Azizm Sanat E-Dergi Haziran 2008 Sayı 8
Dosya: Melankoli Söyleşi: Yetkin Dikinciler ve Feride Çetin
1
Editörden İlginç bir ülkede yaşıyoruz gerçekten… Profesörün biri çıkıp Cumhuriyetimizi kıyasıya eleştiriyor iyiyi, güzeli, doğruyu kavratamadı diye. Ancak, bu cumhuriyetin sinemacısı Nuri Bilge Ceylan, iyi güzel doğru sinemasıyla Cannes’da En İyi Yönetmen ödülünü alıyor. Hem de tutkuyla sevdiği güzel ve yalnız ülkesine adayarak… Yine bu cumhuriyetin yetiştirdiği iyi güzel doğru sesli opera sanatçımız Leyla Gencer, yaşama gözlerini yumduğunda tüm sanat Avrupa’sı saygıyla eğiliyor aziz anısı önünde. Ancak bu profesörün türevleri, Gencer’in küllerinin boğaza dökülmesinden bile rahatsız. Böyle bir süreçte Anadolu Rönesans’ı, Köy Enstitüsü mezunu, değerli edebiyatçı Adnan Binyazar’ı Azizm’de konuk yazar olarak ağırlamak bizleri son derece mutlu etmekte… İyinin güzelin doğrunun gerçekte ne olduğunu anlamak için… Güzel ve yalnız ülkemizde, nü resimlerle birlikte sanat ve estetiğe baskıların her geçen gün arttığı bir zamanda, sergi bölümümüzde ressam Mehmet Atak’ın eserlerini yayınlamak biz sanat yoldaşları için övünç kaynağıdır. Melankoliyi işlediğimiz bu ay, ölümünün 45. yılında hüzünlü bir özlemle andığımız dünyaca ünlü şairimiz Nazım Hikmet hakkında çalışmalarımızı göreceksiniz. Bunların yanında, Nazım’ı beyazperdede başarıyla canlandıran oyuncumuz Yetkin Dikinciler ve son dönemin dikkat çekici yeteneklerinden Feride Çetin’le yaptığımız keyifli söyleşileri bulacaksınız sayfalarımızda. Melankolinin peşinden giderken, deneme yazılarını, fotoğrafları, videoları ve Rainer Maria Rilke’ye yazılmış satırları takip edeceğiz bu ay… Ayrıca özgürlüklerine el koyduğumuz yunusları dinleyeceğiz, Luc Besson’un Le Grand Bleu’sunda derinlik sarhoşluğunu yaşarken… Azizm’de, hep birlikte, Mustafa Kemal Devrimlerinin, Cumhuriyetin kazandırdığı iyiyi güzeli doğruyu yansıtacağız bunları görmek istemeyen kararmış gözlere!
2
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
Ön Kapak: Melankoli (1894) – Edvard Munch Arka Kapak: Derinlik Sarhoşluğu (1988) – Luc Besson
3
İçindekiler Derinlik Sarhoşluğu / Le Grand Bleu – Onur Keşaplı
s.5
Mayıs Sıkıntısı – Samile Yılmaz
s.18
Rilke’ye – Ceyda Şahinoğlu
s.23
Suda Balıklar – Adnan Binyazar
s.27
Melankolik Kuşatma – Onur Keşaplı
s.30
Yola Düşme Türküsü – Duygu Yılmaz
s.33
Yetkin Dikinciler ile Söyleşi – Osman Bahar, Gökhan Baykal
s.34
Feride Çetin ile Söyleşi – Gökhan Baykal, Osman Bahar
s.40
Çok Sevdiğimiz(!) Yunusları Havuza Kapatınca – Özgür Keşaplı Didrickson
s.43
Nazım Hikmet Ran: Yaşamı ve Yapıtları – Duygu Yılmaz
s.49
4
Derinlik Sarhoşluğu / Le Grand Bleu Onur Keşaplı
Melankoli temasını işlediğimiz bu ayda, dünyanın merkezi olarak gördüğüm Ege ve Akdeniz’in melankolik masalı olan The Big Blue hakkında, yaklaşık iki yıl önce yaptığım çalışmayla karşınızdayım. 1988 yapımı film, 10 film yönettikten sonra bu işi bırakacağını söyleyen ve geçtiğimiz yıl Arthur ve Minimoylar’la bu sayıya ulaşan ünlü yönetmen Luc Besson’un filmografisinde halen en üst sıralardadır. Kısmen de olsa, serbest dalışın ünlü ismi Jacques Mayol’un gerçek hayatına dayanan film, bu roldeki Jean-Marc Barr’ın etkileyici oyunculuğu, Luc Besson’un kusursuz görüntüleri ve Eric Serra’nın eşsiz müzikleriyle insanı oldukça mutlu bir hüzne doğru yola çıkarır. Filmde havuzlara kapatılmış yunusları özgürleştiren Jacques’ın kendini özgürleştirme mücadelesini görürüz. Yunuslar havuzlara kapatılmışsa Jacques da karaya kapatılmış bir denizli canlısıdır. Tüm film boyunca o hüzünlü bakışlarında büyük mavinin için derinlik sarhoşluğu yaşamanın özlemini görürüz izleyiciler olarak. Bu kült film hakkında detaylı çalışmamı, The Big Blue’nun, 5
Eric Serra imzalı melankolik ritimleri eşliğinde sizlere sunuyorum. İyi okumalar değerli dostlar…
filmde Jean-Marc Barr’ın canlandırdığı Jacques Mayol 1959 yılında Fransa’da doğan ünlü yönetmen Luc Besson’un belki de en kişisel filmidir the Big Blue. Besson’un çocukluğu dalgıç olan anne babasının peşinde dünyayı dolaşarak geçer. Uzun süre dalgıç ya da deniz biyologu olmak isteyen Besson dalmasını engelleyecek bir kaza geçirdiğinde Fransa’ya döner ve burada ilk defa tanıştığı şey sadece şehir hayatı değildir, Besson burada sanatla da tanışmıştır. 1988 yapımı the Big Blue yönetmenin hayatında yaşadığı iki büyük heyecanın, sualtı ve sanatın, birleşimi hatta bir ağıtı olarak da görülebilir. Film siyah fonun üstüne masmavi bir yazıyla “Yunanistan 1965” yazısıyla açılır. Hemen devamında Luc Besson siyah-beyaz tonda bizleri büyüleyici Akdeniz’in üstünde adeta uçarcasına, kayarcasına sürükler. Bu sırada yönetmenin birçok filminde birlikte çalıştığı başarılı müzisyen Eric Serra’nın müzikleri yunus sesleri arasında görüntülere eşlik etmeye başlar. Ve her yunus sesinde oyuncu adlarının tek tek çıkması ve bu adların hepsinin masmavi olması bize filmin adının sıkça karşımıza çıkacağının belirtisidir. Zaten hemen arkasından siyah beyaz Akdeniz maviliğin içinden masmavi The Big Blue yazısını görürüz. Yönetmen eşsiz Akdeniz görüntüleriyle adeta izleyiciye filmin Akdeniz büyüsünde gelişecek olan bir masal olduğunu göstermektedir. Denize uzanan kayalıklarda koşturan çocuk ise filmin ana karakteri Jacques’tır. O’nu takip ederek bu ıssız kayalıklarda ne yaptığını merak ederiz ve çok geçmeden bir 6
girintide paletlerini ve diğer dalma gereçlerinin bulunduğu yerin burası olduğunu ve onları almaya geldiğini görürüz. Jacques’ın denize güneş ışıklarının adeta dans ettiği denize attığı bakış sıradan bir deniz sevgisinden öte bir bakıştır. Biz bu bakışın derinliğini filmin devamında yoğun bir şekilde hissedeceğiz. Bakıştan sonra Jacques denize atlar ve ilk sualtı görüntülerini görmeye başlarız. Büyük mavideki küçük çocuğun yüzüşünü hayranlıkla izleriz fakat Eric Serra’nın müziğindeki gerilimli etkilerin eşliğinde görünen bir müren balığı bizi endişelendirir. Ancak Jacques son derece tehlikeli bir balık olan mürene iyice yaklaşarak onu elindeki yiyeceklerle besler. Sonrasında Jacques’in bulunduğu yeri bizlere tanıtır yönetmen. Bu arada Jacques parlak bir şey için O’nu çağıran iki çocukla birlikte limana doğru koşturmaya başlar ve burada Luc Besson bize tipik bir Akdeniz kasabasını tanıtır. Daracık sokaklar, beyaz binalar, küçük bir kilise… Jacques parıldayan bozuk parayı dalıp almak üzere hazırlanırken etrafında bir sürü çocukla gelmiş iri yarı sayılabilecek bir çocuğu görürüz. Jacques’la kıyaslarsak çok daha baskın gözüken bu çocuk parayı almak için dalacağını söyler ve yapar. Adının Enzo olduğunu öğrendiğimiz İtalyan çocuk sahilde oturan pederinde bakışları arasında büyük tezahüratlar eşliğinde kısa sürede parayı alıp çıkartır. Parayı sadece altı saniyede çıkarttığını öğrenince Jacques’a dönerek daha kısa sürede çıkartırsa parayı alabileceğini söyler fakat Jacques bu meydan okumayı kabul etmez. Bu küçük sahneden rahatlıkla görülebileceği üzere Enzo rekabetçi bir çocuktur Jacques ise oralı değildir. Tehlikeli müreni yine beslemek üzere yaklaşan Jacques’ı sualtında ikinci kez gördüğümüzde bu sefer büyük mavinin derinliklerinden bir yunusun O’na yaklaştığını görürüz. Sonrasında ise bunun bir rüya olduğunu çocuğun evinde babası ve amcasıyla olduğunu görürüz. Fakat dikkati çeken şey Jacques’ın rüyasında bile büyük mavide olmasıdır. Babası ve amcasıyla tekneyle açılan Jacques sünger toplamak için dalmak üzere olan babasına her gün dalmamasını söyler. Babası ise yorulduğunda denizkızlarının yardıma geleceğini söyler. Babası daldıktan sonra amcası çocuğa denizkızı gördüğünü söyler fakar Jacques’ta herhangi bir şaşkınlık ifadesi yoktur ve amcası Jacques’a niye denizkızlarını nerde gördüğünü sormadığını sorar. Bu diyalogdan Jacques son derece sessiz ve pek bir şey sormayan biri olduğunu öğreniriz. Fakat burada ısrarlar sonucu ilk sorduğu şey annesinin niye çekip gittiğidir. Annesinin onunla olmadığını öğrendiğimiz anda babası eski dalgıç kıyafetinin su sızdırmasıyla derin mavide hayatını kaybeder. Jacques’ın çırpınışları boşunadır artık babası da yoktur. Sonrasında kararan ekranda masmavi renklerle “Sicilya 1988” yazısı belirir. Ve hemen arkasından Besson bu sefer renkli olarak uçsuz bucaksız Akdeniz’i büyük mavi olarak gösterir. İlk bölümde siyah beyaz kullanmasının nedeni de 7
burada anlaşılır. O sahneler geçmişten bir kesitti ve karakterleri izleyiciye tanıtmak amaçlıydı. Bu muazzam deniz çekiminden sonra aşağı çevrinme sonrası yardım isteyen bir adamın feryatlarını görmekteyiz. Adam panikle koşturarak bir kahve tipi yere gelip heybetli görünümlü birinin kulağına bir şeyler anlatır. Kamera yüzüne döndüğünde bu heybetli adamın Enzo (Jean Reno) olduğunu anlarız. Enzo ve kardeşi bir gemi enkazında sıkışıp kalmış birini kurtarmak üzere son derece komik ve Enzo’nun büyüklüğüyle ters orantıda küçük arabalarıyla yola çıkarlar. Bir insanın hayatını kurtarmak için on bin dolar istemeleri Enzo’nun küçüklüğünde gördüğümüz kazanç mantığının karakterinin bir parçası haline geldiğini gösterir. Enzo olağanüstü bir dalışla enkazdaki adamı kurtarır ve bu sırada Enzo’nun serbest dalışta dünya şampiyonu olduğunu öğreniriz. Parayı alıp son derece mutlu bir şekildeyken Enzo uçsuz bucaksız büyük mavi manzarası önünde durup arabadan iner ve denize doğru Besson’un alt açı çekimlerle çok iyi hissettirdiği heybetiyle bakar. Bu bakışın ardından kardeşine Fransızı yani Jacques Mayol’u bulmasını ister. Enzo denize baktığında tek gördüğü, hissettiği duygu kazanma ve rekabettir. Besson Akdeniz’in büyüsünden izleyiciyi bir anda yüksek karlı dağlarla çevrili Peru’ya götürür. Bölgeyi tanıtma amaçlı bir genel çekimden sonra filmin kadın karakterini (Rosanna Arquette) bir vagonun içinde buluruz. Peru yerlilerinin bir tarafta topluca bayanın ise diğer tarafta yalnız oturduğunu gördüğümüzde karakterin sadece yabancı değil yalnız biri olduğunu da hissederiz. Kadın dağlarda karlı bölgelerde işi için bir istasyona vardığında Peru yerlilerine ait bir totem görürüz. Ve adeta büyülüdür, gizemlidir. Sanki sonraki sahnelerde büyülü bir şeyler olacağını hissettirir. Çok geçmeden istasyonun kapısından Eric Serra müziği eşliğinde kırmızı dalgıç kıyafetleriyle bir dalgıç çıkar ve çıkışı, duruşu, tavrı adeta büyülüdür. Sanki yapacağı işin büyüsünü de taşır. Burada gerçekleşen tek büyü bu değildir. Çünkü bayan karakterimiz dalgıcın görüntüsü karşısında adeta büyülenir. Sigorta şirketi adına bu istasyona gelen adının Johanna olduğunu öğrendiğimiz bayan karakter kırmızı kıyafetli dalgıcın buz gibi soğuk karlar altındaki suya dalacağını gördüğünde kim olduğunu sorar ve bu büyülü dalgıcın Jacques Mayol (Jean-Marc Barr) olduğunu öğreniriz. Bu da bize istasyondan çıkarken neden transtaymış gibi olduğunu açıklar. Jacques rüyalarına bile giren büyük maviye doğru ilerlemektedir. Ve profesörle birlikte Jacques’ın kalp atışlarını dinlemeye başlarlar. Profesör Johanna’ya dinledikleri kalp atışlarının ve kanın sualtında beyinde toplanmasının sadece balina ve yunuslarda görüldüğünü söyler. İkisi de Jacques’ın bu büyüsünden etkilenmiş gibilerdir. Buz gibi gölden çıktığında Johanna O’na kahve ikram eder ve Jacques Johanna’ya O’nu tanıdığını söyler. Johanna az önce karşılaşmıştık dediğinde Jacques gölde karşılaştıklarını söyler fakat istasyonda karşılaşmışlardır. Bu da 8
Jacques’ın tüm duygularıyla yoğunlaşmış halde suya gitmesi ve Johanna’yı sanki suyun altında görmüş olduğunu gösterir. Sanki Jacques Johanna’yı “kendi” dünyasında görmüştür. İzleyiciyi karlardan bir anda tekrar Akdeniz’e Fransız Riverası’na götüren Besson Jacques’ın yunuslara hediye vermesi, onlarla konuşmasını, tıpkı onlar gibi büyük bir gülüşü yaşamasını ve onlarla yüzmesini nefis sualtı çekimleriyle ve tabi Serra’nın müzikleriyle bize gösterir. Sonraki sahnede ise yine su altında bu sefer antrenman sırasında deneylere katkıda bulunmaktadır. Suyun altında parlak bir bozuk para görüp şaşırır. Ve öznel kamerayla suyun altından Jacques’ın heybetli birini, Enzo’yu, gördüğünü görürüz. Küçükken ilk meydan okuduğunda kazandığı bozuk parayı bu sefer daha büyük bir meydan okuma teklifinde bulunmak için Jacques’a vermiştir Enzo. Şimdi dünya şampiyonu olarak eski dostuna on gün sonra başlayacak dünya şampiyonasına davet eder. Tıpkı çocukluklarında olduğu gibi burada da Jacques’ın yarışmaya hevesli olmadığını görmekteyiz. Yönetmen buradan izleyiciyi New York’a götürmektedir. Fakat Akdeniz’in ve hatta Peru’nun büyülü görüntülerinin aksine New York son derece rahatsız edicidir. Besson sanki bizimde oradan rahatsız olup uzaklaşmak istememizi sağlamaya çalışmaktadır. Trafik, kargaşa, hırsızlık rahatsız edicidir. Johanna dairesine gelip arkadaşına Jacques’ın kalp atışlarının şeridinin gösterdiğinde O’nun Jacques’a kesinlikle âşık olduğunu anlıyoruz. Sonrasında iş yerinde profesörle telefonlaşan Johanna âşık olduğu adamın Sicilya’da dünya şampiyonasına gittiğini öğrendiğinde patronuna bir hikâye uydurup O’nu görebilme umuduyla Sicilya’ya gider. Sicilya’da yarışma öncesi karşılaşan Enzo ve Jacques’ın konuşmalarına tanık olduğumuzda ve Enzo’nun Jacques’a arka çıkmasını gördüğümüzde ikilinin Enzo’nun hissettirdiği rakip ilişkisinden çok iki iyi arkadaş olduklarını görüyoruz. Muhteşem Akdeniz manzarasında yedikleri yemekte bunun bir diğer kanıtı. Johanna’nın orada onlarla karşılaşması ve Jacques’le birbirlerine bakışlarındaki derinlik burada dahada belirginleşmektedir. Jacques Johanna’ya baktığında sanki karadaki yunus gibi gülümsemektedir. Fakat tıpkı yunusların gülümseyişlerinin altındaki hüzün ve hissedilen derin duygular gibi Jacques’ında bakışlarında ve gülümsemesinde derin hisler bulunmaktadır. Jacques’a bir şeyler sormasını söyleyen Enzo gece muhteşem bir manzarada yarışma öncesi kokteylde piyano çalarken istediğini alır ve Jacques O’na her şey hakkında her şeyi anlatmasını ister, tıpkı başka bir dünyadan gelmiş yabancı biri gibi. Enzo kendi bildiğince O’na “her şeyi” anlatırken aşkın insanları bir arada tuttuğunu söylemektedir. Bu eğlenceli sahnenin ardından Besson izleyiciyi kamerasıyla belki de filmin en dramatik sahnelerinden birine götürür. Hastaneden dönmüş 9
Jacques Mayol Johanna’ya cüzdanında bir yunus resmi gösterir. Birçok insanın sevdiğinin, eşinin ya da ailesinin fotoğraflarını taşıdığı bölümde yunus resmini göstererek Jacques bunun ailesi olduğunu söyler. Ardından son derece derin bir ses tonuyla nasıl bir insanın ailesi böyle olabilir sorusunu sorar ve ağlamaya başlar. Johanna şaşkın bir ifadeyle âşık olduğu adamın Enzo’nun dediği gibi başka bir dünyadan olduğunu ilk defa hisseder. Ertesi gün Enzo bir gün önce elinden alınan dünya rekorunu geri almak için dalar ve tam da bu anda Jacques masmavi bir rüyadan uyanır. Johanna’yla birlikte Sicilya’yı gezen Jacques burada gösteri yunuslarının olduğu bir havuz görür fakat bir sorun olduğunu hisseder. Yunuslar ortalıkta yoktur. Park sahibi yeni gelen bir yunus yüzünden olduğunu söyler. Jacques elini havuza soktuğunda yunuslar tek tek gelmeye başlarlar. Sanki O’nun varlığıyla huzur bulmuşlardır, en başta da yeni gelen ve dişi olduğunu hemen anladığı yunus. Ve Jacques kendisini havuzda yunuslarla yani ailesiyle yüzerken bulur bir kez daha. Yunuslar ve Johanna’yla bu keyifli günün ardından otele döndüklerinde Enzo’nun 98 metre dalarak rekoru ve şampiyonluğu yine kazandığını görürler. Akşam Enzo’nun odasında Jacques Enzo’dan parktaki yeni olan ve ortama alışamayan dişi yunusu kaçırma konusunda yardım ister. Üçlü yunusu huzursuz olduğu havuzdan kurtarıp Akdeniz’e bırakırlar fakat Jacques dişi yunusla yüzmeyi bir türlü bırakamaz. Sonunda yunusu özgür olması sağlayıp Johanna’yı odasına bırakırlar. Ertesi gün Jacques dalışına hazırlanmaktadır. Yoga yaptıktan sonra Peru’daki istasyondan çıkışı gibi bir çıkışla yarışma platformuna doğru ilerler. Eric Serra’nın müthiş kompozisyonu O’na eşlik eder. Tıpkı Peru’da sualtına inmek üzere olduğu gibi burada da Jacques adeta transa geçmiştir. Bu dünyadan uzaklaşmıştır. Etrafındaki insanların konuşmaları öznel kamerayla platforma yürürken sanki sualtında duyuluyormuşçasına gelmektedir. Hareketleri de sualtında olduğu gibi yavaştır insanların. Ya da Jacques’a öyle görünmektedirler. Jacques beyin ve ruh olarak sualtına inmiştir bile. Yunus seslerinin eşliğinde dalışına başladığında Besson Jacques’ı derine indiren kızağa yerleştirdiği kamerayla büyük mavideki derinliğe inişi izleyiciye gittikçe azalan güneş ışığıyla aktarmıştır. Büyük mavinin artık mavi bile olmadığı derinliklerde Jacques 109 metreye iner ve o sırada öyle bir gülümseme vardır ki yüzünde jacques adeta bir yunusa dönüşmüştür. Oradaki görevli O’na bir şeyler anlatmaya çalıştığında yüzünü sanki birisi O’na sesleniyormuşçasına çevirmesi ve duymaya çalışması son derece etkileyicidir. Jacques kırdığı rekorla birlikte suyun üstüne fırladığında Akdeniz’e bıraktığı dişi yunus ve parktaki gösteri yunusları da O’nunla birlikle suyun üstüne sıçramışlardır. Adeta “ailelerinden” biri büyük bir iş başarmışçasına coşkuyla sevinmişlerdir. Jacques rekoru ve unvanı kazandıktan sonra Johanna’yla beraber Enzo’yu görmeye giderler. Enzo 10
onları küçük hediyelerle ve son derece yıkılmış bir ifadeyle karşılar. Enzo rekabetin kızıştığını dostunun aslında en büyük rakibi olduğunu iyice hissetmiştir ve bunu Jacques’a da hissettirmiştir. Otel odasına asansörde çıkarlarken Jacques Johanna’yı ilk defa öper. Fakat bu öpücük son derece çocukça ve masum bir öpücüktür. Aşklarındaki ilk sevişmeyi yaşadıkları otel odasında ise Jacques adeta heykele dönüşür. İfadesizdir ve acemilikten de öte hiç bir şey hissetmeyen bir şekildedir. Johanna uyuduğunda balkona çıkan Jacques Akdeniz’in olağanüstü bir gece manzarasında serbest kalmasını sağladığı dişi yunusu görür. Yüzünde Johanna’yla birlikteyken görülmeyen tüm ifadeler o yunusları hatırlatan gülüşle belirir. O’nu büyük maviye çağıran yunusa gecenin o saatinde denize girerek karşılık verir. Beraber yüzmeye başlarlar ay ışığı altında. Jacques adeta şimdi sevişmektedir. Yunusla sarılarak büyük mavide dans eder tüm gece boyunca. Johanna aşkıyla ilk birlikteliğinin gecesinde tek başına uyanıp deniz kıyısında sevdiğinin giysilerini görünce Jacques’ın kendi dünyasına geçtiğini fark eder ve sabaha karşı Jacques tıpkı kıyıya yaklaşan bir yunus gibi geldiğinde şaşkınlık, kızgınlıkla birlikte gecesinin nasıl geçtiği sorar ve tüm geceyi yunusla geçirdiği öğrenir. Johanna’yı çok şaşırtan bu durum Jacques için çok normaldir. Tüm geceyi yunusla geçirmek hem de sevdiği kadını otel odasında yalnız bırakıp yüzmek başka dünyaya ait biri için, aile yunuslar olan biri için son derece normaldir. Johanna tüm bu şaşkınlığıyla New York’a döneceğini söylediğinde bile niye sorusunu soramayan Jacques Johanna’yı çıldırtır ve niye gitmesi gerektiğinin cevabını da Johanna kendisi söylemek zorunda hisseder. Sonrasında Enzo Jacques’a bir petrol şirketinde yapabilecekleri bir iş olduğunu söyler ve oraya giderler. Bu keyifli sahnelerde ikilinin nekadar iyi dost olduklarını izleyici hisseder. Ayrıca filmin sonlarında hayatlarında kritik olacak derinlikle dans edip şarkı söylemeleri ve alkolünde etkisiyle Enzo’nun denizkızlarını göreceğiz demesi son derece ironiktir. Sorumsuz davranışlarından dolayı ikisi de kovulur. Bu sırada New York’ta Johanna’da patronuna attığı yalandan sonra kovulmuştur. Fakat Johanna’yı asıl ilgilendiren Jacques konusunda ne yapması gerektiğidir. Gerçekten başka bir dünyadan gelen ve o dünyaya ait olan biri konusunda ne yapmalıdır? Ev arkadaşı bile çileden çıkmıştır. Bu duygularla Jacques’ı arar ve O’ndan bir hikâye anlatmasını ister. Jacques bir türlü söze başlayamaz sonunda küçükken amcasına sormadığı olayın hikâyesinin yani denizkızlarıyla karşılaşmanın nasıl olabileceğini bilip bilmediğini sorar Johanna’ya. Bu konuşma sırasında Jacques masmavi Akdeniz görüntüsünün aydınlattığı odasında konuşur. Denizkızı hikâyesi anlatılırken Johanna ise sanki suyun altında koyu bir mavilikte gibi gözükmektedir. 11
Jacques’ın anlattığı öyküye göre denizkızlarını görebilmek için denizin derinliklerine, artık suyun mavi olmadığı, gökyüzünün çok uzakta olduğu yere inilmeli ve orada asılı kalınmalıdır. Tam o anda denizkızları için ölebileceğini onlara inandırdığında denizkızları sana görünür ve sevginin saf olup olmadığını anlamaya çalışırlar. Eğer safsa denizkızları seni sonsuzluğa götürür. Hikâyenin sonunda Johanna’nın düşünceli gülümsemesi izleyiciye O’nun kafasındaki soru işaretlerini yansıtır. Denizkızı Johanna’mı yoksa Jacques’ın dünyasından birimi? Buluştuklarında mavi çarşaflar üstünde sevişirlerken Jacques bu sefer gerçek anlamda duygusal olarak da Johanna’yla sevişmektedir. Luc Besson’un kamerası bize bu hisleri yansıtmaktadır. Fakat Serra’nın müzikleriyle birlikte sevişme sırasında mavi rengin ağırlığı hissedilmeye başlar. Sonrasında ise Jacques Johanna’yla sevişirken düşlere dalar ve rüyasında büyük mavinin derinliklerinde kendisi çıplak olarak adeta bir deniz memelisi olarak yüzerken görür. Rüya bittiğinde sevişme de biter ve ne olduğunu soran Johanna’ya Jacques O’nu sevdiğini söyler. Fakat bunu söylerken ses tonunda inandırıcı bir hava yoktur. Zaten gördüğü rüya O’nu fazlasıyla etkilemiştir. Büyük mavide çıplak yüzen bir memeli… Bir sonraki yarış günü Enzo büyük mavide tam 115 metre dalarak rekoru ve şampiyonluğu tekrar eline geçirir. Sonraki sporcular bu büyük dereceye yaklaşamazlar ve Enzo’nun ailesi Jacques ve Johanna’yla birlikte büyük bir mutluluk duyarlar. Enzo kupayı aldığında yarışmayı düzenleyenler yarışmanın artık tehlikeli boyutlara ulaştığını fakat sporcuların devam etmek istediklerini duyururlar. Ertesi gün dalma sırası Jacques’tadır ve inanılmaz bir başarıyla 121 metre dalar. Büyük mavinin en derinliklerindeki görevli kırdığı rekordan sonra yukarı çıkmasını söylemesine rağmen bir süre çıkmamakta direnir. Büyük mavide kalmaya çalışır. Yukarı çıktığında herkes O’nun kırdığı rekoru gördüğünde Enzo yıkılır. Bunu fark eden Jacques dostunun üzgün olduğunu görünce gülümseyemez. Burada yine Enzo ve Jacques’ın denize yani büyük maviye olan hislerindeki farkı görüyoruz. Enzo rekabet, yarış ve kazanma duygularıyla denize bağlıyken Jacques denizin, büyük mavinin, bir parçasıdır. Rekoru kırdığı ve şampiyon olduğu halde bir türlü sevinip gülemeyen Jacques ise filmin başlarında “dostlarım” dediği yunusların yanına gider. Havuzun ışıltılı maviliğinde üstündeki mavi kazakla Jacques Besson’un üst açı çekimiyle adeta mavinin bir parçasıdır. Daha sonra yunusların dansları ve konuşmalarıyla Jacques ilk defa gülümsemeye hatta yunuslar gibi derin gülümsemelere başlar. Jacques ailesinin O’nu tebrik etmesine gülümsemeler arasında teşekkür ederek cevap verir. Ve gitgide mavinin çağrısını hissetmeye başlar. 12
Sonrasında tanıdık bir çekim bizi karşılar. Besson tekrar bizi Akdeniz’in üstünde uçurmaya adeta maviye doyurmaya başlar. Bu kayarcasına çekimler bizi filmin başında olduğu gibi Yunanistan’a getirir. Jacques ve Johanna odaya yerleştiklerinde Jacques’ın ilgisizliği biraz daha artar. Sanki bu dünyadan yavaş yavaş kaymaktadır. Dalışa başladığı yerde olmak O’nu daha da etkiler. Bu sırada Johanna belki basit ama son derece derin bir soru sorar: Dalmak nasıl bir duygu? Jacques’ın cevabı düşmeden kaymak gibi olur. Fakat devamında en zor bölümünün dipte olmak olduğunu çünkü yukarı çıkmak için iyi bir sebebin olması gerektiğini söyler, ama kendisinin yukarı çıkmak için bir sebep bulmakta zorlandığını belirtir. Johanna’yı tümüyle yok sayarak söylediği bu sözlerin üstüne sevgilisi de burada kalmak için iyi bir neden aradığını ama bulmakta zorlandığını söyler. Bu bir süreliğine de olsa Jacques’ı kendi dünyasından alıp normal dünyaya getirmiştir. Bu sırada yarışma için Enzo’da Yunanistan’a gelir ve geldiği gibi sorduğu ilk soru Jacques’ın burada olup olmadığıdır. Enzo’nun rekabet ve kazanma duygusu yine ağır basmaya başlamıştır. Bunu gören kardeşi Roberto’nun yüzündeki endişe denize baktığında daha da belirginleşir. Bu kareden sonra Besson izleyiciyi tekrar tanıdık bir yere, Jacques’ın kayalıklarda bir girintiye yerleştirdiği dalma malzemelerinin olduğu kayaya götürür. Bu sefer Johanna vardır yanında ve Jacques tıpkı filmin başında gördüğümüz gibi bizlere denizle olan bağının ilk izlenimlerini veren bakışını atar Akdeniz’iin ışıltılı büyük mavisine. Johanna bu bakışın O’nu korkuttuğunu söyler ve sonrasında denize tüm ruhuyla bakmakta olan Jacques’e bir şey söylemek istediğini söyler. Jacques ise burada olamayacağını belirtip uzaklaşır. Tamda bu sırada Johanna aşkının dünyasını ilk keşfettiği yere, yani Jacques ilk dalışlarını yaptığı yere atlar ve burada konuşup konuşamayacaklarını sorar. Bu sahne bir anlamda Johanna’nın çırpınışıdır. Aşkının dikkatini belki son bir umutla onun dünyasında çekebilirim düşüncesiyle suya atlar. Jacques’ta arkasından gelir. Tipik bir Hollywood filmi izliyor olsak herhalde babasının öldüğü sularda Jacques orada asla suya giremez hatta maviliğe bakamazdı fakat the Big Blue’nun ana karakteri Jacques Mayol Enzo’nun da dediği gibi bu dünyadan değildi. Johanna 13
Jacques’ın dünyasında O’na kendi dünyasından bahsetmek ister, O’nu ne kadar sevdiğini, gelecekte bir bebekleri olsun istediğini hatta şimdiden hamile olma ihtimali olduğundan söz eder. Fakat kendi dünyasına yani büyük maviye giren Jacques Johanna’nın dünyasını duymaz bile. Bu durum Johanna’yı adeta pes ettirir. Başarısızlıkla Akdeniz’den çıkan Johanna’nın görüntüsünü Enzo’nun gün batımında çaldığı piyanoyla izleriz ve sonunda Enzo yarının büyük bir gün olacağını belirtir. Enzo’nun bu sözünü izleyiciye iyice hissettirmek isteyen Besson Eric Serra gerilimli tınılarıyla bezediği mavilikte kayan bir başka çekimle bizleri filmin başlarında Jacques’ın babasının öldüğü yere fazlasıyla benzeyen bir koyda yarış için bekleyen bir yata getirir, adeta tehlikeli olayların olabileceği duygusunu izleyiciye yavaşça hissettirerek. Yata sonradan gelen Profesör Jacques’ın rekorunu kırmanın araştırmaları sonucunda imkânsız olduğunu ve bunu denemenin intihar olacağını söyler. Yarışın iptal edilmesi ve Enzo’yu dalıştan alıkoyması için Jacques’ı ikna ederler. Enzo’nun yani dostunun yanına giden Jacques rekabet ve kazanma hırsıyla dolu arkadaşını ikna edemez ve Enzo dalışını gerçekleştirir. Dalışı son derece endişeli ve korku dolu gözlerle izleyen Jacques bir anda kendini ilk defa babasının ölüm anını tekrar yaşarken bulur. Hem de Besson’un filmin başında siyah beyaz verdiği gibi değil rengârenk ve gerçek! Bu duyguların getirdiği telaşla Jacques suya atlar ve dostu Enzo’nun vurgun yemiş olduğunu görür O’nu derinliklerden alıp platforma çıkartır. Orada iki dostun dramatik “son” konuşmasına tanık oluruz. Enzo son sözlerinde Jacques’a haklı olduğunu söyler. Tüm izleyiciler Enzo’nun dalış öncesi uyarılardan bahsedeceğini düşünürken O Jacques’a aşağısının çok daha güzel olduğunu söylemekte haklı olduğunu söyler. Dostunun ruhen yaşamayı tercih ettiği o mavi dünya artık Enzo içinde gerçekten daha güzel bir dünyadır. Enzo son isteği olarak vücudunu tekrar suya, derinlere, Büyük Maviye bırakmasını ister Jacques’tan. O’da arkadaşının bu isteğini gözlerinden akan maviler eşliğinde kabul eder. İki dost daha önce dans edip kahkahalar attıkları derinlikte şimdi son kez birliktedirler. Jacques Enzo’nun bedenini büyük mavinin derinliklerine bırakırken arka fonda Enzo’nun piyanosu duyulmaktadır. İtalyan bayrağı renklerindeki giysisiyle büyük maviye giden Enzo kim bilir belkide bahsettiği denizkızlarını görmeye gitmiştir, dostu Jacques sayesinde mavinin tüm güzelliklerini kavrayarak. Sonraki karede Jacques’ın platformda baygın bir şekilde yattığını ve tüm çalışanların O’nun sağlık durumunu düzeltmek için seferber olduğunu gördüğümüzde suyun altında neredeyse arkadaşına katıldığını anlıyoruz. Fakat olayın derin kısmı çalışanların Jacques’ı dünyaya döndürmek için mücadele verdikleri sırada O’nun aslında kendi gerçek dünyasında yunuslarla büyük mavide yüzdüğüdür. Etrafındakilerin tüm konuşmaları 14
jacques’a suyun altındaymış gibi gelmektedir tıpkı dalışlarından önce hissettiği gibi. Yunuslardaki derin ince gülümsemeyle kendi dünyasına ulaşmaya çalışırken elektro şokla hayata geri döner. Bu dönüşten sonra Jacques bu dünyaya daha da kayıtsız olmuştur. Johanna’nın O’nla ilgilenmesine tümüyle kapatmıştır kendisini. O uykuya daldığında bizde Akdeniz’de batan güneşle birlikte Enzo’ya Besson sayesinde bir ağıt daha yakmaktayız. Batan Akdeniz güneşi Enzo’nun piyanosu ve denize, maviye doğru derin bir üzüntüyle bakan Enzo’nun kardeşi Roberto ve Johanna. Bu ağıtın hemen ardından Profesör Johanna’ya hamile olduğunu söyler. Genç bayan sadece âşık olduğu insandan olan bir canlı karnında taşımanın verdiği büyük hazzı değil aynı zamanda Jacques’ın daldığında yukarı çıkması için gereken sebebi karnında taşıdığı için mutludur. Luc Besson bizi bu sevinçli sahneden Jacques’ın mavi kapı ve pencerelerle dolu odasında uykusuna götürür. Tepeden izlediğimiz uykudaki Jacques bir anda tavanın sarsılmasıyla gözlerini açar. Eric Serra’nın müthiş gerilimli müziği burada da kendini hisettirir. Biranda tavandan sular gelmeye başlar ve tüm oda mavinin tonlarınla ışıklarla dolmaya başlar. Büyük mavi gitgide dehşet verici bir halde Jacques’a yaklaşır ve O’nu içine alır. Fakat tamda burada müzikle birlikte bize yansıtılan duygular da değişir. Bizler için kâbus gibi görünen durum Jacques’ın rüyasıdır, mavi rüyası. Kendimizi bir anda Jacques’ın görüşünden büyük mavinin içinde yunus sürüsünün içinde buluruz. Adeta Jacques’ın dünyasına, ailesinin yanına geçmişizdir. Johanna aşkına bakmaya gelir ve Jacques’in rüyasında gülümseyen yüzünde adeta trans halindeyken vurgun yediğini görürüz. Panik olan Johanna’nın aksine Jacques çok sakindir. Büyük mavinin O’na bitmek tükenmek bilmeyen çağrılarına artık karşılık vermek üzeredir. Gecenin bir yarısı Johanna’nın çığlıklarına, çırpınışlarına dikkat bile etmeyen ya da edemeyen Jacques tekneye gider ve filmin başında ve her dalış esnasında gördüğümüz o büyülü kapıdan çıkışını tekrarlar. Bu sefer büyülü bir müzik yoktur. Johanna arkasındadır ve panikle O’nu her ne yapıyorsa ondan alıkoymaya çalışmaktadır. Jacques kesinlikle yaptığı işten başka bir şey görmeyerek duymayarak platforma ilerler ve dalış için her şeyi hazırlar. Bu sırada Johanna son çırpınışlarını yapmaktadır. Yaptığı şeyi gidip görmeliyim diye açıklayan Jacques’e O’nu sevdiğini, görecek bir şey olmadığını, gerçek olanın burada ta kendisi olduğunu açıklamaya başlar. Fakat Jacques Johanna’nın hıçkırıklarla söylediklerini duymaz. Bunun üzerine Johanna son kozunu kullanır ve hamile olduğunu söyler. Bunu duyan Jacques son kez kendi dünyasından normal hayata geri döner ve tamda burada Besson’un müthiş ölçeklerine ve açılarına Eric Serra’nın destansı müziği eklenir. Jacques’ın son kez uzattığı kol Johanna’yla buluşur ve aynı karede Jacques’ın buna rağmen vazgeçmeyeceğini 15
O’nu çok seven kadına evlada dediğini görürüz. Bunu hisseden Johanna gözyaşları arasında inanılmaz bir karede git, git ve gör aşkım der ve Jacques’ı son kez büyük mavinin içine ama sonsuza dek olmak üzere uğurlar. Burada Jacques’ın hayatındaki denizkızının Johanna olmadığını tamamen kendi dünyasında olduğunu görürüz. Jacques büyük mavinin derinlikleri, artık suyun mavi olmadığı, gökyüzünün çok uzak olduğu yere iner. Orada asılı kalır ve uğruna öleceği denizkızını bekler. Bir Yunus büyük ihtimalle özgür bıraktığı dişi yunus mavinin derinliklerinden çıkar Jacques’ın sevgisinin saflığını gerçekliğini ölçer ve O’na inanıp Jacques’ı sonsuzluğa götürür. Luc Besson Jacques’ın kendi dünyasına geçtiği bu sahnede bir anlamda özgür bıraktığı yunusun O’nu özgürleştirmesini gösterir. Bu sahne biraz da kendisi gibi Fransız olan efsane bir yönetmenin, Albert Lamorisse’nin ünlü filmi “Beyaz Yele”nin sonunu hatırlatır. Atın üstündeki çocukla birlikte sulara gömülmesi yani özgürleşmesi sanki burada da hissedilir. Besson ustasına selam çaktığı bu sahne Jacques’ın özgürleşmesinin yanında gerçek dünyasına, uğruna öleceği denizkızına, ailesine, dostlarına yani büyük maviye ulaşmasıdır. Jacques ve yunus sarılarak büyük mavinin derinliklerinde kaybolurken ekran kararır ve masmavi yazılarla dolu jeneriği Eric Serra’nın müthiş müzikleriyle izleriz.
Luc Besson Filmlerinde tüm sanatları bir araya getirdiğini düşünen Besson bu kişisellikte içeren filmiyle adeta bir şiir dinletisini inanılmaz fotoğraf kareleriyle sunmuştur bizlere. Yunanistan, İtalya, Fransa, Amerika, Peru fakat daha da önemlisi Akdeniz’in öldürücü cazibesi Luc Besson’un kamerasında fotoğraf karelerine dönüşmüştür. Sualtındaki çekimlerde bunu destekler niteliktedir. Kendi geçmişini tarihin iki büyük dalgıcının gerçek hikâyelerinden yola çıkarak 16
yazdığı The Big Blue ünlü yönetmenin en kişisel, en sanatsal, en derin ve tematik eseridir. Bu yüzden muhteşem müzikleriyle Eric Serra’nın en iyi müzik dalında Cesar ödülünü, Luc Besson’un da Fransa Ulusal Sinema Akademisi tarafından The Big Blue için ödüllendirilmesi şaşırtıcı değildir.
17
Mayıs Sıkıntısı Samile Yılmaz
Nuri Bilge Ceylan’ın 1999 yılında çekmiş olduğu bu film, onun otobiyografik bir çalışmasıdır. Muzaffer, doğduğu kasabaya film çekmek için gelmiştir ve Ceylan gibi oyuncularını yakın çevresinden seçer. Muzaffer kendi filminin derdindeyken, biz de kasaba içerisindeki durağan hayatı görürüz. Muzaffer dışında kasabada, her birinin ayrı hayatları ve sorunları olan dört karakter vardır ve bu dört karakterin sıkıntısı Muzaffer’in filminde kesişir. Muzaffer bencil bir karakterdir ve babasının arazisi için verdiği mücadele, Saffet’in İstanbul’a gitmek için ona bağladı ümit, Ali’nin müzikli saat için kırmadan taşımaya çalıştığı yumurta, onun filmini çekmesini engellemediği sürece, onun için sorun değildir. 18
Filminde her zamanki gibi amatör oyuncuları hatta ailesini, akrabalarını oynatmıştır. Diyaloglar doğal konuşmalar gibidir. Yavaş akan bu filmde hiçbir detay atlanılmaz. Her olay ayrıntılı bir şekilde verilir. Örneğin; bir kadın Ali’ye bir sepet domates verir ve Ali’yi uzak bir yere gönderir. Uzun olan bu sahnede, Ali’nin yürüdüğü yol, yolda yorulması, on çektiği sıkıntı, hepsi seyirciye aktarılır. Ayrıca filmin yavaş ilerleme sebebi kasabadaki durağan hayatı ve gündelik yaşamı yansıtmaktır. Görüntü düzenlemeleri her zamanki gibi simetriktir ve çerçevede seyircinin görmesi gereken her karakter ya da nesne bulunur. Filmde yine uzun planlar ve genel çekimler ağırlıktadır. Yakın çekimler daha az, uzak ve sabit planlar ise daha fazladır. Çoğu kez çerçevedeki alanlar, karakterler çerçeveye girene kadar ya da çıktıktan sonra bir süre boş kalır. Bu seyirciye çerçeve dışındaki hayatın varlığını ve devamlılığını da hissettirir. Ceylan, kameranın dışında, mekân içinde de çerçeveler yaratır. Pencereleri, pervazları
ve
kapı
eşiklerini
kullanır.
Film,
bu
yönüyle
Augé’nin
kavramsallaştırdığı anlamda hem uzam ve yer, hem de insan mekan (doğa, ev ve bu mekanları kapsayan uzam olarak kasaba) ilişkisi üzerinedir.
1
-nbc
sinemasını okumak sayfa 25- Muzaffer’in eve gelişini baba, camdan görür. Annenin ve Ali’nin de eve gelişi aynı şekilde verilir. Muzaffer Ali’yle konuşurken Ali, kapı kirişindedir. Muzaffer, Ali’nin evden çıkışını bir pencerenin önünden izler. Seyircide burada Muzaffer karakteriyle beraber gözleyen yerindedir. Yönetmen bu şekilde seyirciyi filmine katar. Ali’nin evden çıkışını bize sadece Ali’yi göstererek verseydi aynı şey söz konusu olmazdı. Oysa biz siluet şeklinde Muzafferi, onun önünde pencereyi ve pencere dışında da Ali’yi görüyoruz. Bunun yanı sıra Nuri Bilge filmlerinde cam, ayna ve yansımaları da kullanır. Mayıs Sıkıntısı’nın ilk sahnesinde Saffet’i camdan bakarken görüyoruz. Yüzü kameraya dönük ve camda caddenin, arabaların… Yansımaları dikkat çekiyor. Yönetmen bize burada tek çekimle hem karakteri 19
hem de karakterin izlediği dünyayı sunarken, oyuncunun merakla etrafa bakan gözlerinden de bir beklentisi olduğunu anlıyoruz. Bu çerçevede, pencere ön planda karakter arka planda konumlandırılmıştır. Karakter, burada çevreyi önüne almış durumda çünkü dışarıdan bir beklentisi var (ÖSS sonuçları yani postacı bekleniyor). Oysa sınav sonucunu aldığı ve kazanamadığını öğrendiği zaman, omuz çekimde yine etrafını izleyen karakter ve arkasında camdan yansıyan çevre var. Yine tek çekimle hem izleyeni hem izleneni görüyoruz. Bu sefer karakterin önde dış çevrenin yansımasının ise arkada olma sebebi; artık dışarıdan beklediği bir şey olmaması ve kendi gerçeğiyle baş başa kalması olabilir.
Filmde kamera hareketi yok denilecek kadar azdır. Genelde kamera sabit bir yerdedir ve biz hareket eden karakterleri izleriz. Yani hareket takibini kameranın hareketiyle değil çerçeve içindeki öznenin hareketiyle takip ederiz. Bunun yanında kamera hareketi yerine kesmeler ya da sabit çerçeveler kullanılmıştır. Örneğin; Ali ve Muzaffer’in yağmur yağdığında koştukları sahnede kamera sabittir hareketi takip etmez ya da zoom yapmaz. Biz, koşan bu karakterleri 20
takip ederiz. Ceylan’ın filmlerinde genellikle sahne nasıl başlarsa hemen hemen aynı çerçevede de sona erer. Ya da kameranın konumu çok az yer değiştirir. Örneğin az önce bahsettiğim sahnede, Ali ve Muzaffer çimlere uzanmış yatıyorlar ve önlerinde bir yol var. Yağmur başladıktan sonra onları aynı yoldan koşarak arkalarından izliyoruz (dikey hareketle) onları öne doğru koşarken ya da yandan da görebilirdik. Fakat yönetmenin bu seçimi seyirciye kamera ile baş başa ve o mekânda bırakma hissi veriyor. Ceylan filmde, iki bazen de üç düzlem kullanıyor. Örneğin; Muzaffer ve Saffet’in Pire Dayı’nın nerede oturduğunu kadına sordukları sahnede, Muzaffer ön plandadır kamera konuşan kadının gözünden bize çerçeveyi gösterir. Arka düzlemde Saffet’i görürüz onun da arkasında bir evi görürüz. İlgi odağımız o an kadınla diyalog halinde ve en önde olduğu için Muzaffer’dir. Fakat en son düzlemde görünen evin de bir önemi vardır. Sonuçta, bu sahnede aranan bir ‘ev’ vardır. Yani demek istediğim, Ceylan’ın çerçevesindeki her şeyin bir anlamı olduğudur.
Filmde doğal ses kullanılmıştır. Filmin dramatik yapısına göre de ara ara klasik müziğe yer verilmiştir. Film haziran ayında çekilmiştir ve Nuri Bilge Ceylan 21
görüntülerdeki parlak renkleri beğenmediği için, filmi soldurur. Bunu, görselliğe verdiği önem için yapmıştır.
Gece iç mekânda çekilen sahnelerde Rembrandt aydınlatma kullanmıştır. Göstermek istediği şeye göre, karakterin yüzü aydınlık vücudu karanlık ya da sadece elleri ve yüzü aydınlıktır. Örneğin; Muzaffer’in uyuduğu sahnede babası odasına gelip ona bakar. Muzaffer’in uyuduğunu göstermek için sadece yüzüne aydınlatma yapılmıştır. Eline de aydınlatma yapmasının sebebi, babasının oğlunun eline bakması ve Muzaffer’in elini hafifçe oynatacak olmasıdır. Babanın yüzü ise yarı karanlıktır fakat göz kısmı aydınlıktır. Çünkü burada adam oğlunu izler göz kısmının aydınlık olması seyirciye bunu gösteren şeydir. Yani kullandığı ışığın ve aydınlattığı yerin de bir sebebi vardır.
22
Rilke’ye Ceyda Şahinoğlu Aziz dostlarım, bu ay ki yazım akrebin kıskacından kurtulmaya çalışırken, yelkovanın kuyruğunda sürüklendiğim zamanın hikâyesi benim için. Melankoli, özlem, uzaklık, yakınlık, yalnızlık, dostluk… Daha neler neler… Var mısınız? Aziz dostlarım ben de varım ama kendi zamanımdayım şuanda ve yokluğumu kendim seçeceğim bu şehri bitirdiğimde… Sevgili Rilke, isminizi yazarken dahi heyecanlanıyorum. Size bu mektubu yazmadan önce çok düşündüm. Defalarca sadece isminizi yazarak mektubumu yazmaktan vazgeçtim, ama isminizi yazdığım her kâğıt parçasını saklıyorum. Onları her elime aldığım da titrediğimi ve isminizi her kâğıtta farklı bir tonla söylediğimi hissediyorum. Yüreğim, artık bir yerden başlamalı ve size bir şeyler yazmalıyım diyor. Aslında şu
anda
yazmıyorum,
sizinle
konuşuyorum.
Karşımdasınız
ve
sizin
suskunluğunuza inat ben hiç durmadan bir şeyler söylüyorum. Durmuyorum, çünkü eğer ben konuşmazsam siz kaybolacaksınız, sizi göremeyeceğim. “Haydi artık” diyorsunuz, “vakit geçiyor” ve ben aslında hiç bir şey söylememiş olduğumu fark ediyorum. Meğer suskun olan benmişim, sessizliği dinleyen siz. Üzerine tek bir satır bile yazılmamış beyaz kâğıtları size gönderdiğimde neler geçti aklınızdan? Benim aklımdan geçen neydi? Belki de tek istediğim ben bir şeyler yazmadan da olsa beni anlayabilmenizdi, yazmak istediğimi ama dile getiremeyişimi görmenizi istedim. Yine önümde duruyor kâğıt. Yine adınızı yazıyorum. Sayfanın sonuna imzamı ekliyorum ve bunu size göndermek için zarfa koyduğuma inanamıyorum. Sımsıkı bastırıyorum zarfın üstüne, sanki yazdıklarımın uçup gitmesinden korkarcasına. 23
Sabah oluyor, gözlerimi açar açmaz masamdaki zarfa takılıyor gözüm. İçinde, hiçbir şey yazmayan kâğıdın bulunduğu aklıma geliyor. Önemli olan size seslenebilme cesaretini kendimde bulmamdı belkide. Sadece “Rilke’ye” diyerek gönderiyorum.
Biliniz
size
yazmaya
devam
edeceğim,
kelimelerimin
suskunluğuna inat.
Rengârenk kalemler aldım kendime sanki her rengin anlamı farklı olacak yazdığım kelime aynı olsa da ve içlerinden size en güzel hitap eden rengi seçeceğim. Sadece o renk ile yazacağım tüm mektuplarımı. Kalemlerim elimde masamın üzerindeki kâğıdı almak için uzanıyorum ve camdan düşen güneş ışıkları
belirliyor sizin
renginizi.
“Sarı” diyorum,
“kesinlikle sarıyla 24
yazmalıyım.” Bembeyaz sayfanın üzerine tekrar yazıyorum, “Rilke’ye.” Durmuyor
kalem.
Yazıyorum.
Suskunum ama
yüreğimdeki
cümleleri
görüyorum kâğıtta. Ben sustukça yazıyor kalem. Meğer bazen dil sustuğunda konuşurmuş kelimeler. Beyaz sayfalara düşen limon çekirdekleri, kelimeler ekşitse de yüreğimi, kalemimden düşen her acı çekirdekle bir umut oluyor size yollamak istediğim. Utanarak yazıyorum her bir satırı ve sizin de bana yazmanızı istiyorum. O kadar isterdim ki sizin gibi olabilmeyi; kelimelerle oynayabilmeyi, tek satırla birçok şey anlatabilmeyi... Gülümseyişinizi görüyorum, haydi oynayalım sizinle bu oyunu ilk kelimemi yazıyorum. “Cesaret”… Benim kim olduğumu merak ediyorsunuzdur belki. Ya da belki kim olduğum önemli değildir sizin için. Yine de, her ne kadar amacım bu olmasa da, dürüstçe kendimi dinlediğimde, sadece sizin adınızla kendi imzamı yan yana getirdiğim mektuplarla sizde bana dair bir merak uyandırabilmiş olmayı umuyorum. Bu olasılık koltuklarımı kabartıyor. Çünkü eğer size duyduğum meraksa sizi karşımda böyle capcanlı kılan, belki siz de benim varlığımı içinizde hissedebilirsiniz. Öte yandan, daha önce de söylediğim gibi, kim olduğum önemli olmayabilir sizin için. Ama yine, bu defa bu olasılığı düşünerek kendimi dinlediğimde biliyorum ki, hiç bir şey büyümemek için uğraşan bu kızın içinde yaratıp dışında gerçekliğini duyduğu hayalinizi, sizi değiştiremez. Bu kez, bu mektupta sadece etrafımı çepeçevre saran hayalinizle değil, bileğimin küçük hareketleriyle kalemimden ayrılıp kâğıtta en soyut duygu ve 25
düşüncelerimi somutlaştıran kelimeleri kullanarak konuşuyorum sizinle. Ve bana cevap vereceğinize inanıyorum.
Suda Balıklar... Adnan Binyazar 1956 yılında Dicle Köy Enstitüsü’nü bitirip Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü sınavlarına giderken, başkent, Doğu Ekspresi’nin penceresinden ışıktan bir top gibi görünmüştü bana. Yıllarca özlemini çektiğim tiyatrolar, operalar, konser 26
salonları, kütüphaneler, sergiler, temiz caddeler, o caddelerde hoş kokulu kadınlar... Düşlerimin evreni saydığım bu ışık topunun içindeydi. Duyguların Anakarası adlı kitabımda (s. 149–153) anlattığım gibi, sınavı kazandıktan sonra, ben de bu kültür evreninde yörüngeme girmiştim. O coşkuyla Ankara’ya gelişimin ilk hafta sonu akşamı operaya gittim. Bunda Diyarbakır Orduevi’nde izlediğim, baştan sona müzikli “Kırmızı Pabuçlar” filminin de etkisi olmuştu. Operayı ilk görüyordum. Salonundan sahnesine, perdesinden tavan işlemelerine, fuayesinden merdivenlerine... Gördüğüm her yer büyülemişti beni. İnsanı güzelliğin ağlattığı anlar olur. O akşam, çok kişinin, düz konuşmaların müzikle söylendiğini görüp güldüğü La Traviata’yı izlerken, yüzünde henüz Diyarbakır güneşinin kızgın rengi solmamış yirmi iki yaşındaki esmer gencin gözyaşları görenleri şaşırtmıştı. Kendisi de dar bölgelerden gelip Anadolu’nun sesini Türk şiirinin beğenisi kılan Cahit Külebi’nin, müzikten böylesine etkilenmemi bana yakıştırmayıp yapay bulması çok incitirdi beni. Oysa ister dağ başında yaşayın, ister Nâzım olup hapislere tıkılın, parmaklarınız çalgı tutmamış, gözünüz nota görmemiş olsun; elinizde kitap varsa, yollar güzelliklere açılır. Altı yıllık enstitü yaşamımda, bir gün olsun, elimden Cervantes’ler, Shakespeare’ler, Molière’ler, Dostoyevski’ler, Gorki’ler... Düşmedi. La Bohem’i, Tosca’yı, Aida’yı, Il Travatore’yi, Madame Butterfly’ı Cervantes’le, Shakespeare’le, Molière’le yan yana izledim. Ağlanacaklara onlarla ağladım, gülüneceklere onlarla güldüm... Nasıl delice bir tutku idiyse benimki; kaçık demelerine aldırmadan, ezberlediğim opera aryalarını olur olmaz yerde söylüyordum. Ankara’da bir yılımı doldurmuştum. Bir cumartesi akşamı yine operadaydım. Belleğim beni yanıltmıyorsa, sanırım Tosca’yı izleyecektik. Listede Suna Korat’ın adı yazılıydı. Oyun başladı. Ama ses onun sesi değildi. Dayanamayıp yanımdakine sordum. “Sahnedeki Leyla Gencer” dedi.
27
O gece sanki mutluluğum kanat takmıştı. Hem iki ünlü sanatçının sesini birbirinden ayırabilmiştim, hem New York’ta Metropolitan, İtalya’da La Scala operalarının primadonnasını görmüştüm... Ağladıysam sevinçten ağladım o an. Bu sabah gazeteyi açıp, “Opera dünyası divasını kaybetti” başlığını okuyunca yine gözlerim buğulandı. “Leyla Gencer’in cenazesi yarın Milano’da La Scala Operası’nın Santa Babila Kilisesi’nde düzenleyeceği bir törenden sonra yakılmak üzere krematoryuma götürülecek. Külleri daha sonra İstanbul’a getirilerek Ortaköy’de yapılacak bir törenle Boğaz sularına dökülecek.”
28
Dünya sahnelerinin “La Diva Turca”sının külü Boğaz’da sonsuzluğun yoluna girmiştir. Öyle bir dünya sanatçısıydı ki o; ister suda balıklara söylesin şarkısını; toprakta böceklere, gökte kuşlara... Sesi yüreğin derinliklerinde kalacak...
Melankolik Kuşatma Onur Keşaplı Kendimi bildim bileli, belirli zamanlarda tanımlanamayan bir hüzün kaplar içimi. Altı yaşımdan beri okula gitmekten başka bir işi olmayan biri olarak ben, sinirlenmeme sebep olan okulun tatile girdiği haziran aylarında, hep hüzünlendim. İlginçtir, her yaz sonu tekrar döneceğim okula giderken de, yazın son günlerinde, ciddi bir hüzün taşıdım her zaman. Kuzey Egede gün batımında buz gibi suyun içindeyken, her eylül ayında içim burkuldu. “Attığım son kulaçlar bunlar” dedim yüzerken. Sanırım sorun tam da burada. Yani herhangi bir olayın, dönemin, eylemin önüne “son” eklendiğinde engelleyemediğim bir şekilde hüzne yöneliyorum. Bu teşhisi koymadan önce aklımda çocukluğumdan fırlayıp gelen bir sahne belirdi. Yedinci yaş günüme birkaç gün kala, ablamın elinden tutarak yürüyordum ve ben, yedi yaşında olacağım o gün hakkında şunu sordum ablama hüzünle: “Abla, ben bir daha 6 yaşında olmayacak mıyım?” Bilgisi olsun olmasın her konuda fikir yürütmeye bayılan bir toplumun bireyi 29
olarak hemen kendi sorunumu tespit ettim; ben melankolik kuşatma altındaydım.
Melankoli - Edward Munch Melankoliyi bir kavram olarak araştırdığınızda, “Derin bir keder içinde hüzünlü, umutsuz, acı çeken, yalnız bir insanın içinde bulunduğu durum” şeklinde bir yanıt çıkar karşınıza. Çöküntüye yatkınlık, kötümserlik ve coşkusuzluk gibi tanımları da görülmektedir. Hatta ileri derecede depresyonun arka planında yatanın da melankoli olduğu söylenir. Melankolik kişilerde varoluşu keşfetme güdüsü, yalnızlık içinde kendi benliğini arama, hırs içinde olmamak çoğunlukla görülen durumlardandır. “Güzelliğin hangi çeşidi olursa olsun, onun gelişmesi hassas ruhu gözyaşlarına boğar. Bu yüzden melankoli; tüm şiirsel tonların en yasal olanıdır.” Ünlü yazar Edgar Allan Poe’nun bu sözleri, melankolinin hüznün ve karamsarlığın şiirsel bir güzellikte yaşanabilmesinin büyüsünü anımsatmakta sanki. Bir başka büyük yazar Victor Hugo da “Melankoli, hüzünlü olma mutluluğudur” şeklinde tanımlamaktır bu kavramı. Bana göre melankoli, sürekli bir özlemdir aynı zamanda. Geçmişe ait güzel bir anı, şimdiki zamanda yaşayıp, bunu hüzünlü bir özlemle sürdürmektir. Olumluya odaklanmanın hüznü bile olabilir melankoli. 30
Melankolik Kedi – Alberto Cerriteno Sevgiliyi son kez öptüğünü, dostlarıyla son kez rakı içtiğini, öğrenci olarak son kez derse girdiğini, sevdiği bir şehirde son günlerini yaşadığını ve özdeşleştiği bir evde son gecesini geçirdiğini düşünerek hüzünlenen bir birey, o anların özlemini daha o andayken bile hüzünle hissetmeye başlar. Bu kişi, içinde bulunduğu hüzün sayesinde o anın değerini diğer herkesten daha iyi bilir. Sevdiğine her sarıldığında o anın değerini sonuna kadar hissetmek, dostlarınla sıradan bir sohbette bile sonmuşçasına gözlerinin derinliklerine bakmak, içtiğin her yudum suda, ciğerlerini doldurduğun her nefeste o anı tümüyle yaşamak, hissetmek… Teknolojinin insanı yalnızlaştırıp yabancılaştırarak ezdiği günümüzde insan, melankolik kuşatma altında karamsarlığa sürüklenmemeli. Eğer hüzünlenmek de insanı insan yapan duygulardansa, bence herkes bir nebze de olsa hüzünlenmeli. Kuşatmalar aşmak için vardır ancak kırılmaması gereken tek kuşatma, melankolik kuşatmadır. Çünkü sadece bu kuşatma altında kalanlar yaşamın tüm güzelliklerini gerçekten hissedebilirler, sadece bu kuşatmanın altındakiler yaşamda her anın önemini daha o an yaşanmaktayken kavrayabilirler. Aristotales “Sorunlar” adlı yapıtında şu soruyu boşu boşuna sormamıştır: “Neden ister felsefede ya da politikada ister şiirde ya da sanatta olsun, olağanüstü kişilerin hepsi melankoliktir?” Güzele ulaşmanın yolu birazda hüzünden geçmekteyse eğer, bende hepinize bolca hüzün diliyorum değerli dostlar… 31
Yola Düşme Türküsü Duygu Yılmaz “Aşk, hiç gidemediğimiz bir şehirdir… Her yeni şehri, o gidemediğimiz şehir sanarız; ta ki gidene kadar. Gittiğimizde ise, hiç gidemediğimiz bir şehir olmaktan çıkar. O yüzden de, gerçekten gidemediğimiz şehir, artık o şehir değildir...” Çok uzun yollardan gelmiştim bu şehre. Seninse öyle bir umut türküsü besteliyordu ki gözbebeklerin, bir daha bu şehri bırakıp gitmeye hiç cesaret edemedim. Nice şehirler gezdim bundan önce. Ne yerlisiydim herhangi birinin, ne de yabancısı. Büyük beklentilerimi, hayallerimi hep girişlerinde bıraktım o şehirlerin. Bir liman istedim sadece, bir de alacaaydınlık bir gökkubbe, senden önce…
32
Ödünç yağmurları, ödünç topraklara yağdıran şehirler gezdim sonra. Kıyılarında yalnız kalmış martı çığlıkları hapsolmuş şehirleri. Yelkenleri suya batmış tekneleriyle suskun denizler, yeşili sararmış dallarıyla küskün ağaçlar vardı her yerinde. Duramam sanmıştım almadan kokusunu betondan evlerin, taştan kaldırımların; işte bu yüzden döndüm tekrar, bu yola düşme türküsüne… Hiçbir yerde duymadım, hiçbir yerde bulamadım sesini. Kirpiklerin hiçbir liman kentinde böylesine batmadı yüreğime. Gidemediğim tek şehir kalana dek aradım adının diğer dillerdeki anlamını. Sonra buldum adını, bundan bir yıl önce, sağanaklarla gelen, sesi kilitlenmiş bir yağmur eşiğinde. En güzel şiirlerin, en bilindik mısraları kadar parlaktı gözbebeklerin, yıldız yıldız güldüler gözlerime. Aydınlanmış gökyüzünde kanat çırpan martılar gibi özgürdü düşlerim, sana gelene kadar. Sonra bir şehre gidememek, özgürlüğün sadece istediğim yerde kalabilmek olduğunu öğretti, nicedir yola düşme türküsü söyleyen dilime. Sana dair söylediğim tüm kelimeler, şimdi sonsuz bir filizin yeşilliğinde… (…)Sonra yaz geldi şehre, ışıdı aydınlığın, şehrin aynasına bakan tüm pencerelerde. Kader, şehrin eskicisine bırakılmış bir hurda şimdi sadece. Saçımın her teli ise, hala senin denizlerinde… “Sana geldiğim yollar, en güzel yollardı ömrümde. Şimdi ne yoldan caymak var, ne özgürlüğü unutmak benliğimde. Yoldayım, yollarındayım, bir yıl sonra, yine sevgiyle…”
Yetkin Dikinciler ile Söyleşi Osman Bahar, Gökhan Baykal Yetkin Dikinciler: Sinema üst başlığı altında yapılan her şey sinema değildir! Yetkin Dikinciler, birbirinden çok zıt karakterleri oynamasına rağmen her rolünde başarısıyla beğeni toplayan bir isim. Gerek Ulak’taki Âdem, Babam ve Oğlum’daki Salim ve Mavi Gözlü Dev’de Nazım’ı canlandırarak birbirinden uzak üç rolde oynadı ancak hepsinde beğeni topladı. Biz de Azizm olarak bu kadar başarılı bir oyuncuyu 10. Eskişehir Film Festivali’nde bulduk ve bir söyleşi gerçekleştirdik.
33
Sayın Dikinciler, Eskişehir’i nasıl buldunuz? Bu şehri yeni olarak bulmadım. Daha önce geldiğim, oyunlar oynadığım ve bildiğim bir şehir. En son geçen yıllarda Tiyatro Anadolu’nun oyunlarına geldim. Her seferinde hayran olup geri döndüğüm bir şehir. Demek ki birileri hayal kurunca o hayaller de desteklenince insan eliyle her şey oluyormuş dediğim bir şehir. Yani kısacası umut verici bir şehir. Şehrin sanata olan ilgisine ne diyorsunuz? Bir kere sanat okulu var. Sinema bölümünden mezun olmuş bir sürü arkadaşım var. Onların ne kadar dolu bir süreçten geçtiğini ve bunun bir geleneğe dönüştüğünü gördükçe insanın umudu artıyor. Kadrosunda yer aldığınız filmler, oyunlar ve bir de dizi var. Nasıl gidiyor bu yoğunluk? Çok yoğun gidiyor. Bu tempoda özel yaşantınıza zaman kalmıyor ama bu da oyunculuğun bir getirisi oluyor. Mecburen bu tempoda devam diyorum ama 34
şikâyetçi değilim. Haftanın 4–5 günü çekimde geçiyor. Onun dışında animasyon film seslendirmeleri, belgesel, reklâm derken oyuncu olmanın tüm gerekliliklerini yerine getiriyoruz. Doğal olarak bu da yorucu oluyor ama sevdiğim işleri yaptığım için mutluyum.
Dizi oyuncusu da olan birisi olarak dizi sektörü ile sinema sektörü arasında fark neler? Fiziki olarak bir fark var. Dizi de haftalık bölümler yetiştirmek zorundasınız. Özenmeyi ortadan kaldıran bir şey dizi. Sinema öyle değil. En iyisi olana kadar çekiyorsunuz. Dizilerin faydası ise sektörün elini sıcak tutuyor ve çalışan insanların işsiz kalmasına engel oluyor. Bazen çekilir dert olmasa da yapıyoruz. Yarısı sahte olan bir iş yapıyoruz ama işimiz zaten sahte olanı gerçekmiş gibi göstermek. Bu da belli bir disiplini beraberinde getiriyor. Bir oyuncu iseniz sabah kimsenin kalkmadığı saatte çekime gidip akşam insanların işten döndükten sonra yemeklerini yiyip ayaklarını uzatarak televizyon seyrettiği saatte sizin çekiminizin bitmesine 8–10 saat kalmış oluyor. Bir de şuna inanıyorum. Sinema üst başlığı altında yapılan her şey sinema olmuyor. Yani her bereket bolluk olmuyor. Bazen sinemadaki işler televizyondan daha kötü oluyor. Yani beyaz perdeye yansıyor diye o işin sinema olduğunu söyleyemiyoruz. Bazı dizilerde ise görüntü yönetmenleri sayesinde oyuncu sayesinde çok güzel işler ortaya çıkıyor. Bunlar biraz karışmaya başladı. 35
Peki, kalitesiz film sayısının fazla olması Türk sinemasına zarar vermiyor mu? Genelde deniyor ki ne kadar çok sinema filmi olursa o kadar iyidir. Doğrudur, sinema işletmecileri açısından yararlı bir durum. Yeni film demek sinemada gelecek demektir. Ama tehlikesi televizyondaki yılık işler gibi işleri perdede gösterirsek insanlar evinden çıkmayacak. Zaten aynı şeyi görecekler. Mesela tiyatro için çağın gerisinde kaldı diyorlar. Tiyatro zaten televizyondakiler gibi olursa özelliği kalmaz. Sinema da bu aşamada kendini korumalı. Devlet insanları tiyatroya çekmeye çalışıyor. Örneğin, 1 Ytl’ye tiyatro olması tiyatroya katkı sağlamıyor mu? Aslında böyle bir durum yok, bu tam bir manipülasyon ama duruma bakılarak bir orta yol bulmaya çalışılabilir. Örneğin 4 ytl’ye bir dünya klasiği izleyebiliyorsunuz. Bu fiyat ne tiyatrocuya zarar verir ne izleyene zarar verir. Ayrıca insanlar tiyatroyu gayet seviyor ve geliyor. Sorun salonların ve oyunların az olmasında. Kültür Bakanlığı’nın bir şey yapması gerekmiyor mu?
36
Her zaman gerekiyor. Özelleştirmeyi baş tacı etmiş ülkelerin hepsinde sanatın veya bu tarz işlerin devlet eliyle korunduğunu görüyoruz. Çünkü her şeyi serbest piyasa ekonomisine kurban ederseniz, ortada tüketimin kuralları işlemeye başlar. Peki sanatı ve sanatçıyı koruyarak bu iş nasıl düzeltilebilir? Kurumların, birer cumhuriyet kurumu olduklarını unutmadan davranmaları gerekiyor. Çünkü Türkiye’de Cumhuriyet kurulduktan sonra çok güzel bir hamleyle bütün yapılar yeniden inşa edilmeye başlandı. Aydınlık bir gelecek için inşa edilmeye başlandı. Bu aydınlık gelecek yolculuğunun unutulmaması gerekir. Bunu bireysel veya çevrendeki arkadaşlarımla ben yapabilirim ve yapıyorum çünkü başka çaremiz yok.
Oynadığınız karakterlerini birbirine uzak olması size bir zorluk oluşturdu mu? Çalışırken herhangi bir oyunculuk metodu kullandınız mı? Oyunculuk öyle bir iş ki oyuncu konuşarak anlatamadığı şeyi oynarken yapar. Bizim işimiz yapmak. Ben burada ne kadar içini doldursam da yaptığımız iş ortada. İnsanlar beğenir ya da beğenmez ama oyuncu için hedef oynadığı kişiyi anlamaktır. Onu gerçekleştirmeye çalışırken kendinden parçalar koymak 37
zorundadır. Çünkü etimizle kemiğimizle bir insanız ve oynadığımız da bir insandan ibaret. Hangisini oynamak daha zor oldu? Benim için kolay rol yok. Ben hiçbir rolü kolay oynarım demiyorum. Galiba zorluğun farkında olmak başarıyı da getiriyor? Onu bilmem ama galiba şöyle bir fark ortaya koyabilirim. Babam ve Oğlum’daki Salim Çağan Irmak yazıp ben hayat verdiğimde Salim olacak bir figür ama dünya edebiyatından bir efsaneyi oynamak ayrı bir zorluk getiriyor. Bunun çalışma şekli doğal olarak farklı oluyor. Nazım Hikmet ile ilgili yeni bir proje geliyor mu? Bir teklif aldım. Erzurum’da Dadaş Film Festivali’nde Azerbaycan’dan gelen bir yönetmen grubu tarafından orada çekilecek altı bölümlük bir drama için teklif aldım ancak zaman ve zemin uygun olmadığı için kabul edemedim. Nazım’ı oynamış öğrenebilir miyiz?
birisi
olarak
Nazım
hakkındaki
düşüncelerinizi
Öncelikle şunu söylemeyelim. Oynadığımız kişinin kendisi olmak ya da onun gibi düşünmek bizim derdimiz değildir. Ancak tıpkı Ulak’ta Âdem’i oynarken kötü biri olmadığım gibi Nazım’ı oynarken de şair olmadım ama Ulak’ta bazı kötülüklere nasıl inanıyorsam Nazım’ın da sanatına ve kavgasına inanıyorum, takdir ediyorum. O, benim baş tacı ettiğim birisidir. Böyle birini oynamak onur verici.
38
Feride Çetin ile Söyleşi Gökhan Baykal, Osman Bahar Feride Çetin: İstediklerimizi tam olarak anlatamıyoruz ama adım atmaya çalışıyoruz. İki Genç Kız’da oynadığı Behiye rolüyle bir hayli ilgi çeken ve son olarak Ulak’ta oynayan Feride Çetin, politik kimliğiyle ön plana çıkan bir oyuncu. Hatırla Sevgili’ye inandığı şeyleri anlattığı için girdiğini söyleyen Çetin, “Bir yerlere gönderme yaptığımız için mutluyuz” diyor.
İki Genç Kız’dan önce Feride Çetin’den biraz bahsedebilir misiniz? 39
İstanbul Üniversitesi’nde sinema okudum ve okuduğum dönemde hem kamera arkasında çalışıyor hem de ekonomi muhabirliği yapıyordum. Son 7 yıldır ise kültür sanat muhabirliği yapıyordum ancak birkaç aydır da yoğunluk yüzünden onu da yapamıyorum. Master yaptıktan sonra iş bulamadım ve mutsuzdum. Kutluğ Ataman’ın bu filmi çekeceğini öğrendim. Onun video art işlerini çok beğeniyordum ve ilk filmi Karanlık Sular’ı da çok beğenmiştim. Sinema mezunu olan öğrencilerle gayet gerilla tarzında bir film çekeceğini ve hafif dogma usulü olduğunu öğrenince dedim ki kamera arkasında çalışmam gerekiyor ve uzun süredir de işsizim. Bu sebeple yanına gittim o da beni başrol oyuncusu yaptı. Bu filmde Behiye’yi oynayan Feride Çetin ile şimdiki Feride Çetin arasında ne gibi bir fark var? İki Genç Kız’da oynadığım arkadaşlardan birisi bana o günkü heyecanını kaybettiğini ve o zamanları çok özlediğini söyledi. Benim açımdan ise hiçbir değişiklik olmadığı gibi giderek daha çok âşık oluyorum. Bu işi sevdiğim için de her şey güzel gidiyor. Hem dizi hem de sinema sektöründe yer alan biri olarak dizi sektörü sizce sinemayı nasıl etkiliyor? Bir kere Türkiye’de sinema sektörü diye bir şey yok. Sinemada oynayan yâda sette bulunan herkes dizilerde ve reklâmlarda yer alıyor. Ben çok yerinde etkilediğini düşünüyorum. Çünkü yapımcıların elinin sıcak olması film çekilmesine sebep oluyor. Onun dışında dizi sektörüyle ilgili olarak şikâyet ettiğim konuların başında çalışma saatleri geliyor. Sonra sigortalı olmayışımız, telif haklarına sahip olmamak gibi bir durum var. Geçen yıl elimde 20 senaryo vardı bu yıl ise sadece bir tane sinema projesi var. Acaba bana dizide oynadığımdan mı yoksa çok konuştuğum için mi teklif gelmiyor diye düşünüyorum.
40
Bazen sivrilmek de tehlikeli olabiliyor mu yoksa? Ben sivrilmedim sadece fikirlerimi söylüyorum. Hatırla Sevgili’nin anlattığı dönemle ilgili olarak ne düşünüyorsunuz? Ben zaten bunları biliyorum ve küçükken bile odamda Deniz Gezmiş’in fotoğrafı ve mektubu asılıydı. Bu diziye de Denizleri anlattığı için girdim. Aslında ilk girdiğimde hiç adapte olamadım. Çok seri işler çıkartılmak zorunda ve çok mekân ve oyuncu olduğundan uzun saatler çalışıyoruz. Dizinin çok önemli bir iş yaptığını düşünüyorum. Tabi ki istediklerimizi tam olarak anlatamıyoruz ama adım atmaya çalışıyoruz. Deniz Gezmiş’i seven biri olarak idam edildiği sahnede neler hissettiniz? Bütün ekibe hatıra olsun diye kamera arkalarını montajlıyoruz. O sahneyi ben çekmek istedim çünkü Deniz Gezmiş benim diziye giriş sebebimdi. O günkü çekimler 24 saat kadar sürdü. Ben sette kamera arkasında sürekli olarak 41
ağladım. Birkaç final sahnesi vardı ve bence gösterilen kısım gayet hoştu ve bir yerlere göndermeydi. Montaj sırasında ağladığım gibi evde iki kez de izlerken ağladım. Her ne kadar gerçekdışı yapılan bir işin bu kadar duygusal olması güzel bir ekip kurulduğunu gösteriyor. Bu kadar etkilemesi Deniz Gezmiş inandığınızdan mı kaynaklanıyor?
ve
arkadaşlarının
davasına
Ben lisede çok politiktim. Mesela bazı rollerde kendimi kaybedip yönetmen gibi “daha hırslı, istekli” diye bağırıyordum. Çünkü bir aktör oynadığı kişiyi okumalı bilmeli. Aktörlerin politik olması gerektiğine hatta herkesin politik olması gerektiğine inanıyorum ama herkes her şeyde tabiki özgürdür. Son olarak Kültür Bakanı olsanız neler yapmak istersiniz? Değişmeli mi bilmem ama bütün sanat derneklerinin, vakıflarının derdi, şikâyetleri dinlenmeli diye düşünüyorum. Sendika meselesi beni rahatsız ediyor. Bunlarla ilgili çekişmek ve telif haklarıyla ilgili çalışmalar yapmak ve yapılmasını isterim. Bence Kültür bakanı partiye bağlı olmamalı. Sanatın içinden insanları bakan yapmalılar.
Çok Sevdiğimiz(!) Yunusları Havuza Kapatınca… Özgür Keşaplı Didrickson* Yunusların açlıkları kullanılarak, sirk hayvanları gibi akrobasiye zorlandıkları gösteri havuzları yaz eğlencesi seçeneği olarak karşımızda.
42
Yunuslar çoğumuzun sevdiği hayvanların başında geliyor. Ancak sevgimiz öylesine sağlıksız ki çoğu kez havuzlardaki yaşam koşullarını sorgulamak yerine “mutlu” olduklarını düşünmeyi seçiyoruz. Oysa yunuslar içinde en çok tanıdığımız Afalina Tursiops truncatus (diğer adıyla Şişeburunlu Yunus) yalnızca ağız yapısı yüzünden gülümsüyor gibi gözüküyor! Afalinaların binlercesi ne yazık ki zekâları ve gülümsemeleri nedeniyle 20.yüzyılın ilk yarısından beri insanlığı eğlendirmek adına gülümseye gülümseye (!) ölmüşler. Denizlerden koparılma Acımasız bir tür kovalamaca sonunda denizlerden ve çok güçlü sosyal bağlarının olduğu ailelerinden çalınan yunusların çoğu daha o onda şoktan, travmalardan ölüyor. Beğenilmeyip geri atılan yunusların da çoğu şok yüzünden boğularak ya da ciğerlerine su dolması yüzünden zatürre olarak ölüyor. Bu yunusların ailelerden koparılmalarının geride kalan sosyal grubu nasıl bir şekilde etkilediği ise çoğu kez gözardı ediliyor.
43
Yakalanma sonrasında ise aşırı ısınma, uzun süre su dışında kaldıkları için iç organlarının zarar görmesi ve stres gibi tehlikelerle dolu bir taşınma süreci var. Bu aşamaların herhangi birinde ölmeyen yunusların % 53’ü de 90 gün içerisinde zatürre, ülser, bağırsak hastalıkları, klor zehirlenmesi, stres gibi başka nedenlerle ölüyor. Ayrıca, havuzların sağlıksız ortamında davranış bozuklukları ve üreme sorunları gibi çok ciddi sıkıntılar yaşayan yunuslar özgür hemcinslerine göre çok kısa ömürlü oluyorlar. Yunusların havuzlarda öğrenmek zorunda kaldıkları ilk şeylerden biri ölü balık yemek oluyor. Buna uzun süre direniyorlar, ilk ölü balıkları kusuyorlar. İşte tüm bu sorunlarla başa çıkarak hayatta kalmayı başaran yunuslar sonunda o ölü balıklar uğruna, sokaklarımızda eskiden göbek attırılan ayılar misali müzik eşliğinde çember içinden geçmeye, top çevirmeye başlıyorlar. Bizim tersimize duyma duyularına dayalı bir yaşam süren yunuslar özellikle avlanırken çevrelerine yüksek frekansta sesler yayıyorlar. “Yankı yardımıyla yön bulma (ekolokasyon)” denilen bu sonar sistemle, metrelerce uzaklıktaki cisimlerin büyüklüğünü, şeklini, hızını, yerini tespit edebiliyorlar. Seslere bu denli duyarlı olan yunuslar havuzda sonarlarını kullanamamanın yanı sıra sürekli su ve soğutma pompalarının sesini dinlemek zorunda kalıyorlar. Doğada sürekli hareket halinde olan ve bir günde büyük mesafeler katedebilen bu hızlı yüzücülerin havuzlarda bu davranışları göstermesi olanaksız. 44
Doğada zamanlarının % 20’den azını su yüzeyinde geçirirken havuzlarda derinliklerden de mahrum bırakılıyorlar. Sığ sular ve sürekli su yüzeyinde bulunmak zararlı güneş ışınlarından ve aşırı sıcaktan da daha çok etkilenmelerine neden oluyor. Yunus Terapisi Yunus terapisi, ruhsal ya da fiziksel olarak rahatsız kişilerin yunuslarla tedavi edilebileceğini savunan bir yöntem. Yunusların ultrason yaymaları sonucu iyileşmeyi sağlayabileceği yönünde çok tartışmalı savlar var. Ancak örneğin Brensing ve arkadaşlarının araştırması yunusların yaydığı ultrasonun ancak bazı şartlar altında dokuları etkileyebileceğini gösteriyor. Araştırma, yeterli düzeyde bir ultrason miktarının, her seansta gereken dozda alınması ve bunun tekrar edilmesi sonucu gerçekleşebilecek bir etkiden söz ediyor. Araştırmacılar izledikleri 83 seansta bu şartların gerçekleşmediğini görüyorlar.
Şimdiye kadar yunus terapisinin evcil hayvan terapilerinden daha etkili olduğu, hastaların yunuslara daha fazla ve uzun süreli tepki verdikleri kanıtlanmış değil. Ayrıca sadece suyun bile iyileştirici bir etkisi olduğunun göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünen araştırmacılar var. Yunus terapisiyle ilgili tatmin edici bilimsel veriler elde edilmemişken bu pahalı ve etik olarak da çok yanlış olan terapiye yönelmek çoğu kez sadece yunusların değil ailelerin de sömürülmesiyle sonuçlanıyor. Yunus terapisinin gerçekten de 45
en etkili tedavi yöntemi olduğu kanıtlansa bile yunusları ailelerinden kopararak tutsak etmemiz ve zorla insanla etkileşime sokmaya çalışmamız meşru mu? Yunuslarla yüzmenin tehlikeleri Yunuslar, özellikle Afalinalar beslenme amacı gütmeksizin diğer memelilere karşı ölümcül darbelerde bulunabilen, kendi hemcinslerine karşı da saldırgan olabilen büyük ve güçlü hayvanlar. Şimdiye dek çeşitli yüzme programlarında birçok yunus ve balina saldırganlaşarak insanları yaralamış. Yunuslarla etkileşim sırasında yaşanabilecek hastalık alışverişi ise hem yunuslar hem de insanlar için önemli bir tehlike. Yanlış doğa eğitimi Gösteriye zorlanan yunusları izleyen çocuklar aslında doğaya sevgi ve saygı duymayı öğrenmek yerine doğayı sömürmeyi ve doğa sömürüsünün alkışlanabilirliğini öğreniyorlar. Havuzlardaki yunuslar doğal olmayan onca davranışa zorlanırken, farkında olmadan onları alkışlayan çocukların gelecekte doğaya saygı duyan ve doğanın sömürüsüne karşı duracak bireyler olabileceklerini söylemek mümkün mü? Yunus gösterilerine gitmek yerine özgür yunuslarla ilgili belgesel izleyen, onları resmeden çocuklar doğaya ve yaşama saygılı, özgürlüğü bilen ve savunan bir toplum oluşturmak için çok önemli. Havuzlara gitmeme hakkımızı kullanalım Havuzlarda yunus ölümleri yüksek olduğu için denizlerden yeni yunuslar çalınıyor. Bu durum gösteri havuzlarına giden herkesi yeni yunusların denizlerden kopartılmasından sorumlu kılıyor. Tüm bu gerçekler ışığında gösteri havuzları birçok ülkede yasaklanmış durumda. Yunusları gerçekten seven insanların yunusların gülümsemelerinin ardındakileri düşünmeleri, yunusları korumak adına çok önemli. Gelin hepimiz bu havuzlara gitmeme hakkımızı kullanalım. *Koordinatör Sualtı Araştırmaları Derneği – Deniz Memelileri Araştırma Grubu (SAD – DEMAG) KAYNAKLAR: Brensing, K., Linke, K. and Todt, D. (2003). Can dolphins heal by ultrasound? Journal of Theoretical Biology 225 99-105 46
Money, J. (1998). Captive Cetaceans: A Handbook for Campaigners. A Whale& Dolphin Conservation Society document www.wdcs.org
www.dolphinproject.org http://csiwhalesalive.org www.captivitystinks.org
47
48
Nazım Hikmet Ran: Yaşamı ve Yapıtları Duygu Yılmaz Akın var güneşe akın... Akın var güneşe akın... Güneşi zaptedeceğiz, Güneşin zaptı yakın... Nazım Hikmet memleket; memleket, Nazım Hikmet... Kafiye için yazmadık, hasret sana memleket...
Ocak ayını ustamız, üstadımız Nazım’ı anmak için şereflendirdik kendimizce. Sonra ben düşündüm uzun uzun nasıl anlatılır vatan aşkı diye... Önce vatan haini ilan edildi, sonra gurbete gönderildi. Varna’dan bakarken kendi topraklarına, vatan hainliği üzerinde demirden bir külçe gibiydi. Üstat! Çok özlüyoruz seni, ozanlığına, adamlığınla ve seninkiyse vatan hainliği, vatan hainliğinle özlüyoruz seni. Resmi olarak doğduğun gün analım ki seni, tüm dostlarımız hatırlasın bu kış ayının neden bu kadar beyaz geldiğini... Senin için söylenecek çok şey var illa ki; ama satırların zaten anlatıyor her şeyi... YAŞAMI: 49
Üstadımız Selanik şehrinde asıl olarak 20 Kasım 1901’de doğmuştur; fakat söylenilir ki birkaç hafta yüzünden bir yaş kaybı olmasın diye asıl doğum tarihi, kayıtlara 15 Ocak 1902 olarak geçmiştir. Babası şimdiki Galatasaray Lisesi olan Mekteb-i Sultani mezunudur. Önce ticaretle uğraşmış, daha sonra dışişlerine bağlı birimlerde çalışmıştır. Annesi Celile Hanım ise eğitimci bir babanın izlerini taşıyarak güzel Fransızca konuşan, piyano çalan ve resim yeteneği gelişmiş bir kadındır.
Üstadımız, dedesi Nazım Paşa’nın da etkilemesiyle şiire küçük yaşta merak salmış ve bir aile toplantısında denizciler için yazdığı bir şiiri dinleyen Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Nazım Hikmet’in Heybeliada Bahriye Mektebi’ne girişine yardımcı olmuştur. Daha sonra yakalandığı zatülcenp hastalığı tekrar edince askerlikten çürüğe ayrılmıştır. İstanbul’un işgali döneminde hececi şairler arasında adını duyurmuş ve yazdığı şiirlerle vatan sevgisinin ve direniş gücünün tüm imgelerini sergilemiştir. Nazım Hikmet, Mustafa Kemal’e silah ve cephane taşıyan bir topluluğun yardımıyla Ankara’ya geçmiş ve burada ona verilen ilk görev İstanbul gençliğini milli mücadeleye çağıran bir şiir yazmak olmuştur. Nazım Hikmet’in Vala Nureddin ile yazacağı bu üç sayfadan daha uzun şiir daha sonradan ortalığı karıştıracak ve meclis, şiirden etkilenip Ankara’ya dolacak gençlerin nerede kalacağı ve ne işle ilgileneceği konusunda kararlar almaya çalışacaktır.
50
Ses getiren görevlerinden sonra Bolu’ya öğretmen olarak atanmış; fakat gericilerin baskısıyla burada fazla barınamayacaklarını anlamışlardır. Bolu’dayken Fransız İhtilali, Kautsky ve Sovyetler konusunda bilgi edindikleri 51
Ziya Hilmi’nin de etkisiyle Moskova’ya gitmeye karar vermişlerdir. Moskova’da Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne yazılan iki şair burada sosyalizm konusunda bilgi sahibi olmuştur. Özellikle Nazım Hikmet, burada kaldığı dönem boyunca yazarları okumuş ve kendisine serbest ve özgün bir şiir tarzı çıkartmıştır. Üniversite bittikten sonra yine gizlice ülkesine dönen Nazım, Aydınlık dergisinde çalışmaya başlamıştır. Bundan sonra birçok kez hakkında dava açılmış, hükümler giymiştir.1928 yılında ilk şiir kitabı olan “Güneş İçenlerin Türküsü” yine kendi ülkesinde değil, Bakü’de basılmıştır. Üstadın bundan sonraki tüm hayatı, öyle ya da böyle hapishanelerde geçmiştir. Yazdıklarını yayımlayamamış ve sürekli hükümler giymiştir. Sanat hayatına açlık grevi bile sığdıran şair, hakkını yine de alamamış ve öldükten sonra bile şiirleriyle “vatan haini”(!) olmaya devam etmiştir.3 Haziran 1963’te Moskova’da geçirdiği bir kalp krizi sebebiyle ölmüş ve yazarlar birliğinin kararı ile Novodeviçiy Mezarlığına gömülmüştür.
Davaları
1925 Ankara İstiklal Mahkemesi Davası 1927-1928 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1928 Rize Ağır Ceza Mahkemesi Davası 1928 Ankara Ağır Ceza Mahkemesi Davası 1931 İstanbul İkinci Asliye Ceza Mahkemesi Davası 1933 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası 52
1933 İstanbul Üçüncü Asliye Ceza Mahkemesi Davası 1933-1934 Bursa Ağır Ceza Mahkemesi Davası 1936-1937 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası 1938 Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası 1938 Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası
Bazı eserleri
Memleketimden İnsan Manzaraları Kafatası Unutulan Adam Taranta Babu'ya Mektuplar Ferhad ile Şirin Kurtuluş Savaşı Destanı Kız Çocuğu Tahir ile Zühre Şeyh Bedrettin Destanı Sevdalı Bulut, (Tiyatro oyunu)
Şiir kitapları
835 Satır, (1929) Jokond ile Si-Ya-u, (1929) Varan 3, (1930) 1 + 1 = 1, (1930) Sesini Kaybeden Şehir, (1931) Benerci Kendini Niçin Öldürdü, (1931) Gece Gelen Telgraf, (1932) Taranta Babu'ya Mektuplar, (1935) Portreler, (1935) Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı (1936) Saat 21-22 Şiirleri, (1965) Kurtuluş Savaşı Destanı, (1965) Şu 1941 yılında (Memleketimden İnsan Manzaraları'nın 3. kitabı), (1965) Dört Hapishaneden, (1966) Rubailer, (1966) Memleketimden İnsan Manzaraları (İlk bölüm), (1966) Memleketimden İnsan Manzaraları, (1966-1967) Kuvayi Milliye, (1968)
53
Oyunları
Kafatası (1932) Bir Ölü Evi (veya Merhumun Hanesi) (1932) Unutulan Adam (1935) Ferhat ile Şirin (1965) Sabahat (1965) İnek (1965) Ocak Başında / Yolcu (iki oyun birarada), (1966) Yusuf ile Menofis (1967)
Romanları
Kan Konuşmaz, (1965) Yeşil Elmalar (yedi yazardan derleme), (1965) Yaşamak Güzel Bir şey Be Kardeşim, (1967)
Fıkraları
İt Ürür, Kervan Yürür (Orhan Selim adıyla gazetelerde yazdığı yazılar), (1965)
Masal kitabı
Sevdalı Bulut, (1968)
54
VATAN HAİNİ "Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet. Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla, bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un 66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira. "Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim. Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, 55
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim. Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla : Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. KUVÂYİ MİLLİYE - BAŞLANGIÇ - ONLAR Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır. Onlar ki uyup hainin iğvâsına sancaklarını elden yere düşürürler ve düşmanı meydanda koyup kaçarlar evlerine ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler ve yeşil bir ağaç gibi gülen ve merasimsiz ağlayan ve ana avrat küfreden ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır. Demir, kömür ve şeker ve kırmızı bakır 56
ve ve ve ve
mensucat sevda ve zulüm ve hayat bilcümle sanayi kollarının gökyüzü ve sahra ve mavi okyanus ve kederli nehir yollarının, sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı bir şafak vakti değişmiş olur, bir şafak vakti karanlığın kenarından onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman. En bilgin aynalara en renkli şekilleri aksettiren onlardır. Asırda onlar yendi, onlar yenildi. Çok sözler edildi onlara dair ve onlar için : zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur, denildi. JAPON BALIKÇISI Denizde bir bulutun öldürdüğü Japon balıkçısı genç bir adamdı. Dostlarından dinledim bu türküyü Pasifik'te sapsarı bir akşamdı. Balık tuttuk yiyen ölür. Elimize değen ölür. Bu gemi bir kara tabut, lumbarından giren ölür. Balık tuttuk yiyen ölür, birden değil, ağır ağır, etleri çürür, dağılır. Balık tuttuk yiyen ölür. Elimize değen ölür. Tuzla, güneşle yıkanan 57
bu vefalı, bu çalışkan elimize değen ölür. Birden değil, ağır ağır, etleri çürür, dağılır. Elimize değen ölür... Badem gözlüm, beni unut. Bu gemi bir kara tabut, lumbarından giren ölür. Üstümüzden geçti bulut. Badem gözlüm beni unut. Boynuma sarılma, gülüm, benden sana geçer ölüm. Badem gözlüm beni unut. Bu gemi bir kara tabut. Badem gözlüm beni unut. Çürük yumurtadan çürük, benden yapacağın çocuk. Bu gemi bir kara tabut. Bu deniz bir ölü deniz. İnsanlar ey, nerdesiniz? Nerdesiniz? (1956) GÜNEŞİ İÇENLERİN TÜRKÜSÜ Bu bir türkü:toprak çanaklarda güneşi içenlerin türküsü! Bu bir örgü:alev bir saç örgüsü! kıvranıyor; kanlı; kızıl bir meş'ale gibi yanıyor esmer alınlarında bakır ayakları çıplak kahramanların! Ben de gördüm o kahramanları, 58
ben de sardım o örgüyü, ben de onlarla güneşe giden köprüden geçtim! Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi. Ben de söyledim o türküyü! Yüreğimiz topraktan aldı hızını; altın yeleli aslanların ağzını yırtarak gerindik! Sıçradık; şimşekli rüzgâra bindik!. Kayalardan kayalarla kopan kartallar çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını. Alev bilekli süvariler kamçılıyor şaha kalkan atlarını! Akın var güneşe akın! Güneşi zaptedeceğiz güneşin zaptı yakın! Düşmesin bizimle yola: evinde ağlayanların göz yaşlarını boynunda ağır bir zincir gibi taşıyanlar! Bıraksın peşimizi kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar! İşte: şu güneşten düşen 59
ateşte milyonlarla kırmızı yürek yanıyor! Sen de çıkar göğsünün kafesinden yüreğini; şu güneşten düşen ateşe fırlat; yüreğini yüreklerimizin yanına at! Akın var güneşe akın! Güneşi zaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın! Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk! Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız, toprak kokuyor bakır sakallarımız! Neş'emiz sıcak! kan kadar sıcak, delikanlıların rüyalarında yanan o «an» kadar sıcak! Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak, ölülerimizin başlarına basarak yükseliyoruz güneşe doğru! Ölenler döğüşerek öldüler; güneşe gömüldüler. Vaktimiz yok onların matemini tutmaya! Akın var güneşe akın! Güneşi zaaaptedeceğiz 60
güneşin zaptı yakın! Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor! Kalın tuğla bacalar kıvranarak
ötüyor! Haykırdı en önde giden, emreden! Bu ses! Bu sesin kuvveti, bu kuvvet yaralı aç kurtların gözlerine perde vuran, onları oldukları yerde durduran kuvvet! Emret ki ölelim emret! Güneşi içiyoruz sesinde! Coşuyoruz, coşuyor!.. Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor! Akın var güneşe akın! Güneşi zaaaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın!
Toprak bakır gök bakır. Haykır güneşi içenlerin türküsünü, Hay-kır Haykıralım!
1924 61
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
62