Azizm Sanat E-Dergi Eylül 2011

Page 1

Azizm Sanat E-Dergi Eylül 2011 Sayı 47

Hollywood Şirinler’e Karşı

2Pac

1


Editörden Ülkemizde aylardan Eylül’e gelindiğinde, her şeyden bağımsız bir şekilde yalnızca sanattan söz etmek zorlaşır. Yıllar önce, takvim yaprakları 6–7 Eylül’ü gösterdiğinde çoğunluğun dinine mensup olmamanın ne demek olduğunu gösterdik yurttaşlarımıza en kanlı ve vahşi biçimde… Bir başka eylülde, bu kez ayın 12sinde, 1980’de cumhuriyetten gelecek kuşaklara dair toplumcu, halkçı, “solcu” ne varsa yerle bir etti bu cumhuriyetin ordusu “milli irade”nin yüzde 90’ının desteğiyle… Yetmedi tam otuz yıl sonraki 12 Eylül’de bu kez “milli irade” yüzde 60’la destekledi sözde cumhuriyet iktidarının can çekişen cumhuriyete ölümcül darbeyi indirmesine… 27 yıldır 9 Eylül’ü, İzmir’in kurtuluşunu bile buruk kutlar olduk 1984 Eylülünde Çirkin Kral Yılmaz Güney’in gurbette can vermesiyle… Zordur eylüller Anadolu’da, cesaret ister. Tüm bu olup bitenler ve her gün üzerine eklenenler bizleri taraf olmaya, cesaretli olmaya zorluyor. Kimi zaman eleştiriliyoruz fazla “siyasi” ve taraflı olduğumuz için. Başta tiyatro ve sahne sanatları olmak üzere tüm sanat türlerini sonsuza dek değiştiren Bertolt Brecht, sanatta tarafsız olmanın, egemen sınıflarının tarafında olmak anlamına geldiğini söylüyor. İronin dibine vururcasına son yıllarda “taraf” sözcüğünü egemenlerin yanı başında olmak şeklinde sunanları görse Brecht yepyeni bir dil yaratır mıydı acaba bilinmez, ama Azizm’in tarafsızlığa, yandaşlığa ve tarafçılara karşı yaratımlarıyla aydınlanmadan, ilerlemeden, devrimden yana cesaretle taraf olacağını bir kez daha altını çiziyoruz. Azizm’de bu ay, değerli akademisyen-yazar Fatih Yaşlı faşizan ve otoriter yeni bir rejim inşasında önce askeriyle sonra siviliyle gerçekleştirilen 12 Eylül’leri gözler önüne seriyor yazısında. Örgütümüzün önde gelen destekçilerinden, değerli bilimci Osman Bahadır ise tüm dünya kadınlarının gözünden Mustafa Kemal Atatürk’ün öneminin altını çiziyor. Yazarımız Selin Süar, şiddet dolu gündemde kalemini kopma noktasına gelen İsrail-Türkiye ilişkilerine ve Batı’nın yavaş yavaş öldürdüğü Somali’ye çeviriyor. Birbirinden etkileyici öykü ve denemelerle dolu sayfalarımızda bu ay ayrıca 15 yıl önce öldürülen şair, oyuncu ve rap sanatçısı 2Pac’ı şarkıları eşliğinde müzik dünyasında alışık olmadığımız derecede politik söyleşileriyle anıyoruz. Sinema yazılarımızdaysa Şirinler’den Transformers’a genç ve çocuk izleyicileri kendine hedef belleyen Hollywood sinemasının perde arkasına göz atıyoruz. 2


Azizm’de, cesaretle ve sanatla kalın dostlar… Azizm’in Notu: Ekim ayı güncellemesi içinse dilediğiniz konuda inceleme, deneme, eleştiri, şiir, öykü, fotoğraf, karikatür, resim ve videoyu 6 Ekim 2011 tarihine kadar editörlerimize iletebilirsiniz.

www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

Ön Kapak: Şirinler (2011) – Raja Gosnell Arka Kapak: Gridlock’d (1997) – Vondie Curtis Hall

3


İçindekiler 12 Eylül 1980: Yeni Rejimin Miladı – Fatih Yaşlı

s.5

“Siz O’na Atatürk Dersiniz, Biz ise O’nu Ataşark diye Anarız” – Osman Bahadır

s.9

Otoriter Gidişin Bir Bedeli Olacaksa Eğer… – Selin Süar

s.15

Sam Amca’nın Şirin Baba Açılımı – Onur Keşaplı

s.22

Bekleyişin En Turuncu Hali – Duygu Yılmaz

s.27

Betonda Yetişen Gül: 2Pac – Onur Keşaplı, Kemal Atay

s.31

Kıtlığın Sorumluları – Selin Süar

s.39

Uzak - Zeynep Aydın

s.42

Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! – Mustafa Balbay

s.44

4


12 Eylül 1980: Yeni Rejimin Miladı Fatih Yaşlı “Bir: Eylülizm ile birlikte artık basın devletin bir parçası haline geliyor. Artık basının devletle özdeşleşmesi süreci, sonucuna bağlanıyor. İki: Üniversite Türkiye’de kendi ölçütleri içinde düşünme arayışı içindeydi ve düşünmenin ipuçlarını veriyordu. (…) Eylülist darbe, üniversiteyi bir devlet parçası haline sokmakta gecikmedi; bir yandan liseleştirdi ve diğer yandan da üniversite öğretim üyelerini, düşünmekten korkan yaratıklar haline getirdi. Artık Türkiye’de üniversite diriliğini yitirmiştir. (…) Etkinliği azalıyor, umut olmaktan ve umut vermekten çıkıyor; ancak, tüm bunlarla birlikte, devletle kesişen değil, devletle tümüyle çakışan bir eksen haline geliyor. Üç: Devlet, yine büyüyor ve yargı, yürütmenin bir kolu haline geliyor. Savcılıklar, her türlü hukuk saygısını bir kenara atarak, tümüyle polis işlevleriyle özdeşleşiyorlar ve daha da ötesi, siyasi iktidarın her türlü siyasi senaryosunun uygulanmasında aktif bir rol alıyorlar. Dört: Devlet büyüyor ve siyasi polis, alanını genişleterek tam bir siyasi parti gibi çalışıyor. Polisin suç önleme ve suçluyu kovuşturma alanı tümüyle aşılarak siyasi polise yeni siyasi hareketleri caydırma yetki ve görevi veriliyor. Beş: Devlet büyüyor ve artık Türkiye kararnamelerle yönetiliyor.” Yukarıdaki satırlar, Yalçın Küçük’ün “Emperyalist Türkiye” isimli kitabından. Kitap 1993 yılında basılmış, kitapta yer alan ve yukarıdaki satırların geçtiği “Sürüler Dünyasında Demokrasi” isimli bölümse Küçük’ün 1990 yılında İskenderun Halkevi’nde yaptığı bir konuşmanın metni. Basının devletin bir parçası haline geldiği, üniversitelerin üniversite olmaktan hızla uzaklaştığı, yargının yürütmenin bir kolu haline gelip polisle bütünleştiği ve iktidarın siyasi projelerinin hayata geçirilmesinde etkin bir rol oynadığı, polisin işlevinin giderek arttığı ve adeta bir parti haline geldiği, siyasi iktidarın anayasa ve yasaların üzerinden kolaylıkla atlamak ve parlamentoyu devre dışı bırakmak için ülkeyi kararnamelerle yönettiği bir Türkiye’den bahsediyor Yalçın Küçük. 5


Yıl 1990, 12 Eylül darbesinin üzerinden 10, ANAP’ın iktidar olmasının üzerinden 7 yıl geçmiş ve anlaşılıyor ki, 20 Ekim 1991 yılında yapılacak ve ANAP’ın 8 yıllık iktidarını sona erdirecek seçimlere bir yıl kala, Türkiye’ye bakıldığında genel görünüm bugünküyle aşağı yukarı aynı. 21 yıl önceki konuşma, bugün de yapılsa, hemen hemen aynı şeyler söylenecek. Peki, önce Milli Güvenlik Konseyi’nin sonrasında ise ANAP’ın yönettiği 12 Eylül rejimi ile bugün kurulmakta olan yeni rejim arasındaki benzerlik bir tesadüften ibaret olabilir mi? Ya da, tarih, hep söylendiği üzere, bir tekerrürden mi ibaret? 12 Eylül’le bugün arasındaki ilişkiye bakılırken, bir tesadüf ya da bir tekerrürden değil de, bir süreklilik ilişkisinden bahsetmek, olan biteni anlayabilmek açısından çok daha anlamlı görünüyor. Bu ise, 12 Eylül’e, basitçe, Türkiye solunu siyasal denklemin dışına çıkaran ve siyasal İslam’ın önünü açan bir darbe olarak bakmanın ötesine geçmeyi gerekiyor. AKP’nin 12 Eylül’ün bir ürünü olduğu yönündeki tespit, bunun çok daha ötesine, cuntacıların inşa etmek istedikleri rejimle, AKP’ninki arasındaki örtüşmeye odaklanmayı gerektiriyor. 80’lerde ANAP ve 2000’lerde AKP, Eylülist rejimi inşa eden/etmesi murat edilen partiler olarak karşımıza çıkıyorlar. İşte tam da bu nedenle Türkiye ekonomisini neoliberalizmin hükümranlığı altına sokan 24 Ocak Kararları ile bu hükümranlığın ancak olağanüstü bir rejimle söz konusu olabileceğinin bilinciyle yapılan 12 Eylül darbesini yeni rejim/AKP Türkiye’si açısından bir milat olarak görmek gerekiyor. 1980’ler boyunca ANAP iktidarı ile denenen, 2000’lerde AKP iktidarı ile deneniyor. Liberalizmle muhafazakârlığın ve her ikisini sentezleyen bir totalitarizmin sacayaklarını oluşturduğu yeni bir rejim inşasına, 90’lı yıllarda verilen aranın ardından, günümüzde yeniden girişiliyor. Bu noktada, “90’lı yıllarda verilen ara” üzerinde biraz daha ayrıntılı bir şekilde durmak gerekiyor. 1990’lara girilirken, Türkiye, darbenin etkisini yavaş yavaş üzerinden atmaya başlıyor. 89 Bahar eylemleri ve Zonguldak maden işçilerinin 90–91 yıllarına yayılan grev ve direnişleri, 12 Eylül rejimine yönelik ilk toplumsal muhalefet dalgasını oluşturuyor. 1991 yılında yapılan seçimlerde ise 8 yıllık ANAP iktidarı sona eriyor ve DYP-SHP koalisyonu kuruluyor. Bu hükümetle birlikte, Türkiye tam 11 yıl sürecek bir “fetret devri”ne, bir “koalisyonlar çağı”na giriyor. 6


Bu dönemi, Türkiye’nin düzeni açısından tam bir meşruiyet krizi dönemi olarak görmek gerekiyor. Krizin kökeninde ise devrimci demokrasinin, siyasal İslam’ın ve Kürt hareketinin düzene meydan okuması bulunuyor, bu üç hareket 90’ların sonuna kadar düzeni ciddi bir şekilde sallıyor. 28 Şubat sürecini, düzenin, bu üç harekete de verdiği bir yanıt olarak okumak mümkün görünüyor. Bütün bir 90’lı yıllara yayılan yargısız infazlar, Gazi katliamı, F tipi cezaevlerinin inşası, ölüm oruçları ve Hayata Dönüş operasyonuyla devrimci demokrasi siyasal denklemin dışına çıkarılıyor. 1997’de, Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi’nin kurduğu koalisyon hükümetinin devrilmesi, izleyen yıllarda ise İBDA-C lideri Salih Mirzabeyoğlu’nun yakalanması ve Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu’nun öldürülerek silahlı İslami akımların tasfiye edilmesi, nihayetinde ise Milli Görüş hareketinin ikiye bölünerek AKP’nin kurulmasına giden yolun açılması, düzenin siyasal İslam’a vermiş olduğu bir yanıt olarak karşımıza çıkıyor. ABD ve İsrail’le birlikte Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ve sonrasında uluslararası bir operasyonla Türkiye’ye getirilmesi ise düzen tarafından Kürt hareketinin tasfiyesi için atılmış bir adım olma niteliğini taşıyor. İşte AKP iktidarı, “90’lı yıllarda verilen ara”nın ardından, 90’lara damgasını vuran bütün siyasal öznelerin tasfiye edildiği/etkisizleştirildiği bir konjonktürde, düzlenmiş bir zeminde iktidara geliyor ve 12 Eylül darbesiyle başlayan yeni rejim inşasına ANAP’ın bıraktığı yerden ve yaklaşık 11 yılın ardından çok daha hızlı bir şekilde devam ediyor. Bu noktada, söz konusu inşa sürecine, ANAP dönemindekinden farklı olarak iki siyasi öznenin daha katıldığını belirtmek gerekiyor. Bunlardan ilki, 80’ler Türkiye’sinde bugünkü kadar güçlü olmayan Cemaat; ikincisi ise 90’ların ortalarından itibaren ortaya çıkan ve kimilerince neo-kemalizm olarak adlandırılan, benimse uluslararası bağlamına da yerleştirerek, Avrasyacılık olarak adlandırmayı tercih ettiğim akım. (Kürt hareketinin 2005’ten itibaren yeniden etkin bir siyasal özne haline geldiğini ve Avrasyacılığın tasfiyesinin ardından iktidar tarafından yeni rejim inşasına karşı durabilecek tek güç olarak görüldüğünü geçerken not etmiş olalım.) Cemaat, yeni rejimin AKP ile birlikte kurucu unsurunu oluştururken, Avrasyacılık yeni rejim inşasına karşı direnç gösterebilecek özneleri bünyesinde birleştiriyor. 90’ların sonu ve 2000’lerin başından itibaren ordunun ve bürokrasinin kimi unsurları, bazı siyasi partiler ve bazı STK’lar, Türkiye’nin 7


ABD/AB ekseninden ayrılıp, Çin, Rusya, İran eksenine dâhil olmasını isteyen Avrasyacılık çatısı altında buluşuyorlar. Ergenekon ise yeni rejim inşasına girişen güçlerin, Avrasyacıların tasfiyesi için devreye soktuğu, toplumsal meşruiyetinin sağlanmasına büyük önem verilen, polisiye ve adli bir operasyon süreci olarak şekilleniyor. Rejimden rejime geçiş anlamında bir iç savaş olma niteliği taşıyan bu sürecin 2011 YAŞ’ının hemen öncesinde, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının istifası ile sona erdiğini söylemekte bir sakınca bulunmuyor. Yeni rejim, şimdilerde anayasasını bekliyor. Yalçın Küçük’ün yazının başında söz ettiğimiz ve 90’ların başında yayınlanan kitabına verdiği isim, yani “Emperyalist Türkiye”, günümüzü anlamak açısından 20 yıl öncesine nazaran çok daha anlamlı görünüyor. Yeni rejim, kendisini aynı zamanda bir taşeron imparatorluk olarak da kuruyor ve şimdilerde ilk seferine, Suriye seferine hazırlanıyor.

8


“Siz O’na Atatürk dersiniz. Biz ise O’nu Ataşark diye anarız”

Osman Bahadır

Uluslararası Kadınlar Birliği’nin 1935’deki İstanbul Kongresi’ne katılan Mısır delegesi Sitti Şaravi, Atatürk için yukarıdaki sözleri söylüyordu.

Mısır Delegesi Sitti Şaravi 1926 yılında Medeni Kanun’un kabul edilmesiyle gerçekleşen hukuk devrimi, Cumhuriyetin büyük toplumsal sonuçlar yaratan devrimlerinden biridir. Bu kanunun yürürlüğe girmesiyle sadece insanlar eşit haklara ve devlet karşısında yasal güvencelere sahip yurttaşlara dönüşmekle kalmamış, fakat aynı zamanda ve bunun kadar önemli olarak, daha önce erkek karşısında yasal olarak hemen hiçbir hakka sahip olmayan kadınlar, erkeklerle yasal bakımdan eşit statüye kavuşmuşlardır. (Medeni kanun, yönlendirici özelliği nedeniyle, başka yeni çağdaş kanunların çıkarılmasının yolunu da açmış ve bu çerçevede, kişi ve soyadları, miras kanunu, özel mülkiyet, ticaret kanunları, borçlar kanunu, kanuni 9


olarak oturma yeri vb. gibi çağdaş uygarlıkta önemli yerleri bulunan gelişmelere de kaynaklık etmiştir.) 1934 yılında kadınların milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkını kazanmaları da, 1926 Medeni Kanunu ile kadınların kazandığı yeni statünün ve hakların, kadınların eşitlik ve özgürlük alanlarının daha da genişlemesine yol açmasının bir sonucudur. 1934 yılında kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakkını kazanmalarının, uluslararası ölçüde de büyük yankıları olmuştur. Uluslararası Kadın Birliği’nin 12. Kongresi’nin 1935 yılında İstanbul’da toplanması da, Türkiye’nin kadın hakları konusunda sağladığı büyük gelişmelerin dünyada yarattığı ilgi, saygı ve heyecandan kaynaklanıyordu. 30’DAN FAZLA ÜLKEDEN KADIN Uluslararası Kadın Birliği’nin 12. Kongresi, 18–24 Nisan 1935 tarihinde Yıldız Sarayı’nda toplandı. 30’dan fazla ülkenin çok sayıda kadın delegelerinin katılımıyla toplanan kongrenin iki ana konusu olan, hak beraberliği ve uluslararası barış konularında önemli tartışmalar yapılmış ve kararlar alınmıştır.

Uluslararası Kadın Birliği’nin 12. Kongresi’nin Yıldız Sarayı’ndaki İlk Oturumu Kongre Atatürk’e teşekkür mesajı göndermiş, Atatürk tarafından da kongreye kutlama mesajı gönderilmiştir. Kongrenin bitiminde de çeşitli ülke temsilcilerinden oluşan bir grup kongre adına Atatürk’ü ziyaret etmiştir. Cumhuriyet hükümeti, Kongre için Yıldız Sarayı’nı tahsis etmiş ve delegelere 10


her türlü imkânı sağlamıştır. Posta ve Telgraf İdaresi ise kongre hatırası olarak 15 çeşit pul bastırmıştır. Kongreye katılacak Türkiye delegasyonu ise şu isimlerden oluşuyordu: Latife Bekir, Lamia Refik, Seniha Rauf, Efzayiş Suad, Nermin Muvaffak, Necile Tevfik, Dr. Pakize Ahmed, Leman Fuad, Safiye Hüseyin, Nebahat Hamid, Faika Nahid, Mihri Pektaş. Kongre süresince gazeteciler yabancı delegasyonla çok sayıda söyleşi yapmış, ayrıca bazı delegeler de gazetelere demeç vermiştir. Uluslararası Kadın Birliği’nin 12. Kongresi’ne katılan delegelerden bazılarının Türkiye, Atatürk ve Türkiye’deki kadın haklarıyla ilgili gelişmeler hakkında söylediklerinin bir bölümü şunlardır: NELER SÖYLEDİLER? Uluslararası Kadın Birliği’nin ikinci başkan vekili Manüs: “Bu seneki kongrenin İstanbul’da toplanışına çok sevindik. Çünkü Türkiye, kadınlık işlerinde en ileri safta yürüyen bir memlekettir. Biz Türk kadınlarının bütün faaliyetini kıskanarak ve takdir ederek çok yakından alâkâlanarak takip ediyoruz. Türk kadınına layık olduğu bütün haklar verilmiştir. İşte bu münasebetle gıpta uyandıracak haklara malik bulunan Türk kadınları arasında uluslararası kadınlık kongresinin akdedilmiş olması bizlere sevinçlerin en büyüğünü vermiştir.” (8 Nisan 1935, Cumhuriyet). Avustralya murahhası (delegesi) Oliver: “Bu sefer kongrenin Türkiye’de toplanacağını duyunca büyük bir sevinçle uzak yurdumdan yola çıkarak terakki ve inkişaflarının akisleri memleketimize kadar gelen yeni Türkiye’ye geldim. Bugün Türkiye hakkıyla bütün dünyanın nazar-ı dikkatini celbetmiş bulunuyor. Bilhassa kadınlık sahasında birçok Avrupa uluslarını geride bırakan son hamleleri bizi buraya getiren en büyük amil olmuştur....Bütün dünya kadınları Türk kadınının bugünkü hukukuna nail olabilirlerse muhakkak kendilerini bahtiyar addedeceklerdir.” (10 Nisan 1935, Cumhuriyet). Avustralya delegesi Rischbieth: “İstanbul kongresine iştirak etmek için 28 bin km. katettik. Bu suretle yeni Türkiye’nin inkişaflarına karşı dünyanın en uzak memleketlerinden bile ne 11


kadar büyük bir âlâkanın mevcut olduğunu göstermek istiyoruz. Avustralya kadınları Türk kadınlarını candan tebrik ederler. Türk kadınının zaferi muhakkak bütün dünyada tesirini gösterecektir ve başka memleketlerdeki kadın hareketlerine kuvvet verecektir. Unutulmamalıdır ki, yolları erkekler yapar, fakat çocuklara yürütmeyi öğreten kadınlardır.” (16 Nisan 1935, Cumhuriyet). Uluslararası Kadın Birliği merkez bürosunun umumi kâtibi Katherine Bompas: “...Size bahşedilen haklar ve sizin hürriyetiniz bütün dünya kadınları için çok cesaret verici ve onların mücadelesinde onlara yardımcı bir kuvvet olacaktır. Devlet şefiniz gibi insanlığın en yüksek mertebesine erişmiş büyük bir dâhinin, bir memleket için terakkinin ancak o memleket kadınlarının umumi seviyeye yükselmeleriyle kabil olacağını anlamış olması, beynelmilel kadın davasını çok kolaylaştırmıştır.” (10 Nisan 1935, Cumhuriyet). G. Lhermitte: “...Çok eski zamanlarda, feminizm davasını güden Fransız kadınları, haklarını inkâra kalkışan parlamento azasına, istihza (alay) maksadıyla; ‘Göreceksiniz!” derlerdi, ‘Bir gün gelecek ki, Türk kadınları bizden önce rey sahibi olacaklar.’ Keyfiyet bugün hakikat olmuştur.” (18 Nisan 1935 tarihli Cumhuriyet, “Feminizm kongresi” başlıklı yazıdan.) AKROPOLİS: “HANIM” Atina’da çıkan Akropolis gazetesinin yayımladığı “Hanım” başlıklı makalede ise şunlar söyleniyordu: “Kim umardı? 15 sene evvel kime söylesen bütün kalbiyle gülmekten katılmazdı? Türk kadını, harem hayatının mahpus, esrarengiz, yanına yaklaşılmaz hanımı, bugün dünyanın feministlik tacını tutuyor. Hemcinsi arasında ilk vesayetten kurtulanların birincisi olarak kadın hukukunun bayrağını ileri götürüyor... Artık cennet hurilerine, esrarlı feracelere, şüpheli pencere kafeslerine ebedi elveda! Bir daha dönmemek üzere giden Sultan saraylarının kurnaz harem ağaları, muhabbet odacıları sizlere de uğurlar olsun!... İşte bunların hepsi Atatürk’ün kendilerine el uzatmasıyla oluverdi.” (18 Nisan 1935, Cumhuriyet). İngiliz Parlamento üyesi Lady Astor: “Biz dünyanın her tarafındaki kadınla ve kadınlık hareketiyle alâkadarız. Türk kadınının istikbalinden çok şeyler bekliyoruz. Bazı memleketlerde kadınlar henüz bütün haklarını alamamışlardır. Biz bunlara cesaret vermek için burada toplanıyoruz. Feminizm bir ihtilal ve aynı zamanda bir tekâmül hareketidir. 12


İhtilal hükümet değiştirir. Fakat kadınlık ihtilali medeniyeti de değiştiriyor... Bundan 25 sene evvel 40 memleketin kadını burada toplanacak ve bu toplanışa Türk kadını peçesiz olarak iştirak edecek deselerdi, inanır mıydınız? Yahut gülmez miydiniz? İşte biz bugün burada toplanıyoruz. Türk kadını hür ve serbest olarak yanımızdadır ve içlerinde saylavlar (milletvekilleri) bile vardır. Demek ki, ilerliyoruz. “Büyük adam Atatürk, kadının memlekete yapacağı iyiliği çabuk anlamıştır. İşte bugün bunun mesud neticesini görüyoruz... Türkiye’de büyük bir Türk var ki, kadından gelebilecek faydayı görmüştür. Kadına ‘sadece çocuk doğur’ demedi. ‘Gel benimle çalış!’ dedi. Atatürk demokratik bir sistemle çalışıyor. Biz erkeklerle mücadele etmiyoruz. Erkekteki bir zihniyetle mücadele ediyoruz... Kadın kongresine gelince, hiçbir kongre neticesiz kalmadı. Çok kabiliyetli Türk kadınının, ne yaptığı hakkında bize malumat vermesi bizim için kuvvettir. Sonra, burada toplanan kongrenin Yakın Şark kadın hayatında büyük tesiri olacaktır. Bunlar ferdi surette olamazdı. Netice sizi hayrette bırakacaktır. Göreceksiniz!” (22 ve 23 Nisan 1935 tarihli Cumhuriyet gazeteleri). ATAŞARK Mısır delegasyonunun başkanı Sitti Şaravi: “Ankara’ya ilk defa gittim. Hükümet merkezinizin bu kadar mükemmel ve güzel bir şehir olduğunu pek zannetmiyordum. Türk ırkının pek kısa bir zaman içinde neler yapmaya muktedir olduğunu görerek hayran oldum. Reisicumhur Atatürk bizi kabul etti. Çok sempatik, mütevazı tavırları ve fevkalade zekâsıyla bütün kadın murahhasları teshir etti (etkiledi). Biz Mısırlılar zaten Atatürk’ü çok sever ve onun açtığı yolda yürümeyi bir şeref biliriz. Hatta siz ona Atatürk dersiniz. Biz ise onu Ataşark diye anarız. Çünkü o yalnız Türk’ün değil, bütün Şark’ın ve bilhassa Kardeş Mısır’ın da atası ve önderidir.” (28 Nisan 1935, Cumhuriyet).

13


Sitti Şaravi Taksim Atatürk Anıtı’nın Önünde Konuşma Yaparken Kongrenin açılışında kongre başkanı Ashby’nin teklifi üzerine, Cumhurbaşkanı Atatürk’e şu telgrafın çekilmesine karar verilmiştir: “Ankara’da Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’e; Uluslararası 12. Kadınlar Birliği Kongresi size, gösterdiğiniz teveccühden dolayı en samimi teşekkürlerini ve Türk kadınlığına bahşettiğiniz serbesti için sevincini arzeder.” Kongrenin altıncı gününde ise Atatürk’ten kongreye mesaj gelmiştir. Başkan Malaterre-Sellier, Türkiye Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’ten de bir telgraf geldiğini duyurdu. Kongre azaları hep birden ayağa kalkarak alkışlar arasında Cumhurbaşkanımızdan gelen şu telgrafı dinlediler: ‘Bana karşı sarf ettiğiniz nazikâne sözlere samimiyetle teşekkür ederim. Kadının medeni ve siyasi haklarını kullanmasının, insaniyetin saadeti ve prestiji bakımından bir ihtiyaç olduğuna kaniim. Kongrenizin çalışmalarından müsmir (verimli) neticeler almanızı temenni ederim.” (19 ve 23 Nisan 1935 tarihli Cumhuriyet gazeteleri).

14


Otoriter Gidişin Bir Bedeli Olacaksa Eğer… Selin Süar Bu yazı yayınlandığında iki ülke arasındaki ilişkiler hangi seviyede olacak, kimse bilmiyor, ama, iktidardaki bakanlarımızın çok savunduğu ve koruyucu misyon yüklendiği Müslüman ülkelerden biri olan İran'a yapılacak saldırı için Türkiye'ye füze rampaları girerken, İsrail ile olan ilişkiler çoluk çocuk kavgasına benzer bir rezilliğe büründü. Kendi sınırlarındaki terörle mücadelede belki de son 30 yılın en başarısız hükümeti olduğu gerçeğinin üzerini örtmek için özür meselesini dallandırıp budaklandıran iktidar partisi, bu kez de gündemi bu şekilde çarpıttı. AKP'nin iktidara gelişinin ardından devamlı olarak bozulmaya doğru giden ilişkiler, ekranda masaya yumruk vurmalardan, tüm uyarılara rağmen göz göre göre İsrail'in baş etmeye çalıştığı terör örgütünün barındığı yerlere yardım götüren gemiyi yollamalardan ve ardından şehit olmak isteyenler kendilerince şehit oldu diye dizlerini dövüp, haklıyı haksız konuma getirmelerden doğan bir Arap saçına döndü. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun İsrail'le diplomatik ilişkilerin ikinci katip seviyesine indirildiğini ve ikinci katip dışındaki diplomatik personelin aileleriyle birlikte en geç Çarşamba günü ülkelerine geri gönderileceğini açıklaması üzerine her iki ülke halkının gerildiği saatler yaşandı. Gazze ablukasından, öldürülen insanların ailelerine uluslararası alanda hak aramaya kadar giden yolda her şeyi basit bir 'özre' bağlayan iktidar partisi, Türkiye'yi büyük bir 15


çıkmazın eşiğine getirdi. Bir ülkeyi başka bir ülkede temsil eden en büyük kuruma Büyükelçilik, temsil eden kişilere de Büyükelçi denir. Büyükelçi'nin ardından sırasıyla görev alanı ve rütbesi azalarak Elçi, Birinci Katiplik ve İkinci katiplik gelmektedir. 12 Eylül'ün ardından bir anda laiklikten İslamcılığa kayan ülkemizde, İsrail'in Mescid-i Aksa'ya müdahale etmesi nedeniyle de Türkiye-İsrail ilişkileri 3 Aralık 1980 tarihinde de ikinci katiplik seviyesine düşürülmüştü. 8 sene süren gerginlik, 1988 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantısında gerçekleşen Şimon Peres ile Mesut Yılmaz görüşmesine kadar devam etmişti. Geçmişten Bugüne Türkiye -İsrail İlişkileri Türkiye-İsrail ilişkileri 1949'un 28 Mart'ında Türkiye'nin İsrail'in bağımsızlığını tanımasıyla başladı. Böylece Türkiye İsrail'i tanıyan ve halkının çoğunluğu Müslüman olan ilk ülke konumuna gelmiş oluyordu. Yahudi nüfusuna, özellikle de Sefarad ve Sabetay kavramlarına yabancı olmayan Anadolu topraklarında 200.000'den fazla Yahudi, 1491'de İspanya'dan sınır dışı edildiğinde Osmanlı Devleti tarafından karşılandıklarında tanışıklık yoğun biçimde başlamıştır. Dikkat çekici bir başka nokta da Osmanlı'nın Yahudi nüfusuna kucak açan tek ülke olmasıdır. Bu tarihten sonra Yahudiler, Osmanlı'da ve yeni Türk devletinde çok önemli roller oynamışlardır. Özellikle 16. yüzyılda üst düzey görevlerde yer alan Museviler, Osmanlı tarihi boyunca ticaret ve sanayi dallarında her zaman başı çekmişlerdir. Keza, İspanyol engizisyonundan yıllar sonra bir başka katliamdan, Nazi katliamından kaçan onlarca insanı ve yetişmiş bilimadamını kucaklayan yine Türkiye; yani Anadolu toprakları olmuştur.

16


Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda ve ülkenin kalkınmasında büyük rol oynayan Museviler'in bir kısmı Türkiye'de yaşamaya devam etmiş, bir kısmı da yeni kurulan devlete; İsrail'e göç etmiştir. İsrail'in kuruluşundan sonra da TürkYahudi ilişkileri dostluk düzeyinde gelişmeye devam etmiştir. PKK Terörüyle Baş Etmede İsrail Yardımı 1990 yılı ve 2000'lerin başı iki ülke tarihi açısından önemli yer tutar, çünkü bu yıllarda Türkiye ve İsrail askeri, stratejik ve diplomatik açıdan çok sıkı bir ilişki içindedir. Şimdiki hükümetin tamamiyle başarısız olduğu ve onlarca kayıp verdiğimiz terör belasına kuvvetli bir darbeyi MOSSAD indirmiştir. 1999 yılında PKK lideri Abdullah

Öcalan'ın Kenya'da

yakanarak

Türkiye'ye

getirilmesinde İsrail gizli servisi Mossad'ın etkin olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Türkiye'nin İsrail'le olan ilişkileri zaman zaman Filistin Sorunu konusundaki yaklaşım farklılıkları nedeniyle bozulmaktadır. Türkiye'de 2002 yılında işbaşına geçen AKP sözde Filistin yanlısı bir politika takip ettiğinden İsrail tarafından tepkiyle

karşılandı. 16

Şubat 2006'da

Filistin'in

de

başını

yiyen

terör

örgütü Hamas'ın liderleri Halid Meşal'ın Türkiye'ye yaptığı ziyaret, İsrail yetkilileri tarafından tepkiyle karşılandı, ancak böyle büyük bir cesarete karşın (!) ilişkiler yine de İsrail'in özür ısrarlarıyla (!) kopma noktasına kadar gelmedi. 4 Eylül 2011 Pazar tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nde Mustafa K. ERDEMOL'un da belirttiği gibi "Erdoğan Ocak 2004'teki Amerika ziyaretinde Amerikan Musevi Kongresi'nden Cesaret Madalyası almıştır. Tüm olan bitene Davos'ta "Siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz" çıkışlarına rağmen Erdoğan, bu ödülü geri verecek cesareti asla kendinde bulamayacaktır." 17


Efelikler ve Hırlaşmalar Başlıyor Gazze'ye yapılan müdahalelerin ardından Türkiye ve İsrail ilişkileri daha da bozulmaya başlamış, 30 Ocak 2009 yılında Davos 'ta gerçekleştirilen Dünya Ekonomik Forumu'nda "One Minute" olayı patlak vermiş, bunu izleyen süreçte 31 Mayıs 2010'da Gazze'ye yardım taşıyan Türk Mavi Marmara Gemisi'ne defalarca

yinelenen "gelmeyin" ihtarına rağmen şehitlik nidalarıyla Gazze'yi kendince fethe giden kişilerden bazılarının yapılan haklı ancak aşırı İsrail saldırılarından sonra ölmesiyle tehlike çanları çalmaya başlamıştır. 'Büyük abi'ye GEÇ izni, 'Küçük Abi'ye DUR ihtarı Davutoğlu'nun söylemlerinin krize yol açtığı günün tam da aynı saatlerinde büyük abi Amerika Birleşik Devletleri'nin isteğiyle NATO'nun Türkiye'ye füze rampalarını ve füzeleri yerleştirmesine dair kararın açıklanmasına denk düşen "Hayrola, savaşa mı gidiyoruz?" soruları düşünebilen her insanın belleğinde uyandı. Sanmayın ki savaş küçük abi İsrail ile olacak... Füze savunma sisteminin Türkiye Cumhuriyeti topraklarına yerleştirilmesinin kabulü, herkesin bildiği üzere bir başka Müslüman ülke olan İran'a karşı yakında yapılacak olan işgalin öncüsü niteliğinde olduğu birçok düşünürün ve uluslararası ilişkilerde söz sahibi kişilerin ortak görüşü haline gelmiştir. 'Mazlumları ve Müslümanları Savunuyoruz' ! Mazlumları, Müslümanları, ezilenleri Robin Hood havasına bürünerek koruduğunu iddia eden kişilerin tutarsız oldukları çok açıktır. Bunun tutarlı 18


olması için birkaç örnek vermek yeterli olacaktır. Öncelikle, mazlum ve Müslüman savunucusu AKP'nin Irak işgaline destek vermemiş olmaları gerekirdi, ama verdiler. Irak'ta Müslümanlar ve Hıristiyanlar ölürken, ortalık ceset doluyken hiçbir şey yapılmamış; tam tersine tezkere, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde geçmediği ve Türkiye, savaşa girmediği için üzülüp hayıflanıldı. Bir başka örnekteyse yine, Soğuk Savaş'ta Türkiye NATO'nun ileri karakoluydu. Sovyet Rusya yıkılınca bu görev boşta kaldı. Şimdiyse yine Müslüman bir ülke olan Libya'nın NATO tarafından işgalinin iktidar hükümeti tarafından canla başla desteklenmesinin ve başka bir Müslüman ülkesi olan Suriye'nin yine Batı ve NATO tarafından kıskaca alınmasının coşkuyla savunulmasını izlemekteyiz. İsrail, PKK'ya Destek Verip Abdullah Öcalan'ı Geri alırsa... Bir de işin bu tarafı var. Neden verdiğini geri almasın yıllar boyu yakalanamayan adamı kafese koyan ülke? Neden terör örgütünün başında duranları baştacı etmesin, iktidar partisinin yaptığı gibi? Neden bizler "Gelmeyin, evlatlarımız ölüyor" diye yırtınırken bizim sözümüzü dinlesin ki? Bir değil bin Mavi Marmara yollar. Onlarda da şehit olmak isteyen onlarca kişi var. Kürdistan'ı kurmak için can atan büyük abi varken, bizim insanlarımız daha milyonlarcayken, her biri kelleyken neden dursun İsrail? İşte tüm bunlar işin öbür yanını, empati kurmayı beraberinde getirir. Öncelikle PKK ile mücadelede bize bölgede her daim destek olmuş ve Ermeni soykırımı iddialarının kabul edilmemesi yönünde bizim yanımızda yer almış olan bir ülkedir İsrail. Davutoğlu'nun ültimatomlarının her birinde ÖZÜR koşulu yatmaktadır. Sözün kısası özür dilense Gazze'yi düşünen kimse olmayacak, 19


ölenlerin aileleri uluslararası alanda hak aramayacak vesaire vesaire. Yine aynı krizden gidecek olursak İsrail ile ortak askeri tatbikatların ve anlaşmaların askıya alındığı açıklandığı görülmektedir. Madem 2002'den beri İsrail - Filistin çatışması yanlış bulunuyordu neden o zaman o anlaşmaları yapıldı; diyelim ki yapıldı, o zaman neden ipler tümden kesilip atılmıyor? 'Özür dilersen seni affederim' tarzı söylemler bir ülkenin dış politikasına ve duruşuna ne kadar yakışır bilinmez, ama soruna insanlık açısından bakılıyorsa eğer; istekleri, düşünceleri ne olursa olsun Mavi Marmara baskınında 9 kişi hayatını kaybetmiştir ve bunun hesabı bir özre dayandırılamaz. Bununla beraber son bir ay içerisinde Gazze Şeridi'nden ve Mısır sınırından kimin saldırdığı belli olmasa da İsrail'de sivil kayıpların oluşmasına sebep olan terör saldırıları gerçekleşmiştir. Bunlar neden bir kez olsun kınanmamıştır? Ölen gayrımüslim olunca devletimizin vicdanı sızlamaz mı? Gerçek Çözüm Türkiye, bölgede uzun vadeli bir çözüm için arabulucu devlet rolü benimsemek istiyorsa, o toprakların gerçek gündemini yakalamalıdır. Gerçek ve uzun vadeli çözüm ise Filistin özerk yönetiminin bu ay içerisinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda

bağımsız

Filistin

Devleti'nin

kurulması

yönünde

yapacağı

başvurudur. Bu haklı talebin, yani Doğu Kudüs başkentli olup yine bağımsız İsrail ile komşu olacak olan Filistin'in tüm dünyaca tanınması konusunda şu an ne yapmaktayız, ona bakılmalıdır. Al birini vur ötekine tarzı akıl yapılarına sahip olsalar da, söz konusu olan konu, Türkiye'deki iktidarın sürekli dillendirdiği İsrailin başındaki 'gerici' hükümeti sıkıştırmaksa; özür diretişini bir

20


yana bırakılıp yapılacak olana, yani Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'na sunulacak rapora bakılmalıdır. Oyunun Asıl Amacı Bir diğer taraftaysa asıl endişe verici olan bu sürtüşme değil, Suriye ve İran'ın durumudur. Büyük abilerin Türkiye'ye verdiği misyon üzerine Türkiye'nin başı çekeceği ve patronluk yapacağı bir başka Osmanlı versiyonu ufukta görünürken her türlü hırlaşma göze oldukça sahte görünmektedir. Yine Sayın Erdemol'un yazısının yer aldığı aynı tarihli aynı gazetede Sayın Orhan BURSALI'nın son satırlarında söylediği gibi, "Herkes İsrail'le savaş palavrasına kapılmış... Esas Suriye ve İran'a bakalım. Otoriter gidişin bir bedeli olacaksa eğer!"

21


Sam Amca’nın Şirin Baba Açılımı Onur Keşaplı Sinema tarihi boyunca çekilmiş tüm filmlerin ortak noktası, çekildikleri dönemin politik, kültürel, sosyo-ekonomik düşünüşlerinin, şartlarının bilinçli veya bilinçsiz bir tavırla sinematografik açıdan sunulmalarıdır. Aynı öyküyü anlatan filmlerin yeniden çevrimlerinde izleyiciye alabildiğine farklı anlamlar iletiliyorsa bu durum sinemanın amaçları üzerine kafa yormayı gerektirir. Popüler bir örnek üzerinden gidecek olursak Yıldız Savaşları’nın ilk üçlemesinde Soğuk Savaş’ın da etkisiyle imparatorluk metaforuyla Sovyetler Birliği’ne hücum ediliyorken aynı ekip tarafından çekilen yeni üçlemede bu kez imparatorun “seçimle” işbaşına gelmesi üzerinden Bush yönetimine eleştiriler getirilebilmektedir. Sinemanın bu gizli gücüne her daim sadık olan sinema hiç kuşkusuz Hollywood’dur. Öyle ki Hollywood tarihi olmayan Amerika’nın tarihini (Griffith’in yönettiği Bir Milletin Doğuşu veya tüm Western filmleri) filmler aracılığıyla Amerikan halkına öğretmiştir. Kaybedilen savaşlar(Vietnam) filmlerle (Rambo serisi) geri kazanılmış, Hollywood Soğuk Savaş’ta en az nükleer silahlar kadar caydırıcı bir silah halini almıştır. Sinema sanatını her daim eğlence olarak biçimlendiren Hollywood, kitlelerin eğlencesini oldukça ciddiye alarak politik sisteminin doğruluğunu, vazgeçilmezliğini her yıl çekilen yüzlerce film aracılığıyla tekrar tekrar pekiştirmiştir. Bunu yaparken de hedef kitle olarak algılarının açık ve savunmasız olduğunu göz önüne alarak gençleri ve çocukları seçmiştir. O yüzden son dönemde sayıları durmaksızın artan çizgi roman, çizgi film, çocuk öykülerinin uyarlamaları ve animasyonlar dikkat edilmesi gereken bir durum teşkil etmektedir.

22


Ortaya çıkış tarihleri itibarı ile Soğuk Savaş yıllarının çizgi romanı ve çizgi filmi olan Şirinler, komün halinde yaşayan, iş bölümünü kesin çizgilerle belirlemiş, herkesin çalışıp ürettiği, kırmızı şapkalı liderlerinin öncülüğünde yaşayan ve köylerini onları yakalayıp bir anlamda paraya çevirip zengin/kudretli olmanın derdindeki rahip/büyücü kırması Gargamel’e karşı koruyan küçük mavi canlıların hikâyesidir. Komün yaşam, emeğin ve üretimin ön planda oluşunu, kapitalizmi andıran bir para hırsı ile kilise rahiplerini andıran bir kostümle egemen güçleri çağrıştıran bir kötü büyücüyü, hepsinin ötesinde kırmızı şapkası ve ciddi ciddi komünizmin büyük kuramcısı Karl Marx’ı andıran görüntüsüyle Şirin Baba’nın varlığı, bu çizgi filmin komünizm propagandası yaptığı iddialarını bir açıdan doğrular nitelikte. Yaratıcıları Peyo, Şirinler’i gerçekten bu amaçla mı tasarlamıştır bilinmez ama çizgi filmlerinin kimi ülkelerde yasaklanmış olması, İngilizce adları olan SMURF’ün aslında “Small Men Under Red Flag” yani “Kızıl Bayrak Altındaki Küçük Adamlar” olduğu iddiaları en azından sol karşıtlarının Şirinler’de ne gördüğünü net biçimde ortaya koyuyor. Egemen sınıfların gözünde Şirinler’i tehlikeli yapan başat unsur ise tüm dünya çocuklarının bu mavileri çok sevmesi. Tam da bu noktada geçtiğimiz ay gösterimde olan Amerikan yapımı Şirinler Hollywood ve Sam Amca için büyük önem taşıyor. Zira Soğuk Savaş sonrası meydanı boş bulanların Şirinler’i fethetme girişimleri bir bakıma Şirinler’le ilk kez tanışacak olan yeni neslin fethi anlamına da geliyor. Film zaten şirinlerin köyünde yani ormanda geçen öyküyü zorlama bir zaman/mekân değişimiyle New York’a, kapitalizmin kalbine taşıyarak daha başlangıçta kartını açık oynuyor. Film, başta Şirin Baba olmak üzere şirinleri alışılageldik sevimlilikleri, ağırbaşlılıkları, çalışkanlıklarıyla resmederek bir anlamda onların doğasına uygun ilerleyerek hedef şaşırtıyor. Filmde Gargamel’le birlikte kötü tarafta yer aldığını düşünebileceğimiz hırslı patron, bir kozmetik şirketinin sahibi. Yani dış görünümün birey kimliğinin yegâne unsuru olduğunu gösteren Batı’ya özgü “Tüketim Toplumu”nun önde gelen temsilcilerinden. Buraya kadar her şey yani iyiyle kötünün mücadelesi, “SMURF”ün doğasına uygun ilerliyor gibi bir yanılsama oluşuyor. Ancak klasik Hollywood taktiğiyle, New York’ta şirinlerin yardımına koşan evli çiftin erkeği de aynı kozmetik imparatorluğunda yükselmenin, kendini kabul ettirmenin derdindeki bir küçük burjuva olduğundan dış görünüşün kutsal değerinin filmde alt metinde pekiştirildiği söylenebilir. Film başarılı bir oyunculukla, dikkat çekici bir görsellikle ve yukarıda belirttiğimiz gibi şirinlerin kimliklerine pek dokunmadan ilerleyerek Hollywood’un “eğlence” üretirken amaçları gizlemedeki ustalığının altını çiziyor adeta. Ama iki nokta var ki Sam Amca’nın Şirinler açılımıyla neyi hedeflediğini dolaysız yoldan ortaya koyuyor. Bunlardan birincisi herkesin her Amerikan gişe filminde görmeye alıştığı saklı reklâmların 23


bu filmde dolaysız sergilenmesi. Filmin hemen her karesinde günlük yaşantımıza dair markaların reklâmları gözümüze sokuluyor. Yetişkinler için bu şaşırtıcı olmasa da asıl hedefteki küçük izleyicilerin bilinçaltına o ürün ve markaların yerleşmemiş olmaları imkânsız. İkincisi ise Şirin Baba’dan sonra en bilinen şirin olan Şirine üzerinden yapılan hücum. Marx sakallı Şirin Baba’yla güreşe tutuşmaktan muhtemelen ürken Sam Amca, gözünü kapitalizmin biricik tüketim nesnesi “kadına” dikiyor doğal olarak. Komünlerinde dış görünümleriyle pek ilgilenmeyen ve yeni giysi arayışlarına girmeyen şirinler, Şirine’nin oyuncak mağazasında gördüğü çeşit çeşit bebekler üzerine sarf ettiği “Birden fazla giysim olabilir mi? Süper!” sözleriyle New York’un yerlileri haline bürünüyor. Kız çocuklarının örnek aldığı, oğlan çocuklarınsa ilk aşkı olan Şirine’nin bu sözleri, filmi izleyen küçük bireylerin yakın gelecekteki yaşam biçimlerine karanlık(!) bir ışık tutuyor. Filmin Türkiye’de, yaz aylarına rağmen bir milyonu bulan izleyici sayısı, her daim sevilen şirinlere olan ilgi ve sevginin devam ettiğini göstermekle birlikte Sam Amca’nın açılımının boyutlarını da ortaya koyuyor.

Yazdıklarımızın zorlama olduğu, olumsuzlukları bulmak adına filme kötücül yaklaşıldığı düşünülebilir. Bu yüzden hemen akla gelen birkaç taze örneği de sıralamakta fayda var. Transformers 1980’lerde Japonya’da ortaya çıkan en basit şekliyle iyi ve kötü olarak konumlandırılan uzaylı robotların güce ulaşmak için verdikleri amansız mücadeleyi anlatan, özellikle oyuncaklarıyla birlikte bir 24


kuşak için fenomene dönüşmüş çizgi filmi serisidir. Bu çizgi filmde, ülkeler konuşulmamakla birlikte insanoğlu hikâyedeki figürandır. Özellikle erkek çocukların hayranı olduğu bu çizgi filmi Sam Amca ne yapar, çizgi film serisinden tek bir bölümü bile izlemediğini gururla söyleyen gişe canavarı (tarihteki en pahalı sahneyi, Bad Boys 2 filminde bir malikâneyi gereksiz yere havaya uçurarak gerçekleştirmekle övünen) bir yönetmeni serinin yönetmeni yapar. Başka ne mi yapar? Filme çizgi filmde olmayan yeni yetme ve hatta ezik bir karakter ekler. Böylece kendini sıradan hisseden tüm yeni yetmelerin özdeşleşebileceği bu karakterin yanına bir de yalnızca meme ve popodan oluşan bir sevgili koyar. Bu ikisini ABD ordusu ve NASA’yla birlikte dünya ve uzay tarihlerinin yeniden yazımına giriştirerek Rocky 4’ten beri gördüğümüz en sığ Amerikan propagandasını yapar. Bir başka örnek olarak 1960’ların yenilikçi ve politik çizgi romanı X-Men’in sinema macerasına eğilebiliriz. 60’ların Amerika’sında tüm dünyayla eşgüdümlü ortaya çıkan 68 hareketi, başta siyahlar olmak üzere, kadınların, solcuların, eşcinsellerin kısacası Beyaz Anglo-Sakson Amerika’nın “öteki” olarak nitelediklerinin hak talepleri doğrultusunda şekillenmiş, X-Men’de bu ötekileştirme ve mücadele “mutant” metaforuyla aktarılmıştır. İnsanoğlunun dışladığı mutantlar, insanlara eşit haklar için savaş açmak isteyenler ve eşit haklar için barışçı yolları seçenler şeklinde ikiye ayrılmış ve bunların epik mücadelesi çizgi romanın omurgasını oluşturmuştur. Peki, Hollywood bu durumda ne yapar? Kalburüstü sayılabilecek iki uyarlamadan sonra yönetmen değiştirilir ve ekip ruhunun, eşit görev paylaşımının şekillendirdiği barış yanlısı X-Men ekibinde Hollywood star sistemine geçilerek tüm karakterlerin geçmişleri yeniden yazılır, konumları, görünümleri kısacası tüm varlıkları değiştirilir. Bunlar yetmezmiş gibi eşit hak mücadelesi veren mutantları Soğuk Savaş’ın füze kriziyle ısınan ortamına ABD tarafından sokarak gençlere özdeşleştikleri kahramanlarının nerede durduğunu açık bir biçimde ve çizgi romana ihanet ederek gösterir. Son örnek bir çocuk kitabı uyarlaması olan Baykuş Krallığı Efsanesi adlı animasyon. Muhtemelen kitapta da kendini hissettiren İkinci Dünya Savaşı göndermeleri filmde, Naziler ve işbirlikçileri alışılageldik safkanlık, soykırım söylemleriyle ilişkilendirdikten sonra, okyanus ötesinden gelen kutsal, iyilikle bezeli, tertemiz bir efsanevi savaşçı Baykuş birliğinin okyanusları aşarak kötülere verdiği ders aktarılır küçük büyük tüm izleyicilere. Sorulması gereken soru Nazi rejimine ilk malubiyeti tattıran ve yıkılmasında tartışmasız en büyük pay sahibi Sovyetler Birliği ve Avrupa ülkelerindeki sol direniş örgütlerinin filmde neden en ufak bir şekilde temsil edilmedikleridir. İkinci Dünya Savaşı’nın yazımı sadece yazılı görsel basında değil çocukları hedef alan animasyonlarda da yapılmaktadır.

25


Uzun lafın kısası Hollywood’un son dönemde özellikle ağırlık verdiği çizgi roman ve çizgi film uyarlamalarıyla animasyonlarına giderken veya çocuklarımızı, kardeşlerimizi, yeğenlerimizi götürürken bir kez daha düşünmeli, gereken araştırmayı yapmalı ve mümkünse çocukluk aşklarımızın hatırına bu yapıtlara gitmeme hakkımızı kullanmalıyız. Gişe gelirlerinin vazgeçilmez bir unsur olduğu Hollywood’un bu denemelerini sinema salonlarını boykot ederek geri püskürtmeli ve çocukluk, ilk gençlik aşklarımızı Sam Amca’dan kurtarmalıyız. Şirin Baba’nın, Optimus Prime’ın ve Wolverine’in sevdalısı olup kendisini en sevdiği karakterleri dev ekranda görmekten mahrum etme kararı alan bu satırlarının yazarının, siz değerli okurlardan ricası bu yöndedir.

26


Bekleyişin En Turuncu Hali Duygu Yılmaz Önümde uzayıp giden şu sokağın, senelerce şahitlik etmişliği vardır bana. Daha önce kimse bir benzerini yaşamamış sandığım acılarıma, eşi yoktur diye yemin edebileceğim insanlara beslediğim benzersiz sevgiye ve buna dair her konunun direttiği ağır vazgeçişlere tanıktır bu sokak. Sokak lambasının ışığıyla sarhoş ve nereden kopup geldiği belli olmayan toz zerrelerini izlemişliğim vardır gecelerce benim de. Sadece o bana tanık değildir yani, ben de en az kaldırım taşlarına, en fazla da üzerinden umarsızca yürüyüp geçen insanlara şahidimdir. O ölgün ışıktan gözlerim kamaşıncaya kadar kopamadığım, sonrasında da yüzümü hızla hangisinin daha parlak olduğuna karar veremeyeceğim yıldızlara, açık gökyüzüne dikmişliğim vardır, hem de nicedir, ben bile bilemem. Bazı anlar ve o anlara ağır mı ağır anlamlar yükleyen eşyalar, kokular ve durumlar vardır hani. Bunlarla beraber benim hiçbir zaman kabullenemediğim anı hatırlatıcılarım da vardır ve bu sokak da onlardan biridir işte. Bir an vardır mesela ömrümde, dün gibi hatırlarım. Birini sevmiştim, hem de delicesine… İmkânsız olmasına imkânsızdı; ama benim umurumda değildi; çünkü şimdiye kadar okuduğum tüm kitaplar, asıl önemli olanın, âşık olmak olduğunu söylüyordu. Aşık olmak ise, bana göre yalnızca istenen türde bir bağ kurmanın imkânsız olduğu durumlarda mümkün olabiliyordu. O zamanlar kavak yelleri esiyordu başımda, yalan yok; ama sonraları anladım ki, o kavak yelleri, insanın senelerce unutamayacağı anıların tek sahibi oluyordu. İşte o demlerin birinde ben, sırtımda eski bir hırkayla, gecenin bir yarısı, yüksek bir kattan, bu uzun sokağa, gecenin içine bakıyordum. Abartıyorum gibi gelmesin; ama o an sanki bir ben uyanıktım bu koca ülkede. Dünya diyemiyorum; çünkü bu kara parçasının dışını zerre kadar bilmediğini anlayan âlimlerdenim artık. Alim dediysem, bilmediğini bilendir âlim diyerek koyuyorum buranın noktasını da. İşte o gece, sırtımda o eski hırka olduğunu bile fark etmeden, karışık bir buket kokusuyla beraber acı çektim. Sonraları ne zaman o hırkayı görsem, bana o kederi yaşatan insanı da, o geceyi de unutmuş olsam bile, o an çektiğim o acıyı hatırladım. Öyledir ya bazen, anlarsınız işte, bir otobüs numarası, bir iskele, bir 27


sahil kasabası, bir mağaza, bir lokanta, hatta bir renk, bir şarkı, bir taş parçası, o yaşınızda hissedebileceğiniz en büyük acıyı yaşatır size. İşte şimdi yine o sokak lambasının ışığı altında, nerelerden geçtiğimi, nereye ve nasıl gittiğimi düşünüyorum hala. Sırtımda o eski hırkam yok artık; ama anıları hala büyük bir yük gibi taşıyorum omzumda. Anılar dediğim, insanlara olan güvensizliğim, ürkekliğim, bunlara sebep olan her şeyin nedenleri ve o nedenlere inanmamakta direten yüreğimin dilinden düşenler ve bunların ağırlığına dayanamayıp dökülen, döküldükçe içimde parçalara ayrılan her şey. Sahi, belki de fazla anım yoktur benim tek parça kalan. Belki de yola düşmeye karar verdiğim her an beni durduran şeyin ta kendisidir o kırıklar, kan görme ihtimali… Her seferinde ayak olmaz kanayan yer, bazen aynı anda her yer kanar; çünkü ben bilirim kendimi, her zaman, her yerimin üstüne düşerim, bundandır belki kedileri bu kadar sevişim- o yüzden bıraktım nicedir insanları inandırmaya çalışmayı. Anlamsız anların peşindeyim artık o yüzden. Kimseye anlatılmayacak, anlatılsa bile kimsenin anlayamayacağı anların peşindeyim. Tıpkı şu sokak lambasının altında uçuşup duran tozların beni bundan on sene öncesine götürmesi gibi, tıpkı şehirlerarası çalışan vapurların o soluk, bazen yeşil, bazen mavi boyaları gibi ve o boyaların ardında usul usul titreşen kafesli florasan lambalar gibi, tıpkı kireç badanalı evlerde bir öksüz başı gibi tavandan sarkan tek parça ampuller, ampullerin altında parlayan alüminyum tepsi, tepsi üzerindeki birkaç tabak, biraz ekmek, biraz su gibi, hayatına dair birçok soruya sahip olduğunuz o insanın iki naylon arası naylon montunu gördüğünüz an bulduğunuz cevaplar gibi, tatlı şeylerden sonra yoğurt istemenizi kimsenin anlayamama anı gibi, oturduğunuz mahallenin bir tek sizin için tekin olduğunu (çünkü en tehlikeli yeridir insan kendinin) bildiğiniz anlar gibi… Asıl bunları anlatmak istiyorum ben. Bunları anlatmak istiyorum; çünkü anlamsızlaştırdığım kadar varım bu hayatta, bu yaşıma kadar öğretilen buydu bana. Nasıl mı? Yanlış kapılarda beklemek, hayatı anlamsızlaştırmaktır mesela. Oysa bekle dendi bize, neyi, ne kadar bekleyeceğimizi bilmeden bekledik hem de. Yalan değil, ben de bekledim. Beklediğime pişmanım diyebilecek kadar bile hâkim değilim şu anda hayatıma, asıl beklemek de, beklemenin aslı da budur aslında… İşte bunun gibi, anlatılınca saçmalaşan, saçmalaştıkça anlatılması zorlaşan şeyler var dilimde. Herkes başkalaşıyor ve gittikçe önemini yitiriyor tüm olasılıklar. Olasılıklar, olsa da olabilir olan şeylere dönüşüyor yani, tıpkı hayatın yanımızdan geçip giderken, değmesini istediğimiz her şeyi de ıskalaması gibi. Kaybettiğin insanların yüzlerine sadece fotoğraflarda dokunmak gibi, eskilerden birinin el yazısıyla yazılmış bir not bulmak gibi... Caddeden geçen insanların varacağı evleri merak edip, arkalarından gitme isteklerini her seferinde "mantıklı" olmak adına bastırmak gibi. Ben, en son, ne zaman, böyle saçmalamıştım? Bana en son 28


ne zaman koskoca bir şey olmuştu ve sonrasında "hiçbir şey olmadı" demiştim? Hiçbir şey olmuş muydu, onu bile hatırlamamıştım daha sonra. Bana, "deli kızın türküsünü söylemek, en çok deli kıza yakışır, o halde sen türkülerini söylemeye devam et", demişti bir dostum, haklıydı. Ben türkülerimi söylemeye devam ettim; ama elden ne gelir, delilerin türküsünü ancak deliler duyardı, o deli değildi, beni hiç duymadı, diğerleri de o yüzden belki, diğerleri de o yüzden duymadı. İşte tarih tekerrürden ibarettir diyenlere kanıt, şu önümde uzayıp giden sokak, yine şahittir yaralı halime. Hayat, kanamadan eline kalem almaya izin vermiyor ve bize de kanayan ellerimiz olmasın diye dua etmekten başka çare bırakmıyor artık(ki ben hiçbir zaman bilemedim, bu dualar eller olmadan yazmanın imkânsızlığından mıdır yoksa en acıtan yara ellerinde olduğundan mıdır insanın). Zaman boyunca çok özlediğin bir ismi, bembeyaz bir kâğıda yazıp, dakikalarca nefessiz seyretmek gibidir sadece düşünmek. Yazmaksa, senin seyrettiğin şeyi en az birinin daha görmesidir. İşte bu yüzden yazmıyorum her şeyi, delirsem bile, kimse öğrenemeyecek hayatımda olup biten ve acısı çok kollu bir diken gibi işaret parmağımın ucunda yaşayan cümleleri. Bütün sıkıntı, tek bir noktada toplanıyor aslında. Yola, aslında “o” yola düşme isteğinde takılıp kalıyoruz her defasında. Kaç yaşıma geldim; ancak her gün yeniden farkına vardığım tek gerçek var hala. Belki on binlerce insan geçti hayatımdan. Ailem, dostlarım, arkadaşlarım, sadece tanıdıklarım, yanından geçip gittiklerim ve dolaylı bile olsa hayatına dokunup geçtiğim, etkilediğim on binlerce kişi… Bunların içinden yalnız bir tanesi bile, kafasında hiçbir soru işareti olmadan, nereye gitmek istiyorsan, şimdi, hemen oraya gidelim, demedi… Benim hayalimdeki o uzak yollar, o asfalt, o nereye varıldığının bir önemi olmayan başlangıçlar, gitmeyi isteyip bir türlü gidemediğim tüm şehirler ve başka birinden duyana kadar içimden kendime söylediğim tüm cümleler öylece duruyor hala. Demek kimsenin cesareti yoktu yollara düşmek için, demek ki kimse o yol üstü lokantalarında demli bir çay içmeyi hayal etmedi benden başka, demek kimse kamyonlarla dolu yollarda sessizce ilerlemek istemedi sadece iki kişiye ait bir arabayla, biliyorum ki kimse varacağımız şehre sadece ben görmeyi çok istiyorum diye gitmeyi istemedi, demek ki kimse bir şehre birlikte varmanın, kişiyi yalnızlıktan kurtarana varmaktan daha önemli olduğunu umursamadı. Şu sokak lambasının altında ve şu sokakta anlatılacak nice şey var belki daha. Sırtımda yeni bir hırka var; ama durduğum, baktığım yer de, konuştuğum dil de aynı hala. Beklediklerim de şüphesiz değişmedi, değişmeyecek. Umut, hala taze 29


ekmek kokusu en aç zamanlarımızda. Solgun ışık altında gelecek kaygısı, kalbim sıkıştıkça açıp izlediğim bir filmde, kızla oğlanın birbirlerini yanlış anlama sahnesi hala. Ey özgür yanım! Aşk, kafanı uzatsan dineceğin bir deniz kıyısı, hala…

30


Çimentoda Büyüyen Gül: 2Pac Onur Keşaplı, Kemal Atay “ Dünyayı değiştireceğimi söylemiyorum, ama sizi temin ederim ki dünyayı değiştirecek kişilere ilham kaynağı olacağım.” Tupac Amaru Shakur

Yukarıdaki sözün sahibi günümüzde sadece para, araba, suç ve seks içeriğine hapsolmuş popüler kültürle beraber sistemin de çarkı haline gelmiş rap müziğin en büyük ismidir. 1971'de Bronx New York'ta doğan ve Eylül 1996 Las Vegas'ta faili meçhul bir saldırıyla öldürülen Tupac Amaru Shakur, 25 yıllık kısa yaşantısına sayısız albüm, birçok film ve şiir kitabı sığdırdı. Hızlı yaşayıp genç ölme deyişinin vücut bulduğu sanatçının annesi Afeni Shakur, Amerika'nın 68 kuşağına ve 60lı-70li yıllarına yön veren sol grup Kara Panterler'in üst düzey çalışanlarından biridir. Devletin yoğun baskısı ve saldırıları sonrasında üst düzey yöneticileri öldürülen ya da hapishanelerde işkenceden geçirilen örgüt, Amerika'da özellikle siyahların ve solcuların etkin olarak mücadele gösterdiği 31


son oluşumlardan biridir. Sonrasında sistemin çarkında olan, sözde değişimci olduğunu kürtaj ve dış siyaset gibi konulara yaklaşımıyla gördüğümüz başkan Barack Obama'nın, Amerika'da “umut ışığı” olabilmesi tüm o yok edilen beyinlerin bıraktığı boşluğun kimler tarafından doldurulduğunu gözler önüne serer. Bu durumun tanıdık geldiğine eminim ama 1950'den beri idarecileri tarafından “küçük amerika” olma hayali kurdurulan bir ülke olduğumuzu hatırlarsak bu şaşırtıcı değil. Konudan konuya atlamayı keserek asıl konumuza dönüyorum. İşte böyle bir baskı sürecinde hapse atılan Afeni Shakur, Tupac'ı da hücrede dünyaya getirir. İsmini İspanyol sömürgecilere karşı mücadele veren İnka devrimcisi Tupac Amaru'dan alan 2Pac içinde doğduğu aydın ortamı öğrenim hayatı boyunca felsefe, edebiyat, politika, okuyarak ayrıca sahne sanatları çalışarak daha da güçlendirir. İlk albümünü 19 yaşında çıkaran sanatçı 35 milyon civarında kopyayla tüm zamanların en çok albüm satan rap sanatçısıdır. Aynı zamanda tarihteki ilk çift cdlik rap albümü çıkaran da 2Pac'tır. Şarkılarında, büyüdüğü ortama ve başta siyahlar olmak üzere gençliğin yüzyüze geldiği tehlikelere değinen sanatçı, özellikle polis ve beraberinde sistem karşıtı şarkılarıyla öncüleri Public Enemy grubu gibi politik yönünü de ortaya koymuştur. Tüm bu ciddi konuların yanında eğlencelik şarkılar da yazan 2Pac'ın yukarıda değindiğimiz gibi baş rollerinde bulunduğu filmler ve “A Rose That Grew From Concrete” adlı şiir kitabı da bulunmaktadır. Aynı zamanda yazımızın başlığı olan kitap, Amerika'da tutucu çevrelerin baskılarına rağmen bazı okullarda edebiyat derslerinde okutulmaktadır. Günümüzde yerle bir edilen ve biçim değiştirilen rap müzik, ülkemizde sevenlerinin ve nefret edenlerinin bir çoğu tarafından yanlış tanınmakta. Azizm olarak, rapin gerçekliğinin, doğasının ne olduğunu, öldürülüşünün 12. yılında halen otoritelere göre rap müzik tarihinin en büyük ismi olan 2Pac'ın pek az bilinen bir röportaj ve konuşmasını yayınlayarak ortaya koymak istedik. İyi okumalar.

2Pac Ağustos 1992’de Engelliler Olimpiyatları yararına çıkan “A Very Special Christmas Vol 2” adlı albüm için bir şarkı kaydetti. Kayıtlar sırasında 2Pac solo sanatçı olarak ilk MTV röportajını gerçekleştirdi. Aynı yıl 2Pac’ın başı kanunlarla belaya girince şarkısı Noel albümünden çıkarıldı ve röportaj yayınlanmadı. En iyi Noel anın nedir ?

32


Bir bakayım. Baltimore’daydık, Noel hediyesi olarak hiçbir şey almayacağımızı düşünüyorduk. Sonra kapı çaldı, kız kardeşimin okul müdürü geldi. Bir yardım faaliyeti yapmışlar, mahalledeki yoksul ailelere hindi filan dağıtıyorlardı, biz yoksul bir aileydik ve hindiyi aldık. Bana ucuz botlar verdiler. Ucuz incik boncuklar aldık. Noel’de ne kadar incik boncuğunuz olsa o kadar iyidir. Bir sürü ufak tefek şeyim oldu. Çok hoştu. Bedava peynir, fasulye, tereyağımız oldu. Hepsi hükümetin ihtiyaç fazlasıydı ama Noel’de boş bir buzdolabı yerine bunların olması iyidir… Hatırlıyorum da, bunlar ilk geldiğinde, Noel zamanı birilerinin televizyonunda hep Noel şarkıları çalardı , bende şöyle hissederdim: “Kahretsin. Noel vakti. Ver babam ver hikayesi. (gülerek) Ver babam ver hikayesi.” 2Pac Devam ediyor: En çokta annem için üzülürdüm. Çünkü yanında erkeği yok o bir kadın, annem. Eğlenceli olmasına çalışıyordu ama evde hiçbir şey yoktu. Bırak Noel yemeğini doğru düzgün yemek bile yoktu. Bize açıklaması gerekiyordu. Yani “Bir aradayız ya bu yeter“ deyip inandırıcı kılmak çok zor, hele mideniz gurulduyorsa. Midelerimiz şöyle guruldarken (guruldama taklidi yapar) derdi ki “Tek ihtiyacımız birlikte olmak ….. ve birazda et“ (2pac gülüyor.) Güçlü olup bunu yapması çok güzeldi bence. Bunu, “Babalarınız hıyar ! Beni böyle bıraktılar.” Demek için vesile olarak görmezdi. Ama bu doğruydu. Babalarımız onu gerçekten terk etmişti. Yani benim babamla kız kardeşimin babası farklı kişiler, ama bizi terk etmişler. Noel’de arayıp annemin neden hediye almadığımızı açıklamasına yardım etmiyorlardı. Her neredelerse, kendi kadınlarına hava basıyor, başkalarının çocuklarına Noel Babalık ediyorlardı. Babama olan sevgim eksilmedi, Tanrı ruhuna huzur versin, ama Noel’de benden büyük bir şey beklemese iyi olur. Senin durumunda, kenar mahalle büyüyen birinin karşılaştığı özel şeylerden bahsedebilir misin? Çok derin... Doğduğunda bir hanedanlığa veya imparatorluğa doğarsın değil mi? Babanla aynı adı alır, onun ayak izlerini takip edersin. Sana hep şöyle denir : (alaycı bir ses tonuyla) “Baban bunu yaptı… büyük baban şunu yaptı… Bu bize ait…” Veyahut “Aile mirası…” Şehir dışında böyle şeyler yoktur. “Şehir dışı” diyorum çünkü dışlanmıştık. Orada hiçbir şey yoktur. Aile mirası yada aile arması yoktur. Önemli olduğu düşünülen bütün o şeyler anlamsızdır, çünkü aile armamız pamuktu, anlatabiliyor muyum? Miras bırakabileceğimiz tek şey müzikti, kültürdü. Şeref ve kararlılık, sahip olduklarımız bunlardı. Kendimi kandırılmış hissediyorum, geleceğim için öngörülenleri yaşamak yerine kendime bir gelecek yaratmak zorundayım. İyi bir iş yapıp imparatorluğu devam ettirmek 33


yerine, onu kendim inşa etmek zorundayım ve 21 yaşında biri için zor bir iş bu. Erkek olsun kız olsun, her genç için, kendi ailesine, bir imparatorluk kurmak acayip zor bir iştir. Anlatabiliyor muyum? Özellikle de şehir dışındaki lüks mahallelerde yaşayan başka birinin daha 16sında araba sahibi olduğunu bilince... Bankada üniversite öğrenimi için paraları vardır. Noel, bir yarlere tatile gitmektir, bizim tatilimiz ise yolun aşağısıydı, şehrin öte yanı, ninemizin eviydi. Tatil buydu. Daha gerçekçi konuşmak gerekirse hapis yatmaktı. Üzücü şeyler anlatmaktan nefret ediyorum ama bunlar gerçek. Çünkü bu dünya öyle… “Bu dünya” derken ciddiyim. İdeal anlamda söylemiyorum. Günlük hayatta yaptığınız her küçük şeyi kastediyorum. “ Sadece bana verin , sadece bana verin , herkes geri çekilsin.” Okulda, büyük işlerde hep bu öğretiliyor. “Başarılı olmak, Trump gibi olmak mı istiyorsun? Her şeyi kendine al, herkesi ez, her şeyin üstüne bas. “ Bu işler böyle, kimse bir an bile durmuyor. Sadece şöyle diyoruz “ Kölelik kötüdür, kölelik budur. Beyazlar kötüdür“ Pekala, bunu durduralım. Hor görüldüğümüzü bilecek kadar kafası çalışıyordur herkesin. Hakkımız olanı almak istiyoruz. Bundan kastım, 160 dönüm ve bir eşek değil, onu geçtik ama yardıma ihtiyacımız var. Ayaklarımızın üzerinde durabilmek için … “Biz” derken geçleri veya siyahları kastediyorum, nasıl istersen öyle al .Ayaklarımızın üstünde durmak için yardım lazım. İşte geldi ve iyi arkadaş olduk. Bir ilişkiden söz ediliyorsa biz bunu yaptık. Karşılığını hak ediyoruz. Hiç aramadığınız bir arkadaşınızın olduğu gibi. Pırlantalara bürünmüşsünüz, Amerika’nın pırlantaları var, paraları var falan ve bizim dışımızda herkese borç veriyorlar. Kendini geçindirmek için herkesin yardıma ihtiyacı var. -Burası gerçekten bir kaynaşma potasıysa, sevdiğimiz ülke ise Özgürlük Anıtını (anıtı taklit eder) bizi seviyorsa öyleyse böyle olmalıyız siyah çocuklar da olmalı. Parası olan bir beyaz varsa onlara yardım etsin . Siyah çocuklara , Meksikalı çocuklara , Korelilere yardım etmeli. Ama bu samimi olmalı ve hepimiz ölmeden önce olmalı. Yoksa söyle dersiniz : “Hata yaptım. Onlara para vermeliydik. O insanlara yardım etmeliydik.” Ama çok geç olur. O zaman kendi karmanızı yaşamanız gerekir. Tanrı sizi cezalandırdığında yani. Çünkü burada çok fazla para var. Biri piyangodan 36 milyon dolar kazanırken bizler açlıktan sokaklarda ölmemeliyiz. Bunun idealizmle alakası yok, bu gerçek. Çok saçma o kadar. Michael Jackson’ın yada herhangi bir Jackson’ın şu kadar milyon doları varken diğer tarafta açlıktan ölenlerin olması doğru değil. Bu olamaz! İnsanların evi, dairesi, kulübesi, kıçında donu yokken bu insanların kendi uçağının olması doğru değil. -Zenginsin, 40 milyar doların var, ama tek bir ev ile yetinemez misin? Sadece bir eve ihtiyacın var değil mi?. İki çocuğun varsa 2 odayla yetinemez misin? Hiç 34


odası olmayanlar varken neden senin 52 odan olsun. Bu bana hiç anlamlı gelmiyor. Sonra Noel’i kutluyorlar büyük ağaçları var, süsler filan herkes hediyeler alıyor, ama birileri açlıktan ölüyor. İdeal bir Noel‘i yaşıyorlar, yumurta likörü… Bu bana adil gelmiyor. -Bence umutsuzluğun olduğu yerde insanlar isyan ediyor. Çünkü hiçbir şey yok. Şöyle diyoruz: “Amerika bize hiç yardım edecek mi?” Çünkü uzun zamandır yardım etmediğini biliyoruz. Hiç yardım edecek mi? Olup biten her şey gösteriyor ki “Hayır”. -Bütün saçmalıklar bir yana hayatta kalmak zorundayız. Yani savaşçılar bile Pazar günü mızraklarını kenara koyar. Bu ülkede hayatta kalmalıyız, çünkü Afrika’ya dönmeyeceğim. Burada hayatta kalmalıyız. Bunun için beyazların, siyahların, Korelilerin, Portorikoluların birbirini anlamsı lazım. Daha büyük risk almalıyız. Amerikalılar derken, Sam Amca'dan bahsettiğimi düşünüyorlar, gerçekten de Sam Amcadan bahsediyorum. Gri saçları ve bayrağıyla, aslında ben seni kastediyorum. (kamera ve stüdyodaki herkesi işaret ederek ) “ Seni,seni, seni” Sizler bir şey yapmalısınız. Kendinize bakıp ne kadar ırkçı olduğunuzu görmelisiniz.. Anlatabiliyor muyum? Bu gerçek!.

Malcolm X yemeği konuşması 1992’de Malcolm X Taban Hareketi, konuşma yapması içim 2Pac'ı davet etti. Bu, 2Pac'ın kaydedilen ilk konuşmalarındandı.

35


Sunucu: Şimdi söz edeceğim kişi çok sevdiğim biri, ikinci kuşaktan bir devrimci, lütfen 2Pac Shakur'a hoş geldin diyelim. (coşkulu alkışlarla sahneye gelir) - Önce anneme selam çakmak istiyorum. Burada değil ama O olmasaydı ben burada olmazdım. Bu şeyin (kürsüye bakarak) önüne baktım. Diyor ki : “Özümüzdeki büyüklüğü yeniden yaratmak için çalışmaya yeniden başlayın.” Annem işte bunu yapardı. Özgürlük savaşçıları ve mücadeleciler hakkında konuşuluyor, şunu anlamalısınız ki, silah sahibi olup sokağa çıkmak popülerken annem evinde oturup bulaşık yıkamak için bundan vazgeçmişti. Bizi beslemek için. Aklımıza bazı fikirler yerleştirmek için. Çünkü yitirdiğimiz savaşçılardan o geçmiş hakkında hiçbir şey duyamamıştık. Hiç duymadık. Hatırlarsanız hepsi hapse düştü, o bilgiyi hiç öğrenmedik, annem evde kalmasa ve yaptıklarını yapmış olmasa bir bokum olmazdı. Dilimi bağışlayın. Ama hiçbir yere gelemezdim. - Ben Tupac Shakur'um ve keyfimize bakamayacağımızı hatırlatan kişi olmam gerekiyor. Gevşemenin ve ziyafetlerin falan sırası değil mücadele devam ediyor. Gençliğinizde olduğu gibi devam ediyor. Nasıl oluyor da ben 20 yaşımda bir şeyleri değiştirmek isterken herkes bana sakin olmamı söylüyor. “Bela okuma, okula git, üniversiteye git.” Boş versenize bir sürü üniversitelerimiz var yinede hala Brenda'lar var. Siyahlar hala tuzağa düşüyor. Bu beni çileden çıkarıyor. Çünkü bunun sona ermeyeceğini görüyorum. Biz son vermedikçe sonu gelmeyecek, Brenda'ya bunu yapanlar sadece beyazlar değil, bizi tuzağa düşürenler sadece beyazlar değil. Siyahlar! Anlatabiliyor muyum? İçimizdeki, hepimizin içindeki Afrikalıyı bulmalıyız. Çünkü siyahları arayarak en renkli giyinenleri, en berbat Dashikiyi giyenleri arayarak ortada dolaşmaya devam edersek, tabiri bağışlayın ama, düzülürüz. - Annemin yaşadıkları beni çileden çıkarıyor, uyuşturucuyu bırakması gerek. Kadınların Kara Panterler lehine konuşmaya korktukları bir dönemde bütün ülkeyi dolaştığını bildiğim biri O. Harvard’da, Yale’de her yede konuştu, şimdi ise anneme olanı görüyorum. Artık etrafında büyük kalabalıklar yok. Bir düzine ödül almıyor, yanında kimse kalmadı. Bütün bunları hafife alıyorum, önemsemiyorum. Ama gençler için yapmamız gereken şeyleri ciddiye almanızı istiyorum çünkü tamamen farklı bir dünyaya doğru gidiyoruz. Sizin zamanınızdaki dünya değil bu. 60lara benzemiyor. Biz uyuşturucudan önce büyüdük. Bu her şeyi açıklıyor olmalı. Biz anne babasız büyümedik. “O zamanlar bunlar oldu.” diyen anne babalarınız vardı. Artık bu yok. 14 yaşında 36


çocuklar eve geliyor anneleri kafayı bulmuş yada mal almak için en yakın arkadaşıyla yatıyor. Yani artık yalnızca kendi çocuğunuza bakmanız yetmez, bu çocuklara da bakmak lazım. Çünkü bugün karşı karşıya olduğumuz şey bu. Bu acı veriyor…(uzun alkışlar) “Acı” değil, beni rahatsız ediyor. Gençlerin kalkıp başkalarının yapması gereken şeyleri yapmalarına seyirci kalmak beni rahatsız ediyor. Bana gele kadar bu işi yapacak bir sürü adam var çünkü daha benim sıram gelmedi. Bilgiye ulaşma şansım yok, üniversiteye gidemem, Burada çok fazla sorun var, param yok. Kimsenin yok. Demek istediğim, işte böyle söylediğim gibi kolay değil. Kendimiz olarak kalmalıyız. Yeni Afrikalı olmadan önce siyah olmalıyız. Harried Tubman’ın yaptığı gibi kardeşlerimizi sokaktan kurtarmalıyız, neden O'nun yaptığı şeyi göremiyoruz. Malcolm gibi. İslam Ulusu’ndan önceki gerçek Malcolm gibi. Unutmayın o bir pezevenkti, uyuşturucu filan satardı bunu unuttuk. Aydınlanma telaşımız içinde sokaklardaki kardeşlerimizi uyuşturucu satıcılarımızı, pezevenklerimizi unutuyoruz. Oysa yeni kuşağa örnek olan onlar. Bunu sizler yapmadığınız için. Özür dilerim, ama pezevenklerle uyuşturucu satıcıları öğretmenimiz oldu. Yetiştirilişimizle ilgili bir derdimiz var çünkü bunu sadece onlar yapabildiler. Bunu yapanlar sadece onlar. Diğerleri üniversiteye gitmek isterken “Her şey değişti” derken, beyaz adamın bir bok olmadığını onlar söylüyordu. “Al bakalım. Şunu bir dene delikanlı. Bu malı al, sat, para kazan. Beyaz adamı böyle alt edersin, parayı al, cehennem ol.” Başka kimse yapmadı bunu. Onların yaptığını yapmadan kimse bana onları sevmememi, onlara saygı duymamamı söyleyemez. - Bana göre bu Mekke’dır (kalabalığı gösterir) Burada gördüğüm siyah ailedir. Durumu daha da üzücü kılan, beni ağlatan, ben buradan gider gitmez Mekke’nin de gidecek olmasıdır. Anlatabiliyor muyum? Gerçek hayata geri döneceğiz. Orada, kız kardeşleri ve Brenda’yı göreceksiniz. Onlar orada. Hepiniz arabalarınıza binip, siktiğim evinize döneceksiniz. Özür dilerim ama şunu dinleyin benim küfürüm sizleri gerçekte olup bitenlerden daha fazla incitemez. Bu gerçek! Buna sadık kalmalısınız. Çünkü medya ve beyaz adamın bizi tecrit etmesine izin veriyoruz. Rapçiler sahte demelerine izin veriyorsunuz, ya zeki biri olacaksınız yada zavallı. Hepimiz aynıyız! Hepimiz aynı şeyi hissediyoruz. Sadece ben gördüğüm zaman dayanamıyorum. (uzun alkış) İşte bir arada olabileceğimizin kanıtı bu. Genç siyah erkek bizim geleceğimizdir! Genç siyah kız kardeş bizim geleceğimizdir! Ne ekerseniz onu biçersiniz. Hiç emek vermezseniz biz patlayınca kızmayın! (uzun ve şiddetli alkışlarla sonlanır)

37


Not: Bu yazıda yer alan röportaj ve konuşma 2Pac'ın hayatını anlatan Oscar Adayı belgesel “Tupac Resurrection”ın ülkemizde de bulabileceğiniz dvdsinin ekstra içeriğinden edinilmiştir.

38


Kıtlığın Sorumluları Selin Süar Son haftalarda Somali’de baş gösteren kıtlık yüzünden neredeyse 100 bin kişi su ve gıda bulabilme umuduyla başkent Mogadişu’ya akın edince yıllar yılı kansıksadığımız görüntüler yeniden gündeme geldi. Kenya, Etiyopya, Cibuti ve Somali’de son 60 yılın en kurak geçen günleri 12 milyon insanı ölüm tehlikesiyle yüz yüze getirince, halk, çare aramak için başkente akın etti. Afrika boynuzunun en zor durumda bulunan ülkesi Somali’de ise beş bölgede kıtlık resmen ilan edilmiş durumda. Dünyanın bir kanadı, yiyecek, içecek, barınma, sağlık gibi hizmetleri elinin altında kolayca bulurken, diğer kanadı bir lokma yiyecek ve bir yudum su için kıvranmakta. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, elimizin altında istediğimiz her şeyi bulabilmemiz bir yanda dursun, tüm bunlar israf edilecek noktaya taşmış bulunmaktadır.

Ülkemizde bilinçsizlikten yapılan israfın yanında, 'büyüklerin' rant sağlamak için milyarlarca Dolar'ı hiçbir suçluluk duymadan çöpe atması, ülkemizde göz göre göre tarım ve hayvancılığı bitirmeleri ve zamları birbiri ardına basarak ürünleri dışarıdan ithal etmeleri, Anadolu'muzun hazine arazilerini satışa çıkarmaları; kısacası bizleri, dünyaya borçlu, köle ve ezik bireyler haline getirmeleri elbette, gerek inandıklarını savundukları Kutsal Kitapta, gerekse insanlığa dair en ağır suçlardan biri olarak maddi/manevi her alanda yer almakta, ancak bu; kimsenin umurunda olmamaktadır. Somali'deki halkın 39


insanlık dışı görüntüleri hafızamıza kazınmışken hiç düşündük mü, Somali nasıl bu hale geldi?

Çok uzak değil, yeni Türk Devletinin, yani Türkiye düşüncesinin filizlenmeye başladığı dönemlere rastlıyor Somali'nin Batılı Devletlerce sömürülme hikayesi... Şimdi bırakın ülkeye ait bir ekonomiyi, yaşamanın bile mucize olduğu Somali topraklarında o dönemler ekonomi, daha çok göçebe hayvancılığa ve tahıl, darı, mısır, muz, pamuk, şeker kamışı ile çeşitli meyvesebzelerden oluşan tarıma dayanıyordu. Tarım ve hayvancılıktan elde edilen gelirin gayri safi yurtiçi hasıladaki payı % 65’ti ve çalışan nüfusun % 70’i bu sektörlerde görev almaktaydı. Uzun bir sahili bulunması nedeniyle balıkçılığa da elverişli olan Somali'nin kıtlığa varan düşüşünün nedenini 1878 yılında imzalanan ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan büyük toprak kayıplarını beraberinde getiren Berlin Antlaşması'na bağlayabiliriz. 1885’te anlaşmaya bağlı olarak İtalya'nın, Habeş Eyaleti’ni (bugünkü Somali) işgal etmesiyle, ülkedeki sömürgecilik başlamış oldu. Somali, İngiltere ve İtalya tarafından önce ikiye ayrıldı ve ardından 1960 yılında kağıt üzerinde bir bağımsızlık ilan ettirildi. Ülkenin tarım alanları Somali halkının beslenmesine ve geçimine yetmekteydi. Yer altı madenleri olarak da uranyum, petrol, boksit, demir ve kalay bulunmaktaydı.

Kendi onursal kimliğimizi kaybettirip tamamiyle satılmış bir ülkeye kucak açtıran ve günümüz yönetimlerinin sorumlusu olan, yakından tanıdığımız o 1980’li yıllarda, Somali’de de yönetime Batılı ülkelerin sözcüsü ve kuklası olan bir idare başa geldi. IMF'nin, aynı bize uyguladığı ve baştakilerin 40


uygulattığı politikalar sayesinde kamu kurumları ABD’ye satıldı. Tarım ve hayvancılık bakımından kendine yeten ve ihracat yapan Somali bu şekilde, yine aynı bizdeki gibi ithalata mahkum hale getirildi. Yetmedi, 2005’te Batılı ülkelerin özellikle de ABD’li şirketlerin attığı yüzlerce nükleer atık dolu varil Somali kıyılarına vurdu. Varilleri temizlemek Somali'lilere kaldığından ve balıklar da, zehirli atıklar nedeniyle yok olduğundan Somali en nihayetinde bugün içinde bulunduğu duruma düştü. Böylelikle ellerinden zaten alınmış olan tarım ve hayvancılığın yok oluşu, denizden gelen son çareyi de tüketti ve kıtlık baş gösterdi.

Bugün, bizler dahil, uluslararası tüm kuruluşlar birkaç milyon dolar yardımla insanlık

borçlarını

yağmacık

biçimde

ödemeye

çalışmaktadır.

Oysa

Somali'lilerin yardım çığlıkları yalnızca, her şeyi daha da kirletmeden Batılı devletlerin ellerini Somali üzerinden çekip, ambargoları kaldırmaları. Tüm bunlar yapılacak su, ekmek ve diğer yardımlara bedel.

Görünen o ki, ülkelerin yok oluşunda büyük rol oynayan ve başa getirilen zihniyetler milyonlarca insanın katili olmakla beraber, koskoca bir nüfusu ortadan kaldıracak kadar büyük bir yıkıma neden olabilmektedirler. Yok oluşumuz gözümüzün önünde cereyan ederken Somali'deki halka bakıp trajediye, görüntülerden korkarak baş çevirmek, bir gün başımıza geleceklerden kendimizi sakınmaya yetmeyecek.

Anlayana... 41


Uzak Zeynep Aydın Odaya girdim, elektrik düğmesine bastığımda lamba patladı. Bir şeye çarpıp yere düştüm. Elimdeki portakal dolu kasemle karanlığın içerisinde sanki kayboluvermiştim. Meyvelerin bir topu andıran zıplayış sesi, dizimdeki sızının beynimde yarattığı zonklamadan daha baskın değildi. Bir süre ayağa kalkamamakla birlikte başımdaki bu tiz sesin konserini dinlemek zorunluluğu hissettim. Yüzün koyu yerde yatıyordum. Az zaman sonrasında kendime geldiğimde sokak lambaları imdadıma yetişiverdi. Her ne kadar karanlığın o pis sırıtışı küçük odamda hâkim olsa da loş bir yansıma ayağıma takılan sandalyeyi görüp ayağa kalkmama yetti. İçimden “Ne işi vardı bu sandalyenin burada?” demedim değil. Fakat bundan daha önce beni meraklandıran Aykut’un yardımıma koşmamasıydı. Bu kadar patırtıyı duymamış olamazdı. Yatakta da değildi. Bir an yine gittiğini düşünüp dizimde sürtünmenin etkisi ile açılan yara kadar gerçek bir sancı kapladı içimi. Gri boşluğa seslendim. “Aykut, neredesin?” Cevap yoktu. İki yıllık gizemin ardından bu onunla geçireceğimiz ilk geceydi. Eğik sandalyeyi doğrultup yüzümü gecenin karanlığında parıldayan altın sarısı ışığa çevirdim. Neden yeniden gitmişti? Anlamak mümkünsüzlüğünden kendimi bir eşyadan bile daha cansız hissetmeye çoktan alışmıştım. Fakat bu umut ertesi kayboluş ruhumu tatmin edebilecek bir kederlerle doyuruyordu şimdi. Zoraki bir soluk bırakıverdim pencereme doğru. Yetişir miydi? Yetişmedi. Kendimi caddelere atıp evrenin nefesini içime çekmek istedim fakat bu grilik bana öyle çok benziyordu ki vazgeçtim bu fikrimden ve pencereyi açmaya karar verdim. Aksayan ayağım ruhuma eşlik ediyorken parmaklarıma değen katı sıvı ile irkildim. Ne kadar soğuk ve sıcaktı. Devrilen kaseden dökülen portakallar da yara almış diye düşünüp kendi acizliğimde benzetmelerime dayanamayıp pencerenin dibine çöküverdim. Son gidişinde koca bir evreni sığdıracak kadar büyük gözlerini bana dikerek “Uzak, coğrafi bir terimdir sevgilim.” demişti. Bu coğrafya şimdi şu daracık bir mezarı andıran odamda yeniden hüküm sürmeye başlamış ve beni tik taklayan bir saat kadar yuvarlak bir deliğe atmıştı. Gözlerimi tavana dikip türlü kederleri açığa almaya başlarken gözlerimden dökülen damlalar odanın içinde cirit atıyordu. Zamanını hatırlayamayacak kadar zamansız tavanla derin sohbetler ettim. Sokak lambaları kaybolmaya başladığında güneşin doğuşunu fark edecek şuura 42


erebilmiştim. Gözyaşlarım sanki tüm bedenimi bir buz kalıbına çevirmişti. Bu katılıktan kurtulmam gerektiğine karar verip çocukken yaptığım gibi kolumla gözlerimi silmeye başladım. Kollarım görevini tamamladığında parmaklarıma bulaşan portakallardan sızan sıvının kızıllığı yanında güneşinki bir hiçti. Yatağın ardından ayaklarıma uzan küçük nehir beni boğabilecek kadar derindi. Bu kızıllık dizimden süzülen kan kadar gerçekti. Şimdi portakallar mı bana oyun oynuyordu yoksa zihnim mi? Yatağın ardına bakmaya korkuyordum. Bu tarifi olmayan korku terk edilişin dondurucu soğuğunu bedenimden silinip felçliğe dönüşmeye yetti. Nihayet cesaretimi toplayıp pencerenin mermerine tutunarak ayağa kalktım. Karşımda bir duvar… Yılların uykularını barındırdığım bu odada ne kadar da yabancıydı şimdi. Duvara yaslı oturmuş sevgilim başını sonsuz bir derinliğe indirmiş öylece duruyordu. Koştum, bu otuz metre karelik yer kilometrelere dönüşmüştü ona varana kadar. Karşısına geçip eğildim. Hayır, gözleri görmüyor parmakları dokunmuyordu. Yüzüme her seferinde batarken şikayet ettiğim sakallarını öptüm, öptüm. Soğuktu. Üzerine giydiği kırmızı tişörtü ancak bu kadar al olabilirdi. Sağ elinde ölüm eşi bir bıçak… Sevmekten hiç vazgeçemediği portakalları soyacaktık oysa. Sol elinde ise bir kâğıt parçası duruyordu. Bu nasıl bir manzaraydı Tanrım? Kapı girişinde bana tuzak kuran sandalye benden evvel sana meyvelerini getirmişti. Elindeki notu okumak bile istemiyordum. Ölmek için sebeplerini saymıştı biliyorum. Ona bakmak şimdi anlamını yitirmişti. Yanına oturdum ve başını göğsüme yasladım. Elindeki kağıdı alıp kenara koyup saçlarını koklamaya başladım. Gözüm kağıda iliştiğinde son diye başlayan cümlesi benimkiyle eşti. Buruşmuş kağıdı korkakça açtığımda kısa ve birkaç cümle bırakmıştı bana. “Son hikâyelere verilir portakal. Sana bir bahçe bulamamanın hüsranını yaşıyorum. Her seferinde gittiğimi sanıyorsun. Sen yokken nereye gidebilirim? Sadece iyi yaşamanı istedim. Fakat yıllar geçiyor. Ben ahmak bir şairim unutma. Hayatın en güzel meyvesini bekleyişlerle kurutamazdım. Yapacak bir şey kalmadıysa gitmeli sevgilim. Ama sen yine aklından çıkarma ve bana güven; uzak, yalnızca coğrafi bir terimdir. Bu arada düştüğünde canın çok acımadı değil mi?” Kendimden nefret etmiştim. Bencilliğime koyulup zamanı yitirmeyi seçerken onu ölüme terk ettim. Kollarımı bedenine çevreleyip ruhunu tutmaya çalışıyordum sanki. Özür diledim. Defalarca özür diledim. Fakat nafileydi. Birkaç gün onunla güneş ve karanlığı yaşadım. Karşı komşunun çağırdığı polisler tepemde sualler sorduğunda ben sevgilimle karşılıklı portakal soyuyordum. 43


Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir.

Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? 44


Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: “Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!” Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz… Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli… Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister… Not: Mustafa Balbay tutuklu olduğu için bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Sayın Serdar Kızık’ın izniyle yayınlıyoruz. 45


www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

46


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.