderebilmek için grev kırıcılara katılmaya kalkar. Oğlu Tony tarafından engellenmesine rağmen bu sahne işçi sınıfı erkekliğinin önemli niteliklerinden dayanışmanın bir kenara bırakılması, bu anlamda babanın erkekliğinin sınıfsal kodlarından birinin çözülmesini simgelemesi açısından önemlidir. David Morgan, işçi sınıfı erkekliğiyle orta sınıf erkekliği arasındaki farkı şöyle formüle ediyor: ‘‘Biri kolektif, fiziksel ve sembolleşmiş bir erkekliğe tekabül ederken, diğeri bireysel, rasyonel ve görece sembolsüzleştirilmiş bir erkeğe denk düşer.’’ 5 Jackie, oğlu için sınıfına yani kollektiviteye ihanet ederek, işçi sınıfı erkekliği açısından da bir çözülme yaşar. Billy’nin step dansla metaforlaştırılan ve işçi sınıfı erkekliğini aşındıran isyanı, babanın çözülmesiyle ilk kazanımını elde eder. Ancak bu çözülmenin topyekün olduğunu öne sürmek zor, daha ziyade bir yumuşamadan söz edilmeli. Çünkü Jackie büyük oğlu ve arkadaşları tarafından grev kırıcılıktan vaz geçirilir ve Billy’nin Londra’da bale eğitimi alabilmesi için gereken parasal destek, küçük burjuva bir kocaya sahip olan bale hocası Wilkinson’ın parasıyla değil, sendikalı işçilerin fedakarlık ve dayanışmasıyla kendi aralarında topladıkları parayla sağlanır. Billy’nin step dansla kendisini ifade etmesi, Kraliyet Bale Okulu’na girmesine de yardımcı olur. Billy’nin seçme için Bale Okuluna gittiği sekansta diğer çocuklardan nasıl ayrıştığına tanık oluruz. Başvuran çocukların hemen hepsi, elit bir kültürle özdeşleştirilen bale eğitimine uygun sınıflara mensup ailelerden gelen, hal ve davranışlarından anlaşıldığı kadarıyla bu kültüre göre biçimlenmiş çocuklarken, Billy ve babasının okulda gezinirken etraflarına yabancı gözlerle bakmaları, oraya ait olmadıkları hissi uyandırır. Bu özelliğini dansa olan yeteneğiyle birleştiren Billy, dans 5
Morgan, ayg., say. 170
15
etmeye dönük son derece içten ve özgün bir tutku geliştirmiştir ve kasabasındaki baskıdan sıyrılmak için başvurduğu pratik olarak dans kaçınılmaz olarak Billy’nin algısında özgürlüğe giden yol olarak şekillenmiştir. Seçme sırasında sunduğu özgün kareografisi ve kendisine dansla ilgili düşünceleri sorulduğunda verdiği ‘‘dans ederken sanki elektrik gibi’’, ‘‘özgür hissediyorum’’ yanıtlarıyla okula kabul edilmeyi başarır. Billy’nin eşcinsel arkadaşı Michael’le olan ilişkisi de önemli ipuçları sunuyor. Michael’in eşcinsel olduğunu öğrendiğinde Billy bu durumu yadırgamaz. Diğer yandan, Billy’nin de eşcinsel olduğuna dair film izleyiciye herhangi bir veri sunmaz. Billy’nin Michael’e karşı anlayışlı tavrı, kendisinin de maço kültürden dolayı dilediğince bale yapamadığı düşünüldüğünde nesnel koşullardan dolayı oluşan bir kader ortaklığı veya benzer bir durumdan dolayı hor görüldüğü için doğalında gelişen bir anlayış olarak okunabilir. Filmin bütünlüğü içerisinde düşünecek olursak, son sekansta erişkin Billy’nin Londra’da bir gösterisini izlemeye gelen Jackie ve Tony’nin Michael’le karşılaştıkları zaman verdikleri tepki de önemsenmeli. Yıllar önce Billy’nin bale eğitimi almasına destek olarak ‘maçoluk’larından ödün vermeye başlamış taşralı maden işçileri, Michael’in görünüşünden dolayı ilk kez eşcinsel olduğunu keşfettiklerinde şaşırmış görünseler de olumsuz bir tepki vermedikleri açıkça ortada. Böylece 2000’lerin başından 1980’li yılların İngiltere’sine bakan bir filmde 11 yaşlarında bir erkek çocuğunun bir madenci kasabasında ataerkilliğe isyanı amacına ulaşıyor. İşçi sınıfıyla özdeşleştirilemese de, metropole hiç gitmemiş kapalı bir taşrada, sektörel nedenlerden kaynaklı olarak yalnızca erkeklerin istihdam edilebilecekleri bir iş olan kömür madeninde çalışılmasından kaynaklanan işçi sınıfı maçoluğunun, çözülmeye uğradığına tanık oluyoruz. Kadınsızlığın daha da keskinleştirdiği bu maço kültür içerisinde genç Billy, kendisini gerçekleştirebilmenin (bale yapmak) yolu olarak kadına (ölmüş annesine) sarılıyor ve kadınsı olana (Michael) tolerans göstererek ataerkilliğe hücum ediyor. Daha ileri bir tarihten 16
bakıyor olmanın verdiği avantajla işçi sınıfının hem grevi hem de genel olarak neoliberal dönüşümler sonucunda bir dönemi örgütlü mücadelesine rağmen kaybettiğini bilen yönetmen, bireysel kurtuluşu meşrulaştıran bir filme imza atarak İngiliz toplumsal gerçekçi sinemasında işlenegelen işçi öykülerinden farklı bir şey yapmış oluyor. Bu bağlamda, Billy Elliot aracılığıyla temsil edilen erkekliğin feminize edilmiş bir erkeklik olduğunu ileri sürebiliriz.
17
Öte yandan, filmde maçoluğun işçi sınıfına tahvil edilmesinde ciddi bir problem olduğu çok açık. Bu tür bir kategori, kanımca herhangi bir sınıfa atfedilemeyecek geçişkenlikte. Üretim ilişkileri içerisinde sınıfsal pozisyonların karşı karşıya olması, ilk bakışta belli kavram ve kategorilerin bazı sınıflara atfedilebileceği izlenimi yaratsa da, maçoluk gibi kültürel ve cinselliğin iç içe olduğu bir kategori için aynısını söylemek çok zor. Sınıfsal ilişkiler karşılıklı olduğu kadar, birlikte bir bütünlük de oluştururlar. Filmdeki kuzeyli madencilerin maçoluğu, ancak taşrada yaşıyor olmalarından ve ‘kadınsız’ bir işte çalışıyor olmalarından kaynaklanabilir. İşçi olmalarından değil. Kadının erkek tarafından baskı altında tutulmasının, ucuz işgücü muamelesi görüp, görece daha yoğun bir sömürüye maruz bırakılmasının, kamusal yaşantıdan dışlanıp, cinsel bir fetiş haline getirildikten sonra ikiyüzlüce örtülmesinin tarihsel olarak hangi sınıfın çıkarlarına daha uygun olduğu sorusunun yanıtını ise okura bırakıyoruz.
18
Cosmopolis: Limuzinde Bir Gün Özge Aslan, Mizgin Çiçek David Cronenberg’in yönetmenliğini yaptığı 2012 yapımı "Cosmopolis", önceki yılki Cannes Film Festivali'nde yapılan ilk gösteriminin ardından az sayıda kopyayla sinemalarda gösterime girdi. Altın Palmiye için yarışan film, olumlu ve olumsuz tepkiler ile karşılanırken, Cronenberg bu filmi ile ilk dönem filmlerinden ayrı bir yere oturuyor. Don DeLillo’nün 2003 yılında yazdığı romanından filme uyarlanan bu yapıt, yönetmen tarafından diyalogların aynen alınıp filme konulması ile birlikte romanın bir ölçüde “birebir” uyarlaması olarak da yorumlanabilir. Filmdeki diyaloglara bakıldığında, kapitalist ekonomik sistemin geldiği son evre ve bunun sonucunda şekillenen bir “birey” tipolojisi ortaya çıkmaktadır.
Başrolünde Robert Pattinson’ın (Eric Packer) yer aldığı bu filmde, Pattinson’ un "Alacakaranlık" serisinden farklı bir türe geçiş yaparak oyuculuk yeteneğini ilerlettiği 19
söylenebilir. Diğer oyunculara baktığımızda film, Kevin Durand (Torval), Jay Baruchel (Shiner), Juliette Binoche (Didi Fancher), Emily Hampshire (Janne Melman), Samantha Morton (Vija Kinsky), Mathieu Amalric (Andre Petruscu), Paul Giamatti (Benno Levin), Sarah Gadon (Elise Shifrin) gibi ilgi çekici bir kadroya sahip. Ancak bu kadro tahmin ettiğimizin dışında, sadece belirli zaman aralıklarında Eric ile iletişim kurarak yerini diğer bir oyuncuya bırakıyor.
Filmin konusuna baktığımızda, 28 yaşındaki Eric Packer’ın bir gün içerisinde yaşadığı olaylara tanık oluruz. Bir limuzinin içerisinde cereyan eden bu olaylar, farklı karakterlerin limuzine binip inmesiyle gelişir. Eric'in saçını kestirmek için ofisten çıkıp şehrin diğer ucundaki berbere gitmesi sırasında karakterlerle arasında oluşan diyaloglar ile birlikte Eric'in var oluş amacı için ilerlediği bir yolculuktur. Bu yolculuk esnasında Eric, limuzinin içinde sokaktaki yaşamdan uzak ve yalıtılmış bir biçimde bütün kibriyle yolculuk etmektedir. Kapitalist sistemin yaratmış olduğu toplumsal olaylara duyarsız (örneğin; limuzinin dışında, sokaklarda gerçekleşen protestolar), insanlarla ilişkilerinde mesafeli hayatın merkezine para, mülkiyet ve seksi koyan, hazcı bir kişiyi görmekteyiz. Bu kişi burjuva sınıfının tüketici zevklerini de yansıtmaktadır. 20
Bunu filmde Eric’in söylemi ile “ruh haline göre iki asansöre sahip” olması, limuzinle yolculuk etmesi ve limuzinin içinde pahalı teknoloji ve içkilerin yer alması örnekleriyle görmekteyiz. Bunların yanında Didi Fancher ile Eric’in yer aldığı sahnede, satılmadığını bildiği halde bir şapeli satın almak istemesi, bize burjuvazinin kabaca “param var istediğimi elde ederim, alırım” mesajını vermektedir. Burada burjuvazinin parasının aşırı birikiminden kaynaklanan bir özgüven vardır. Öyle ki bu güven sanayi toplumunun her aşamasında burjuvazinin veya sermaye sahiplerinin siyasete müdahale etmesini olanaklaştırıyor. Gerek çıkarılacak yasalarda gerekse iktidarların izlediği ekonomi politikalarında bu güç kendini hissettiriyor. Bunun yanında sermaye kendi kültür ve sanat algısını yaratarak toplumun iradesine ve kararlarına müdahale ediyor. Örneğin; resim sanatının galerilere hapsedilmesi, sanatın büyük şirketler tarafından finanse edilmesi, kimi tablolara fahiş oranlarda fiyat biçilmesi... Bununla birlikte filmde öne çıkan bir diğer nokta ileri teknoloji ve finans piyasasıdır. Özellikle 1980 ve sonrasında yaşanan teknolojik buluş ve ilerlemeler kapitalist sistemin günümüze kadar gelen evrimi açısından önemlidir. Bilgisayar teknolojisi ile 21
birlikte bilginin önemi, değeri artmış ve sanal dünya giderek büyümeye başlamıştır. 2000’lere gelindiğinde finans sektörü, bilgisayar teknolojisi sayesinde gelişmiş ve büyük bir paya sahip olmuştur. Borsa ile bir gecede sınıf atlayan insanların yaşamlarıdır söz konusu olan. Eric Packer da bu bahsettiğimiz ileri teknolojileri kullanarak, finans piyasası sayesinde ve aileden gelen bir birikimle yaşamını sürdürmektedir.
Sermaye sınıfı içerisinde yer alan Eric, yine aynı sınıfın içerisinden Elise ile evlidir. Bu evlilik bir nev-i şirket evliliğidir. Eric’in eşi ile bulunduğu anlarda ki konuşmaları, onların gerçek bir aileden çok, sadece cinsel isteklerini gidereceği bir birliktelik olarak göze çarpıyor. Özellikle Eric’in ona birlikte olmayı teklif etmesi ve Elise tarafından sürekli reddedilmesi bu ilişkinin ne kadar yanlış temeller üzerinde kurulduğunun bir göstergesidir. Filmin ilerleyen sahnelerinde havanın kararması ile birlikte Eric berbere gelir ve geçmişi ile en eski bağı olan bu berberde saçını kestirmeye başlar. Bütün bir gününü bu dükkâna ulaşmak için harcayan Eric aynı zamanda bir tehlikeyle de karşı karşıyadır. Bu tehlike onun özel güvenlik tarafından korunması, korumalarının arttırılması yoluyla bizlere yansıyor. Eric’in yüzüne pasta yemesi yalnızca küçük bir tehlikedir. Asıl tehlike silahlı bir adamın varlığıdır. Eric berbere yetişmeden önce güvenlik şefini soğukkanlı bir biçimde öldürerek bir bakıma o yüzene atılan pastanın 22
intikamını almıştır. Berberden sonra Eric aklına gelen bir soru ile ona karşı var olan tehlikenin üzerine yürümektedir: “Bu kadar limuzin geceleri nereye gider?”.
Limuzinlerin kapalı bir otoparka bırakıldığını öğrenince merakını giderir ve sokakta üzerine açılan ateşle birlikte eski bir binaya girer. Elinde berberin verdiği silah ile tehlikenin üzerine yürüyerek onunla yüzleşir. Odaya girdiğinde kafasında havlu ve elinde silahla bir adam vardır. Eric ile adam konuşmaya başladığında, adamın onun eski çalışanı olduğu ortaya çıkar. Benno Levin, eski patronuna karşı biriktirdiği tüm öfkesini kusar ve onu öldürmek istediğini söyler. Aslına bakılırsa Benno’nun tüm öfkesi kapitalist sistemdeki çalışma koşullarında eriyip gitmesi (kendini çaresiz bir robot gibi hissetmesi) yani “mikro zamanlama” kurallarına ve sisteme ayak uyduramamasıdır. Benno her ne kadar bu sisteme karşı çıkıyor gibi gözükse de aslında patronu tarafından kurtarılmayı, sisteme yeniden entegre olmayı istiyordur.
23
Filmin tamamına bakıldığında Eric her ne kadar son dönem kapitalist sitemin yaratmış olduğu insan tiplemesini birebir sergiliyor olsa da aslında bu durumdan bir bıkkınlık duyuyor. Hayatının her noktasında mantıklı hareket etmeyi uygun görse de aslında bu durumda olmaktan, sürekli mantıklı düşünmeye çalışmaktan nefret ediyor. Film bütününe bakıldığındaysa, kapitalist sisteme karşıt gibi gözükse de eleştirisinin zayıf kaldığını söyleyebiliriz. Film izleyenleri sürekli diyalogları anlamaya yönelterek takibi zorlaştırıyor. Olayın genel itibariyle bir limuzinin içinde geçmesi bir sıkılganlık yaratıyor ve bu da filmi klostrofobik bir atmosfere itiyor. Yönetmenin yarattığı dünya genel hatlarıyla iletişim kopukluğu yaşayan insanların varlığı, sürekli konuşulan ve saniyelerden de küçük birimlerle ifade edilen para, soğuk ve mesafeli duygusal ilişkiler, yine duygudan yoksun cinsel birliktelikler ve günümüzde ki sermaye sınıfının ve onların sorunlu kişiliklerinin yansımasıdır.
24
İstanbul Beyefendisi Abdülcanbaz Selin Süar
Bundan üç yıl önce Mart ayında kaybettiğimiz Turhan Selçuk’un unutulmaz çizgisi Abdülcanbaz’ın 56. doğum gününe girdik. Milliyet gazetesinin sayfalarında doğan ve 1 Aralık 1957’de serüvenlerine başlayan Abdülcanbaz, yıllar boyu birbirinden farklı öyküleriyle okur kitlesine seslenmiş ve kendine has karakter özelliğiyle Türk karikatür tarihine damgasını vurmuştur. Dönem itibariyle farklı ülkelerin çizgi romanlarından oluşan seriler piyasayı ele geçirmişken 50 Kuşağı adı verilen ve Turhan Selçuk, Oğuz Aral, Ali Ulvi, Yalçın Çetin, Ferruh Doğan, Nehar Tüblek, Semih Balcıoğlu gibi genç isimlerden oluşan karikatüristler, sanat alanını yalnızca yabancı eserlere bırakmayıp çağdaş Türk karikatürünün gelişiminde öncü olmuşlardır. Verdikleri eserlerle karikatüre yeni bir şekil vermeye ve yorum katmaya başlayan karikatüristler, Çizgide Mizah olarak 25
adlandırılan anlayışı benimsemişlerdir. Çizgide Mizah, çizginin konuyla bütünleşen ve yalnız
başına
anlam
ifade
ettiği,
yazısız
bir
tarz
olarak
ön
plana
çıkmıştır. Cumhuriyetin yetiştirdiği sanatçılar, geçmişten gelen mizah anlayışını reddetmişler ve insanın kişiliğini konu edinen, evrensel karikatürler yapma amacı taşımışlardır. Kendi dönemleri içerisinde boy gösterdikleri sanat ortamında Türk politik yaşamı kızıştığından, siyaset olgusu, çizdikleri karikatürlerde yer almıştır.
1957 yılında Milliyet gazetesi Genel Yayın Müdürü Abdi İpekçi, Türk sanatında çizgi roman türünde örnekler verilmesini talep ettiğinde Abdülcanbaz’ın ilk serüveni olan Turist Rehberi, Turhan Selçuk’un yanında Aziz Nesin’in de önderliğiyle başlamış ve ortaya Sultanahmet’te turist dolandıran, hilekâr ve düzenbaz bir turist rehberi tipi ortaya çıkmıştır. Öykünün yazıcısı Aziz Nesin, o dönemlerde yasaklı olduğundan 26
Abdülcanbaz’ın altında sadece Turhan Selçuk imzası yer almaktadır. Turist Rehberi’nin yayını bittiğinde Aziz Nesin diziye devam etmek istemez ve ayrılır. Diziyi bitirmek isteyen Turhan Selçuk, Abdi İpekçi’den ret cevabı aldığında çizgilerine hayat gelmesi için Rıfat Ilgaz’a danışır, ancak zaman içinde yazardan gelen öyküler de aksatılmaya başlanır.
Turhan Selçuk, o andan itibaren düzenbaz olan Abdülcanbaz’ın karakterini de değiştirerek yazmaya başlar. Böylelikle eskinin paragöz, köşeyi kısa yoldan dönmek isteyen kurnaz karakteri bir ‘İstanbul Beyefendisi’ne dönüşerek ahlaksız olan, kötülüğün yanında kendine pay kapmak için duran, utanmaz tiplere karşı savaşan bir sembol haline gelir. Abdülcanbaz’ın yakın arkadaşı olan Fettah ve Fayrabi, Doğu’nun yetiştirdiği en büyük ilim adamı olan Karanfil Hoca, iri cüssesi ve temiz kalbiyle Tarzan, kadın düşkünlüğü, düzenbazlığı ve hazıra konmasıyla bilinen saray eşrafından Gözlüklü yaranan Sürmegöz
Sami İhsan
Bey ile
kendisine
Bey serüvende
çıkar
kendisine
sağlamak eşlik
eden
için
ona
karakterler
arasındadır.
27
Halkın içinden olan ve iyiden, doğrudan yana davranan Abdülcanbaz, Türk insanının dürüstlüğünü, adaletini ve gücünü temsil ettiği için zaman içinde çok sevilir. Yıllar boyu Milliyet’in yanı sıra, Cumhuriyet ve Akşam gibi gazetelerde de yer alan Abdülcanbaz, 1987 yılında veda eder, ancak ısrarlar sonucu 1994’te yeniden okurlarıyla buluşur. Turhan Selçuk, bugün 56. yaşını kutladığımız Abdülcanbaz’la,
28
Anadolu’nun
kalbinden
olan
özellikleri
hikâyelerine
ve
özgün
çizgisine
harmanlayarak Türk karikatür tarihine damgasını vurmuştur. Abdülcanbaz'ın dünyasında gezinmek için http://www.abdulcanbaz.biz/ adresini ziyaret edebilirsiniz.
29
Kennedy Suikastını Sanatla Aydınlatmak: Dünyayı Değiştiren 8 Saniye Onur Keşaplı İstanbul Piramid Sanat’ta 22 Kasımda açılışı gerçekleşen, Bedri Baykam imzalı “Dünyayı Değiştiren 8 Saniye” sergisi, tarihin en büyük komplolarından biri olarak anılan ve hala -ısrarla- aydınlatılmayan J.F. Kennedy suikastının 50. yılında çarpıcı bir deneyim sunuyor izleyiciye.
Küba istilasına izin vermeyen, kendi döneminden önce planlanan Domuzlar Körfezi çıkartmasına ordu desteğini çeken, CIA başta olmak üzere istihbarat örgütlerinin yetkilerini kısıtlamakla başlayarak ABD ordusunun Vietnam’dan çekilmesi için hazırlıklara girişen, Sovyetler Birliği’ne karşı yıkıcı politikalardan vazgeçmek üzere program oluşturan Başkan Kennedy’nin öldürülmesini, emperyalizmin önünün tamamen açılması olarak yorumlayan Baykam, uzun araştırmalar sonucunda vardığı bilgi ve delilleri, yapıtlarıyla birlikte kanıt olarak sunuyor.
30
Alışılageldik sergi seyrini bambaşka bir tecrübeye dönüştüren bu çalışmada, sergi salonunun duvarları, tavanı ve kolonları, yapıtlardan bağımsız bir mekândan çok eserin ta kendisi oluyor. Suikastı takip eden günlerde Türkiye ve dünya gazetelerinde yer alan haberler, video görüntüleri ve suikastı aydınlatmakla görevli olup “yalnız ve sorunlu katil Oswald” sonucundan öteye gidemeyen Warren Komisyonu’nu temsil eden, üzerinde “Ulusal Güvenlik-Çok Gizli” yazılı zincirlenmiş kara kutular, yapıtlarla beraber mekânı tümüyle kapsayarak izleyicinin bulguları takip edip, adeta dedektif veya savcıymış gibi, bir sonuca varmasını istiyor.
Bedri Baykam, yakın geçmişte ortaya koyduğu ve plastik sanatlar biçimini yeni bir evreye taşıyan 4. Boyut tekniğini “Dünyayı Değiştiren 8 Saniye”de de kullanarak uzamı, mekan-zaman bileşimini aşacak noktaya taşıyor. Özellikle “Suikast Sahnesindeki 12 Hatayı Bulun” ve “Çimenli Tepe” adlı yapıtlar bu bağlamda öne çıkıyor.
31
“Çocuk Oyunu” adlı çalışma ise Baykam’ın, gerçeğin karanlığını bir an için parçalayıp, alternatif bir zaman dilimi yarattığı naif bir yapıt. Her ikisi de suikasta uğrayan Kennedy kardeşlerle birlikte ele alınan zaman dilimine tanıklık etmiş farklı kuşaklardan Che Guevera, Martin Luther King, Marilyn Monroe, Jacqueline Kennedy ve ABD statükosu tarafından 50 yıldır suikastın tek tetikçisi olarak sunulan, kendi tabiriyle “günah keçisi” Lee Harwey Oswald, bir parkta, onları bekleyen tarih/talihten habersiz en masum halleriyle oynamaktadırlar. Mizahı ve sanatı, Soğuk 32
Savaşın sıcak politikasıyla buluşturan iki yapıtı, “Ellerini Küba’dan Çek” ve “Güç Pokeri”, serginin ideolojik konumlanması açısından diğer çalışmalar arasından sıyrılıyor. İlki, Fidel ve devrimcilerin ABD’ye karşı zaferiyle sonuçlanan Domuzlar Körfezi savaşıyla başlayarak Soğuk Savaşın en sıcak anı olarak niteleyebileceğimiz, Türkiye’nin de emperyalist kutupta ne denli aciz hale düşürüldüğünün kanıtı olan, Füze Krizi’ni resmediyor.
İkinci yapıt ise adını doğrulayacak ölçüde 20. yüzyılın güç üzerine kurulu savaşının farklı aktörlerini, gerçek aktör ve aktrislerle birlikte poker masasının oyuncuları haline getiriyor. Masayı kuş bakışı gözetleyen ise yaban hayattan simgesel olarak yalıtılmış olan, Batı emperyalizminin sembolü Amerikan Kartalı. En başta Warren Komisyonu olmak üzere ABD tarafından 50 yıldır yokmuş gibi davranılan deliller ışığında, CIA başta olmak üzere istihbarat örgütleri, ordu ve çokuluslu silah şirketleri desteğiyle bir hükümet darbesi amacıyla gerçekleştirildiği aşikâr olan Kennedy Suikastını, 50. yılında ABD’de bile basitleştirilmesine inat 33
sanatsal bir yaklaşımla güncelleyen Bedri Baykam’ı ve Piramid Sanat’ın emekçilerini kutlamak gerek. Uzun bir araştırma sürecinin sonucunda bazısı ilk defa gündeme getirilen belge ve iddialarla, ısrarla aydınlatılmayan bu karanlık 8 saniyenin, plastik sanatlar disiplinin sınırlarını zorlayıcı bir yaratıcılıkla aydınlatılmasının önemi büyük.
"Dünyayı Değiştiren 8 Saniye"ye, 19 Ocak 2014'e kadar Piramid Sanat'ta tanık olunabilir. Ayrıca sergiye eşlik etmesi yada üzerine eklenmesi açısından Oliver Stone'un yönettiği, 1991 yapımı başyapıt "JFK" filmi ve Kennedy'nin 10 Haziran 1963 tarihinde Amerikan Üniversitesi'nde yaptığı tarihi konuşma izlenebilir. O konuşmada barış kavramını somutlaştıran Kennedy'nin, Sovyetler Birliği'nden söz ederken, 2. Dünya Savaşı'nda Sovyet halkının yaşadığı yıkımın ve direnişin büyüklüğünü altını çizmesi hatta insanlık tarihinde hiç bir ulusun Sovyetler Birliği'nin savaşta gösterdiği kadar büyük bir özveri göstermediğini vurgulaması asla unutulmamak üzere hafızalara kazınmalı. Kennedy sonrası ABD'de hiçbir başkanın böylesine cesur ve reformcu olmadığı, 2. Dünya Savaşı söz konusu olduğundaysa Sovyet halkının Nazi vahşetine karşı verdiği benzersiz mücadelenin on yıllardır küçümsenerek yok sayılma 34
çabası düşünüldüğünde 50 yıl önce gerçekleşmiş bu konuşmanın ve Kennedy'nin tarihsel mirası daha da önem kazanıyor. Fotoğraflar: Selin Süar
35
Sofia Vari ve Kübizmin Yeniden Doğuşu Selin Süar Plastik sanatlarda modernitenin zirvesi olarak da nitelendirilen kübizmin, ülkemiz ve tüm dünyada Pablo Picasso'ya indirgenmiş bir hal aldığı bir gerçek. Bu algının oluşmasında Picasso'nun benzersiz yaratıcı dehasının payı elbette çok büyük ancak akımın diğer yaratıcıları da bu gölgeye sığmayacak kadar özgün ve çarpıcı.
Pera Müzesi'nde, "Heykeller ve Resimler" gibi minimalist bir başlığa sahip olup mekanı aşacak derinlikte yapıtlar sunan bir sergiyle birlikte ilk kez Türkiye'ye konuk olan sanatçı Sofia Vari, tam da o gölgeye sığmayacak yaratıcılardan biri. Kapitalizmin güzellik ve ideal beden dayatmasına başkaldıran yapıtlarıyla tanınan, dünyaca ünlü ressam, Fernando Botero’nun eşi olup Botero'yla sanatsal düzlemde asla yanyana gelemeyecek oranda biçimsel ve düşünsel yapıtlar ortaya koyan Vari, tuval üzerinde iki boyutu aşan resimleri ve mermerle bronzdan yaptığı heykellerinde hacimlerden, iç içe geçmiş geometrik şekillerden oluşan eserleriyle, izleyiciye hayal gücünün ve 36
formların detaylarını sunarak sesleniyor.
Yunanistan doğumlu ancak yaşamını sürdürdüğü ülkeler göz önüne alındığında, klişe bir tanımlama olan "dünya vatandaşı" yakıştırmasını tümüyle karşılayan Sofia Vari, 1960’lı yıllardan bugüne dek uzanan sanat hayatında eserlerini, Akdeniz havzasının parlaklığını, dünya kültürüne bezenmiş bir platformda birleştirip evrensel konular üzerinden hareket ederek veriyor. Hacimlerin iç içe geçtiği, geometrik şekillerin, geniş bir skaladaki madenler aracılığıyla form kazandığı eserler siyah, mavi ve kırmızı renklerin alaşımıyla sanatçının zaman ve mekandan bağımsız, onları aşan bir boyuta varmasını sağlıyor. Yaptığı eserler, ilk bakışta tek başına bir bütünlük algısı yaratsa da, izleyici onlara yaklaştıkça yeni bir devinime sahip olan bambaşka algılara kapı aralıyor. Kübizmin dördüncü boyut olarak zamanı kullanımı, sanat eserinin farklı ışık kaynaklarından doğacak değişik gölgelemeler eşliğinde farkı bir seyre dönüşmesinin, Vari'nin yapıtlarında, akımın ilk kuşak yaratıcılara göre daha somut bir hal aldığını söyleyebiliriz.
37
Sanatçının, aralarında bronz gibi değerli madenlerinde yer aldığı farklı malzemeler ile yarattığı heykellerde devingenlik ve hacim var, ancak heykellere renk geldiğinde kontrastlar daha belirgin. Özellikle "Şah" ve "Vezir" adlı yapıtlar dikkati hak ediyor. Vari’nin sanatında izleyiciyi insan doğası, kader ve hatta yaşamın anlamı üzerine düşünmeye yönelten öğeler bir araya geliyor. Yapıtlarındaki şekiller, hacimler ve renkler sükunetle, dengeyle ve uyumla sarmalanıyor. Öyle ki, en keskin malzemelerden biri olarak heykel sanatında binyıllardır kullanılan mermerin, Vari'nin dokunuşuyla kazandığı yumuşaklık hissi benzersiz.
38
Genel olarak resim, özel olaraksa Picasso ile özdeşleşmiş kübizmin adeta yeniden doğuşuna, akımın en önemli temsilcilerinden Sofia Vari araıcılığıyla heykel gibi bambaşka bir disiplin aracılığıyla tanık olmak, sanatseverler için özgün ve öğretici bir deneyim halini alıyor. Marisa Oropesa ve Maria Toral küratörlüğünde hazırlanan 39
sergi 19 Ocak 2014 tarihine kadar İstanbul Pera Müzesi'nde görülebilir.
Fotoğraflar: Selin Süar
40
Modernite ve Postmodernite Arasında Gezinti: Munch – Warhol Onur Keşaplı Modern
resimde
içerik-biçim
ayrımını
ortadan
kaldıran
akım
olarak
nitelendirilebilecek dışavurumculuğun en büyük temsilcilerinden Norveçli Edvard Munch’un, doğumunun 150. yılı dolayısıyla dünyanın çeşitli ülkelerinde gerçekleşen etkinlikler kapsamında ülkemizde sıra dışı bir koleksiyon sergileniyor. Ankara’da CerModern’in ev sahipliğini yaptığı, 6 Kasımda açılan sergide, modernizmin yaratıcısına, postmodernizmin simge ismi Andy Warhol’un yapıtları eşlik ediyor.
41
Bir yanda, İskandinav sinemasının modern yapıtlarından alıştığımız insan psikolojisini, melankoliyi ve varoluş-hiçlik ikilemini besleyerek öncülemiş, dışavurumculuk dışında “ekspresyonizmi” karşılayan bir diğer sözcük olan ifadeciliği geniş bir repertuarda benzersiz öznelerle işlemiş bir yaratıcı, diğer yanda ün ve paranın ardından gittiğini gizlemeyen, seri üretimler ve objelerle kurulu işlerini “sanat”laştırarak, yüksek sanatın biricikliğine hücum eden bir üretici/tüketici… İlk bakışta tuhaf görünebilecek “Munch Warhol” sergisi, Norveçli yaratıcının Çığlık, Madonna, Eva Mudocci(Broş) ve İskelet Kol adlı dört ünlü yapıtını, Warhol’un bu dört resmi özgürce ve kendince güncellediği “Munch’ten Sonra” adlı serisiyle bir araya getirerek, yalnızca iki farklı sanatçıyı değil yakın çağın iki kutbunu da birbirlerine en çok yaklaştıkları noktada izleyiciyle buluşturuyor.
Sanat tarihi boyunca kendi dönemlerinden önceki sanatçıların yapıtlarının reprodüksiyonu yapan hatta kendi imzalarını baskınlaştıracak şekilde esinlenme doğrultusunda özgün yapıtlar üreten sayısız yaratıcı var. Modern dönemde ilk akla gelenin Dali’nin Millet yorumlaması olan bu yaklaşımda, Andy Warhol gibi kopya, 42
çoğaltım, seri üretim mottolu postmodern bir sanatçının neden Munch’un eserlerini ele aldığı önemli bir soru. Munch, dönemindeki birçok yaratıcıdan farklı olarak, çeşitli baskı teknikleriyle eserlerini çoğaltma yolunu seçmiş bir ressam. Heykel sanatında Rodin’de karşılığını gördüğümüz bu üretim şeklinin, bugün hiç kuşkusuz sanat eserlerinin internet sayesinde dijital kopyalarının erişim kolaylığı düşünüldüğünde bir başlangıç olduğu söylenebilir. Munch bunu yaparken elbette halkın eserlere erişiminden öncelikli bir motivasyona sahipti, para kazanmak. Munch’un ticari aklına dair bilgilerin sunulduğu sergide böylelikle Norveçli sanatçının yapıtlarının niçin sayısız ve farklı özgün kopyalara sahip olduğunu, en çok çalınan yapıt olmakla ünlü Çığlık’ın
ise
bunca
hırsızlık
olayına karşın
neden
halen
orijinal
haliyle
sergilenebildiğini açıklanmış oluyor. Bu çoğaltma ve yineleme tercihinin günümüzde halkın eserlerle etkileşim yaşayabilmesi nezdinde işe yaradığını belirtmeliyiz.
Warhol’un kendi fikrinin tarihsel köklerine indiğinde muhtemelen karşısına çıkan Munch’un dört büyük yapıtını güncelleyip yeniden üretirken en büyük imzasını 43
Munch’un oto portre çalışması olan İskelet Kol’a ve Munch’un varoluşçu felsefeyi en yalın, saf ve somut haliyle betimlediği Madonna’ya attığını belirtmeliyiz. Öyle ki, Broş ve Çığlık’ın aynı Warhol tarafından yorumlanışlarına bakıldığında İskelet Kol ve Madonna’da Warhol’un bambaşka bir boyuta vararak üreticiden çok yaratıcı noktasına vardığı söylenebilir. Sergide eksik olarak dikkati çekenler belki de Warhol’un çizgisiyle ilintilendirilebilir. CerModern’in “bağımsız ve serinkanlı” olarak nitelediği Warhol, postmodernizm ve pop art gibi iki dev kavramın plastik sanatlardaki en büyük karşılığı ve bizce bilgi panolarında sanatçıyla ilgili daha fazla bilgi verilmeliydi. Öte yandan serginin odak noktasında Munch’un olduğu dikkate alınırsa bu yönelimde şaşırtıcı bir durum yok. Yine de modernizm-postmodernizm karşıtlığının altının biraz daha çizilmesi bu özgün serginin altını daha da doldurabilirdi. Munch ve Warhol’u aslında çok daha fazlasıyla birlikte Ankara’ya taşıyan bu şaşırtıcı sergi 5 Ocak 2014’e kadar CerModern’de ziyaret edilebilir. Ayrıca sergiyle paralel olarak CerModern’de 10 Aralıktan itibaren her gün gösterimi yapılacak olan Dheeraj Akolkar’yın yönettiği “Bırak Çığlık Duyulsun” belgeseli ile 21–22 Aralık hafta sonunda gerçekleşecek sahneleme dikkat çekici. Daha önce bir başka çarpıcı sanatçı Camile Claudel’in yaşamını sahneleyen İzmirli topluluk Tiyatro Nienor’dan Ebru Sağay’ın, “Andyoloji: Bir Warhol Meselesi” adlı çalışması kaçırılmamalı.
44
Fotoğraflar: Selin Süar
45
Sırası mı Şimdi Şakanın ? T. Ayhan Çıkın Oktay Ekinci için... Oktay!... sırası mı şimdi ölümle şakalaşmanın ? Kimse sorgulamazken geçmişin yalnızlığını ? Türküdür kalemin, mimarlık tarihinin kazı-simgesi Aylak bir çobanın sesidir Menteşe’lerden yükselen Yüreğinden kopan geçmişin kıvılcımlarıyla beslenen ? * En güzelini bulup sunarsın mimarinin desenlerini Kaçmışsın kendinden , varmışsın tarihin gizlerine İçimizden dert yanardık geçmişin yalnızlığından Nasıl buluşur kır çiçekleri bir ören yerinde tarihle ? Cahilin kaleminde aklı kaybederken bilimin kanı İçten içe yazılır kendi çocukluğunun sonsuzluğu ?
46
Geyiklerin Komplosu (bölüm 4) Kamil Murat -Çok ilginç Sayın Kürekçi, bunu ilk defa sizin ağzınızdan duyuyoruz, evet sayın seyirciler, çok ilginç açıklamalar yapıyor Sayın Kürekçi, ülke gündemine bomba gibi düşecek açıklamalar, tabi başkalarına cevap hakkı doğacak sonuçta, medya ortamında, elektronik ortamda bazı tepkiler alacağız tabi ki, evet sayın seyirciler ııı, biz şimdiden sık kullanılanlardan, şurdan laptoptan görelim, tepki alacağımız siteyi açıyoruz efenim, lütfen ekrana getirelim, evet dubluve dubluve, evet efenim o siteyi açalım, evet ne diyorlar, var mı bi açıklama falan, hay Allah, şimdi gelir efenim şimdi gelir, bekleyelim, aşağıya da haber verelim, antetsiz de olsa, tarih ve sayı numarası verilmese de herhangi bi mektup gelirse bizi tekzip eden, efenim tabi tabi yani antetsiz de olur, numarasız da olur ama en azından üzerinde bi tarih olursa, ııı yani bu yayına istinaden olduğu diyorum belli olursa, iyi olur diyorum yani tespit açısından, efenim ne oldu veb sayfasında bi oynama oldu gibi geldi, ııı rejideki arkadaşlardan rica edelim, efenim, nolmuş? Kazayla masada mausa çarpmışlar, neyse tamam efenim, şimdi bi reklam arası alalım Sayın Kürekçi, -Hay hay efenim. -Bizden ayrılmayın efenim ııı, az sonra ilgili veb sitesinden naklen tepkiler, az sonra… Reklam arasında Döndür koşturarak sahne arkasına geçti, telaşla makyaj koltuğuna oturdu, gözü seğiriyordu, -Ayseeeel kız çabuk gel burayaaa! Elindeki dosyayı göğsüne yapıştırmış, yüzündeki hatları Sayın Döndür’ün hatlarına benzetmeye çalışan, gözlüklü, bir o kadar da gözlüksüz, telaşlı bir kızcağız odaya daldı, 47
-Efendim Döndür abi. -Kız hemen ara şu Şerif’i. -Kasabanın şerifini mi? -Ay deliricem ya ne kasabası kız, hani şu bizim Şerif var ya yaaa, babası asker emeklisi olan. -Eeee? -Ara da sor bakalım askerler ne diyor? -Neye ne diyor Döndür abi? -Ya neye ne diyecekler kızım, görmuyo musun ülkenin gündemine bomba gibi düşen açıklamalar yapıyoruz burada, söyle şu Şerif’e, babası hemen bi nabız yoklasın. -Tamam, şimdi soruyorum, siz makyajınızı tazeletirken ben ilgilenicem, siz merak etmeyin abi. -Hadi kızım hadi kızım. Makyaj tazeleme, telaşla bekleme… Aynı kız aynı vaziyette tekrar içeri girdi, -Döndür bey, Şerif beyle görüştüm, babası şu anda zaten orduevindeymiş bi tepki alırsa bize bildirecekmiş. -Ohh çok şükür hiç değilse anında bilgimiz olacak, peki hadi biz yayına geçiyoruz, sen arada haber gelirse bekletmeden bildir, hadi kızım hadi. Döndür telaşla çekim odasına döndü, konuğunu orada unuttuğunu fark etmenin verdiği mahcubiyetle konuşuyordu, -Aaa efenim siz burda mı kaldınız keşke yani, durun bi reklam daha alsınlar da size soğuk bi şey ikram edelim, -Estağfurullah efenim hiç rahatsız olmayın, demin bi bayan arkadaş meşrubat ikram ettiler, yalnız…
48
Tedirgin etrafı kolaçan eder, - Mikrofon kapalı di mi şu an? -Tabi efenim daha yayına geçmedik. -Döndür bey biraz kısa kesebilir miyiz acaba? Benim lavaboya kadar, yani çok basınç yaptı da mesanem, ayıptır söylemesi buralarım sızlıyo, afedersiniz yani. -Aaa ne demek efenim siz gidin işinizi görün biz bi reklam daha alırız, ne demek, ne demek. İlave bir reklam arasından sonra devam... -Evet Sayın Kürekçi, yayın arasında maruz kaldığınız, benim de bizzat şahit olduğum baskılara rağmen yayına devam ettiğiniz için teşekkürü bir borç bilirim ayrıcana da sizi kutluyorum efenim, -Sağolun sağolun, -Efenim televizyonu yeni açmış izleyicilerimiz olabilir, bize bi özet geçer misiniz tanık olduğunuz şu hadise ile ilgili, -Şimdi Döndür Bey aradan önce de anlattığım gibi, bi gün burnuma pis kokular geldi, bi dolaplar dönüyor ama ne oluyor bilemiyorum, sordum soruşturdum, bir kurum tarafından şimdi adını vermiyim, Irak’ın ne tarafıydı heh Irak’ın kuzeyine bi sevkiyat var, örgüte, Tarzani’ye, Talan Abi’ye falan havai fişek yardımında bulunulacakmış, tabi istihbaratçı olarak vazifemiz, hemen işin peşine düştük, meğer her birine ayrı ayrı çipler takılmış bu havai fişeklerin, -Nasıl yani biraz açıklar mısınız Sayın Kürekçi? -Yani şöyle... -Bi saniye efenim ekrandaki veb sitesinde bi hareket varmış gibi geldi, orada ne oldu rejideki arkadaşlara bi soralım efem, ne olmuş? Hııı, masaya klasörü sert bırakınca dizüstü bilgisayar sallandı, yani sağ tarafta bi hareket falan yok, peki efenim, Sayın Kürekçi anlatın siz su çip işini lütfen. -… 49
-Efenim bi saniye konumuza devam etmeden önce bi şey sorucam, şimdi tabi siz yıllardır bu işlerin içindesiniz, yani kül yutmuyorsunuz, hadiselerin aslını, esasını biliyorsunuz, öğreniyorsunuz. Nası oluyo bu, yani siz de yani bizim gazetecilikte bi tabir vardır, haber atlamak diye, siz haber atlamıyor musunuz, yani nasıl atlamıyorsunuz yada böyle, he hee biraz amiyane olacak sayın seyircilerimiz kusurumuza bakmasın, sazan gibi atladığınız şeyler, haberler olmuyor mu? -Haaa haa haa tabi efenim kolay değil bu işler yani, bir bilgi geliyor, onun istihbarat olması uzun bir süreç, vakit alıyor, yoruyor, sonra üstlerimiz bazen acele ediyor, yani adamlar karar verecek, harekete geçilecek, stres oluyor tabiii. Bakın beni tuzağa düşürdünüz Sayın Döndür, yani konuşmayayım diyorum, siz var ya siz, bakın yani beni illa konuşturacaksınız, sizi gidi sizi. Yani rica ederim Sayın Döndür, yani halkımız kimin kim olduğunu çok iyi biliyor, biz de biliyoruz, güneş balçıkla sıvanmaz, öyle değil mi efenim? -Tabi efenim tabi, çok ilginç efenim, peki Sayın Kürekçi biz şeye, şu havai fişek işine dönelim isterseniz, demek Irak’ın kuzeyine Nevruz kutlamaları için havai fişek gönderilecekti ve siz tabir yerinde ise bunda bir çapanoğlu sezdiniz, -Evet yani sezdim, hissettim yani bi şeyler oluyor, işte bu nevruz kutlamaları falan, işte orada kullansınlar diye Irak’ın kuzeyine havai fişek göndermeler, -Eeeee? -Eeesi şu, şimdi örgüte giden havai fişeklere ayrı çip takmışlar, Tarzani’ye giden fişeklere ayrı çip takmışlar, Talan Abi’ye gidenlere ayrı. -Eeeee? -Eeesi şu, bunlar nevruz kutlamaları yaparken bunları atınca, tabi ne olacak efenim? Ne olucak? Çipler çalışacak, şakır şakur çipler çalışınca ne olacak? -Çok ilginç efenim bi dakka burası çok ilginç, evet televizyonunu yeni açan seyircilerimiz için tekrar edelim, burası çok ilginç, tüm Türkiye’nin gündemine bomba gibi düşecek bir açıklama bu, var mı veb sitesinde bir tepki, herhangi bir açıklama geldi mi evet ekrana bakıyorum henüz yok bi şey, neyse evet sayın seyirciler bir daha 50
konuyu topluyoruz, Sayın Kürekçi, Irak’ın neresineydi, hııı evet Irak’ın kuzeyine yapılan devlet yardımından söz ediyor, nevruz kutlamaları için gönderilen havai fişeklerden bahsediyor sayın seyirciler, çok ilginç sayın seyirciler, gönderilen bu havai fişeklere ayrı ayrı çipler takılmış, örgüte giden havai fişeklere ayrı çip takmışlar, Tarzani’ye giden fişeklere ayrı çip takmışlar, Talan Abi’ye gidenlere ayrı, evet Sayın Kürekçi devam ediyor ve diyor ki, bu çipler havai fişekler atıldığında çalışmaya başlayacak şekilde üretilmiş di mi efenim? -Evet evet. -Peki nedir efenim bu farklı guruplara giden farklı havai fişeklere takılan çiplerin maksadı, ne olacak yani böyle? -Şimdi Sayın Döndür, şöyle bir düşünelim, nevruzda, kutlama esnasında bu fişekler ateşlenince ne olur? Çipler çalışmaya başlayınca, bizim uydularımız, cihazlarımız bunların yerini tespit edince ne olur? -Çok ilginç sayın seyirciler, çok ilginç, bakın yıllardır geri kaldığı, gelişmekte olduğu söylenen ülkemizde ne gelişmeler, ne teknik, teknolojik atılımlar, ne uygulamalar var, insanın ağzı açık kalıyor efenim, peki Kürekçi, bu havai fişekleri ateşlenince, bu çipler çalışmaya başlayınca, bunları bizim uydularımız tespit mi edecek yada ne bileyim bizim böyle radarlarımız falan mı var, yani diyorsunuz ki bunlar küçük küçük çipler di mi, havai fişeklere monte edilmiş öyle mi? -Efenim bunlar teknik hususlar, bunları teknisyenler, teknokratlar, astronotlar falan düşünsün, biliyorsunuz bizim işimiz işin teknik kısmı değil, bakın diyorum ki bu havai fişekler ateşlenince çipler çalışacak böyle şakur şukur şakır şakır, hepsinin yerleri tespit edilecek, orada ne var ne yok kim nerde kiminle beraber, bakın kim kiminle beraber diyorum, hani diyorlar ya bizim şunla ilgimiz yok, şunu aradık bulamadık, önüm arkam sobe, demiyor mu bunlar, işte hepsi çıkacak ortaya. -Çok ilginç efenim çok ilginç yani bi bakıma oradaki demografik ve coğrafik terörün büyük resmi bu çipler sayesinde ortaya çıkacak, inanılmaz bir şey sayın seyirciler, artık televizyonu yeni açmış seyircilerimiz için bir şey demiyoruz çünkü olay ayyuka çıktı, 51
hatta çıktı çıktı ordan da bomba gibi ülkenin gündemine düştü sayın seyirciler, afedersiniz sayın seyirciler bi telefonumuz, evet beklediğimiz yerden olabilir, bir tekzip olabilir, bir itiraf olabilir, evet telefonu bağlayalım lütfen, Telefon bağlanır... -Aloooo, -buyrun efenim dinliyoruz buyrun, -Allooooo, -buyrun efenim dinliyoruz. -Alooo! -efenim biraz televizyonunuzun sesini kısabilir misiniz, evet biraz kısabilir misiniz lütfen. -Sayın Döndür Bey, televizyonun sesini kısamam, kaveden arıyom ben sizi, şinci ikinci ayak koşusu var, televizyonun sesini kısarsam beni burda afedersin eşşek gibi yani annıyon mu, ben demin koşu arasında açtılar da senin programı gördüm, böyle çip mip deyince, hani dot dot doooot dot dodot yani bi arayım dedim, iki çift laf edeyim dedim. -…. -Merak etmeyin uzun deyil Döndür beyciim, öncelikle iyi akşamlar, ayrıcana da Sayın Kürekçi’ye ivedi selamlar, ben şahsen kendisinin hayranıyım, memlekete böyle adamlar lazım kardeşim, böyle adamlar lazım, elalemin cames bondu var, kutsal hazine bulucusu var, daha işte yok efendim matrikisi var, şusu var busu var, bizim, bize gelince fan fan fan fin fon, hadeeee hadeee! Al işte bizim de Sayın Kürekçi gibi jameslerimiz var bondlarımız var, değil mi Döndür bey, yok mu sorarım size? -… -Neyse ben şimdi bu çip mip işini duyunca bi arayayım dedim, Döndür bey ayıptır söylemesi benim ondohuz dene eveeet ondohuz dene kredi kartım var, iptal edilenler, koğuşturulanlar, icradakiler hariç tabiî ki, onları ben hiç demiyom şindi 52
reklam olur, hi hah hi ha hiiiii, di mi Döndür beyciim, her neyisene, şindi bak bunlar var ya bunların kartlarını diyom, kartlarının bazıları çipli, Döndürcüğüm bak sana anlatıyom, dönüp dönüp durma o yana! -… -Her neyse şinci bak, Ersoy abi de dinlesin, Ersoy abi bak beni şahsi alma, bak seni çok severim, yeminle bak, sen benim canım ciğerimsin sana bi sözüm yok, ben ilgililere seslenmek istiyorum buradan, bakın kardeşim, şimdi siz örgüte, şuna buna çipli havai fişek göndereceğinize çipli kredi kartı gönderin, limitlerini de çıkarın bilmem kaç milyara, şimdi bunlar zaten dağlarda, otla çimenle besleniyo, bi şehre indiklerinde karta dayandılar mı, var ya dünya da ödeyemez bunlar. Kiiim? Var ya hayatta ödeyemezler, bi de ilave puan, muan, eşantiyon kampanya yaparsınız, kampanya şu bu, bunlar var yaaa, haa haaa haaa, duman olur duman, gelir bizim tüketici koruma heyetlerine sığınırlar vallaa, hah haa haaa haaaaa! -Efenim? Bağlantı kesilmiş mi? Neyse teşekkür ederiz, eeee neydi, heh Sayın Recep bey, değerli yorumlarınız için efenim, evet ne diyorduk? Şimdi televizyonunu yeni açan seyircilerimiz için söyleyecek bi şeyimiz yok, biliyorsunuz konu zaten Türkiye’nin gündemine bomba gibi düştü, az sonra, kısa bir reklam arasından sonra kaldığımız yerden devam edeceğiz az sonra. Reklam arası... -Yahu kızım şu terleri düzgün silin, ay o at yarışçısı mıdır nedir, ay herif dağıttı programın gündemini dağıttı yaa, hay o ayı herifi eşşekler kovalasın, hem kovalasın hem de yakalasınlar inşallah, kııız Aysel gel çabuuuuk, ne olmuş askerler ne diyorlar. Gözlüklü bir o kadar da gözlüksüz kız koşarak içeri girdi, -Döndür bey, Şerif beyin babası orduevine gitmiş ancak... -Eeeee -İşte, evden çıkarken hep bi şeyini unuturdu diyo Şerif Bey ,biraz dalgındır kendileri 53
diyo, orduevi giriş kartını evde unuttuğu için orduevinin kapısından dönmüş, şimdi evdeymiş. -İyi de kardeşim ne olacak şimdi, ben kime sorucam askerleri, olmaz ki böyle, ara sen Şerif’i, benim selamımı söyle, bak çok rica ettiğimi de söyle, babasını yeniden göndersin orduevine, hem de hiç vakit kaybetmeden, aç söyle deki böyle böyle de, çabuk. -Ben de dedim efendim ama babası “yok yok ben bi daha gidemem çok geç oldu” demiş, anlayacağınız pek ümit yok. -Yaa kızım adamı delirtme hemen aç söyle Şerif’e! Benim asabımı bozmasın, babasını ne yapıp nee edip orduevine göndersin, işte o kadar! -Peki efendim, peki. Döndür telaşla çekim odasına döndü, konuğunu yine orada unuttuğunu fark etmenin verdiği mahcubiyetle konuşuyordu, -Aaa efenim siz burda mı kaldınız yine, hay Allah , durun bi reklam daha alsınlar da size soğuk bi şey ikram edelim. -Estağfurullah efenim hiç rahatsız olmayın Döndür Bey, deminki bayan arkadaş bi meşrubat daha ikram ettiler, iyiyim, böbreklerimde de sorun yok, devam edebiliriz, ne diyorlar sağdan sağ tarafta bi hareketlenme var mı? Bi tepki, tekzip falan var mı? -Yok efenim hiç bi şey yok, ben de buna şaşırıyorum yani olduk olmadık gazete yazılarına cevap gönderiyorlar, yani kapıdaki güvenliğe de sordurdum, bi mektup, yani bi mektup olsun üstünde sade bi tarih bile olsun yeter, yani ben de çıkıp kapı gibi gündeme gelsem fena mı olur ama malesef yok bi şey şimdilik. Yalnız bu sessizlik beni korkutuyo da haberiniz olsun. -Yaaa! Niye? -Efenim şimdi bu konuşmayanlar sonra çıkıp sert sert konuşmasınlar? -Aaa olabilir tabi! Yani böyle içine atıp sonra böyle bomba gibi patlayan insanlar var di mi? 54
-Allah muhafaza, keşke çıkıp birileri bi şeyler deseydi, hem deminden beri bakıyorum, malum veb sitesinde de bi kıpırtı yok… Eyvah! Görüyor musunuz Sayın Kürekçi, şimdi bunlar çok sert konuşacak. -Aman efendim biz ne diyoruz ki sadece iddialar, duyumlar falan filan, üç gün sonra yok öyle bi şey, onlar duyumdu aslı astarı yokmuş der, işin içinden çıkarız. -Öyle demeyin efenim öyle demeyin, bilmediğiniz şeyler var. Neyse, sizden rica etsem sonraki bölümde biraz ılımlı olsak? Ne dersiniz, yani durup dururken başımıza iş almasak? -Olur efenim olur neden olmasın. Ama Döndür Bey yani siz de olmaz ki efendim böyle gündeme oturalım, gündeme oturalım diyorsunuz sonra da aman karaya mı oturuyoruz, nereye oturuyoruz diye telaş yapıyorsunuz, olmaz ki canım. -Yani biraz da siz anlayışlı olun Sayın Kürekçi lütfen, yani çok da göze batmamak lazım di mi efenim? -Olur Döndür Bey, nasıl isterseniz, dikkatli olalım peki. Eee yayına geçmeyecek misiniz bakın arkadaşlarınız işaret ediyorlar. -Ya hay Allah insanda akıl mı bırakıyorlar, nasıl da dalmışım, evet şimdi, geçiyor muyuz tamam, evet kamera, bir iki, kayıtta mıyız? Eee, evet Sayın Kürekçi, siz ne diyorsunuz bu son soruşturması yürütülen aruu körmesler örgütü için, nedir efenim bu? Sizce nedir bu işin derinliği, yani ne bileyim bir boy vermek mümkün müdür, yani siz bu işlerin içindesiniz, yoksa bu soruşturma bir türlü yapılamayan sınır ötesi harekat gündemini değiştirmek için bilinçli mi gündeme getiriliyor yoksa yoksa yoksa bir darbe son anda mı önlendi, nedir efenim bu hadise sizce? Efenim bir saniye, bir saniye cevabımıza geçmeden önce bir bağlantımız var, canlı evet, önce ona bi göz atalım, evet Taner sen şimdi Genelkurmay binasını izliyorsun, nedir askerin tavrı bu aruu körmesler konusunda, bir izlenim edinebildin mi, ne diyorsun seni dinliyoruz. -Sayın Döndür, biz şimdi komutanlık binasının evet, Aslanlı Yol’un önündeyiz, evet biliyorsunuz kamuoyunda büyük merak uyandıran bu aruu körmeslerle ilgili komutanlığın tavrı nedir, ne diyecekler, soruşturmaya yeşil ışık yakacaklar mı yoksa 55
kırmızı ışık yani dur mu yakacaklar? Belki de sarı yani dur hazır ol yada düşünelim ışığı mı yakacaklar evet bakıyoruz evet sizinde gördüğünüz gibi evet kavşakta yeşil ışık yandı, gördüğünüz gibi Güven Park’tan gelen trafik şimdi yukarıya doğru Dikmen’e doğru akmaya başladı, sayın seyirciler ancak bakın sayın seyirciler bu defa da sarıya döndü ışık evet hep birlikte bakıyoruz evet şimdi de kırmızı yandı sayın seyirciler, anlayacağınız burada bu gördüğünüz ışıklarla bir yorum yapmak mümkün değil, evet biz lambalarla meşgulken işte izlediğiniz gibi iki asker merdivenlere yanaşıyorlar, ikisi de, askerlik yapanlar bilir, merasim teçhizatı kuşanmışlar beyaz parlak kemerleri, beyaz kasatura yerleri ve beyaz tüfek kayışları var. Evet sayın seyirciler yalnız birinde tüfek var ötekinde yok, evet birinde var diğerinde yok. Buradan şöyle bir anlam çıkarmak mümkün, ordunun içinde bir kesim bu işe soğuk bakarken bir kısım ise sıcak bakıyor yani biz silah kuşanmıyoruz size karşı, ne gerekiyorsa yapılsın, müdahale etmeyiz mesajı veriliyor burada, sizin de izlediğiniz gibi. Evet şimdi askerler nöbette olan bir askerin yanına gitti, yüksek sesle bir şeyler tekrar ediyorlar, evet sayın seyirciler bu bizim askerlik yaptığımız nöbet tekmilinden farklı bir şey galiba, evet tekmil biraz uzun gibi geldi bana, bakayım yok evet ne diyor “vukuatsız olarak” diyor sayın seyirciler, bunu biz de söylüyorduk nöbet devrederken evet, kim bilir belki de şimdi bir şeylerin mesajını vermek istiyorlar ancak mesafe uzak olduğu için duyamıyoruz, evet Sayın Döndür burada durum bu merkezde, yeni gelişmelerle buluşmak üzere şimdilik iyi akşamlar. -Çok teşekkürler Taner, ilginç saptamaların için teşekkürler, sizde gördünüz Sayın Kürekçi, peki siz ne diyeceksiniz yani bir darbe girişimi daha bizler farkında değilken yani olmadan bitti mi, yine devletin derinliklerinde çöreklenen bir darbe ekibi deşifre edilmek üzere mi? -Şimdi ben yani, Sayın Döndür bey, şöyle söyleyeyim, ya şimdi söylücem inanmayacaksınız, ya ben şimdi size gelmeden önce, bir iki hafta önce bi darbe teklifi aldım, hah hah haaa, ya şaka yapmıyorum, inanın yani, efenim dediler ki beni de aralarında görmek istiyorlarmış, beni de, yani olacak şey mi efenim. 56
-Ciddi misiniz, yani inanılacak gibi değil, sayın seyirciler, gördüğünüz gibi Sayın Kürekçi ile sohbetimizin her cümlesi gündeme oturuyor, inanılacak gibi değil efenim, bakın şu işe yani, işte araştırmacı televizyonculuğun, haberciliğin farkı burada. Sayın Kürekçi, televizyonunu yeni açan seyircilerimiz bir daha tekrarlayalım lütfen, evet sayın seyirciler, Sayın Kürekçi’ye bir darbede bir pozisyon, iyi bir pozisyon değil mi efendim? -Yani tabi, bizim de bi birikimimiz var, yani olmaz dedim müsteşarlıktan aşağı bi şey olmaz dedim, hah ha haaa, şaka yaaa, ilahi Döndür bey, olacak şey mi yani, ben demokrasi aşığı bir emekliyim. Olacak şey mi, aşk olsun yani, yoooo ben artık köşeme çekildim, en fazla ne yaparım yapsam yapsam, kitap yazarım, ayrıca yani böyle birikimlerimizden istifade etmek isteyen olursa tabiî ki ayrıca program yaparım, di mi efenim. -Teşekkür ederiz Sayın Kürekçi bakın bir telefon var efenim onu da bi alalım, sonra kaldığımız yerden şeyderiz efenim, buyurun efenim hattımızda prof sayın prof Dalama var, Sayın Dalama tek le ile di mi adınız efenim, dalama, buyurun efendim sizin görüşlerinizi alalım. -Efendim öncelikle iyi akşamlar diliyorum iyi yayınlar, çok önemli konulara temas ediyorsunuz çok teşekkür ederim, bu konuları gündeme getirmeye cesaret edebildiğiniz için ayrıca sizi tebrik ederim, -Sağolun efenim buyurun yorumunuzu alalım. -Efenim ben darbe konusuna değinmek istiyorum, yani efendim nedir bu, yani böyle olmaz, nedir efendim bu darbe için fırsatlar yaratma telaşı yani efendim yangından darbe mi kaçırıyorsunuz? -Efendim Sayın Dalama? -Hayır efendim istirham ederim ben size söylemedim, ben bu aruu körmesler örgütünü diyorum, yani adamlar darbe için zemin hazırlıyorlar resmen efendim, hem Sayın Kürekçi rica etsek bize açıklasa, kim efendim bu darbe beklentisinde insanlar, bu aruu körmesler kim bunlar efenim? Rica etsek de bize isimlerini versinler, hem 57
ibreti alem olur efendim, bi daha bakalım çıkabiliyorlar mı insan içine, değil mi efendim yani böylelerine meyve alırken bile seçtirmemek lazım, yani bizim dayıoğlu mini market açtı da adam arada söyleyiver dedi, çok mıncıklıyorlarmış meyveleri sebzeleri. Neyse, ne diyorduk efendim? Sayın Kürekçi, rica ediyoruz sizden, burada yetmiş milyon küsur insan adına rica ediyoruz lütfen, açıklayın efendim şu insanları, demokrasi adına ifşa edin lütfen. -Aman efenim şimdi yani olacak şey mi bu yani, lütfen. -Ama bakın açıklamıyorsunuz sonra başka darbecilere gün doğuyor efendim, olmaz ki böyle, hem zaten biz de görüyoruz, bakın son zamanlarda terör örgütünün eylemlerinde bir artış var, niye? Niye olacak efendim bu iş böyle yürümüyor, ülke elden gidiyor diye sıkıyönetim falan derken sonra gelsin darbe, bunu anlamayacak ne var, çocuk muyuz biz efendim? -Sayın Dalama lütfen, bu çok uç bir açıklama oldu, yani biliyorsunuz, sineğin bile namusu vardır, değil mi efendim? -Yani yani, ne demek efendim yani, konuşmayacak mıyız yani, bizim de katkımız olmasın mı, hem hepimiz biliyoruz bu örgütler bazılarının işine geliyor, bakın mesela şu terör örgütüyle neden başka türlü mücadele metotları aranmıyor, mesela ne bileyim efendim nedir bu sınır ötesi operasyon takıntısı, ne olacak yani, daha başka yöntemler yok mu sanki, hatta ben duymuştum bi zaman bazı yetkililer örgüte gitmiş demişler bu böyle olmuyor, nedir bu itiş kakış, niye bu bam güm, gelin bir çare bulalım, daha sakin çözümler üretelim, ne yapalım ne yapalım diye düşünmüşler taşınmışlar beraber, heh demişler şöyle yapalım, mesela çuval yarışı yapalım, hoplayarak kaşıkla yumurta taşıma yarışı yapalım, mesela yoğurdun içinden altın bulma yarışı yapalım demişler. Ancak gelin görün ki, sonradan yoğurdun içine çeyrek altın mı atılsın yok tam altın mı atılsın anlaşamamışlar. Sonra çuval yarışında da anlaşamamışlar, malum çuval deyince yani bazı eski olaylara gönderme var, tabi olmaz bu iş, yumurta işine örgüt şiddetle karşı çıkmış yani adamlar dağda aç kalıyor, yumurtayı görünce maazallah kaşığı ile yutarlar diye. Sonra bakmışlar böyle “Yerli 58
Malı Haftası” etkinlikleriyle, şenliklerle bu iş olmayacak bari masa tenisi, minyatür kale maç yapalım demişler. Sonra efendim bürokrasi, şu bu derken medya kokusunu almış işin, anlayacağınız bir türlü olmamış yani. Eee şimdi sorarım size, böyle çözümler, tatlı rekabet havasında mücadele varken niye bu alevleniyor terör olayları falan? Kime yarıyor efendim bu, kime yarıyor, kime yarayacak, tabi ki darbecilerin işine yarıyor, değil mi efendim? Yani bunlara var ya, tavır koymak lazım yani böyle adamlara meyve alırken bile seçtirmemek lazım, ne o efendim mıncıklıyorlar böööyle domatesleri, vıcık vıcık sonra kimse almıyor, dayıoğlu da bize gelirken topluyor onları, “elim boş gelmiyeyim dedim” diye onları bize getiriyor, bize kakalıyor sonra. Yani şey olmaz böyle, ne diyorduk heh bu işler darbecilere yarıyor, başkalarına değil. -Evet Sayın Dalama teşekkür ediyoruz katkılarınıza, evet Sayın Kürekçi siz zaten düşüncelerinizi belirttiniz şimdi televizyonunu yeni açan seyircilerimiz için konuyu bir toparlayalım, hah ilahi ben de neler söylüyorum, şimdi kimse kaldı mı bizim kanalı izlemeyen memlekette, yarım saattir, evet ben ekrana bakıyorum malum siteden bir açıklama var mı evet farenin körsırı da oynamıyor, biz konuşurken bir açıklama var mı evet? O da yok şimdi kısa bir reklam arası, az sonra, az sonraaaa.. Reklam arası... -Yahu kızım şu terleri silin, ay o prof mudur nedir, dağıttı programın gündemini yaa! Hay o herifi eşşekler kovalasın, hem kovalasınlar hem de yakalasınlar inşallah, kııız Aysel gel çabuuuuk, ne olmuş askerler ne diyorlar. Gözlüklü bir o kadar da gözlüksüz kız koşarak içeri girdi, -Döndür bey, Şerif beyin babası orduevine gitmek istememiş. -Eeeee? -İşte yorgunum filan demiş, Şerif bey de kapmış babasını bin bir rica doğru orduevine götürmüş. -Yahu kızım geç bunları yaa, ne olmuş, orduevinde ne diyorlarmış, onu söyle sen. 59
-İşte babası orduevine gitmiş, adamın zaten ensesi kaşınıyormuş, “bir haftayı geçti bari bi ense tıraşı olayım” diye orduevi berberine girmiş. -Eeee? -Berber kalabalıkmış biraz, babası da 18 numarayı almış, sırası geliyor mu gelmiyor mu, aman sıramı kaçırmayayım, derken gözünü tabeladan ayıramamış, yani her yerde böyle elektronik numaratörler varmış hem kimse sırasını kaçırmasın, hem de pasta salonunda, televizyon salonunda oyalansın diye. -Eeee? -Efenim işte onbire gelene kadar böyle yavaş yavaş geçmiş numaralar, onbirden sonra böyle hooop hoooop geçmeye başlamasın mı numaralar, adamcağız gözünü ayıramamış tabeladan, ha geldi ha geliyor aman kaçırmayım sıramı derken yani adamcağız pek etrafına bakamamış. -Kızım delirtme beni yaaa! Konuşmamış mı kimseyle? Ne konuşmuş, böyle kukumav kuşu gibi oturup susmuş mu yani, ne konuşmuş onu söyle sen bana ne konuşmuş? -Konuşmuş tabi konuşmuş konuşmaz olur mu, hatta konuşurken konuştuğu adam bi ara bizim programı seyreden birilerine yüksek sesle seslenmiş. -Ne demiş peki ne demiş? -Şimdi efenim Şerif beyin babası kendi yaşlarında kendi halinde bir hanımefendinin yanına oturmuş, hemen yakınlarında başka bir beyfendi daha varmış, o da pek kendi halindeymiş yani böyle hım hım bişeymiş, sorulmazsa konuşmuyormuş, neyse laf lafı açmış Şerif beyin babası hanfendiye, hanfendinin zarafeti her halinden beliymiş pek de kibarmış, pek hanımmış… - Eeee? - Neyse efendim laf lafı açmış, gençlerin cahilliği, şu bu derken konu yemek yapmaya gelmiş, Şerif beyin babası ile hanfendi de tam işte bu mevzuda fikir ayrılığına düşmüşler, Şerif beyin babası demiş ki... - Eeee?
60
- Şerif beyin babası demiş ki, “sizin yanlışınız var, patlıcanları alaca soyup içinde bol tuzlu suda yarım saat bekletirsek tansiyonu olanların hali ne olur, bence patlıcanların biraz kararmasında mahzur yok ne yapalım zaten gözlüksüz zor görüyoruz, bir de patlıcanın kararmasına mı bakacağız efendim maazallah tuz tansiyonu bir fırlattı mı işte o zaman fena” demiş... - Eeee, - Kibar hanfendi de, her halinden belliymiş asil birisi olduğu, itiraz etmemiş, hatta böyle tatlı tatlı gamzelerini çıkarak gülmüş demiş ki “ay siz yaptıktan sonra tuzlu da yenir tuzsuz da, sizin ki kim bilir ne lezzetli olur” demiş. - Eeee? - Sonra da Şerif beyin babası demiş ki “sonra iyice yıkayıp bir kenarda süzülmeye bırakmalı, patlıcanları bir bezle kurulayıp sonra bir kapta çiçek yağını kızdırıp bu yağda patlıcanlar hafif pembeleşinceye kadar kızartmalı” demiş. - Kızım sen beni delirticen mi yaaa, delirticen mi? Bırak şimdi patlıcan musakkayı yaaa, bırak şunu, ne konuşmuşlar program hakkında, hani açıkmış televizyon dedin, bir ara görmüşler dedin. - Heee, televizyooon, eveeet televizyon açıkmış, tam da bizim program varmış, oradan yaşlıca bir bey seslenmiş öndekilere, - Ne demiş? - Şey demiş işte demiş ki “sesi açın biraz” demiş. - Bak ben biliyordum programın yankı bulacağını,bak görüyor musun çıktı dediğim, ne demiş ne demiş? “Sesi biraz açın demiş” demiş ha? Çabuk git bak bakalım sitede açıklama var mı ne diyorlar, bak bakalım basın açıklaması, bildirisi falan, dur dur bi de aşağıya sordur bakalım gelen giden mektup yazı çizi falan var mı, bi saniye bi saniye ne demişler sonra program için? - Nerde efenim? - Orduevinde seslenmiş ya adam onu diyorum. - Heee! İşte televizyonun sesini açmışlar adam yine seslenmiş, 61
- Ne demiş bu sefer ne demiş? - Demiş ki eee şey demiş… - Ne demiş kızım? - Demiş ki,ben... - Eveeet? - Demiş ki, ben de Anadolu Yakası komedisinin geçen bölümünü veriyorlar sandım, bu ne böyle, kim bunlar, uçuyorlar kardeşim, resmen uçmuşlar, demiş, sonra da, başka kanal yok mu, demiş. - Niye? - İşte orduevindeki televizyon kanallarını herkes kendi kafasına değiştiremediği için öyle sormuş. - Bi dakika bi dakika burada bir mesaj yok mu sen ne diyorsun? - Ne mesajı efenim? - Ya kızım hala anlamıyor musun, neden başka yemek değil de, patlıcan musakka, neden? - Nerden bilim efem? - Nerden biliceeen zaten kabahat sana soranda, tabi yaaa patlıcan musakka tarifi yapıyorlar, sonra da, uçmuşlar, lafını kullanıyorlar, neden? -… - Hem neden o kibar kadıncağızla musakka tarifini konuşuyorlar neden? Neden acaba? Neden imam bayıldı yada patlıcan kızartma değil de, neden musakka? -… - Bunların hepsinin bir anlamı var, bunların hepsinde bir mesaj, bir gönderme var. -… - Çıkar bu işin kokusu görürsünüz, bak üç vakte çıkar bu işin kokusu, bugün yarın sitede bir açıklama çıkar. -…
62
- Bakma öyle kızım, anlayana sivrisinek saz anlamayana davul zurna az misali, eyvah eyvah gündeme oturalım derken başımıza iş mi aldık acaba, bak görüyo musun, yaaa kızım gidin şu kapıya! Güvenliğe bi sorun antetli antetsiz bi yazı gelmiş mi malum kurumdan? Çabuuuk! Evrak sayı numarası olmasa da razıyım, çabuk sorun çabuuuuk! Devam edecek…
63
Yalnız Çaresizlik Nur Gözde Yılmaz Kâğıt kesti parmağımı. Tam kendimi kaptırmış yazıyordum. İyi gidiyordu üstelik hikâyem. Bembeyaz kâğıda kanım damladı. Yazdığım cümleleri okudum. Sonra parmağımı sardım. Yazmaya devam ettim. Sonra aniden durdum. Yağmur başlamıştı. Yerimden kalktım, pencereyi kapadım, kalın perdeyi çektim. Yazmaya devam ettim. İki üç cümle daha kurdum. Sonra ruhum sıkıldı, perdeyi açtım, pencereyi araladım. Katran renkli gecede damlalar o kadar şeffaflardı ki. Bir sigara yaktım, kahvemi tazeledim. Sonra yazdığım defterimi kapadım, düşünmeye başladım.
Ezbere
düşlerimden uzak, ne düşündüğümü bilmeksizin kahvemden bir yudum aldım. Sağ elimin işaret parmağı fincana değdi, elektrik çarpmış gibi irkildim. Yazmak, en büyük gücüm ve en kör zaafımdı. Diğer zaaflarımın beş duyu organından en az ikisini kullandığını düşünürsek; yazmayı bırakmak demek görmeyi bırakmak demekti. Yazdıkça, daha net görüyordum. Miyop, astigmat gibi görme kusurlarım yerini her şeyin açığa kavuştuğu, olduğum yeri bana gösteren, “kendi” bakışımla var olabildiğim bir yeri, içimi, hatırlatıyordu ve onun yanını. Onu düşündüm. Ne çok emek harcıyordu, ne çok efor sarf ediyordu. Bir hedefi, bir sürü hayali, aklıyla mantığıyla hareket ettiği gelecek programına ulaşmak için attığı adımları vardı. Birbirimize çok benziyorduk. Sadece ben konuşamıyordum, O ise yazamıyordu. Fincanı bıraktım, pencereden aşağıya baktım. Belediyenin budamış olduğu(!) ağaç dalları, çöpün içindeydi. Canım sıkıldı ansızın. Adımlamak istediğimi fark ettim. Bir gelecek kurmak boş lafla olmuyordu. Test kitabıma uzandım. İki üç test sorusunu bile zorla çözdüm. Önümdeki günlük gazeteyi aldım. Sevdiğim köşe yazarlarını okudum, magazin ekine uzandım. Onu da bitirdim. Yazmak için kalemime ve defterime 64
uzandım. Kan lekesi sayfanın orta yerinde, “yazı orada bitmiştir” demek istercesine duruyordu. Anladım, bu gece yazamayacaktım. Özgürlüğü yanlış anlayan, demokrasiyi kendine göre yorumlayan, “aşırı yorum, metinden uzaklaştırır” diyen Suzan Sontag’ı tanımayan-tanımaktan son derece uzak- kendine mesafeli- her şeye göreceli aslında nesnel olmayı arzulayan, bir takım değerleri aşağılamaktan zevk alan, hukuku baykuşların gece sesine dönüştüren, cebine fazladan para girmeyince mutlu olmayan, birilerinin hakkına gasp eden, çocukların eğitim hayatını rezil eden, onları pazarlayan ve hayret ettiğim bir şekilde geceleri yatağında mışıl mışıl uyuyan, “yol arkadaşları” yolda kalınca gaza basıp giden, fren çalışmasa da “o araba benim” diye inat edenleri ve yaptıkları kazaları, vurgunları, götürdüklerini, çaldıklarını, sattıklarını… Olan biten her şeyi “yüzeysel” olarak düşündüm… Ağladım. Kağıt kesiği değil, olan bitenler canımı yakıyordu. En kötüsü de umudun olmasına rağmen düşürüldüğümüz şu kahrolası, yalnız çaresizlikti…
65
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir. *** Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? 66
Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: “Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!” Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz… Bu durumda ne yapmalı?
***
Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli… Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister… 67
azizm.sanat@gmail.com www.azizmsanat.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
68