Azizm Sanat E-Dergi Haziran 2010

Page 1

Azizm Sanat E-Dergi Haziran 2010 Sayı 32 Söyleşi: Giovanni Scognamillo Dreyer Visconti

1


Editörden İnsanın kendisini işlevsiz/işe yaramaz hissetmesi kadar kötü bir durum var mı acaba? Bir ülkede sanatı besleyen o ülkenin topraklarında ve insanlarının zihinlerinde olup bitenlerdir denilebilir. Peki, bir ülkede bazı bakanlar ortaya çıkıp hayatlarını kaybeden emekçilerimiz için “güzel öldüler” derse, yıllar önce 7 genci sırf “işçi partili” oldukları için hunharca katleden cisimler aramızda dolaşmaya başlarsa, bir başbakan, oğlunun düğününe cinsel olarak aç(!) olduğunu 7den 77ye tüm kadınlara göstermekle övünen İtalyan meslektaşını şahit olarak çağırdığı halde muhalefet liderine “ahlak”tan söz ederse o ülkede sanat nereden beslenir? Bir ülkede durmaksızın şehit haberleri gelmeye devam ederse, ülke içi “barış” milliyetçi kutuplaşmayla beraber “ayrış”maya dönüşürse hangi üslupta sanat ortaya konmalıdır? “Eğitim şart” diye diye dershanelerin sayısının liseleri aştığı bir ülkede sanat hangi zihinlerde yeşerebilir? Yardımsever(!) yobazlara karşı cephenin yobazları saldırdığında kaybedenin insanlık kazananınsa her iki cephenin yobazları olduğu bir dünyada sanatın etkisi, derinliği hatta gerekliliği sorgulanmaya başlanabilir… Sanat örgütü olarak yola çıkan Azizm’de bizler, kimi zaman “fazla politik” olmakla eleştiriliyoruz haklı olarak; ancak değerli dostlar, böyle bir dünyada politik düşüncesi olmayan bir sanat ne kadar sanat olabilir? Elbette, kılıçların oğullarını peşinen “umut” olarak görenlerdenseniz sorun yok, ancak biz, bir süre daha beklemek gerektiğini düşünüyoruz. Örgütümüzün varlık nedenini tekrar sorgulamamıza sebebiyet veren boğucu ülke/dünya gündeminde belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz eylemin, “gülme”nin peşinden giden başyazımızla birlikte bu ay, sinemamızın “sanat” olarak algılanmasında büyük pay sahibi ve sinema yazarlığı konusunda ülkemizin belki de en önemli aydını olan Giovanni Scognamillo’yla yaptığımız keyifli ve bir o kadar da öğretici söyleşiye davet ediyoruz sizleri. Kuramsal olarak günümüz entelektüel düşün dünyasının önünde ilerleyen ve hala tam olarak algılayamamakla birlikte içinde bulunduğumuz sistemin tıkanıklığını en gerçekçi tahlillerle ortaya koyan Fransız düşünür Jean Baudrillard’ı ölümünün 3. Yılında, 40 yıl önce ortaya koyduğu “tüketim toplumu” olgusu üzerine bir hikâyeyle anıyoruz. Sinema yazılarımızdaysa yedinci sanatın tarihine yolculuk yaptığımız bu ay İtalyan ve dünya sinemasının en büyük yaratıcılarından, büyük 2


yönetmen Luchino Visconti hakkında yazı dizimizin ilk çalışmasını yayınlıyoruz. Ayrıca sinema tarihinde sessiz dönemin en önemli başyapıtlarından Jeanne D’arc’ın Tutkusu üzerine sinematografik bir inceleme de bu ay sayfalarımızda. Başkaldırısını ve mücadelesini sanatla ortaya koymaya devam edecek olan Azizm Sanat Örgütü’nde, sanatla kalın dostlar…

Azizm’in Notu: Örgütümüzün kısa metraj çalışmalarından 2008 yapımı Tutunuş’u ve 2009 yapımı Kuşaklar’ı, üçüncü kuruluş yıldönümümüzde açtığımız Azizm Vimeo http://www.vimeo.com/videos/search:azizm adresinden izleyebilirsiniz. Ayrıca temmuz ayı çalışmalarımız için dilediğiniz konuda inceleme, deneme, eleştiri, şiir, öykü, fotoğraf, karikatür, resim ve videoyu 4 Temmuz 2010 tarihine kadar editörümüze iletebilirsiniz değerli dostlar.

www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

Ön Kapak: Jeanne D’Arc’ın Tutkusu (1928) – Carl Theodor Dreyer Arka Kapak: Yer Sarsılıyor (1948) – Luchino Visconti 3


İçindekiler “Jeanne D’Arc’ın Tutkusu” Üzerine Sinemasal Bir İnceleme – Ayla Yıldırım

s.5

Luchino Visconti ve Yeni Gerçekçilik – Onur Keşaplı

s.11

Gülmek (1) – Selin Süar

s.20

Giovanni Scognamillo ile Söyleşi – Ender Eliya Kohen

s.31

Bir “Tüketim Toplumu” Hikâyesi – Ümit Hüseyin Girgin

s.37

Unutursun (şiir) – Abdullah Rıdvan Can

s.48

Şimdi Neredesin Sevgili Dostum? – Melih Öncel

s.50

İsrail Türkiye Çatışması – Selin Süar

s.53

Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! – Mustafa Balbay

s.57

4


“Jeanne D’Arc’ın Tutkusu” Üzerine Sinemasal Bir İnceleme Ayla Yıldırım

Jeanne D’Arc Carl Theodor Dreyer'ın yönetiminde sinema tarihinde çığır açan, yakın plan kavramını baştan yaratan, unutulmaz sessiz film başyapıtı. Jeanne (Maria Falconetti) İngilizler tarafından esir alınıyor ve yargılanıyor. Tanrı'yla konuştuğunu söyleyen ve kilisenin baskısına karşı duran Jeanne D'Arc'ın tüm yaşamını değil, sadece yargılanıp yakılmasını anlatan filmde, başrol oyuncusu 5


Maria Falconetti'nin oyunculuğu, bugün "sinema tarihinin kaydedilmiş en iyi oyunculuk performansı" olarak kabul ediliyor. Falconetti'nin, ikinci sinema deneyimi olan, 1928 yapımı "The Passion of Joan of Arc"dan sonra bir daha asla film çevirmemiştir.

Sinemanın ilk yıllarında, çekilmiş bir film olmasına rağmen, o dönemin sinema şartlarını zorlayarak, günümüz sinema kurallarının temelleri atılmıştır. Filmin ilk karesinde, dönemine göre zor olan ve filmin devam sahnelerinde de göreceğimiz üzere önemli kamera hareketleri yapılmıştır. İlk sahnede kamera soldan sağa çevrinme yaparak, çevreyi genel bir şekilde izleyiciye tanıtmaya çalışır. Kameranın önünden geçen insanları görürüz. Kamera çevrinme hareketini 6


tamamladığı anda asıl olayın başlayacağı noktaya geliriz. Işık, günün koşullarına göre kullanılmaya çalışılmış ama çerçeve içine üstten ve alttan giren karartılarda gözden kaçmaz. Kostüm ve aksesuar seçimi konusunda profesyonel davranılmış, uygun kostüm ve aksesuarlar kullanılmıştır. Ayrıca filmde sürekli çerçeveye girip-çıkan insanlar görünmektedir. Film, dönemine göre kamera kullanımı açısından, son derece profesyonel ve yaratıcı bir tarafa sahiptir. Kamera hareketleri açısından ele alırsak: titremelerin çok az olduğu ileri-geri kaydırmalar, sağa-sola kaydırmalar ustalıkla kullanılmıştır. Bunun yanı sıra zoomlar, özellikle çevrinmeler etkileyici ve çarpıcı bir şekilde kullanılmıştır. Özellikle bazı sahnelerde gösterilmek istenen ve o sırada çerçevenin dışında olan nesnelerin hızlı yukarı çevrinme hareketleriyle yakalanması başarmıştır. Bu o dönem için başarılması çok zor olan bir durumdur. Çünkü o dönemde görüntü yönetmenleri, günümüzdeki gibi filmi oluştururken yapılan çerçeveyi görerek kayda alamıyorlardı. Ve bu filmde de görüntü yönetmeni ne çektiğini bilmeden yalnızca deneyimleri ve tahminleriyle yola çıkarak çerçevelerini yapmaya çalışmış ve bunu ustalıkla başarmıştır.

7


Yönetmen çekim ölçeklerinin kullanımında ise genellikle yakın çekimlere başvurmuş ve oyuncuların da etkileyici performanslarıyla bu yakın çekimler anlamına kavuşmuştur. Yine dönemin sinema şartlarına bağlı olarak görüntü yönetmeninin bu çekimleri gerçekleştirirken, deneyim ve tahminlerine güvenmesi onu yanıltmamıştır. Çünkü ne çektiğini görmeden yapılmış olan bu filmde çerçeveler, yakın çekimlere rağmen son derece düzgün oluşturulmuştur. Yakın çekimlerle, karakterlerin ruhsal ve duygusal durumları oyuncuların da başarısıyla en iyi şekilde verilmiştir. Özellikle Jeanne karakterinin, yakın çekimleri çok fazla ve izleyiciyi rahatsız edecek derecede kullanılarak, Jeanne’nin ruhsal durumu ve çektiği ızdırap çarpıcı bir şekilde verilmiştir. Genel çekimlerle de izleyiciye ortam ve çevre tanıtılmıştır.

8


Filmde özellikle alt ve üst açılar sıkça kullanılmış ve dramatik etkinin gücü arttırılmaya çalışılmıştır. Sorgulamanın ilk sahnelerin Jeanne karakterini ilk önce alt açıdan görüyoruz, ama daha sonra bu alt açılar yerini gittikçe üst açıya bırakıyor. İlk önceleri yargıçlara karşı kendini savunabilirken, daha sonraları güçsüzleşip, sorularına karşılık veremiyor ve suçlu duruma düşüyor. Üst açılar, Jeanne karakterinin, çaresizliğini, güçsüzlüğünü, yargıçlar karşısındaki ezik halini etki açısından arttırmak için kullanılmıştır. Alt açılar ise daha çok yargıçlar için kullanılmış ve onların güçlü, üstün olduğu olgularını destekler bir şekilde kullanılmıştır. Filmin geneline baktığımızda alt ve üst açılar gayet yerinde etkiyi artacak şekilde kullanılmıştır. Ayrıca yönetmen bu açıları kullanarak nesnellikten uzaklaşıp, dramatik etkiyi arttırmıştır. Ayrıca bu filmde sinema tarihinin en etkileyici sahnelerinden biri çekilmiştir. Bu ise iç içe geçmiş 3 insanın oluşturdukları piramit şeklidir. Tıpkı bir resim gibidir. 9


Sessiz bir filmde araya giren tanıtıcı yazılarla olayları daha derinlemesine takip edebilme olanağına sahip olabiliyoruz. Ama yine de bu tanıtıcı yazılar ya da diyaloglar ile ilgili açıklamalar olmasaydı yine de görüntülerle ve filmin gidişatıyla da olayları anlayabileceğimiz son derece etkileyici bir film.

10


Luchino Visconti ve Yeni Gerçekçilik Onur Keşaplı Yaşamı İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının en büyük yönetmenlerinden Luchino Visconti, 2 Kasım 1906’da Milano’da soyluluk ve sermaye gücünün birleştiği bir ailede açar gözlerini dünyaya. Aristokrasi ve burjuvazinin birleşimi olan tutucu bir aile ortamında güzel sanatlar eğitimiyle geçirir çocukluğunu. İlk gençlik yıllarından itibaren edebiyatın ağır bastığı bir sanat ortamında bulunan Visconti, bu yılları huzursuz ve amaçsız geçirdiğini söylemiştir. Evde yaşanan gerilimlerden oldukça bunalan efsane yönetmen, 18 yaşına bastığında Cenova’daki süvari okuluna gönderildi. Visconti’nin atlara olan tutkusu da burada başlamıştır. Okul ve askerlik sonrasında soylu bir Kont olan babasının çiftliklerinden birine giderek birkaç yıl at yetiştiriciliği yaptı.

11


30larına doğru Paris’e gittiğinde “Une Paris de Compagne” için ünlü yönetmen Jean Renoir’ın yanında üçüncü yönetmen yardımcısı olarak çalışmaya başlar ve gelecekte unutulmaz yapıtlara uzanacak sinema kariyeri ve tutkusu başlamış olur. Filmin kostüm tasarımlarını yapan Visconti, 1937’de Hollywood’a gitti ama hayal kırıklığına uğramış olarak Milano’ya geri döndü. Burada Teatro Manzoni’de sergilenen iki oyuna dekor hazırladı. Sanat yönetmenliği bağlamında kendini geliştiren Visconti 1939’da Renoir ve Karl Koch ile birlikte La Tosca adlı filmin senaryosunu yazdı. Visconti, Mussolini’nin faşist yönetimi sırasında sansür kurumuyla defalarca karşı karşıya geldi. Tümüyle kendisine ait olan ilk özgün senaryo sansür kurumu tarafından reddedildi. Daha sonra Roma’da çıkan Cinema dergisinin yazar ve editörleriyle iletişime geçen yönetmen, Alicata, De Santis ve Puccini ile beraber Amerikalı yazar James M. Cain’in romanından esinlenerek senaryo 12


yazdı. Daha sonra sıklıkla yapacağı uyarlamalardan ilki olan bu filmin çekimleri 1942’de yapıldı. Ossessione adlı bu yapıt kısa bir süre sinemalarda gösterildikten sonra sansür kurulu tarafından reddedildi. Filmin aslını ve kopyalarını yok eden kurulun hışmından bir kopyayı kurtarmayı başarır Visconti. Faşist yönetimin yıkılışından sonra 1947-48 yıllarında Visconti La Terra Trema’yı çeker. En iyi filmlerini de çekeceği Sicilya’da çektiği ilk yapıt olan bu film, yönetmenin ikinci filmidir ve 1948 yılında Venedik Film Festivali’nde En İyi Film ödülünü alır. Ancak filmin mali açıdan getirisi çok az olduğundan Visconti üçüncü filmini çekmek için üç yıl beklemek zorunda kalır.

1951 ve 1953 yıllarında başrolünü Anna Magnani’nin oynadığı sırsıyla iki film çeker. Bunlar Bellisima ve Siamo Donne’dir. 1953-1964 arası en verimli dönemini geçiren yönetmen Senso, Le Notti Bianche, Rocco ve Kardeşleri, Lavoro, Leopar ve Vaghe Stelle Dell’orsa filmlerini çeker. Bu yapıtların her biri Venedik ya da Cannes film festivallerinde ödüller kazanır. Bu büyük sinema başarısının yanında tiyatrodan da kopmayan yönetmen Paris’te, Fahişe Olması Ne Yazık ve Salıncakta İki Kişi adlı oyunları sahneler ve büyük ses getirir. 13


Visconti 1969–1972 yılları arasında çektiği Alman Sorunları Üçlemesi ile ününü ve sinema sanatı üzerindeki tartışmasız gücünü sağlamlaştırır. Birçoğuna göre en başarılı filmi Venedik’te Ölüm, bu üçlemenin ikincisidir. 1974’te Gruppo Di Famiglia In Un Interno’yu çeken yönetmen, son olarak bir başka uyarlama olan L’Innocente adlı filmin kaba kurgusu tamamlanırken Roma’da, 17 Mart 1976’da hayata gözlerini yumar. Avrupa’yı

sarsan

İtalyan

Yeni

Gerçekçilik

akımının

en

önemli

yönetmenlerinden olduğunu yukarıda da belirttiğimiz Visconti sinema tutkusunu kazandığı Paris’te yeni bir dünya görüşüne de sahip olmuştur. Kendi deyimiyle “partili komünistler” le arkadaşlık eden yönetmen hayatı boyunca yaşam süzgecinden geçirdiği sol düşünce yapısına bağlı kalır. Sosyal gerçekliğe ve toplumsal sorunlara değindiği sinemasında bu dünya görüşünün izlerini fazlasıyla görürüz. Visconti için senaryonun kaynağı tarihsel, güncel ya da uyarlama olsun yaklaşımında değişim olmaz çünkü O’nun için önemli olan toplumsal ilişkilerin çözümlenmesi ve olduğu gibi yansıtılmasıdır. Efsane yönetmenin yapıtları insanın iç dünyasını, mutluluğa duyulan özlemi, cesareti yansıtır. Çözümleme-eleştiri, şiirsellik-dram onun sanatının belki de en etkin öğeleridir. O’nun filmlerinde yenilgiye uğramış insanın karşısına toplumsal bilinçlenme sürecine girmiş insan çıkar, ya da bireyin iç dünyasında bilinçlenmenin izi sürülür. Yeni Gerçeklilik Yönetmenin sinema hayatına bir başka usta Renoir’ın yanında başladığını belirttikten sonra adıyla birlikte anılan Yeni Gerçekçilik akımından biraz bahsetmeliyiz. Faşizm diktasını ve İkinci Dünya Savaşı vahşetini yaşayan İtalya’da 40’lı yılların sonlarına doğru doğan bu akım özellikle Mussolini 14


döneminin propaganda filmlerinin gösterdiği yapay dünyaya inat gerçekleri beyazperdeye aktarmıştır. Faşist yönetimin filmlerinde kutsallaştırılan aile ve onun zengin burjuva hayatı mükemmel İtalyan yaşamı olarak sunulurdu. Bu filmlerde sıklıkla yer alan ve bu düzenin “temizliğini-güzelliğini” simgeleyen beyaz telefonlardan ötürü bu dönem filmlerine aynı zamanda “beyaz telefon filmleri” denmektedir. İşte tüm bu propaganda yapaylığına karşı ortaya çıkan Yeni Gerçekçilikte sanatçılar ve kameralarını stüdyoların dışına taşıyan yönetmenler profesyonel olmayan oyuncularla belgesel tadına yakın filmler çekmeye başlamışlardır. Güneş ışığıyla yetinilen bu yapıtlarda savaşın yarattığı yıkımı, acıları ve ekonomik zorlukları tüm yalınlığıyla sinemaya aktaran Yeni Gerçekçiler, özellikle 1950’lerde Avrupa’nın en çok ses getiren akımı olmuşlardır. Bu akımın öncü filmlerinden olan Tutku’nun yönetmeni olan Luchino Visconti, De Sica, Blasetti ve Rosselini gibi üstatlarla birlikte akımın en önemli filmlerine imza atmışlardır. Gerçekdışı şekilde mükemmelleştirilen İtalyan yaşamına karşı yoksulları, evsizleri, fahişeleri işleyen bu yönetmenler kentlerdeki işsizlik, kırsal kesimdeki bağnazlık ve çaresizliği de ustaca yansıtmışlardır beyazperdeye. Visconti kent olarak doğduğu kent olan Milano’yu kırsal kesim olarak da “toprağın insanları”nın yaşadığı Sicilya’yı işlemiştir sıklıkla. Genel olarak akımın sinemasal yapısına bakacak olursak özel efektsiz kurguları, doğal oyuncuları, diyalogların basitliğini ve belgeseli andıran yapısını görürüz. Visconti’yi öncülerinden sayıldığı bu akımın da ötesine taşıyan farklılıklar ise uyarlamalara sık sık başvurması, tiyatro opera gibi diğer sanatlarla yakın temas halinde olması, oyunculara ve oyuncu yönetimine önem vermesidir. Yönetmen özellikle son dönem yapıtlarında akımdan görsellik bağlamında uzaklaşmıştır. Ancak işlediği konular ve ele alış biçimleriyle akımın devamını da sağlamıştır. 15


Filmlerinden Kısa Kısa Ossesione yani Tutku, Yeni Gerçekçi Akımın ilk yapıtıdır. 1943 yılında çekilen filmde Visconti, James Cain’in ünlü romanı Postacı Kapıyı İki Kez Çalar’ın oldukça serbest bir uyarlamasını yapmıştır. Bu konuyu O’na öneren ustası Renoir’dır. Yoksulluğun kol gezdiği ortamda evlilik dışı bir ilişkiye odaklanan Visconti, resmi ideolojiye ve onun yarattığı kutsal aileye karşı çıkmaktadır. Bu filmiyle başı sansür kuruluyla derde girer ve gösterimi yasaklanır. Ancak film sinema tarihinin klasikleri arasına girer. Tabi burada Visconti’nin kusursuz oyuncu yönetiminin de etkisi büyüktür.

Tutku 1948 yılında çektiği Yer Sarsılıyor halen Yeni Gerçekçi Akımın en güçlü filmi olarak adlandırılmaktadır. Kamerasını Sicilya’ya çeviren efsane yönetmen, 16


Giovanni Verga’nın Malavoglia Ailesi’nin çöküşünü vererek burjuvaziyi eleştirdiği ünlü romanını üç bölüm olarak sinemaya uyarlamayı tasarlıyordu. İlk bölüm balığa çıkan emekçilerin toptancı balık tüccarlarına baş kaldırışını, ikinci bölüm emekçilerin bir araya gelerek bir maden ocağını işletmelerini, son bölüm ise köylüleri ele alacaktır. Bu üç bölüm şahlanan Sicilyalı emekçilerin yeri göğü sarsmalarını belgeleyecektir. Ancak Visconti bunu gerçekleştiremez. Yer Sarsılıyor ilk bölüm olarak kalmıştır. Hiçbir profesyonel oyuncunun yer almadığı filmde Visconti, gerçek köyle ve balıkçıları oynatmıştır. Marksist bir yaklaşımla yorumlarken estetik kaygıları öne çıkararak aynı zamanda Yeni Gerçekçiliğin temel niteliklerinden biraz uzaklaşmıştır. Sicilyalı balıkçıların tüccarlara karşı direnişini etkili bir şekilde işleyen filmin değeri 10 yıl sonra anlaşılmıştır.

17


Yer Sarsılıyor Rus Edebiyatının büyük ismi Dostoyevski’nin kısa bir öyküsünü uyarlayan Visconti 1957 yılında Beyaz Geceler adlı bir diğer ödüllü filmini çeker. Ay ışığında bir gecede bir kadın ve bir erkeğin bir köprünün başında karşılaşmasıyla olay başlar. Kadın gönlünü kaptırdığı gizemli bir yabancıyı beklemektedir. Ama yinede erkekle kadın üst üste üç gece buluşurlar. Birbirlerine ilgi duymaya başlamışlardır. Beklenen yabancı geldiğinde kadın kendisini onun kollarına atar. 18


Visconti yarattığı yapay ortamda canlandırdıkları kişilerin iç dünyalarını olağanüstü bir ustalıkla beyazperdeye yansıtmıştır. Bir kadınla bir erkeğin puslu görüntüler eşliğinde nemli kent sokaklarının oluşturduğu labirentin dışına çıkabilme çabalarını Visconti estetik kaygıları öne taşıyarak işler. Bireyin iç dünyasına ağırlıklı yönelmeye başladığı filmlerdendir Beyaz Geceler. Varoluşçu edebiyatın önemli ismi Albert Camus’nun başyapıtı Yabancı’nın uyarlamasını neredeyse sayfa sayfa işleyerek filme çekmiştir Visconti 1967 yılında. Roman, Cezayir’de küçük bir Fransız memurun deniz kıyısında sebepsiz yere bir Arap’ı öldürmesinin ve yargılanmasının öyküsüdür. Camus toplumsal kurallara yabancılaşmış kahramanı işlediği cinayeti olay sanki kendisine yabancıymış gibi nesnel bir biçimde anlatır. Visconti ise olayı Cezayir Kurtuluş Savaşı yıllarına taşıyarak cinayetle Fransız-Cezayir çatışması arasında bağlantı kurarak Yabancı’yı savaşın habercisi kılmayı dener. Bu ciddi değişikliğin yapılmasına izin vermeyen Camus’un eşi, Visconti’nin şiddeti işleyiş planını altüst eder. Belki de bu sebeple Yabancı, Luchino Visconti’nin üstünde en az durulan filmidir. Kısa kısa ele aldığımız filmlerinden sonra önümüzdeki aylarda sırasıyla yönetmenin üç başyapıtı olarak nitelendirebileceğimiz Rocco ve Kardeşleri, Leopar ve Venedik’te Ölüm’ü sinematografik açıdan ele alacağız değerli dostlar.

19


Gülmek (1) Selin Süar Gülme ve ağlama tepkileri insanlığın başlangıcından beri ‘insana özgü’ doğal bir itki olarak varlığını korur. Bir bebek, daha doğumundan itibaren fizyolojik ihtiyaçlarını belli etmek için ağlar, ancak belli belirsiz gülme işaretleri ikinci haftadan sonra bebekte görülmeye başlanır. Bebek, gülüşüyle beraber sevgisini belli edebileceği gibi, büyüklerinin yaptığı şaklabanlıklara cevap olarak da gülümsemeyle karşılık verebilir. Öyleyse, insanoğlu çevreyi anlamlandırmaya, çevresinde var olana alışmaya ve anormallikleri fark etmeye başladığı andan itibaren gülmeye başlar. Yapılan bilimsel araştırmalar bir çocuğun haftada ortalama 400 kez, bir yetişkinin ise 15 kez güldüğünü ortaya çıkarmıştır. Yapılan testlerde gülme öncesi ve gülme sonrası beyin aktivitesi ve vücut fonksiyonları incelendiğinde, kahkahayla ve içten gülen kişide hastalıklara olan bağışıklık düzeyinin arttığı, gülme öncesi daha gergin olan kişinin gülme sonrası daha rahat ve sakin olduğu, gülme öncesi normal düzeyde saptanan ağrı algısının gülme sonrası ağrı algısında düşme olduğu kayıtlara geçirilmiştir. Basit bir olgu veya doğal bir itki gibi görünse de sakinleştirici ilaç kullanımı sonrası ortaya çıkan bazı fonksiyonlarla aynı doğrultuda ilerleyen gülme eyleminin, insanın ruh sağlığını koruduğu ispatlanmıştır. Buradan anlaşılacağı üzere gülmek, aslında ağlamak gibi doğal karşılanacak bir itki değil, aksine mantıkla beraber işleyen ve öğrenebilen bir olgudur. İş yaşamı stresinden doğan ve uzun çalışma saatlerinin insanda bıraktığı yorucu etkiden dolayı gülmeyi yeniden öğretebilmek amacıyla Amerika’da gülme kursları verilmekte ve depresyon tedavisi uygulanan hastalara bazı komik görüntüler ve gülen insanlar gösterilerek gülmeyle tedavi uygulanmaktadır. Gülmenin bir de böyle bir yanı vardır; gülmek bulaşıcıdır. 20


‘Gülme’ üzerine ilk çalışmalar Antik çağda Yunan filozofları tarafından ele alınmış, Yunan tragedyasına ek olarak Komedya ortaya çıkmıştır. Her ne kadar ilk etapta komedi ve güldürü küçük görülse ve halk düzeyine indirgense de çağlar geçtikçe güldürünün aslında kıvrak zekânın bir ürünü olduğu ve insanları güldürebilmenin şaklabanlıklar yapmak dışında durağan bir gidişata, ahlaki bir söyleme, baskıcı kurallara bir karşı duruş, bir intikam alma söylemi olduğu görülmüştür. Bergson, “Gülme” adlı eserinde insana özgü olan gülme ve güldürmenin nedenlerini sıralarken mekanik bir katılığın seyrinin bozulmasını; örneğin tüm ciddiyetiyle işinin başında olan kişinin başına gelen bir düşme hikâyesinin, etraftan geçenler tarafından gülerek karşılanacağını söyler. Rastlantısal olan gülmeyi beraberinde getirebileceği gibi, katılığı ve diretmeleri aşan gerginlik ve esneklik ikilisi de gülme yaratabilir. Ancak gülme edimini üç genel neden altında toplayacak olursak bunlar; üstünlük, rahatlama ve zıtlıktır. Normal olanın dışındakine verilen doğal bir tepki olarak başlayan bu süreç sonraki çağlarla birlikte kültürlerin de etkisinde kalmıştır. Üstün olana gülen insanlar, gerek kendi kültürlerinden olana gerekse kendi kültürleriyle dış kültürden olanın yarattığı zıtlığa gülebilirler; bu yüzdendir ki bazen bir toplumun kültürü tanınmadıkça o kültürün içinde yaşayan kişilerin güldüklerine başka toplumdan biri gülmeyebilir. Her nasıl olursa olsun komediyi içeren bir eser, yaşama ve yaşamı şekillendiren insana ait olduğundan; bir karakterin ciddiyeti, sertliği, bir toplumun kuralları ve gereksiz gerginliğiyle uğraşır. Bu yüzden tragedyada yer alan kahramanlar, yemez, içmez, uyumaz. İnsanüstü bir donanımla kuşatılmışlardır, çünkü 21


tragedya yazarları da bilir ki insana özgü olan herhangi bir durumda seyirciyi dürtecek olan şeytan kahramana ağız dolusu gülmeye neden olabilir ve bu yüzden komedyenler her şeyden önce kendi saçmalıklarına kendileri güldükleri için halktan sayılırlar ama işin içinde alay söz konusu olduğundan seyirci, başına olmadık işler gelen komedyenle özdeşleşmez. Antik Yunan tiyatrosundan doğan tragedyanın peşi sıra gelen komedyadan biraz daha bahsetmek gerekirse komedya kelimenin kökenlerinde bulunan Comos ve Oidia kelimelerinden oluştuğunu ve bu kelimelerin de halk, cümbüş ve köy anlamlarıyla halk ezgisi anlamına geldiği bilinmektedir. Aristoteles’in yazmış olduğu Poetika’nın 2. bölümünde “komedya, ortalamadan daha kötüleri, tragedya ise ortalamadan daha iyi olan karakterleri yansıtmak ister.” der. Çünkü önceden de bahsettiğim gibi komedya asıl olarak gülünç olanın özüne, soylu olmayana veya özetle kusurlara dayanır. Dram sanatının iki önemli öğesi olan tragedya ve komedya, birbirinin zıttı gibi görünse de aslında güleriz acınacak halimize dermişçesine tragedya kolu, soylulara ait olan dramı yansıtmış, komedya ise halkın dramını ortaya koymuştur. Trajedide büyük bir gerginlik varsa da komedyada yer alan merak öğesi, seyircinin ilgisini ayakta tutmaya yardımcı olmuş ve komedyanın merakla beraber gelişen sürükleyicilik çerçevesinde öğreticilik yanı ağır basmıştır. “Komedyanın temel özellikleri: 1- Komedyanın gelişim çizgisindeki gerilim yumuşaktır. 2- Bunun için de seyirciyi heyecanlandırmaktan çok meraklandırır. 3- Genellikle ön planda olaylar ve durumlar olduğundan, yani vurgu, kişilerden çok olaylar üzerinde bulunduğundan seyirci, komedya kişilerini

22


genel bir bakış içinde değerlendirir. Ancak Moliere’in yapıtlarında görüldüğü gibi kişilerin ön planda olduğu komedyalar da vardır. 4- Tragedyada

seyirci,

kahramanın

bazı

yönlerini

kendisininkiyle

karşılaştırırken, komedide başkasınınkiyle karşılaştırır. 5- Böylece seyircinin tragedyada heyecanlanmasının nedeni, kahramanı kendisiyle karşılaştırdığı için, komedyada ise merakının nedeni, kahramanı başkasıyla karşılaştırdığından dolayıdır. 6- Öyleyse seyirci, tragedyada daha çok duygusal, derinlemesine bir yönelim içindeyken, komedyada daha çok akılcı ve çizgisel bir yönelim içindedir. 7- Tragedya insanın nasıl yaşadığını gösterirken, komedya insanın nasıl davrandığını gösterir. 8- Bu davranış çoğu kez toplumsal ölçütlere, törelere, göreneklere ve eğilimlere bir tepki olduğundan komedya, içinde bulunduğu çağa ve topluma göre değişir. 9- Bunun için belli bir dönemde gülünç olan şeyler, başka bir dönemde (evrensel zayıflıklar dışında) hiç de gülünç olmayabilir. Buna iyi bir örnek: Shakespeare’in yaşadığı dönemde Venedik Taciri’ndeki Shylock, gülünç bir karakterdi; oysa bugün oldukça trajik bir figür olarak ele alınmaktadır. Öte yanda, bir tragedya karakteri olan Othello, bugün de her açıdan bir tragedya karakteri olarak kalmıştır. 10-

Komedyanın aksiyonu istendiği kadar uzatılıp kısaltılabilir; ancak

bu, konu bütünlüğü bozulmadan yapılmalıdır. Bunun bir nedeni, oyun kişilerinin,

tragedyada

olduğu

kadar

aksiyonla

kaynaşmamış

olmalarıdır.”1 Dram sanatında temellenen komedide de insanla ilgili olan her şeyi sanatsal bir yeniden yaratma süreciyle canlandırma işlevi yatar. Komedya türü de diğer 23


türler gibi gerçekliği olduğu gibi aktarmak yerine, yaşamın kişiler ve olaylar yoluyla yeniden canlandırılması yatmaktadır. Güldürünün tiyatroya yansıyan belli başlı türlerini de biraz aktarmak gerekirse eğer, karşımıza genel olarak yedi tür ortaya çıkar:  Ciddi Komedya, belli bir tezi öne sürerek, oyundaki karakterler ve onların konuşmalarıyla ele aldığı konuyu yorumlar. Ciddi komedyada, oyun yazarının yaşama belli bir bakışı bulunur ve oyunun sonlanması, belli bir söz ile bitmez. Kesin bir yargı ortaya atılmaz. Böylelikle seyirci, kendi düşünceleriyle ve kendi yorumlarıyla oyundan çıkar.  Kahramanlık Komedyası, insanüstü özellikler barındıran karakteri nedeniyle tragedyaya benzerlik taşır, ancak tragedya karakterinden farklı olarak burada kahramanın başına komik durumlar gelmekte ama kahraman bütün bunları espriyle ve seyirciyi kendine güldürmeden atlatır. Espri kabiliyeti ve dünyaya bakış açısında esneklik bulunan Kahramanlık komedyası karakteri, böylelikle gülünç olmakla beraber kendinde hayranlık uyandırır.  Romantik Komedide yine bir kahraman vardır ve olay örgüsünde abartılı hareketler bulunur ancak, Kahramanlık Komedyasında olduğu kadar masallar ve destanlarla yüceltilmiş bir insanüstü varlık burada görülmez. Olaylar gerçek dünyadan alınmıştır ve kahramanın başına gelen serüvenler konu edilir.  Töre ve Karakter Komedyasında, adından da anlaşılacağı gibi birey ve/veya toplum eleştirisi yatar. Komikliği beraberinde getirecek olan öğe, törelerin neden olduğu durumlardan değil, bu törelerle yaşayan kişilerin özelliklerinden ortaya çıkarılır. 24


 İçli Komedya, Töre ve Karakter Komedyasına benzer ancak, daha çocuksu ve esnek bir yapı taşır. İçli Komedyada genellikle birbirine kavuşmaya çalışan bir erkek ve kız vardır. Onların başına gelen olaylar komik veya trajikomik bir düzeyde anlatılır. Mutlu sonla biter.  Dolantı Komedyası, Entrika Komedyası olarak da adlandırılır ve Batı dünyasının en çok geliştirdiği türlerdendir. İlerlemeyi sağlayan öğe, kişilerin kurnazlıklarından ve çevirdiği dolaplardan ileri gelir.(Orta Oyunu, Dolantı Komedyasına çok benzer).  Hafif Komedya’nın konusu sakin ve gündelik yaşantıya dayalı küçük olaylar çerçevesinde geçer. Tek amacı seyirciyi eğlendirmektir.

Komedyanın kendi dinamiklerinin dışında yer alan Fars ise tiplere dayalı, kişilerin yaptıkları abartılı hareketler veya kişilerin hiç olmayacak durumlara atılmasından ileri gelir. Gülünç durumlar, tiplerin gövdesel hareketleri yoluyla sağlanır ama olay örgüsü içinde, üçüncü uzamda gelişen fars, seyircide aksiyonun başarılı olmasından dolayı görsel bir komedi sağlar. Tiyatroda temellenip beyaz perdeye aktarılan komedi, özellikle sessiz sinema döneminde büyük örnekler vermiş, tiyatro geleneğinden miras aldığı kalıpları daha da geliştirerek görüntü düzleminde seyirciye güldürerek düşünme olanağı sunmuştur. Son olarak dünyada komedi veya güldürü, toplumun ve bireylerin kendine bile itiraf edemediği korkuları ve takıntıları onların yüzüne vuran kimi zaman hınzır, haşarı, utanmaz bir çocuk olarak kalmış ama aynı zamanda yine bu yönüyle kavgacı, anarşist, başkaldıran yönünü de ortaya koymuştur. Güldürü türünü izlerken “ne kişiler var bu hayatta, nasıl toplumlar var…” diye kahkahalarla iç geçiren, şükreden insan, işte o an komedinin asıl konusu, okların 25


yöneldiği kişi haline gelir; çünkü kendiyle dalga geçebilen insanın bile yapabileceği tek şey kendine gülmektir. Komedi arzuların ve doğal olanın yanında bulunur, yasa koyucuların değil. Genel duruma arzular neden olduğunda da bir bakarız ki komedi, yasaların ve sınırlayıcıların yanına geçivermiştir. Çünkü komedide başlı başına karşıtlık ve meydan okuma vardır, en ciddi en alışıldık durumdan bile cıva gibi sıyrılır. Komedinin karakterleri ise nezih ve ahlaklı toplum için birer tehdittir. Bu yüzden komedi, kimi zaman yasaklanmış, kimi zaman kaos ortamında insanlar eğlensin diye özellikle serbest bırakılmıştır. Sinemada Komedi ve Sessiz Sinema: İlk güldürü filmi Fransa’da Lumiere Kardeşler’in “Bahçıvanın Sulanışı” adlı ‘gag’iyle ortaya çıkmış (gag: eğlence gösterilerine konu olan beklenmedik gülünç sözler, durumlar: TDK gülüt demeyi kabul ediyor) ve böylece yanlışlıkla/sakarlıkla ıslanma durumunun insanları güldürdüğü fark edilmiştir. Bunun ardından beklenmedik zamanlarda güç durumlara düşüşün acı vermediği görülünce güldürü öğeleri de kolaylıkla bulunabilen bir hale geldiler ve Fransızlar ve İtalyanlar ilk yıllarda güldürü türüyle ilgilendiler. 1920’lerde değişmeye başlayan toplumsal yaşam ve 1. Dünya Savaşı’nın beraberinde getirdiği etkiler Amerikan halkını da etkisi altına aldı. Her ne kadar savaşa girilmemiş olsa da yükselen faşizm (beyaz insan yüceltilişi) ve başka bir tehlike olarak görülen komünizm, diğer yandan sanayileşme ve radyo yayınlarının ilk ticari istasyonunun kurulmasıyla haberin ve farklı yönden görüşlerin insanlara ulaşması, gençlerin kural tanımazlığı ve alkol ile uyuşturucu maddeye bir başkaldırış olarak eğilim göstermeleri, öbür taraftan ailelerin ve yasaların bu gidişata dur demek için yasakçı/baskıcı kampanyaları; toplumsal 26


yaşamın değişen dengeleri arasında yer almaktaydı. Seyirci, verdiği paranın karşılığında günlük hayatın sıkıntılarını üzerinden atabilmek için güldürü filmlerine gitmeye başladı ama seçkin kesim tarafından basit bir eğlence kaynağı olarak görülen sinema, ilerleyen yıllarda hem kendi dilini bulacak hem de toplumsal değişiklikler sonucu güldürü türü, bir kişinin başına gelen komik aksiyonlardan öteye geçecekti. Güldürü filmlerinden hareketle dünya tarihine damgasını vuran Charlie Chaplin üzerinden konuya önümüzdeki ay devam edeceğimiz için, onun hayatında iki önemli çizgi oluşturan Max Linder ve Mack Sennett’ten de biraz bahsetmek gerekir. Sesin henüz sinemaya gelmediği dönemlerde ele alınan güldürü öğeleri mimik ve jestlerin vurgulandığı türden olmasına karşın, güldürüye fikir olgusunu sokan ilk kişi Max Linder olmuştur. Charlie Chaplin’in “hocam” diye adlandırdığı Max Linder, ortaya çıkan güldürü karakterlerinin çeşitli sosyal olaylar ve mesleki konumları içindeki yerlerini izleyiciye göstermiştir. Charlie Chaplin’in de karakter yaratımı esnasında esinlendiği Max Linder, giyimlerinden tutumuna kadar sosyetik bir havaya bürünmüş olan 19 yüzyıl sonu kentlisini anlatan bir karakterdi.

27


Max Linder ve Mack Sennett Mack Sennett ise Amerkia’da, ‘slapstick’lerin yani, harekete ve görselliğe dayanan güldürülerin güzel kadınlar ve erotik çağrışımların yer aldığı görüntülerin yaratıcısı, atası olarak tarihe geçmiştir. Mack Sennett, sinema dilinin, geleneksel kurgunun yaratıcılarından Griffith’in yanında çalışmış ve ondan öğrendikleriyle yola koyulmuştur. Sinemaya, Roscoe Arbuckle (şişko Fatty), Ben Turpin (Şaşı), Chester Conklin (İrikıyım), Buster Keaton (Taş yüz), Harold Lloyd (Akrobat) Harry Langdon ve Charlie Chaplin gibi karakterleri kazandırmıştır. “Sennett’in güldürüleri gerçek yaşama benzemez. Olayları daha hızlı ve insanları şamatacıdır. İzleyiciyi neşelendirmek için mayo giymiş kızlar, polisler, soytarılar, köpekler, kediler, bebekler, otomobiller, hiçbir şeyden haberi 28


olmayan o anda sokaktan geçenler, bazen tüm bir kentin insanları bitmeyen enerjileriyle çılgın kovalamacaların kahramanı olurdu.”2 Sennet’in filmlerinde antik Yunan tiyatrosunun kaba/saba, güldürülü biçimi bulunur. Oyuncuları, işini kaybetmiş bir tiyatrocu, bir opera şarkıcısı, başarısız bir müzikal oyuncusu gibi kişilerden seçerdi ve filmlerinde oluşturduğu zıtlıklar, seyirciyi en çok vuran tuhaflıklardan biridir. Şişmanla zayıfı, uzunla kısayı yan yana koyan Sennett, güldürü ögelerinin temelini belirlerken Buster Keaton, Harold Lloyd, Roscoe Arbuckle, Harry Langdon, Ben Turpin gibi karakterleri var ettiği gibi Chaplin’in de bu şekilde keşfedilmesine neden olmuştur ve ortaya çıkan bütün bu karakterlerle “palyaço” geleneği doğmuştur. Amerikan ve Fransız güldürü sinemasında ‘clown’, yani palyaço geleneğinin kaynağı vodvillerdir. Vodviller, gezici tiyatro topluluklarıdır ve kendilerine tanınan belli bir süre olduğundan sahnede hata payını en aza indirmek, dinamizmi canlı tutmak en önemli kuraldır. Vodvil geleneğinde yetişen ve çeşitli insanlar tanıyan, sınıfları gözlemleyen oyuncular, ileride üstlenecekleri palyaço karakterinin temellerini bu oyunlarda kurmuşlardır. Palyaço’nun görevi büyüktür, beyaz perdede de dinamizmi sürekli tutmak ve büründüğü kıyafetlerle beraber kullandığı mimik ve jestleriyle sergilenenin bir komedi olacağının haberini vermektir. Vodvillerin yerleşik olmaması, ülkeden ülkeye, şehirden şehre gezmeleri, palyaço karakterini de etkilemiştir ancak en önemlisi, değişen dünya düzeninde palyaçoların dünyaya karşı aldıkları tavırdan ileri gelir. Sessiz sinema, yani clown geleneğinin tavan yaptığı zamanlar, daha önce de bahsettiğim gibi dünyada sanayileşme ve savaş nedeniyle değişen değer yargılarının komediyle iğnelenmesi olmuştur. Çünkü insanların gelişen dünyaya

29


ayak uydurması zorlaşmış ve bu da onları komik bir duruma sürüklemeye başlamıştır.

Önümüzdeki ay Charlie Chaplin özelinde gülmeyi ve komediyi araştırmaya devam edeceğiz değerli dostlar… 1- NUTKU, Özdemir, “Dram Sanatı”, Kabalcı Yayınevi, Eylül 2001, 4. Basım, sf:63–64 2- MAKAL, Oğuz, “100 Filmde Başlangıcından Günümüze Güldürü/Komedi Filmleri”, Bilgi Yayınevi, 1. Basım, Mart 1995, sf:23–24

30


Giovanni Scognamillo ile Söyleşi Ender Eliya Kohen 25 Nisan 1929'da Levanten bir ailenin tek çocuğu olarak İstanbul'da dünyaya gelen Giovanni Scognamillo’nun sinemayla tanışması Elhamra Sineması'nın

müdürü olan babası Leone Scognamillo aracılığıyla olmuştur. Sinema yazıları ilk yıllarda yabancı dergi ve gazetelerde çıkmış, 1961 yılında Türkiye’de isimleri popüler olan başarılı gazete ve dergilerde sinema eleştirisi yazıları yazmaya devam etmiştir. Yabancı dile hâkimiyeti nedeniyle televizyon kanalı ve film yapım şirketlerine de danışmanlık yapan Scognamillo, 1965 yılında ilk kitabı olan “1965 Sinema Yıllığı”nı yazdı. Agah Özgüç’le beraber yazdığı bu eseri “Türk Sinemasında Kadın ve Seks” adlı kitabı takip etti. Günümüze dek sinema alanında onlarca eser vermiş olan değerli yazar, bazı Türk filmlerinde oyunculuk görevini de üstlenmiştir. Araştırmaları, çevirileri ve eserleriyle, Scognamillo’nun Türk Sinema tarihinde yeri doldurulamaz bir konumu bulunmaktadır.

Sinemaya nerede ve ne zaman başladınız? Ben bir sinemacı filmci ailesinin içinde doğduğum için çok erken yaşımda, 4 yaşımda ilk filmimi seyrettim. Sinemayla ilgilenmemek ve sinemayı bilmemek bizim ailede mümkün değildi, çünkü sürekli olarak herkes mesleğinden bahsettiği için ve evde, meslekte sinemacılık, filmcilik olduğu için bende o ortamın içinde büyüdüm ve böylece bir sinema meraklısı, sinemasever oldum. Ondan sonra da bir sinema yazarı… Sinema sizin için ne ifade ediyor? 31


Sinema benim için bir yaşam şeklidir... Sinemayla ilgili sayısız kitabınız, çevirileriniz ve köşe yazılarınız bulunuyor. Bir nevi tutkuyla yazıyorsunuz. Sinemasal alandaki yazıya dair tutkunuz nasıl başladı? Ben daha lise öğrencisiyken, kendime bazı hedefler saptamıştım. Bunlardan biri bir sinema tarihçisi olmaktı. Yani, ben sinemada çalışmama rağmen hiçbir zaman bir yönetmen olmayı düşünmedim. Ben bir sinema tarihçisi olmak istedim. Neden diyeceksin? Çünkü bizim ailede demin dediğim nedenlerden dolayı sinemadan çok bahsediliyordu ve eski sinemadan, sessiz sinemadan bahsediliyordu. Bilmediğim bir sinemaydı o ve beni de çok meraklandırıyordu. O açıdan mesela, İtalya’da çıkan ilk yazılarım sinema tarihi yazılarımdır, ama buraya, Türk basınına girdiğim 1961 yılında o tarz yazıları yazacak herhangi bir dergi, bir gazete yoktu. Onun için eleştirmen olarak girdim. Türk sinemasındaki cinselliği nasıl değerlendiriyorsunuz? Türk Sinemasındaki cinselliği rahmetli Metin Demirhan’la birlikte hazırladığımız bir kitapta Erotik Türk Sineması kitabında çözmeye çalıştık. Bir ara, bilindiği gibi 1974 ile 1979 arasında bir seks filmleri furyası oldu. Orada erotizm denilen bir olay pek yoktu, çünkü erotizm inceltilmiş bir sekstir. Daha çok çıplaklık gösterisi vardı o filmlerde. Erotizm gerek sinemada, gerekse resimde ya da edebiyatta cinselliği en ölçülü şekilde en estetik şekilde ifade eden bir tarzdır. Sizce sinemamızda sansürün etkisini hâlâ görmekte miyiz? Eğer bir sansür varsa bu kimden veya neyden kaynaklanıyor ve bu sansür filmlerimize nasıl yansıyor? Şimdi eskisi kadar baskı, eskiden yapılan baskı yok artık. Yeşilçam’ın en büyük engeli sansür baskısı oldu. Bugün oldukça anlayışlı gibi görünen bir sansürümüz var. Birçok siyasal film geçiyor, ama bu hoşgörü nereye kadar gider onu henüz bilmiyoruz. Ülkemiz konu bakımından, sahip olduğu, barındırdığı kültürel renkler açısından ve tarihi arka planından dolayı oldukça zengin bir altyapıya sahip. Hal böyle olunca sanat alanında daha çok üretkenlik bekleniyor. 32


Oysa tüm sanatları içinde barındıran sinemanın belkemiğini oluşturan senaryo yazımına gelince özgün olan bir şey bulamıyor veya buna nadiren rastlıyoruz. Sizce senaryo açısından eksikliğimiz neden var ve bu nereden kaynaklanıyor? Senaryo konusunda eksiklik yeni bir şey değil. Yeşilçam Sinemasında da bir senaryo eksikliği vardı. Özgün senaryo şekli, yapım sayısı 250; yaşlılığımda 300’lere vardığında daha çok belli oluyordu o eksiklik. Ne yapılıyordu işte, yabancı filmlerin uyarlamaları yapılıyordu. Sahne uyumları, romanları üzerinden yararlanılıyordu. Senaryo bir filmin bel kemiğidir. Bir zamanlar çok ünlü bir Fransız film yönetmeni vardı, Rene Clair. Rene Clair derdi ki, ‘Senaryomu yazdım, filmim bitti.’ Hitchcock'un da ünlü bir sözü var: ‘Sinema demek üç şeydir: Senaryo, senaryo ve senaryo.’ Bizde iyi senaryo yazarları oldu, Yeşilçam’da oldu, ama senaryo bence tek bir kişinin işi değil. Hollywood filmlerine bakıyoruz, tanıtma yazılarında tek bir isim var, ama o aslında bir ekip çalışmasıdır. Bizde birçok yönetmen senaryolarını kendileri yazıyorlar, iyi ya da kötü. Hâlbuki bence bu doğru değil. Bir ekip çalışması yapmak gerekiyor. Özellikle konuşmalarla, diyaloglarla... Diyalog bir uzmanlık işidir.

Giovanni Scognamillo ve Ender Kohen

33


Avrupa ve Amerika’da seyirciyi kendine kilitleyen korku ve gerilim türünde film örneklerini oldukça sık görmekteyiz. Özellikle de ülkelerin sıkıntıya düştüğü zamanlarda görülen tarihi filmler, komedi filmleri ve korku türü, buhran zamanlarında seyirciyi haline ‘şükretmeye’ yöneltiyor veya bir katharsis yaşatıyor. Ülkemizin kurulduğu günden bu yana pek de aydınlık zamanları olduğu söylenemez. Seneler boyunca içinde yaşadığımız olumsuzluklar, faili meçhul cinayetler, devlet politikaları ve şimdi sayamayacağım daha pek çok şey başımıza gelmişken sizce neden gerilim ve korku türlerini bir türlü beceremiyoruz? Çünkü korku filmleri ta, ne bileyim 1954 teki ‘Drakula İstanbul’da filminden başlarsak, özgün kaynaklara dayanan filmler olmadı. Daha çok, uyarlama filmler oldu. ‘Drakula İstanbul’da uyarlamaydı. Metin Erksan'ın ‘Şeytan’ filmi uyarlamaydı. Son dönemlerde çıkan filmler de daha çok yabancı kaynakların ya da Hollywood sinemasının etkisi altında yapılan filmlerdir. Örneğin ‘Son Zombi’ filmi ‘Ada’. Şimdi biz nerede, zombiler nerede? Yani Amerikan sineması zombiler üzerinde durursa, ne bileyim, Avustralya sineması zombiler üzerinde durursa biz de zombi diye bir gelenek yok. Hiçbir yerde zombilerden söz edilmiyor. O yüzden onlar toplumla kaynaşmayan korkular ve bunlar üzerinden gitmek bence gereksiz ve bunlarla iyi netice alınamaz. Türk halkının hafızasının çok parlak olmadığını hepimiz biliyoruz, sonuçta biz de o halkın içindeniz. Bunun nedeni belki Batı insanı kadar iyi not tutmamak, belki de özellikle başarılarımızı, tarihimizi, öğrendiklerimizi kâğıda dökmüyoruz, kim bilir üşeniyoruz belki de… Sebep her ne olursa olsun sinemayı bir kuram olarak Türk halkına kazandırdınız ve bu yedinci sanatın gerek Türkiye dışında gelişen ayağını, gerekse Türkiye’de bizim bile bilmediğimiz kadar ayrıntılı yönünü eserlerinizde bize aktardınız. Sinema Türkiye’de neredeyse sizden sorulur bile denilebilir. Peki, sizce bir Türk vatandaşı olsanız da bunda Levanten oluşunuzun payı var mı? Estağfurullah… Bilemeyeceğim… Levanten olmak bence olumlu bir şeydir, çünkü en azından iki ayrı kültürden besleniyorsunuz. O da insana en azından muhakkak ki bir zenginlik katıyor. Ben meraklı bir insanım. Araştırmadan hoşlanan bir insanım. Dediğim gibi sinemanın içinde doğdum, büyüdüm. Böyle yetiştiğim için muhakkak ki Türk Sinemasına daima ayrı bir ilgi, hatta ayrı bir sevgi gösterdim. Ortamın içinde de bulunduğumdan… Türk Sinema Tarihini yazmaya karar verdiğimde, daha önce Nejat Öz'ün, arkadaşımın ve meslektaşımın bir Türk Sinema Tarihi vardı 1960-1961 tarihine kadar gelen. 34


Ondan sonra hiç kimse böyle kapsamlı bir Türk Sinema Tarihine soyunmadı. Ben de o bildiğim, o sevdiğim sinemayı, o ortamı, o kişileri anlatmak istedim. Böyle bir ihtiyaç duydum. Zaten birçok konularda ayıptır söylemesi ben ilk kitapları yazmış olan bir insanım. Türkiye’deki azınlıklar sinemayı ve diğer sanatları nasıl etkilemiştir? Bütün sanatlar hakkında konuşamam, o kadar bilgili değilim. Ama sinemaya bakarsak bir zamanların Yeşilçam’ında birçok azınlık vardı ve bunlar önemli kilit noktalarda çalışan insanlardı. Çoğunluk Rumlardaydı. Ondan sonra Ermeniler. Museviler fazla olmadı, Türk Sinemasında. Nasıl ki o azınlık topluluğunun Beyoğlu’na bir katkısı oldu, yine aynı şekilde Beyoğlu’ndan kaynaklanan ve Beyoğlu’nda yetişen, doğan sinemaya da bir katkıları oldu. Oyuncu oldu, ama fazla değil. Daha çok teknikerlerdir. Çok çok iyi, baba görüntü yönetmenleri, iyi ses yönetmenleri, çok başarılı yapımcılar azınlıkların içinden çıktı. Oyunculuk, sinemayı oluşturan yapbozun parçalarından biri. Yeşilçam sinemasında beğendiğiniz oyuncular kimlerdi ve sizce günümüzde sinemada oyunculuk nasıl bir yön izliyor? Gerçekten Yeşilçam Sineması çok iyi oyunculara imkânlar tanıdı ki bu oyuncuların bir kısmı tedrisattan geçmiş olan oyuncular değildi. Doğal olarak oynuyorlardı. Benim sevdiğim Yeşilçam oyuncuları tabii ki Türkan Şoray, Yılmaz Güney. Karakter oyuncuları, Erol Taş, Kadir Savun, Hayati Hamzaoğlu, Hülya Koçyiğit, Muhterem Nur, Fatma Girik; yani bir kısım starlar ve karakter oyuncuları. Genel olarak Türk sinemasının geleceğini nasıl görüyorsunuz? Biraz karışık görüyorum, çünkü henüz sağlam bir sektör oluşturulmadı. Yeşilçam birden yıkıldı, çünkü temelleri sağlam değildi. Bugün bazı eksiklikler oluyor. Sektör henüz oluşmadı. Devlet yardımları yetersiz. Sinema yasaları eksik diyeyim… Sinema sadece bir eğlence olarak destekleniyor ve sinemanın her şeyden önce bir eğlence değil de sanat olduğu unutuluyor. Türkiye'de çok ilginçtir Atatürk sinemaya bir ilgi gösterdi. Fakat Atatürk’ten sonra gelen hükümetler sinemaya ciddiyetle bakmadılar. Onlar da sinemayı bir eğlence olarak değerlendirdiler ve sinemadan da faydalanmadılar. Bugün halen bu durum devam ediyor. Bu inanılmaz bir şeydir. Rahmetli yönetmen Osman 35


Seden sinemayla ilgili her toplantıda bağıra bağıra çok acı bir gerçeği dile getiriyordu. ‘Biz’ diyordu, ‘umumhanelerle aynı kategorideyiz; ''eğlence''!’ Sinema sanatı hakkında yeni projelerinizden bahseder misiniz? Pek yeni projelerim yok. Artık yaş aldı yürüdü. Bir takım şeyler yapmaya çalışıyoruz ama olur mu, olmaz mı bilemeyeceğim.

36


Bir “Tüketim Toplumu” Hikâyesi Ümit Hüseyin Girgin Karanlık birden aydınlanır. Kısa boylu tıknaz gencin yansıması görülür suyun üzerinde. Gün yeni batmaktadır. Etrafta sadece sessizlik, kuş cıvıltıları ve sakince akan bir derenin sesi duyulur. Genç adamın elinde dünden bir ahbabı ile takas ettiği bir eşya vardır. Genç adam elinde bu kupayı andıran cismi çevirip durmaktadır. Uzakta yeni belirmeye başlayan konutları, ışıkları seyre dalar kim bilir orada burada olmayan ne çılgınlıklar yaşanacaktır diye düşünür. Yoksuldur iç çeker, üstü başı yırtıktır. Derken sesler yakınlaşır ışıklar göz kamaştırıcı bir panayıra dönüşür. Deniz suyu çekilir, ellerinde teknolojik aletlerle devasa makinelerle, yabancılar gelir bu sakin kasabaya; önce evler, sonra alışveriş merkezleri dikerler. Yeni yerleşim birimleri kurarken bir yandan da gülerek eğlenerek kimseyi kırmadan çalışmaktadırlar. Kimse bir şey demez ilk başta, hayran hayran seyreder. Genç adam korkar saklanmak için kuytu bir köşeye çekilir. İri yarı Adamların kendisini yakalayıp zarar vereceğini düşündüğü anda yanına huri kadar güzel genç kızlar gelir. Yaşamı boyunca isteyip de elde edemediği her şeye, hatta kendilerine bile sahip olabilmesinin bir yolu olduğunu söylerler. Elinden arkadaşı ile takas ettiği nesneyi alırlar. Ona bir ayna verirler, bu ayna genç adamda ki değişimi gözler önüne sermek ve arzuları gerçekleştikçe değişen İmgesini tanımasına yardımcı olmak içindir. Genç adam ilk başta irkilir. Ancak bu anlaşma sonucu sahip olabileceklerini göz önüne getirince hemen kabul eder. Aynaya baktığında artık kendisini az önceki kadar beğenmediğini fark eder. Hemen saçlarını kestirir, vücudundan yağ aldırırır, yeni kıyafetler alır, güzel kremler sürünür, buda yetmez kendisine ev alır, araba alır. Bir giydiğini bir daha giymez olur… En güzel partilere ev sahipliği, en önemli toplantılara baş konuşmacı olarak katılır. En önemli kitapları okumamış, en nadide sanat eserlerini incelememiş, en güzel besteleri dinlememiş olmasına rağmen hepsinden yetecek kadar bilmekte olduğunu fark eder. Ama bunun nasıl olduğunu merak bile etmez. Tüm televizyonlar ondan bahseder, haberlere bile çıkmaktadır. Etrafı hiç tanımadığı Yunan tanrıçalarıyla dolmuştur. Geriye Olympos dağının zirvesinde ki ateşi yakmak kalmıştır. Kısacası tam istediği şey olmuştur. Arzuladığı her şeye sahip olmuştur. Bir zaman sonra genç adam bu curcunanın içinde eski sessizliği ve sakinliği özlemlediğini hisseder Oysaki arzu 37


ettiği her şeye sahip olmuştur, kafası görünmeyecek biçimde derin bir zenginliğin içine gömülmüştür. Buna rağmen hiçbir zaman dışarıya kabarcıklar çıkmasını engelleyemez, suya batmışçasına… Bu arada ayna da ki imgesi gitgide değişmektedir. Silikleşmeye başlar Genç adam eski sessiz kasabasını özlemektedir. Ama sistemin dışına çıkması imkânsızdır. Tüketim sistemi her şeyiyle onu sarmıştır. Sahip olduğu holdingin en üst katından bir müddet aşağıya doğru bakar, karınca gibi gördüğü insanlara kusmak ister tüm zehrini, durur gözlerini kapar ve bir daha bakar önce sakin bir deniz sonra da bir gün suyun yüzeyinde yüzünün aksini tekrar görebilmek umudu ile… Bu kısa hikâyenin kahramanının yüzünün aksini suyun yüzeyinde görüp göremeyeceği tam bir muammayken Amerika’nın ve Batı uygarlığının tamamının içinde yaşadığı modern dünya her geçen gün böyle kahramanlar üretmeye devam etmektedir. Bu kahramanlar sistem ideolojisini kendi üzerlerinden yüceltilirken tükettiklerinin kendi hayatı olduğunun henüz farkına varmamışlardır. Bildiğimiz modern toplum ve sistem ilişkisinin tohumları 19 yy sonlarında kapitalizm ile atılmaya başlanmıştır. Kapitalizm sözlük anlamıyla özel mülkiyetin üretim araçlarının ağırlıklı bir bölümüne sahip olduğu ve işlettiği; yatırım, dağılım, gelir, üretim ve mal ve hizmet fiyatlarının piyasa ekonomisinin belirlediği sosyal ve ekonomik sistemdir. Kapitalizm 19 yy sonlarında başlayan ve 20 yy başlarında tamamlanan süreçte serbest rekabet aşamasından emperyalizm aşamasına doğru bir evrim geçirmiştir. Sermaye merkezileşmiş ve yoğunlaşmış tekel olgusu ortaya çıkmıştır. Az gelişmiş ülkeler sanayileşmiş ülkeler için ucuz iş gücü ve hammadde kaynağıdır Max Weber püritenler tarafından yapılan biriktirme evresini kapitalizmin ilk evresi Fordist dönem olarak nitelendirirken, bu birikmenin yol açtığı yeni pazarlar ve kaynaklar bulma arayışına ise kapitalizmin ikinci evresi olan post-Fordist dönem adını vermiştir. Sanayi devrimiyle birlikte, insan hakları evrensel beyannamesinde de paylaşılan mutluluk kavramına erişebilmek toplumların ve iktidarların biricik amaçları arasında yer almıştır. Mutluluğa erişebilmenin yolu ise insan aklını rasyonel bir biçimde kullanmasından geçmektedir. Bundan böyle insanın doğa ve çevresi ile ilişkilerinde kendi yararına çıkarılabilecek düşünce egemendi. Örneğin ağaçtan mobilya yapmak, kömürü işlemek vb gibi. Sanayi devrimi öncesi toplumunun büyük bölümü kendi içinde maddi kapalı bir uygarlık oluşturan ve kendisinden 38


başka her türlü düşünceyi ve kültürü dışlaştıran, ötekileştiren püriten düşünceye bağlıydı. Bu anlayış içerik olarak hazzın en yüce değer olduğu ve yaşamın temel anlayışının zevk peşinde koşmak olduğu hedonizm kavramına tezattır. Bu yüzden ilk dönem anlayışından farklı olarak kapitalizmin liberalizm aşamasında Sanayi Devrimi ile beraber gelen mutluluk kavramı ve buna paralel olarak gelen, tüm nesneler önünde ki eşitlik, arzu nesnesini gidermeye yönelik her davranış, dolayısı ile liberalizm, püritenler tarafından lanetlenmiştir. Bir bakıma bu tüketim ile birikim arasındaki savaştır da denilebilir. Püriten ahlak liberalizme karşıdır. 1930’larda gericilik yükselmiş ve püritenizm’e dönüş hayalleri kurulmaya başlanmıştır. Toplumun büyük bölümü birden değişen dünya sistemine karşı muhafazakârlığı korumak isterken, ekonomik unsurların zihniyete yapmış olduğu baskı yüzünden kültürel değişimler istenmeden de olsa gerçekleşmiş ve yeni bir toplumun temelleri atılmaya başlanmıştır. 1929 Ekonomik Bunalımı kitle iletişim araçlarını, medyayı ortaya çıkarmıştır. Ancak bu değişim çok yönlü değildir. Asıl değişimi görebilmek için 60’ların sonu ile 70’lerin başlarını beklemek gerekiyordu.1970’lerle birlikte ortaya çıkan cinsel özgürlük furyası ve üretim araçlarının yerine geçen tüketim araçları yeni sistemin irrasyonel mantığını gözler önüne sermekteydi. Artık yararlılık ve gereksinim ilkesi geri plana itilerek gereğinden fazla harcama yapılmaya başlanmış, püritenizm ile baskı altında tutulan ruhlar hedonizm ile birlikte dışarı vurulmuş ve insanın ne isterse ona sahip olması gerektiği vurgulanmıştır. Artık 40 çift ayakkabı alıp birini bir kere kullandıktan sonra kullanmamak önemli hale gelmiştir. Bu bağlamda, günümüzde kendini sıfırdan var eden üretim kahramanlarının yerini zengin ve asil doğan tüketim kahramanları almıştır. Tüketim Sisteminde gelenek devrimi olmamıştır. Oysaki sistem görünürde cinsel özgürlüğü, fikirleri söylen rahatlığını, toplumsallaşmayı ve demokratikleşmeyi getirdi gibi görünür ve bu düzeni tüm dünyaya yaymakta sakınca görmez. Oysaki 1960’larda ki devrim ve sonrasında gelen özgürlükçü anlayış, neo-liberal düzene doğru giden dünya anlayışında yok edilmek istenen ve ötelenmek istenen gerici püritenizmin sistemin tam göbeğinde çıktığına şahit olur. Bu durum topluma ve bireylere sonsuz fırsat özgürlüğü veren adalet mekanizmalarını herkese eşit olarak çalıştıran, püritenist bir sistem ile bu sistemi nasıl daha fazla sömürebilirim düşüncesinde olan ve bununla yatıp kalkan 39


hedonist anlayışlı toplum tarafından yaşatılan süreçtir. Tüketim sistemi rasyonel bakış açısının sona erdiği bir sistemdir. Artık irrasyonel bir süreç yaşanmaktadır. Mutluluk kavramının devşirmece söylemi tüm insanların ihtiyaçlar önünde eşit olmasını sağlar. Bir kilo biftek almak isteyen herkes bunu rahatça yapabilirken, son model el yapımı bir arabaya binmek herkesin harcı olmamaktadır. Bu anlamda da sistemin ihtiyaçlara göre değil ihtiyaçlar sistemine göre yürütüldüğü belirlenir. Bu ihtiyaçlar sisteminin yaratan şey ise insanların maddi ve manevi arzularını giderme istekleridir. Bu arzuları giderme umudunu sistem toplumla yapılan anlaşmanın en başında vermiştir. Ancak her anlaşma eşit değildir. Anlaşma eşit değilse zaman ve ölüm önünde de eşitlik olması beklenemez. İhtiyaçlar istemini belirleyen ve bunu statüsel bir ayrım olarak yansıtan durum farkındalık ayrıcalıkları kavramıdır. Bu sistem içerisinde bireysel ve toplumsal ayrımlaşmalar olmaz. Tüm insanlar ihtiyaçlar önünde eşittir bu mutluluğu amaçlayan söylemlerdir. Hâlbuki ihtiyaç sistemleri önünde eşit değillerdir. Tüketim toplumunda her eşya her nesne bir dil üzerinden tüketilmektedir. Göstergelerin kullanımı genellikle muğlâktır. Tüketim toplumunda ki insanlar eskilerinden farklı olarak, olayları siyasal ya da tarihsel bağlamından dışlayarak ele almaktadır. Tatmin ve hazzı sağlayıcı şekilde ele almaktadırlar. Modern insan, püriten etiğin tam tersine tüketime endekslenmiş insandır. İktidarların yönlendirmek istedikleri modern insan tipi de böyledir. Gerçek hayatında hiçbir toplumsal veya politik sürece katılamayan gerçek düşüncelerini felsefi platformlarda açığa çıkarmayan modern insan, tüketim toplumunun “bolluk demokrasidir” düşüncesine kurban edilmiştir. Bir nesneye ihtiyaç varsa o nesne önünde toplumsal ya da tarihsel eşitsizlik ilkesi yoktur, herkes eşittir. Bu bir bakıma göstergelerin mantığının da tarihsel, toplumsal bakımdan ele alınmadan tüketilmesine benzer. Her ikisi de tüketime dayalı olduğu için bir an önce yok edilmek istenir. Nesnenin önemi arzunun öneminden ve onun bağlı bulunduğu koşullardan geriye atılmıştır. Statü ve değerlere/imkânlara sahip olmak tüketim toplumunda eşitliğin göstergesiyken, bu ürünler önündeki eşitlik farkındalık ayrıcalıkları ile düzenlenmiştir. Bu ayrıcalıklar yukarıdan aşağıya doğru giden bir sınıflandırma içerir. Bir paket bulgur karsısında herkes eşitken yani onu alabiliyorken bir el yapımı arabayı herkes alabilecek gücü sahip değildir. Farkındalık ayrıcalıkları yalnız aynı toplum içerisinde yaşayan insanlar 40


uygulanmaz. Uluslararası ithalat ve ihracat ilişkilerine de yansır. Özellikle bu ülkeler Batı dünyasının yabancılaştırarak dışladığı 3. dünya ülkeleri ise. Sistem kendi yarattığı arabanın sürümünün çoğunu Amerika’da satarken çok daha azını, değerlendirmek üzere diğer ülkelere gönderir. Burada ülkeler arasında ki ekonomik farkında önemi vardır. Ayrıca bu lüks ülkelerin ürünleri ülkemize daha sonra gelmektedir. Almanya’da çok bilinen bir çikolata markası Kinder Überauschug, ancak yıllar sonra Türkiye’ye gelmiştir. Böylelikle farkındalık ayrıcalıklarının içine zaman kavramı da girmektedir. Bir ürünün herkes için demokratikleşmesi beklemek için bir müddet daha beklemek gereklidir.

Kapitalizmin gerçek mantığında da zaten ayrımlaşma yoktur. İdeolojik çatışmalara, anlaşmazlıklar çatışmaların hepsi bir pota içinde eritilerek sunulur. Kapitalizm arzuyu doyurmaya yönelik sınırsız bir politika öngörürken komünizminde ihtiyaç kadar nesne alınmasına izin verir. Böylece komünizm toplumlarda artı bire olan özlemlenme daha çok artar, kapital sistemde ki bir bifteğin fiyatı herkesi için aynı iken bu sefer komünist toplumlarda bir fazla biftek ayrımlaşmayı gerçekleştirir. Toplumda bir diğer bakınma hayvanlardan kendisini ayırmak için bir fazla tüketmek ihtiyacında olan, bunun temelinde de Nietzsche’ye göre iktidar istenci bulunan insan komünist sistemde kısıtlanmış hisseder kendini. Bu yüzden tüm emeklilik planlarını ikinci bir ev alarak gerçekleştirmeye uğraşır. Komünist toplumlarda ki bu durum sıklıkla karaborsaya neden olur. Bunun tam tersine kapitalist toplum refah toplumunu sunar. Herkes mallar önünde eşittir ve parası yettiğince hepsini, ürünlerin demokratikleştiği her türlü imkânın sınırsız olduğu, gerçeğin yerine geçen fıskiyeleri ile ağaçları ile bezeli Parly 2 tarzı alışveriş merkezlerinden alır. Tüketici burada vitrinlerin olağanüstü çekiciliğine, parlaklığına ve ürünlerin oradan yansımasına kapılmıştır. Arzu edileni doyurmak için hep bir tane daha alır. Oysaki fetişist hale getirdiği ve her defasında kendisine bir şeyler katmak karakterini oluşturmak için çabaladığı bu ortamlarda her geçen gün kendisinden bir şeyler kaybetmektedir. En değerli tüketim nesnesi kadın bedeni ve sahip olunmak istenen gerçek bir karakterdir.

41


Bu döngü sonunda sistemin kendisini yok etmeye kadar varabilir. Aksi takdirde sistemin içinden kurtulmak imkânsızdır. Avrupa gibi toplumlarda sistemin dışına çıkabilmeyi başaran insanlara sistem tekrar onu sisteme katmak için belli yardımlara yapar. Örneğin Fransa gibi bir ülkenin toplumunda yaşayan birey, eğer kendisini toplumdan dışlamışsa sistem onu arar bulur ve ona geçinebileceği belli bir miktar para, kalacak yer sağladıktan sonra onu gözlemlemeye başlar. Birey eğer ki bu geçen süre içerisinde kendisine bir iş bulamazsa sistem ona daha az maaş bağlar ve her defasında verdiği ücreti düşürür. Sonuçta elinden geldiğini yaptığına hükmederek bireyi tam anlamı ile sistem dışı bırakır. Bu anlam da sistem büyüme ile ilgili her şeyi gayri safi milli hâsılaya olumlu aktarır. Oysa buna yakın bir başka örnek de obez hastalarının iş verimi düştüğü anda zayıflatılmaya çalışılmasıdır. Görüldüğü üzere sistemin mantığı hep aynı görünür. Sistem kendi belirlediği düşünce bağlamında nasıl yaşayacağımızı belirler. Oysa bunu naif bir söylemle yerine getirir. Obezite ya da yoksulluk baş edilemeyen sorunlar olarak gözükür. Oysaki sistem de bu kadar yoksul varken maddi koşullar dayatılan bu sistemde neden bu kadar obez olduğu da akıllara gelmez. Bu bile tüketim sisteminin sadece mallar üzerinden, giden bir tüketim mantığı olduğunun değil, kültürel sosyolojik, anlamda da bir sistemi olduğu anlamına gelmektedir. Bu anlamda sistem hala geçmişten gelen yapıları kullanarak sistemi kurtarmaya çalışır gibi görünür. Tüketim sisteminde bütün göstergeler gerçekliğin yerine geçmişken sistem hala belirli yollarla toplumsallaşmayı, politikayı ve tarih bilincini topluma yansıttığını dünür. Oysaki bugün iktidarın yaptığı sessiz kitlelere seslenmekten başka bir şey değildir. Bu -mış yapmak bile değildir. Bu sıfır noktasına inmiş toplumsal tüm değerlerin göstergesel anlamda yeniden inşa edilmesidir. Bu bağlam da tüketim toplumu, sınırsız bir bolluğa imza atan toplumun kendisi olmaktan vazgeçmesi ile sonuçlanmıştır. Tüketim sisteminin kitlesi adeta eksi 40 derecede karlı bir dağın zirvesinde mahsur kalmış, uykunun tatlı geldiği ancak ölmüş olduğunun farkında olmayan bir insan gibidir. Tüketim insanı çoktan kendisini karakterini hatta bilinçaltını kaybetmiştir. Bu bile sistem tarafından dayatılan bir bilinçaltıdır. Bu bağlam da Freud’un bilinçaltı kavramı bir bakıma sekteye uğramaktadır.

42


Refah sistemi, topluma sağlamış olduğu sınırsız zenginlikle tüm çelişkileri aşmayı hedeflemiştir. Mallar önünde ki eşitlik demokratik anlamda eşitlikle karıştırılmıştır. Sistem toplumu istemediği hiçbir şeye zorlayamaz. Bu toplumu yönetenlerle yapılmış bir anlaşmadır nihayetinde ve ruhunu satmanın bedeli olarak başa gelecek her şey önceden kabullenilmiştir zaten... Clint Eastwood‘un başrollerini oynadığı “İyi Kötü Çirkin” filminde bir sahnede yaptığı iş sonucunda parasını alan kovboy kötülerle savaşmaya neden tekrar gelmek istemesinin sorulması üzerine parası olan bir kovboyun savaşmaya ihtiyacı yoktur sözleri ile yanıt veriri. Yani o kovboy için ideal olan ne ideolojiler ne de fikirlerdir. Bu bağlam da akşam evine yiyeceğini götürebilen, istediği gibi gezip tozabilen bir toplumun bireylerinin de hükümetlerin yaptığı politikalar gerçekten ilgilenme gibi bir ihtiyaçları yoktur. İlgilenilse dahi bu orada olmak ve belirli bir kültürel ilişkiyi yenden canlandırabilmek içindir. Her şey hakkında bilgisi olmalıdır. Bu bağlamda gerçekten çözüm getirmeye yanaşılmaz zaten. Refah sistemi alt sınıfı üst sınıfa yaklaştıran bir anlayış benimser gibidir. İhtiyaçlar önünde gitgide birbirine yaklaşan iki sınıf vardır. Üst sınıf alt sınıfın kendisine yaklaşmak için yaptığı manevralardan rahatsız olur. Zenginler kendileri için neredeyse eksik tüketimi bir ilke edinir. Bu yoksullardan ve orta sınıftan yeni bir ayrımlılaşma göstergesidir. Mallar önündeki eşitlik, statü anlamında eşitliği sağlamaz. Daha az parası olanlar ise üst sınıfa yaklaşmak için daha çok harcama yaparlar, evlerine aldıkları süs eşyaları, mobilyalar için yapılan harcamalar hep bunun göstergesidir. Artık bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır demek yerine tüketim nesneleri dil gibi yapılanmıştır demek daha doğrudur. Toplum satın almış olduğu nesneler bağlamında konuşur. Bireylerin ne konuştukları ne düşündüklerinden ziyade hangi marka eşyayı giydiği, sacını ne renge boyadığı, hangi makyaj malzemelerini satın aldığı evinde hangi dergileri bulundurduğu daha önemlidir. Temel belirleyenler maddi koşullardan başka bir noktaya geçmiştir. Zengin adam tüketim tarzı ile yoksul olandan ayrılır. Onun gösterişi artık para da değil kültürdedir. Feodal dönemde bir statü göstergesi olan para ilk defa bir statü göstergesi olmaktan böylece çıkar, her ne kadar bu farklılaştırmayı yaratan nesnelerin zemininde bu koşulları hazırlayan para dahi olsa görünürde işlevselliği ikinci plana atılmış gibidir. Para artık belirleyici değildir. Paranın belirleyici olmadığı tek toplum belki de tüketim toplumudur. İlkel toplumlarda paranın yerine geçen değiş tokuş nesneleri büyük bir statü göstergesiydi bu 43


anlamda ilkel toplumların tam bir bolluk ve savurganlık toplumu olduklarından bahsedebiliriz. Potlaç yani karşılıklı yükümlülük toplumu, sınırsız bir tüketimi amaçlar. İlkel toplumlar gerçekten büyük bir savurganlık içinde yaşıyorlardı ve onlarda önemli olan potlaç kültürüydü. Veren al alan el ilişkisi önemlidir… İlkel toplumlar içinde yaşadığı sistemin güzelliği veya kötülüğünden dolayı sadece tanrıya şükrederler veya yakarırılar. İçlerinde olmak istemedikleri bir durumdan kurtulmak için o mekânı terk etmeleri yeterli iken tüketim toplumunda bu mümkün değildir. Simgesel değiş tokuş zenginliğin göstergesidir. Eşyalara ve ölülere verilen değer daha farklıdır. İlkel insan ölüme inanmaz ve onu denetim altına almaya çalışmaz, ölerek başka bir biçime dönüşeceğini bilir... Bu yüzden ölen yakınlarının vücudu ile olan bağını da koparmaz onların kafataslarıyla vb… yaşar oysaki modern insan ölümü ötelemek ve dünyada yaşadığının belirtisi olacak çocuklar ve yeni eserler bırakır devamlı olarak, teknolojik gelişmeler ölümü engelleyemez oysaki. Bu yüzden ilkel insanların yaşamları dönemsel olarak ayrılmamıştır. Gözleri zaman ve mekân algıları ile perdelenmemiştir. Dün bugün ve yarın modern insanın daha çok üretebilmek ve hayatlarını kapitalist mantığa göre düzenlemek için ortaya attıkları kavramlardır. İlkel insan için hayat güneş doğup batana kadardır. Ayrıca zaman mevsimler ve bayram ayinleri için geçerlidir. Anı yaşamak en önemli haz iken kendi getirdiği kuralların içine hapis olan modern insan arzunun yegâne kaynağı olan şimdiyi yaşamaktan gitgide uzaklaşmıştır. Ömrü boyunca anı yaşamak için çalışan ve kaybettiği zamanı lüks tatil köylerinde, plajlarda, diskolarda sınırsız içki, eğlence ve yiyecek de arayan bu zihniyet aslında yaşanmamış bir yaşamın varlığına ağlıyordur. Sistem sadece zenginlik ve yoksulluk üreterek tatminler kadar tatminsizlikler, ilerleme kadar zararlar üreterek ayakta kalır. Sistemin bu kırılgan hali, her an çökebilecek hali kitle iletişim araçlarınca edilginleşen manipüle edilen bireyin üzerine yok olma korkusunu iyice yedirir. Sistem bu edilgiliği sağlayabilmek için devamlı içinde yaşanılan koşulların en iyi olduğunu meşrulaştırmalı ve halkı inandırmalıdır. Bu yüzden savaşlar çıkartır. Çok iyi biliniyor ki Körfez Savaşına harcanan paralar ile birçok Afrika ülkesinin açlık sorunu çözülürdü. Yine de sistem için tek kaynak savaşlar değildir çünkü biliniyor ki Amerika ilaç 44


sanayinden çok daha fazla para kazanmaktadır. Öncelikle tüketim sistemi içerisinde ruhiyatı bozuk kitleler yaratılmaktadır. Daha sonra da bu insanları topluma kazandırmak adına doktor ve ilaç masrafları ortaya çıkmaktadır. Obezlere zayıflık ilacı vb... Oysaki obezleri şişmanlığa iten yine sistemin ta kendisidir. Eskiden herkesin elde edebildiği temiz hava, su artık simülasyon evreninde sadece zenginler için vardır. Farklılaşma ve ayrışma evreninde eskiden en doğal olan en uç hale getirilmiştir. Bugün sessizlik sit alanlarının yok edilmesi ile birlikte zenginler tarafından satın alına bir nesne konumuna düşmüştür. Tüketim toplumu geleneksel topluma ait her doğal olayı ve nesneyi tüketimin az bulunan nadide bir ürünü haline getirmiştir. Gerçek bilgi ve iktidarın önemi de yoktur. Önemli olan etrafı yeniden çevrimlerle kuşatılan toplumun kendinse sunulan imkânlar çerçevesinde bir şeyler başarabilmesidir. Bu yüzden yarışma programlarında yarışanlar bir kültüre dâhil olma amaçlılığı taşıdıkları için toplumun bireylerine yakın gelmektedir. Orada olmanın verdiği derin haz soruya doğru cevap vermekten daha önemlidir. Sistem için önemli olan bireyler arasında ki kişisel farklar değildir. Bu farkın olması bilinçli ve örgütlü değilse önemli değildir. Kodlanmış gerilimler her gün medya yolu ile verilir. Böylece kodlanmış farklılıklar bireyleri parçalamaktan çok tersine değiş tokuş malzemesi olıur. İlkel çağlarda nesneler değiş tokuş edilirken, yani nesneler değişim değeri oluşturmada iken, şimdi kişilikler değiş tokuş edilmektedir Bence bugün nesneler mekânların, yerlerin ve zamanların barındırdığı özellikleri bünyesinde barındırıyor. Şehir dışında iki katlı bir ev alan kişi aslında o evi değil o evin sahip olduğu manzarayı sessizliği ve en temelde de diğerlerinden farklı olduğunu gösterme statüsel dergi satın alıyor. Bu ayrımlaşma Amerikan toplumunda banliyölerde yaşayıp da araba sahibi olan insanların bir sisteme adapte olma ihtiyacından daha farklı bir şeydir. Orada araba hiç kullanılmamasına rağmen en küçük ortak kültüre ait olabilmek adına alınmıştır. Burada ise sisteme satılan ruhun bazı yansımalarını yine sistemde görerek vicdan azabını hafifletmeyi ve bir nebzede olsun insanlığını anımsamak isteyen zengin toplumun daha bilinçli bir tercihidir. Sonuçta her iki durumda farkındalık ayrıcalıkları içinde eritilerek marjinalliğin sadece sistem içinde bir söylev olarak kalmasına sebep olurlar. Hayaller bu bağlamda para ile satın alınabilir ancak o 45


hayallerin imgelemde ki yansıması para ile satın alınamaz. Sistem içerisinde mekân hakkı sadece herkes için mekân kalmadığı zaman var olabilir. Tüketim bir dil gibi yapılanmıştır. Bilinçdışı imgeler kodlar ortaya koyar. Dilde yaşadığımız dünyaya uyum sağlam amacı ile kodlar koyarak tüketim nesneleri de kendilerini kodlarla ifade ederler. Bu yüzden tüketim sisteminde bir nesneyi sadece ihtiyaçlar bazında tüketmek mümkün değildir. Nesne bir göstergedir Ünsanlar bu göstergeler üzerinden kimliklerini biçimlendirirler. Bir çamaşır makinesi temizleme amacından saparak bir statü bir eşitlik imgesi haline dönüşür. Bir kır evi sessizliğe ve manzaraya büyüsel düzende sahip olunması anlamına gelir. Nesneler üzerinden bu konuşma insanın doğasına aykırıdır. Her şeyin kodlar üzerinden yürütüldüğü bir iletişim sisteminde iletişim iletim araçlarına dönüşürken, gerçek iletişimin simülasyonu ortada dolaşmaktadır. Bu bağlamda toplumların suskunluğu daha iyi açıklanabilir. Tarkovsky’nin “Mirror” filminin hemen başında bir fizik tedavi uzmanı tarafından kendini ifade edemeyen konuşamayan bir çocuğun yönlendirilişini izleriz. Bu dışarıdan manipüle edilen ancak bu baskı yüzünden kendini ifade etmesi elinden alınmış bir edilgin toplumun gösterenidir. Aynı şekilde Haneke’nin “Code Unknown” filminde de tüketim sisteminin yaratmış olduğu iletişimsizlik, birbirlerini modern insandan çok daha iyi anlatan ve anlaşan sağır ve dilsiz çocuklar üzerinden dillendirilmiştir. Günümüzde içi doldurulmamış boş terimlerle karşı karşıyayız. Post-modernizm gibi modernizmin karşısına konmuş oysaki gerçeklikte hiçbir anlamı olmayan, sadece gerçeğin simülakrının oluşturulmasına yarayan bu kavram insanları etkileyerek de hissizleşmesine yol açmıştır. Kitle iletişim araçlarının göstergesel yollarla gerçekleştirdiği bu tepkisizlik ve hissizlik temelinde televizyon aracı önemli bir rol oynar. TV, simülasyon evreninde dış dünyaya açılan bir penceredir ve bugün savaşları, cinayetleri ters açıdan bize büyülü bir düzende gösteren bu alet belirli kodlarla sistemin egemenliğine girmemize neden olur. Toplum gerçeklikten uzaklaştırarak İnsanlar arasındaki iletişimi koparır. Artık göstergeler yolu ile sistemin dili tarafından konuşulmaya muhatap alınmaya mecbur kalan bireydir bugün modern insan tüketim kültürü tarafından yeniden çevrimlenmektedir. Ne giyeceğine, ne satın alınacağına dair fikirler her zaman 46


belirlenmektedir. Toplum gün geçtikçe kimliğini yitirerek toplumsal olandan “kitle”ye doğru evrimleşmektedir. Toplum ruhunu şeytana satmış mıdır? Toplum gerçek ve saf mutluluğa erişebilmek için önce püritenizme inanmış ondan sonra ise tüketim toplumunun sessiz yığınlarına dönüşmüştür. Emeğimiz ve eylemlerimiz üretildikleri anda bizim dışımıza çıkar, kelimenin tam anlamı ile şeytanın eline geçer. Bize ait olan ama ötekileştirdiğimiz bir gün yine en yakın yerde ortaya çıkacaktır. Bu ötelene şey kültürel yeniden çevrim yolu ile hayatımıza tekrar kazandırılır. Artık Lacan’ın ayna kuramında ki gibi birey kendi imgesi hariç, dışarıdan aldığı modeller ile her zaman içi boş kalacak kişiliğin etrafını doldurmaya çalışır. Bu arada delik büyür ve cephedeki modelleri de yutar. Tüketim toplumu toplumların geçmişe, kendi geleneklerine olan inancını, iktidarlara yönelik muhalif duruşunu yok etmiş. Kısacası hafızasını silmiştir. Hafızası olmayan bir toplum yaşayamaz. Bunu kabul etmeyen ülkelerde dönüşüm sağlayabilmek adına tüketim sistemi tarafından yönetilen iktidarlar kanlı darbeler tertiplemiştir. Toplumsalı gerçekleştirmek isteyen ve postmodernizmin kırılmacı 70’lerini yaşamayan Şili’ye karşı yapılan darbe, ülkemizdeki 80 darbesi buna benzer müdahalelerdir. Sistemden kurtulmanın tek yolu intiharımdır? Tüketim çağı hızlandırılmış bir biçimde oluşan üretkenlik sürecini tarihsel bir sonucudur. Üretkenlik sonucu dış pazarlara açılma gereksinimi hisseden bu sistem zihinsel açıdan bu sorumluluğu kaldıramayan kültürün zihniyete baskı yapması ile sonlanmıştır. Bugün sistem püriten ahlak temellerine göre koşullanıp, ahlaklı bir biçim elde ederken artık toplumsalın sonuna gelmiş ve kitle haline gelmiş bireyler ahlaksızlaşmaya ve nedensiz şiddeti yaymaya başlamışlardır. Bu bağlamda sistem bizim görmek istemediğimiz ötelediğimiz benliğimizin göstergesi durumuna gelmiştir. İlkel çağlarda şeytanla yapılan anlaşma modern dünya da bolluk toplumu ve mutluluk üzerine yapılan anlaşmalarla yer değiştirir. Ancak bu dünya da mutluluğu rasyonel düşünce biçimi ile bulmaya çalışan sanayi devrimi yerine irrasyonel tüketim toplumunu getiren sistem topluma neyi vaat etmektedir?

47


Unutursun! Abdullah Rıdvan Can Unutursun... Baharın kokusu var... Kuşlar engel olur feryadımı duymana. Kışı var güzü var... Unutursun! Hele ki bir de yağmur yağarsa... Unutursun... Ses soluk iç içe geçer... Bir esintiden ibarettir ayrılık güzün. Sinersin çıplak teninle buz gibi bir köşeye, Belki, bir ya da iki saattir bu devirde hüzün. Kaskatı donar gönlün sevemezsin belki, Gülün kokusunu algılamaz olur hissin. Fersiz gözlerinde yalnız birkaç damla yaş, Boşa geçmiş vakit kadar yorgun, ölgün, serin... Karanlıkta ürkersin... Tiksinirsin umuttan... Bir adımdan fazla sürmez hasretim, eminim. Nefret nöbeti geçirip durulman fazla sürmez, Kendine geldiğin an bir boşluktur yitip gittiğin... Kaybolur ölüme başkaldıran deli cesaretin. Hasat biter... Gün kaybolur ufuktan. Yarınlar da bir uzak ihtimal artık... Yarınlar yerle bir olmuştur ayrılık rüzgârından... Ne umut et bir gün geri döneceğime, Ne hüzünlen mahşere dek sürecek bu ayrılık için. Yalnız o titrek sesinle hafiften bir türkü söyle, Söyle ki bir türkü gibi meçhul olsun gidişim. Unutursun... 48


Koskoca Mecnun neler çekmiş aşktan, Unutursun... Leyla sürtük çıkmıştır, anlatılanlar hep yalan...

49


Şimdi Neredesin Sevgili Dostum? Melih Öncel Sevgili dostum, Bir şey oluyor ülkemde farkında mısın? Bir değişim, bir heyecan var havada; bunu hissedebiliyor musun sen de? Yoksa başını kaldıramıyor musun kendi hayatından? Bugüne kadar çoktan kemikleşmiş düşüncelerinden kurtulamıyor musun yoksa? Sana yazıyorum bu yazıyı, aklımdakileri, sana söylemek istediklerimi yazıya döküyorum. Türkiye’de yaşanan, CHP’de yaşanan; acı ve hüzünlü bir olayla başlayan gelişilmeleri; herkesin bildiği, takip ettiği olayları tekrar ele almaktansa bu durumun yansımalarını yazmak istiyorum sana. Diğer bir değişle senin düşüncelerini sana yazmak istiyorum. Ezber düşüncelerden sıyrılmak için yazıyorum. Senin, benim ve diğer herkes adına bu düşünce yapısının geri de bırakılmasını istiyorum. Arzuladığımız, özlem duyduğumuz bir düzen için, bu yapıya ulaşmak için çabalarımızın daha somut olmasını istiyorum artık. Sadece sözde kalmaması için isteklerimizin senin yardımına ihtiyacımız olduğu için yazıyorum bu yazıyı. Nereden başlayacağımı düşünürken daha önce dile getirdiğin şeyler geliyor aklıma. Bir seçimden sonra nasıl da övünüyordun oy vermedim derken. Sahi neden oy vermemiştin? Seni temsil eden bir parti bulamamıştın öyle değil mi? O zamandan bu zaman bir şey değişti mi bu durumda? Ya da sen her hangi bir çaba gösterdin mi durumu değiştirmek için? Daha ciddi bir arayış içine girdin mi kendini temsil edecek o partiyi bulmak için? Sanırım bir değişiklik yoktu değil mi? Çünkü bir sonra ki seçim sonrasını da hatırlıyorum. O zaman da boş oy atmakla övünmüştün. Sevmiyordun çünkü siyasetçileri, aynı yüzler içini sıkıyordu. Kemikleşmiş kadro, lider cuntası, koltuk sevdası sözlerini bolca tüketiyordun; ama demokrasi dersi veren sen, sanırım kendi aldığın dersler sırasında arada biraz uyumuş olmalıydın. Zira boş oy kullanmanın, ya da oy vermemenin övünülecek bir şey olduğunu ilk defa senden duyuyordum. Hatırlıyorum da özellikle içkili masalarda yapılan sohbetler de çok dile getiriyordun politik sıkıntılarını. “Baykal orda olduğu sürece ben oy vermem” diye başlayan konuşmalar, vücutlardaki alkol oranı arttıkça daha sert bir tona 50


“Türkiye’den adam olmaz, kaçmak lazım” sözlerine dönüşüyordu. Ama hani seni temsil edecek bir grup arıyorduk, hani iyiye gidiş için bir şeyler yapacaktık, hani değiştirecektik her şeyi?! Oysa her zaman söylüyordum “değiştirelim o zaman” diye. Demokrasiden bahseden sense susuyordun o zaman. Demokrasilerde bizim ellimizde ki en büyük güçlerden değil midir oy vermek, değiştirebilmek, itiraz etmek? O zaman neden eleştirel ve kötüleyici ataklarını daha farklı platformlarda dile getirmiyorduk? Bir konuda haklısın tabi ki de; herkes politikacı olamaz, olmasına da gerek yok. Zaten sadece oy vermek de başlı başına bir çözüm değil ki. Önemli olan oylarımızın arkasında durmak, takip etmek, sesimizi çıkartmak, yanlışlara hayır demek. Gerekirse mektublar yazmak, partilere üye olmak, beğenmediğimiz sistemi, beğenmediğimiz kişileri değiştirmek için çaba göstermek, seni temsil edecek birilerinin bulamamanın ilk sebeplerinden biri seçim barajını değiştirmek için savaşmak... Bizler sadece bir topluluk, bir kalabalık değilsek; kendimizi bir toplum olarak görüyorsak bu sorumlulukları da yerine getirmeliyiz. Evet, kolay olanın ezber sözler söylemek olduğunu biliyorum; ama bugüne kadar içinde bulunduğun bu tutum; sadece eleştirdiğin sistemin daha da büyümesine, eleştirdiğin insanların daha da yayılmasına yol açtığını emin sende görüyorsun. Ve bak en sonunda gerçekten büyük bir değişim var. Demek ki kimse o koltuklara çakılı değilmiş, demek ki değişebiliyormuş kemikleşmiş durumlar... Sen hissedebiliyor musun bu değişimi? Çoğu insanın yüzünden okunan heyecan, sanki sende bir etki yaratmadı. Peki, sen bu değişimi hissetmiyorsan bu kimin suçu? Yine Deniz Baykal’ın mı? Örümcek ağı dolu kafaların mı? Senin mi? Şimdi hissetmiyorsan değişimi, o ezberci dediğin, tek tip olmakla suçladığın adamlardan ne farkın var? Sevgili ezberci olmayan arkadaşım, insanlara büyük heyecan yaşatan, sanatçısından politikacısına birçok farklı ismi tek bir kurultayla bir araya getiren bu değişimi takip ettin mi? Bu değişimin içinde yer alacak yeni isimlere baktın mı hiç? Yoksa aynı yorumlara devam mı ediyorsun? Aynı tutum içinde misin? Tabi ki de sana her şeyin bir anda çok daha iyi bir hale geleceğini söylemiyorum, hatta kesinlikle bir parti propagandası yapmıyorum. Görmeni istediğim tek şey eleştirdiğimiz şeylerin birer parçası olduğumuz. Hükümetleri, yöneticileri, otoriteleri yerden yere vururken, onları seçenlerin bizler olduğunu 51


hatırlatmak istiyorum sana. Hep eleştirdik bugüne kadar; geçmişimizi, bugünümüzü. Her fırsatta sorumlu olarak gördüğümüz kişileri yerden yere vurduk. Peki, artık biraz sorumluluk almamızın zamanı gelmedi mi? Kavga etmekten, bölünmekten, uzaklaşmaktan bıkıp bir araya gelip temel şeyler için beraber savaşmanın zamanı gelmedi mi?

52


İsrail-Türkiye Çatışması Selin Süar Başbakan Erdoğan’ın fırsat buldukça Filistin ve Gazze için İsrail’e uyarılarda bulunması, tarihe “One minute” veya “Davos” Krizi olarak geçen ve Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e “siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” gibi sözlerle, kendisini konuşturmadıkları gerekçesiyle paneli terk etmesi bütün dünyada büyük bir şaşkınlıkla ve aynı zamanda ‘İsrail’e haddini bildirme’ şeklindeki yorumlarla karşılandı. İyi hatırlarım, gemiyle Atina’dan dönüyordum. Kitap okurken uyuyakalmışım. Karşımda televizyon vardı ve birden “Bravo!” sesleriyle alkışların birbirini kovaladığı ses kargaşası içerisinde sıçrayarak uyandım. Gözlerimi açmamla karşımdaki televizyonda Erdoğan’ı görmem bir oldu. Durumu anlayamamış, Yunanistan-Türkiye arasında sınırların kalktığını, peşi sıra Kıbrıs’ın birleştiğini zannetmiştim. Hiçbiri değilse Küçük Asya’dan ayrılan Rumların evlerini ve arazilerini geri vermeye karar vermiş olmalıydılar. Yunan halkı yoksa Erdoğan’ı niye alkışlardı ki… Dikkatle etrafı ve haberi dinlediğimde başbakanın, İsrail’in Filistin ve Gazze’ye yönelik tutumlarına dair görüş belirtmesi ve ardından konuşmasının kesilmesi nedeniyle Dünya Ekonomik Forumunu terk ettiğini anladım. Bu sırada her kanalda yayınlar durmuş, bütün Yunan kanalları Erdoğan’ın sözlerini ve yaptığını yeniden yayınlamaya başlamıştı. Böyle çıktı doruğa İsrail-Türkiye sürtüşmesi. İkinci kriz Davos’un öcünü almak amacıyla çocukça bir naiflikle büyükelçi üzerinden ve İsrail tarafından yapıldı. Türkiye’nin Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol, İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Dani Ayalon ile 11 Ocak’taki randevusunda alçakta kalan bir kanepeye oturtulmuş, özellikle medya önünde küçük düşürülmeye çalışılmıştı. Daha da komiği Ayalon bunun aslını astarını üstüne basarak belirtmese ne Türkiye, ne de büyükelçi birinci krizin intikamının bu şekilde alındığından haberdar olmayacak, büyükelçi “kanepe rahattı, onlar koltuğa oturdu, bana çok iyi davrandılar.” deyip geçecekti. Olayın ardından korkulan olmuş, Türkiye büyükelçisini geri çekmişti. Bütün bunlar çocukluğumuzdan beri duymaya hep alışkın olduğumuz İsrailFilistin çatışmaları nedeniyle İsrail’e, dolayısıyla Yahudilere tepki gösteren ve gün geçtikçe onlara diş bileyen halkın, İsrail’e karşı tepkisini daha sert 53


belirtmesine neden olmaya başlamış, haliyle Türk vatandaşı olan Musevi kesim de huzursuzlaşmaya başlamıştı. İsrail’de ise Türkiye’ye yönelik tutumlar değişiyordu. One minute asla söylenmemesi gereken ‘cıs’ deyimler arasında yer alırken, İsrail halkının Türklere büyük saygı duyması artık söylendiği kadar etkili değildi. Başta Antalya olmak üzere Akdeniz sahillerine tatil yapmaya gelen İsraillilere uyarılar yapılmaya başlanmıştı: “Türkiye’ye gitmeyin”! İsrail’in Türkiye’ye ne kadar miktarda para bıraktığı veya kayda değer bir değişiklik olup olmadığı bilinmez, ama zaten başta terör propagandalarıyla Türkiye’ye gelmesi engellenen turist sayısı belki de bu şekilde daha da azalacak, turizme bir darbe daha vurulacaktı.

Ülke gündeminin hiç değişmeyen paradigmalarından işsizliğin artması, zamların hissettirilmeden yapılması, açlık sınırının çok altında yaşayan Türk halkı, muhalefet-iktidar çatışmasının yanında teröre kurban giden gençlerimiz ve maden işçilerinin ölümü gibi üzücü olaylar ve Baykal’ın bir iftira veya özel hayatının deşifre edilmesiyle beraber gidişiyle Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına gelmesi sonucu yapı değişikliğine uğrayan sol kadrodaki sürpriz gelişmeler derken İsrail-Türkiye çatışması unutuldu. Ta ki Gazze’ye gönderilmesi planlanan yardım gemileri için İsrail’in kesin bir dille “Gelmesinler, gelirlerse gerekeni yaparız” uyarısına rağmen gemilerin denize açılmasına kadar… ‘Lanetli ırk’ safsatası nedeniyle İsrailoğulları yerleştikleri ülkelerin çoğunda eziyet görmüşler, bulundukları topraklardan sürülmüşler veya bu gibi nedenlerden dolayı zorunlu göçle başka topraklara yerleşmeye başlamışlardır. Farklı bölgelerin kültüründen, dilinden, ikliminden etkilenen Musevileri tüm bu ayrılıklarda birleştiren belki de tek ortak nokta dinleridir. Tevrat’a bağlılıkları ve inançları açısından kapalı olmaları, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar Tevrat’ta işaret edilen vaat edilmiş topraklara yönelmelerini beraberinde getirmiştir. Filistin topraklarında yerleşik konumda olan Yahudiler zaten mevcuttu, ancak özellikle de I. Dünya Savaşı sonunda imzalanan Balfour Deklerasyonu ile Filistin yönetimi İngiliz mandasına bırakıldı. Bundan daha önce vaat edilen topraklarda bir arada yaşama çabaları Theodor Herzl tarafından İngiltere desteğiyle zaten başlatılmıştı. Filistin’in İngiliz mandasını tanımasıyla bu topraklara olan göç artmaya başladı ve bu 1930-1940’ların Almanya’sında en 54


yoğun zamanlarını yaşadı. Göçlerin yoğunluğu Arapları rahatsız edince göçlere kısıtlanma getirildi, ancak bu da kargaşa yarattı. Böylelikle Filistin toraklarında Arap-Yahudi çatışması baş gösterdi. Sorun büyüyünce Birleşmiş Milletler, Filistin’in biri Arap, öbürü Yahudi olmak üzere iki devlet arasında paylaşılmasına karar verdi. Kudüs ise Birleşmiş Milletler denetiminde bir bölge haline geldi (1947). Yahudiler bu kararı kabul etmiş, ancak Araplar buna karşı çıkmışlardır ve böylelikle bugüne kadar gelen İsrail-Filistin çatışması başlamış oldu. Birleşmiş Milletler planı gereğince 14 Mayıs 1948’de David Ben-Gurion tarafından İsrail Devleti’nin kuruluşu ilan edildi. 1 gün sonra, Irak, Ürdün, Suriye, Mısır, Lübnan orduları saldırıya geçerek İsrail topraklarına girmişlerdir. 1949’da Birleşmiş Milletler aracılığıyla düzenlenen müzakerelerde ateşkes anlaşması imzalandı. Anlaşma uyarınca Batı Şeria Ürdün’e, sahil şeridi ile Celile ve tüm Necef Çölü İsrail’e, Gazze Mısır yönetimine ve Kudüs’ün doğu kısmı Ürdün’e, batısı da İsrail’e bırakıldı. Gazze, 1967 yılında Altı Gün Savaşı sonucu İsrail tarafından ele geçirildi. 1993 yılında ise şehir yönetimi Filistin Ulusal Yönetimi'ne geçmiştir. Arap dünyasının iç çatışmaları da bu arada olmakta, Hamas ve El Fetih arasında yönetim/paylaşım gerginlikleri yaşanmaktadır. 2007’de Hamas haftalarca süren çatışmaların sonunda Gazze’yi El Fetih'den teslim almıştır ve o günden beri Gazze şeridi, İsrail tarafından kuşatılmıştır. İsrail-Arap çatışması neredeyse bir dinler savaşını temsil eder hale gelmiş bulunmaktadır. Dünya genelinde insan hakları nezdinde az sayıda grup tarafından yankı bulsa da, abluka altında bulunan şehirde veya düzenlenen saldırılarda İsrail yönetiminin masum insanların yaşamsal faaliyetlerine engel olmaya çalışması, savaşlarda kullandığı kimyasal silahlarla açıkça savaş suçu işlemesi genel olarak bir ‘Müslüman sorunu’ haline gelmiştir. Geçmiş yıllarda Filistin’e destek olmak için ülkemizden ayrılan solcu gençlerin yerini artık Arapça sloganlar atan sağcı kesim ele almıştır. Her nasıl olursa olsun İsrail’e göre bir iç sorun olan bu çatışmalara ve yaptıklarına hiçbir yaptırım, hiçbir kınama veya birleşme engel olamamaktadır. Elde ettikleri toprakları kaybetmeme pahasına, ordusunu güçlü tutan İsrail hükümetlerine göre yapılanlar yanlış değildir ve topraklara barış/huzur getirmek içindir. Oysa her iki tarafın barışçı liderleri huzurun anlaşmada ve karşılıklı uzlaşmada çözüleceğini göstermişler, ancak kendi ülkelerince öldürülmüşlerdir. 55


Filistin topraklarında olup bitenler İsrail-Türkiye ilişkilerinde bugüne dek büyük bir sürtüşme doğurmamıştır, çünkü Amerika-İsrail birbirini karşılıklı olarak desteklemekte, Amerika savaş suçlarında devletlerce alınan yaptırımları veto etmekte ve Türkiye’nin ekonomisine, içişlerine, terörüne bütünüyle etki etmektedir. Türkiye, İsrail’e karşı atacağı her adımda, söyleyeceği her sözde dikkatli olmak zorundadır, çünkü artık egemenlik kayıtsız şartsız milletin değildir. İçeriden ve dışarıdan açıkça desteklenen terör belası Türkiye’den hiç eksik olmamıştır. İçeride, dışarıya bütünüyle boyun eğen yöneticiler ve söz söyleyiciler Türkiye’nin yönetim sahnesini bugüne dek hep bir yerinden işgal etmiştir. Türkiye, haksızlıklara söz söylediği an karşısına çıkarılan “katil” sözcüğü bugün Kürt ve Ermeni halkına yaptıkları nedeniyle kullanılmakta, bu ve bu gibi süreçler öne sürülmektedir. Kendi topraklarında birbirini savunmaktan aciz Araplar, Amerika’nın kendilerine sağladıkları menfaatlerde yüzerlerken Türkiye, dışişlerinde hiç olmadığı kadar özenli davranmak ve kendini ateşe atmamak zorundadır. Bu olay ve taraf söylemler de göstermektedir ki, Türkiye’nin de dengeleri hızla değişmektedir. ‘Kimse sesini çıkarmıyorsa bu gidişata kim dur diyecek?’ diye sorulabilir, ancak son yaşanan olaylarda da görmekteyiz ki İsrail yaptığı uyarılarda oldukça kararlı davranmakta ve dünya, bunu kınamaktan başka hiçbir şey yapamamaktadır. Kendilerince ‘şehit olmak için’ gittiklerini itiraf eden yolcu kafilesi de işi yokuşa sürmüş, iki ülke bu şekilde burun buruna gelmiştir. İsrail, öldürmekle büyük bir hata yapmış, gemi baskını olayı İsrail’in dünya nezdinde ‘yalnızca Arapları değil, karşısına çıkan her milletten insanı yok edebileceği’ şeklinde yorumlanmasına neden olmuştur. Baskın olayıyla birlikte Türkiye’deki Musevi vatandaşlar da büyük bir gerginlik yaşamıştır. Arafta kalan halk, azınlıklara yönelik yaşanan olayların tekrar etmesinden korkmuş, İsrail’in yaptığından büyük bir üzüntü duymuş, ‘öldürmelerin’ yanlış olduğunu belirtince de İsrail’deki milliyetçi havayı soluyan kişilerce haksız bulunarak ağır bir dille eleştirilmişlerdir. Bugün Türkiye’de yaşanan din temelli aşırı milliyetçilikle oradakinin bir farkı olmamaktadır. Halkın birbirine düşmemesi, olayları tek bir gruba veya ülkeye mal etmemesi gerekmektedir. Dünyanın neresinde olursa olsun yaşanan katliamlar, işlenen savaş suçları ortak literatürde bir yaptırımı olmadığı sürece devam edecektir. Buna bir ülkenin veya grubun tek başına göğüs germesi mümkün değildir. Tüm dünyada ortak aklın ve kamu vicdanının hâkim olduğu bir sürece girilmesi gerekmektedir. 56


Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir. *** Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: 57


“Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!” Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz… *** Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli… Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister… 58


Not: Mustafa Balbay tutuklu olduğu için bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Sayın Serdar Kızık’ın izniyle yayınlıyoruz.

59


www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

60


61


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.