Azizm Sanat E-Dergi
Ekim 2008 Sayı 12
Salvador Dali ve Cinsellik
Söyleşi: Mirsad Herovic
1
Editörden Küreselleşmiş tek kutuplu dünya düzeni insanlığı refaha, huzura, bolluğa ve barışa götürecekti. Tüm bunların yerine küreselleşen olguların savaş, yıkım, açlık, huzursuzluk ve kaos olduğunu görmek pek fazla zaman almadı. 80lerle birlikte ülkemizde de baş tacı edilen neo-liberal politikalar, günümüzde o kadar ciddi bir kriz geçirmekte ki uzmanlar vahşi kapitalizmin bu sürecini 1929 Büyük Buhranı’na benzetmekte. Krizlerin de küreselleşir hale gelmesiyle birlikte ülkemizde sarsılan tek fenerin bahçedeki değil denizdeki de olduğu görülmekte. Denizde sarsılan fener pek ahlaklılarca yönetilen RTÜK gibi kurumlarımızda hortumlara neden oldu! Tüm bu konuları, sadece yazı değil videoartlarla da ele aldığımız ekim ayında, aydınlığıyla ampül ve fenerleri ezmeye devam eden devrim şehidimiz, büyük aydın Ahmet Taner Kışlalı’yı katledişinin 9. yıldönümünde özlemle anıyoruz. Bu ay ayrıca şiirimizin “kaptanı” Attila İlhan’ı kaybedişimizin de yıldönümü. Şiir bölümümüzde edebiyatımızın bu büyük isminin dizelerini bulacaksınız. Öyküler ve çeşitli denemelerle güçlenen edebiyat yazılarımızda feminist edebiyatın ünlü ismi Emma Goldman’ın kalemine hep birlikte biraz daha yaklaşacağız. İstanbul’daki sergiyle birlikte eş zamanlı başlattığımız Salvador Dali ve sürrealizm üzerine çalışmalarımız bu ay yine dopdolu. Röportaj bölümümüzde ise daha önce Ulak ve Mutluluk’ta çalışmış ödüllü görüntü yönetmeni Mirsad Herovic’le yakında gösterime girecek Usta filminin setinde yaptığımız keyifli sohbete ortak olabilirsiniz. Bununla birlikte sinemaseverlere Orson Wells’in sinema tarihinde kült-klasik mertebesine ulaşmış yapıtı Citizen Kane hakkında incelemeyi tavsiye ediyoruz. Krizsiz, şehitsiz, hortumsuz ve ampül gücünde ışık veren fenersiz günler dileğiyle… Sanatla kalın dostlar.
2
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
Ön Kapak: My Wife Looking at Her Own Body (1945) – Salvador Dali Arka Kapak: Yurttaş Kane (1941) – Orson Welles
3
İçindekiler Salvador Dali ve Cinsellik – Onur Keşaplı
s.5
Yurttaş Kane – Utku Aktunç
s10
Mirsad Herovic ile Söyleşi – Onur Keşaplı
s.13
Güz Sancısı – Duygu Yılmaz
s.18
Makaracığın Sevdası – Tuğçe Duysak
s.21
Televizyon, Magazin ve RTÜK Üzerine – Onur Keşaplı
s.26
Mustafa Kemal’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği – Ahmet Taner Kışlalı s.42 Attila İlhan: Yaşamı ve Yapıtları – Duygu Yılmaz
s.44
4
Salvador Dali ve Cinsellik Onur Keşaplı Sabancı Müzesi’nin ev sahipliğinde düzenlenen “İstanbul’da bir Sürrealist: Salvador Dali” sergisinin geçtiğimiz ay açılmasıyla birlikte bizde Azizm Sanat Örgütü olarak sergiye gidenleri ya da gitmeyi düşünenleri sanatçı hakkında yelpazelerini bir nebze de olsa genişletebilmek umuduyla Dali üzerine yazılarımıza başladık. Geçen ay “Salvador Dali Rehberliğinde Gerçeküstücülük” başlıklı çalışmadan sonra bu kez Dali’nin büyülü dünyasında önemli bir yer tutan cinsellik alt başlığını ele alıyoruz. Önümüzdeki ay sinema ve politika başlıkları altında Salvador Dali çalışmalarımızın süreceğini bildirerek iyi okumalar diliyorum.
5
Dali için cinsellik bir anlamda her şeydir. Cinsellik yıllar boyu Dali’nin en büyük ilham kaynağı olagelmiştir. Hatta “Tanrının kutsal ruhuna giden yol erotizmden geçer” diyen de yine Salvador Dali’nin kendisidir. Çocukluk yıllarının bir döneminde kadın olmak, hatta kadın aşçı olmak isteyen Dali’yi en çok utandıran şey ise cinsel organıdır. Erkekliğinden utanan sanatçının kendini ve bedenini keşfetmesi ergenlik dönemini aşan bir süreç boyunca sürmüştür. Fakat bu cinsel keşfi kendi kendine yaşamış olması Dali’yi gelecekte de cinselliği bedenden çok zihninde yaşayan biri haline dönüştürmüştür. Kendisini hep izleyici ve fantezi kuran olarak gören Dali bu nedenle kendine “The Great Masturbator” adını takmıştır ve bu isimle bir yapıtı bile vardır. Hatta daha da ileri giderek bu konunun şiirini bile yazmıştır büyük sanatçı.
The Great Masturbator-Dali Dali’nin sanatında ve zihnindeki cinsellik tezini en iyi anlatan yine sanatçının kendi sözleridir. Dilerseniz sürrealizmin bu dâhiyane ve uç sesine kulak verelim: “En küçük bir mekanik işlev görmeye elverişli olan bu nesneler, bilinçsiz edimlerin gerçekleştirilmesinden kaynaklanabilecek hayaller ve tasarımlar üstünde temellenir. 6
(...) İncelenen her durumda, bu edimler açıkça belirgin olan erotik fantezilere ve arzulara denk düşer. Bu arzuların somutlaşması, yerine geçme ve eğretileme yoluyla nesnelleşme biçimleri, simgesel olarak gerçekleşmeleri cinsel sapkınlığın örnek sürecini oluşturur; bu süreç her bakımdan şiirsel olgu sürecine benzer. Müzeler, kısa sürede, nesnelerle dolup taşacak; bu nesneler, yararsızlıkları, büyüklükleri ve kapladıkları yeryüzünden, çöllerde onları içine alacak özel kulelerin yapılmasını zorunlu kılacak. Bu kulelerin kapıları ustaca silinip gidecek ve yerlerinde musluğundan gerçek sütün sürekli olarak akacağı bir çeşme yer alacak; bu süt de kızgın kum tarafından açgözlülükle emilecek. Bilginin bu çağında ekmek kabukları insanların madeni ayakkabıları altında ezilecek, sonra da kirletilecek ve mürekkebe bulanacak. Beynin kültürü arzunun kültürüyle özdeşleşecek.” Dali cinsellikten o kadar büyük bir ilham ve haz almıştır ki sık sık evine genç bayanları ve erkekleri çağırıp onların ilişkiye girmelerini izlediği rivayet edilmektedir. Hatta bizzat kendisinin geliştiği fantezileri gerçekleştirmelerini istediği de eklenir. Sanatın magazin yönünü deşen yorumculara biraz daha kulak verirsek modern sanatta olduğu gibi modern cinsellikte(!) de Dali’nin etkisi oldukça fazla olduğunu öğrenebiliriz. Cinselliğe derinlerine inme konusuna önem veren ressamın erotik alt-metinler işleyen en ünlü tablosunda ise kendisi hakkında hakaretler içeren kitabın yazarı olan ablasını resmettiğini görürüz. 1954 yılında yapılan ve adı Young Virgin Autosodomized by her Own Chastity olan eserdeki gergedan boynuzu aslında Dali’nin sertlik tezi altında sanatçının cinsel organını temsil etmektedir.
7
Young Virgin Autosodomized by her Own Chastity-Dali Cinselliğin aşk boyutuna indiğimizde Dali’nin tek bir kadına gerçekten âşık olduğunu görürüz. Hatta hayatında ilk birlikte olduğu kadında bu aşktır: yani defalarca resmettiği Gala. Dali bu aşkı “Gala’yı annemden, babamdan, Picasso’dan hatta paradan bile daha fazla seviyorum” diyerek coşkuyla aktarmaktadır. Sürrealizmin bir başka büyük ismi Andre Breton tarafından para, şöhret ve ilgi hastası biri olarak eleştirilen hatta Avida Dollars (Salvador Dali'ye yakıştırılan "dolarları avuçla" anlamına gelen deyim. Avida Dollars, sanatçının isminde kullanılan harflerin yerlerinin değiştirilmesiyle oluşturulmuştur. Bu tabir Dali’ye paragöz olduğu, ısmarlama tablolar yaptığı, hatta kendi yapmadığı tabloların altına imza attığı söylentileri ve reklâm filmlerinde oynaması dolayısıyla reva görülmüştür.) takma adıyla anılan sanatçı için bu aşkı anlatmanın en güzel yolu yine paradan geçmiştir. Dali’nin Gala’ya olan hayranlığı geçirdikleri uzun yıllar boyunca sürekli artarak yoğunlaşmıştır. İsmini bile Gala-Salvador Dali şeklinde kullanmaya başlamıştır. Aşklarının bir döneminden itibarense Dali Gala’yla her anlamda ikiz olduklarını, diğer yarısı olmadan tüm anlamını yitirecek parçalar olduklarını düşünmeye başlamıştır. Bu düşüncenin sonunda Gala 1982 yılında öldüğünde ikizini kaybeden parça tam 8
anlamıyla çökmüştür. Dali ikizi olmadan zorlukla konuşabilen ve artık üretemeyen biri olmuştur. Ve 1989’da ikizinin yanına o hep ulaşmak istediği cennete ulaşma umuduyla bu dünyadan göçmüştür.
Galarina - Dali Yararlanılan kaynak: DALİ- Robert Descharnes, Gilles Neret
9
Yurttaş Kane Utku Aktunç Merhabalar Aziz dostlar, bu ay sizlere sinema tarihine damgasını vuran yönetmenlerden Orson Welles’in ilk uzun metraj filmi olan Citizen Kane’den bahsetmek istiyorum.
1941 yapımı Citizen Kane, zengin bir medya patronunun hayat hikâyesini anlatmaktadır. Fakat bu otobiyografi tarzında bir film değildir. Genç bir gazeteci, Charles Foster, Kane’in vefatı sırasında söylediği Rosebud kelimesinden sonra bunun ne anlama geldiğini araştırmaktadır. Film boyunca Kane ile beraber yaşamış herkes onunla ilgili anılarını ve bu kelimenin ne anlama geldiğini bulmaya çalışmaktadır. Filmin sonunda ise rosebud kelimesinin Kane’in küçükken oynadığı kızağın ismi olduğu anlaşılıyor fakat 10
bunu araştıran genç gazeteci değil, kızağın yakılırken ekrana gelen görüntüsünden anlıyoruz. Yurttaş Kane, sinema tarihinde önemli bir yeri olan ve birçok ödül almış bir filmdir. Filmin konusunun dışında kullanılan tekniklerle sinemaya yenilik getirilmiştir. Bu filmde montaj ve deep focus tekniği oldukça ön plana çıkmaktadır. Özellikle çok akıllı ve akıcı bir şekilde yapılan montajla birlikte izleyiciler bir dakika olsun ekrandan gözlerini alamıyor. Diğer bir özelliği ise bu filmde o zamana kadar filmlerde pek kullanılmayan kamera açılarının kullanılmasıdır. Özellikle dikkat çeken ve genelde Kane’in olduğu sahneler alt açıyla çekilmiştir. Bu da ona üstünlük ve haşmet vermiştir. Yurttaş Kane filminde dikkat çeken diğer önemli bir husus ise makyajın o zamana kadar kullanılmadığı kadar gerçekçi olmasıdır. Bilindiği gibi televizyon ve sinemada makyaj gerçekliği yansıtmada önemli bir faktördür. Bir makyaj ile yetersiz ışık koşullarını bile düzeltebilirsiniz. Bu filmde kullanılan makyaj, o dönemdeki insanların gündelik yaşamıyla uyumludur. Bu da insanları filme bağlıyan bir özelliktir. Çünkü insanlar filmin içine girebilmekte ve karakterlerden kendilerine birer
pay
çıkarabilmektedir.
Gerçeklikten
devam
ederken,
kullanılan
aydınlatmanın da bunda büyük payı vardır. Bir bar sahnesinde bile karanlık olduğu korkusuna kapılmadan gerçekçi aydınlatma kullanılmıştır.
11
Filmdeki teknik özelliklerin yanı sıra bir takım sosyolojik özellikleri de vardır. Filmde anlatılan zengin medya patronunun oldukça karmaşık ve iyi gitmeyen bir hayatı vardır. Her zaman olduğu gibi “para mutluluğun tek kaynağı değildir” teması işlenmektedir. Filmde iktidar, karakter ve bu karakterlerin kaderleri ile ilişkileri de işlenmektedir. Herkesin zengin olma arzusu, bir Amerika rüyası vardır. Kane, bunu gerçekleştirir fakat bu onun belki de sonunu hazırlayacaktır. Küçükken okusun diye evlat verilirken artık kaderi çizilmiştir. Aslına bakarsanız bu yaşam tarzına kendi isteği ile değil başkalarının istekleri ile gelmiştir. Fakat daha sonra kendisini de bu hayata alıştırmış ve kopamamıştır. Citizen Kane, Orson Welles’in ilk uzun metraj filmi olmasının yanı sıra onun sinema kariyerindeki yerini sağlamlaştırmıştır. Fakat bundan sonraki denemeleri bu film kadar etkili olmamıştır. Ancak bana sorarsanız sinema ile ilgileniyor ya da ilgilenmek istiyorsanız bu filmi mutlaka izlemelisiniz. Citizen Kane’in raflarınızda yer alması gereken yapıtlardan biri olduğuna hiç şüphe yok. Sinemayla kalan dostlar… 12
Mirsad Herovic ile Söyleşi Onur Keşaplı Bosna Hersek’in dünya sinemasına kazandırdığı büyük yetenek, ödüllü görüntü yönetmeni Mirsad Herovic, ülkemiz sinemasına hiç de yabancı değil. Daha önce Çağan Irmak’ın Ulak filmi ve Zülfü Livaneli’nin ünlü romanından uyarlanan Mutluluk’ta görüntü yönetmenliği yapan Herovic ile yakında gösterime girecek Usta filminin setinde konuşma imkânımız oldu. Ünlü reklâm yönetmeni Bahadır Karataş’ın yönettiği Usta’nın 10 hafta boyunca Eskişehir’de süren çekimlerinde görüntü yönetiminin ne demek olduğunu da bir kez daha öğrenmiş olduk bizler de. Röportaj konusunda birçoklarına izin vermeyen ve çok çok az kişiyle söyleşi yapmış olan Mirsad Herovic’in bizi kabul etmesi Azizm için gurur verici bir tablo. Dilerim sizlerde bu kısa ama dopdolu söyleşiden en az bizim kadar keyif alırsınız. Fotoğraflar: Sera Bal
13
Merhaba. Öncelikle söyleşiyi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz. Bu bizim için bir onurdur. O onur bana ait. Günümüzün en iyi görüntü yönetmenlerinden biri olarak görülüyorsunuz bizde tüm bunların başlangıcına gitmek istiyoruz. Görüntüleri kontrol etmekle birlikte sinemaya olan tutkunuz ne zaman ve nasıl başladı? Öncelikle günümüzün en iyi görüntü yönetmenlerinden biri olduğumu kabul etmediğimi kesinlikle belirtmeliyim. Her şey 15 yaşımdayken başladı. Siyahbeyaz fotoğraf çekiyordum o yıllarda. Beyaz bir karton üstünde görüntü elde etmek beni tek kelimeyle büyülemekteydi. İlerleyen yıllarda kendi stüdyomu yaptım. (gülerek devam eder) Elbette bu stüdyo evimin küçük banyosuydu. Sonrasında uzun metraj bir belgeselde kamera asistanı olarak çalışmaya başladım. Hareket halindeki görüntüleri takip etmek, yakalamak, kontrol etmek hatta yaratmak fikri beni adeta büyüledi. Kısa sürede tutku haline geldi. Başlangıç hikâyesi böyle, halen de bu tutkuyla sürmekte.
Bahadır Karataş’ın yönettiği “Usta” çalıştığınız ilk Türk filmi değil. Buradan yola çıkarak Türk sinemasına yabancı olmadığınızı söyleyebiliriz. 14
Avrupa’yla da kıyaslayarak sorarsak Türk sineması ve Türkiye’deki sinema kültürü hakkında ne düşünüyorsunuz? Türk sinemasında büyük yetenekler var. Bunun nedeni olarak eğitimi görüyorum. Bence ülkenizdeki sinema eğitimi oldukça güçlü. Bu da sinema kültürünün gelişimini sağlıyor. Türkiye’yi asla Avrupa’dan ayrı düşünmedim. Avrupa’nın bir parçası olan Türkiye sinemasında halen en sevdiğim yönetmen Yılmaz Güney. Yol, Umut gibi yapıtlar muhteşem bir sinema dili ve kültürünü aktarıyor. Şuanda ise Türk sineması sanki Rönesanssını yaşamakta. Çekilen film sayısının artması kaliteli yapımların sayısını da arttıracaktır. Yeni nesil sinemacılarınızla birlikte Türk sineması için gelecek çok parlak.
Oldukça başarılı uzun metraj filmlerin yanı sıra “10 Minutes” gibi etkileyici kısa filmlerde de görüntü yönetmenliği hatta fazlasını yaptığınızı görüyoruz. Hatta bu kısa filmin özellikle genç izleyiciler arasında bir nevi efsaneye dönüştüğünü bile rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu filmin öyküsünü, gelişim sürecini ve nasıl projenin bir parçası olduğunu öğrenebilir miyiz? Evet, etkili bir filmdi. Projeye dâhil olmam ise bir üniversite profesörünün ricası üzerine oldu. Bir öğrencisinin kısa filminde benim yardımcı olmamı istedi. 15
Filmin önemli bölümlerinde katkılarımız büyük. Kısaca öyküsü adından da anlaşılabileceği üzere 10 dakikada olup bitenlerle ilgili. Avrupa’nın herhangi bir yerinde 10 dakika fazlasıyla olağanken aynı 90lı yıllarda Balkanlarda 10 dakikada bir çocuğun ailesini kaybedebileceğini gözler önüne sermek istedik. Bu aynen böyle yaşandı. Bir yanda 10 dakika sizin kahve, sigara içme süreniz iken diğer tarafta 10 dakikada yaşamdaki her şeyinizi kaybedebiliyorsunuz. 10 dakikalar sizin için sıradan değil, her an ölüm tehlikesiyle karşı karşıyasınız. Ülkemizde ve balkan sinemasında bu tarz hikâyeler var ve zaten filmleri de çekilmekte. Ancak “10 Minutes”da bu zıtlığı ve adaletsizliği gerçekten 10 dakikada orta dökmek istedik ve film jeneriğiyle birlikte tam 10 dakika oldu. Amacına ulaşan bir film çektik. Sizce başarılı bir görüntü yönetmeninin özellikle neler olmalıdır? Ve son olarak sitemizin takipçilerine ve özellikle görüntü yönetmenliğiyle ilgilenenlere ne gibi tavsiyeleriniz verebilirsiniz? Öncelikle sinemayı ve sanatı büyük bir tutkuyla sevmeliler. Kendilerini iyi eğitmenin yanında pratik yapmaya son derece önem vermeliler. Görüntü yönetmenliği ışıkla resim yapmak gibidir. Işığın doğasını, nasıl kontrol edileceğini ve neler yaratılabileceğini iyi öğrenmeliler. Kesinlikle bu işe para düşünülerek girilmemeli. Eğer lüks, rahat bir hayat düşünüyorsanız yanlış seçimdir görüntü yönetmenliği. İşin büyüklüğü sanat eserinin parçası olabilmektir. Ne kadar çok sanat yapıtında yer alırsanız o kadar iyidir. Hepimiz bu dünyadan gittiğimizde geriye sadece bu yapıtlar kalacak çünkü sanat ölümsüzdür. Bunların parçası olmak sizi de var eder ve bu dünyada bırakacağınız iz sizin sanatınız olacaktır. Asla resim yapma şansım olmadı. Belki de buna yeteneğim yoktu. Bende ışıkla resim yapmayı deniyorum. Sonuç olarak önerebileceğim şey bu mesleğin peşinden tutkuyla gitmeleri. Azizm Sanat Örgütü olarak sorularımıza cevap verdiğiniz ve bu güzel söyleşiyle beraber görüntü yönetmenliğine daha yakından bakmamızı sağladığınız için size çok teşekkür ediyoruz Mirsad Herovic. Ben teşekkür ederim.
16
Sizin sanatınızın, ışık resimlerinizin gücünü Türk Sinemasında daha uzun yıllar görebilmeyi diliyoruz. Bu konuda hiç şüpheniz olmasın! Not: Buraya Mirsad Herovic’in büyük yeteneğinin adeta özeti olan “10 Minutes” filminin bağlantısı aşağıda görebilirsiniz. Youtube’un pek korumacı idaremiz sayesinde yasaklandığı için bağlantıyı ktunnel adresinden yaptık. Olurda aşağıdaki bağlantı çalışmazsa ve youtube yasağını kırmayı bilen o büyük kitledenseniz “10 Minutes” yazarak aradığınızda karşınıza Ahmet Imamovic’in kısa filmi gelicek. Siz sinemaseverlere bu filmi tavsiye ediyoruz. http://www.ktunnel.com/index.php/1010110A/e2bfe0c0ef1788fd033ada38d5f391091cff8b88 b2db3923ad956529632efce3481f58d37eae831116692
17
Güz Sancısı Duygu Yılmaz Kalbimi dağlayan bir acıyla yaşadım nicedir. Dudaklarımı titretircesine yaktı söyleyebildiklerimi, söyleyemediklerimin acısı. Uzağında şarkılar yazdım sana. Duyuracaktım her birini, koparıp bir kuşun kanadını, gelmek istedim sana. Hüzün oldu kavuşmanın da, ayrılığın da hasreti bana. Ayrılmak bile hasretti çünkü insanoğluna, her ayrılışın sonunda, koskoca bir vuslat vardı evvela… Ne zaman başka bir şehre gitsem, saçlarımın dibinde ağırlaşan bir rüzgârdı yokluğun. Belki uzun zaman anlayamadım neden bu kadar hızlı aklaştı saçlarım, neden bitmek bilmedi başka şehirlerde yaşadığım dayanılmaz sancılarım. Sevgiler ne zaman bu kadar büyüdü yüreğimizde, ne zaman tek korkumuz oldu bir sabah uyandığımızda farklı oluşu her şeyin, bunları bile düşünmüyorum şimdi. Nasıl da onlarca ay geçirmişken gözbebeklerinde, bir damla yaşla ellerine düştüğüm tek bir andan korkar oldum günlerce. Aylardan Ekim… Sonbahar, hiç bu kadar güzel düşmedi yeryüzüne. Soğuk, hiç bu kadar yakışmadı içimizin en derininde sinsice saklanan kederlerimize. Hiçbir mevsime bu kadar bağlanmaz hüzün. Ayrılıklar bir bir çoğalır, tekrar kavuşturmak için sevgilileri. Ekim öylesine sessiz durur köşesinde. Sarartır tüm yaprakları, söyler türküsünü sevgililer üzerine. Her sene aynı geçer sanarken, daha başındayken, biliyorum hayatımda hiçbir Ekim, bu kadar güzel geçmeyecek… Güzelliklerini çoktan unuttuğumuz kadınlar vardı, bir de hüzünler… Ekim, hatırlatmak içindi bunları şüphesiz, her mevsimin bir anlamı olduğu gibi, Ekim de hüzün ayıydı. Hüzünse, kadındı, her kadında dağlar kadar vardı… Devrimin, ekmeğin, emeğin mevsimindeyiz, aşkın eşiğindeyiz şimdi. Tüm kışlarımız, kardelenlere ayakta durabilmeyi anlatmak adınaydı, bildik. Belki öğretemedik, belki biz hiç öğrenemedik; ama yine de toprağın altında kalmayı göze aldık bizimle gelenler uğruna. Bu ay, onların ayıdır… Aylardan Ekim… İçimdeki çocuk acıyla kıvranmakta, kadınlar kimsesiz, çocuklar aç, erkekler savaşta hala. Sona geldikçe, başa çeviren bir çark bu, hiç değişmeyecek bir kitap. Ülkemin kadınları karanlıkta hala, 18
söyleyemediklerimizden belki, belki de kendimiz bile duyamayacak kadar bağırdığımızdan. İsterdim aynı olsun kaygıları tüm kadınların, oysa benim kalemim aşkla yazarken, kırık kalemleri diğer kadınların… Aylardan Ekim… Başladı ve bitti tüm heveslerim… Bu ay, Ekim’in tarihine yakışır davranmak istedim ve sizinle, “Feminist Kitaplık” yazarlarından Emma Goldman-“Dansedemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir”den birkaç alıntıyı, katıldığım ve katılmadığım kısımlarıyla paylaşıyorum. Yorumlarınızı bekliyorum… ***Evlilikle aşkın ortak paydası yoktur, ikisi birbirlerine kutuplar kadar uzaktır; aslında, birbirlerine taban tabana zıt olgulardır. Hiç kuşkusuz, bazı evlilikler aşkın meyvesidir. Yine de bunun sebebi, aşkın kendisini sadece evlilikte göstermesi değil, toplumun benimsediği gelenekten tamamen kendini kurtarabilecek durumda olmamasıdır. Evlilik, alelade her kıza, neredeyse daha emekleme çağından itibaren en büyük hedef olarak gösterilmiştir; dolayısıyla kızların bütün eğitimi, öğrenimi, bu sonuca yönelik bir hazırlık antrenmanı gibi işlev görür. Kurbanlığın semirtilmesi gibi, o da buna hazırlanmıştır. Söylemesi tuhaf ama genç kızın kendisinin eş ve anne olarak ne işe yarayacağından ziyade, erkeğin ne iş yaptığına dair bilgi sahibi olmasına izin verilir. İffetli bir kızın evlilik ilişkisi hakkında bir şey bilmesi, ahlaksızca ve pis bir şeydir. Sırf bu yüzden, saygınlığın tutarsızlığı adına, pis olan bir şeyi en saf ve en kutsal sözleşmeye döndürmek için, kimsenin sorgulamaya ve eleştirmeye cüret edemediği evlilik yeminine ihtiyaç duyulmaktadır. Müstakbel eş ve anne, rekabet alanındaki yegâne ilişkiye(cinsel) ilişkin olarak tam bir cehalet içinde tutulur. Dolayısıyla, bir erkekle ömür boyu sürecek ilişkiye; en doğal ve sağlıklı içgüdüsü olan cinsellik konusunda kendisini donuk ve haksızlığa uğramış bir ruh haline sürükleyecek bir konumda, o konuda hiçbir söz hakkı tanınmadan bir şekilde girmiş olur. Kesin bir dille söyleyebiliriz ki, evliliklerde gözlenen mutsuzluk, sefillik, üzüntü ve fiziksel acılar, aslında büyük ölçüde cinsel konulardaki –sanki bir marifetmiş gibi övülen-istismarlardan ileri gelir. Kızlara aşılanan ahlak dersi, erkeğin kadının aşkını uyandırması değil de, daha çok “Kazancının ne kadar olduğu”dur. Pratikteki Amerikan hayatının önemli ve tek tanrısı: Erkek hayatını kazanabiliyor mu? Bir eşe bakabilir mi? Bu, evliliği 19
meşru kılan tek ölçüdür. Bu ölçü, usul usul kızın bütün düşüncelerine işler; kızın düşü, ayışığı ve öpücükler, kahkaha ve gözyaşı değildir; kız, alışveriş gezilerini ve pazar tezgâhlarını hayal eder. Bu ruh sefaleti ve paragözlülük, evlilik kurumunun özüdür… ***
20
Makaracığın Sevdası Tuğçe Duysak Bir zamanlar sınırları çok geniş olan ülkenin birinde masmavi iple dünyaya sarılı gelmiş bir makaracık yaşarmış. Makaracık dünyaya geldiği andan itibaren ipten ayrılmaya başlamış. Tek sesini işitip bildiği sahibinin yüzünü görmesi de sarılı olduğu iple ayrıldıktan sonra gerçekleşmiş. Bu sahibini ilk ve son görüşüymüş çünkü sahibi makaracık ipten ayrılınca onu sert elleriyle tutup çöpe atmış. Makaracık, karanlıktan korkar halde ağlayarak çöpten çıkış yollarını ararken, üzerinde rakamların bulunduğu bir saman kâğıdı ona seslenmiş: - Bu ağlayanda kim? Makaracık: -
Ben makara. Ya sen kimsin? Demiş, sesin geldiği yöne bakarak. Ben saman kâğıdı. Niye ağlıyorsun? Sahibim beni buraya bıraktı. O kadar karanlık ki korkuyorum. Korkma, demiş ve devam etmiş kâğıt. Birazdan bizi dışarıdaki bir çöplüğe bırakır. İşte o zaman bir yolunu bulur kurtuluruz.
Gerçektende öyle olmuş. Az sonra sahip gelmiş ve içlerinde bulundukları poşeti dışarı atmış. Sarsıntının korkusunu atlatamayan makaracık bir kedinin poşetin üzerinde gezinmesiyle daha fazla korkmaya başlamış ve kâğıda seslenmiş. - Kağıt çok korkuyorum. Yardım et! - Korkma, demiş kağıt tekrardan. Birazdan ona teşekkür edeceksin çünkü buradan çıkmamızı o sağlayacak. Kedinin birkaç pati hareketiyle poşet yırtılmış ve içindekiler yere dağılmış. Kâğıt: - Teşekkürler. Bak bu makara, diye seslenmiş kediye. - Merhaba kedicik, bizi kurtardığın için teşekkürler, demiş demesine makaracık ama kedicik o esnada sahibin attığı yiyeceklerle meşgulmüş. 21
Kâğıt: - Ee söyle bakalım makaracık şimdi ne yapacaksın? Makaracık düşünmüş ama gideceği hiçbir yer gelmiyormuş aklına. Tekrardan bir ipe sarılma isteği içerisindeymiş yalnızca. - Bir ipe sarılmak istiyorum. Bugüne kadar sahip olmadığım renkleri olan bana uyumlu, benim seçtiğim bir ipe, demiş ve devam etmiş. Eğer o ipi bulabilirsem yeni bir sahipte bulabilirim. Hem güzel bir uyum yakalarsak iple beni kullanmaya kıyamaz. Kâğıt: - Buna emin değilim. İnsanlar güzele saygı duymuyorlar artık. Her geçen gün güzel dedikleri şey değişiyor. Eskiden kullanılmaya kıyılmaz yumuşacık bir kâğıttım ben ama sadece rengi pembe bir kâğıt ziyan olmasın diye kullanıldım. İnsanlar hızlı karar değiştiriyorlar. Ya sana kıyarsa seni ipten ayırırsa? - Eğer o ipi bulursam beni ayırmaya kıyamaz! Kâğıt: - Peki ya o ip nasıl bir ip? Onu aramadan önce bunu düşünmelisin. Derken sokaktan geçmekte olan sarhoşun biri, dilinde eski bir çocuk şarkısı, makaracıkla kâğıdın olduğu yere kadar gelmiş ve makaraya bir tekme savurmuş. - Goooool !!!diye bağırmış ardından. Makaracık tekmenin hızıyla birkaç sokak geçse de bu ona inanılmaz gelmiş. Şeker dükkânın vitrinindeki rengârenk şekerleri görmüş ve en tepede olduğu an: - Buldum onu kağıt demiş rengi şekerlerinki gibi olmalı. Tüm renklerden biraz katılmalı. Ve ardından top oynayan çocukların bulunduğu bir sokağa gelmiş işte o top oynayan çocukların yukarıya doğru fırlattıkları top makaracığa gelmiş. Makaracık korkudan gözlerini kapamış. Ne olduğunu anlayamadan kendini dalları geniş ve yeşil olan bir ağacın üzerinde bulmuş. Artık makaracık için beklemekten başka çare yokmuş. Ancak şiddetli esen bir rüzgâr ona yardım edebilirmiş. Makaracık rüzgârı beklerken, dallara takılmış olan bir uçurtma görmüş. Üzerinde gökkuşağının tüm renkleri olan bir uçurtmaymış bu. Kuyruğu da gökkuşağı renklerinden oluşan bir ipten yapılmış. O an makaracık şekerleri 22
düşünmüş ve o şekerleri alan insanları. İnsanlar bu şekerlerin rengini andıran ipi sevebilir diye düşünmüş. Ama tek sorun varmış o ipi nasıl alacağı? O bu sorunu çözmek için düşünürken, karşı dalda bir kuş görmüş ve kuşa seslenmiş. - Hey bana yardım eder misin? - Tabi, demiş kuş. - Bana şurada gördüğün, şekerden renkleri olan ip lazım. Ona sarılmam gerekiyor. - Peki ya karşılığında ne vereceksin bana? Makaracık düşünmüş ve: - Sahip olduğum tek şey bildiklerim ve hayallerim. Bunlar sana yeter mi? - Onlar senin benim değil ki ama yinede hayal kurabilen bir makara olduğun için sana yardım edeceğim. Makara buna şaşırsa da mutluluğu baskın gelmiş. Ve gözlerini bembeyaz kanatlarının uçurtmanın olduğu yere doğru çırpan uçurtmaya dikmiş. Kuş ipi gagasına sıkıştırıp çekip koparmış ve makaracığa verip; - Sarıl bakalım, demiş. - Beni yere indirebilir misin? demiş makaracık. Kuş bu isteğini de kırmamış ve makarayı indirip sarılmasına yardım etmiş. Makaracık sudaki yansımasını görünce kuşa dönüp: - İşte bu! Bu o ip. - Yakıştı, demiş kuş ve devam etmiş. Benim gitmem gerek umarım istediğin gibi bir sahibin olur. - Çok sağ ol kuş, demiş makaracık. Sana ipimden birazcık vermek isterdim aslında ama sahibime güzel gözükmek ve kusursuz olduğumu göstermeliyim. Çünkü beni ancak bu sayede kullanmaz. - Umarım sahibin o güzel ipin ve senin değerini bilir. Mutlu kal, deyip uçmuş kuş. Makaracık kuşun gitmesinden sonra yuvarlana yuvarlana iplerin çok olduğu bir yer armış, ta ki küçük bir kızın ayakkabısına çarpana kadar. Küçük kız makaracığa uzaktan baktıktan sonra eline alıp annesine: 23
- Anne çok güzel bir ip değil mi? demiş. - Öyle ama, demiş annesi. Pis o kızım bırak. Kız annesinin bu sözüne aldırmadan eteğiyle makaracığın tozlanan yanlarını temizlemiş ve annesine dönüp: - Bak şimdi temiz. Anne gösteri için dikeceğin elbisemi bu ipten yapar mısın? Renkleri ne güzel baksana. Annesinin sert bakışlarına aldırmadan devam etmiş küçük kız biraz da ağlayarak - Lütfen lütfen lütfen… - Tamam hadi bakalım şimdi onu bana ver deyip eve doğru yürümeye devam etmişler. Makaracık bu esnada duyduklarının gerçek olup olmadığını anlamaya çabalamış. En sonunda eve geldiklerinde dikiş makinesinin yanına koyulduğunda anlaşmış duyduklarının gerçek olduğunu. Dikiş makinesinin üstünden tüm gün küçük kıza seslenmiş ama kimse onu duymuyormuş, aslında duymayacaklarını o da biliyormuş. Belki duyarlar hevesiyle seslenmekteymiş sadece. Hava karardığında küçük kızın annesi dikiş makinesinin yanındaki sandalyeye oturmuş ve makaracığı alıp güzelce makinenin üzerindeki ince çubuğa yerleştirmiş. Makaracık tüm gücüyle bağırmış bu kez: - Hayır beni kullanamazsın. Ben senin için bu ipe sarıldım! Küçük kızın annesi makineyi çalıştırmış ve küçük kızın getirdiği renkli kumaşı dikmeye başlamış. Kız annesine bir dergi getirmiş ve o dergiyi göstererek bir şeyler anlatmaya başlamış. Makaracık anlattıkları dinlemek istemiş ama dikiş makinenin gürültüsünden hiçbir şey duymamış. En sonunda makine kapanmış. Kız annesine: - Çok güzel oldu anneciğim çok sağ ol, demiş. - İyi günlerde giy benim tatlı kızım al bakalım at bu makarayı, bitti artık. Demiş ve makarayı kızın yumuşak ellerine bırakmış. Kız makaracığı götürüp çöpe atmış. Makaracık çöpün içini keşfederken çöp poşeti bir daha açılmış bu 24
sefer gelen eski bir kalemmiş. Kalem çöpten çıkış yolları ararken bir yandan da bağırıyormuş: - Korkuyorum! Çok korkuyorum. - Korkma, demiş makaracık ve devam etmiş. Birazdan bizi dışarıdaki bir çöplüğe bırakır.
25
Televizyon, Magazin ve RTÜK Üzerine Onur Keşaplı Televizyonun yaşantımıza girişinin 40. yılında Azizm olarak elbette bir şeyler yapmalıydık. Oluşumumuzun güçlü isimlerinden Samile Yılmaz ve Ayla Yıldırım’ın sırasıyla “Çivi” ve “İzle” adlı videoart çalışmalarını yayınladık video bölümümüzde. Eleştirel ve muhalif tavrımızın sanatsal özetleri olan çalışmalar, şuanda izlemekte olduğumuz yayınları denetleyen ve kendi zihniyetine göre sansürleyen RTÜK başkanının din sömürüsüyle yaptığı yolsuzluklar sayesinde daha bir anlamlı oldu diyebiliriz. Bende bu pek “ahlaklı” RTÜK başkanıyla ilk kez karşılaştığım sürece döndüm. Bu yılın Ocak-Şubat aylarında iki tane magazin programı izleyip detaylı bir şekilde inceleyecektim. Magazin programlarının sululuğu zaten beklenen bir durumda ancak ikide bir ekranda boy gösterip “ahlaktan” söz eden bu karakter beni açıkçası biraz korkutmuştu. Derken birbiri ardına gelen yasaklar, sansürler, dizilerin kadın karakterlerinin evliliğe(!) zorlanması ama tüm bu görüntüye rağmen soygunlarvurgunlar. Elbette istifa yok. Beklemek hata. Geçen hafta bir diziye takıldım. Beni bilenler dizi izlemeyeceğimi de bilirler ancak dizi olarak izlenen şeyde net görünen bir şey yoktu. Karakterler bir bardaydı ve içki kadehlerini, şişelerini ve sigaraları buğulamaktan ekranda görünür bir şey kalmamıştı. İlerleyen bölümde asıl şoku yaşadım ve diyaloglar arasında “içki” ve “şerefe”nin biiplendiğini gördüm. Görüntülerin sansürlenmesine sessizce alıştıysak seslerinkine de yakında alışırız dedim içimden. Çok mu karamsarım sizce? İyi okumalar değerli dostlar, daha fazla sansüre uğramadan…
Sorun 26
Televizyon
ülkelerin,
toplumların
kültürleri
üzerinde
kendi
kültürünü
oluşturmaya başlamış ve neredeyse herkese ulaşabilecek bir konuma sahip olduğundan her şeyin tepesinde üst kültür mertebesine ulaşmıştır. Ancak bu üst kültür haline gelmiş, kimilerince “aptal kutusu” olarak tabir edilen bu aygıt ileri düzeye gelmeyi tam anlamıyla başaramamış toplumlarda olumsuz etkiler yaratabilmektedir. Ülkemiz de ne yazık ki buna bir örnektir. Kapitalizmin ve beraberindeki tüketim çılgınlığının kıskacında olan ülkelerde sistem, halkların mümkün olduğunca kontrol altında tutulabilmesi için televizyonu gizli bir silah olarak kullanmaktadır. İnsanların boş zamanlarında kontrol altına almanın en iyi yolu onları gözü açık uyuyacak hale getirmektir. Boş zamanlarında düşünen, araştıran kısacası sistem için tehlikeli sayılabilecek davranışlarda bululanları durdurmak için televizyonda, düşünmeyi gerektirmeyen adeta tüketilen değerleri izlettirmek adına yayınlar yapılmaktadır.
Benim bu çalışmada ele aldığım
magazin programları ise bu yozlaştırıcı kültürün içinde etkin rol oynamaktadır. 90’lı yıllarda magazin kültürüyle tanışan halkımız özellikle son yıllarda bu kültürle oturup kalkar bir hal almıştır.
27
Çalışmaya başlamadan önce ilkokul çağlarımda tanıştığım magazin kültürünü anımsaya çalıştım. İlk olarak spor-magazin programı sıfatıyla dünyamıza giren “TeleVole”yi düşündüm. Ve nasıl bu programın spor-magazinlikten yüzde yüz magazine geçiş yaptığını hatırladım. O gün açılan kapı bir daha asla kapanmadı aksine ardına kadar açıldı ve birbiri ardına türeyen sulu magazin programları neredeyse her kanalı ele geçirdi. Hatta bununla da kalmadı ana haber bültenlerini bile ele geçirdiğini gördük magazin dünyasının. Böyle bir yayılmada işin kökü olan Televole bile kendine yer bulamayıp yayından kalkmak zorunda kaldı. Bu araştırmanın önemi, 1950’lerden beri sağcı hükümetlerce yönetilen ülkemizde “küçük Amerika” hedefinin getirdiği yarı-sömürge hareketleriyle özenti bir tavırla kopya edilen ve başarısız olunan televizyon kültürünün ne boyutlara ulaşabileceğini görmek olacaktır. Her fırsatta Müslüman ve muhafazakâr değerlerden bahseden yöneticiler ve toplum olarak neleri 28
seyrettiğimizin getirdiği çarpıklığı görmek yine bu çarpıklığı günün birinde düzeltebilmek adına önemlidir. Yöntem Çalışmamda tercihimi magazin programlarında kullandığımda, öncelikle yukarıda bahsettiğim gibi bu yayınları izlediğim zamanlarda neler hatırladığımı ve
düşündüğümü
anımsamaya
çalıştım.
Sonrasında
çok
özendiğimiz
Amerikan’ın magazin programlarını izledim. ABD’nin ünlü magazin kanalı Entertainment’ı izledikten sonra çalışmam için ele alacağım Türk magazin programlarını hem kıyaslama anlamında hem de ele alma bağlamında daha iyi bir iş yapabileceğimi düşündüm. Toplumsallaşma Süreci ve Televizyon Toplumsallaşma süreci her ülke halkının iyi ya da kötü ulaşması gereken ve eninde sonunda ulaşacağı bir süreçtir. Ülkemizde ise bu durum gelişmemizi ve Atatürk
devrimlerimizi
tamamlama
ve
rayına
oturtma
sürecini
tamamlayamamış olmamızdan dolayı aksak bir şekilde başlamıştır. Öncelikle kulluktan bireyliğe Cumhuriyet kazanımlarıyla geçmeye başlayan Anadolu halkı, toplum olma bilincini arka arkaya gelen devrimlerle yerleştirmeye başlamışken bunu devlet politikasının yavaş yavaş değişmesiyle yeterince pekiştirememiştir. Ancak yine de aksak bir şekilde ilerlemesi kaçınılmaz olarak durmayan bu sürecin içine öncelikle radyo girmiştir. 1940’ların sonunda başlayan radyo yayınları 1950’den itibaren sağcı Demokrat Parti’nin yayın organı haline getirilmiştir. Bu süreçte 1952’de İstanbul Teknik Üniversitesi bünyesinde televizyon yayını ilk kez başlamıştır. Televizyonun ülkemizdeki sürecine bakacak olursak bu alana dair ilk kuruluş olan TRT’nin başlangıç ve gelişme aşamalarına bakmalıyız. 1964 yılında 27 Mayıs 1960 devriminin 29
yarattığı ortamda özerk bir kuruluş olarak kurulan TRT öncelikle kapalı devre şeklinde çalışmalarına başladı. 1968’de deneme şeklinde ilk yayınını Ankara’da yapan kurum ilerleyen süreçte bu durumu geliştirerek canlı yayınlara ve farklı şehirlerde de yayınlar yapmaya başlamıştır. İlk canlı yayınını ülkemizde Karşıyaka-İstanbulspor maçıyla başlayan TRT ilk dış canlı yayınını ise 1972 Münih Olimpiyatlarıyla yapmıştır. Televizyonun yavaş yavaş toplumsal hayatta yerini almaya başladığı bu günlerde TRT’nin özerk yapısına müdahaleler de görülmeye başlamıştır. 12 Mart 1971 darbesinin baskıcı ortamında TRT bağımsız bir kuruluş olarak kalamadı ve devlete bağlandı. 1970’lerde değişen sağcı ve solcu hükümetlerde TRT’nin yönetimi sürekli değiştir durdu. Bu süreçte en önemli dönem 1974’te Ecevit Hükümetince atanan İsmail Cem sürecidir. Cem, genç yaşına rağmen kurumu başarıyla yönetmiştir ve devlet hantallığını hafifleten bir dinamizm katmıştır TRT’ye. İlerleyen yıllarda TRT asla özerk bir kurum olmamıştır. Teknik açıdan bakarsak televizyonun yaygınlığının artmasıyla beraber 1984 yılında TRT tümüyle renkli yayına geçmiştir. İlerleyen süreçte 1986’dan başlayarak 1992’ye kadar TRT çatısı altında yeni kanallar kurulmuştur. Bu kanallar TRT–2, TRT–3, TRT-İnt ve TRT-GAP gibi isimlerle yayın hayatlarına başlamışlardır. Bu atılımın sebebi ülkenin aynı dönemde özel televizyonlarla tanışmasıdır. Bir anlamda izleyiciye farklı
seçenekler
sunulmasını
sağlayan
bu
atılımlar
zaman
içinde
toplumsallaşmasını tam anlamıyla ve sağlıklı bir şekilde gerçekleştirememiş bir toplumda yozlaşmış bir toplumsallaşma süreci yaratmıştır. Televizyonun yavaş yavaş evlerde yerini alması ve salonlarda başköşeye kurulması sonrasında neredeyse her eve giren aygıt, cahil-eğitimli, fakir-zengin demeden kitlelerin gözlerini üzerinde toplamıştır. Bununla beraber vazgeçilmez olma mertebesine yükselen televizyon neredeyse gün içerisinde kapatılmaz duruma ulaşmıştır. Sonucunda toplumsallaşma bağlamında ortaya çıkan süreç Anadolu’daki halkı 30
ileriye götürmeden, geliştirmeden sadece ortak konularda ama yozlaştırıcı konularda bir araya getiren bir makinenin kontrolüne geçmiştir. Giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi bu aygıta “aptal kutusu” da denmektedir. Ele Alınan Programların Yayın Tarihi ve Saatleriyle Beraber İçerik Ayrıntıları İlk olarak 13 Ocak 2008 tarihinde gece saat 00.30’da başlaması gerekip tam bir saat geç başlayan ve Show TV’de yayınlanan “Pazar Keyfi” adlı programı bu ödev kapsamında inceledim. Programın bu saat diliminde verilmesinin nedeni insanların günün ve haftanın yorgunluğunu bir anlamda atmak ve kafa dağıtmak için televizyon başına geçeceği düşüncesinde yatıyor olabilir.
“Pazar keyfi”nin içeriğine gelirsek öncelikle geç başlayan program hakkında altyazıyla bilgi verildiğini ve bu bilgide “ellektrostar” Hande Yener’in bu hafta konuk sunucu olduğunu öğreniyoruz. Daha sonra alışacağımız bu garip sıfatla tanışmış
oluyoruz
böylece.
Program
başladığında
Hande
Yener
bir
“ellektrostar”ın nasıl olması gerektiğini kanıtlamak istercesine oldukça ilginç 31
dans figürleriyle açılışı yapar. İlk haber Petek Dinçöz’le Can Tanrıyar çiftinin düğünüdür. Kanal D’nin Beyaz Show adlı programında canlı yayında evlenen çiftin haberi başlar ve genel olarak “Pazar Keyfi”nin uzun bir bölümünü işgal eder. Hazırlık aşamaları, sürprizin planlanması, Petek’in şaşkınlığı, Can’ın zor anları, şahitlerin gelmesi, tören anı, sonrası ve sürprizi planlayanların yorumları eşliğinde uzun uzadıya ve tekrarlanan görüntülerle aktarılır bu haber.
Burada ilginç bir şekilde şahitlerden birinin AKP’ye bağımlılığı hat safhada olan RTÜK başkanı olmasıdır. Muhafazalıktan başka hiçbir şey söylemeyen başkana Show TV övgüler yağdırır. Başkan şahit olarak geldiği bu düğünde çifte Kuran ve Türk bayrağı hediye ederek ne kadar popülist bir insan olduğunu altını iyice çizer. Beyaz Show’u incelemekte olsaydım herhalde bu bölümün üzerinde uzun uzun dururdum. Ancak RTÜK başkanı bir sonraki haber olan “evlenme furyası”nda da ortaya çıkınca bir şeyler söylemeden duramıyorum. Sanki kimseler evlenmiyordu da bir anda Petek-Can çifti evlendi diye ortaya atılan “evlilik furyası”nda Mustafa Sandal ve Emina Türkcan’ın evlilik haberinde yine ortaya çıkan RTÜK başkanına ait görüntülerde başkan televizyona 32
çıkanların halka iyi örnek olmak için evlenmeleri gerektiğini söylediğini görüyoruz. Öyle bir yaklaşım ki bekâr olan ünlüler halka kötü örnek oluyorlar bu durumda, pek muhafazakâr başkanımıza göre. Bu oldukça gerici ve üstü kapalı baskıcı açıklamalara övgüler düzen programın “genel izleyici” ibaresini nasıl aldığını da düşünmeden edemiyoruz. Ve genel izleyici özelliğinin yanına muhafazakâr başkana hayranlık da eklendikten sonra program sırasında görülen cep telefonu videoları reklâmlarının büyük bir çoğunluğunun erotik içerikli olması oldukça komik kaçmakta. Demek ki o saatte programı izlemesi düşünülen hedef kitle bu tarz videoları telefonlarına yüklemesi muhtemel kitle. O zaman o pek muhafazakâr RTÜK başkanı nasıl olur da bu programa “genel izleyiciyi” uygun görür tartışılır doğrusu. Sonraki haberde “ellektrostar” sunucunun dansı bittiğinde gördüğümüz şey maalesef yine Petek-Can çiftidir. Bu sefer Attila İlhan’ın efsane şiiri “Ben Sana Mecburum” eşliğinde bu medyatik çiftin anlamsız görüntülerini görürüz. Sonrasında gelen kısa haberlerde sadece bardan çıkan ya da yemek yemekle meşgul ünlüleri görürüz. Ve her görüntüde izleyici aptal yerine koyan daire içine almalar ve okla göstermelere maruz kalırız. Sanki görüntüde gözümüzün kayabileceği başkası varmış gibi. Bu haberden sonra karşımızı o pek meşhur “şıklar-rüküşler” bölümü gelir. Tam bir aşağılama ayinine dönüşmüş bu bölümde önce Sibel Can kilo almış olduğu söylenerek ve görüntülerde de bu gözümüze sokularak azarlanır. Sonrasında “tamam kilo alabilirsin ama o zaman kapalı giyin” diye de ne kadar anlayışlı ve insanların iyiliği için tavsiyelerde bulunduklarını gösterir program yapımcıları. Sonrasında Burcu Güneş göbeği açık olduğu için ve beraberinde üstüne üstlük etleri sarkıyor diye azarlanır. En son Pınar Aylin programın sevimsizlik abidesi sesinden üstüne düşeni alır ve “senin boyun kaç senin neyine mini etek giymek” şeklinde azarlanır. Görüleceği gibi “şıklarrüküşler” olarak adlandırılan bölümde kadınların giysilerinden çok kilo ya da 33
boylarıyla ilgilenilmiştir. Ortaya çıkan sonuç onlara göre iyi bir vücuda sahip olmadığınız sürece şık olamazsınızdır. Medya bölümü diye aktarılan bir sonraki haber kuşağında ise dikkati çeken nokta yıllardır “taş fırın erkeği” diye adlandırılan Tamer Karadağlı’nın aldatıldın mı sorusuna “evet” cevabını vermesidir. İlginç olan cevap değil cevap hakkında programın tavrıdır. Taş fırın erkeği ve aldatılmak hele hele bunu itiraf etmek inanılmaz derecede şok etmiştir “Pazar Keyfi” çalışanlarını. Bunun dışında garip sıfatlarla sunulan ünlülerin neler yaptığını ya da yapmadığını görmekteyiz. Örneğin “Aşların Efendisi” gibi neren geldiği belli olamayan bir sıfatla aktarılan Nihat Doğan ve “Popun müzmin bekârı” diye yansıtılan İzel arasında dedikodusu çıkan aşkın olmadığını “Aşkların Efendisi”nin bizi korkutacak derecede tehdit içeren bakışlarından öğrenmekteyiz. Sonrasında ellektrostar Hande Yener’in yeni videosunu ilk kez “Pazar Keyfi” aracılığıyla izlemekteyiz. Her gün defalarca gördüğümüz videolara benzeyen bu çalışma programın o inanılmaz derecede itici sesi tarafından dünyada sadece
üç kişinin kullanabildiği teknoloji
olarak
sunulmaktadır. Program sürpriz düğünle başladıktan sonra ellektrostara canlı yayında yapılan saçma bir doğum günü sürpriziyle biter.
İkinci program olarak “Pazar Keyfi”ni beklediğim gün, programın yayından kaldırıldığını öğrendim. Muhafazakâr RTÜK başkanı demek ki övgüleri yetersiz
34
bulmuştu. Bunun üzerine 22 Ocak Salı gecesi 00.00’da ATV’ de başlayan “Özel Hat” isimli programı izleyip incelemeye karar verdim. Oldukça ağır hatta ağırlıktan yer yer akmış bir makyaja sahip derin dekolteli manken kızımızın sunuculuğu ile başlayan program da tıpkı “Pazar Keyfi”nde olduğu gibi genel izleyici işaretiyle yayınını sürdürür. İlk haber olarak İstanbul gecelerine gittiğimizde gördüğümüz tek şey orada burada dans eden, yemek yemekle meşgul olan ya da mekânlardan çıkan ünlülerdir. Hiçbir anlam ifade etmeyen bu görüntüleri sorularla doldurulmaya çalışılır. Tüm sorular “Aşk var mı”, “Ayrılık var mı”, “Evlilik var mı” ve ya “birlikte misiniz” şeklindedir. İlginç bir şekilde önceki programda da gördüğümüz gibi haber daha başlamadan insanlar hakkında sinirli, üzgün gibi sıfatlarla izleyici şartlandırılmaktadır. Örneğin Cem Yılmaz sırf espri yapmadı diye sinirlidir programa göre. Sürekli “sinirli misiniz ama öyle görünüyorsunuz” soruları üzerine Cem Yılmaz haberin sonunda gerçekten sinirlenmiştir. Benzer şekilde sonraki haberde sırf sorulan sorulara cevap vermediği için Yavuz Bingöl öfkeli şeklinde takdim edilir izleyiciye. Sıradaki haberin konusu da Ferdi Tayfur’un yaşadığı ayrılıktan dolayı üzgün olmasıyla ilgilidir. Ancak sanatçı buradaki röportajında “ben üzgün falan değilim, siz böyle dayatıyorsunuz” şeklinde verdiği cevaplara adeta anlatmaya çalıştığımız şeylere tercüman olmaktadır. Programın devamında dizi haberleri gelir. Ayrıca bir inceleme konusu olması gereken diziler hakkındaki haberde ilerleyen bölümlerde olacaklar hakkında ipuçları aramakta sürprizler sözü vermektedir program bize. Oyuncularla yapılan röportajlarla birlikte sunulan ve bir türlü bitmek bilmeyen haber sonucunda başlangıçta vaat edilen sürprizler ve dizideki katilin kim olduğuna dair ipuçları ise elbette yoktur. Programın sonraki haberi Uludağ haberleri olarak sunulur ancak mekân değişse de sorular değişmez. Yine kim kiminle birlikte ya da değil, ayrılık var mı evlilik 35
var mı sorularıyla geçmektedir bölüm. Sonraki haberde yurtdışından dönen Tarkan’ın Bruce Lee’ye özenmesi denilen görüntülerle ekranda efsane dövüşçüyü izleriz bir süre. Tarkan’a dünyaca ünlü piyanistimiz Fazıl Say’la ilgili sorulan sorularda sanatçı Say’ı destekleyici cümleler söylese de program bunları çarpıtarak kendince “Tarkan Fazıl’a öfkeli” şeklinde sunulmuştur. TMSF’nin haksızca el koyduğu ve AKP’ye yakın dinci grup bağlantılı kişilere verdiği ATV’nin, hükümetin politikaları karşı çıkan Fazıl Say’a nasıl bir yaklaşım içinde olduğunu görürüz bu haberde. Ünlülere lakap takmanın doruk noktasına ulaştığı programda (megastar Tarkan, Süperstar Ajda Pekkan, hiperstar Mustafa Sandal, sempatik popçu Bengü…) resmen haber kıtlığını yaşandığını hissetmekteyiz. Başka kanallardaki programlardan ya da dizilerden uzun uzun özet görüntüleri magazin haberi diye yutturulmakta izleyiciye. Son olarak Sinan Özen’in “14 Şubatta sürprizim var” şeklinde demecini içeren haber programın zorlamasıyla sanki evlilik olduğu kesinmiş gibi yansıtılmakta. “Pazar Keyfi”nde de gördüğümüz gibi ortaya atılan evlilik furyasını sürdürmek herhalde muhafazakâr başkanın tek başına çabalarıyla olamaz. Magazin programlarını da bu büyük görevde üstlerine düşeni yapmalıdırlar!
36
ÇÖZÜMLEME İzlediğim iki magazin programını alt metinler bağlamında ele aldığımda topluma nelerin dayatıldığını bir kez daha görmüş oldum. Programlarda yaratılan dünya ve içindeki karakterler dikkat çekici. Ve elbette programın izleyici alttan alta yönlendirmesi ve düşüncelerine etki etmesi de görmezden gelinemez. Ayrıca yukarıda da bahsettiğim gibi izleyici aptal yerine koyma var. Kişileri oklarla göstermeler, daire içine almalar, suratımıza çarpılan yazılar ve bunları okuyamayacağımızı düşünerek sunucunun bağıra çağıra okuması izleyici çıldırtıcı örneklerden sadece bazıları. Öncelikle “Pazar Keyfi”nde her şeyden önce Türkçenin katledildiğini belirtmek istiyorum. Örneğin sık sık “soorrrrryyyy” diye inleyen ses dışında “aman nazar deymesin” yazısını da görebilmekteyiz. Bu programda dikkati özellikle çeken RTÜK başkanı hakkında bir üst bölümde dayanamayıp hissettiklerini söylediğimden burada kendilerini es geçiyorum. Programın yarattığı sanal dünyaya gelince magazin mantığının ünlülerin günlük hayatta yaptıkları her şeyi kapsayabileceğini belirtmiştik. Ancak bu programda “ünlü” diye tabir edilenlerin sadece mekânlara girip çıktığı, eğlendiği, birileriyle birlikte olup ayrıldığı ve ara ara da yemek yediğini görüyoruz sadece. Bu yapay ve sahte ancak izleyiciye dikta edilen dünyada ünlülere yaklaşımda yani sorulan sorular da sadece bu konularla ilgilidir. Bir ünlünün yapabileceği şeyleri bir şekle soktuktan sonra programların ünlüleri lakaplarla kategorilere ayırmalarına şahit oluyoruz. Mankenlerin popçular için ideal sevgili olduğunu öğreniyoruz örneğin manken Nilay Dorsa’nın Yalın-Tuba Ünsal çiftiyle ilgili konuştuğu haberde. İşleriyle ilgili hiçbir şey görmediğimiz bu ünlülerin sadece birbirleriyle birlikte olduğunu görmek izleyiciler için oldukça ilgi çekici olsa gerek. Hele genç izleyiciler için hiç bir şey yapmadan ünlü olan ve mekânlarda gezip aşk arayan 37
insanlar kolaylıkla rol modeli haline gelebilir. Yine bir diğer durum bu ünlülerin mutlulukları da mutsuzlukları da sadece aşka ve birlikteliklerine indirgenmiş olmasıdır. Örneğin bir davette çift halinde eğlenen ve normal vaziyette şarkılarını söyleyen çiftler zoraki bir vurguyla mutluyken o gece çift olmadan davete gelen Özgü Namal programa göre mutsuzdur. Çünkü sevgilisi yoktur büyük ihtimalle ayrılmışlar ya da kavga etmişlerdir. İzleyici bunları duyduktan sonra zaten önceki bölümde de Ferdi Tayfur’un belirttiği gibi koşullandırılmış bir şekilde izliyor haberi. Bir başka dayatma dediğim verilen sıfatlardan kaynaklanmakta. Örneğin “taş fırın erkeği” Tamer diye başlayan bir anlatımda sert bir erkek imajını zoraki bir şekilde alıyorsunuz. İşin bir diğer yanı ise bu dayatmaları zavallı ünlülerimizin kabul etmeleri ve kendilerini ona göre şekillendirmeleri. Mesela Nihat Doğan kendisine son yıllarda yüklenen arabeskin İbrahim Tatlıses’ten sonraki prensi yakıştırmalarıyla ve Kadırgalı Seda Sayan’la birlikteliğiyle birlikte her konuşması kaba olan, ağır abi olduğunu her fırsatta hissettirme gereği duyan birine dönüşmüştür. Bu programda da “aşların efendisi” sıfatıyla sunulan şarkıcı müsvettesi, izleyici adeta döven tavırlarla konuşabilmektedir. Benzer bir şekilde izlediğim bölümün sunucu Hande Yener kendisine program boyunca yüklenen “ellektrostar” lakabına uygun olabilmek için hareketlerini değiştirmekte ve bir haberde evine davet ettiği kameralarla izleyiciye pes dedirtmektedir. Evini bile bir elektro müzik yapan mekâna çeviren Hande Yener kendisine yakıştırılan lakaba nasıl sarıldığını görmek şaşırtıcıdır. Programın en dehşet verici bölümü ise üstte de değindiğimiz şıklar-rüküşler bölümüdür. En başta zaten kimin ne giydiğine nasıl yorum getirebilirsiniz diye ahlaki bir soru sormak istiyorum. Ama bu yaklaşımdaysanız bari sadece kıyafette kalın. Bu programlarda kıyafet yerine kadınların kiloları boyları, sallanan etleri, çarpık bacakları konuşulmaktadır. Kadını aşağılayan bu bölümün izleyicide etkisi yıkıcı boyuttadır. Zorlama bir 38
güzellik
anlayışıyla
evinde
kilo
fazlası
olabilen
kadınlara
asla
şık
olamayacakları söylenmektedir bir anlamda. Genç kızlara şık olmak için ince uzun bir vücudun neredeyse olmazsa olmaz olduğunu yansıtmaktadır. ATV’nin “Özel Hat” programına geldiğimizde Pazar Keyfi için yazdıklarımızın aynen tekrarı bile diyebiliriz. Burada ek olarak sunucuyu ele alabiliriz. “ŞıkRüküş”
bölümünü
artık
vermeyen
programda
sunucu
Show
TV’nin
magazincilerine göre şık kelimesinin karşılığıdır. İncecik ancak estetik dokunuşlara maruz kaldığı apaçık manken kızımın kasıla kasıla dimdik yürüyerek
rahatsız
görüntüsü
altına şıklık-seksilik-güzellik
katmaktadır
kendince. Yüzünden gerçekten akan ağır makyaj ve şuh bakışlarla sunduğu programda sunucu, ülkemizdeki magazin dünyasının dayatması kız-kadın örneği hatta “ünlü” karakteri olarak karşımızdadır. İki programın bir diğer içler acısı durumu ise az sonralar ve defalarca tekrar eden görüntüler olmasa programların belki de yarım saat kadar sürecek olması. İzleyiciyi kandırmanın bir anlamda başlardan beri tekrar ettiğimiz uyutmanın en etkili örneğidir bu. SONUÇ-YORUM Tüm bu incelemelerin ışığında önceden incelediğimiz kavramlardan yola çıkarsak
örneğin
değer
kavramının
yansımaları
ilginçtir
magazin
programlarımızda. Halkın değer yargıları açısından bakarsak programların görüntü bağlamında bizlere ters olabileceğini söyleyebiliriz. Her fırsatta muhafazakârlıktan bahseden bir toplum olarak ne ilginçtir ki bu programlar 90lı yıllardan beri televizyon kanallarının vazgeçilmezlerindendir. Burada değinmek istediğim nokta halkımızın toplumsallaşma sürecinin sağlıklı bir şekilde ilerlememiş olmasından dolayı kendisine sunulan bu yapay değerleri hatta kendisine ters düşebilecek değerleri takip etmesidir. Üst kültür olarak magazin 39
kültürü halkın değerlerinin de üstüne çıkmayı başarmıştır. Programda boy gösterip muhafazakârlık taslayan RTÜK başkanının uğraşları boşunadır. Stereotip bağlamında ise yaratılan karakterleri gösterebiliriz. Manken stereotipi popçuyla çıkan, o bar senin bu bar benim gezen ve şuh bakışlar atmakla görevli bir karakterdir. Yine taş fırın erkeği sertlikten başka hiç bir şey yapmaz ve erkek adamdır. Önyargı konusunda ise izleyici üzerinde yapılan zorlayıcı etkileri gösterebiliriz. Uzun bir süre bu programları izleyen birisi artık üzgün bir ünlü gördüğünde bunun ancak aşk acısı olabileceğini düşünmektedir. Benim değinmek istediğim bir diğer nokta ise bu programların “genel izleyici” işaretiyle verilmesidir. Kadınların frikiklerinin yakalanmaya çalışıldığı sadece eğlenen ve sözde aşk yaşayan insanların göründüğü, çalışan insanın görülmediği ve haberler esnasında erotik cep videolarının göründüğü programlar nasıl olurda yaş sınırı olmadan verilir. O pek muhafazakâr halkımız ve yönetimlerimiz bunlardan rahatsız olmazlar mı hiç? Yoksa ortada daha farklı bir stratejimi vardır. Sistematik uyutma aracı olarak televizyon burada insanların boş zamanlarını bomboş geçirmelerini sağlamaktadır. Yanlış rol modelleri vererek sistemin çarkı yaşamları rol modeli olarak sunarak sadece orta yaş grubunu değil genç kitleyi de şimdiden uyutmaktadır. Araştırmaya hazırlanırken izlediğim Amerikan magazinlerinin birçoğunun bizdekilerden kaliteli olması hatta bazılarının o yanlış olabilecek rol modellerini alaya alarak aktarması ilginçtir. Magazin kavramının ünlülerin her anlamda hayatı olduğunu öğrenmemiz için ve gerçekten eğlendirici magazin yapmak için bizimkilere özendikleri şeyleri biraz daha iyi izlemeye davet ediyorum. Sonuç olarak benim magazin kavramına yaklaşımım ise bu programlardan önce de aynıydı şimdi de aynı, magazin programları gereksizdir. Her ne kadar tüm dünya magazincileri “insanlar ünlülerin yaşamlarını merak ediyorlar” deseler de ben 40
bunun bir zorlama olduğunu düşünüyorum. İnsanların ünlüleri neler yaptığını merak etmek gibi doğal bir ihtiyacı yoktur. Tüm dünya ve beraberindeki medya, magazin dünyasını ve ünlülerin yaptıklarını günlük yaşamımıza bir üst kültür olarak o kadar yoğun bir biçimde sokmuştur ki bazılarımızda ve özellikle sağlıksız toplumsallaşma geçirmiş ülkemizde bu bir ihtiyaca dönüşmüştür. Dünyadaki sistemin devamı için kalabalık yığınlarının uyutulması ve bir şeylerle oyalanması çok önemlidir. Magazinde bu uygulamanın etkili bir yoludur. “Aptal kutusu” git gide aptallaştıran kutu olurken yapmamız gereken tek şey gidip o düğmeyi kapanıp uyanmaktır.
41
Mustafa Kemal’e Saldırmanın Dayanılmanız Hafifliği* Ahmet Taner Kışlalı Aziz Nesin, yıllar önceki bir konuşmamız sırasında şöyle demişti: “ Geçmişte Atatürk’ü eleştirmiş olmaktan dolayı şimdi utanıyorum. Her geçen gün gözümde küçüleceğine, tersine daha da büyüyor.” Benzer aşamadan geçmiş bir kişi olarak, bu değerlendirmeyi gönülden paylaşmam zor değildi. Zaman bizleri değil, Mustafa Kemal’i haklı çıkarmıştı. Lenin’in, Mao’nun, Enver Hoca’nın, Dimitrof’un heykellerinin yerlerde sürüklendiği, resmilerinin duvarlardan kaldırıldığı, Leningard isminin St. Petersburg’a dönüştürüldüğü günümüzde, bunu görebilmek kuşkusuz daha da kolay. Eğer Türkiye’de bir din devleti kurmak istiyorsunuz, Mustafa Kemal’e saldırmanız elbetteki tutarlıdır. Eğer Türkiye’nin bir bölgesini ayırıp ırkçı bir devlet kurmak peşindeyseniz, Mustafa Kemal’e saldırmanın elbette tutarlı bir yanı vardır. Ama “çağı yakalama” arayışında görünürken aynı şeyi yapmaya kalkarsanız; belki – her garip şeyi yapanlara olduğu gibi- bazı dikkatleri üzerinize çekerseniz, ama inandırıcı olamazsınız. Bir bakıyorsunuz; Kültür Bakanı’nı temsilen açık oturuma katılan bir sayın konuşmacı, Kemalizmin Batı Avrupa’daki totaliter ideolojilerin etkisi altında kaldığını söylüyor. ( Çekinmese, faşistlikle suçlayacak.) Bir bakıyorsunuz; Marksist soldan ciddi bir düşünür, “ Halka sorulsaydı dil devrimini kabul eder miydi?” diye soruyor. ( Sanki referandumla devrim yapılabilirmiş gibi...) Bir bakıyorsunuz; “orjinal” olabilme uğruna, Atatürk’ü demokrasi karşıtı gösterebilmek için, kendi eğilimlerine bilim kılıfı giydirme çabasına girenler var. Mustafa Kemal’i bilimsel olarak değerlendirebilmenin yöntemi açık: Hangi koşullardaydı? Ne yapmak istiyordu? Ne yaptı? Sonuç ne oldu? Hangi koşullarda yola çıktığını biliyoruz. Ne yapmak istediğini ise – en kıt zekâlıların bile yanlış anlayamayacağı kadar- açık söylemiş. “ Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken, demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nde de birini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur. Demokrasi maddi refah meselesi 42
değildir. Böyle bir nazariyat, vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyacını uyutmayı amaçlar. Bir ulusu oluşturan bireylerin her çeşit özgürlüğü güven altında bulunmalıdır.” Neler yapmış? Hiçbir şeyin devletin dışında olamadığı faşizmin yükselme döneminde bile, Türk Dil ve Tarih Kurumlarını, siyasal iktidarların etkisinden uzak, bağımsız bir yapıda oluşturmuş. Totaliter bir kültürden demokratik bir kültüre geçiş için büyük çaba sarf etmiştir. Dışarda varolmayan çoğulculuğu, tek partinin içinde adeta özendirmiş. “ Devletçilik” resmi ideoloji iken, özel sektör ve liberalizm savunucuları partinin ve devletin en üst düzeylerine kadar yükselebilmişler; parti içinde ayrı bir kanat oluşturmuştur. CHP’ye faşist bir model getirmek isteyenleri terslemiş. Bir muhalefet partisi kurulması deneyini, - çok olumsuz koşullarda bile- kendi eliyle başlatmış. Peki, açtığı yol – tüm ihanetlere karşın- nereye varmış? Eksikleri, yanlışları olsa da hiçbir Müslüman ülkede var olmayan bir demokrasiye!... *** Bir cümle hala kulaklarımda: “ Cesaretim olsa, tıpkı İnce Memed’in destanını yazdığım gibi, Mustafa Kemal’in de destanını yazmak isterdim...” Ölümünden yarım yüzyıl sonra – ve tüm ideolojik değerlerin altüst olduğu bir dünyada- eğer bir kişi hala Yaşar Kemal’de ve milyonlarca insanda bu duyguları yaratabiliyorsa, hala güncelse, bunun anlamı açıktır. Bu ülkede Atatürk’ü yıkarak olumlu bir şeyler yapılabileceğini sananların, kendi küçük dünyaları içinde büyük bir yanılgıyı yaşadıklarına inanıyorum. Cumhuriyet, 8 Mart 1992 Ahmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile’de doğdu. Kabataş Lisesi’nden sonra AÜSBF’yi bitirdi. Paris Üniversitesi’nde Anayasa Hukuku ve Siyaset Bilimi dalında doktora yaptı. 1972 yılında doçent oldu. 1977’de CHP listesinden İzmir milletvekili seçildi. 1978’de Bülent Ecevit hükümetinde Kültür Bakanı olarak yer aldı. 12 Eylül sonrasında üniversiteye dönerek 1988’de profesörlüğe yükseldi. Uzun süre sonra AÜ İletişim Fakültesi’nde Siyaset Bilimi dersleri veren Kışlalı, Nokta dergisi ve Cumhuriyet gazetesinde köşe yazıları yazdı. Ahmet Taner Kışlalı, 21.10.1999’da bombalı bir suikast sonucu öldürüldü. * Değerli aydınımız Ahmet Taner Kışlalı’nın bu yazısı yazarın İmge Kitapevi’nden çıkan “Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı kitabından alıntıdır. 43
Attila İlhan: Yaşamı ve Yapıtları Duygu Yılmaz İlk Gençlik Yılları 15 Haziran 1925'te Menemen'de doğdu. İlk ve orta eğitiminin büyük bir bölümünü İzmir ve babasının işi dolayısıyla gittikleri farklı bölgelerde tamamladı. İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıfındayken mektuplaştığı bir kıza yazdığı Nazım Hikmet şiirleriyle yakalanmasıyla 1941 Şubat'ında, 16 yaşındayken tutuklandı ve okuldan uzaklaştırıldı. Üç hafta gözetim altında kaldı. İki ay hapiste yattı. Türkiye'nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilince, eğitim hayatına ara vermek zorunda kaldı. Danıştay kararıyla, 1944 yılında okuma hakkını tekrar kazandı ve İstanbul Işık Lisesi'ne yazıldı. Lise son sınıftayken amcasının kendisinden habersiz katıldığı CHP Şiir Armağanı'nda Cebbaroğlu Mehemmed şiiriyle ikincilik ödülünü pek çok ünlü şairi geride bırakarak aldı. 1946'ta mezun oldu. İstanbul Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu. Üniversite hayatının başarılı geçen yıllarında Yığın ve Gün gibi dergilerde ilk şiirleri yayınlanmaya başladı. 1948'de ilk şiir kitabı Duvar'ı kendi imkanlarıyla yayınladı.
44
Paris Yılları 1949 yılında, üniversite ikinci sınıftayken Nazım Hikmet'i kurtarma hareketine katılmak üzere ilk kez Paris'e gitti. Bu harekette aktif rol oynadı. Fransız toplumu ve orada bulunduğu çevreye ilişkin gözlemleri daha sonraki eserlerinde yer alan bir çok karakter ve olaya temel oluşturmuştur. Türkiye'ye geri dönüşünde sıklıkla başı polisle derde girdi. Sansaryan Han'daki sorgulamalar ölüm, tehlike, gerilim temalarının işlendiği eserlerinde önemli rol oynamıştır. Bir kaç kez gözaltına alındı. İstanbul - Paris - İzmir Üçgeni 1951 yılında Gerçek gazetesinde bir yazısından dolayı kovuşturmaya uğrayınca Paris'e tekrar gitti. Fransa'daki bu dönem Attilâ İlhan'ın Fransızca'yı ve Marksizmi öğrendiği yıllardır. 1950'li yılları İstanbul - İzmir - Paris üçgeni içerisinde geçiren Attilâ İlhan, bu dönemde ismini yavaş yavaş Türkiye çapında duyurmaya başladı. Yurda döndükten sonra, Hukuk Fakültesi'ne devam etti. Ancak son sınıfta gazeteciliğe başlamasıyla beraber öğrenimini yarıda bıraktı. 45
Sinemayla olan ilişkisi, yine bu dönemde, 1953'te Vatan gazetesinde sinema eleştirileri yazmasıyla başlar. Sanatta Çok Yönlülük 1957'de gittiği Erzincan'da askerliğini yaptıktan sonra, tekrar İstanbul'a dönüş yapan Attilâ İlhan sinema çalışmalarına ağırlık verdi. Onbeşe yakın senaryoya Ali Kaptanoğlu adıyla imza attı. Sinemada aradığını bulamayınca, 1960'ta Paris'e geri döndü. Sosyalizmin geldiği aşamaları ve televizyonculuğu incelediği bu dönem, babasının ölmesiyle birlikte yazarın İzmir dönemini başlattı. Sekiz yıl İzmir'de kaldığı dönemde, Demokrat İzmir gazetesinin başyazarlığını ve genel yayın yönetmenliğini yürüttü. Aynı yıllarda, şiir kitabı olarak Yasak Sevişmek ve Aynanın İçindekiler serisinden Bıçağın Ucu yayınlandı. 1968'te evlendi, 15 yıl evli kaldı. İstanbul'a Dönüş 1973'te Bilgi Yayınevi'nin danışmanlığını üstlenerek Ankara'ya taşındı. Sırtlan Payı ve Yaraya Tuz Basmak 'ı Ankara'da yazdı. 81'e kadar Ankara'da kalan yazar Fena Halde Leman adlı romanını tamamladıktan sonra İstanbul'a yerleşti. İstanbul'da gazetecilik serüveni Milliyet ve Gelişim Yayınları ile devam etti. Bir süre Güneş gazetesinde yazan Attilâ İlhan, 1993-1996 yılları arasında Meydan gazetesinde yazmaya devam etti. 1996 yılından itibaren köşe yazılarını Cumhuriyet gazetesi'nde sürdürdü. 1970'lerde Türkiye'de televizyon yayınlarının başlaması ve geniş kitlelere ulaşmasıyla beraber Attilâ İlhan da senaryo yazmaya geri dönüş yaptı. Sekiz Sütuna Manşet, Kartallar Yüksek Uçar ve Yarın Artık Bugündür halk tarafından beğeniyle izlenilen diziler oldu. Yasak Sevişmek öteki kapımdan gel bunu açamazsın eski gözlerinle gel öldürmek vakti gel hem tetik bulun ardında biri olmasın hanidir ben bu evde saklanıyorum adımı değiştirdim başka bir adla yaşıyorum gece gündüz siyah gözlük kullanıyorum 46
öteki kapımdan gel bunu açamazsın sabaha karşı gel bütün gözlerinle gel pancurların gerisinde kararıyorum içime belalar doğuyor sonbahar doğuyor telefonda sesini tanıyamıyorum yüzün parmaklarımdan akıp kayboluyor böyle hep bir şey kopuyor bir şey kırılıyor sabaha karşı gel eski gözlerinle gel öteki kapımdan gel bunu açamazsın hem tetik bulun ardında biri olmasın artık hiç kimse beni yaşamıyor aşklarımı büyük kemanlarla çizdiler korkularım oldum bittim kimsesizdiler yalnız bir mısra mıyım ıslanıyorum bir revolver romanımı tamamlıyor oyun bitti ışıklarımı söndürdüler yokmuşsun gibi gel öldürmek vakti gel öteki kapımdan gel bunu açamazsın üzerime kilitleyip mühürlediler hem tetik bulun ardında biri olmasın Ayrılık Sevdaya Dahil açılmış sarmaşık gülleri kokularıyla baygın en görkemli saatinde yıldız alacasının gizli bir yılan gibi yuvalanmış içimde keder uzak bir telefonda ağlayan yağmurlu genç kadın
rüzgâr uzak karanlıklara sürmüş yıldızları mor kıvılcımlar geçiyor 47
dağınık yalnızlığımdan onu çok arıyorum onu çok arıyorum her yerinde vücudumun ağır yanık sızıları bir yerlere yıldırım düşüyorum ayrılığımızı hissettiğim an demirler eriyor hırsımdan ay ışığına batmış karabiber ağaçları gümüş tozu gecenin ırmağında yüzüyor zambaklar yaseminler unutulmuş tedirgin gülümser çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var çünkü ayrılık da sevdâya dahil çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili hiç bir anı tek başına yaşayamazlar her an ötekisiyle birlikte herşey onunla ilgili telâşlı karanlıkta yumuşak yarasalar gittikçe genişleyen yakılmış ot kokusu yıldızlar inanılmayacak bir irilikte yansımalar tutmuş bütün sâhili çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var 48
öyle vahşi bir tad ki dayanılır gibi değil çünkü ayrılık da sevdâya dahil çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili yalnızlık hızla alçalan bulutlar karanlık bir ağırlık hava ağır toprak ağır yaprak ağır su tozları yağıyor üstümüze özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır eflatuna çalar puslu lacivert bir sis kuşattı ormanı karanlık çöktü denize yalnızlık çakmak taşı gibi sert elmas gibi keskin ne yanına dönsen bir yerin kesilir fenâ kan kaybedersin kapını bir çalan olmadı mı hele elini bir tutan bilekleri bembeyaz kuğu boynu parmakları uzun ve ince sımsıcak bakışları suç ortağı kaçamak gülüşleri gizlice yalnızların en büyük sorunu tek başına özgürlük ne işe yarayacak bir türlü çözemedikleri bu 49
ölü bir gezegenin soğuk tenhalığına benzemesin diye özgürlük mutlaka paylaşılacak suç ortağı bir sevgiliyle sanmıştık ki ikimiz yeryüzünde ancak birbirimiz için varız ikimiz sanmıştık ki tek kişilik bir yalnızlığa bile rahatça sığarız hiç yanılmamışız her an düşüp düşüp kristal bir bardak gibi tuz parça kırılsak da hâlâ içimizde o yanardağ ağzı hâlâ kıpkızıl gülümseyen -sanki ateşten bir tebessümzehir zemberek aşkımız MUSTAFA KEMAL dağ başını efkâr almış gümüş dere durmaz ağlar gözyaşından kana kesmiş gözlerim ben ağlarım çayır ağlar çimen ağlar ağlar ağlar cihan ağlar mızıkalar iniler ırlam ırlam dövülür altmış üç ilimiz altmış üç yetim yıllar gelir geçer kuşlar gelir geçer 50
her geçen seni bizden parça parça götürür mustafa'm mustafa kemal'im diz dövdüm gözlerim şavkı aktı sakarya'nın suyuna sakarya'nın suları nâmın söyleşir hemşehrim sakarya öksüz sakarya ankara'dan uçan kuşlar kemal'im der günler günü çağrışır kahrolur bulutlara karışır gök bulut yaşmak bulut uca dağlar dev boyunlu morca dağlar divan durmuş bekleşir mustafa'm mustafa kemal'im nasıl böyle varıp geldin hoşgeldin çıngı kaymış yalazlanmış gözlerin şol yüzünde güneş südü sıcaklık ellerinden öperim mustafa kemal senin dalın yaprağın biz senin fidanların biz bunları yapmadık sen elbette bilirsin bilirsin mustafa kemal elsiz ayaksız bir yeşil yılan yaptıklarını yıkıyorlar mustafa kemal hani bir vakitler kubilay'ı kestiler çün buyurdun kesenleri astılar sen uyudun asılanlar dirildi mustafa'm mustafa kemal'im karalar kuşanmış karadeniz akmam diyor dokunmayın ağlamaktan bıkmam diyor bu gece kıyamet gecesi bu vapur bandırma vapuru yattığı yer nur olsun mustafa kemal ben ölümden korkmam diyor korkmam diyen dilleri toz oldu toprak oldu değirmen döndü dolandı yıllar oldu bir kusur işledik bağışlar mı kimbilir o bize öğretmedi kazan kaldırmasını günahı vebali öğretenin boynuna 51
erdirip oldurana ana avrat sövmesini yüreğim kırıldı kanım kurudu var git karadeniz var git başımdan mızıka çalındı düğün mü sandın bir yol koyup gideni gelir mi sandın mustafa'm mustafa kemal'im ankara'nın taşına bak tut ki baktım uzar gider efkârım çayır ağlar çimen ağlar ben ağlarım gözlerimin yaşına bak ankara kalesi'nde rasattepe'de bir akça şahan gezer dolanır yaşın yaşın mezarını aranır şu dünyanın işine bak mustafa'm mustafa kemal'im NE KADINLAR SEVDİM ZATEN YOKTULAR Ne kadinlar sevdim zaten yoktular Yagmur giyerlerdi sonbaharla bir. Azicik oksasam sanki çocuktular, Biraksam korkudan gözleri sislenir. Ne kadinlar sevdim zaten yoktular Böyle bir sevmek görülmemistir. Hayir, sanmayin ki beni unuttular. Hala arasira mektuplari gelir. Gerçek degildiler, birer umuttular Eski bir sarki, belki bir siir Ne kadinlar sevdim zaten yoktular. Yalnizliklarimda elimden tuttular Uzak fisiltilari içimi ürpertir. Sanki gökyüzünde birer buluttular, Nereye kayboldular simdi kim bilir. Ne kadinlar sevdim zaten yoktular Böyle bir sevmek görülmemistir.
Kaynak: www.tilahan.net 52
53
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
54