Azizm Sanat E-Dergi Eylül 2009

Page 1

Azizm Sanat EDergi Eylül 2009 Sayı 23 Yılmaz Güney ve Duvar 12 Eylül Filmleri Söyleşi: Talip Apaydın

1


Editörden Anadolu’muzda güz daha sancılı, eylül daha hüzünlüdür… Faşizmin ayak sesleri önce 6–7 Eylül olaylarında duyuldu. Laik olması gereken ülkede gayri Müslim temizliği yapmaya kalktılar. Daha sonra 12 Eylül’de faşizm sadece ayak sesleriyle değil tank sesleriyle de ülkemizin üstüne çöktü. Laik olması ve halkçı olması gereken cumhuriyet bu kez Türk-İslamcı şekle sokuldu. Tüm dünyaya yeni cumhuriyetimizin kurtuluşunu ve özgürlüğünü haykırdığımız 9 Eylül’den 60 yıl sonra sinemamızın büyük ismi Yılmaz Güney’in kaybıyla üzüldük yine faşizmin sesleri arasında. Günümüzde eylülleri hüzünlü kılan bir diğer durum ise iktidarın açılıp saçılmaları arasında halkı, cumhuriyeti tümüyle göz ardı etmesi. Zaten 60 yıldır bu ülkeyi yöneten, ismi ve amblemi değişip duran ancak kendisi aynı kalan “tek parti”den bunu beklemek hata olurdu. Azizm olarak güz sancısını bir nebze de olsa azaltmayı umarak hazırladığımız eylül ayı çalışmalarımızda örgütümüzün destekçilerinden, Orhan Kemal Edebiyat Ödüllü, Köy Enstitüsü mezunu edebiyatçımız Talip Apaydın’la yaptığımız son derece keyifli ve daha da önemlisi aydınlatıcı söyleşiyi yayınlıyoruz. Bir diğer yazarımız, şair, eğitimci Engin Taş etkileyici dizeleriyle bizlerle. Ressam, yazar destekçimiz Ümran Bulut yine plastik sanatları inceliyor sayfalarımızda. Sinema yazılarımızda ise Yılmaz Güney’i yönettiği son film, Duvar’ı ve önceki yapıtlarını incelediğimiz çalışmayı bulabilirsiniz. Türk sinemasında çekilmiş film sayısı olarak ele aldığımızda adeta bir alt tür haline gelen 12 Eylül filmleriyle ilgili makaleye özellikle dikkat çekiyoruz. Ayrıca şiir ve öykülerle birlikte çevre, siyasal hayatımızda ordu gibi konularda denemeler de sayfalarımızda. Daha az hüzünlü bir eylül ve daha az sancılı bir sonbahar dileğiyle, Sanatla kalın dostlar…

2


www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

Ön Kapak: Duvar (1982) – Pink Floyd Arka Kapak: Sis (1988) – Zülfü Livaneli

3


İçindekiler Yılmaz Güney ve Duvar – Onur Keşaplı

s.5

Türk Sinemasında Bir Alt Türk Olarak 12 Eylül Filmleri ve Sis – Onur Keşaplı

s.13

Bizim Ezgimiz (şiir) – Engin Taş

s.33

Yirmilik Diş – Selin Süar

s.43

Resim Heykel Müzesi ve Serginin Sergisi’nden Esinler – Ümran Bulut

s.53

Talip Apaydın ile Söyleşi – Onur Keşaplı

s.55

Kumsal – Tuğçe Duysak

s.70

Çelişik Bir Sevdanın Anatomisi – Abdullah Rıdvan Can

s.72

Ekolojik Yıkım – Melih Öncel

s.81

Türk Siyasal Hayatında Ordu – Onur Keşaplı

s.84

Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! – Mustafa Balbay

s.87

4


Yılmaz Güney ve Duvar Onur Keşaplı

Türkiye’de siyasi sinema dendiğin kuşkusuz herkesin aklına oyunculuktan yönetmenliğe geçen ve defalarca baskıya, sansüre ve gözaltına maruz kalmış, hapislere atılmış ve kaçmak zorunda kaldığı yurt dışında hayatını kaybetmiş Yılmaz Güney gelir. Politik tavrını açık bir şekilde ortaya koyan yönetmen özellikle “Umut” ve “Yol” filmleriyle sarsmıştır izleyiciyi. “Umut”ta Amerikan yardımlarına, çarpık kentleşmeye, iç göçe, işsizliğe, bağnazlığa, feodaliteye, yeni yeni oluşan Amerikan uydusu burjuvaya ve elbette halkı sarıp sarmalayan umutsuzluğa karşı duruşu, yakarışı hissederiz Yılmaz Güney’in kamera önünde ve arkasındaki performanslarıyla. İtalyan Yeni Gerçekçiliğini andıran belgesel gerçekçiliğiyle gecekondu mahallerine, doğaçlama görüntülerle yaklaşan yönetmen siyasi sinemanın olmazsa olmazı muhalif tavrıyla beraber belgeciliğini de ortaya koyar. Yıllar boyu ülkemizde yasaklı olan ve Cannes Film Festivalinde büyük ödüle uzanan “Yol” ise yarı açık cezaevinin mahkûmlarının bir haftalık izinlerinde yaşadıklarını konu edinir. Sadece cezaevlerinin değil tüm ülkenin yarı açık bir cezaevi haline getirilişinin resmidir 5


bu yapıt. Güney’i özel kılan bir diğer olgu ise apaçık ortadaki siyasi tavrına rağmen slogancı sinemaya asla kaymamış olmasıdır. “Yol’da kahramanların en ilericisi, en bilinçlisi olanı ta baştan ona bir tren kompartımanında hısımlarından bir çocuk tarafından tattırılacak ölüme mahkûm edilmiştir, öteki kahraman, feodal namus kuralları gereğince öldürmek zorunda olduğu karısını, öldürmesi gereken yerde öldürmek üzere dev bir buz çölünü aşacaktır. Olay çizgilerinin toplamı, anlaşılabilir, hakkında bilinçleneceğiniz politik ve sosyal bütünlükten çok, asla anlaşılamaz olanı, katlanılamaz bir gerçekliği, üstelik bu gerçekliği yaşamın en ‘özel’ meselelerinden türeterek ifade etmektedir. ‘Umut’ta, ‘Sürü’de olduğu Yol’da da filmi klasik anlamda ‘politik’ kılan tek bir sloganla, tek bir ‘politik mesajla’ karşılaşmıyoruz.”1

1

www.fotografya.net.tr. Baker, Ulus. ŞOK ve BEYİN: Yılmaz Güney Sineması Üzerine, 16. sayı

6


Yılmaz Güney yurtdışına kaçtıktan sonra 1983 yılında çektiği Duvar, aynı zamanda yönetmenin son filmi oldu. Fransa Kültür Bakanlığınca desteklenen filmin tümü uzun çalışmalar sonucu hapishaneye dönüştürülen Moncel Manastırı’nda çekildi. Güney bu filmde Ankara’nın karanlık, gözetleme kuleleri, tel örgü ve kırık cam parçalarıyla desteklenmiş duvarlarla çevrili bir cezaevine götürüyor izleyiciyi. Oldukça sert gardiyanların devriye gezdiği, radyodan ise para ve zenginliğin hüküm sürdüğü adeta başka bir evrene ait reklâmların duyulduğu bir cezaevi. Erkekler, kadınlar ve çocuklardan oluşan üç farklı mahkûm topluluğunun dışında bir de devrimci mahkûmların kaldığı koğuş var 7


ve filmde çok görmesek de en büyük şiddeti çekenlerin başında onlar gelmekte. Yılmaz Güney Yol filminde yarı açık cezaevi mahkûmları üzerinden aslında tüm Türkiye’nin bir açık cezaevi haline geldiğini söylerken Duvar’da toplumun her kesimini cezaevinde göstererek adeta tüm toplumun duvarlar ardında cezaevinde yaşadığını göstermek ister gibidir. Filmin geçtiği yıl ise yine Yol’da olduğu gibi 12 Eylül darbesinin hemen ertesi yani 1981 yılıdır. Atatürk’ün 100. doğum yılı filmde sıklıkla duyduğumuz bir haberdir. Sanki Mustafa Kemal Türkiye’sinin ne hale geldiğini şiddetle yüzüme çarpmak ister gibidir. Filmin merkezinde yer alan çocuk mahkûmların da diğer mahkûmlar gibi askeri disiplinle sürekli çalıştırılıp koşturulmaları sırasında 12 Eylül’ün sanki dalga geçercesine duvara yazdırdığı Atatürk’ün gençler için söylediği “yükselen yeni nesiller bu vatanı yükseltecek olan sizlersiniz” gözler önündeki ikilemi altını çizerek ortaya koymaktadır. Film 12 Eylül filmi değildir ancak çoğu 12 Eylül filmine nazaran darbeyi ve değişimi aktarma konusunda daha başarılı olduğu söylenebilir. Örneğin en büyük şiddete maruz kalanların devrimciler olması, dışarıya firar etmeyi başaran ve sonra tekrar yakalanan bir çocuğun “dışarıda her şey çok hızlı, her şey koşuyor herkes geçip gidiyor ama kimse bir şey görmüyor” sözü toplumsal dönüşümü aktarma konusunda ustaca seçilen bir sekans. Filmde geleceği temsil eden gençlerin kötü koşullarda olması umutsuzluğu daha da perçinlemektedir. Tek umut ışığı olarak görülebilecek ve okula o şartlarda bile giden kadın mahkûmun küçük kızı ise annesi ve evlendiği diğer mahkûmun gözleri önünde idam edilmesiyle sanki sönmektedir. Oldukça rahatsız edici bir şekilde Güney’in gözler önüne serdiği doğum sahnesi ise hapiste gözlerini açan bir bebekten öte 80 sonrası kuşağın doğduğunda gözlerini açtığı Türkiye’nin öngörüsü gibidir. Duvar birçok eleştirmene göre Yılmaz Güney’in en zayıf filmi olarak gösterilmektedir. Kimisi filmi aşırı gereğinden fazla şiddetli, kimisi politik 8


yönün fazla slogan şeklinde aktarıldığını, kimisi ise yönetmenlik hayatı boyunca zor şartlarda ve Türkiye’de film çekmeye alışmış Güney’in bir anda fazla imkân ve daha da önemlisi Fransız oyuncularla aktarmak istediği duyguları ve parmak basmaya çalıştığı sorunları yeterince hissettiremediği şeklinde eleştirilerde bulunmuştur. Bu ve benzeri eleştirileri Yılmaz Güney’in kendi sözleriyle Duvar’ı anlatmasıyla birlikte değerlendirmek gerekir: “ ‘Arkadaş’ filminden beri tamamen benim yaptığım ilk film bu. Kelimenin dar anlamıyla politik bir film yapmak istemiyordum; propaganda yapmak, sloganlar haykırmak istemiyordum. İstediğim; konunun, günümüz Türkiye’si olması ve orda kalmasıydı. 1980 darbesinden beri 40 kadar ölüm cezası infaz edildi, binlerce kişi hala hapiste. O halde hapishaneyi anlatmak bir yerde Türkiye’yi anlatmak demekti, filme Türkiye’yi koymak demekti. Bugünün Türkiye’sinin hapishane gerçeğini iyi bilen biri olarak, kendime başka bir soru yönelttim: Olayları olduğu gibi mi yoksa dolaylı bir yoldan mı anlatmalıydım? İkinci çözümü benimsedim. Filmin can alıcı noktasına, başta çocuklar olmak üzere yetişkinleri de koydum; hapishane gerçeğine onların gözünden bakabilmek için birinci yol yani olayları bütün çıplaklığıyla anlatmak yolu gerçeğe ne kadar yakın olursa o kadar inanılmaz görülecekti. Zira bu gün Türk hapishanelerinde inanılması güç olaylar cereyan ediyor. Diğer bir daha vardı: Türkiye’den uzak kaldığım sürede, hayatımın politik tarafı, politik kişiliğim oldukça önem kazandı ve bunun filmimi gölgelemesini istemiyordum; çünkü hangi gerekçeyle olursa olsun bu filmin salt bir propaganda aracı olarak değerlendirilmesini istemiyordum. Sanatsal bir anlatım bulmam, anlatım dilini bahsetmek istediğim gerçekliği taşıması ve anlatması, en azından hissettirmesi gerekiyordu. Duvarda iki

metodun

karışımını

kullandım.

Gerçekte senaryo yazmayı hapishanede öğrendim ben. Önceki filmlerimi 9


hikâyenin zaman sırasına göre çekerdim ve senaryo olarak elimde sadece bir kaç sayfa yazı olurdu. Daha sonra, yani sırasında gerek senaryonun, gerekse mizansenin ayrıntılarını ayaküstü hazırlardım. Fakat hapishanedeyken, beton gibi sağlam senaryolara ihtiyacım vardı; bitmiş, her şeyin inceden inceye planlandığı senaryolara. Duvar için - ki, dokuz yıldan bu yana baştan sona yönettiğim ilk filmim - , bir yerde, yukarda sözünü ettiğim iki metodun karışımını kullandım. Çok ayrıntılı, iyi planlanmış bir senaryom vardı, fakat yine de bu senaryonun esiri olmamaya çalıştım. Değiştirdim, sahneler çıkardım, yeni sahneler ekledim… Özetle Duvar, miksaj aşamasına kadar bir anlamda kendi hayatını yaşadı. Bir hapishanedeydik ve şef gardiyan bendim.”2

Tuncel Kurtiz ve Yılmaz Güney Duvar’ın Çekimlerinde Duvar ve Yılmaz Güney’in önceki filmlerinde de başrollerde olan ve yönetmenin en büyük destekçilerinden Tuncel Kurtiz, filmle ilgili eleştirileri “Biz Üçüncü Dünya Sineması yapıyoruz. Bu ne Hollywood gibi bir popüler 2

www.beyazperde.com “Duvar”

10


eğlence sineması, ne Avrupa Sineması gibi burjuvalara özgü anlaşılmaz ve soyut bir sinema, ne de SSCB’deki gibi belli bir bürokratik zümrenin çıkarlarına hizmet eden bir sinema.” sözleriyle yanıtlamaktadır. Bu sözler Üçüncü Dünya Sinemasını ve Yılmaz Güney’in buradaki yerini ele almayı gerektiriyor. Fikir babalığını Arjantinli Fernando Solanas ve İspanyol Faustino Gettino’nun yaptığı 60lı yıllarda ortaya atılan ve 70li yıllarda şekillenen Üçüncü Sinema, birinci sinema olarak adlandırdığı kar amaçlayan sermayenin ihtiyaçlarına ve beklentilerine yanıt veren Hollywood ve ikinci sinema olarak adlandırılan Avrupa’nın küçük burjuvasının dünyasını nihilistlik yaklaşımlarla aktaran film dünyasına bir tepki olarak doğmuştur. Üçüncü Sinema belli estetik kalıplar önermekten öte sorgulayıcı, araştırıcı, toplumsal anlatımı temsil etmektedir. Yer yer ulusal yer yer devrimci bazen her ikisi bir arada anlatımı önemser. İlerleyen süreçte Üçüncü Sinema’da Rocha’nın “Açlığın Estetiği” ve Espinoza’nın “Kusurlu Sinema” şeklinde kod olarak tanımlayabileceğimiz iki biçim çıkar. Brezilyalı yönetmen Glauber Rocha Açlığın Estetiğini şu sözlerle açıklar: “Aç insanları anlatıyorum... Aç bırakılmanın şiddetiyle tanışan, şiddetten başka seçeneği olmayan bir dünyayı anlatıyorum. Açlığın estetiği budur, çünkü şiddet dışında onu anlatmanın bir estetiği yoktur.” Öte yandan Kübalı yönetmen Julio Garcia Espinoza “kusurlu sinema”yı düşük bütçe sonucunda ortaya çıkan teknik sınırlılıklar sineması olarak tanımlayarak, kusurlu, estetik dışı film yapmayı adeta olumluya çevirir.3 Yılmaz Güney’in Duvar dâhil birçok filmine baktığımızda açlığın, şiddetin, yoksulluğun,

umutsuzluğun

fazlasıyla

gerçekçi

yöntemle

aktarıldığını

görüyoruz. Yine aynı şekilde-belki bu noktada Duvar hariç- hapishane, sansür ya da bütçe sorunları yüzünden teknik açıdan sorunlu yapıtlar ortaya konduğunu 3

www.beyazperde.com “Duvar ve Üçüncü Sinema”

11


söyleyebiliriz Güney Sinemasında. Belki de tam da bu yüzden bir Güney Sinemasından ve sadece siyasi sinemanın değil Üçüncü Sinemanın da ülkemizdeki temsilcisinin Yılmaz Güney olduğundan söz edebiliyoruz.

12


Türk Sinemasında Bir Alt Tür Olarak 12 Eylül Filmleri ve Sis Onur Keşaplı GİRİŞ Konu tarihi ya da siyasi konulu filmler olduğu zaman sinemamızda hep bir sıkıntı olagelmiştir. Hamasi nutuklar içeren şovenist filmler ve siyasi olayım derken didaktik yöntemden kaçınamayan sözde siyasi tarihi aydınlatmayı amaçlayan filmler bu tip alanlarda sinemamız olarak ne kadar yetersiz kaldığımız göstergesidir. Cumhuriyet tarihimizin en büyük kırılma noktası olan 12 Eylül 1980 askeri darbesinin beyazperdedeki akıbeti de benzer olmuştur. Her ne kadar 12 Eylül’ü anlatma iddiasında sıkıntı yaşamış olsalar da 29 yıllık süre zarfında sayısı 30’a yaklaşan ve son beş yılda tekrar darbeyi konu edinen filmler, sinema tarihimizde ve var mı yok mu tartışmalarının ötesinde sinemamızda siyasi film alt türünün baş örneği olarak özel olarak üzerine düşülmeyi gerektirmektedir. TARİHSEL SÜREÇTE 12 EYLÜL Mehmet Ali Birand’ın deyimiyle “siyasetten ekonomiye, sanattan günlük yaşantıyı asla eskisi gibi olmayacak şekilde değiştiren” 12 Eylül darbesine değinmeden önce Cumhuriyet tarihinde askeri müdahaleler döneminin başlangıcı olan 27 Mayıs 1960 ve öncesine, sonrasında aradaki 20 yılda yaşanan gelişmelere kısada olsa değinmek gerekmektedir. Tek partili dönem sonrasında 1950’de yaşanan iktidar değişikliğiyle “demokrasiye” giriş yapan ülkemizde 1960 kadar iktidarda olacak olan Demokrat Parti, ilk beş yılın ardından ülkedeki siyasi kutuplaşmanın tohumlarını eken tutumlarda bulunmuştur. Öncesinde Köy Enstitüleri, Halk Evleri ve Halk Kütüphanelerini kapatan, muhalefet partilerine, 13


gazetelere, üniversitelere ve ülkedeki gayrimüslim yurttaşlara aşırı boyutlara uzanan baskı politikaları izleyen DP, yine o süreçte Vatan Cephesi adıyla başlattığı oluşumda toplum içinde vatanın yanında ve vatan karşısında olmak üzere ilk kutuplaşmanın temellerini atmıştır. Öğrenci ve akademisyenleri dövdürüp öldürtmenin yanında son olarak kurduğu Tahkikat Komisyonuyla yasama yargı yürütmeyi kendi elinde tutmaya başlayan DP, başta Cumhuriyet Halk Partisi olmak üzere tüm muhalefet partilerini tek tek kapatma sürecini başlatmıştı. Böyle bir siyasal çatışma ortamında ordunun geleneksel emir komuta zincirini kıran subaylar, teğmenler ve yüzbaşılar Cumhuriyet ve demokrasi tarihimizin ilk askeri müdahalesini de yapmış oldular. Bazı kesimler tarafından devrim kimi çevrelerce ise darbe olarak tanımlanan 27 Mayıs, ülkenin tüm etnik, siyasi, kültürel ve ekonomik kesimlerini bir araya getirdiği kurucu meclisle birlikte ülkemizin gördüğü en çağdaş ve özgürlükçü anayasası olan 61 Anayasasını yürürlüğe koydular. Üniversite özerkliği, işçilere sendikalaşma, toplu sözleşme, grev, miting gibi haklar tanıyan bu anayasa aynı zamanda ülkemizde kültürel ve siyasal anlamda solun da önünün açılmasını sağlamıştır. Soğuk Savaşın başlangıcından beri tümüyle amerikan güdümüne sokulan dış politika da ise Sovyetlerle de görüşmeler başlatılarak denge politikası izlenmeye çabalanmıştır. Ekonomide zayıflatılan devletçi ekonomi tekrar önem kazanmış yasama, yargı, yürütme birbirinden ayrılmıştır. Elbette DP’li yöneticilere yapılanlar ve başbakanla birlikte 3 kişinin asılması, devamında üniversitelerde yaşanan 147ler olayı 27 Mayıs’ın “devrim” olarak adlandırılan kararlarına gölge düşürmüştür.

60lı yıllar devletin bu yeni rötuşlanmış şekliyle ilerlerken

siyaset sahnesine CHP’nin dışında DP’nin devamı olan Adalet Partisi, faşizan milliyetçiliği saflarında toplayan Milliyetçi Hareket Partisi, DP’yle birlikte yeniden siyaset sahnesinde boy gösteren İslamcı akımların partisi olan Milli 14


Nizam Partisi ve CHP solunun da solunda yer alan Türkiye İşçi Partisi. Kültür ve sanatta yaşanan özgürlükçü ortam artık özerk olan üniversitelere de yansımış gençlik örgütlenme özgürlüğüyle ülke yönetiminde de söz hakkına sahip olmuştur. Amerikan güdümünden merkeze hatta yer yer sola kayan Türkiye, kaybedilmemesi gereken bir müttefik ve Sovyet karşıtı hattın ileri karakolu olduğundan NATO duruma yavaş yavaş el koymaya başlamıştır. Amerikan emperyalizminin Vietnam başta olmak üzere tüm dünyada adeta savaş halinde olması gençlik hareketlerinin 68 rüzgârıyla birlikte Amerikan karşıtlığına dönüşmesine sebep olmuştur. Yurtsever, Mustafa Kemalci, sol hareketlere karşı gizli faşizan kamplar kurulmuş ve ülke 60ların sonlarına doğru tekrar şiddetli kamplaşmanın ve çatışmaların merkezine oturmuştur. Ardı ardına gelen saldırılar ve suikastlar elbette orduyu da etkilemekteydi. İki kanada ayrılmış orduda çeşitli müdahale sesleri vardı. Ve 27 Mayıs benzeri bir siyasi tavırla müdahaleyi planlayan 9 Martçıları tasfiye eden generaller 12 Mart 1971 günü solu adeta silen, solcu gençleri idam eden ya da katliamlar sonucunda öldüren, TİP’i kapatan ve 1961 anayasasını büyük ölçüde değiştiren darbeyi gerçekleştirmişlerdir. Faşizan 12 Marta karşın sol siyaset CHP çatısında yeni genel başkan ve değişim söylemleriyle hızla ivme kazanır ve 73 seçimlerinde birinci parti olarak koalisyon hükümetine liderlik yapar. Bir süredir devam eden ancak şiddetli şekilde o sene patlak veren Kıbrıs olayları karşısında CHP’nin tavrı ülkenin tüm kesimlerinde coşku yaratırken ABD başta olmak üzere batılı ülkelerde soğuk duş etkisi yaratır. CHP’yle birlikte yükselen sol rüzgâr üniversitelerde, sendikalarda ve sokaklarda hemen karşılığını bulur. Bu durum karşısında ülke belki de tarihinin en büyük cepheleşmesiyle karşı karşıya kalır. Çeşitli ambargolarla ve ısrarla haşhaş üretimi konusunda baskılarla beraber dış desteğin kesildiği CHP’ye karşı AP, MHP ve şeriatçı Milli Selamet Partisi 15


DP’nin Vatan Cephesi’ni andıran bir oluşumla “Milliyetçi Cephe” tanımı altında birlikte hareket ederler ve kısa sürede iktidarı ele geçirirler. Bu süreçte sokaklardaki sol gruplara karşı da ülkücü örgütlenme devlet eliyle güçlendirilir. Özel Harp Dairesi adı altında daha sonra CHP’nin söz konusu edeceği kontrgerilla tipi bir yapılanma ülkedeki kamplaşma ortamını ve çatışmayı adeta körüklemektedir. Bir türlü bitmek bilmeyen ekonomik bunalımın üstüne bir de öğrenci ölümleri, kahve taramalar, kurtarılmış bölgeler ve ülkenin saygın isimlerine yapılan suikastlar toplumu iyiden iyiye germektedir. Solun seçimlerde birinci

çıkması

adeta katliamları

hızlandırmakta, ülkenin

ekonomisini

mahvetmektedir. Sanki askerin müdahale etmesi için her koşulun uygun hale gelmesi beklenmektedir. Kanlı 1 Mayıs, Malatya, Maraş, Çorum katliamları sağ ve sol kutuplaşma ve çatışma dışında bir de Sünni-Alevi çatışmasını körüklemektedir. Bir türlü durdurulamayan çatışma ortamı ve bitmek bilmeyen ekonomik bunalım batının tüm desteği IMF’yle anlaşma yapılmasına bağlamış olması ülkedeki sivil iradeyi çıkmaza soktu. Tüm bunlardan bıkan halk ve hatta son AP hükümetindeki bazı bakanlar dahi şans eseri genelkurmay başkanı olan Kenan Evren liderliğindeki ordunun müdahalesini bekler hale gelmişlerdi. 1980 yılının 24 Ocak’ında liberalizm kararları alan AP hükümeti IMF’yle anlaşmayı kabul etti ve ekonomik olarak ülkeyi tam anlamıyla boyunduruk altına alınmasına sebebiyet verdi. Bu kararlar batı için sadece ekonomi demekti ancak terör bitmemişti. Böyle bir ortamda 12 Eylül 1980 günü ordu idareyi ele geçirdi. Meclis feshedildi, tüm siyasiler tutuklandı, tüm örgütler dağıtıldı, sendikalar kapatıldı, on binlerce insan tutuklandı, binlercesi işkenceden geçti, onlarcası asıldı. Gazeteler, kitaplar, filmler yakıldı ya da sansüre uğradı. Pentagon’un “Bizim çocuklar yaptı” şeklinde açıkladığı bu faşist darbe sağ kanattan da tutuklama ve idamlar uygulamasına rağmen merkezinden en 16


radikaline tüm solu ezdi geçti. Aşırı sol örgütlenmelerin hepsinin kapatılmasının ötesinde Atatürk’ün kurduğu ve merkez sol dışındaki sol gruplarında çekim merkezi olan, cumhuriyeti kuran parti CHP dahi kapatıldı. Atatürkçülük adına yapıldığı söylenen darbe Atatürk’ün vasiyeti olan ve özerk bir yapıyla çalışmalarını sürdürmelerini istediği Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurum’larını kapattı. Atatürk’ün eğitimden uzak tuttuğu din ve din eğitimi zorunlu ders haline getirildi. Siyasetle uğraşmanın ötesinde ilgilenmek bile yasak haline getirildi. Birleştirici unsur olarak İslam’ın ve beraberinde tarikatların önü açıldı. Türk-İslam sentezi adı altında tüm eğitim değiştirildi. “Hayır” demeyi teşvik etmenin yasaklandığı 82 Anayasası, “bize bol geldi” denilen 61 Anayasasının tümüyle değiştirilmesi ve özgürlüklerin kısıtlanması demekti. İşçi-emekçi temelli yasaların yerini işveren yanlısı yasalar aldı. 27 Mayıs’ın özerkleştirdiği üniversitelerden bu hak alında ve baskı daha da arttı. Yüksek Öğrenim Kurumu adı altında oluşturulan yapılanma üniversiteyi tümüyle cumhurbaşkanına bağlayarak bağımsız bilim merkezi statülerine son veriyordu. Ekonomi ise devletçilik anlayışı tümüyle tasfiye edilerek batı dünyasında esen neoliberalizm rüzgârına bırakılıyordu. Ancak böyle bir reform için hiçbir hazırlık olmaması ülkede bir anda serbest piyasanın ve eşitsiz rekabetin sonucunda daha fazla yoksulluk üretiyordu. Bankerliğin ve serbest faizin etkisiyle halkın “orta direk” olarak adlandırdığı kesimler büyük miktarda paralar kaybettiler. İnsan hakları ve demokrasi ise işkence ve postal izleriyle sürünüyordu. Pek demokrat ABD’li müttefiklerimizin 12 Eylül’den son derece memnun istihbarat örgütü CIA’in bölge şefinin “Bizi, idare şekli, hükümet, insan hakları, demokrasi değil müttefiki işbirliği ilgilendiriyor. Baştaki adamın iyi ya da kötü olması bizi ilgilendirmez. Bizim adamımız olması önemli”4 sözleri belki 4

12 EYLÜL BELGESELİ, Mehmet Ali BİRAND.

17


de her şeyi özetlemekte. Bıraktığı miras olarak müzikte Arabesk, gitgide artan yoksulluk ve sınıflar arası uçurum, her konuda dinsel düşüncenin güçlenmesi, buna karşın kısa yoldan köşeyi dönme, rüşvet gibi “ahlaksızlıkların” artması, toplumun politikadan soğutulması, devlet-halk arası köprülerin tümüyle yok olması, günümüz Türkiye’sinin tohumlarının ekilmesini ve daha birçok şeyi sıralayabiliriz. Ama Birand’ın dediği gibi artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. SİNEMA ve 12 EYLÜL Yaşamdaki her şeyi değiştiren bu darbe elbette sinemada da etkisini gösterecekti. Yılda 100den fazla filmin çekildiği Yeşilçam’da bir anda yapım sayısı çok düşük rakamlarda seyretmeye başladı. Daha da kötüsü baskıcı ve sansürcü askeri idare tam aralarında ne ilginçtir Kurtuluş Savaşı’nı anlatan bir belgesel dâhil tam 937 filmi yasakladı.

5

Devletin her kademesiyle Amerikan

saflarında yer alan Türkiye’de sinemayla ilgili o yıllardaki bir diğer gelişme Anavatan Partisi iktidarınca Amerikan filmlerine uygulanan kotayla birlikte Türk Sinemasının neredeyse sonunun getirilmiş olması. Kendi ülkelerinde gösterim şansı bulamayan Türk Sineması, zaten sektörleşememiş bu alanda, bir de zaten güdük olan sendikası Disk’e bağlı Sine-Sen’in işlevsizleştirilmesiyle bitme noktasına taşındı. Darbenin sinemaya fiziksel anlamda etkisinin dışında bir de konu olarak, aktarılmak istenen mesaj olarak Türk filmlerine konu olmaya başladığı yıllar ise, baskının görece azaldığı 80lerin ikinci yarısına denk gelmektedir. İlk olarak 1985te başlayan yapımlar günümüzde 30 civarındadır. Tabi burada 12 Eylül filmleri derken bu filmlerin 12 Eylül’ü anlatmada ya da aktarmada ne kadar 5

12 EYLÜL BELGESELİ, Mehmet Ali BİRAND.

18


yetersiz kaldıklarını da belirtmek gerekiyor. Genelinde birey üzerinden ele alınan öykülerde toplumsal bir tutum olmadığını görmek neoliberal rüzgârların bireyciliğinin bir etkisi olsa gerek. Bu filmlerde genel olarak görülen durum filmlerde ideolojik bir altyapıdan çok kaçak dövüş şeklinde sorunlara değindikleridir. Yönetmen Erden Kıral’ın bu filmler için söylediği “ideolojik temelden yoksun, daha çok 12 Eylül’ün insan üstünde yaptığı tahribatlar anlatıldı.”6 sözleri durumu ortaya koyuyor. Bazı filmlerde ise 12 Eylül hikâyenin merkezinde olmanın ötesinde arka fon olarak yer alabilmektedir. Bu filmlerin diğer eksikleri 1980e kadar gelen ve darbe ortamını hazırlayan o karanlık yıllara neredeyse hiç değinmemeleri ve 12 Eylül’ün işkencelerine, özellikle Diyarbakır Cezaevinde yaşanan vahşetten hiç söz etmemeleridir. Bu noktada yazar Murat Belge bu eksiklikler üzerine “İşkencenin 12 Eylül’de kıyaslanamayacak kadar yoğunlaştığını biliyoruz. Bu yoğunlaşmanın nedenleri olmalı ve bunlar incelemeye değer ama bir olgu olarak, açıklama gerektirmeyecek bir olgu olarak duruyor. Birçok insanda genel sorunlara kayıtsızlık ve umursamazlık tavrının geliştiğini biliyoruz. Bunun da nedenleri olmalı, fakat sinema bu olguları işlemiyor.”

7

demektedir. Agâh Özgüç ise

“İnsanlığın yüz karası işkence ve 12 Eylül hapishanelerinden manzaralar üstü kapalı da olsa sinemaya yansımıştır”8 diye yazmıştır aynı konuyla ilgili. 12 Eylül filmlerinde genel sorun olarak görülen şey darbeyi ve etkilerini bir bütün olarak işleyebilmek yerine işkenceciyi, devrimciyi, ülkücüyü, sıradan vatandaşı kısacası tipleri ele almaktadır. Bu da kimsenin parçası olmaktan kurtulamadığı toplumsal olayların ve sonrasında gelen toplu yıkımın bütünsel olarak 6

“1980–1990” Yılları Arasında Türkiye ve Türk Sinemasında Üç Tema: Kadın-Göç–12 Eylül Filmleri, Lisans Tezi. Pelin KUNDURACIOĞLU, 1998. s.92. 7 Murat BELGE, 12 Eylül Filmi Henüz Yapılmadı, Beyaz Perde, 12 Eylül Filmleri, Sayı:11, Eylül 90, s.4. 8 Agah ÖZGÜÇ, 100 Filmde Başlangıcından Günümüze Türk Sineması, Bilgi Yayınevi, s.65.

19


beyazperdeye aktarılmasını engellemektedir. Dönemin örgüt liderlerinden Ertuğrul Kürkçü “Yönetmenlerin bize sunduğu, devrimci/sosyalist birey imgesi, onun var oluşsal, psikolojik ya da siyasal kurgusu, toplumsal tarihsel bakış açısından anlamsızlaşır. O yüzden bütün bu filmlerde 12 Eylül, toplumla ilişkisi belirsiz bir takvim tarihi olarak kalakalır.”9 sözleriyle eleştirisini yöneltir. Zeki Ökten’in yönettiği 1986 yapımı “Ses” filmi 12 Eylül’ün işkencesine yer vermeyi hedeflemekte. Hapisten oldukça yeni çıkmış olduğu anlaşılan bir genç hayata yeniden katılabilmek düşüncesindedir ancak bu sandığı kadar kolay değildir. Bu filmde, işkenceden yalnızda fiziksel değil psikolojik olarak etkilenmiş insanların temsili olan gencin hayatla tekrar bağ kuramayışını izleriz. 86 yapımı bir diğer film olan “Sen Türkülerini Söyle”de yönetmen Şerif Gönen, 12 Eylül döneminde siyasal tutuklu olan bir gencin cezaevi sonrası toplumla ve çevresindekilerle yüz yüze gelişini konu edinir. Yol arkadaşlarının bir dizi anlamsız, yüzeysel, amaçsız, içeriksiz hayat içinde bulan Hayri’nin uğruna savaştığı topluma yabancılaşması hızlanır. Filmde tema toplumsalın yozlaşması ve dışarıdakilerin içeridekilerin algılayamadığı şekilde değişime uğramasıdır denilebilir. 1987 yılında Sinan Çetin’in yönettiği “Prenses” ise liberal yöne ağır basan ve yeni düzeni benimseyen bir yönetmen olarak filminde bunu hissettirir. 12 Eylül öncesi yoğun siyasal süreçte bir genç kızın devrimci dostu Tarık tarafından ülkeyi kurtarmak adına mücadele içine katılması, öte yandan ona âşık fotoğrafçı

Selim’in

ise

genç

kıza

hayatı

dolu

yaşamayı,

toplumsal

sorumluluktan, siyasal eylemden uzak, sadece kişisel mutlulukları yaşaması konusunda uğraş verir. Çetin, adeta darbe öncesi ve sonrasını temsil eden 2 9

Ertuğrul KÜRKÇÜ, 12 Eylül Filmi Henüz Yapılmadı, Beyaz Perde, 12 Eylül Filmleri, Sayı:11, Eylül

90, s.9.

20


farklı genç tipiyle siyasal görüşlerini ortaya koymayı çabalamıştır. Gelen eleştiriler ise bunun hem biçim, hem de içerik açısından şematik olduğu yönündedir. Memduh Ün’ün yönetmenliğini yaptığı 1989 yapımı “Bütün Kapılar Kapalıydı” filminde ise işkenceyle kişiliği zedelenen bir kadının yaşama tutunabilmek için çırpınışlarını ve sonunda gücünü yitirişini izleriz. Nil geride bıraktığı hiçbir şeyi yerinde bulamaz. Kentlerin, insanların, toplumun tam bir duyarsızlık içinde yaşadığını, yalnızca insanı değil, doğayı bile tüketen bu değişim karşısında ürker. Darmadağın edilse de kafasında yaşattığı geçmişe sığınmaktan başka çare bulamaz. Yeni bir gelecek kurma umudu ise toplumun yeniden yapılanmış kurumları ve insanı yadsıyan değer yargıları karşısında parçalanır. İçinde doğduğu topluma yeniden tutunma çabalarının ardı ardına sonuçsuz kalışı, bu dönemin derin izler bırakan örselenmişliğiyle pekişince Nil’in yaşamı kaçınılmaz bir tükeniş öyküsü halini alır. Unutulmuş bir geçmişle, yok edilen bir gelecek arasında gelişen sevginin gücü de yetmez bu tükenişi durdurmaya.10

12 EYLÜL FİLMLERİ ARASINDA “SİS”

10

“1980–1990” Yılları Arasında Türkiye ve Türk Sinemasında Üç Tema: Kadın-Göç–12 Eylül Filmleri, Lisans Tezi. Pelin KUNDURACIOĞLU, 1998. s. 94–98.

21


Yönetmenliğini Zülfü Livaneli’nin yaptığı 1988 yapımı “Sis” diğer 12 Eylül filmlerinin aksine hikâyeyi 27 Mayıs’tan başlatıp 12 Eylül’ün hemen öncesine getirerek tarihsel süreç olarak darbeyi işlemeye çalışır. Film, birçokları için süreci ve dönemi en iyi yansıtan film olarak görülür. Cihan Altınay’ın “Sis filmi temel konusu itibarıyla iyi bir filmdir. Egemen sistem gücü, etkinliği ve acımasızlığını, yok ediciliği, siyasal ön plana çıkarılmadan, büyük laflardan ırak son derece başarılı verilmiştir. Bu sistem aileyi özellikle de Ali Fuat’ı un ufak etmektedir. Ali Fuat ve ailesi özelinden genelleştirildiğinde filmin oluşturduğu tablonun ürkünçlüğünü göz ardı etmemek gerekir.”11 sözleriyle övdüğü film 27 Mayıs 11

müdahalesinin

radyodan

anonsunu

duyan

iki

küçük

kardeşin

Cihan ALTINAY, Beyaz Perde, Sayı:2, Aralık 1989, s.45.

22


görüntüsüyle başlar. Babaları da askerin bu hamlesinden memnuniyet duymaktadır. Ancak çocukların amcaları bu müdahaleden rahatsızdır. Oldukça didaktik olmasına karşın “göreceksiniz idamlar, darbeler gelecek” diyerek adeta ülkenin içine sürükleneceği çalkantılı sürecin habercisidir. Burada asıl önemli olan ülkedeki kamplaşmanın ilk süreci olan 50lerin sonu ve 27 Mayıs sürecinde evde iki büyük kardeşin birbirleriyle ters düşmeleri ve cepheleşmenin ulaştığı boyutun gözler önüne serilmesidir. Slogan ve marşlar eşliğinde müdahaleyi karşılayan halkı ailenin genel mutluluk havasında görürüz. Sonrasında film bir anda 70li yılların sonlarına geçer ve evinde kitap okuyarak yürüyen bir gencin vurulduğunu görürüz. Devamında anlarız ki ilk sahnede gördüğümüz kardeşlerden biri vurulmuştur ve diğer kardeş saygın bir hâkim olan babasına haberi iletir. Cinayetin peşinden gidilmeye başlandığında baba ölen oğlunun sol, diğer oğlunun ise sağ örgüte mensup olduğunu öğrenir. Tüm ipuçları oğlunun katili olarak diğer oğlunu göstermektedir. Devrimci örgütlerin de intikam tehdidini alan baba diğer oğlunu da kaybetmemek için onu saklamaya çabalar. Bu sürede kendince asıl katilin izini sürer ve ülkenin ülkücü, tarikatçı, devrimci, gecekondu gerçeğiyle yüz yüze gelir. Oğlunu daha fazla saklamakta güçlük çeken hâkim, filmin başlarında rüşvetini kabul etmediği balıkçıyla oğlunu yine yıllar önce ayrı görüşler dolayısıyla tartıştığı ve yurt dışında yaşayan amcasının yanına göndermeye çalışır. Bu deneme de başarısızlığına uğrayınca İstanbul sokaklarında dolaşan baba oğluna “Bağışla, bir gölge düştü üstümüze…” sözleriyle filmi noktalamış olur. Filmin sonundaki bu diyalog aslında filmin adına da göndermedir. Filme ad olarak “Sis”in seçilmesinin sebebi o yıllarda ülkeyi karartan, halkın nefes almasını engelleyen ve bir türlü dağılmayan sisten geldiğini rahatlıkla 23


söyleyebiliriz. Zaten filmin kardeşin kardeşi vurması, kardeşin kardeşe düşürülmesi sözünden yola çıktığını düşünürsek bu gölge, bu sis daha belirginleşir. Zaten filmin sonunda kardeşin kardeşi öldürdüğünü kesin bir dille söyleyemeyiz. Bunu kabul etsek bile bunu ideolojik bir sebep adına ya da aşk için yapıp yapmadığını film bize kesin bir dille aktarmaz. Film, yasak kitapların denize atılması ya da yakılmasını, yol kesmeleri, kurtarılmış bölgeleri, suikastlar için kullanılan tetikçi eğitimsiz ülkücüleri, sigara-içki ve benzeri kaçak malları, erkeklerle görüşen kadına feminist, feministe de orospu tanımlamalarıyla birlikte dönemi fazlasıyla yansıtmaktadır. Atmosfer konusunda bu artıların karşısında karakterlerin fazlasıyla hissiz oluşu ve toplumsal yerine belli başlı tipler üzerinden derdini anlatmaya çabalamasını koymalıyız. Oğlunu kaybeden bir babanın, abisini kaybeden ya da vuran bir kardeşin, sevgilisini kaybeden bir aşığın rahatsız edici boyutta duygusuz oluşu filmin eksilerindendir. Bunun yanı sıra babanın hafif sol eğilimli merkezde yer alması, değişmez bir tonlamayla “neler oluyor anlam veremiyorum” serzenişleri sözde toplumun kafa karışıklığını vermek adına bir örnek olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Toplumun bir diğer kesiminin ya da direk ordunun filmdeki sesi ise Kore Gazisi dede tipidir. Filmin başından sonuna kadar Taksim’de şu kadar kişiyi sallandıralım her şey durulur, orduya yetki verilsin bir günde her şey kesilir ve de ordu müdahaleyi bir yapsın herkes mum olur yakarışları yine fazla kör göze parmak olsa da ordu kanadının sivil kanat karşısındaki tavrını ortaya koymaktadır. Filmde babanın gerçek katilin peşindeki arayışları sırasında karşılaştığı varoş mahallenin içler acısı hali ve oradan çıkan kardeşlerden birinin ülkücü bir katile, diğerinin ise zikirci bir tarikata mensup şeriatçı oluşu toplumdaki aşırı uçları ve her hanenin içindeki bu cepheleşmeyi iyice gözler önüne sermektedir. Babanın döneminin tek sosyalist belediyesi Fatsa’ya olan yolculuğu ve orada polis 24


kontrolünden kaçırıp arabasına aldığı devrimci gençle yaşadığı sohbette aslında filmin en önemli bölümlerinden. Toplumsal yapımızda her daim övdüğümüz hatta gurur duyduğumuz “aile” temsili bu bölümde ikilinin tartışmalarında adeta yerden yere vurulmaktadır. Kendi ailesinde öz oğullarının durumundan bihaber olan babanın ailesiyle görüşmeyen ve bu kurumu gereksiz bulan devrimciye babalık taslaması ve geri tepmesi önemli bir detaydır. Sonrasında tartışma sonrası yanından kaçan devrimcinin polisler tarafından vurulması, sıklıkla idama karşı olduğunu söyleyen baba için sinir bozucu bir deneyim olur. Genel olarak “Sis” her şeyin bir birine karıştığı, değerlerin altüst olduğu, kardeşin kardeşi vurabildiği, halkın ve sivillerin çaresizliği ardında soğuk savaşın istihbarat örgütlerinin ve elbette ordunun ince ince işlediği bir darbe ortamına giden yolda önümüzü görmemizi engelleyen sisi ve her şeyin mümkün olabildiği, çığırından çıkmış bir süreci anlatmaktadır. 12 Eylül’e giden süreci aktarması anlamında eksikleri de olsa eli yüzü düzgün bir filmdir “Sis”. SON DÖNEMDE 12 EYLÜL FİLMLERİ 2000li yıllarla birlikte 12 Eylül’ü beyazperdeye taşımayı hedefleyen filmler tekrar boy göstermeye başladı. Bu filmlerden Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum”u, Ömer Uğur’un “Eve Dönüş”ü ve Sırrı Süreyya Önder’in “Beynelmilel”i öncelikle göze çarpanlardan. “Babam ve Oğlum” aslında politik bir film değildir. Hatta 12 Eylül bile arkada bir fon olarak gözükür. Ancak filmin biraz derinlerine indiğimizde 12 Eylül’ün filmin etrafını sardığını görürüz. Politik göndermeleri daha filmin başında duyarız. Sadık’ın yazar olduğunu ancak gazetenin yazı işleri müdürünün korkusundan yazılarına yer vermediğini işitiriz. Derken hamile olan eşi doğum 25


sancısıyla kıvranmaya başladığında gece yarısı yataktan kalkarak hastaneye ulaşmaya çabalarlar. Ancak yolda ne bir araç ne de tek bir insan görürler. Devamında çaresiz bir parkın ortasında doğum yapmak zorunda kalan kadın kan kaybından ölür. Sadık elinde bebeğiyle sabahın ilk ışıklarında gelen askeri araçla darbe olduğunu anlar. Burada 12 Eylül uyguladığı sokağa çıkma yasağıyla Sadık’ın eşinin ölümüne sebep olmuştur. Ancak bu ölüm aslında 80 darbesinin bir kuşağı kelimenin tam anlamıyla yok etmesinin filmde vücut bulmuş halidir. Bu ölümün sonunda doğan çocuğun adının “Deniz” olmasının nedeni ise 1972’de idam edildiği günden bu yana birçok çocuğa bu adın verilmesine yol açan gençlik önderi Deniz Gezmiş’tir. Bu küçük ama önemli detay dışında yönetmen dönemin atmosferini yansıtma konusunda kimlik kontrolleri gibi, Cumhuriyet Gazetesinin sahnelerde bulunması gibi ve elbette işkence sahneleri gibi kareleri başarıyla filme aktarmıştır. Hatta işkence sahnesinin ilginç bir şekilde en etkileyici olduğu bölüm filmde ara ara gördüğümüz Deniz’in düşlerinden birini bölmesidir. Bu düş sahneleri sadece küçük Deniz için değil aynı zamanda izleyici için de dramdan kaçış işlevi görmekteyken yönetmen, Sadık’ın işkence görüntüsünü ve beraberinde kâbusunu bu düşlerin birinin sonuna yerleştirir. Burada yönetmen belki de 12 Eylül’ün Deniz’le beraber sonraki kuşakların da farkında olsunlar ya da olmasınlar hep karşılarına çıktığını göstermek istemiştir. Veya mesaj doğrudan biz izleyicilere dönük olup 12 Eylül’den aslında yüzleşmeden kaçmanın olanaksızlığını söylemektedir. Bir diğer politik gönderme içeren kare ise Sadık ve arkadaşlarının balık softasında hasret giderdikleri sahnededir. Halit Ergenç’in canlandırdığı karakterin eve dönmekle ilgili sorduğu bir soruya Sadık’ın verdiği yanıt aynen şöyledir: “Memleket, ev, yurt. Bugünlerde bunların anlamını bir kere daha düşünür oldum. Ben bu memleket için savaştığımı 26


düşünürdüm ama bu memleketin umurunda bile değildi.” Diyalog apolitik topluma ciddi eleştiri içermekteyken aynı zamanda yurtseverliklerini ve memleket için mücadele verdiklerini halka yeterince yansıtamayan bir solcunun özeleştirisini de içermektedir. Bir diğer kilit sahne ise Hüseyin Efendi ve oğlu Sadık’ın çatışmalarıdır. Tartışma sırasında Sadık şunları söylemektedir: “Bir zamanlar aynı yola baş koyduğum arkadaşlarım reklâm şirketlerinde, iktidar borazanı çalan gazetelerde bana acıyıp iş verdiler. Köpeğe kemik atar gibi. Kendilerini temizlemek, ruhlarını temize çıkarmak için!” Çok açık bir şekilde 12 Eylül sonrası keskin dönüşler yapan eski solculara taşlamalar içerir bu haykırış. Filmin politik içeriğini sırtlanan Sadık’ın ölümünün sebebiyse işkenceler ve tabiî ki son derece kötü hapishane koşullarıdır. Kendisi de bir 12 Eylül mağduru olan Ömer Uğur’un senaryosunu da yazdığı “Eve Dönüş” filmi üç film arasında belki de en cesur olma iddiasını taşımaktadır. Filmde işkence ve beraberinde 12 Eylül arka fonda değil de doğrudan hikâyenin merkezindedir. Film karısı ve kızıyla maddi açıdan sıkıntılı bir hayat geçiren siyasal ve toplumsal olaylarla ilgilenmeyen işçi Mustafa’nın bir ihbar sonucu gözaltına alınıp işkence görmesini anlatır. “Eve Dönüş” dönemin atmosferini yaratmada başarılıdır. Duvara afiş yapıştıran, fabrika çevrelerinde bildiri dağıtan solcular, kahvehanelerin taranması (filmde egzoz patlaması olmasına rağmen bu durum yaratılmıştır), kimlik kontrolleri ve katledilen işçiler olağanüstü hal durumunu özetlemiştir. Ana karakter Mustafa’ya döndüğümüzde ise onun siyasal olayları, işçi sınıfının mücadelesini, sendikaları önemsemediğini görürüz. Duyarsız, apolitik yani kısacası lümpen bir karakter olan Mustafa’nın bu özellikleri filmde fazlasıyla göze sokulmuştur. Bunu özellikle filmde darbenin olduğu sahnede görürüz. Televizyonda darbeci Kenan Evren’in sesinden duyduğumuz anonsla birlikte Mustafa o günkü 27


Gülhane Parkı sefasından mahrum kaldığı için üzülmeye ve darbenin neden bir iş gününde yapılmadığına sitem etmeye başlar. Aslında izleyicinin gözüne sokulan karakter özelliği filmin amaçladığı sonuçlardan biri olan 12 Eylül’ün sıradan hatta olaylardan tümüyle uzak insanları da vurduğu mesajına katkı sağlamaktadır. Filmin ilginç bir göndermesine değinecek olursak Savaş Dinçel’in canlandırdığı, Mustafa’nın eşi Esma’nın babası rolündeki Kore Gazisi babayı incelemek gerekir. Filmde ordu kurumuna yapılan taşlamalar bu karakter üzerinden şekillenir. Sık sık müdahale yapılmasını savunan ve Türk Ordusu deyince akan suların duracağını söyleyip duran baba figürünün Kore Gazisi olması durumunu ilginçleştirir. Belki de ordumuzun savaş tarihinde gönül rahatlığıyla gurur duyamayacağımız tek savaş Kore Savaşıdır. Soğuk Savaşın koşullarında kendini Emperyalist Amerika’nın kucağında bulan Menderes Hükümeti 50’lerde NATO’ya girme umuduyla Kore’deki savaşa asker gönderir. Bizi hiç ama hiç ilgilendirmeyen bu savaşta ABD emriyle askerleri dünyanın bir ucuna yollarız ve ilginç bir şekilde Amerikan askerlerinden bile önce cepheye sürülen ve ölenler yine bizim askerlerimiz olmuşlardır. Orduyu taşlamak için filmde seçilen karakter tiplemesi bu özelliğiyle ilginç ve önemli bir tercihtir. Filmin önemli bir bölümünü oluşturan işkence sahnelerine göz atacak olursak “cesur” olma iddiasındaki bir filmin biraz kaçak dövüştüğü görülmektedir. Ancak yönetmenin senaryosundaki en güçlü göndermeler yine bu bölümlerde karşımıza çıkar. Bunlardan ilki Mustafa’nın Hoca’yla işkence sonrası konuştukları sahnede ısrarla bu olaylarla ilgisi olmadığını, sade bir vatandaş, tehlikesiz bir işçi olduğunu ve bu işlere aklının ermediğini vurgulamasına aldığı cevaptır. Hoca Mustafa’ya: “Sen ve senin gibilerin bu işlere aklı erseydi ne sen burada olurdun ne de ben.” Etrafında olup bitenlere, toplumsal olaylara kayıtsız kalan bireylere ve kitlelere bundan daha açık ve haklı bir gönderme olabilir mi? 28


Ancak Ömer Uğur bu kesimlere göndermeleri bununla sınırlı bırakmaz. Turist lakaplı devrimcinin, Mustafa’yı polislerce kabul ettirilmeye çalışılan örgüt üyesi Şehmuz olarak göstermesi ve Hoca’nın buna kızması sırasında olan diyalog bunu içerir. Hoca’nın sitemine “Biraz da onlar görsün. Biz burada işkence görürken kahraman işçi sınıfı nerde?” sitemiyle karşılık verir. İşkence sahnelerinin sonunda gerçek Şehmuz öldürüldüğünde ve Mustafa’nın suçsuz olduğu anlaşıldığında serbest kalan Mustafa bir anda Civan Canova’nın canlandırdığı polis şefinin eline yapışır. Mustafa’nın kendisine günlerce haksız yere işkence yapan polis şefinin elini öpmesi görüntüde barındırdığı garip durumdan öte 1982 yılında toplumun üstünden silindir gibi geçen 12 Eylül’ü yapanların anayasasının halk tarafından adeta ellerinden öpülürcesine yüzde 92 oyla kabul edilmesine bir göndermedir. Filmin ilginç bir unsuru da darbeci Kenan Evren’in kendisidir. Resimlerde ve televizyon konuşmalarında gördüğümüz Evren işkence sahnelerinden hemen sonra çıkıp işkenceye karşı olduğunu ve bunun asla yapılmadığını söylemektedir. Filmde Evren’in bir oyuncu tarafından canlandırılmadan hazır görüntülerden aktarılması O’nun canlandırılamayacak biri olduğunu vurgular adeta. Bu da George Clooney’nin yönettiği “Good Night and Good Luck” filminde komünist avcısı senatör McCarthy’i

canlandırılamayacak

biri

olduğundan

hazır

televizyon

görüntülerinden aktarmasını akıllara getirir. “Eve Dönüş”ün sonunda darbeci generallerin afişinin yanında 12 Eylül’ün bilânçosunu görürüz. Tutuklama, yargılama, fişleme, işkence, idam sayılarıyla birlikte halen darbecilerin anayasasıyla yönetildiğimizi görürüz. Bu bilgiler son derece önemlidir ancak bir filminde sanki ders sunuşu havasında uzun maddelerle bunu vermek sinemasal anlatımda ne kadar doğrudur tartışılır.

29


12 Eylül sonrası 1982’de hala olağanüstü halin uygulandığı Adıyaman’da bir grup yerel müzisyenin yani gevendelerin askeri komutanlık tarafından orkestra olarak çalıştırılması ve marş olarak Komünist Enternasyonal marşını yanlışlıkla çalmaları neticesinde gelişen ve yan karakterlerle şekillenen bir film “Beynelmilel”. Diğer iki filmde olduğu gibi “Beynelmilel”de de dönemin atmosferi başarıyla yansıtılmıştır beyazperdeye. Cuntacı generallerin afişi olan 5’i bir yerdeler, kimlik kontrolleri, sokağa çıkma yasakları, muhbirler, saklanmış kitaplar-pikaplar, sol dergiler izleyiciyi o yıllara inandırıcı bir şekilde götürür. Hazır 5’i bir yerdeler demişken filmde bu afiş devrimciler tarafından yere düşürüldüğünde yoldan geçmekte olan vatandaşın korkusu komedi unsuruyla verilerek onun afişi kutsal bir şeymiş gibi öpüp başa koyduğu sahneyi de hatırlamakta fayda var. Bunun yanı sıra Abuzer karakterinin orkestra olarak üniforma giyme konusunda arkadaşlarına söylediği “Bu halk üniformadan korkar” sözü toplum olarak sindirilme durumumuzun adeta altını çizmektedir. Filmde mizah soslu taşlamalardan herkes nasibini almaktadır. Örneğin, orkestraya temsili düşman üniformasını uygun gören ordunun gevendelerin Komünist Enternasyonal marşı çaldıklarını fark etmemeleri hatta marşı çok beğenmeleri elbette absürt bir durumdur. Sonuç olarak komünizm de dâhil tüm sola yapılan bir darbenin mensupları “düşman” gördüklerinin marşını beğenecek kadar cahil olabilmektedir. Zaten filmin sonunda marşın ne olduğunu fark eden Kenan Evren ya da darbe arkadaşları generaller değil gazetecilerdir. Film bunun yanında devrimcilere de iğnelemeler içerir. Abuzer’in kızını oynayan Özgü Namal ve âşık olduğu devrimcinin konuşmalarında solcu gencin kız arkadaşlığı burjuva alışkanlığı olarak görmesi ya da günün aşk günü olmadığını ve devrimcinin ölümle nişanlı olduğunu söylemesi komedi unsurundan öte şeyler barındırır. Burjuva alışkanlıkları eleştirilerini abartıp insani duyguları dahi hoş 30


görmeyen bir sol anlayışın kendini ne kadar yaşamdan koparttığı ve ne denli anlaşılmaz olduğunu vurgular bu diyaloglar. Devrimcilerin halka kendini anlatamamasının bir diğer eleştirisi filmde devrimci gencin sol bir dergiyi incelerken abisi tarafından “Hanginiz tarlada, fabrikada çalıştınız” diye azarlandığı sahnedir. Filmin genel anlamda sol duruşunu ise iki detayda daha tutarlı bir şekilde görebilmekteyiz. İlki Komünist marşının insana baharı, kuşları, çocukları anımsattığının diyaloglarda geçmesi ve diğeri de pavyon şarkıcılarının Abuzer’in kızıyla devrim hakkında konuşurken 1960 askeri müdahalesini “devrim” olarak nitelemeleridir. Ayrıca, 1950’lerde Menderes tarafından kapatılan ve tekrar açıldıktan sonra bu sefer de 12 Eylül’de Kenan Evren tarafından kapatılan Halkevleriyle ilgili sahne belki de filmin en güçlü sahnesidir. Oldukça etkili bir müzikle aktarılan bu sahnede Atatürk’ün resmi yerli yabancı sanatçılarla bir aradadır. Kütüphaneyi, tiyatro sahnesini ve Picasso’nun ünlü Guernica tablosunu görürüz. 12 Eylül için ve bu zihniyetler için nelerin tehlikeli olduğunu bir kez daha anlamış oluruz bu iç burkan sahnede. “Beynelmilel”de birkaç kez konusu geçen bir kefen vardır. Abuzer’in babasının şimdiden kendine aldığı kefen bezi “Amerikan” malıdır. “Donumuza kadar Amerikan giyiniyoruz” sözü burada kefenimize kadar şekline bürünmüştür sanki. Ve bu kefen Özgü Namal’ın karakteri sayesinde Cuntaya yani bir anlamda Amerika’ya karşı çıkan bir pankarta dönüştüğünde tekrar bu güçler tarafından asıl görevine yani kefenliğe geri döner. “Cuntalar Olmasın” yazılı Amerikan bezi solcu devrimciye kefen bezi olmuştur. Amerika’nın, bu ülkenin gençlerini kefenler içine soktuğu gerçeği bezle aktarılmıştır. Filmin sonunda ise “Eve Dönüş”ün aksine işkence görüntüleri gösterilmez ancak işkence hissi sonuna

31


kadar verilir. Kullanılan kamera açıları ve mizansenin sahnelenmesi bunu izleyiciye hissettirir. 12 SONUÇ Sayıları fazlaca olmasına rağmen 12 Eylül filmleri, sürecin boyutlarını sanat aracılığıyla aktarmada tüm iyi niyetlerine rağmen etkili değildirler. Ülkeyi darbeye getiren süreci aktarmaktaki eksikliğin yanı sıra darbe sonrası oluşan yepyeni değer yargılarına sahip toplumu da aktarmada bireyselcilikten çıkılamamıştır. Bunun etkileri arasında yeni dünya düzeninin bireyciliği ön plana çıkartmasını gösterebiliriz. Bu yaklaşıma farkında olarak ya da olmayarak katılan sinemacılarımız zaten sıkıntı yaşadığımız siyaseti konu edinmeye çalışan filmler listesine ekleme yapmaya devam etmektedirler. Siyasal yaşantımızın en yıkıcı dönüm noktası olan 12 Eylül hakkında onlarca filme rağmen etkili bir anlatım, toplumsal, ideolojik bir tavır aktarılamamış olması elbette tek bir sebeple açıklanamaz. Bu konuda sansür etkili olduğu kadar oto sansür de fazlasıyla etkilidir. Toplumcu, gerçekçi anlatımda sinemasal olarak yaşadığımız sıkıntılar 12 Eylül filmlerinde de kendini göstermektedir. Neredeyse hiçbir kurmacaya gerek bırakmayacak kadar fazla, gerçek ve dokunaklı öykü var olmasına rağmen ısrarla yapay kahramanlara ve öykülere gidilmesi bu konuda yapılan bir hatadır kanımca. Türk Sineması siyasi konulu sinemada ve daha da önemlisi Ulusal Sinema anlamında etkin bir anlatım oluşturulamadığı sürece gerçekten 12 Eylül’ü işleyen, tüm değerleriyle aktaran ve bu yıkıcı süreçle gerçekten toplumca yüzleşmemizi sağlayan 12 Eylül filmleri görmemiz pek mümkün görünmemekte.

12

www.azizm.org Onur KEŞAPLI, “Sinemada 12 Eylül’le Yüzleşmek”, Aralık 2007.

32


Bizim Ezgimiz Engin Taş

denize götürün beni bizim orda uyumak ölümü göze almaktı çocuklara sormalı bunu kapılar aşınırdı karanlıklardan kirpikler arasından rüyalar alınırdı korkmadım denize götürün beni deniz rüyamızdır

umarsız olmamışım umarsız yaşanmışım tenime dilime yazılı gözüme yazılı o günler ben kimi incitmişim özümden başka kimi bekletmişim bana susamış öfkeme sorun beni öfkemi kuşanmadım denize götürün beni deniz güzelliğimizdir

dağ bile dememişim yormadım hiç kimseyi 33


farkında yaşamışım güzelliklerin ağrılı sevdaları ağrısız yudumlayıp otuzuma vurmuşum bir ömür kurmuşum maviliğe hiç bulanmadım denize götürün beni deniz özlemimizdir

oturmuşum içime pencerem beni bekler ve emekler tüketmişim ufkumda özlemlerim kendimi unutmuşum gözlerimde ağrım var ağrımda hep aşklarım saklamadım denize götürün beni deniz umudumuzdur

özel yaşam demiştim el zulmüne bölündü başımı umutlara sevdalara dayadım ateşi söndürmedim kimseyi öldürmedim ölümsüze soyunup ölümüme oynandım ama ölmedim 34


denize götürün beni deniz doğumumuzdur

sırtımı sakladım karanlıklardan belleğim bıçaklı geldi bugüne ve gecede sahip çıktım özleme yıkılmış umutlar satılmış düşler topladım yılmadım denize götürün beni deniz düşlerimizdir

beşiğime kertilmiş günlerdi acım özlemlerim üşüdü nisan bulutum benim yeşili sevmedim gözünden uzak her günüm yağmalandı ne güzel masallarım unutmadım denize götürün beni deniz gülüşümüzdür

geceler yaşadım vurgun yememiş 35


tenimi sakınmadım aşklardan yakınmadım tutunmuşum arzuma belki biraz aykırı savaşlar kazanmışım kem bakışlar arası ve yarası var gözümde nefeslerin seslerin utanmadım denize götürün beni deniz soluğumuzdur

gözlerime oturmuş kirli şarkılar söyler tanrısını yitirmiş kadınlarım var belki biraz feminist sonbaharda başlamış erken hasada vurgun bebekler ağlar şaşırmadım denize götürün beni deniz gerçeğimizdir

midasın kulakları diye bağırdım sakladım sevincimi doğu nehirlerine bakışım hançerden kopmuş bakışım ben herkese şiir okudum ama herkes sağırdı 36


yine de susmadım denize götürün beni deniz şiirimizdir

can derdine düşmedim selam vermişim sulara vurulmuşum zenonca biraz tanrıyı göndermişim bitmiş harpagon demi gözüne baka baka sevginde durulmuşum durmadım denize götürün beni deniz gözlerimizdir

her şeyin başında sevda demişim özümden vurulmuşum bahar selinde geriye dönmemişim kurşun sesine ömrümün ötesi benden demişim yanılmadım denize götürün beni deniz baharımızdır 37


cezasız kalmamış soğuk günlerim el ayak çekilmiş benli günlerden dillerden düşmüşüm gece yarılarına soluğumu tutmamış sabahlar üflemişim yorulmadım denize götürün beni deniz güneşimizdir

bizim ezgimiz

hadi bir deniz ısmarla gözlerine beni ısmarla bir akşamüstü zamansız bir çerçeveden geçiyorum hadi seni ısmarla bu akşamüstü

biliyorsun ateşin hançerle dansını ölüm kör bir kuyuya seslenmek hayat öz sesine yaslanmaktır 38


hadi bana beni ısmarla şu akşamüstü

ben hala gülmeden büyüyorum gündüzün tenini kanatarak ve nar tanesi duyuyorum kahkahaları hadi sendeni ısmarla nü akşamüstü

çelikten bir yüz taşıyorum çocukluğumdan tanrıdan bir gülümseme dudaklarımda ve içimde şaraptan süzülmüş bir yaşam hadi içbeni ısmarla su akşamüstü

biliyorum yüzün çaydan geçenlerin türküsü seyrana çıkar kalemimde okyanus boyu ve yağmurdan alıyorum kokunu senin hadi bizdeni ısmarla her akşamüstü

özgeçmiş

ege’de kan kustum değil umrum/nda kan kustum doğu’da dillerden döndüm 39


her şeyini melhem saydım gönlüme bir sözün dokunur yaralarıma

gözünde bir balık ağlarda kalmış zıpkınsın dost değil gelen dost değil karadeniz hırçın yanım sus artık karasu muş’undur gözümden akar

benim gözyaşlarım kar sularıdır girit’ten akmıştır okul öpüşüm milat neyin kahrı nedir bilinmez gözüme bakamam suya bakamam

her ömrün filizi vardır kırağı yemiş susamışım sakarya’nın saçına bir de osmaneli sevdalarına yalnızca bir mektup geçmişten gelen

evren biraz darbe biraz derdimdir eşsizdir sızının gelişi şimdi beni ben vurmuşum sonra sırtımdan kahvemi gözünde/n içmek isterim 40


intiharsa intihar aşkı(nı/mı) emziriyorum gözlerimi giymişim şahmaran danslarında kendimi kimseye yüklememişim ben suyuma arınmamış ten katmam

bilirsin tükenmem arzularımda volkan koynum kıvamında doğurur güneşi kimseye sormamışım ben ben suyuma arınmamış ten katmam

mavzer dediğimiz yürektir dostum kendine çekersin bazen ele çekersin demirden akarız ustalıktan hep soyun su yun berivanı karşıla

bilsen ikicanlı yaşam ömrümde vurulmuşum yar rahmine mavi sözler çizerim ağrımdan ölecek yar her sevda rüzgar sürgüle gözünü kimse görmasin

herkes kendin büyütse kimse ağlamaz 41


ağlamaz nazlıcan eylül var diye sorulur bir zaman dil hesapları sevgiye adanmış ömrü unutma

çam yaprağı bakışımız yüreğimizde her yaz otuzuma yaklaşıyorum yar nar içindeyse unutulmuyor denizler tanrıyı öptüğüm yerdir

herkes kendin büyütse kimse ağlamaz ağlamaz nazlıcan eylül( ölüm) var diye sorulur bir zaman dil hesapları sevgiye adanmış ömrü unutma

Azizm’in Notu: Şair, yazar, eğitimci ve Azizm Sanat Örgütü üyesi Engin Taş’ın şiirleri Mordoğan Belediyesi I. Ulusal "Denize Dizeler" Şiir Yarışması üçüncülük ödülünü kazandı.

42


Yirmilik Diş Selin Süar Derler ki ki torunlar anne babalarından önce gelen kuşakla pek anlaşamaz, onları eski kafalı bulurlar. Anne ve babaları yetiştiren kuşak, serttir, kuralcıdır; gerektiğinde acımasızlaşıp bir şamar indiriverirler kırmızı yanaklara… Derler ki, torunlar anne ve babalarından önce gelen kuşakla çok daha iyi anlaşırlar. Anne ve babalarını yetiştiren kuşak, sadece anne ve babalara serttir, kuralcıdır; gerektiğinde bir şamar mutlaka indirivermişlerdir kırmızı yanaklara. Ama torunlar… Hayatın vazgeçilmezidir, en değerli varlıktır büyükanne ve büyükbabalara. Onların arasındaki bağ ne birinci söylentiye ne de ikincisine dâhil oldu torunun yirmi iki sene boyunca süren yaşantısına, büyükannenin torunuyla beraber harcadığı yirmi iki senelik hayatının kıyısına. Torun, zamanın en anlaşılmaz, en özgürlükçü, en asi ve her şeyden çarçabuk vazgeçebilen kısmında şımartılarak, her istediği daha o istemeden yapılarak büyütüldü anne ve babanın iş hayatlarından arta kalan zamanında. Büyükanne ve büyükbabanın eline de düştü çoğu kez ama onların yanı, uslu uslu oturulacak bir mekândı torun için. Oysa kimden ne geleceğini çok küçük yaşında fark etmiş, büyükbabayı kıskıvrak ele geçirmişti bitmez tükenmez isteklerini yaptırabilmek amacıyla. O küçücük evde 43


casusluk oyunları oynandı yıllar boyu. Büyükbaba, verdiği paraların haberinin büyükanneye gitmemesi için sıkı sıkı tembihledi torununu. Bazen de büyükanne temizlik ve ev ihtiyaçları için ayırdığı paranın bir kısmını torununa hibe ettiğinde fısıldadı, “Aman dedenin kulağına gitmesin…” diye. Yine de büyükannenin ördüğü mesafe duvarı torunun ruhuna, her zaman hazır asker duruşunda kalmasını aşıladı. Zaman geçip torun büyümeye başladıkça, işin içine bir de erkek arkadaşlar girince; büyükannenin eski korumacılık hissi kanına dalga dalga yayıldı ve çalan her telefonun ardından bir ya da en fazla iki hafta aralıklarla değiştirilen, kimi zaman üçü beşi idare edilen sevgili konusu evin pür-i pak duvarlarında pinpon topu gibi çarpıp bir başka duvara geçen bağırışlı çağırışlı tartışmalara dönüştü. Ta ki, torun üniversiteyi kazanıp başka şehre gidene kadar... Çok sıcaktı. İzmir her zaman sıcaktı. Her yaz insan, hayvan demeden dilleri dışarıda bırakan yapışkan bir sıcak musallat olurdu İzmir halkının başına. İşleri olanlar bu şehre hava durumunda yazılana göre otuz sekiz, şehir halkına göre kırk küsur derecede olan bulutsuz gökyüzünün ardından gelen güneş ışıklarına tahammül etmek zorunda kalırlardı. Çalışanların, her yaz olduğu gibi İzmir’in kurak mevsiminde geçen günlük konuşmaları da aynı olurdu. Meteoroloji özellikle yalan söylüyor, iş yerleri tatil olmasın diye ibareyi kırka 44


vurdurmuyordu. Cuma akşamı gelip de tatil başladı mı yazlıklara kaçarcasına giderler, harala gürele geçen iki günün ardından akşamları şehre geri dönerlerdi. İşte tam da imbatın sıcak asfaltı yalayıp geçtiği, insanın tenine çarpınca da tazecik bir his bıraktığı o pazar akşamında; Çeşme otobanının kilitlendiği saatlerde bu kez üç kuşak tek arabaya sıkışmış biçimde eve dönüyordu. Büyükannenin ve torunun nedendir bilinmez, aynı gün aman vermez bir diş ağrısı tutmuştu. İkisi de sol yanağını tutuyor, en kuvvetli ağrı kesiciler bile işe yaramıyordu. Ertesi günü bekleyeceklerdi doktora gitmek için. Eve vardıklarında aile, büyükanne ve büyükbabayı bırakmak istemedi. Geç bir vakitti ne de olsa. Sabah uyandıkları gibi dişçiye gideceklerdi büyükanne ve torun ikilisi. Deniz, kum, güneş üçlüsünün bedenlerinde bıraktığı yorgunluktan anne ve baba sızıp kaldılar. Büyükbaba ise gazetedeki satırlardan kalan son kırıntıları da tüketip bir iki bulmaca çözdükten sonra uyudu. Büyükanne her zaman yaptığı gibi, balkona çıkıp herkese birer dua yollamak için dedeyi uyandırmadan yavaşça süzüldü yataktan. Gerçi yavaşça süzülmesinin nedeni eşini uyandırmamak mı yoksa ağrıyan bacaklarının bir türlü gençliğindeki gibi hızlı hareket etmemesinden mi kaynaklanıyordu; onu bilemedi, bilmek istemedi… Dişinin ağrısı çok şiddetli değildi artık, üst üste içtiği ağrı kesiciler birlik olup rahatsızlığı maskelemişlerdi. Biraz topallayarak, biraz da başı 45


dönünce yol ihlali yaparak balkon kapısının önüne geldiğinde torununu orada buldu. Gizli gizli sigara içiyor, bir yandan da yanaklarından süzülen gözyaşları birer ikişer çenesinde toplanıp, ardından tek bir gözyaşı olup yere düşüyorlardı. Torununu son bıraktığında gayet iyi biliyordu ki yine sigara içiyordu, ama daha serbestti, giyimleri daha garipti; hele saçları… Bir gün pembe, ertesi gün maviydi. Oysa şimdi kendine ne yakışacağını biliyor, büyükannesinin zevkini ve asilliğini taşıyordu, hem davranışlarında hem de kıyafetlerinin ince detaylarında. Kapıyı özellikle tıkırdatarak açtı. Açtığı gibi torun, sigarayı elinden attı; elleriyle özensizce yüzünü sildi. Bir iki arkasına bakar gibi yaptı ve ıhlamur kokularının buram buram yayıldığı caddeye doğru bakmayı sürdürdü. Büyükanne sigara konusunda hiç oralı olmadı. Onu daha çok canından çok sevdiği varlığının akan gözyaşları ilgilendiriyordu. Büyükanne: “Ağladın mı sen bakayım?” Torun ses vermedi ya, bir yandan da yanağını tuttu. Konuşmaya başlarsa yeniden ağlayacağını gayet iyi biliyordu, hem sesi de titrerdi o zaman. Büyükanne cevap alamayacağını bildiğinden yumurtasının üzerine oturan tavuk gibi özenlice balkonda duran sandalyeye bıraktı kendini.

46


Büyükanne: “Diş ağrısı… Ah… Bir diş ağrısı bir de doğum sancısı kabir azabına benzermiş derler. Benim yirmilik dişim ağrıyor, zaten gerisi yapma; sen de biliyorsun…” Torun gülecek gibi olduysa da vazgeçti, “Benim de… Ama yirmilik diş hakkında. Yoksa diğerleri sapasağlam.” Büyükanne yüzüne doğru gelen kokuyu içine bir daha çekemeyecekmiş gibi derin derin soludu, “Diyeceksin ki bu dişi niye çektirmedin? Ben on altı yaşındaydım o zamanlar… Yeni yeni büyümeye başlamıştım. Öyle şimdiki gibi rahat rahat dolaşmak, biri gider öbürü gelir demek; heyhat nerde?.. Sizin yaşınızdakiler şimdi bir lokmada her şeyi tüketir oldular. Birini seversen tam severdin, başka biriyle evlenmek zorunda bilse bırakılsan kalbinde izi kalırdı, yer ederdi içinde.” Torun yüzünü buruşturdu. Aklını kurcalayan, içini sıkıştıran garip hüzün dalgasında boğuşurken yine büyükannenin bitmez tükenmez uyarılarından birini dinleyecekti. Dirseklerini dayadığı balkon demirlerinden kendini geri çekip içeri gitmeye karar vermişken büyükanne devam etti konuşmasına, “Bizim mahallede Yahudi bir genç vardı, herkes ona hayrandı…” Torun, son sözü duyar duymaz bakışlarını büyükannenin bakışlarına kenetledi hızlıca. Küçükken de çok Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet öyküleri dinlerdi 47


büyükanne ve büyükbabasından ama bu belli ki ilk kez anlatılacaktı, bu gece burada anlatılacaktı, farklı olacaktı ve yine o imbata asılı kalıp, o balkonda her şey sonlanacaktı. Bu kez aşağı düşecekmiş gibi demirlere sıkıca tutundu. Büyükanne: “Bizler beraber kurduk bu ülkeyi. Şimdi burada sizler bu kadar rahat yaşıyorsanız bil ki hepimizin sayesindedir. Eskiden de şimdiki gibi araya düşmanlık sokanlar; yalan yanlış sözler söyleyenler vardı ama bizler kenetlenmiştik o zaman. Toktu karnımız bu laf salatalarına. Herkes kimin ne olduğunu bilirdi.” Büyükannenin dişi yine sızlamaya başlamış olacak ki, dişlerini gıcırdatıp yanağını tuttu, “Şimdikilere çok kızıyorum ben. Rahat battı hepsine. Kavga edecek, düşmanlık çıkaracak yer arıyorlar. Çekselerdi çektiğimizi, görselerdi o günleri yurdumuz çok farklı bir yer olurdu.” Torun merakla büyükannesini izliyordu. Bir şeyler söyleyecekti, asıl konuya gelecekti ve her zaman yaptığı gibi önce konuyu karıştırıyor, özle genelin arasını açıyordu. Büyükanne: “Bak bu aramızda kalsın; bunu kimse bilmez ama ben de en az mahalledeki kızlar gibi kara sevdayla tutulmuştum o gence. Ne zaman onların dükkânının önünden geçsem o da bana bakıyordu, anlamıştı gari ona baktığımı. 48


Sonra tam iki kez buluştuk gizlice. Kimseler görmesin diye en kuytu köşelerde sarıldık birbirimize.” Cadde başından başlayan ve arttıkça artan bir gürültü doldurdu binaların soğuk duvarlarını, pencerelerin tozlanmış kenarlarını. Konu, caddenin tam ortasından geçen motosikletli birinin yolun sonuna doğru gitmesiyle ve kulak parçalayıcı sesin kesilmesiyle yarılandı. Bir kedi, kuyruğuna basılmış gibi acıyla bağırarak çöp tenekesinden aşağı atladı. Onu bekleyen aşağıdaki, kuyruğunu havaya dikip asil bir at edasıyla can havliyle koşturanın peşinden süzüldü. İzmir’di burası. Kediler hiçbir zaman Mart ayını beklemezdi. Büyükanne: “Bunlarda da hiç edep yok!” Torun, büyükannesinin bu sözü kedilere mi yoksa motosikletliye mi söylediğini bilemedi. Çok da önemsemedi zaten. Anlatılacak konuyu, paylaşılacak sırrı bekliyordu dört gözle. Torun: “Sonra?” Büyükanne: “Bir gece, işte aynı böyle sıcak bir gece, ıhlamur ve narenciye kokulu bir gece cama attığı taşla uyandırdı beni. Anamdan babamdan gizlice aşağı indiğimde birilerinin görmesine aldırış etmeden sarıldı bana. ‘Gidiyorum’ dedi, ‘Yıllar boyu yaşadığımız vatanı kurduk, şimdi sıra asıl olanda, 49


bizimkinde.’… Çok duyardık o zamanlar gizlice İsrail’e kaçanları, kaç insan gitti buralardan, kaç ev boş kaldı bir bilsen… Yapayalnız kaldık koca İzmir’de. Bazen takışırdı halklar birbirine ya, bunlar tatlı sert atışmalar olurdu. Biz severmişiz meğer onları, dünyamızı doldururlarmış bizim.” Torun. “Gitti yani?” Büyükannenin gözleri doldu birden. Kurulduğu yerden balkon demirlerine sıkıca tutunarak ayağa kalktı, şehir ışıklarının kızıllaştırdığı gökyüzüne çevirdi yüzünü, “Gitti. O da pek çok diğerleri gibi ailesine bile haber vermeden gitti. Gidişini bir ben bildim, bir bizim evin bahçesindeki limon ağaçları, bir de sadece yemek yemek için bahçeye uğrayan kedimiz Mestan. Gitme diyemedim; deseydim ne olacaktı ki? Aradan beş yıl geçti, ben dedenle evlendim tabii… Bir gün mahalleye acı haber geldi. O gün nasıl da dişim ağrıyor, işte artık iyice çürümüş olan bu yirmilik… Konuşulanlar Hızır gibi yayıldı etrafa. Çatışmada ölmüş, vurmuşlar onu. O gün bu gündür bu yirmilik dişi dokundurmadım kimseye. O sızladıkça varlığını hatırlayayım diye, o sızladıkça içimde açılan büyük yarayı unutmayayım diye.” Torun, burnunu çekti. İkisi de bir zamanlar bu sokaklarda volta atan adımları arıyor gibiydiler.

50


Büyükanne: “İşte ben her gece bizlere ve ona dua ederim. Belki bulunduğum yerden sesimi duyar. Duyar mı dersin?” Gece, sabahın ilk ışıklarına kadar bitmeyecekti besbelli. Torun, hiç anlatmadı büyükannesine okulda tanıyıp âşık olduğu Yahudi genci, aynı ülkede yaşadıkları halde aradaki engelin büyüklüğünü ve tam da o gece bir kısa mesajla ayrıldıklarını. Büyükanne yaşadıklarının her ayrıntısını hafızasına kazımış olduğu kadarıyla aktardı geceye. Konular, kişiler, yaşananlar, hikâyeler, hatıralar ve devlet sorunları birbirine karışıp ıhlamur ağaçlarının yapraklarının, denize ve birbirlerine bakan beton binaların arkalarına gizlenseler de İzmir; yaşadığı her olaya yeniden kavuşuyordu dudaklardan sıyrılan kelimelerle. Büyükanne: “Ver bakayım bana da bir cigara. Yıllar oldu içmedim ama bir iki çekeyim içime.” Torun: “Aman babaanne, bir şey olmasın?” Büyükanne: “Olmaz olmaz, sen ver içelim karşılıklı. Ama söz ver kısa zamanda bırakacaksın bu illeti!” Ertesi sabah ikisi de dişçinin karanfil esansı karışmış ilaç kokulu duvarlarına bakıp sıralarını beklerken yirmilik dişleri çektirmeye karar verdiler.

Son

teknoloji, insanı sinir eden sesler dışında ikisinin de acı duymasına meydan 51


vermedi. Sol yanağın en gerisinde kalan boşluk hatırlatacaktı eskileri. Boşluk bir süre durup rahatsızlık verecekti ama zamanla iyileşecek, belki ara sıra sızlayacak, yine de o kadar dişin arasında hiçbir zaman kapanmayacaktı; oradaki boşluğu dolduran diş gitse bile…

52


Resim Heykel Müzesi ve Serginin Sergisi'nden Esinler Ümran Bulut Resim Heykel Müzesi ve Serginin Sergisi’den,İstanbul Resim Heykel Müzesi kuruluşundan bugüne kuşkusuz İstanbul’da tek olmanın ayrıcalığını yaşar. Yetersiz şartlarına rağmen koruduğu resimler, heykeller, seramikler, hatlar, ikonlar açısından hep dillerdedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri sanat anlayışını yansıtan örneklerden Osman Hamdi resmine, Hoca Ali Rıza’nın manzaralarındaki ayrıntıcı yaklaşımdan “d”grubu sanatçılarının Batıya öykünen yenilikçi tarzlarına, Kurtuluş Savaşı konulu resimlerden natürmort ustaları diye anlatacağımız ressamlara değin Türk Plastik Sanatlarının önemli örneklerini barındırır. Arşiv çalışmalarını sürdürür, eser restorasyonuna ciddi yaklaşır. Gözdedir, ancak kimi zaman ötelenilmişliğin yalnızlığı içinde kalır, kimi zaman bakımsızlığı ile suçlanır, yerilir…

Müze, Türk Plastik Sanatlarının başlangıcından ve gelişim çizgisinden haberdar olunmasını sağlayacak, bilgiler verecek, araştırma yapılacak zenginliktedir. Açılan sergilerle, tıpkı -Haziran 2009’dan beri izlenen- Serginin Sergisi’nde olduğu gibi, depo müzecilik anlayışından kopup, sanatı paylaşımcılara açtığı etkinlikler düzenleyebilir. “Serginin Sergisi” müzenin 1937’de açılışı için hazırlanan ilk sergisini konu edinmişti. Zamanın belgeselliğini bugüne taşıma özelliğiyle bir ilkti. Gerçi, açılış sergisinin tamamını görme fırsatını sunmuyordu; yine de konu başlıkları düşünüldüğünde, yayınlar incelendiğinde yoğun ve uzmanların katılımcılığı ile Türk sanatının belleği için hazırlanılmış olduğunu kanıtlıyordu. Fotoğraftan Resim, Osmanlı Ressamları, Türk İzlenimcileri, Cumhuriyet Dönemi Sanatçıları, İnkılâp Sergileri gibi beş başlığı ele alarak kurgulanmış olan sunuma kendinizi kaptırarak gezmeniz ayrı bir keyif; pek çok eseri yakından izleme olanağında dakikalar geçirmek ise kaçırılmayacak bir fırsattı. Son yıllarda İstanbul’daki özel müzelerdeki süreli sergilerde görülen 53


başyapıtların ötesinde Türk Sanatı belleğini oluşturan tabloların, heykellerin müzenin depolarından çıkarılarak sergilenmesi tüm sanatseverlerin unutamayacakları buluşmalardı. Arif Bedii Kaptan’ın “Cumhuriyet’in Gençliğe Tevdii” isimli resmi bunlardan sadece biriydi. Melek Celal Sofu’nun, Nurullah Berk’in, Zeki Faik İzer’ in, Şeref Akdik’ in zaman zaman değindikleri konular da hep aynı duyarlılıkla üretilmiş resimlerdi. Resim Heykel Müzesi, Cumhuriyetimizin ilk yıllarında Atatürk’ün emriyle kurulmuş ilk plastik sanatlar müzesi olarak da önemlidir. Atatürk’ün müze için uygun gördüğü Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi hiç kuşkusuz O’nun sanata ve sanatçıya verdiği değerle örtüşen bir düşüncedir. Çağdaş kentleşme girişimciliğinde eskinin korunarak çağdaş hizmet mekânları olacak koşullarda yenileştirilmesi ise aynı zamanda da tarihi geçmişin korunması açısından önemsenmesini gerektirir. Bu anlamda Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi gibi özel bir binanın, Atatürk tarafından müze olarak belirlenmesi gelecek kuşakların sanata yaklaşımlarında kılavuz olma niteliklidir. Resim Heykel Müzesi’sinin dış kapısından girişte bile tarihi mimari ile değişik bir etkileşimi hissederek yürürsünüz. Kısa yolun sonunda çift taraflı merdivenlerle ulaştığınız giriş salonu görkemli yapının mimari inceliklerinden o sırada haberdar olmanızı sağlayacak estetiktedir. Müzedeki eserlerin varlığı da tüm bu güzelliklerle örtüşecek güçtedir, bilirsiniz. Bu bağlamda Mimar Sinan Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Rahmi Aksungur’un sürdürülmekte olan restorasyona ilişkin verdiği bilgiden, süreçte açılacak sergilerle hem müzeyi gezip hem de çalışmalara tanıklık edebileceğinizi öğrenmek son derece etkileyici ve umutlandırıcıdır. Yaşamak ve paylaşmak üzere…

54


Talip Apaydın ile Söyleşi Onur Keşaplı Talip Apaydın’ın telefonunu geçtiğimiz aylarda örgütümüzün en büyük destekçilerinden değerli edebiyatçımız Adnan Binyazar’dan almıştık. Köy Enstitülerini işleyeceğimiz ayda her iki aydınımızın da yazılarını yayınlamak istiyorduk. Özellikle “Bayramda Çalışırız Bayramlar İçin” adlı yazısıyla enstitü ruhunu tüm sıcaklığıyla yüreğimize işliyordu Talip Apaydın. Telefon açtığımda son derece kibar, saygılı bir tonla yazısını yayınlayacağımız için onur duyacağını söyledi. Şaşırmıştım çünkü karşımda hem cumhuriyet tarihimizin hem de edebiyat tarihimizin bilge çınarlarından biri vardı ve bu değerli aydınımız başta Orhan Kemal Edebiyat Ödülü olmak üzere sayısız başarıya imzasını atmış bir yazarımızdı. www.azizm.org da yazısı yayınlanacağı için onur duyacağını söylediğinde ne cevap vereceğimi bilemedim. Böyle bir mütevazılığa, ağır başlılığa, saygıya sanırım bizim kuşağımız hiç alışık değil. Kendisiyle Ören’de görüşüp sohbet edebilme dileğimi ileterek telefonu kapattım. Uzun yıllar “Küçük Moskova” olarak adlandırılan ve sayısız aydınımızı barındırmış ve hala barındırmakta olan Ören’in Sunar Sitesi’nde Talip Apaydın’ın dairesi buldum ve aynı saygı ve mütevazılıkla kapıyı açtı. Kendisinden söyleşi için gün alıp gidecektim ama yine de beni evine davet etti büyük bir nezaketle. Okunmakta olan gazete, dergi ve kitaplarla dolu masada biraz sohbet ettikten sonra söyleşi gününü belirledik. Ekip olarak oraya gittiğimizde bu sefer Talip Apaydın Köy Enstitüsü mezunu bir diğer aydınımız olan, 59 yıllık eşi Halise Apaydın’la karşıladı bizi. Yaklaşık iki saat boyunca dünü, bugünü, geleceği, cumhuriyeti, enstitüleri, edebiyatımızın dünü ve bugününü konuştuk. Gazoz, çay, sigara böreği ve kurabiye ikramlarıyla birlikte oldukça sıcak, aydınlatıcı, ufuk açıcı, bir söyleşi oldu. Halise Apaydın’ın da katıldığı söyleşiye Talip Apaydın kendini tanıtarak başlamak istedi. Biz de bilge çınarı kıramazdık tabiî ki. Dilerim sizler de okurken bizim aldığımız kadar keyif alırsınız aziz dostlar… Talip Apaydın - Adım Talip Apaydın. 1926 yılında Polatlı ilçesine bağlı Kapuluk Köyü doğumluyum. Annem ben üç yaşındayken öldü ve zor bir çocukluk geçirdim. Köy okulunda okudum sonra bir rastlantı olarak girdiğim 55


Çifteler Köy Enstitüsünü bitirdim. Oradan Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsüne seçilip gittim. Üç yıl orda okudum ve o yıllardan itibaren yazmaya başladım. Şiir, roman, öykü yazdım. 1946’da mezun olduktan sonra Tokat, Amasya gibi çeşitli yerlerde 30 yıl öğretmenlik yaptım. Öğretmenliğim zor geçti çünkü biz daha öğrencilik yıllarımızda fişlenmiştik solcu diye. Hâlbuki biz solun ne olduğunu bile tam olarak bilmiyorduk. Marks’ı okumamıştık. Sabahattin Ali öyküleri Nazım Hikmet şiirleri okuyorduk yalnızca. Buna rağmen fişlenmiştik ve tüm 30 yıllık öğretmenlik hayatımızda hep öyle kaldık. Eşim Halise Apaydın’la 59 yıldır evliyiz. Üç çocuğumuz var. En büyükleri iktisat okudu. Ortanca müzik öğretmeni ve en küçükleri yüksek mimar. Burada Ören’in Sunar Sitesinde emeklilik yıllarımızı sakince geçiriyoruz.

Öncelikle bu sıcak karşılamadan ötürü teşekkür ederiz. “Türkiye’nin temeli kültürdür” ve “Köylü milletin efendisidir” sözlerinin cumhuriyetin yapı taşları olarak sayıldığı yılları yaşamış belki de genç cumhuriyetimizin en şanslı kuşağının temsilcisi olarak günümüz Türkiye’siyle o yılları karşılaştırabilir misiniz? En büyük fark fikirlerde mi yoksa üretimlerde mi? Cumhuriyet halk için halk adına çağdaş bir yaşama kavuşturmak amacıyla zor koşullarda kuruldu. Devletin ve ülkenin hemen her yeri istila edilmiş durumdaydı ve dünyanın en gelişmiş uluslarının maddi manevi desteğiyle Yunan orduları, emperyalist ordular Ankara yakınlarına kadar geldiler. Türk milleti müthiş yoksuldu, sefalet içindeydi, karanlıktaydı. İnanılması zor bir savaşa gidildi Mustafa Kemal önderliğinde ve Mustafa Kemal çok büyük bir gayretle halkı örgütledi ve olmaz bir savaş kazanıldı. Savaş kazanılmakla kalmadı, çok geri kalmış Osmanlı İmparatorluğu’nun geri, ilkel bıraktığı Türk halkını bir an önce çağdaş bir yaşama kavuşturmak için çok iyi düşünülmüş, her millete nasip olmayan durumda cumhuriyet kuruldu ve cumhuriyet kurulduğu yıllarda Türkiye çok ilkel bir durumdaydı. Bugünün en kötü şartlar altında yaşayan uluslarını düşünün, örneğin Afganistan gibi, bütün bu imkânsızlıklar içinde Mustafa Kemal cumhuriyeti halka ve meclise dayandıran bir devlet kurdu. Okuma yazma bilmeyenler %90larda ve dünyanın en yoksul ülkelerinden 56


biriyken bu halkı bir an önce nasıl okuturuz, nasıl çağdaş hale getiririz; bunun arayışları içinde olmuş Mustafa Kemal zor koşullara rağmen. İlk olarak 1926’da Öğrenim Birliği Yasasıyla beraber dini eğitim kaldırılmış, laik ve aydınlanmacı bir eğitim uygulanırsa Türk halkının kalkınması mümkün olacağı için bunu kabul etmişler. Öğretmen sayısı yetersiz, yoksulluk hat safhadayken insanları okutma çabasına girmişler. Ben yaşlı bir hocamıza sormuştum, 1925’lerde, 1930’larda Köy Enstitüleri neden kurulmamış da 1940’lara kadar beklenmiş, bana ne dedi biliyor musunuz; bu düşünceyi uygulayacak eğitimci yoktu… Aydın, eğitimli insan sayısı son derece az. Yetişen öğretmenler de ancak kentlere gidebiliyor. Atatürk yalnız bir adam aslında, etrafında sivil, asker, düşünen insan var ama sayı olarak az. Bunun için bir türlü istediği hızda ileri hamleler yapılamamış. Ancak 1940’ta dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in, kendisi Atatürk’e inanmış bir kültür adamı, onun meclisteki savunmalarıyla, Atatürk’ün ve İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve dönemin ilköğretim genel müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un –ki çok büyük bir eğitimci olduğu sonradan anlaşılmıştır- onların gayretleriyle Köy Enstitüleri kuruldu. Ve köylerden, bizleri, yani yoksul halkın çocuklarını topladılar. Enstitüye girdiğim gün hastaydım, sıtmalıydım, hem çok yoksul, hem üstüm başım perişan hem de saçlarım uzamış, denileni anlamayacak kadar cahil bir köy çocuğuydum, diğer arkadaşlarım gibi. Bizleri topladılar ve yeni bir eğitim anlayışı, eğitim çabası içinde bizleri yetişirdiler. Bir söz vardı, Rodin’e sormuşlar; bu muhteşem heykelleri nasıl yapıyorsunuz ki biliyorsunuz, Rodin müthiş bir heykeltıraş, cevaben demiş ki: “Alıyorum kaya kütlesini, fazlaları atıyorum heykel kalıyor.” Onun gibi, bizleri aldılar, fazlalıklarımızı attılar, eksiklerimizi doldurdular ve bizi yavaş yavaş okumaya ve düşünmeye alıştırdılar. Sonunda, biz on yedi bin Köy Enstitüsü mezunu köylere dağıldık, büyük bir gayretle halkımızı yeni bir yaşama alıştırmaya çalıştık, fakat yüzyıllardır köylüyü sömüren, köylüyü geri bırakan birtakım güçler vardı ki, “böyle olmaz, bunlar komünist” söylemleriyle Köy Enstitülerini boğdular. Enstitüler ancak 1940’tan 1947’lere kadar varlığını sürdürebildi, ondan sonra değiştirdiler eğitim sistemini, klasik eğitimi geri koydular. Köy Enstitüleri sistemi “iş içinde, iş amaçlı, iş için” kurulan bir eğitim anlayışıydı. Öğrencinin yalnız beynini değil, bedenini de çalıştıracak çünkü köyün öyle çok ihtiyaçları vardı ki, bilginin yanında el becerileri isteyen bir donanım gereksinimi vardı. O kadar geri kalmış bir toplumduk ki, köylü 57


nasıl keser tutacağını dahi bilmiyordu. Sağlık bilgisi ve sağlık uygulamaları çok yanlıştı. O yüzden bize dediler ki köye gidince elinize çiviyi çekici alacaksınız, evleri düzelteceksiniz, toprağı yeşertmeyi, ağaçlara aşı yapmayı, insanları tedavi etmeyi anlatıp, uygulayıp, öğreteceksiniz. Ama “öğretmen bunları yapar mı, tarım, inşaat öğretmenin işi değildir, kara tahta başında durmak öğretmenin işidir” şeklinde yaklaşımlarla üzerimize gelindi ve Köy Enstitüleri bu yönde değiştirildi. Asıl amacından saptırıldı ve böylelikle enstitüler kapatıldı, ancak bu 6-7 yıllık süreçte mezun olan on yedi bin öğretmen Türkiye’nin her tarafına yayıldı. Bugünse çoğumuz öldü 80 yaşımızı aştık. Ayakta kalanlar pek ender, ak saçlı yok saçlı, benim gibi. Fakat biz hiç unutamıyoruz enstitülerdeki eğitimi ve bugün bile Türkiye’nin kalkınması için en geçerli, en uygun eğitim olduğunu savunuyoruz. Yazdık, çizdik, çırpındık bunun için ve şimdi yavaş yavaş herkes Köy Enstitülerini konuşmaya başladı ancak elbette fırsat kaçırıldı. Enstitülerin 1947de değiştirilmesinden sonra yerlerini İmam Hatip okulları aldı, yani öbür dünya için eğitim. Bu dünyayı güzelleştiren, insanların insanca yaşamasını hedefleyen laik, bilimsel eğitimden vazgeçildi ve ülkemiz o günlerden bugüne, geri kalmışlıktan ve ilkellikten bir türlü tam olarak kurtulamadı. Bunun acısı içindeyiz biz. Belki çok alışılageldik bir soru ama Talip Apaydın’la söyleşi imkânı yakalamışken sormadan geçemeyiz. Enstitüler gerici koalisyon tarafından sonlandırılmasaydı Türkiye nerede olurdu? Ve günümüzde benzer bir politikayla yeniden enstitüler açılabilir mi? Eğer açılabilirse aydınlanma da halen bir çözüm olabilir mi? Türkiye bugün çok başka yerde olacaktı. Atatürk’ün özlemini duyduğu gelişmiş, çağdaş yaşam içinde yerini alacaktı. Bugün dış güçlere borçluyuz. Toprak altı toprak üstü tüm zenginlikleri sömürülüyor. Yarı sömürge haline geldik maalesef. Ve her alanda yabancıların buyruğu altındayız. Ekonomik açıdan, eğitim ve sağlık açısından yabancılar ne derse onu yapıyoruz. IMF’ye, Dünya Bankasına borçlanmışız. Bir söz vardır: “Borçlanan, emir de alır.” Bu sebeple Türkiye’yi kendi güdümü içinde, kendi gücü içinde yetiştiren, yöneten insanlardan da maalesef mahrumuz. Geri kalmış toplumların seçtikleri insanlar da kendileri gibidir. B. Russel diyor ki, “Aydınlanmacı eğitimlerden geçmeyen toplumlar geriye eğilimlidirler, gerici insanları seçerler.” Bugün Türkiye’deki 58


durum budur, aydınlanmacı eğitimden geçmediği için toplumumuzun büyük bir bölümü karanlıktadır, geri kalmıştır ve kolaylıkla aldatılmaktadır ve ancak o tür insanlar başa gelmektedir. Türkiye çok büyük bir fırsatı kaybetti. Köyden kente göç bu kadar olmayacaktı, işsizlik böyle vurmayacaktı, yurt dışına giden işçilerimiz gitmeyeceklerdi ve kendi içimizde her türlü sanayi gelişmiş olacaktı. Toprak çok daha iyi işlenecek ve toprak reformu yapılacaktı. Bugün milyonlarca çiftçi yurttaşımızın yeterli toprağı yok, ama öbür yanda köyleri, binlerce dönüm toprağı olan ağalar var. Neden bu topraklar topraksız insanlara dağıtılmıyor? Toprak reformu olsaydı bu durum çözümlenmiş olacaktı. Bütün Türkiye aydınlanmacı eğitimden geçecekti ve eğer geçmiş olsaydı bu iktidara oy mu verirdi? Benim boynumu kesseler bu iktidara oy vermem, ama benim içinde yetiştiğim halkım, benim köylüm bu iktidara oy veriyor, ama ben Köy Enstitülerinin aydınlanmacı eğitiminden geçtim ve maalesef onlar geçemedi. Bu kadar açık, bu kadar somut ve benim görüşüme göre kasten kapatıldı enstitüler. Türk halkı karanlıkta kalsın, ilkel kalsın ki bize oy versin açgözlülüğüyle kapatıldı her biri. Her yıl inanır mısınız, özellikle nisana ayı içinde pek çok yerlere çağırılıyoruz ve enstitüleri anlatmamızı istiyorlar. Sıkça sorulan soru şu: “Madem köy enstitüleri bu kadar yararlıydı niye vazgeçildi ve yeniden açılabilir mi?” Bu bir politika, iktidar meselesi. İktidarı ele geçiren beyinler, bugünkü hükümetler, bugünkü meclis olduğu sürece enstitüler açılamaz. Çünkü enstitülerin açılması bugünkü iktidarın tabiatına aykırı, ancak devrimci, sol eğilimli, halka, tabana inen bir iktidar olursa, ancak yeniden kurulabilir ve biz de bunun için çabalıyoruz. Fakat bazıları halkın eğitimle uyanamayacağını söylüyor; peki ya neyle uyanır? Bütün aydınlanmalar doğru eğitimden geçer. Bazıları, Türkiye’de işçi sınıfı yok diyor, elbette olamaz çünkü ülkede sanayi yok! Sanayi, sadece belli yerlerde, erklerde toplanmış. Örneğin fabrikaların çoğu Bursa etrafındadır. Neden bütün Türkiye’de yok? Ankara Gülhane Hastanesi’nde 320 doktor varmış uzman kadrosunda olan. Hakkâri’de ise 1 tane var. İyi üniversitelerimiz birkaç kentte toplanmış durumda. Her kentte üniversite açtık diyorlar, ama alt yapı yok. Örneğin tıp fakültesi açıyorlar laboratuar yok. Böyle üniversite olur mu? Yani her bakımdan Türkiye dengesiz bir durumda. Rüya görmeyelim. Bu iktidar, bu hükümet, bu meclis Köy Enstitülerini açmaz, işine gelmez. Ama halk tarafından, sol eğilimli, halkı ön plana koyan iktidar olursa enstitüler yeniden açılabilir hatta bu işi yapacak güçlü kadrolarımız, iyi 59


yetişmiş eğitimcilerimiz var. Nitekim Köy Enstitülerini kurup yönetenler de öğretmen okulu mezunu. Örneğin Tonguç, öğretmen okulu mezunudur. Fakat tabii günümüzde öğretmen okullarının eğitim anlayışı da yanlış. Öğretmenlerin birçokları üniversite mezunuyum diyerek halka, köye gitmek istemiyor. Bana bir eğitim profesörü dedi ki, 1940’larda öyle öğretmenlere ihtiyaç vardı, bugünkü öğretmenler üniversite mezunu ve çok daha bilgili, eğitimli. Ben de ona “Ansiklopediler de çok bilgilidir, şuraya 24 cilt ansiklopediyi dizin, içinde bütün bilgileri bulursunuz, ama bu öğretmen mi?” diye sordum. Öğretmenlik ayrı bir şey. Öğretmen, öğrencilerinin önünde anlattığı doğrularla ve davranışlarıyla örnek bir kişi olacak. Halka giden, çocukları seven öğretmenler olacak. Bugün bu öğretmenler yetişmiyor. Dayak aldı yürüdü, kız erkek ayırıyorlar. Okulların müdürleri İmam Hatipli, öbür dünya için eğitim. Bir müzik öğretmeninin veya bir resim öğretmeninin bilgisi çok yetersiz ve fonksiyonu kalmadı. Hâlbuki sanat insanın en insan yanıdır. Sanat bakımından eksik kalan insanların Atatürk’ün dediği gibi hayat damarlarından biri eksiktir. Sanata çok önem vermek gerek ve enstitü eğitimi bunu yapardı. Her çocuk kitap okumanın yanında mutlaka bir mandolin çalacak, bağlama çalacak, şiir yazacak, edebiyatla ilgili olacak, yani çok yönlü olacak. Edebiyat bütün bilimlerin, kültürlerin temelidir. Edebiyatı sevdirmeden aydın, insan yetişmez. Bugün milyonlarca insan mezun oluyor, eğitimli sayısı Türkiye’de arttı fakat kitap okuyan kaç kişi var? Japonya’da bir kişi yılda 32, Almanya’da 25 kitap okuyor ama burada 2 kişiye bir kitap düşüyor, öyleyse burada bir kişi yılda yarım kitap okuyor. Yani biz okumaz bir toplumuz ve bu isteyerek yapıldı. Yıldız Kenter’le bir zaman televizyonda bir konuşma yaptılar, Kenter dedi ki, “Biz konservatuarda öğrenciyken hocalarımız, öğretmenlerimiz hep kitap okuyun dediler. Bizim cebimizden, çantamızdan kitap hiç eksik olmazdı” ve “biz” dedi “durmadan kitap okurduk, çünkü biz Hasan Ali Yücel döneminin öğrencileriydik.” Öyle bir Milli Eğitim bakanıydı ki dünya klasikleri tercüme edildi. Konuşmalarında hep kitap okumanın önemini anlatırdı ve o dönemde her alanda; sanat alanında, bilim alanında, düşün alanında çok değerli aydınlar yetişti. Bugün kalburüstü sayılan insanlarımızın çoğu o dönemde yetişti ve Yücel’den bu yana böyle bir milli eğitim bakanı daha bu ülkeye gelmedi. Yani kitap okuma özürlüsü haline gelen bir toplum olduk. Eğitim bu kadar yozlaştı ve amacından saptırıldı, onun için Türkiye bu geri kalmışlıktan kurtulamıyor. Türkiye’de her alanda çok 60


gelişmiş insanlar var, ama bunlar halka inemiyorlar ve azınlıkta kalıyorlar. Halk onlardan gereği gibi yararlanamıyor. Ama okumayan diplomalı cahiller mezun oluyorlar. Ben yaşlı bir öğretmen olarak bunun üzüntüsü ve sıkıntısı içindeyim. Bazen uykularım kaçıyor, Türkiye 85 yıl sonra nereye getirildi? Hala yedi milyon insan okuryazar değil. İstanbul’da bir milyon insan okuryazar değil. Güneydoğuda kadınların büyük bir kısmı okuryazar değil!

İzninizle bir şey eklemek istiyorum. Günümüzde yapılan açılımlar o bölgedeki kadınların eğitimiyle ilgili değil. Demokratik açılım olarak adlandırılan süreçlerin kalkınmayla, aydınlanmayla alakası yok. Bunlar hep lâfazanlık. Temele inmeyen bir takım laflar bunlar. İnsanların en başta ekonomik olarak kalkındıracaksın. İnsanlar kimseye muhtaç olmayacak. Atatürk’ün zamanında kapatılan tekkeler ve beraberinde cemaatler, aşiretler aldılar başlarını yürüdüler yine. Hatta milletvekili oluyorlar. Halkı sömüren aşiret reisleri, cemaatçiler seçilip geliyorlar meclise. Eğitimle birlikte her şey bozuldu. Örneğin sağlık, ilaç sektörü Türkiye’de birkaç zenginin tekelinde ve ilaçlar alabildiğine pahalı olduğundan halk gereği kadar ilaç kullanamıyor. 61


Sağlıklı hizmetleri dışında ekonomi zaten iflas etmiş durumda. Yani Türkiye geri kalmışlık çemberinden kurtulamıyor. Azizm olarak Kemalist Devrimin en parlak yıldızı olarak tanımlıyoruz Köy Enstitülerini. Enstitü yıllarınıza dair belki de en çarpıcı anınızı sitemizde de yayınlanan “Bayramda Çalışıyoruz Bayramlar İçin” adlı yazınızla tüm okurlarımızla da paylaştık. Bu destansı anı dışında o yıllara dair anılarınızı dinleyebilir miyiz? Örneğin Tonguç Baba ve Hasan Ali Yücel’le ilgili anılarınız nelerdir? İsmail Hakkı Tonguç, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünde üç yıl eğitim hocamızdı. İş eğitimini, işe dayalı eğitimi inceledik birlikte. Pek çok güzel konuşmaları vardı. Ben onların bazılarını defterime not etmişim zaman zaman açar okurum. Bir gün bize “İlk dikiş iğnesi kim yaptı? İlk tekerleği kim düşündü? Bilinmiyor. Oysa bunlar insanlığa Napolyon’dan, Sezar’dan çok hizmet etmişlerdir” dedi. Halkın öncüleri bunlar, halkın yaşamını değiştiren, güzelleştiren emekçiler bunlar. Yani işe dayanmayan, el emeğine dayanmayan her şey boş. Eller beynin uzantısıdır. Etrafımızda ne görüyorsak her şey el emeğiyle yapılmıştır. El emeği kutsaldır. Bundan uzak olan toplumlar geri kalmaya mahkûmdur. Din okullarında biliyorsunuz boyuna Kuran ve ayetler ezberletilir. Ve bu şekilde öbür dünyada hurilerle bilmem nelerle güzel bir hayattan bahsederler. Hâlbuki oraya gidip gelen de yok. Yunus Emre 13. Yüzyılda diyor ki “Yalancı dünyaya konup göçenler, ne söylerler ne bir haber verirler, üzerinde kuru otlar bitenler, ne söylerler ne bir haber verirler. Kiminin üstünde dikenler biter kiminin başında sıra selviler, kimi güzel kimi masum, ne söylerler ne bir haber verirler.” Osmanlı 600 yıl öbür dünya için eğitim yapmış. Selçuklular öyle bugünkü İslam ülkeleri öyle. Öbür dünyada daha iyi mi yaşanıyor hiç belli değil. Hıristiyanlık da öyleydi ancak Rönesans ve aydınlanmacı süreçten sonra asıl yolun aklın yolu olduğunu kavradılar. Bilimler, sanatlar bu dünya için. Bu dünya içinde her şey. Hıristiyanlık zamanla etkisini kaybetti fakat İslam ülkelerinde durum bu değil. Bu ülkeler hala dünyanın en yoksul, geri kalmış ülkeleri. Neden? Çünkü öbür dünya için eğitim veriyorlar. Atatürk laiklikle bu durumu tersine çevirmek istedi. Önemli mesafeler kat edildi ancak ilerleyen dönemde vazgeçildi. Yönetici kadrolar hatta acı bir gülümsemeyle söylüyorum ama demokrasi… Türkiye’de demokrasi var mı? 62


Türkiye’de verilen oylar bilinçli oylar mı? Güneydoğuda okuma yazma bilmeyen kadın kendisi için mi oy kullanıyor? Kocası şuraya ver diyor. Zaten kocasına da aşiret şuraya oy ver diyor. Demokrasi midir bu? Demokrasi her insanın kendi ihtiyaçlarını, dünya görüşünü temsil etmeli. Türkiye’de bu böyle mi? Eğitiminizi müzik alanında tamamladığınızı biliyoruz. Fakat müzik yerine edebiyat. Bunun sebebi nedir? Edebiyata yönelirken sizi etkileyen yazarlar kimlerdi? Dediğim gibi Köy Enstitülerinde kitap okumaya çok önem verilirdi. 40lı yıllarda tabi şimdiki kadar bol kitap yoktu. Yinede bütün yayınlanan kitaplar, dergiler kütüphanemizdeydi. Her okuduğumuz hakkında özetler çıkarırdık. Ben ilk defa Sabahattin Ali öyküleriyle sarsıldım. Önce pek çok kitap okumuştum tabi. Mesela Tolstoy okumuştum doğru düzgün bir şey anlamamıştım. Dostoyevski’yi uzun yıllar anlayamadım. Kafkalar ve daha birçoğu… Yani her dönemin okuyacağı kitap ayrı, 10 yaşın 15 yaşın 20 yaşın okuyacağı kitaplar ayrı. Ve bize tavsiye eden de pek yoktu. Biz kendi tercihimizle, okuya okuya seçmeye başladık. Ben meğer dönemime göre yanlış kitaplara yönelmişim. Mesela bir gün 13-14 yaşlarımda Paul ve Virginie geçti elime. O Paul ve Virginie beni büyüledi. Ordaki Paul’ı kendim yerine koyuyorum Virginie’i hayalimdeki bir kız olarak canlandırıyorum, ona âşık oluyorum… Sonra Denizler Altında Yirmi Bin Fersah beni etkilemişti. Sonunda kendi kendime seçim yapabilmeyi öğrendim. Derken Sabahattin Ali öyküleri vurdu beni. Hala Türkiye’nin en büyük öykü yazarlarından birisidir. Edremit’te geçen Kuyucaklı Yusuf hala en önemli romanlarımızdan biridir. Ve benim önüm açıldı adeta. Şiirler, öykülerle birlikte 13-14 yaşlarımda acemice ama içimde uyanan büyük hevesle başladım yazmaya. Derken İstrati’yi keşfettim. Birçok kitap ve yazılarını okudum. Hala birçoğu ezberimdedir. Mesela Akdeniz adlı yapıtında İstanbul’a Mısır’a da gitmiş olan Romen bir inşaat işçisi bir yerde diyor ki “İskenderiye’nin Nil kıyısında lokantada bir haftalık kazancımı bir oturuşta yiyordum çünkü çok almak için çok vermek lazım. Orada can sıkıntısından patlayan zenginleri gördükçe zengin olmadığıma şükrediyorum.” Aradan 60 yıl geçti hala hafızamda. Çocukları yazarlarla yüz yüze getirmek lazım. Ben torunuma daha şimdiden kitaplarını ayırıyorum. Yani çocuklara okumayı 63


düşünmeyi aşılamak gerek. Ve kitap okuma düşündürmeye de başlar. Ezberlemek öğrenmek demek değildir, öğrenmek anlamak demektir. Anlayınca da eleştireceksin, eksiğini yanlışını irdeleyeceksin. Okumak genel kültürü arttırıyor. Bir tarihte Profesör rahmetli Hüsnü Göksel -ülkemizin yetiştirdiği en önemli uzmanlardan biri- ile birlikte kitap imzaladık ve edebiyat kültürüyle karşılaşınca şaştım kaldım. Benim okuduğum yazarların hepsini okumuş. Tolstoy’dan bahseder oldum Tolstoy’u benden çok daha iyi biliyor. Dedim “Hocam siz tıp insanısınız ve çok zorlu bir meslek. Nasıl fırsat buldunuz da bu kadar çok okudunuz?” şu şekilde yanıtladı: “Edebiyat bütün bilimlerin temelidir. Edebiyatı sevmeyen, edebiyatla meşgul olmayan hiçbir aydın kendi dalında da başarılı olamaz.” Günümüzde okullarımızda o kadar kötü bir edebiyat eğitimi var ki çocuklara okuma aşkı aşılanamadığı gibi çocuk nefret ediyor, mezun olunca kitabını yırtıp atıyor bazen. Daha bu sene Ankara’da Eğitim Bilimleri Fakültesine çağrıldık üç arkadaş ve orada Türkiye’deki eğitim üzerine konuşacağız. Girerken çimlerde kızlı erkekli genç kalabalıklar gördüm. Ancak amfiye girdiğimizde bomboş sıralarla karşılaştık. Sıra bana geldiğinde “Saygı değer dinleyenler ve saygı değmez boş koltuklar, söyleyeceklerimi neden dışarıda oturan insanlar dinlemiyorlar? Neden merak etmiyorlar?” diye konuştum. Eğer eğitim bundan birinci derecede etkilenecek öğrenci de merak uyandıramıyorsa o eğitim yanlış eğitimdir. Merak uyandıracaksınız. Merak olmayan insan keşifleri, buluşları nasıl yapabilir? Merak etmeyen insan nasıl hastalıklara tedavi bulabilir, merak etmeyen insan Amerika’yı keşfedebilir mi? Geçenlerde bir yazı okudum Arabistan çöllerinde yaşayan bir akrep varmış. Çölde nasıl hayatta kalıyor, nasıl ürüyor, neyle besleniyor? Bunu kim incelemiş biliyor musunuz? Bir Fransız yazar. İki sene bu akrep türünü incelemiş. Her gün devenin önünde görüyor Araplar o akrebi ancak merak etmiyor, incelemiyor ve bir Fransız bilim insanı geliyor, inceliyor, yazıyor. Van Üniversitesi çağırmıştı iki sene önce. Bir İtalyan kadın gelmiş Türkiye’ye köyleri, kasabaları tüm Anadolu’yu araştırmış ve burada tam 200 çeşit peynir yapıldığını ortaya koymuş. Ve bunların arasından bir köylü kadının yaptığı peynir rockefellar peynirinin aynısı olduğunu söylüyor. Ya onlar bizden öğrendi ya köylü kadın onlardan. Fakat onların bunu bir sır gibi sakladıkları ortada ama yine de tat aynıymış. Üniversite rektörü ziraatçıydı ve ona bunu ne diye bir İtalyan kadının keşfettiğini bunca üniversite ve ziraat mühendisliği öğrencileri ve mezunlarının 64


neden incelemediğini sordum. “Bu da bizim ayıbımız” diye yanıtladı beni. Merak olmazsa keşifler olmaz, ilerleme olmaz. Öğrencilerde merak uyandıracaksınız. Edebiyat tarihimizde köy edebiyatı olarak adlandırılan akımın önde gelen temsilcileri arasında gösteriliyorsunuz ve ilk romanınız “Sarı Traktör”le birlikte eserlerinizde köyü anlattınız. Günümüzde ise köy edebiyatının rafa kaldırıldığını görüyoruz. Sizce bunda köyden kente göçün giderek artması mı daha etkili oldu yoksa gelişen edebiyatımızda artık köy edebiyatına gerek kalmadı mı? Biz yazmaya başladığımız yıllarda yani 1940ların ikinci yarısı ve 1950lerde daha enstitü sıralarındayken yazdığımız şiirlerimiz, yazılarımız dergilerde yayınlanmaya başladı. O dönemin aydınları bize çok önem verdiler. Derken kitaplarımızı yayınlamaya başladık. Önde gelen kitap evleri ve gazeteler kitaplarımızın tanıtımlarını yapmaya başladılar ve ilgi de uyandırdı. İlerleyen yıllarda gerici iktidarlarca geriye götürülen Türkiye’de bu durum birden bire değişti. Bazı eleştirmenler de ortaya koyduğumuz edebiyatı “köyden edebiyat çıkmaz, roman çıkmaz, köy insanı ilkeldir, ilkel insanın romanı da ilkel olur” gibi sözlerle kötülemeye başladılar. O günlerde Fakir Baykurt’la birlikte Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu ziyarete gittik. Bize “Biz köyü tren pencerelerinden gördük, köyü bilmiyoruz. Ancak siz içinden geliyorsunuz yazın. Yazın çünkü köyde çok roman var. İnsanımızın temeli, altyapısı orda, yazın.” dedi. Türk edebiyatının mihenk taşlarından, çok önemli bir kültür insanı Yakup Kadri böyle diyor. Ancak neredeyse züppe olarak tanımlayacağım bazı kentli eleştirmenler yeter bu köy edebiyatı diyerek yapıtlarımızı “tezek kokan roman” olarak adlandırmaya kalktılar. Bizi böyle aşağıladılar. Derken 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri büsbütün sol edebiyatın, toplumcu edebiyatın, gerçekçi edebiyatın arka planlara atılmalarına sebep oldu. Dergiler ve elbette anlayışları değişti. İnanır mısınız gönderdiğimiz kitaplar basılmaz oldu. Eskiden ta evimize gelen dergi sahipleri sonradan kitaplarımızı, yazılarımızı yayınlamaz, ilgi göstermez oldular. O dönemde hakkımda açılan bir davada savcı kitabımdaki bir betimleme üzerine bana sorular sordu. Ankara’da yüksek bir binanın balkonundaki kadınla aşağı gecekondu mahallesindeki bir kadının göz göze gelmelerini anlatmıştım. Savcı bana bununla ne demek istediğimi, ne anlatmak 65


istediğimi sordu. Dedim ki bu artık sıkça görülen bir durum ülkemizin gerçeklerinden biri. Bana burada sınıf çatışmasını mı anlatmaya çalıştığımı sordu. Ben de ona “Sınıf çatışmasını şimdi siz söylediniz” dedim. 12 Eylül sonrası Türkiye’nin geriye gidişi daha da hız kazandı. Toplumcu edebiyatın önde gelen isimlerinden olduğunuz bir gerçek. Peki, özellikle 80 sonrası post modern olarak adlandırılan süreçte toplumcu edebiyatın durumunu nasıl görüyorsunuz? Başka şekilde sormak gerekirse bireyin ön planda tutulduğunu hissettiğimiz son dönem Türk edebiyatını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bugünkü post modern olarak tanımlanan edebiyat halktan ve onların sorunlarından uzak, mesuliyet duygusu olmayan, bir tasası olmayan edebiyat anlayışıdır. Bunlar insan bunalımlarını, aşklarını anlatıyorlar. Bir yığın laf var ancak memleket yok, halk yok, yoksul insanlar yok. Böyle bir edebiyat anlayışında enstitülü yazarlar ve tüm toplumcu yazarlar adeta arkaya atıldılar. Örneğin benim kitaplar yakın bir tarihe kadar artık basılmıyordu ve arayan insanlar asla ulaşamıyordu kitaplarıma. Ama en son Literatür Yayınevi’nin çabalarıyla kitaplarım yeniden basıldı. Her şeyin ötesinde kitap satışları düşük, genel olarak okuyan yok kısacası. Biz enstitülü yazarların Türk edebiyatına katkısı, bir eleştirmenin de altını çizdiği gibi edebiyatın coğrafyasını değiştirmek, genişletmek oldu. Eskiden İstanbul’da yetişen yazarlar yalnızca İstanbul’u anlatmışlar. Ankara’dan bile yetişen yazar pek yokmuş. Cumhuriyetle birlikte eğitimin Anadolu’ya yayılmasıyla edebiyatın coğrafyası genişlemeye başladı. Yaşar Kemaller çıktı, Orhan Kemaller çıktı, enstitülerle birlikte bizler çıktık ve edebiyatın konusu bütün yurda yayıldı. Fakir Baykurt Burdur yöresini, ben Ankara yöresini, Dursun Akçam Ardahan yöresini anlattı. Bu ileride böyle anılacak. Köy Enstitülü yazarlar köyü anlattılar, halka gittiler, köylünün de duygularını, sıkıntılarını anlattılar. Herkesin romanı yazılabiliyorsa bir köylünün niye yazılmasın. Bir yazar şöyle söylüyor aynen “Bir hamalın da Kral Hamlet kadar derin bir ruhu vardır. Yeter ki oraya inmeyi bilelim.” En büyük zekâ halkın zekâsıdır, halk yaratır her şeyi. Yani halksız edebiyat olmaz örneğin büyük Rus Edebiyatı hep halktan bahseder.

66


Bir anlamda köyün yerini şehirlerdeki gecekonduların aldığını söyleyebiliriz. Buna rağmen bir gecekondu edebiyatından söz edilemiyor sizce bunun sebepleri nelerdir? Az da olsa örnekleri yok değil. Örneğin benim “Kente İndi İdris” adlı romanım köyden kente göç etmiş bir adamın nasıl tutunduğunu, gecekonduda nasıl yaşadığını, nasıl yalnız kaldığını anlatır. Rahmetli Ruhi Su alt katımızda otururdu, “Kente İndi İdris”i ona imzaladığımda bana “Koca kentte yalnız kalmış kimse yardım etmiyor, iş arıyor, hamallık yapıyor… O adamın yalnızlığını öyle güzel anlatmışsın ki içimde hissettim” dedi. Sonra Kemal Ateş eserlerinde gecekonduyu anlatır. Yalnız tabi gecekondu gelip geçici bir hayat, ne köy ne kent, ikisi arasında bocalayan insanlar. Bunlar kalıcı değil, değişken. Köyden gelenler anında kentli olamıyor. Başta Orhan Kemal Edebiyat Ödülü olmak üzere sayısız ödüle layık görülmüş bir yazar ve her daim genç bir aydın olarak Talip Apaydın’ı önümüzdeki yıllarda ne gibi projelerde göreceğiz? Tabi oldukça yaşlandım ve eskisi gibi yazamıyorum. Hanımım ve çocuklarla hep kavga ediyoruz, bilgisayara geçemedim hala. Oğlum yeni bilgisayar almak istiyor bana ama ben daktiloyla yazmaya devam ediyorum. Birçok yayın düzenli yazı istiyor benden. Yeniden İmece dergisi ki beğenerek takip ettiğim bir dergi, benden her ay düzenli yazı istediler. Onlara gönderiyorum yazılarımı. Büyük projeler için kendimde enerji bulamıyorum belki de. Ama konferanslara sık sık çağrılıyorum ve elimden geldiğince gidiyorum. İnanır mısınız son yıllarda Avrupa’nın 8-10 şehrine çağrıldık. İki yıl önce New York’ta bir konferanstaydım. Her sene üniversiteler, fakülteler çağırıyor bizleri ve seminerlerde çeşitli platformlarda konuşmalar yapıyorum. Çoğu elbette enstitülerle ilgili oluyor. Ancak ilginçtir nereye gidersem gideyim enstitü mezunlarının çocuklarıyla karşılaşıyorum mesleklerinde başarıyla ilerlemiş olarak. Gittiğim bir konferansta katılımcılar arasında üç profesör Köy Enstitüsü mezunlarının çocuklarıydı. Aras Kargo’nun yöneticisi benim öğrencimmiş mesela. Burhaniye Belediye Başkanı, Kadıköy Belediye Başkanı… Peki, buna sevinelim mi üzülelim mi? Sadece 6-7 yılda bu etkiler bırakılıyorsa demek ki Enstitü ışığı kesilmeseydi neler olacaktı? 67


Büyük şairimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya bu konuyu sorduklarında Dağlarca “Köy Enstitülerini kapatanların mezarlarına ...” diyerek cümlenin devamını boş bırakmış. Tam Dağlarca’ya uygun bir cevap! Yine Sabahattin Eyüboğlu’nun bir sözü var: “Köy Enstitüleri hakkında ne düşündüğünü söyle sana kim olduğunu söyleyeyim!”

Halise Apaydın - İsmail Hakkı Bey’in yıllar önce bana bir sözü var, Köy Enstitüleri kapatılmış ben de tayin yaptırıyorum ancak ortaöğretime vermiyorlar bizi. Yüksek Köy Enstitüsü mezunu olduğumuz halde ilkokulda çalıştırıyorlar bizi. Yani Yüksek Köy Enstitüsünü kabul etmiyorlar orası kursmuş onlara göre. Üç yıllık kurs dünyanın neresinde görülmüş ayrı bir mesele tabi. Biraz takviyeyle uğraştım ve Talim Terbiye kurulundan sonunda bir ortaokula müzik öğretmeni olarak tayinimi yaptırttım. Evraklarımı gördüğünde senin tayinini zor çıkartmışlar dedi. 10-15 tane evrak vardı elimde ve bunların hiç birine gerek olmadığını söyledi. Sudan sebeplerle beni meslekten men edebileceklerini ve bu sebeple köyde öğretmenlik yapmamın daha iyi olabileceğini söyledi. Sonrasında “Ama şunu unutma, bu memleket sizi mumla arayacak. Öyle bir temeliniz var ki 68


sizin bu memleket sizin gibi temelden yetişen bu memlekete lazım olan elemanı yetiştiremez. Sizi mumla arayacaklar bir gün.” Sizler de belki arayanlardansınız… Bir gün bir dost bana “Köy Enstitüleri sadece 17.000 mezun verdi ancak enstitü mezunlarının bana gönderdiği kitaplarla kütüphanem dolu. Halen 550 tane olan İmam Hatip okullarından şuana kadar neredeyse 400.000 civarı mezun çıktı ve neredeyse bir o kadar da öğrencileri var ancak ortada tek bir kitap yok. Aradaki fark nedir siz de köylerden alındınız onlar da?” dedi. Farkı şöyle açıkladım “Biri düşündüren eğitim, aydınlanmacı eğitim, öteki ezberleten eğitim. Aradaki fark bu kadar açık.” Köy Enstitülerinden mezun olup hala hayatta olanlar, örneğin ben, hala çalışıyoruz, üretme peşindeyiz. Azizm Sanat Örgütü olarak çok teşekkür ederiz Talip Bey ve Halise Hanım bu keyifli ve fazlasıyla öğretici, aydınlatıcı söyleşiden ötürü. Biz de çok teşekkür ederiz. Söylediğim gibi sayıları az da olsa, bunca kötü eğitime rağmen üniversitelerimizden düşünen gençler çıkıyor hala çünkü aklın yolu birdir. Düşünmeye başlayan insan doğruyu er geç bulur. Ve bunu okuyarak geliştirirse bir aydın olur.

69


Kumsal Tuğçe Duysak Denizin var olan tüm masumluğuyla güneşi selamladığı saatlerde Ege’de herhangi bir kumsalda gözümüz… Emekli olduğu göbeklerinde belli olan iki adam görülüyor uzaktan. Biri, şezlongları yerleştirmekte olan çocuğa başıyla selam veriyor. Çocuk ise ağzında şivesiyle özünü koruyan teyzenin, küçük bir çocuk tarafından çekiştirilmesine şaşırmış, tepki veriyor. Az sonra kumları açan küçük çocuk, teyzeyi kumlara yerleştiriyor. Kum hala yakmayacak sıcaklıkta teni. Bu sebepten olsa gerek hep bu anlar da gömdürür bu teyze kendini. Emekli adamlar, çoktan terlerini denize bırakmış olmanın mutluluğuyla kurulanırken şezlonglar dizilir. Sıra şemsiyelere gelir. Ancak güneşi kıskanan rüzgâr denize doğru tüm kum tanelerini döküverir ve şemsiyelerde kum taneleri gibi denize uçuşur. Küçük çocuk ve birkaç delikanlı daha yardıma gelir şemsiyeler için, işler yoluna koyulur. Rüzgâr diner. Şezlongcu çocuk bir şarkı açar aşkı anlatan ve güneş aşka gelir, daha bir sıcak karşılık verir denize. Sevgisiyle ısıtıverir onu ve simitlisi simitsizi, üstlüsü üstsüzü, yerlisi yabancısı herkes bu aşkı izlemeye gelir. Bu masumiyetten paylarını almak için kendilerini denize atarlar. Kimi ayaklardan başlayarak hisseder aşkı, kimi balıklama dalar aşka. Her ne olursa olsun yöntemleri, hepsinin suratında bir gülümseme vardır; ta ki kıskançlığı nükseden Rüzgârın küçük bir çocuğun simidini uçurana kadar. Simidin peşinden giden çıplak çocuk, kovaları ve tırmıkları da peşi sıra denize iteler. Bu kıskançlıktan dolayı sinirli olan deniz, köpürerek dalgalanmaya başlar, tırmık ve kovayı uzaklara götürür. Belki de bu en çok kırık dökük duşların yanında deniz oyuncakları satan adama yarar. Bu öfkeli saatlerde o hep kazanır çünkü simitçiden ve süt mısırcıdan pay kaldığı sürece. Oysa onlarda bu zamanlar pek pay alamazlar kafeler yüzünden. Bu kafelerde gençler müzik eşliğinde keyif ederek oturur. Çoğu çift olmakla beraber, birçok kişi aşkla hiçbir uyumu yakalayamayan bilgisayar sesleriyle güneş ve denizi hayranlıkla izler. Ancak artık güneş bu kadar göz istemez denizin üzerinde ve yavaşça kendini geri çeker, aşkın ışıltılı şehvetinden mahrum bırakır denizi… 70


Bir ayrılık vaktidir artık yaşanan ve denizin ziyaretçileri gelir; onu yalnız bırakmamak için. Çoğu aşkın hallerini çoğu kez yaşamış, büyük insanlardır. Deniz onlara karşı minnettar bir şekilde güneşin aşkının, üzerinde bıraktığı kızıl yarayı gösterir. Ve büyük insanlar bu yaraya merhem olmak için daha sık kulaç atarlar. Ayrılığa dayanamayan gençlerin terk ettiği kafeler akşam için kendilerini hazırlarken, son gevreklerini satmaya uğraşan bir ablanın sesi yankılanır kumsalda. Geçim çaresizliği; onun, denizin aşkının çaresizliğini görmesini engeller. Bu esnada yüzünü iyice gizler güneş ve açtığı yara öylece kapanır. Bu bir kaçıştır, aşkın yakıcı etkisinden kurtulmak için. Artık kimse elini ayağını sürmek istemeden denize yürür gider kumsalda. Koşanlar dahi ferahlama yolunu duşta görür. Esnaf evine giderken, şiveli teyze nihayet kumdan çıkar ve evine yol alır. Artık kumsala sadece birkaç kafe ışığı ve rüzgâr hâkimdir. Güneşin kardeşi ay, dayanamaz pervasızca rüzgârın bu kumsalda salınmasına ve yüzünü gösterir. Bu sefer kalbi hızlı atan birçok genç gelir en hoş halleriyle kumsala. Birkaç odun ve kâğıtla ateşi yakıp Ay’a teşekkür ederler. Deniz ardın iyiden iyiye soğumuştur aşka karşı. Kimse el ayak sürmek istemez. Gece ateş başında aşk söylenir, yenilir, içilir. Bir çocuğun başını döndürür içini yakar aşk ve çareyi denizin katılığında bulup atar kendini koynuna. O sırada etrafı temizlemekte olan çöpçüler üç dört kova ile yollarına devam etmeye çalışır. Kimi dolan kovalar yollara dökülse de pek aldırmadan giderler onlarda gençler gibi. Kumsal artık gün içinde hiç olmadığı kadar yalnızdır. Yalnızlığa hiç alışamamıştır ki ne yapsın? Güneşi çağırır Ay ile söyleterek. Ay yerini Güneş’e bırakır ve eniz var olan tüm masumiyetiyle güneşi selamlar.

71


Çelişik Bir Sevdanın Anatomisi Abdullah Rıdvan Can

Bilirim Sendeki Cehennemi... Gidebilme ihtimalin varmış meğer Meğer Susabilirmişsin... Herkes gibiymişsin. Neydi o halde, Dizlerimin bağının çözülüşü gözlerinin ihtilaliyle Ne kazandırdı müttefik görünmek, ihtilaf fikirlerde... Neydi sözlerinin bendeki saçma sapan umudu? Sebebi neydi dizlerinin dibinde uyuduğumun? Huzur mu bulabilecek isyan sözlerinin bucağı zihnim? Susmam mı gerek şimdi...? Bilemedim ! Bilirim ki yalan olan her ne ise sözlerindedir... Ki yalanların kum olsa sahra taşar... Bilirim nedir ihtilaline direnemeyişimin sebebi... Bilirim sendeki cehennemi...

Gidişin İsyan Suskunluğumdu! Gidişin isyan suskunluğumdu. Avazdım, Terk ettim kavgalı dilleri... Yosun tutmuş kayalar tanıdım, Gidişinin ertesinde. Deniz kokusu, çingene gülüşlerine karışmıştı. Yeminler tanıdım allahsız kitapsız, Yeminler, Falcıların haddini bilmez söz savurganlığıydı.... 72


Korkusunu, Islak bir geceye salıvermiş ayyaşların; Şişenin dibine vardıkça, Maddeden kopan bedenlerinin sendelemesine şahit oldum, kıyamet çiçeği gibi savurgandı... Yokluk gördüm; Gitmelerin gelmelerin olmadığı göçler... Savaş kıtlığı çekti gönlüm, Müttefik fikirlerin yanı başında... Soğuk geceleri ezber ederken, Yazdıklarımın beni sabote edişi düştü aklıma. Hainliğinin tüllerini aralar aralamaz, Ardın sıra hezeyan olmuşluğumla baş başa bıraktılar beni. Ve şiirlerim de senle gitmişti. Kekremsi düşerdi dilime adın, zikretmesi haramımdı... Uzun menzilli değildi ağıtlarım hep dizimin dibine düşerdi. Yıllar bedenime soluk oldu desem yalan olur, Nefesim haddinden fazla beni sevdi. 17.04.2007

ANLATAMAM Ağır bir korku dolar gözlerime, İçime, sen de sevecekmişsin hissi doğar. Dilime üşüşür sözler… İçime birikir de bir şeyler… Anlatamam.

73


Usulca bir yağmur gezer bu şehrin sokaklarını. Yerler ıslak, gece alaca kara. Ne olacağını kestiremem bir vakit sonra. Dilim tutulur, yüzüm kızarır, utanırım… Karanlık vurur gözlerime, karartır. Ağlayamam.

Islık ıslık eser rüzgâr gecelere, Dev cüsseli çamlar, yan yatar. Yıldızlar ağartır çehremi. Gözlerim yanar, ağlamalarım başlar. Susamam.

Zifiri hayaller çevirir zihnimi. Kızarım kendi kendime sebepsiz bağırır çağırırım. Nafile bir haykırıştadır yüreğim, bilirim. Kısrak gözlerinde bulurum da hayatı, Yaşayamam.

Kızıla keser denizler can çekişende gün. Bir dert çöker içerime sana ait. 74


Diyemem ya sevdiğimi, o susturur beni. Dilime üşüşür sözler…. İçime birikir de bir şeyler… Anlatamam.

11.01.2008

ASR-I ÖLÜM

Olur, da tenine ten değerse, fikri şehvetli, Hani, sinerse ayyaş herifin biri koynuna; İçersin o dem uzak iklimlerin sarhoşluğunu belki O dem ölüm sükûneti bozar dalar ruhuna.

Çakal elleri kirletir masum tenini, yüreğini… Sızıp kalır ruhunda, hiç görmediğin birileri. Yaşarsan bir asra sürgün bensiz seneleri, Bir asr-ı ölüm hükmeder kabre denk hayatına.

10.09.2007

75


BİLSEM Kİ DÖNECEKSİN

Senli mevsimlere özlem doluyum. Senle yağan yağmurda hasta olmaya. Korkutmaya başladı sonum, Sen yoksun ya!

Döner bu devran, dönecek tabi, İsyansız dertlenecek hislerim her şeye. Yoksan bekleyeceğim gelmeleri, Sevdam dönmelerin en sürprizine.

Bilsem ki dönecek bana sevdam, Bilsem ki döneceksin. Bir rüyaya da bıraksa o vakti kaderim, Beklerim… 09.04.2009 GİT Kurtuldun işte bu soysuz yüreğimden, Kurtuldun… Git şimdi… 76


Gözlerimde son buldu esaretin. Vakit, beraat vaktidir sevdalım! Cezan? Cezan müebbet özgürlük, Ölümün mahkumluğundur..!

Git şimdi ağlatmadan ruhumu, Git… Bilmeden uğruna ne olduğumu…

28.01.2008

GİTMEYİVER Gitmeyiver şimdilik, Zamanı değil bitmenin. Çepeçevre sarmışken bedenimi zindan, Ruhumu hapsetmişken ruhuna vakitsiz… Gitmeyiver şimdilik…

Zifiri düşler salar kâbuslara gece, Kopkoyu bir kasvet basar odamı. Tek maksadım resimlerini öpebilmek olur, 77


Tek avuntum ömrüme hükmetmiş gözlerin… Gitmeyiver şimdilik, Zamanı değil ölmenin…! 01.05.2008 HALA DÖNMEDİN Taşacak! Bir görsen, gözlerimin yaşı çukurundan Susacak geveze dilim zulmünle….

Kara tüllerle hükmediyor güne gözlerim, İçim dışım aynı Seni sayıklamada dilim…

Nasır tutar ellerin yılların yorgunluğunda. İncinmedim ya dönmemene İncinmem de! Tenine değmişse bir başka ten İçime atarım beni tüketse de.

Haram yanımsın artık Suç yanım… 78


Yokluğuna artık kahrolmamalıyım.

Seni anar gibi oldum dün gece, Yeminlerin geldi aklıma hiç yoktan, Bana sözün vardı dönecektin. Çok vakit geçti üstünden dünlerin Hala dönmedin…!

MANTIK Kurur güze erişen her dal ve meyve. Tütün misali savrulur ömre biçilen zaman. Ve vakit ayrılık vaktidir! Ne kadar olağansa bir günün bitmesi, Sevda da ömür de öyle bitmeli!

16.04.2007 SEMAH Gece erken olur bu şehirde. Hangi karalığı alt edeyim ki sensiz? Hangi soğukluğu sileyim iliklerimden?

79


Hangi yöne dönsem, Ay yüzün! Suskun bakışların… Hangi söze başlasam, Hep senin sözlerine dönüyor semah…!

80


Ekolojik Yıkım Melih Öncel “Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür ama hiç kimse önce kendini değiştirmeyi düşünmez.” TOLSTOY Paskalya Adası, Şili açıklarında yer alan bir Polinezya adasıdır. Küçük sıradan bir ada olmasına rağmen 1960’lı yıllardan sonra ulaşımdaki gelişmelerle birlikte önemli bir turizm noktası olmuştur. Tarih boyunca üzerinde yaşayan halk tarafından yapılmış olan büyük heykellerle insanların ilgisini çekmektedir. Yine de tarihi ve turistik güzelliklerinin dışında insanlığa katabileceği daha da önemli bir özelliği vardır. Anlamamız ve değerlendirmemiz gereken: adanın ekolojik yıkımı! Doğanın dengesini bozmaya başlayan insanoğlu, bu durumun geri dönüşü olacağını hiçbir zaman düşünmemişti sanıyorum. Bu durum büyük ölçüde hala da böyle devam ediyor. Sınırsız bir şekilde üretim ve tüketim, tahribat, plansız bir kaynak kullanımı… Paskalya Adası, bu gidişin sonucunu bizlere gösterebilecek bir örnek aslında. Ada nüfusu heykel yapımının dışında tarımla da uğraşmıştır. Ürettiği ürünleri ticarette kullanıp geçimlerini sürdürmüşler. Bunun için adada oldukça çok bulunan palmiye ağaçlarından sallar yapmışlar ve dış dünyaya açılmışlar. Bereketli topraklarından sağladıkları bu gelir kaynağıyla beraber adadaki yaşam daha da canlamış ve ada nüfusu giderek artmaya başlamıştır. Kalabalıklaşan toplum daha çok kazanç isteğiyle beraber, ada üstünde ağaçlık alanlar kesip yeni tarım alanları açmaya başlamış. Daha çok üretim, daha çok ticaret ve daha çok para için… Umursamazlık, en sonunda tüm ağaçları tüketmiş. Son ağaç kesilene kadar durmadan büyümeye çalışan düşünce doğayı yok ederek çöken ekolojiyle beraber yıkılmaya mahkûm kalmış. Bitkiler, hayvanlar ve sonunda da insanla adadan silinip gitmişler.

81


Adanın son zamanlarnda ki kargaşa, panik ve son topraklar için çatışmalar dünyanın gitmekte olduğu son gibi adeta. Ağaçların geri gelmeyeceğini ve dengelerin çoktan bozulduğunu fark ettiklerinde eminim umursamadan baltayı sallamamışlardır; fakat yaşam alanlarını iyi yönetemedikleri kesin. Doğayı anlamadıkları, ekolojik sistemi görmezden geldikleri çok açıktır. Peki ya bizler? Bu olay 1600’lü yıllarda yaşanmış. Peki yirmibirinci yüzyılın modern insanı doğayı anlıyor ya da yaşamını ekolojik bir sisteme adapte edebiliyor mu? Yönettiğimizi sandığımız dünyada yaşamımızı ne kadar iyi kurabiliyoruz? Teknolojimiz, bilimimiz ve sistemlerimizle sürdürülebilir bir gelişim içinde miyiz? Mühendislerimiz, mimarlarımız ya da ekonomistlerimiz ne kadar başarılı? Kendimizi gelişmiş canlılar olarak nitelendirsek de; teknolojimize ne kadar güvensek de gerçek ve acı olan şey bugüne kadar hiç de başarılı olamayışımızdır. Elektrik üretimi, ısıtma sistemleri ya da arabalar fosil yakıtla çalışan, çevreye zarar veren ve geri dönüşümü olmayan bir teknolojidir. Bunu başarı olarak değerlendirmek ağaçların asla bitmeyeceğini düşünmekle eş 82


değerdedir. Hep beraber içinde bulunduğumuz bu yolun hatalarını görmemek ve bunu doğru sanmak yaptığımız en büyük yanlıştır. Bunu görmeden ve düşünmeden aynı anlayışta insanlar yetiştirmeye devam ediyoruz. Yanlış kurulmuş bir sistemi tüketmeye devam ediyoruz. Her yıl yetişen ve meslek sahibi olan binlerce insanla geleceğe bir katkımız olması için yola çıkıyoruz. Ama daha günlük hayatlarımızla gelecek kuşakların yaşamını neredeyse geri dönüşü olmayacak bir şekilde etkiliyoruz. Paskalya Adası’nda yaşayan insanlar en son ağacı keserken ne düşünüyorlardı acaba? Peki, biz ne düşünüyoruz son ağaca doğru giden bu yol hakkında? Birşeyleri değiştirmenin zamanı gelmedi mi? Düşüncelerimizle, günlük hayatımızla, mesleğimizle… Bunun için sanırım bakış açımızı değiştirmemiz lazım. Kaçımız bir makineye ya da son teknoloji ürünü bir araca bakarken bunun çalışma prensipleri yüzünden aslında başarısız ve yapmamız gerekenin çok uzağında bir ürün olduğunu düşündük bugüne kadar? Sadece ekonomik büyüme peşinde olan ekonomistler tüm dünya nüfusu Amerikan hamburgeri istemeye başlayınca onları nasıl doyuracağını düşünmüş müdür? Kurduğumuz sistemde bir şeyi üretirken, taşırken, depolarken, imha ederken ve tüketirken sürekli doğayı yok ediyoruz. İhtiyacımız olan şeyin o olduğunu unutarak. Kendi geleceğimizi baltalıyoruz... Son ağaç kalana kadar…

83


Türk Siyasal Hayatında Ordu Onur Keşaplı Türk siyasal hayatından konu açıldığında, en önemli aktörlerden biri olan orduya değinilmemesine imkân yoktur. Bu durum, bizim asker millet oluşumuzdan gelmez. Ordunun bu topraklarda yaptıklarının günlük hayatı, bazen olumlu bazen olumsuz ama her zaman etkilemesinden kaynaklanmaktadır bu durum. Ordunun bu özel konumunun nerden geldiğini anlamak için, Genç Cumhuriyetimizin de öncesine uzanıp Osmanlı’nın son dönemlerine göz atmalıyız. Osmanlı çöküş döneminde bazen Avrupa’nın zorlamasıyla bazen de kendi isteğiyle bir takım modernleşme hareketleri başlattı. Bu ilerleme çabalarının merkezine orduyu getirdi çünkü fetihçi zihniyetten arınamamış Osmanlı, gerilemeyi engellemenin yolunun da askeriyeden geçtiğine inanmaktaydı. İşte böyle bir süreçte ordu yenilikçi, ileri hatta devrimci akımların merkezini oluşturmaya başladı. Osmanlı, sanayileşme sürecine, asla giremediğinden toplumsal tabakada ilerici duruşlara rastlanamıyordu ve bu boşluğu ordu doldurmaya başladı. İşte bu nedenlerdir ki Mustafa Kemal önderliğinde, emperyalistleri Anadolu’muzdan kovan ordu, kurtuluşu gerçekleştirdikten sonra kuruluşta da neredeyse her şeyi yapmıştır. Osmanlı yönetimi, Anadolu halklarının gelişimine asla izin vermediğinden, kuruluş sürecinde atılan büyük adımları ve yapılan büyük devrimlerin hepsini ordu ya da ordudan ayrılmış siyasiler yapmıştır. Ve elbette bu devrimler başka türlü olamayacağına göre tepeden inme olmuştur. Atatürk’ün daha sonra “ya kışla ya meclis” tavrıyla beraber ordu, siyasetten uzak tutulmaya çalışılmıştır. Tek parti döneminde ordu, Cumhuriyet Halk Partisi’nin genç cumhuriyeti bir bütün olarak kalkındırma hamlelerinde kendine düşen görevleri üstlenmiştir. Özellikle köy ve kasabalara hizmeti sağlayan ordu olmuştur. Bu süreç devam ettikten sonra çok partili rejimle birlikte, 1950’de Demokrat Parti iktidara ele geçirince ordu da bir şaşkınlık olmuştur. Adeta izleme sürecine giren ordu, DP iktidarının yaptıklarını uzaktan izler bir hal almıştır. Ülkenin git gide sağa kayması ve Atatürkçü devrimlerin çiğnenmeye başlanmasıyla birlikte DP’nin tek parti diktası, adeta somut bir hal aldığında, 1960 yılının 27 Mayıs’ında ordu 84


daha sonra görmeye alışacağımız müdahalelerinden ilkini yapmış olur. Ancak demokrasiyle ülkeyi teslim alıp muhalefet partilerini kapatmaya teşebbüs eden, tahkikat komisyonunu kuran bir parti iktidarını düşünürsek bu darbe pek de demokrasi karşıtı bir darbe sayılmayabilir. Sonuç olarak bu müdahalede emir komuta zincirini kıran subaylar hatta yüzbaşılar tarafından gerçekleştirilmiştir ve bu süreçle ortaya çıkan 1961 Anayasası halen bu toprakların gördüğü en demokratik anayasadır. Ülkemizde, özellikle DP döneminde başlayan solu ezme hareketlerine karşılık bu anayasa, Türk Solunun önünü açmıştır. Ne var ki Atatürk’ün tamamlayamadığı devrimi olan toprak reformunu ve ağalık düzeninin tasfiyesi gibi hedeflerini yaşama geçiremeyen müdahale Menderes’lerin idamını gerçekleştirerek belki de yaptığı olumlu-ilerici tutumunu gölgede bırakmıştır. Yine bazılarına göre bu müdahale olmasaydı devamında olması beklenen seçimlerde CHP tek başına iktidar olacak ve DP’yi tarihe gömecekti. Ancak bunlar tahminden öteye gidemeyecek görüşlerdir. 27 Mayıs’la birlikte ordu ülkenin yönetiminde biraz daha söz sahibi olma gereğini hissederek ekonomiye de el atmıştır. OYAK’ı kurarak bankacılığa el atan ordu, Senatoyla birlikte siyasal alanda yerini sağlamlaştırmıştır. Siyasal hayatta etkin ancak devrimci kimliğini terk etmeyen ordu 1971 yılına gelindiğinde Soğuk Savaşın da etkisiyle, bir nevi kutupların çekişmesine sahne olur. İki müdahaleci gruptan sağcılar galip çıkarak 12 Mart’ta ikinci kez darbe yaparlar. Buna karşılık Kemalist ve sol çizgideki grupların tasfiyesine başlanır. Uzun bir süre orduya hâkim olacak sağcı yapı böylelikle tamamlanmış olur. 61 Anayasasıyla önü açılan sol siyaset ise git gide güçlenmiştir ve 70lerin sonuna gelindiğinde CHP çatısı altında adeta bir denge durumuna erişmiştir. Böyle bir süreçte 12 Eylül faşist darbesi olur. Ortanın solundan en radikaline kadar tüm sol kanadın ezilmesi de bu süreçte gerçekleşir. Ülkede adeta ordu terörü başlatan bu müdahale elbette 61 anayasasını yerle bir eder ve kendi baskıcı rejimini sağlamlaştıracak 82 anayasasını halka kabul ettirir. 12 Eylül faşist bir darbedir ancak bir ideoloji olarak faşizm burada sadece yurtsever, Kemalist, solcu kesimleri ezmek için kullanılmıştır. Ortaya çıkan ideoloji, ABD destekli Türkİslam temelli vahşi kapitalizm kıskacında bir rejimdir. Büyük Devrimci Mustafa Kemal’in adını ağızlarından düşürmeden darbeyi yapan generaller, 12 Eylül’le birlikte Atatürk’ün vasiyetini çiğnemiştir, tüm siyasal partileri kapatmıştır, dinci 85


güçlerin önünü sonuna kadar açmıştır. Ordudaki bu gerici akımlar 90’lı yıllara kadar egemen olmuşlardır. Ancak sonrasın ordu, kendi yarattığı canavarla yani dinci akımlarla baş başa kalmıştır ve bunların iktidarı ele geçirmesi sonucunda 28 Şubattaki bazılarının post modern olarak adlandırdığı müdahaleyi yapmıştır. 8 yıllık eğitim gibi ileri bir ülkede olmazsa olmaz bir sistemi getiren de bu müdahale olmuştur.

Genel itibarıyla baktığımızda ülkemiz ordusunun başka bir açıdan özel olduğunu görmekteyiz. Ordumuz bir organizma gibi belirli bir içgüdü ya da ideal peşinde olmamıştır. İlerici olma görevini yerine getirdiği gibi gerici de olabilmiştir. Kendi yaptığı devrimlerin karşı devrimini yapan da ordu olmuştur zaman zaman. Hatta kendi yarattığı gerici güçleri temizlemekle uğraşan yine aynı ordu olmuştur. Sonuç olarak ordu bir kurumdur ve bu kurum yaptıklarıyla incelenmelidir. Kayıtsız şartsız ordu sevdalısı olmak ya da karşıtı olmak pek doğru bir yaklaşım değildir. Türk siyasal hayatında orduyu olumlu olumsuz tüm yaptıklarıyla irdelemeliyiz.

86


Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir. *** Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: 87


“Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!”

Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz… *** Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli… Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… 88


Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister…

89


www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

90


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.