Azizm Sanat E-Dergi Eylül 2008 Sayı 11
12 Eylül
Salvador Dali
2Pac
1
Editörden Eylüller nicedir kızıldır Anadolumuz’da. Yaralarımızı iyileştiremediğimiz gibi kan kaybını dahi engelleyemiyoruz. Tüm bunların sebebi sistemin (Derin Dünya’nın) dünyadaki en başarılı darbesi olan 12 Eylül tarafından yok edilircesine ezilmemiz… “Ressamımtrak Generalin” büyük bir titizlikle işlediği müdahale, faşizmi gereken kitlelere, düşüncelere karşı balyoz olarak kullanıp boşta kalan meydanı Neo-liberal Türk İslamcı idareye teslim etmiştir. Günümüz Türkiye’si, müdahalenin gerçek fikir babalarının darbe yapıldıktan 30 yıl sonra görmek istedikleri şekildedir. Kültürümüzün, sanatımızın, bilimimizin, kuruluş felsefemizin, günlük yaşantımızın ve geleceğimizin elimizden alındığı müdahalenin 28. yılında Azizm olarak 12 Eylül sonrası sanatı ve Türkiye’yi işliyoruz bu ay. Cumhuriyet Gazetesi çizerlerinden Mustafa Bilgin “Mahkum” adlı karikatürüyle ömür boyu mahkum etmeye çalıştıkları sanatımızın her şeye rağmen ne kadar güçlü olduğu gösteriyor bu ay sayfalarımızda. Sinema yazılarımızda ise son dönemlerde 12 Eylül’ü işleyen filmler hakkında çalışmamızın yanı sıra “kadının adının olmadığı” 80lerde beyazperdede kadın cephesinin direnişçisi olan Müjde Ar üzerine bir denemeyi sizlere sunuyoruz. Ayrıca Sabancı Müzesi’nin Ocak ayına kadar ağırlamaya hazırlandığı sürrealist sanatın büyük ressamı Salvador Dali hakkında yazımızı sergiye gitmeden önce okumanız üzere siz sanatseverlere beğenisine sunuyoruz. Dali üzerine yazılarımız önümüzdeki aylarda da sürecek. Eylül ayı aynı zamanda muhalif duruşu günümüzde çarpıtılmış olan rap müziğin efsane ismi Tupac Shakur’ın öldürülüşünün 12. yıldönümü. Gerçek rap müziği ve bu çok yönlü sanatçıyı daha yakından tanımak için “betonda yetişen gül”e dikkatinizi çekmek istiyoruz bu ay. Örgüt sözcüğü ve örgütlenme eyleminin uzak durulması gerekilen kavramlar haline getirilişinin 28. yıldönümünde sanatın, kültürün, bilimin, aydınlanmanın örgütlenmesi olarak kurduğumuz Azizm, sizlerin desteğiyle “derin dünya”nın çekindiği bir Türkiye yaratma konusunda örgütçe elinden geleni yapmaya devam edecektir. 2
Geleceğimizi geri almak üzere önümüzdeki ay görüşmek dileğiyle sanatın yoldaşları…
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
Ön Kapak: Madrid'de 3 Mayıs 1808 (1814) – Francisco Goya Arka Kapak: Belleğin Azmi (1931) – Salvador Dali
3
İçindekiler Geleceğimizi Seçememek - Melih Öncel
s. 5
Mahkum (karikatür) - Mustafa Bilgin
s. 8
Sinemada 12 Eylül'le Yüzleşmek - Onur Keşaplı
s. 9
Faşizme Karşı Feminist Başkaldırı: Müjde Ar - Samile Yılmaz
s. 21
Salvador Dali'nin Gerçeküstü Serüveni - Onur Keşaplı
s. 26
Zamansız Yaşlılık - Ceyda Şahinoğlu
s. 37
Çimentoda Büyüyen Gül: 2Pac - Onur Keşaplı, Kemal Atay
s. 39
4
Geleceğimizi Seçememek Melih Öncel İlkokulun sonlarına doğru yavaş yavaş müzikle tanışmaya başlıyorum. Sağda solda duyduğum seslerden kendi sevdiğim tonları şeçip çıkartıyorum. Geçtiğimiz temmuz ayında hayatımda unutulmayacak deneyimlerden biri olacak olan Metallica sevgim 5.sınıfta aldığım ilk kasetle başlıyor. Küçük bir çocuk gitar çalıp konser verme hayalleri kuruyor ve 12 yaşımda ben 2 saatlik bir sınava giriyorum. İyi bir okul kazanmalı, iyi bir eğitim görmeli ve gözde bir meslek sahibi olmalıyım. Ortaokulda hazırlık okurken ilk gitarımı alıyorum. Bir hevesle “Notting Else Matters” çalabiliyorum diyip babama koşuyorum ve baştan sona şarkıyı dinletiyorum. Sanırım pek umursamıyor, rockçı yerine mühendis bir çocuk toplumda daha iyi bir yer edinir herhalde. Ortabirinci sınıfta basketbol takımına giriyorum. Ortasonda antreman bitiminde gülüp eğlenirken sene sonunda ki sınav geliyor aklıma. Gitarı ve topu bir kenera bırakıp ve biraz daha matematik sorusu çözüyorum. Daha da iyi bir okula gitmeliyim. Büyüyen bir çocuğun zevkleri, istekleri, hayalleri çoktan seçmeli soruların arasında hiçbir seçenek oluşturamıyor gelecek için. Lisede basketbolu bırakmak zorunda kalıyorum. Ufukta kocaman üç harf beliriyor artık: ÖSS. Haftasonları dershaneden sonra hala müzik yapabiliyoruz aslında. O da çok uzun sürmüyor gerçi. Zaten asla sağa sola bulaşmadan bihaber yaşadığımız hayatlarımızda, lise aşkının gelip geçici olduğu, sınavın ve geleceğimi kazanmamın çok daha önemli olduğu kulağıma çalınıyor. Oysa şimdi gerçek olarak nitelendirilen mühendis geleceğimde fabrikaları optimal bir hale getirirken yalnız kalmaktan korkuyorum o saf duyguları hatırlarken. Lisede apar topar seçtiğim alanım; zevklerim, yeteneklerim ve ihtiyaçlarımdan daha da uzaklaştırıyor beni. Sınava giriyorum ve iyi bir meslek sahibi olma yolunda ilerliyorum. Bir şeylerin yanlış gittiğini düşünürken, bihaber olduğumuzdan da bihaber bir şekilde üniversite arkadaşlarımla devam ediyorum hayatıma. Kitap okumamamın erdem sayıldığı, diziler izleyip kafa tokuşturulduğu çevremde iyice kayboluyorum sanki. Okul bana sürekli karlılığı arttırmam gerektiğini söylüyor; arkadaşlarım bilmem nerede, bilmem ne içkisinin şişesini şu kadar liraya açtırdıklarını anlatıyorlar; babam daha çok staj yapmamı, daha çok fabrika görmemi öğütlüyor. Oysa ben bisikletle doğuya gitmek istiyorum ve her ay umutsuzluktan kurtulmak için bir internet sitesinde yazılar yazıyorum. Sanatı Çeşme’de “sınırsız içki+bistro” 5
menüsü sanan gençler eğlenirken, Ankara’da sanatçılara “ya sev ya terk et” deniyor, yazarların konuşmaları yarıda kesiliyor, belgeseller yasaklanıyor. Her zaman çok sevdiğim dalışla ancak üniversitenin ilk yarısı bitince tanışabiliyorum ve babam hala bunun avarelik olduğunu düşünürken hayallerimdeki eğitmenlik ve bir kıyı kasabasında ki küçük hayatım, sürekli olması gerek ekonomik büyüme karşısında yeterli derece büyüyemediği için yok oluyor. Bütün bunlar elbette bir sınav baskısı sonucunda gerçekleşmiyor. Sanat, baskı altında asla ilerleyemediği gibi Türkiye’de 12 Eylül dönemi sonrası artık üretkenliğini büyük ölçüde yitiriyor. Sanat ve sporun bir çok dalında kısır kalmamız, ülke gençlerini körertip tek tip yapma politikasının bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. 12 Eylül sonrası gençlerin bırakın apolitik olmasını, özgür karar verme ve istekleri doğrultusunda hareket etme yetileri bile oldukça kördür. Benim sanatın herhangi bir dalına yönelmem ya da bir sporla uğraşmam bunu gerçekten istediğimi anlayıp özgürce karar vermem sonucunda gerçekleşebilir. Faşist, katı ve tek düze değerlerin hakim olduğu bir sistemin yetiştirdiği bireylerin üstündeki baskı, onları verecekleri kararlardan korkar bir hale getirir. Tıpkı bizler gibi. “Delikanlı” erkeklerin futboldan başka sporla ilgisi olamayacağı gibi, bir bayan da asla kendi isteğiyle güreş takımına giremez. Balet erkeklerin mutlaka gay olduğu ülkemizde, konservatuara gitmek aç kalmakla eş değerdir ve 2 yaşından beri müzikle arası çok iyi olan bir kişinin severek yapacağı ve bu yüzden muhtemelen çok başarılı olacağı hayatı ve sanatçı kimliği de daha başlamadan bitmiş olur. Ekonomik olarak iyi durumda olabilriz veya geç saatte içki sattığı için dayak yiyen Tekel bayi sahibinin yaşadığı baskı bizim hayatımıza henüz girmemiş olabilir; ama ezbere yaşamak, sadece popüler olanı seçmek geleceğimizi ve mutluluğumuzu büyük ölçüde tehlike altına almakta. Öte yandan geçim sıkıntısı yüzünden küçük yaştan beri sadece çalışmaya odaklanmış nice yetenekler ne yazık ki avcumuzun içinden akıp gitmektedir. Sosyal devlet anlayışı ne kadar güçlüyse, bireylerin sanat ve sporla yaşamlarını devam ettirme oranları da o derece artıyor. Devlet olanakları, teşvik ve aile desteğiyle beraber sanat ve spora yönelimler, hem bu dalların gelişmesine hem de toplumun ve ülkenin ilerlemesine büyük katkıda bulunuyor. 2008 Pekin olimpiyat oyunlarında ki başarısızlığımızın nedeni tamamen antreman eksikliğiden değil de özgürce, gelecek kaygısı olmadan alamadığımız kararlardan kaynaklanıyor biraz da. Bütün Dünya’da adından söz ettiren ABD’li yüzücü Micheal Phelps sadece 23 yaşında ve tek başına 8 altın madalya kazandı ve 5 tane dünya rekoru kırdı. Çocukken hiper aktivite tedavisi olarak başladığı 6
yüzmeye ilgisini fark edip kendini geliştiren Phelps 15 yaşındayken ilk defa olimpiyatlarda yarıştı ve şu anda tarihte bir olimpiyatta en çok madalya kazanan sporcu ünvanını elinde bulunduruyor. 100 metreyi Dünya’da en hızlı koşan insansa 22 yaşında. Jamaikalı Usain Bolt, Türkiye’de sahip olduğumuz olanakların daha iyisine de sahip değildi. 1994 doğumlu Tom Daley’se İngiltere adına 10 metre kule atlama dalında ilk defa olimpiyatlarda mücadele etti. 85. yılını dolduracak olan Türkiye Cumhuriyeti, 70 milyonluk nüfusu ile olimpiyatlara 11’i yabancı 68 sporcuyla katıldı ve hala sanatçılarına baskı yapmakta, ve politikacılar, kendilerini eleştiren eserlere dava açmaktadır. Okuma-yazma seferberliklerimizi inceleyip, Türkiye’den yardım isteyen Çin, son 10 yılda eğitim oranını %20’den %90’a çıkarttı ve sanata olan katkıları büyük ölçüde arttırmıştır. Çin, ev sahipliği yaptığı olimpiyatlara 639 sporcuyla katıldı. Olimpiyatlara Almanya 437, Kazakistan 119 sporcu gönderdi. Küba’nın 165 sporcusu ülkesine 24 madalya kazandırdı. Biz ise şort giydikleri için üniversite kürek takımı sporcularını dövdük ve 12 Eylül sonrasında şiddet dalında sokaklardan emniyet güçlerine kadar bir çok kulvarda emin adımlarla ilerliyoruz. Doğanın insan hayatında ki bir parçası olan sanat ve sporun ülkelerin insana verdiği değerle doğru orantılı olduğu Dünya’da biz hala darbenin yerle bir ettiği, Özal’ın büyüttüğü gençleriz. Koyun olarak yetişiyoruz ve duygularımızı bir kenara bırakıp bizden bekleneni yapıyor, üstümüzde oynanan oyunlara boyun eğiyoruz ya da eller havaya dans ediyoruz.
7
Mahkum Mustafa Bilgin
8
Sinemada 12 Eylül’le Yüzleşmek Onur Keşaplı Dünü sorgulama hatta hatırlama konusunda bile başarısız olan bir toplum olarak yakın tarihimiz hakkında yeterince bilgi sahibi olduğumuz söylenemez. Konu, günümüzde dahi yaşamımızın her alanına hükmeden 12 Eylül 1980 darbesi olsa bile. Bu korkunç müdahale tüm yaşam koşullarımızı ve yaşama biçimimizi olumsuz anlamda değiştirmiştir. Ancak bizler, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak 12 Eylül darbesiyle yüzleşmeyi halen başarabilmiş değiliz. İşte böyle bir durumda topluma öncülük etmesi gereken kesim olan aydınlar geç de olsa harekete geçmeye başladılar. Son yıllarda önce sinemada ardından da televizyonda 12 Eylül ve bağlantılı süreçleri konu alan yapıtlar görmekteyiz. Toplumun sistematik bir şekilde uyutulmaya çalıştığı bu dönemde (bu durum zaten 12 Eylül’ün amaçlarından biriydi) konuyla ilintili sanat eserleri daha da önem kazanmaktadır. Bu yazıda son dönemin 12 Eylül filmlerini inceleyeceğiz. Elbette 2000’lerden önce de bu konu hakkında filmler yapıldı ancak halen güncelliğini koruduğu için son dönemi ele alacağız ve diğer yapıtları başka aylara bırakacağız. Son dönemin 12 Eylül filmleri furyasından en çok ödül toplamış ve ses getirmiş üç film olan Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum”u, Ömer Uğur’un “Eve Dönüş”ü ve Sırrı Süreyya Önder’in Muharrem Gülmez ile birlikte yönettiği “Beynelmilel”i sırasıyla incelemeye başlayalım.
9
Çağan Irmak’ın 2005 yılında gişe rekorları kıran büyük eseri “Babam ve Oğlum” eski Yeşilçam melodramlarını hatırlatacak tatta ilerleyen, oldukça güçlü duygusal metinler içeren bir filmdir. 12 Eylül 1980’de çocukları Deniz’in doğumunda eşini kan kaybından kaybeden Sadık, oğlu okul çağına geldiğinde politik olaylara karıştığı için reddedildiği baba evine döner. Burada iki baba ve iki oğlun geniş bir aile içerisinde yaşadığı çatışmaların ilerlemesini görürüz. Özellikle Çetin Tekindor’un canlandırdığı Hüseyin Efendi ve Fikret Kuşkan’ın canlandırdığı oğlu Sadık karakterlerinin yaşadığı çatışmaların yarattığı duvarın Sadık’ın oğlu küçük Deniz tarafından yıkılması filmi daha da güçlendirir. Şimdiden Türk sineması klasikleri arasında gösterilebilecek olan bu filmin belki de en güçlü yanı oyuncu yönetimi ve oyunculuklarıdır. En küçük rolünden başrollerine kadar tüm oyuncular karakterlerini adeta özümsemişlerdir. 10
Filmde oldukça az gördüğümüz karakterler dahi aklımızda kalmaktadırlar. Bu son derece kaliteli ve kalabalık oyuncu kadrosunun hepsi başarılıdır ancak filmdeki rolüyle ödüller alan Çetin Tekindor kelimenin tam anlamıyla döktürmüştür. Aksanı, vücut dili ve bulunduğu her karede sahneyi tek başına taşımasıyla muazzam bir oyunculuk sergilemiştir Tekindor. Herhalde belki de gelmiş geçmiş en büyük sinema oyuncusu olan Marlon Brando bu performansı görebilseydi ayakta alkışlardı. Ancak oyuncuların bu büyük başarıları elbette Çağan Irmak’ın güçlü senaryosu, iyi kurulmuş mizanseni ve usta oyuncu yönetimi olmasaydı bu kadar etkili olamazdı. Bu genç sanatçımız filminde iki uç durumu yani gülme ve ağlama durumunu o kadar başarılı dengeye oturtmuştur ki en dramatik sahnede güçlükle gözyaşlarına hâkim olmaya çalışan izleyici hemen devamında kahkahalarla gülebilmektedir. Ancak ne yazıktır bu etkileyici eseri bile sıradanlaştırıp “ağlayıp ağlamama” durumuna indirdik. Adeta filmi beğenme derecemiz ağlama boyutumuza bağlandı. Elbette bu durum “Babam ve Oğlum”un sinema tarihimizin birçok anlamda unutulmazları arasına girmesini engelleyemedi. “Babam ve Oğlum” aslında politik bir film değildir. Hatta 12 Eylül bile arkada bir fon olarak gözükür. Ancak filmin biraz derinlerine indiğimizde 12 Eylül’ün ve politik alt metnin filmin etrafını sardığını görürüz. Politik göndermeleri daha filmin başında duyarız aslında. Ancak yönetmen bunları diyaloglarında ustaca derine sızdırmıştır. Sadık’ın yazar olduğunu ancak gazetenin yazı işleri müdürünün korkusundan yazılarına yer vermediğini işittiğimizde filmin devamındaki göndermelere hazırlanmaya başlarız. Derken hamile olan eşi doğum sancısıyla kıvranmaya başladığında gece yarısı yataktan kalkarak hastaneye ulaşmaya çabalarlar. Ancak yolda ne bir araç ne de tek bir insan görürler. Devamında çaresiz bir parkın ortasında doğum yapmak zorunda kalan 11
kadın kan kaybından ölür. Sadık elinde bebeğiyle sabahın ilk ışıklarında gelen askeri araçla darbe olduğunu anlar. Burada 12 Eylül uyguladığı sokağa çıkma yasağıyla Sadık’ın eşinin ölümüne sebep olmuştur. Ancak bu ölüm aslında 80 darbesinin bir kuşağı kelimenin tam anlamıyla yok etmesinin filmde vücut bulmuş halidir. Bu ölümün sonunda doğan çocuğun adının “Deniz” olmasının nedeni ise 1972’de idam edildiği günden bu yana birçok çocuğa bu adın verilmesine yol açan gençlik önderi Deniz Gezmiş’tir. Bu küçük ama önemli detay dışında yönetmen dönemin atmosferini yansıtma konusunda kimlik kontrolleri gibi, Cumhuriyet Gazetesinin sahnelerde bulunması gibi ve elbette işkence sahneleri gibi kareleri başarıyla filme aktarmıştır. Hatta işkence sahnesinin ilginç bir şekilde en etkileyici olduğu bölüm filmde ara ara gördüğümüz Deniz’in düşlerinden birini bölmesidir. Bu düş sahneleri sadece küçük Deniz için değil aynı zamanda izleyici için de dramdan kaçış işlevi görmekteyken yönetmen, Sadık’ın işkence görüntüsünü ve beraberinde kâbusunu bu düşlerin birinin sonuna yerleştirir. Burada yönetmen belki de 12 Eylül’ün Deniz’le beraber sonraki kuşakların da farkında olsunlar ya da olmasınlar hep karşılarına çıktığını göstermek istemiştir. Veya mesaj doğrudan biz izleyicilere dönük olup 12 Eylül’den aslında yüzleşmeden kaçmanın olanaksızlığını söylemektedir. Bir diğer politik gönderme içeren kare ise Sadık ve arkadaşlarının balık softasında hasret giderdikleri sahnededir. Halit Ergenç’in canlandırdığı karakterin eve dönmekle ilgili sorduğu bir soruya Sadık’ın verdiği yanıt aynen şöyledir: “Memleket, ev, yurt. Bugünlerde bunların anlamını bir kere daha düşünür oldum. Ben bu memleket için savaştığımı düşünürdüm ama bu memleketin umurunda bile değildi.” Diyalog apolitik topluma ciddi eleştiri içermekteyken aynı zamanda yurtseverliklerini ve memleket için mücadele verdiklerini halka yeterince yansıtamayan bir solcunun özeleştirisini de içermektedir. Bu dolu sahne büyük ozanımız Cahit Sıtkı 12
Tarancı’nın ünlü şiiri “Yaş Otuzbeş Yolun Yarısı Eder”in dizeleriyle son bulur. Filmde politik göndermeleri taşıyan bir diğer bölüm ise Hüseyin Efendi ve oğlu Sadık’ın çatışmalarıdır. Filmin belki de en etkileyici sahnelerinden biri olan avludaki tartışma sahnesi aynı zamanda en belirgin politik taşlamayı da içinde barındırır. Sadık konuşmanın ortasında aynen şu cümleleri kurar: “Bir zamanlar aynı yola baş koyduğum arkadaşlarım reklam şirketlerinde, iktidar borazanı çalan gazetelerde bana acıyıp iş verdiler. Köpeğe kemik atar gibi. Kendilerini temizlemek, ruhlarını temize çıkarmak için!” Çok açık bir şekilde 12 Eylül sonrası keskin dönüşler yapan eski solcu dönekler takımına ve 2. cumhuriyetçi olarak adlandırılan kesime göndermeler içeren bu kareyi sinemada izleyen döneklerin neler hissettiği ise merak konusudur elbet. Filmin politik içeriğini sırtlanan Sadık karakteri ise oğlu Deniz’i, tıpkı annesi gibi 12 Eylül yüzünden bırakıp göçer bu dünyadan. Ölümünün sebebi işkenceler ve tabiî ki son derece kötü hapishane koşullarıdır.
13
Kendisi de bir 12 Eylül mağduru olan Ömer Uğur’un senaryosunu da yazdığı “Eve Dönüş” filmi incelediğimiz üç film arasında belki de en cesur olma iddiasını taşımaktadır. 2006 yılının bu ses getiren ve ödüller toplayan filminin afişinde de görebildiğimiz gibi filmde işkence ve beraberinde 12 Eylül arka fonda değil de doğrudan hikâyenin merkezindedir. Film karısı ve kızıyla maddi açıdan sıkıntılı bir hayat geçiren siyasal ve toplumsal olaylarla ilgilenmeyen işçi Mustafa’nın bir ihbar sonucu gözaltına alınıp işkence görmesini anlatır. Bu filmin de oyuncu kadrosu oldukça yetenekli isimlerden oluşan geniş bir kadrodur. Ancak yönetmenin diyaloglarının ve bazı sahnelerdeki anlatım tercihinin filmin oyunculuk yönünü kırdığını görmekteyiz. Mustafa’yı canlandıran Mehmet Ali Alabora’nın tüm iyi niyetine rağmen yeterince inandırıcı olamaması ve özellikle Sibel Kekilli’nin filmdeki Esma rolüyle Antalya’da ödül almasına karşın kendisinden beklenmeyecek şekilde vasat 14
performansı gerçeklik hissini olumsuz anlamda etkilemiştir. Bunun üstüne bir de filmde aralara serpiştirilen espri unsurları da filmin ciddiyetini bozmuştur. Buna karşın yardımcı rollerde izlediğimiz polis şefi rolündeki Civan Canova ve Hoca lakaplı
devrimciyi
canlandıran
Altan
Erkekli
oldukça
başarılı
ve
inandırıcılardır. Zaten Canova da Altın Portakal’da ödül almıştır. “Eve Dönüş” dönemin atmosferini yaratmada başarılıdır. Duvara afiş yapıştıran, fabrika çevrelerinde bildiri dağıtan solcular, kahvehanelerin taranması (filmde egzoz patlaması olmasına rağmen bu durum yaratılmıştır), kimlik kontrolleri ve katledilen işçiler olağanüstü hal durumunu özetlemiştir. Ana karakter Mustafa’ya döndüğümüzde ise onun siyasal olayları, işçi sınıfının mücadelesini, sendikaları önemsemediğini görürüz. Duyarsız, apolitik yani kısacası lümpen bir karakter olan Mustafa’nın bu özellikleri filmde fazlasıyla göze sokulmuştur. Bunu özellikle filmde darbenin olduğu sahnede görürüz. Televizyonda darbeci Kenan Evren’in sesinden duyduğumuz anonsla birlikte Mustafa o günkü Gülhane Parkı sefasından mahrum kaldığı için üzülmeye ve darbenin neden bir iş gününde yapılmadığına sitem etmeye başlar. Aslında izleyicinin gözüne sokulan karakter özelliği filmin amaçladığı sonuçlardan biri olan 12 Eylül’ün sıradan hatta olaylardan tümüyle uzak insanları da vurduğu mesajına katkı sağlamaktadır. Filmin ilginç bir göndermesine değinecek olursak Savaş Dinçel’in canlandırdığı, Mustafa’nın eşi Esma’nın babası rolündeki Kore Gazisi babayı incelemek gerekir. Filmde ordu kurumuna yapılan taşlamalar bu karakter üzerinden şekillenir. Sık sık müdahale yapılmasını savunan ve Türk Ordusu deyince akan suların duracağını söyleyip duran baba figürünün Kore Gazisi olması durumunu ilginçleştirir. Belki de ordumuzun savaş tarihinde gönül rahatlığıyla gurur duyamayacağımız tek savaş Kore Savaşıdır. Soğuk Savaşın koşullarında kendini Emperyalist Amerika’nın kucağında bulan Menderes 15
Hükümeti 50’lerde NATO’ya girme umuduyla Kore’deki savaşa asker gönderir. Bizi hiç ama hiç ilgilendirmeyen bu savaşta ABD emriyle Mehmetçiklerimizi dünyanın bir ucuna yollarız ve ilginç bir şekilde Amerikan askerlerinden bile önce cepheye sürülen ve ölenler yine bizim askerlerimiz olmuşlardır. Orduyu taşlamak için filmde seçilen karakter tiplemesi bu özelliğiyle ilginç ve önemli bir tercihtir. Filmin önemli bir bölümünü oluşturan işkence sahnelerine göz atacak olursak “cesur” olma iddiasındaki bir filmden daha sert işkenceler beklerdik açıkçası. Diyarbakır Cezaevi olsun diğer anlatılanlarda
duyulanlar
olsun
işkencenin
korkunçluğu
daha
ağır
gösterilebilirdi. Ancak yönetmenin senaryosundaki en güçlü göndermeler yine bu bölümlerde karşımıza çıkar. Bunlardan ilki Mustafa’nın Hoca’yla işkence sonrası konuştukları sahnede ısrarla bu olaylarla ilgisi olmadığını, sade bir vatandaş, tehlikesiz bir işçi olduğunu ve bu işlere aklının ermediğini vurgulamasına aldığı cevaptır. Hoca Mustafa’ya: “Sen ve senin gibilerin bu işlere aklı erseydi ne sen burada olurdun ne de ben.” Etrafında olup bitenlere, toplumsal olaylara kayıtsız kalan bireylere ve kitlelere bundan daha açık ve haklı bir gönderme olabilir mi? Ancak Ömer Uğur bu kesimlere göndermeleri bununla sınırlı bırakmaz. Turist lakaplı devrimcinin, Mustafa’yı polislerce kabul ettirilmeye çalışılan örgüt üyesi Şehmuz olarak göstermesi ve Hoca’nın buna kızması sırasında olan diyalog bunu içerir. Hoca’nın sitemine “Biraz da onlar görsün. Biz burada işkence görürken kahraman işçi sınıfı nerde?” sitemiyle karşılık verir. İşkence sahnelerinin sonunda gerçek Şehmuz öldürüldüğünde ve Mustafa’nın suçsuz olduğu anlaşıldığında serbest kalan Mustafa bir anda Civan Canova’nın canlandırdığı polis şefinin eline yapışır. Mustafa’nın kendisine günlerce haksız yere işkence yapan polis şefinin elini öpmesi görüntüde barındırdığı garip durumdan öte 1982 yılında toplumun üstünden silindir gibi geçen 12 Eylül’ü yapanların anayasasının halk tarafından adeta ellerinden 16
öpülürcesine yüzde 92 oyla kabul edilmesine bir göndermedir. Filmin ilginç bir unsuru da darbeci Kenan Evren’in kendisidir. Resimlerde ve televizyon konuşmalarında gördüğümüz Evren işkence sahnelerinden hemen sonra çıkıp işkenceye karşı olduğunu ve bunun asla yapılmadığını söylemektedir. Filmde Evren’in bir oyuncu tarafından canlandırılmadan hazır görüntülerden aktarılması O’nun canlandırılamayacak biri olduğunu vurgular adeta. Bu da George Clooney’nin yönettiği “Good Night and Good Luck” filminde komünist avcısı senatör McCarthy’i canlandırılamayacak biri olduğundan hazır televizyon görüntülerinden aktarmasını akıllara getirir. “Eve Dönüş”ün sonunda darbeci generallerin afişinin yanında 12 Eylül’ün bilânçosunu görürüz. Tutuklama, yargılama, fişleme, işkence, idam sayılarıyla birlikte halen darbecilerin anayasasıyla yönetildiğimizi görürüz. Bu bilgiler son derece önemlidir ancak bir filminde sanki ders sunuşu havasında uzun maddelerle bunu vermek sinemasal anlatımda ne kadar doğrudur tartışılır.
17
Barselona’da düzenlenen Uluslararası Politik Filmler Festivali’nde iki ödül alan Sırrı Süreyya Önder’in Muharrem Gülmez’le birlikte yönettiği 2006 yapımı “Beynelmilel” politik metnine mizah unsurlarını da ekleyerek hem izleyicilerden hem de eleştirmenlerden övgü alan bir eserdir. 12 Eylül sonrası 1982’de hala olağanüstü halin uygulandığı Adıyaman’da bir grup yerel müzisyenin yani gevendelerin askeri komutanlık tarafından orkestra olarak çalıştırılması ve marş olarak Komünist Enternasyonal marşını yanlışlıkla çalmaları neticesinde gelişen ve yan karakterlerle şekillenen bir film “Beynelmilel”. Senarist Sırrı Süreyya Önder’in hayatından kesitler içeren film kalabalık oyuncu kadrosunun sadeliği, gerçekçiliği ve başarısıyla göz doldurmakta. Özellikle müzisyen baba Abuzer karakterine hayat veren Cezmi Baskın’ın oyunculuğu muazzamdır. Diğer iki filmde olduğu gibi “Beynelmilel”de de dönemin atmosferi başarıyla yansıtılmıştır beyazperdeye. Cuntacı generallerin afişi olan 5’i bir yerdeler, kimlik kontrolleri, sokağa çıkma yasakları, muhbirler, saklanmış kitaplarpikaplar, sol dergiler izleyiciyi o yıllara inandırıcı bir şekilde götürür. Bunların yanında filmin mizah unsuru olarak dönem tasviri bağlamında lokumcuda yazan “Ayle Münasebetlerini Arttırır” yazısı da altını çizmeye değecek bir ayrıntı. Hazır 5’i bir yerdeler demişken filmde bu afiş devrimciler tarafından yere düşürüldüğünde yoldan geçmekte olan vatandaşın korkusu komedi unsuruyla verilerek onun afişi kutsal bir şeymiş gibi öpüp başa koyduğu sahneyi de hatırlamakta fayda var. Bunun yanı sıra Abuzer karakterinin orkestra olarak üniforma giyme konusunda arkadaşlarına söylediği “Bu halk üniformadan korkar” sözü toplum olarak sindirilme durumumuzun adeta altını çizmektedir. Filmde mizah soslu taşlamalardan herkes nasibini almaktadır. Örneğin, orkestraya temsili düşman üniformasını uygun gören ordunun gevendelerin Komünist Enternasyonal marşı çaldıklarını fark etmemeleri hatta marşı çok 18
beğenmeleri elbette absürd bir durumdur. Sonuç olarak komünizm de dâhil tüm sola yapılan bir darbenin mensupları “düşman” gördüklerinin marşını beğenecek kadar cahil olabilmektedir. Zaten filmin sonunda marşın ne olduğunu fark eden Kenan Evren ya da darbe arkadaşları generaller değil yazar Ece Temelkuran’ın da küçük bir rolle aralarında bulunduğu gazetecilerdir. Film bunun yanında devrimcilere de iğnelemeler içerir. Abuzer’in kızını oynayan Özgü Namal ve âşık olduğu devrimcinin konuşmalarında solcu gencin kız arkadaşlığı burjuva alışkanlığı olarak görmesi ya da günün aşk günü olmadığını ve devrimcinin ölümle nişanlı olduğunu söylemesi komedi unsurundan öte şeyler barındırır. Burjuva alışkanlıkları eleştirilerini abartıp insani duyguları dahi hoş görmeyen bir sol anlayışın kendini ne kadar yaşamdan koparttığı ve ne denli anlaşılmaz olduğunu vurgular bu diyaloglar. Devrimcilerin halka kendini anlatamamasının bir diğer eleştirisi filmde devrimci gencin sol bir dergiyi incelerken abisi tarafından “Hanginiz tarlada, fabrikada çalıştınız” diye azarlandığı sahnedir. Filmin genel anlamda sol duruşunu ise iki detayda daha tutarlı bir şekilde görebilmekteyiz. İlki Komünist marşının insana baharı, kuşları, çocukları anımsattığının diyaloglarda geçmesi ve diğeri de pavyon şarkıcılarının Abuzer’in kızıyla devrim hakkında konuşurken 1960 askeri müdahalesini “devrim” olarak nitelemeleridir. Ayrıca, 1950’lerde Menderes tarafından kapatılan ve tekrar açıldıktan sonra bu sefer de 12 Eylül’de Kenan Evren tarafından kapatılan Halkevleriyle ilgili sahne belki de filmin en güçlü sahnesidir. Oldukça etkili bir müzikle aktarılan bu sahnede Atatürk’ün resmi yerli yabancı sanatçılarla bir aradadır. Kütüphaneyi, tiyatro sahnesini ve Picasso’nun ünlü Guernica tablosunu görürüz. 12 Eylül için ve bu zihniyetler için nelerin tehlikeli olduğunu bir kez daha anlamış oluruz bu iç burkan sahnede. “Beynelmilel”de birkaç kez konusu geçen bir kefen vardır. Abuzer’in babasının şimdiden kendine aldığı kefen bezi “Amerikan” malıdır. “Donumuza kadar 19
Amerikan giyiniyoruz” sözü burada kefenimize kadar şekline bürünmüştür sanki. Ve bu kefen Özgü Namal’ın karakteri sayesinde Cuntaya yani bir anlamda Amerika’ya karşı çıkan bir pankarta dönüştüğünde tekrar bu güçler tarafından asıl görevine yani kefenliğe geri döner. “Cuntalar Olmasın” yazılı Amerikan bezi solcu devrimciye kefen bezi olmuştur. Amerika’nın, bu vatanın evlatlarını kefenler içine soktuğu gerçeği herhalde bundan daha iyi verilemezdi. Filmin sonunda ise “Eve Dönüş”ün aksine işkence görüntüleri gösterilmez ancak işkence hissi sonuna kadar verilir. Kullanılan kamera açıları ve mizansenin sahnelenmesi bunu izleyiciye hissettirir. Genel olarak bu üç filme baktığımızda hepsinin cesur olduğunu görüyoruz. Eksik nokta ise üç filmin de 12 Eylül’ün yarattığı ve halen yaşamakta olduğumuz ideolojik ortama pek değinmemeleri. “Beynelmilel”in yönetmeni Sırrı Süreyya Önder bir röportajında filminin sonunda aslında Turgut Özal’a yani 12 Eylül’ün “ilk meyvesi”ne yer vermek istediğini ancak çeşitli baskılar sonucunda değiştirdiğini söylemekte. Farkında olmadan hala 12 Eylülde yaşadığımızı herhalde en iyi bu örnek göstermektedir. Toplum olarak bu zincirleri kırmamızın yolu geçmişi iyi analiz etmekten geçer. Çağan Irmak’ın filminde vurguladığı zaman makinesi=sinema olgusu daha iyi kullanıldığında toplum olarak çok daha ileriye gideceğimizden şüphe yok. Bu üç filmin başta yönetmenleri olmak üzere tüm emekçilerini tabuları sarstıkları için tebrik ederken kitap önerisiyle yazıyı sonlandıralım: 12 Eylül’ü kavrayabilmek için daha
da
öncesini
irdelemek
gerekir.
Bu
sebeple
öncelikle
Kamil
Karavelioğlu’nun “Bir Devrim İki Darbe” adlı eserini ve tarihsel olaylara daha da geniş bir açıdan bakıp 12 Eylül özeline inmek için Emre Kongar’ın “Tarihimizle Yüzleşmek” adlı yapıtını tüm sanatseverlere tavsiye ediyorum.
20
Faşizme Karşı Feminist Başkaldırı: Müjde Ar Samile Yılmaz Gerçek adı;
Kamile Suat Ebrem olan 1954 İstanbul doğumlu Müjde Ar,
Tiyatrocu Aysel Gürel ve gazeteci Vedat Akın’ın kızıdır. İlk oyunculuk deneyimine 8 yaşında bir tiyatro oyunuyla başladıktan sonra çocuk dublajlığı ve çeşitli çocuk oyunlarında oynamaya devam eder. Genç oyunculuğa Nejat Uygur Tiyatrosu’nda geçtiğini söyleyen Müjde Ar, lise döneminde de çeşitli tiyatrolarda oyunculuk yapmaya devam etmiştir. Üniversite eğitimini yarıda bırakıp evlendikten sonra bir fotoromanda oynayıp mankenlik yapmaya başlayan Müjde Ar’a Salih Güney’den Aşk-ı Memnu (Halit Refiğ, 1974) dizisinde oynaması için teklif gelir. 8 bölüm bittikten sonra bir günde star olduğunu söyleyen Müjde Ar’a Yeşilçam’dan film teklifleri yağmaya başlar. Bu süre içerisinde ne yapacağını bilemeyen Müjde Ar bir süre bocaladığını ve kendi kendine “kimim ben? Sinemacı mı, tiyatrocu mu, ev kadını mı?” sorusunu sorduğunu söyler. Örneğin, Ahh Belinda filminde de Müjde Ar’ın canlandırdığı kadın karakter tıpkı onun gibi bu sorular arasında boğulmaktadır. Müthiş bir ilgi beklediği ilk sinema filmi Köçek (Nejat Saydam, 1975) tam bir fiyaskoyla sonuçlanır. Hafta bile beklenmeden vizyondan kaldırılır. Kadir İnanır’la Baldız (Temel Gürsu, 1975) filminde oynadıktan sonra, Hollywood’da yapılmış melodramların uyarlamalarında oynayarak sinemaya devam eder. Müjde Ar, Aşk-ı Memnu’da kocasını aldatan ve aşkı seçen özgür bir kadın karakteri canlandırıyor. Bu dizide kendisinden memnun olan bir kocası, 21
özgürlükçü bir sevgilisi ve entrika peşinde koşan bir annesi vardır. Başarısızlığa uğrayan bir karakterdir. Fakat son sahnede, onu ölüme götüren merdivenlerden cesurca çıkarken kabaran göğsü ve açılan saçı, yenilgiye yer vermeyen tutku ve haz dolu bir hikâyeyi sembolize eder. Bu şekilde neredeyse birdenbire bir yıldız olur ve yüzü ülkenin tüm posterleri ve dergi kapaklarını süsler. Bundan sonra Türk sinemasında kadının cinsel kimliği, cinselliği sorgulaması, sevgiyle cinselliği birleştiren bir kadın tipi ortaya çıkar. Müjde Ar, senaryolara ve çekimlere yansıyan bu değişimi şöyle anlatıyor: “Önceleri filmlerde kadınla erkek öpüşürken kamera gülün dikenini çekerdi. Ancak kamera bende kalmaya karar verdi. Küçük küçük öpüşme sahneleri oluyordu. Medya bunu kaçırmadı. Beni yerden yere vurdular. ‘Kaltak’ gibi inanılmaz aşağılamalara maruz kaldım. Türk geleneklerine, örf ve adetlerine aykırıymışım. ‘Acaba doğru mu yapıyorum?’ diye düşünmeye başladım. Ancak sokakta kadınlar yolumu kesmeye başladılar. ‘Çok şükür, oh be! Görüyoruz artık nasıl oluyor.’ İnsanlar o güne kadar öpmek için diken arıyormuş”
1
(Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film
Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2006 ) Başta, can sıkıcı komedilerde genç kız rolünden fahişe rolüne kadar her türlü karakteri canlandırarak geleneksel bir yol izledi. Film ve senaryo kötü olsa bile, Müjde Ar her zaman, ilginç kişiliğini de ihmal etmeksizin, etkileyici, cesur, gülünç, umutsuz veya üzgün olmayı bilmiştir. Ertem Eğilmez ile tanışıp Arzu Film’e girdikten sonra sinemanın ve sinema oyunculuğunun ne demek olduğunu öğrendiğini söyleyen Müjde Ar, sinemada para olmadığı için, 1978 yılında İzmir Fuarı’nda şarkı söylemeye başlar. Amacı; geçimini başka bir yerden sağlayıp, sinemada daha iyi işler
22
yapabilmektir. İki yıl sinemaya ara verir fakat 1980 yılında 12 Eylül darbesiyle birlikte fuar kapatılır. 1981 yılında Ömer Kavur’un Ah Güzel İstanbul filmiyle istediği filmlerde tekrar oynamaya başlar. Bu filmler daha içerikli ve kameranın kadının tarafında olduğu filmlerdir. (Dul Bir Kadın, Adı Vasfiye - Atıf Yılmaz. Göl, Ah Güzel İstanbul – Ömer Kavur. Asılacak Kadın – Başar Sabuncu.) Müjde Ar’ın sinemaya girdiği bu dönemlerde Türk Sineması da seks filmleri dönemini yaşar. Müjde Ar bu dönemde kadınların bırakın sinemaya gitmesini Beyoğlu’ndan bile geçmediklerini söyler. Amacı, sinemadan kaçan bu kadınları sinemaya geri almaktır. Tabi Amerikan filmleri furyasından sonra Türk sineması tekrar düşüş dönemine geçer. Bu dönemde Müjde Ar, Şener Şen ve Uğur Yücel ile birlikte kabareler yapmaya başlar. Bundan sonra yapımcılık yapmaya karar veren Müjde Ar, oyunculuk dönemini dörde bölüyor: Aşk-ı Memnu dönemi, melodram ve kadın filmleri dönemi, son olarak da yapımcı olarak Amerikan Sinemasına karşı yapılmış filmler (Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, Ağır Roman, Eğreti Gelin) Müjde Ar, sürekli düşmüş ya da düşürülmüş kadın rollerinin değişmez bir kimliğidir. Cinselliğini sevginin bir uzantısı olarak kullanmanın yanında intikam için bir silah olarak da kullanır. Filmlerindeki kötü yazgılı kadının yanında kurtarılmayı bekleyen bir kadın da vardır. Kadını ya cinsellikten soyutlayıp bir melek, ya da tümüyle cinselliğin hiçbir boyut ve duygu içermeyen sınırına tutsak eden şeytan konumuna düşüren sinemamız, Müjde Ar’ın değişik, yadsınmayan ve giderek benimsenen kişiliği ile gerçek kadın kimliğine kavuşmuştur.
2
(Burçak Evren, Yeşil Çam’la Yüz Yüze, Açı Yayıncılık Eylül 1995 İstanbul). Sinemamızda ve toplumumuzda kadın; anaçtır, iyidir, koruyucudur ve ne kadar cinselliğini gizlerse o kadar değerlidir. Müjde Ar kadın karakterlerdeki iyi kadın, 23
şeytan kadın gibi keskin çizgileri olan karakterlere son verip iki karakteri aynı anda ilk kez canlandıran oyuncudur. Bu kadın karakterin ortaya çıkmasında toplumdaki kadın haklarının konuşulmaya başlanması ve feminist hareketin oluşmasıdır. Yani seyirci de artık buna hazırdır. 1980’lerde Toplum ve Sinema 70’lerde sinemada bir yandan seks furyası devam ederken toplumsal konuları işleyen film sayısı da artmıştır. Fahişelerin yuva yıkma öyküleri yerini, umutsuz aşk hikayelerine, neden ve nasıl fahişe olduklarına, bu yoldan nasıl kurtulacaklarının cevabını aramaya bırakmıştır. Örneğin bu döneme örnek olarak Müjde Ar’ın oynadığı ‘Asiye Nasıl Kurtulur?’ filmini söyleyebiliriz. (1973) 80ler darbe sonrası siyasi baskı ve yasaklar dönemi olmanın yanı sıra, liberalleşme ve dışa açılma politikaları ile toplumsal yaşamın ve ahlaki değerlerin de değişim geçirmeye başladığı bir dönemdir. Batılı değerler, toplumsal yapının ahlaki değerlerinde çatışma yaratmıştır. Türkiye’de feminist hareket ortaya çıkmıştır. Cinsellik başta olmak üzere o güne kadar konuşulmayan ve kapalı tutulan konular (cinsel taciz, ev içi şiddet, kürtaj…) daha özgür ve bireysel şekilde gündeme gelmeye başlamıştır. Sinemanın, feminist kuramın ortaya attığı bu alanlardan etkilenmesiyle 80’lerde Türk sinemasında ‘kadın filmleri’ türü ortaya çıktı. Özellikle Atıf Yılmaz’ın filmlerinde öykü; kadın karakterin bilinçlenme, özgürleşme, kendi bedeninin ve hayatının kontrolünü ele alma süreci etrafında şekillenir. Bu filmlerle birlikte yeni bir kadın imgesi de ortaya çıkmıştır. Bu yeni imgeyi oluşturan en önemli unsur ise cinselliktir. Bu dönem filmlerinde fahişeler ve fahişelik de değişim göstermiştir. Genelev fahişesine aşağılayıcı gözle değil insanca bakan ‘Ah Güzel 24
İstanbul’un’ ardından filmlerde Müjde Ar’la birlikte fahişelik de sosyal bir içerik kazanmıştır.3 (Türk Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler 5, Deniz Bayrakdar, Bağlam Yayıncılık, Kasım 2006, İstanbul). “oyuncu olmak başka türlü hayatlarda var olma isteğiymiş” Müjde Ar
25
Salvador Dali’nin Gerçeküstü Serüveni Onur Keşaplı 1904 yılında Figueres'te doğan ve yine aynı kentte 1989'da yaşama gözlerini yuman Salvador Dali, Kübizm ve Dadaizm gibi daha birçok sanat akımından etkilenmişse de her zaman gerçeküstücü akımın en büyük sembolü olmuştur. Gerçeküstücülük Gombrich’in büyük eseri Sanatın Öyküsü’nde “1924te verilen bu ad, daha önce de sözünü ettiğim gibi, birçok genç sanatçının duyduğu bir özlemi dile getiriyordu: gerçekten çok daha gerçek bir şey yaratmak. Gerçeküstücülerin çoğu, Freud’un yazdıklarından önemli derecede etkilendi. Freud, uyanıkken zihnimize hakim olan bilinçli düşüncenin zayıfladığı anda, içimizdeki çocuğun ve Vahşi’nin öne çıktığını göstermişti. Bu düşünceden yola çıkan Gerçeküstücüler, tamamen uyanık bir aklın, hiçbir zaman sanat üretemeyeceğini öne sürdüler. Onlara göre, akıl bize bilimi verebilirdi, ama sanatı verecek olan, yalnızca akıl dışı bir şey olabilirdi.” bu büyük modern sanat akımını böyle tanıtılır. Sanatında dünü bugünü ve yarını birbirine bağlayan Dali ise kendisini bu akımdan dışlayan ve her zaman eleştiren gerçeküstücülere yanıt olarak “Gerçeküstücüler ve benim aramdaki tek fark benim gerçeküstücü olmamdır.” demiştir.
26
Dali’nin gerçeküstücülükle anılmaya başlaması Paris yıllarına yani 1920lerin sonuna denk düşer. Bu tarihlerden önce tümüyle kübizmin etkisinde kaldığı oto portreler de yapmıştır. Bu büyük sanatçının sanata başladığı ilk yıllarında ise Katalan köklerinin etkisi görülür. Katalanlar sadece hissedebildikleri, koklayabildikleri, tadabildikleri, görebildikleri ve duyabildikleri şeylere inanmaktadırlar. Çocukluk yıllarını sıkça mutfakta geçiren ve hatta altı yaşında bayan bir aşçı olmak isteyen birinin sanatında yemeklerin sıkça bulunması her halde tesadüf değildir. Ekmek, yumurta, jambon ve peynir çalışmalarında sıkça görülür. Resimlerinde bu nesnelere o kadar çok yer verir ki 1933te yaptığı The Enigma of William Tell adlı eserinde birçok eleştirmene göre Lenin'i resmeden Dali komünist liderin kalçalarını ekmeğe dönüştürmüştür. Dali’nin “sertyumuşak” tezinin sert kısmını oluşturan en önemli öğe yine bu mutfak nesneleridir. Dali’nin tezinin yumuşak kısmı ise çocukluğundan itibaren gördüğü kâbusların eseridir. Kendisine inanılmaz derecede benzeyen ve aynı adı taşıyan abisinin ölümünden sonra Dali “daha doğmadan öldüğünü” düşünmeye başlar. 6 yaşındayken menenjitten ölen erkek kardeşinden 3 sene sonra dünyaya gelmişti. 1973'de şöyle yazacaktı: “Doğar doğmaz tapınılan bir ölünün ayak izlerinden yürümeye başladım. Beni severken hala onu seviyorlardı aslında. Belki de benden çok onu.. Babamın sevgisinin bu sınırları yaşamımın ilk günlerinde itibaren çok büyük bir yara oldu benim için.” Ressam, kardeşine ikiz kadar benziyordur. Anne babasının yatak odasında Velazquez'in Çarmıhta İsa resmiyle birlikte asılı olan kardeşinin resminin yaşayan bir aynasıydı adeta Salvador Dali. O dönemde gördüğü kâbuslarda çürümüş ve yumuşamış görüntüler objeler hatta kendi bedenini gören ressam yıllar sonra düşlerinde yumuşak-akışkan bir “zaman” gördüğünde ise tümüyle kendi eseri olan bu tezinin ilk büyük çalışmasını vermiştir. 1931 yapımı The Persistence of Memory adlı çalışmasında Dali yumuşak saatleri kullanmıştır ve bu gelecekte O’nun simgelerinden biri haline gelmiştir. Sert-yumuşak tezinin en bariz örneklerinden biride bir yıl sonra yaptığı Anthropomorphic Bread adlı eseridir. Sert ve devasa bir ekmeğin üstünde yumuşak ve akışkan bir saat vardır.
27
Dali modern sanatın hakkını birçok şekilde vermek dışında dünün eserlerini modern sanata taşımıştır. Bunun en büyük örneklerinden biri Jean-François Millet’in 1859 yapımı The Angelus adlı eseridir. Dali’nin bu eser hakkında şu 28
sözleri söylemiştir: “Angelus, bildiğim kadarıyla, ıssız, alacakaranlık ve ölümcül bir ortamda iki kişinin hareketsiz varlığını, bekleyiş içindeki karşılaşmasını içeren, dünyadaki tek tablodur. Bu ıssız, alacakaranlık ve ölümcül ortam tabloda "teşrih masası"nın şiirsel metinde oynadığı rolü üstlenir; çünkü yalnızca ufukta yaşam sönmekle kalmaz, ama diren, insanoğlu için her zaman, "sürülmüş toprak" olan şu gerçek ve besleyici ete batmaktadır; oraya, verimliliğin şu açgözlü yönelmişliğiyle saplanır diyorum, tıpkı neşterin, herkesin de bildiği gibi, gizlice, çeşitli analitik bahanelerle, her cesedin teşhirinde, ölümün sentetik, doğurgan ve besleyici "patatesi"ni aramaktan başka bir şey yapmayan nefis çizip-yarmaları gibi. (...) Eğer, bizim de ileri sürdüğümüz gibi, sürülmüş toprak, bilinen bütün teşrih masalarının en gerçeği, en elverişlisiyse, şemsiye ve dikiş makinesi de Angelus'e erkek figürü ve kadın figürü olarak aktarılacaktır ve karşılaşmanın tüm sıkıntısı, tüm gizi, her zaman, benim pek naçiz düşünceme göre, şimdi artık "yer" (sürülmüş toprak, teşrih masası) tarafından belirtildiğini bildiğimiz sıkıntı ve gizden bağımsız olarak, her iki kişinin, her iki nesnenin içerdiği özdeş özelliklerden kaynaklanacaktır. (...)” Bu düşüncelerin üstüne Dali, Millet’in bu ünlü tablosunu tam dört kez gerçeküstü dehasıyla buluşturmuştur. Bunlardan en göze çarpanları erkek figürü bir ölüyekabusa döüştürdüğü Atavism of Twilight adlı çalışması ve her iki figürü de tarihi kalıntılara çevirdiği Archeological Reminiscence of the “Angelus” by Millet’dir. Geçmiş sanat dönemlerinin ünlü yapıtları ve kişileriyle sıkça ilgilenen Dali son yıllarında yaptığı The Pearl eserinde belkide İnci Küpeli Kız’a bir gönderme yapmıştır. Dali aynı zamanda Antik Helen eserlerine de kendisine ilham kaynağı oldukları için büyük bir ilgi beslemektedir. Efsane heykel Milo’nun Venüsü de Dali’nin dehasıyla 1936 yılında “çekmeceli” bir hale bürünmüştür. Geçmişle modernizmi birleştirdiği bir diğer eserinde ise bu kez Piero della Francesca’nın 1475’te yaptığı Madonna and the Child adlı çalışmaya defalarca resmettiği Karısı ve büyük aşkı-tutkusu Gala’yı da katıp çiftin birlikte yaşadığı Port Lligat’ı anlatan The Madonna of Port Lligat’ı yapmıştır. Bu dini niteliklerde içeren eser Dali’nin dini inançlardaki gizemi yakalamaya çalıştığı yıllarda yaratılmıştır.
29
Dali ateist bir aileyle büyüyüp uzun yıllar dinden uzak kalmış olmasına rağmen özellikle 1950lerle birlikte çalışmalarında dini sembolleri sık sık kullanmıştır, tabi kendine has gerçeküstü dehasıyla. Dali’ye göre din bünyesinde barındırdığı tüm mistik olgularla görülenden çok daha ötesinin sunduğu için sanatta fazlasıyla olması gereken bir değerdir. Alışılagelmiş İsa’nın çarmıha gerilme sahneleri, azizler, melekler ve tabi Meryem Ana( ki bu durumda her defasında Gala) Salvador Dali’yle belkide hiç olmadıkları kadar derin ve mistik anlamlarla resmedilmişlerdir. Örneğin karanlık bir gökyüzünde çarmıha gerilmiş bir İsa yeryüzünü seyretmektedir Dali’nin 1951 yılında yaptığı Christ of Saint John of the Cross çalışmasında. Cennet konusu Dali’nin özel ilgi alanlarından biri olmuştur. Yeryüzünde de cennet olduğunu düşünen Dali buna asla ulaşamamaktan yakınmaktadır. Bu duruma karşı çareyi yine sanatında 30
bulmuştur. Belkide “en Dali” tablosu olan 1946 yılında yaptığı The Temptation of Saint Anthony cennete ulaşmaya çalışan bir azizin yeryüzü ve cennet arasında köprü görevi gören ve güç-cinsellik gibi temaları simgeleyen uzun bacaklı at ve filleri elindeki haçla etkilemeye çalışmasını anlatmaktadır. Bu eserde bulutların üstünde gördüğümüz cennet ise Dali’nin Gala’yla yaşadığı Port Lligat’tır. Hristiyanlık temaları dışında Dali mitolojik öykülerle de fazlasıyla ilgilenmiştir ve en ünlü resimlerinden olan Leda Atomica’da efsaneye göre aşkına bir kuğu kılığını bürünerek yaklaşan tanrılar tanrısı Zeus, O’nun sanatında yer edinmiştir. Fakat tüm dini temalı resimleri arasında en özgün olanı 1952 yapımı Nuclear Cross’tur. Parçalanmış atom çekirdeğinin merkezi oluşturduğu haçın dört tarafı ise kübik şekillerle doludur. Ve bu sembol bir mutfak rafında örtünün üstünde durmaktadır.
Atom konusu Dali’nin sanatının önemli esin kaynaklarından biri olmuştur. İkinci dünya savaşı vahşi bir şekilde sona erdiren atom bombalarının atılması Dali’yi yine kendi yarattığı bir akımın peşine düşürmüştür: Nükleer gizem. Evrendeki en küçük parça denilen atom çekirdeğinin parçalanmış olması Dali için bilinen tüm gerçekliklerinden parçalanmış olmasıdır aynı zamanda. Gerçekliğin derinliklerindeki gizemi bulmak ya da en azından bulmak için 31
mücadele vermek Dali’nin yeni hedeflerinden biri olmuştur. Hatta Dali’yi dinin altında yatanları aramaya sevk eden düşünce de buradan türemiştir. Bu düşüncelerin peşinde Dali büyük eserler vermiştir. Bunlar arasında en önemlileri Roma dönemi eserlerini uçsuz bucaksız hatta ölü denilebilecek bir çölün ortasında parçalanmış bir atomla( ya da bir meyveyle) buluşturduğu Dematerialization near the Nose of Nero ve atomun gücünün ani ve büyük bir güçle yok ettiği hatta dondurduğu nesneleri yani bir insan elini, kalemi, karpuzu ve kuğu başını(Zeus?) buluşturduğu Intra-Atomic Equilibrium of a Swan’s Feather adlı eserleridir.
Birçok ressam eserlerinde bir yerlere saklanmış gizli nesneler, semboller bulundurmaktadır. Konu Dali olunca bu durum biraz daha faklı olmaktadır. Dali sadece beynin değil aynı zamanda gözünde algı eksikliğine dayanarak birden çok koskoca nesneyi ustaca gizlemeyi gerçeküstücülüğün verdiği yetenekle başarmıştır. Buna en büyük örneklerden olan 1938 yapımı Apparation pf Face and Fruit Dish on a Beach adlı çalışmasını büyük sanat eleştirmeni Gombrich şöyle yorumlamıştır: “Resme daha yakından baktığımızda, sağ üst köşedeki düşsel manzarada, dalga dalga arazi ile içinden tünel geçen dağın, aynı zamanda bir köpeğin kafasını betimlediğini görürüz. Köpeğin tasması, denizin üstünden 32
geçen kemerli köprüyü oluşturur. Boşlukta asılı duran köpeğin gövdesi, içinde armutlar olan bir meyve kâsesinden oluşmuştur. Bu kâse de bir kızın yüzüne dönüşür. Şaşırtıcı biçimlerle dolu kumsaldaki iki nesne, kızın gözlerini oluşturur. Tıpkı düşte olduğu gibi bazı şeyler, örneğin ip ve kumaş, beklenmedik bir şekilde nettir. Buna karşın bazı diğer biçimler belirsiz ve anlaşılmaz olur.” Buna bir diğer ünlü örnek ise Gala’nın Akdeniz'e bakışı ve onu çevreleyen çizgilerin resimden uzaklaştıkça Abraham Lincoln’e dönüştüğü 1976 yılındaki çalışmadır.
33
Dali kendisine ilham kaynağı olan aynı dönemi paylaştığı ya da geçmişin sanatçılarını da sanatında unutmamıştır. Anne ve babasının ölen abisinin fotoğrafının yanında her zaman bulundurdukları resmin sahibi ünlü İspanyol sanatçı Velazques’ı Dali ender olarak yaptığı büst çalışmalarından biriyle tekrar ölümsüzleştirmiştir. Dali aralarında her zaman soğuk bir saygı ve hatta sevginefret duyguları hissettiği efsanevi sanatçı Pablo Picasso’yu da resmetmeyi ihmal etmemiştir. 1947 yılında yaptığı portre belki de 20. yüzyılın tartışmasız en büyük iki ressamını dehalarını aynı anda gözler önüne sermiştir. Ayrıca birçok gerçeküstücüde olduğu gibi Dali’de de düşünceleriyle ve tezleriyle oldukça etkin gözüken büyük düşünür Freud’da Dali’nin resmettiği ilham kaynaklarındandır. Modern sanatın tüm gücünü çılgınca kullanan Dali’nin Freud portresi ilk başta fazla sade gelebilir fakat Dali için düşünce üreten, ilham kaynağı üreten bir fabrikanın en iyi yaptığı işe, düşünmeye odaklandığını resmetmek oldukça mantıklıdır.
34
Bunların dışında Dali mobilya dekorasyonu ve takılarla da yakından ilgilenmiştir. Mobilyalarının tartışılmaz en ünlüsü 1936 Edward James’in siparişiyle Londra’da yaptığı “Dudak Koltuk”tur. Mae West’in şok edici pembe rengindeki ruju şeklinde anılan koltuk Dali’nin Figueres’teki müzesinde büyük bir odayı kaplayan büyüleyici yüzün merkezindeki yerini almıştır. Mücevher anlamında ise onlarca büyük yapıtından en önemli ikisi tamamıyla altın ve elmastan yapılan ve içindeki düzenekle sürekli atmakta olan The Royal Heart ve yeryüzüyle cennet arasında köprü kuran ve efsanevi yumuşak saati taşımakta olan Dali’nin ünlü ince uzun bacaklı filidir. Yarattığı mücevherler için “bunları kimse takamaz!” dese de Dali ortaya çıkardığı eserin büyüklüğüyle o kendisine has ukalalığını daha da pekiştirdiği tartışmasız bir gerçektir. 35
36
Zamansız Yaşlılık Ceyda Şahinoğlu Zamanın insana kattıkları ve ondan aldıkları üzerine konuşmak istiyorum sizinle. Zamansız yaşlılık diyorum, yüreğinin çürüdüğünü hissettiğin andır o, ve hiçbirşey hiç kimse yardımcı olmaz bu salgından kurtulmana. Gözlerin kapalıdır, ve yüreğin buruşmuştur göğüs kafesinin içinde. İçinden ne istek gelir, ne de sesini duyurmak istersin boşluğa. İşte önemli kelime boşluk her zaman doldurulması beklenen ama bir türlü doğru sözcükle yer değiştirilemeyen basitçe kullanmaktan çekinmediğimiz ama hissettiğinde dayanılmaz acılar veren boşluk… En sıkıldığın an kullanırsın onu bir kurtarıcıdır.o hepimiz için. Boşluktayım ve sanırım yaşlandım…… Yaşlılık ayak bağıdır gençliğimin, özgürlük bedelidir. O yüzden gömdük gencecik bedenleri 68`de. Zamanın kırılganlığı diyorlardı kollarındaki kelepçe için ve biz sizin dün beşikte uyuyan yavrularınızken koydunuz karanlık dünyalara. Aydınlığa çıktığımızda boynumuzda düğümlenmiş ipler asılıydı. Günah keçisini arıyorduk yaşadıklarımıza yoksa sadece çocukluğumuzdan kalma oyunmuydu bu…Yaşlanmak istemiyorduk ama gencecik bedenlerimizi de küçücük kutulara hapsetmeye kimsenin hakkı yoktu. Tek istediğimiz birazcık huzurdu varlığımızda ve siz bizi erken yoladınız yaşlılığımıza. Umarsızca yaşayacaksın aslında, düşünmeyeceksin ki ömrün uzayagörsün sende yaşa yaşlılığını zamanı geldiğinde. Kimseler kolundan tutup gidiyoruz demesin, gece yarısı gelip evini dağıtmasın, çocuklarının önünde seni yerin dibine sokmasın… Diyorum ya düşünmeyeceksin, öylesine yaşayacaksın hayatı, duymayacak hatta konuşmayacaksın sana konuş demedikçe, gülümseyeceksin sana ana avrat düz gitselerde, aldiracaksin ruhunu bedeninden ve öylesine yaşayacaksın zamanı…. Size gerçek ama acı olan bir anıyı anlatmak istiyorum… Benim gerçekten tanıma fırsatım olmayan ama ailemin sürekli andığı ve her anışta derin nefes aldığı bir insan ben ona dayım diyorum… Herkes onu Kıvırcık Mehmet olarak bilmektedir, ondan bahsedeceğim. Herkes tarafından çok sevilen daha çok ta fakiri ve kime göre bilinmez ama deli denilen insanların çok sevdiği bir insan 79un gözü kara gençliği, kimsenin canını acıtmayan taki düğününe üç gün kala çok yakın arkadaşının kurduğu bir komployla kurşuna dizilerek kardeşinin 37
yanında can veren insan. Hep bağırıyoruz “hepimiz kardeşiz, bu ülke bölünemez” evet kendi kardeşimin canını ancak ben alırım demek istiyoruz sanırım. Yabancıya yaretmem, ben burdayken kimseye laf düşmez. İşte bizim gerçeklerimiz, karar veremediğimiz yaşlılığımız…… Nerdeyiz biz, kimiz, nasıl davranmalıyız, hala bile kim kimin gençligi kavgasındayız. Sen onu sevemezsin, onun soyu bu, senin soyun şu… Farklıyız, kültürümüz farklı, inançlarımız farklı, meshebimiz farklı… Nedir kardeşim bu fark, vazgeçin artık insanların yaşamlarını daha fazla ellerinden almayın diye bağırmak istiyorum…. Bir taraf tutmak istemiyorum, sadece ben olarak düşünmek, sevmek, yaşamak varolmak istiyorum….. Kararsız yaşlılığıma karar veriyorum ayağımda prangalar da olsa, çocukluğumda oynadığım oyunlara da benzemese oynadığım oyunlar, insanlar riyakar da olsa ben buyum ve böyle kalacağım… Geçmişimde sahip çıkacağım geleceğime de….68’de ellerinde çiçekler olan ama karşılığında kurşunlarla karşılaşan gençliğime de kim ne derse desin hayatımıza unutulmaz renkler kattıkları için sevgiyle anıyorum… Kendimce 68 kuşağını renklendiriyorum ve kırmızı diyorum… Çevreme bakıyorum Eskisehir’in sokaklarına karanlığın ardında ve büyük binaların arasında kıvrılmış, yüzlerine peçe takmış insanlar gibi kalan küçücük gecekondulara…Yüreğim acıyor, boşluk diyorum içini hiçbir kelimeyle dolduramadığım boşluk. Manasız, anlamsız kelimeler kullanıyorum kendimce, anlamlar yüklemeye çalışıyorum ruhumu yokluyorum hala bedenimde mi diye, ve çığlık atarcasına acıyorum ağzımı, sesim çıkmıyor, bakıyorum sadece… Geçmişte yokolan gençliğin anısına, gölgelerin ardında kalan binalara, kapalı odalarda kalan ruhlara bir selam çakıyorum unutmadık ve unutulmayacaksınız diyorum… Seçiyorum zamansız yanlızlığımı ve bir zarfın içine koyuyorum yüreğimi çekmecemi açıp hiç değişmesin diye saklıyorum kötülüklerden….
38
Çimentoda Büyüyen Gül: 2Pac Onur Keşaplı, Kemal Atay “ Dünyayı değiştireceğimi söylemiyorum, ama sizi temin ederim ki dünyayı değiştirecek kişilere ilham kaynağı olacağım.” Tupac Amaru Shakur
Yukarıdaki sözün sahibi günümüzde sadece para, araba, suç ve seks içeriğine hapsolmuş popüler kültürle beraber sistemin de çarkı haline gelmiş rap müziğin en büyük ismidir. 1971'de Bronx New York'ta doğan ve Eylül 1996 Las Vegas'ta faili meçhul bir saldırıyla öldürülen Tupac Amaru Shakur, 25 yıllık kısa yaşantısına sayısız albüm, birçok film ve şiir kitabı sığdırdı. Hızlı yaşayıp genç ölme deyişinin vücut bulduğu sanatçının annesi Afeni Shakur, Amerika'nın 68 kuşağına ve 60lı-70li yıllarına yön veren sol grup Kara Panterler'in üst düzey çalışanlarından biridir. Devletin yoğun baskısı ve saldırıları sonrasında üst düzey yöneticileri öldürülen ya da hapishanelerde işkenceden geçirilen örgüt, Amerika'da özellikle siyahların ve solcuların etkin olarak mücadele gösterdiği son oluşumlardan biridir. Sonrasında sistemin çarkında olan, sözde değişimci 39
olduğunu kürtaj ve dış siyaset gibi konulara yaklaşımıyla gördüğümüz başkan adayı Barack Obama'nın, Amerika'da “umut ışığı” olabilmesi tüm o yok edilen beyinlerin bıraktığı boşluğun kimler tarafından doldurulduğunu gözler önüne serer. Bu durumun tanıdık geldiğine eminim ama 1950'den beri idarecileri tarafından “küçük amerika” olma hayali kurdurulan bir ülke olduğumuzu hatırlarsak bu şaşırtıcı değil. Konudan konuya atlamayı keserek asıl konumuza dönüyorum. İşte böyle bir baskı sürecinde hapse atılan Afeni Shakur, Tupac'ı da hücrede dünyaya getirir. İsmini İspanyol sömürgecilere karşı mücadele veren İnka devrimcisi Tupac Amaru'dan alan 2Pac içinde doğduğu aydın ortamı öğrenim hayatı boyunca felsefe, edebiyat, politika, okuyarak ayrıca sahne sanatları çalışarak daha da güçlendirir. İlk albümünü 19 yaşında çıkaran sanatçı 35 milyon civarında kopyayla tüm zamanların en çok albüm satan rap sanatçısıdır. Aynı zamanda tarihteki ilk çift cdlik rap albümü çıkaran da 2Pac'tır. Şarkılarında, büyüdüğü ortama ve başta siyahlar olmak üzere gençliğin yüzyüze geldiği tehlikelere değinen sanatçı, özellikle polis ve beraberinde sistem karşıtı şarkılarıyla öncüleri Public Enemy grubu gibi politik yönünü de ortaya koymuştur. Tüm bu ciddi konuların yanında eğlencelik şarkılar da yazan 2Pac'ın yukarıda değindiğimiz gibi baş rollerinde bulunduğu filmler ve “A Rose That Grew From Concrete” adlı şiir kitabı da bulunmaktadır. Aynı zamanda yazımızın başlığı olan kitap, Amerika'da tutucu çevrelerin baskılarına rağmen bazı okullarda edebiyat derslerinde okutulmaktadır. Günümüzde yerle bir edilen ve biçim değiştirilen rap müzik, ülkemizde sevenlerinin ve nefret edenlerinin bir çoğu tarafından yanlış tanınmakta. Azizm olarak, rapin gerçekliğinin, doğasının ne olduğunu, öldürülüşünün 12. yılında halen otoritelere göre rap müzik tarihinin en büyük ismi olan 2Pac'ın pek az bilinen bir röportaj ve konuşmasını yayınlayarak ortaya koymak istedik. İyi okumalar.
2Pac Ağustos 1992’de Engelliler Olimpiyatları yararına çıkan “A Very Special Christmas Vol 2” adlı albüm için bir şarkı kaydetti. Kayıtlar sırasında 2Pac solo sanatçı olarak ilk MTV röportajını gerçekleştirdi. Aynı yıl 2Pac’ın başı kanunlarla belaya girince şarkısı Noel albümünden çıkarıldı ve röportaj yayınlanmadı. En iyi Noel anın nedir ? Bir bakayım. Baltimore’daydık, Noel hediyesi olarak hiçbir şey almayacağımızı düşünüyorduk. Sonra kapı çaldı, kız kardeşimin okul müdürü geldi. Bir yardım 40
faaliyeti yapmışlar, mahalledeki yoksul ailelere hindi filan dağıtıyorlardı, biz yoksul bir aileydik ve hindiyi aldık. Bana ucuz botlar verdiler. Ucuz incik boncuklar aldık. Noel’de ne kadar incik boncuğunuz olsa o kadar iyidir. Bir sürü ufak tefek şeyim oldu. Çok hoştu. Bedava peynir, fasulye, tereyağımız oldu. Hepsi hükümetin ihtiyaç fazlasıydı ama Noel’de boş bir buzdolabı yerine bunların olması iyidir… Hatırlıyorum da, bunlar ilk geldiğinde, Noel zamanı birilerinin televizyonunda hep Noel şarkıları çalardı , bende şöyle hissederdim: “Kahretsin. Noel vakti. Ver babam ver hikayesi. (gülerek) Ver babam ver hikayesi.” 2Pac Devam ediyor: En çokta annem için üzülürdüm. Çünkü yanında erkeği yok o bir kadın, annem. Eğlenceli olmasına çalışıyordu ama evde hiçbir şey yoktu. Bırak Noel yemeğini doğru düzgün yemek bile yoktu. Bize açıklaması gerekiyordu. Yani “Bir aradayız ya bu yeter“ deyip inandırıcı kılmak çok zor, hele mideniz gurulduyorsa. Midelerimiz şöyle guruldarken (guruldama taklidi yapar) derdi ki “Tek ihtiyacımız birlikte olmak ….. ve birazda et“ (2pac gülüyor.) Güçlü olup bunu yapması çok güzeldi bence. Bunu, “Babalarınız hıyar ! Beni böyle bıraktılar.” Demek için vesile olarak görmezdi. Ama bu doğruydu. Babalarımız onu gerçekten terk etmişti. Yani benim babamla kız kardeşimin babası farklı kişiler, ama bizi terk etmişler. Noel’de arayıp annemin neden hediye almadığımızı açıklamasına yardım etmiyorlardı. Her neredelerse, kendi kadınlarına hava basıyor, başkalarının çocuklarına Noel Babalık ediyorlardı. Babama olan sevgim eksilmedi, Tanrı ruhuna huzur versin, ama Noel’de benden büyük bir şey beklemese iyi olur. Senin durumunda, kenar mahalle büyüyen birinin karşılaştığı özel şeylerden bahsedebilir misin? Çok derin... Doğduğunda bir hanedanlığa veya imparatorluğa doğarsın değil mi? Babanla aynı adı alır, onun ayak izlerini takip edersin. Sana hep şöyle denir : (alaycı bir ses tonuyla) “Baban bunu yaptı… büyük baban şunu yaptı… Bu bize ait…” Veyahut “Aile mirası…” Şehir dışında böyle şeyler yoktur. “Şehir dışı” diyorum çünkü dışlanmıştık. Orada hiçbir şey yoktur. Aile mirası yada aile arması yoktur. Önemli olduğu düşünülen bütün o şeyler anlamsızdır, çünkü aile armamız pamuktu, anlatabiliyor muyum? Miras bırakabileceğimiz tek şey müzikti, kültürdü. Şeref ve kararlılık, sahip olduklarımız bunlardı. Kendimi kandırılmış hissediyorum, geleceğim için öngörülenleri yaşamak yerine kendime bir gelecek yaratmak zorundayım. İyi bir iş yapıp imparatorluğu devam ettirmek yerine, onu kendim inşa etmek zorundayım ve 21 yaşında biri için zor bir iş bu. Erkek olsun kız olsun, her genç için, kendi ailesine, bir imparatorluk kurmak 41
acayip zor bir iştir. Anlatabiliyor muyum? Özellikle de şehir dışındaki lüks mahallelerde yaşayan başka birinin daha 16sında araba sahibi olduğunu bilince... Bankada üniversite öğrenimi için paraları vardır. Noel, bir yarlere tatile gitmektir, bizim tatilimiz ise yolun aşağısıydı, şehrin öte yanı, ninemizin eviydi. Tatil buydu. Daha gerçekçi konuşmak gerekirse hapis yatmaktı. Üzücü şeyler anlatmaktan nefret ediyorum ama bunlar gerçek. Çünkü bu dünya öyle… “Bu dünya” derken ciddiyim. İdeal anlamda söylemiyorum. Günlük hayatta yaptığınız her küçük şeyi kastediyorum. “ Sadece bana verin , sadece bana verin , herkes geri çekilsin.” Okulda, büyük işlerde hep bu öğretiliyor. “Başarılı olmak, Trump gibi olmak mı istiyorsun? Her şeyi kendine al, herkesi ez, her şeyin üstüne bas. “ Bu işler böyle, kimse bir an bile durmuyor. Sadece şöyle diyoruz “ Kölelik kötüdür, kölelik budur. Beyazlar kötüdür“ Pekala, bunu durduralım. Hor görüldüğümüzü bilecek kadar kafası çalışıyordur herkesin. Hakkımız olanı almak istiyoruz. Bundan kastım, 160 dönüm ve bir eşek değil, onu geçtik ama yardıma ihtiyacımız var. Ayaklarımızın üzerinde durabilmek için … “Biz” derken geçleri veya siyahları kastediyorum, nasıl istersen öyle al .Ayaklarımızın üstünde durmak için yardım lazım. İşte geldi ve iyi arkadaş olduk. Bir ilişkiden söz ediliyorsa biz bunu yaptık. Karşılığını hak ediyoruz. Hiç aramadığınız bir arkadaşınızın olduğu gibi. Pırlantalara bürünmüşsünüz, Amerika’nın pırlantaları var, paraları var falan ve bizim dışımızda herkese borç veriyorlar. Kendini geçindirmek için herkesin yardıma ihtiyacı var. -Burası gerçekten bir kaynaşma potasıysa, sevdiğimiz ülke ise Özgürlük Anıtını (anıtı taklit eder) bizi seviyorsa öyleyse böyle olmalıyız siyah çocuklar da olmalı. Parası olan bir beyaz varsa onlara yardım etsin . Siyah çocuklara , Meksikalı çocuklara , Korelilere yardım etmeli. Ama bu samimi olmalı ve hepimiz ölmeden önce olmalı. Yoksa söyle dersiniz : “Hata yaptım. Onlara para vermeliydik. O insanlara yardım etmeliydik.” Ama çok geç olur. O zaman kendi karmanızı yaşamanız gerekir. Tanrı sizi cezalandırdığında yani. Çünkü burada çok fazla para var. Biri piyangodan 36 milyon dolar kazanırken bizler açlıktan sokaklarda ölmemeliyiz. Bunun idealizmle alakası yok, bu gerçek. Çok saçma o kadar. Michael Jackson’ın yada herhangi bir Jackson’ın şu kadar milyon doları varken diğer tarafta açlıktan ölenlerin olması doğru değil. Bu olamaz! İnsanların evi, dairesi, kulübesi, kıçında donu yokken bu insanların kendi uçağının olması doğru değil. -Zenginsin, 40 milyar doların var, ama tek bir ev ile yetinemez misin? Sadece bir eve ihtiyacın var değil mi?. İki çocuğun varsa 2 odayla yetinemez misin? Hiç odası olmayanlar varken neden senin 52 odan olsun. Bu bana hiç anlamlı gelmiyor. Sonra Noel’i kutluyorlar büyük ağaçları var, süsler filan herkes 42
hediyeler alıyor, ama birileri açlıktan ölüyor. İdeal bir Noel‘i yaşıyorlar, yumurta likörü… Bu bana adil gelmiyor. -Bence umutsuzluğun olduğu yerde insanlar isyan ediyor. Çünkü hiçbir şey yok. Şöyle diyoruz: “Amerika bize hiç yardım edecek mi?” Çünkü uzun zamandır yardım etmediğini biliyoruz. Hiç yardım edecek mi? Olup biten her şey gösteriyor ki “Hayır”. -Bütün saçmalıklar bir yana hayatta kalmak zorundayız. Yani savaşçılar bile Pazar günü mızraklarını kenara koyar. Bu ülkede hayatta kalmalıyız, çünkü Afrika’ya dönmeyeceğim. Burada hayatta kalmalıyız. Bunun için beyazların, siyahların, Korelilerin, Portorikoluların birbirini anlamsı lazım. Daha büyük risk almalıyız. Amerikalılar derken, Sam Amca'dan bahsettiğimi düşünüyorlar, gerçekten de Sam Amcadan bahsediyorum. Gri saçları ve bayrağıyla, aslında ben seni kastediyorum. (kamera ve stüdyodaki herkesi işaret ederek ) “ Seni,seni, seni” Sizler bir şey yapmalısınız. Kendinize bakıp ne kadar ırkçı olduğunuzu görmelisiniz.. Anlatabiliyor muyum? Bu gerçek!.
Malcolm X yemeği konuşması 1992’de Malcolm X Taban Hareketi, konuşma yapması içim 2Pac'ı davet etti. Bu, 2Pac'ın kaydedilen ilk konuşmalarındandı. Sunucu: Şimdi söz edeceğim kişi çok sevdiğim biri, ikinci kuşaktan bir devrimci, lütfen 2Pac Shakur'a hoş geldin diyelim. 43
(coşkulu alkışlarla sahneye gelir) - Önce anneme selam çakmak istiyorum. Burada değil ama O olmasaydı ben burada olmazdım. Bu şeyin (kürsüye bakarak) önüne baktım. Diyor ki : “Özümüzdeki büyüklüğü yeniden yaratmak için çalışmaya yeniden başlayın.” Annem işte bunu yapardı. Özgürlük savaşçıları ve mücadeleciler hakkında konuşuluyor, şunu anlamalısınız ki, silah sahibi olup sokağa çıkmak popülerken annem evinde oturup bulaşık yıkamak için bundan vazgeçmişti. Bizi beslemek için. Aklımıza bazı fikirler yerleştirmek için. Çünkü yitirdiğimiz savaşçılardan o geçmiş hakkında hiçbir şey duyamamıştık. Hiç duymadık. Hatırlarsanız hepsi hapse düştü, o bilgiyi hiç öğrenmedik, annem evde kalmasa ve yaptıklarını yapmış olmasa bir bokum olmazdı. Dilimi bağışlayın. Ama hiçbir yere gelemezdim. - Ben Tupac Shakur'um ve keyfimize bakamayacağımızı hatırlatan kişi olmam gerekiyor. Gevşemenin ve ziyafetlerin falan sırası değil mücadele devam ediyor. Gençliğinizde olduğu gibi devam ediyor. Nasıl oluyor da ben 20 yaşımda bir şeyleri değiştirmek isterken herkes bana sakin olmamı söylüyor. “Bela okuma, okula git, üniversiteye git.” Boş versenize bir sürü üniversitelerimiz var yinede hala Brenda'lar var. Siyahlar hala tuzağa düşüyor. Bu beni çileden çıkarıyor. Çünkü bunun sona ermeyeceğini görüyorum. Biz son vermedikçe sonu gelmeyecek, Brenda'ya bunu yapanlar sadece beyazlar değil, bizi tuzağa düşürenler sadece beyazlar değil. Siyahlar! Anlatabiliyor muyum? İçimizdeki, hepimizin içindeki Afrikalıyı bulmalıyız. Çünkü siyahları arayarak en renkli giyinenleri, en berbat Dashikiyi giyenleri arayarak ortada dolaşmaya devam edersek, tabiri bağışlayın ama, düzülürüz. - Annemin yaşadıkları beni çileden çıkarıyor, uyuşturucuyu bırakması gerek. Kadınların Kara Panterler lehine konuşmaya korktukları bir dönemde bütün ülkeyi dolaştığını bildiğim biri O. Harvard’da, Yale’de her yede konuştu, şimdi ise anneme olanı görüyorum. Artık etrafında büyük kalabalıklar yok. Bir düzine ödül almıyor, yanında kimse kalmadı. Bütün bunları hafife alıyorum, önemsemiyorum. Ama gençler için yapmamız gereken şeyleri ciddiye almanızı istiyorum çünkü tamamen farklı bir dünyaya doğru gidiyoruz. Sizin zamanınızdaki dünya değil bu. 60lara benzemiyor. Biz uyuşturucudan önce büyüdük. Bu her şeyi açıklıyor olmalı. Biz anne babasız büyümedik. “O zamanlar bunlar oldu.” diyen anne babalarınız vardı. Artık bu yok. 14 yaşında çocuklar eve geliyor anneleri kafayı bulmuş yada mal almak için en yakın arkadaşıyla yatıyor. Yani artık yalnızca kendi çocuğunuza bakmanız yetmez, bu çocuklara da bakmak lazım. Çünkü bugün karşı karşıya olduğumuz şey bu. Bu 44
acı veriyor…(uzun alkışlar) “Acı” değil, beni rahatsız ediyor. Gençlerin kalkıp başkalarının yapması gereken şeyleri yapmalarına seyirci kalmak beni rahatsız ediyor. Bana gele kadar bu işi yapacak bir sürü adam var çünkü daha benim sıram gelmedi. Bilgiye ulaşma şansım yok, üniversiteye gidemem, Burada çok fazla sorun var, param yok. Kimsenin yok. Demek istediğim, işte böyle söylediğim gibi kolay değil. Kendimiz olarak kalmalıyız. Yeni Afrikalı olmadan önce siyah olmalıyız. Harried Tubman’ın yaptığı gibi kardeşlerimizi sokaktan kurtarmalıyız, neden O'nun yaptığı şeyi göremiyoruz. Malcolm gibi. İslam Ulusu’ndan önceki gerçek Malcolm gibi. Unutmayın o bir pezevenkti, uyuşturucu filan satardı bunu unuttuk. Aydınlanma telaşımız içinde sokaklardaki kardeşlerimizi uyuşturucu satıcılarımızı, pezevenklerimizi unutuyoruz. Oysa yeni kuşağa örnek olan onlar. Bunu sizler yapmadığınız için. Özür dilerim, ama pezevenklerle uyuşturucu satıcıları öğretmenimiz oldu. Yetiştirilişimizle ilgili bir derdimiz var çünkü bunu sadece onlar yapabildiler. Bunu yapanlar sadece onlar. Diğerleri üniversiteye gitmek isterken “Her şey değişti” derken, beyaz adamın bir bok olmadığını onlar söylüyordu. “Al bakalım. Şunu bir dene delikanlı. Bu malı al, sat, para kazan. Beyaz adamı böyle alt edersin, parayı al, cehennem ol.” Başka kimse yapmadı bunu. Onların yaptığını yapmadan kimse bana onları sevmememi, onlara saygı duymamamı söyleyemez. - Bana göre bu Mekke’dır (kalabalığı gösterir) Burada gördüğüm siyah ailedir. Durumu daha da üzücü kılan, beni ağlatan, ben buradan gider gitmez Mekke’nin de gidecek olmasıdır. Anlatabiliyor muyum? Gerçek hayata geri döneceğiz. Orada, kız kardeşleri ve Brenda’yı göreceksiniz. Onlar orada. Hepiniz arabalarınıza binip, siktiğim evinize döneceksiniz. Özür dilerim ama şunu dinleyin benim küfürüm sizleri gerçekte olup bitenlerden daha fazla incitemez. Bu gerçek! Buna sadık kalmalısınız. Çünkü medya ve beyaz adamın bizi tecrit etmesine izin veriyoruz. Rapçiler sahte demelerine izin veriyorsunuz, ya zeki biri olacaksınız yada zavallı. Hepimiz aynıyız! Hepimiz aynı şeyi hissediyoruz. Sadece ben gördüğüm zaman dayanamıyorum. (uzun alkış) İşte bir arada olabileceğimizin kanıtı bu. Genç siyah erkek bizim geleceğimizdir! Genç siyah kız kardeş bizim geleceğimizdir! Ne ekerseniz onu biçersiniz. Hiç emek vermezseniz biz patlayınca kızmayın! (uzun ve şiddetli alkışlarla sonlanır)
45
Not: Bu yazıda yer alan röportaj ve konuşma 2Pac'ın hayatını anlatan Oscar Adayı belgesel “Tupac Resurrection”ın ülkemizde de bulabileceğiniz dvdsinin ekstra içeriğinden edinilmiştir.
46
47
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
48