Azizm Sanat E-Dergi Haziran 2012 Sayı 56 Cannes Film Festivali İzlenimleri Ulusal Sinema Tartışmaları Angelopoulos
1
Editörden Sinemanın ana akım klasik anlatısında kahramanlar, birbirlerinden kesin ve keskin çizgilerle ayrılmış siyah beyaz karakterlerdir. Siyahlar adeta şeytana öykünen kötüler, beyazlar ise meleklerden farksız, gerçeküstü iyilerdir. Çağdaş, modernist anlatıda ise bu sınırların kalktığını, çok daha derinlikli sözler ve eylemler ortaya koyan gri karakterler aracılığıyla görürüz. Ülkemiz nicedir siyahlar ve beyazların sığlığı altında eziliyor; siyasetten tutun gündelik hayata, herhangi bir yurtdışı başarısından en son Madonna konserine kadar her konuda siyah-beyaz olmak zorunda hissediyoruz. Grilere yer yok; ya sev ya terk et! Gerçekdışı bir gericilikte olan iktidar karşısında, muhalif olan herkesi kendine muhtaçmış gibi gören bir siyasi muhalefet; basındaysa şanslarına "muhalif" görünmenin çok kolay olduğu bir iktidar karşısında halkın tüm aydınlık kesimini çantada keklik gören, yüzeysel yayınlar... 2012 yılında kürtajı konuşmanın akıl almazlığı karşısında sınıfsallaşamayan liberal tepkiler ortaya konulduğunda, 'tepkinin ortaya konuluş biçimini' eleştirmeniz, taşlanmanız için yeterli ya da Madonna'nın konserini beğenmezseniz simgesel olarak katledilebilirsiniz. Ya sev ya terk et; üçüncü bir yol yok, farklı bir renk veya yeni bir derinlik yok! Çağdaşlığın simgesi, grinin en derinlikli örneklerinden Rekin Teksoy'un vefatı, bizde ne yazık ki bu tuhaf çığlıklara sebep oldu. Bu ülkede sinemaya gönül vermiş hemen herkesin öğretmeni, Türkiye'de sinemanın külliyatı, Ahmet Cemal'in tanımıyla "Rönesansı Getiren Adam"ın kaybı, sıradan bir üzüntünün ötesinde, toplumsal zihniyetimizin geleceği açısından siyahların ve beyazların mutlak egemenliğine giden yolda büyük bir mevzi kaybı. Böyle bir noktada savaşımı daha yoğun, daha örgütlü, daha eylemsel, daha yaygın biçimde sürdürmek, Aydınlanmaya ve Sola inanmış herkesin görevi olmalı. Rekin Teksoy'un aziz anısına adadığımız Haziran çalışmalarımızda, tiyatromuzun üstadı Orhan Aydın, Fazıl Say üzerinden şekillenen yepyeni linç kültürümüzü masaya yatırıyor. Örgütümüzün destekçilerinden, değerli ressam Bedri Baykam, yazısında sığ gündemi kırmanın yollarını arıyor. Siyaset biliminin ufuk açıcı, genç kalemi Fatih Yaşlı, günümüzde yeniden başlayan "cadı avı"nın kökenini deşifre ederken, yazarımız Selin Süar ulusal bayramlardan Türk-İslamcı şölenlere evrilen yeni kutlamalarımızı mercek altına alıyor. Sinema yazılarımızdaysa, değerli 2
akademisyen Hakan Savaş, "son modernist" Theo Angelopoulos'un zamansız kaybı üzerine kaleme aldı makalesi yer alıyor. İran sineması üzerinden ulusal sinema tartışmalarını başka bir boyuta taşıyan yazılarımızın yanı sıra, 65. Cannes Film Festivali'ne "Soluş" adlı kısa filmle katılan ekibimizin festival izlenimleri de bu ay sayfalarımızda. Birbirinden özgün şiir, öykü ve denemeler sizleri, Azizm'de yoğun bir okumaya davet ediyor. Renkli ve aydınlık yarınlar adına, sanatla kalın dostlar... Azizm'in Notu: Temmuz güncellememiz için dilediğiniz konuda inceleme, deneme, eleştiri, şiir, öykü, fotoğraf, karikatür, resim ve videoyu 6 Temmuz 2012 tarihine kadar editörlerimize iletebilirsiniz.
azizm.sanat@gmail.com www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
Ön Kapak: Marilyn Monroe - 65. Cannes Film Festivali Afişi (2012) Arka Kapak: Ağlayan Çayır (2004) – Theo Angelopoulos
3
İçindekiler Linç... - Orhan Aydın
s.5
Kapitalizm, Cadı Avı ve Kadınlar - Fatih Yaşlı
s.8
Gündemi Erdoğan Koşturuyor, Millet Şaşkın İzliyor! - Bedri Baykam
s.12
Gitsin Milli Bayramlar, Gelsin Kutlu Doğum Haftası ve Türkçe Olimpiyatları - Selin Süar s.14 Angelopoulos'un Ölümü ve İnsanın Yazgısı Üzerine - Hakan Savaş
s.21
Cannes Film Festivali İzlenimleri - Onur Keşaplı
s.30
Türk Sineması Nerede? - Selin Süar
s.51
Platonik Yalnızlık (şiir) - Gökhan Soysal
s.60
Karanlıklarda Karda Yürümek (öykü, ikinci bölüm)- Abdullah Rıdvan Can
s.61
Yeşil (şiir) - Işık Sungurlar
s.64
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! - Mustafa Balbay
s.65
4
Linç… Orhan Aydın Fazıl Say’a yapılanların tek bir adı var: Linç. Tüm dinci gerici, ırkçı faşist odaklar ve bunların oluklarından yemlenen yayın organları ağız birliği etmişler, Fazıl’ı yok etmek istiyorlar. Hadlerini bilmeyen bu aymazlar sürüsü, önce yaptığı müziğe saldırdılar. Hayatlarında klasik müzik ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan kara cahillerden tutun da, müziği bildiğini söyleyip, ağzını açtığında cehaletine tanık olduğumuz tüm kişilikler aynı şeyi yaptılar. Her zamanki gibi orta yolcular da bu kervana katılanlar arasındaydı. “Adam sanatçı kardeşim tamam ama dili çok sivri” Arabesk tartışmalarını anımsarsınız. Neredeyse eli kalem tutan herkes bu konuda ahkâm kesti. Toplumun bedenini kuşattığını bildiğimiz arabesk yaşam, yazılanların ruhuna işlemişti sanki. Kendine ‘aydın’ denilenlerin arasından “Orhan babacılar”, ”Müslümcüler”, “Kibariyeciler” kafalarını kaldırdılar. Klasik müzikle arabeski kıyaslamanın bir cahillik olduğunu böylelikle anlamış olduk! Bu tartışmanın yalın bir düzlemde sürdürülmesi elbette doğru olanıydı. Ama öyle olmadı. Murat Bardakçı denen ‘her şeyi bilen’ bir yandaş, ekranlardan en saygısız biçimiyle ağzına gelini söyleyince ‘bardak taştı.’ Eee dilin kemiği yok. Kimsenin de birkaç yandaş bağırıp-çağırıp karalama kampanyası sürdürüyor diye susacak durumu yok. Olan oldu. Tartışma rayından çıktı. Serbest atışlar sanal ortamlara taşındı. 5
Hakaretler, küfürler, tehditler ardı ardına geldi. Oysa Fazıl Say’ın bir derdi vardı ve bunu hiç kimse anlamak istemiyordu. “Ülkemde ürettiklerimi insanlarımla buluşturma kanalları kapatılıyor. Kültür Bakanlığı bana karşı bir düşmanlık geliştirmiş durumda. Dünyayı dolaşıyorum ama kendi ülkemde sahne bulamıyorum.” Bu gerçek hep ötelendi, üstü örtüldü. Bu durumdan utanması gerekenler seslerini bile çıkarmadılar. Kültür Bakanı en zavallı biçimiyle çaresizliğini ifade ederken bile Fazıl’a saldırmaktan geri durmadı. Hepimiz hayatın her alanında olduğu gibi sanal ortamlarda da düşüncelerimizi paylaşıyoruz, tartışıyoruz. Ülkem, İnternetteki bazı sosyal medya ağlarını kullanmada ilk sıralarda yer alıyor. Alandaki AKP denetimine, yasağına, sansürüne karşın kullanım dağ gibi büyüyor. Twitter üstünden Fazıl Say’a atılan Ömer Hayyam dörtlüğünü Fazıl paylaşınca, ortalık karıştı. Gericilik top yekûn ayağa fırladı. Liberaller de bu hanımların-beylerin kuyruk sokumlarına eklendiler. Böylelikle oluşturulan cephe, işi savcılara ihbar etmeye kadar götürdü. Söz konusu dörtlük dinci gericiliğin, yobazlığın damarına bastığı gibi AKP savcılarının da damarına basmış olmalı “Irmaklarından şaraplar akacak' diyorsun Cennet-i alâ meyhane midir? Her mümin'e iki huri' diyorsun Cennet-i alâ kerhane midir?” Bu satırların yazarı İranlı şair, filozof, matematikçi ve astronom Ömer Hayyam 18 Mayıs 1048 doğup, 4 Aralık 1131 ölüyor. Şiirlerinin Türkçede baskıları yapılıyor, toplumca okunuyor, konuşuluyor, akıl açıcı zeki dörtlükleri dost meclislerinin ve edebiyatçıların dilinde çoğaltılıyor. Yüzlerce yıl sonra Fazıl Say, söz konusu dörtlüğü paylaşınca DİN DÜŞMANI ilan ediliyor. “Muhafazakârlık mı, nerde hani, yok öyle bir şey” diyen yurttaşlar, işte size somut örnek. Şimdi 21.yüzyılın Türkiye’sinde Fazıl 1,5 yıl ile yargılanıyor. Toplum susuyor. Durumu yargıya taşıyan yandaşlar kıs kıs gülüyor. Elbette son gülen iyi gülen olacaktır. 6
Ama bu ülkenin aydınlanma damarını, bu damarı sahiplenen aklı yitmemiş insanlığını öyle yargılarla, cezalarla filan korkutacaklarını sananlar aldanıyorlar. Bağırıyorsunuz, hakaretlerle tehditler savuruyorsunuz diye susmaya hiç niyetimiz yok. Fazıl Say bu ülkenin alnı ak uluslararası bir yaratıcısıdır ve ona sonuna kadar sahip çıkacağız. Ömer Hayyam’ın dörtlüğüne tahammül göstermeyen zebaniler ve linç seviciler, algı yetilerini sınamak için, aşağıdaki dörtlükleri de bu anlamda yeniden okusunlar isterim. “Tanrı bizi çamurdan yarattığında, Biliyordu bu dünyada ne işimiz olacak. İşlediğim günahlar hep onun emriyledir, O halde cehennemde beni niçin yakacak? İsyan edip karşında duracağım, neredesin? Karanlığı, ışığa yoracağım, neredesin? İbadete karşılık cenneti alacaksam, 'Bağış mı ticaret mi' diye soracağım, neredesin? Kör cehalet çirkefleştirir insanları. Suskunluğum asaletimdendir. Her lafa verecek bir cevabım var elbet, Lakin bir lâfa bakarım laf mı diye, Bir de söyleyene bakarım adam mı diye.” Fazıl Say’a Destek Girişimi (İmzalar için: sercan.aycan@andante.com.tr)
7
Kapitalizm, Cadı Avı ve Kadınlar Fatih Yaşlı 16. yüzyılda, yani Avrupa’da kapitalizmin doğuşuna tanıklık edildiği dönemde, önce İngiltere’de ve hemen ardından İskoçya, Fransa, İsviçre ve Hollanda’da peşi peşine “cadılıkla mücadele yasaları” çıkarıldı ve cadılık ölümle cezalandırılması gereken bir suç olarak tarif edildi. Bu yasalarla Avrupa’da yaklaşık iki yüz yıl devam edecek olan ve binlerce kadının cadılıkla suçlanıp öldürüleceği bir dönem başlamış oluyordu: Cadı avı dönemi. İlginç olan ise cadı avının arkasındaki esas gücün Katolik kilisesi ya da Engizisyon değil; yeni kurulmakta olan seküler ulus-devletler oluşuydu. Peki cadı avının bir devlet politikası haline gelişinin ve kadınlara yönelik böylesi büyük bir katliama girişilmesinin esas nedeni neydi? Bu sorunun yanıtının Marx’ın Kapital’de “ilkel birikim” olarak adlandırdığı süreçte gizli olduğunu söyleyebiliriz. İlkel birikim, köylülerin topraklarının ellerinden alındığı, mülksüzleştirildiği ve böylelikle proleterleştiği, kapitalizmin ön-tarihi olarak okuyabileceğimiz bir dönemdir. Dönem boyunca köylüler topraklarından çıkarılır ve mülksüzleştirilirken, yeni tahakküm pratikleri geliştirilir, kapitalist çalışma rejimini ihlal ettiği düşünülen dilencilere, delilere, hırsızlara, serserilere ve tembellere yönelik sert cezalar öngören yasalar çıkarılır, kapitalist ilişkiler tüm topluma doğru yayılırken, toplumsal yaşamın kapitalizmin ilkelerine göre düzenlenmesine başlanır. Avrupa’nın ilkel birikimle cadı avını eşzamanlı olarak yaşaması bir tesadüf değildir. Bilakis, cadı avı, kadın bedeninin, kadın emeğinin ve kadın cinselliğinin tahakküm altına alınışının ve kapitalizmle uyumlu bir veçheye kavuşturuluşunun en önemli mekanizmalarından biri olmuştur. Cadı avının sınıfsal ve cinsel karakterini ortaya koyan en önemli olgulardan biri cadılıkla suçlananların neredeyse tamamının dilenerek ya da yardımlarla geçinen yoksul köylü kadınlar ve onları suçlayanların ise devletle ilişkili büyük toprak sahibi zengin erkekler olmasıdır. Cadı avının gerisindeki en önemli itkilerden biri, kapitalist rasyonelleşme sürecidir. Kapitalizm doğayı ve insanı kontrol altına almak için çabalarken toplumsal yaşayışı “rasyonelleştirmek” zorundaydı. Büyü yapabildiklerine ve sihirli güçlere sahip olduklarına inanılan cadılar ise bu rasyonelleştirme sürecine karşı bir tehdit olarak görülüyorlardı. Sadece bu da değil; cadıların sahip olduğuna inanılan güçler, 8
öngörülemezlikleri ve kontrol altına alınamazlıkları nedeniyle devlet tarafından bir tehdit olarak algılanıyordu. Cadı avının yoğunluk kazandığı dönem, yani 16. yüzyılın sonu ve 17. yüzyılın başları, yoksulların, topraklarının ellerinden alınmasına ve çalışmanın kapitalizmin ilkelerine göre düzenlenmesine karşı ayaklanmalara giriştikleri yıllardı da aynı zamanda. Bütün bu ayaklanmalarda kadınlar her zaman en ön saflarda yer almışlar ve isyanlar bastırılıp erkekler öldürüldüğünde direnişi yeraltında devam ettirmişlerdi. Bu da cadı avı adı altında kadınlara yönelik örgütlü şiddetin başta gelen nedenlerinden biriydi. Cadıların yargılandıkları duruşmalarda, Sabbat adı verilen ve geceleri yapılan gizli toplantılardan uzun uzun söz edilmiştir. Yargıçlar bu toplantılara şeytanın da katıldığını, toplantılarda insan etinin de yenildiği devasa şölen sofraları kurulduğunu ve “sapkın” bir cinselliğin yaşandığını iddia ediyorlardı. Aslında söz konusu olan, gece düzenlenen bu toplantıların, zamanın kapitalizm tarafından kontrol altına alınmasına ve iş gününün kapitalizme göre düzenlenmesine yönelik bir tehdit oluşturduğunun düşünülmesiydi. Aynı şekilde Sabbat devletin ve dinin cinselliğe çizdiği sınırların bir ihlali olarak görülüyor ve bu nedenle yıkıcı olarak addediliyordu; çünkü üreme dışı olan ve hazza dayalı her türlü cinsellik tehlikeliydi. Ayrıca, emeğin zapturapt altına alınmaya ve hareketliliğinin engellenerek belli mekânlara sabitlenmeye çalışıldığı ilkel birikim döneminde, süpürgesine binip uçabilen cadı imgesi apaçık bir tehdit olarak görülüyordu; çünkü bu imge emekçilerin kontrol edilemezliğine ve sabitlenemezliğine işaret ediyordu. Cadılığın kapitalizme karşı bir tehdit olarak kodlanması ve kriminalize edilmesi sürecinde cadılıkla doğum kontrolü ve kürtaj arasında bir bağlantı kurulması da kaçınılmaz hale gelecekti. Devlete ve kiliseye göre cadılar, insanların ve hayvanların üreme gücünü ellerinden almaya çalışıyor, kürtaj yapıyor ve çocukları şeytana kurban ediyorlardı. Dönem, iktisatçıların ve istatistikçilerin Avrupa nüfusuna ve kapitalizme sunulacak emek gücüne dair son derece endişeli oldukları bir dönemdi ve bu endişe cadı avlarının teşvikine doğrudan etkide bulundu. Bütün bir Avrupa’da cadı avının yoğunlaşmasına, doğum, ölüm ve evlilik kayıtlarının tutulmaya başlanmasının ve nüfus biliminin devletin resmi bilimi haline gelişinin eşlik etmesi bir tesadüf değildi. Cadılığa karşı verilen savaş, nüfusun artırılması adına verilen bir savaştı aynı zamanda. Cadı olmakla suçlanan kadınlar, üremenin, doğumun ve doğum kontrolünün bilgisini ellerinde tutan, bu bilgilerle kendilerine bir toplumsal statü kazandıran ve 9
ebelik yapan kimselerdi. Ancak, 16. yüzyılın sonlarından itibaren ebelik kadınların yaptığı bir iş olmaktan çıkarıldı ve erkek ebelerin ortaya çıkışıyla birlikte doğumlar giderek daha fazla bir şekilde devlet kontrolü altına sokuldu. Böylelikle kadınların doğurganlık üzerindeki egemenlikleri ellerinden alınıyor ve kadın bedeni kapitalizmin emek gücü ihtiyacına göre şekillendiriliyordu. Kapitalizmin ucuz emeğe ihtiyacı vardı ve bunun için nüfusun artması, yani kadınların herhangi bir doğum kontrol yöntemine ya da kürtaja başvurmamaları ve daha fazla çocuk doğurmaları gerekiyordu. Cadılar sadece dilenci ve düşkün ya da doğurganlığı engelleyen ebeler olarak değil; aynı zamanda hafifmeşrep ve cinselliğe düşkün kadınlar olarak da görülüyorlardı; fuhuş ve zina, cadılara yönelik en önemli suçlamalardandı. Cadı avı bütün bir Avrupa’ya yayılırken zinanın ölümle cezalandırılmasına hükmeden yasalar yürürlüğe sokuldu ve evlilik dışı doğum yasadışı ilan edilerek kürtaj idamlık suçlar kategorisine dâhil edildi. Böylelikle kapitalist rasyonaliteye uygun olmayan, yani üreme amacı taşımayan her türlü cinsellik toplum düşmanı ve şeytani birer faaliyet olarak damgalanıyor ve yasaklanmış oluyordu. Aynı dönemde, evlenenlere prim veren ve bekârlığı cezalandıran yasalar çıkarılıyor, ebelerden doğurttukları çocukları kayıtlara geçirmeleri ve gizli doğum yapmış kadınları devlete bildirmeleri isteniyordu; böylelikle doğum doğrudan kapitalizmin hizmetine sunuluyordu. Kadının görevinin üreme yani annelik olarak belirlenmesi aynı zamanda kadınların üretim sürecinden dışlanmaları, ev işlerine mahkûm edilmeleri ve cinsiyete dayalı bir işbölümünün ortaya çıkışı anlamına geliyordu. Böylelikle kadınların hem sermayeye hem de erkeklere bağımlığını sağlayan kapitalist bir patriyarka inşa edilmiş oluyordu. Cadı avının sürdüğü iki yüz yıl boyunca üreme amaçlı olmadığı ve iktidara karşı bir tehdit olarak görüldüğü için eşcinsellik de hedef tahtasına yerleştirildi ve eşcinsellere yönelik vahşice katliamlara girişildi. Etimolojik açıdan bakıldığında, eşcinsel anlamına gelen faggot sözcüğü aslında cadıları yakarken kullanılan çıraya işaret etmek için kullanılıyordu ve yine eşcinsel anlamına gelen finocchio yanan insan etinin kokusunu örtmek için cadıların bağlandığı kazıklara serpilen güzel kokulu bitkiyi anlatmak için kullanılıyordu. Yani sadece kadın cinselliği denetim altına alınmıyor, cadı avı aracılığıyla sapkın olduğu düşünülen eşcinsellik de kriminal bir vaka haline getiriliyordu. 18. yüzyıla gelindiğinde artık topluma karşı yeni suçlar ve elbette ki yeni cezalar icat edilmiş, cadılık, büyücülük ve sihir, ortaçağa ait birer batıl inanç olarak 10
görülmeye başlanmıştı. Çünkü düzen oturmuş, toplumsal kontrolü ele geçirmiş ve suçu doğaüstü olarak tarif etmeden, olduğu gibi ele alarak da cezalandırabilir hale gelmişti; yani hegemonya, cadılardan söz etmeksizin de kurulabiliyordu artık. Yukarıdaki tüm bilgileri Silvia Federeci’nin “Caliban ve Cadı” isimli kitabından aktardım; günümüz Türkiye’sinde, süreklileşmiş ilkel birikim rejiminde, farklı bir şekilde de olsa kadınlar bir cadı avı ile karşı karşıyayken ve iktidar bir kez daha kadın bedenini, cinselliği ve üremeyi piyasanın gerekleri doğrultusunda ve dinsel bir söylemle tahakküm altına almaya çalışırken, “anlatılan senin hikâyendir” demek adına.
11
Gündemi Erdoğan Koşturuyor, Millet Şaşkın İzliyor! Bedri Baykam Artık alıştınız! Padişahlık rejiminin bir numaralı ve hatta tek adayı Recep Tayyip Erdoğan binmiş atına dört nala koşturuyor, bizlere de arkasından oluşan toz bulutu ve savrulan taşlara kayalara bakıp “Allah Allah nasıl oluyor da oluyor” diye yakınmak kalıyor! Başkan adayımızı tabii Uludere Olayı filan kesmedi! Daha medyatik konulara yönelmeliydi ki şanına uygun bir bahar çarpmasına neden olsun. Bu sefer hedef kadınların en özeline girmekti. Kürtaj ve sezaryenden dalıverdi mahreme! Kadınlarımız hemen “vajina üzerinden siyaset yapılmasın” diye protesto notaları çektiler. Ortalık karıştı, haftabaşı TV programlarının konukları şekilleniverdi! RTE gündemi spontan yaratıcı fikirleriyle patlatıyor, ardından“Hurraaa” diye millet ve saygın medyam durumu kabullenip, freni patlamış kamyon gibi yokuş aşağı dökülüveriyor! Aslında hemen Sağlık Bakanı Akdağ ve Aile Bakanı Fatma Şahin’i protesto etmek istiyorum. Bu kadar kritik bir konu varmış yıllardır da, neden susmuşlar? Başbakan’ın bir sabah vakti uyanıp bu konuda ani bir “aydınlanma”yla, medyaya bu mesajı iletmesini mi beklemişler? Hele Sn. Şahin’in “aile planlaması, kürtaj olmadan olmalı” derken gerçekten dünyada “evlilik dışı seks ve ilişkiler” diye bir konu olduğunu bilmeden lafa karışması da ilginçti. Kadın dernekleri topluca kendisini bilgilendirsin. Yoksa Başbakan, sanat, sağlık, tarım, adalet, her konuyu bakanlardan ve hepimizden çok daha iyi mi biliyor?(Zaten “ucube” krizinde de böyle olmamış mıydı? Anıtımız Kültür Bakanının şaşkın itirazlarıyla kamuoyundan çıkan feryatlara rağmen yok edilivermişti!) Aslında kendinizi boş yere “sözün bitiği yerdeyiz” filan diyerek umutlandırmayın! Çünkü gördükleriniz, göreceklerinizin yanında hiçbir şey! Geçenlerde Başbakan Trump Towers’ın açılışında D&R da gördüğü “Samizdat” ve “Wikileaks” kitapları karşısında şok yaşayınca bunlar apar topar kaldırılmadı mı? Ondan iyi mi bilecekler 12
neyin okunması gerektiğini? Veya mesela kadınlarımızdan devam edersek, yarın öbür gün iktidar uygun özel gün ped seçimi, liselerde ve sokaklarda standard bekaret kontrolü, “Cuma günü adet görmemek için önlem alınmasını” talep etse, veya eşlerin seçecekleri pozisyonlar için bakanlık ve diyanet uyum yasaları çıkarmaya kalksa, kime şikayet edeceksiniz? Medyaya mı? Medyanız bunu haber olarak verir, “tarafsız” (!) gözlüklerle, onda da tartışmalarda zaten “borçlu” çıkarsınız! Siyasi partiler? Merak etmeyin, onlar hemen “aman şimdi özgür seksi destekliyor görünmeyelim” diye sus-pus olup, bir iki serzenişten sonra durulurlar. Yargı ve Anayasa Mahkemesi mi? Şaka yapıyorsunuz herhalde ! Bugün iktidar “siyah-beyaz solcu sakalı olanları Marmara adasına süreceğim” dese, kime şikayet edeceksiniz? Marko Paşa’ya mı? Öyle bir mercii kalmadı. Halktan başka! Aslında hızla yayılan bu heyecan dalgası dışında da, Sn. Başbakan için mükemmel bir hafta sonu oldu. Bu hükümete göre 10, kendi tarihine göre sayamadığım kadar çok yıldır muhalefette olan ama Istanbul İl Kongresi’ni yarı-boş salon tribünlerine düzenleyen CHP ye nazire yaparcasına, AKP Arena Ali Sami Yen kompleksinde stadın içine ve dışına 100.000 kişiyi toplayarak gövde gösterisi yaptı, çoşturdu! Üstelik 27 Mayıs gibi tarihi bir güne denk getirmişlerdi bunu. Bir çok gazete ve TV zaten bu konuda kendisini mest edecek yayınları uygun söz ve müzik seçimleriyle hazırlamışlardı. Demokrasiyi tüm kanallarıyla yok etmeye çalışan ve sonunda işi Mecliste CHP’yi kapatmak için bir “Tahkikat Komisyonu” oluşturmaya kadar götüren, günümüz medyasının “demokrasi şehidi ve idolü” bir iktidar sahiplerinin izleri, bugünün iktidarının talepleriyle şekillendiriliyordu. Üretilen belgesellerde ise önemli bir atlama vardı. 27 Mayıs sabahı sokağa çıkma yasağına rağmen tüm caddeleri, bir işgalden kurtulmuşçasına dolduran, yaşlı genç, yüzbinlerce, insanın sevinç gösterileri, tankların üzerinde söyledikleri marşlar, şarkılar… Bunlar herhalde “objektif” belgeselcilerimizin gözünden kaçtı. Ya da belli olmaz, “halk silah zoruyla caddelere taşınıp, sahte sevinç gösterileri düzenlenmişti” diye işin içinden çıkabilirlerdi! Sivas katliamı veya Danıştay cinayetini, her an kafalarına göre yeniden şekillendirenler için 52 yıl önce yaşanmış olayları değiştirmek çocuk oyuncağı olsa gerek! Hele ana muhalefet, onların rüzgarına güç taşımaya devam edip, kendi tabanı ve ideolojisinden kaçtıkça, bu abartılı oranlarda kolaylaşan bir oyuna dönüşüyor! Kazananı önden belli bir müsamere!
13
Gitsin Milli Bayramlar, Gelsin Kutlu Doğum Haftası ve Türkçe Olimpiyatları
Selin Süar
Ülkemizde 2002 yılından beri giderek artan, son günlerde bir çığ gibi büyüyüp herkesin etiketlenmesine neden olan yargılar oluştu. Kişi kimi veya neyi savunursa savunsun, o an için savunduğu her neyse, düşüncesinin arka planı dinlenmeden faşist, dinci, solcu, terörist gibi ağır yaftalamalarla karşılaşır oldu. Gidişatı yanlış bulan ve en büyük terbiyesizliğin, halka örnek olması gerekirken siyasiler tarafından yapıldığını söyleyen kişiye o dakika saldırganca bir tutumla dinsiz, Kemalist diyenler olduğu gibi (ki Kemal Atatürk ile dinsizliği veya diktatörlüğü aynı yere koyan ve aklını kaybetmiş ya da aklı zaten hiç olmamış olan zavallılara acırım), aynı kişiye az zaman geçsin türbanı savunduğunda diğerleri tarafından yobaz, dinci olarak etiketlenmesi trajikomik bir durum oluşturmaktadır. Ülkede, halkı birbirine düşürmek, kavramların içi boşaltılarak padişah yasaları koymak dürüst ve asil olanın yapabileceği bir ustalık değil. Her şey öylesine karmaşıklaştı ki, aynı cümleleri farklı şekillerde söyleyenler bile, birbirini eleştirip düşmanca tutum takınır oldu.
“Deveye sormuşlar, ‘neren eğri?’ diye, ‘nerem doğru ki?’ demiş” sözündeki deveden bile beter halde olduğumuzu söylemeye gerek yok. Her şey ortada. 14
Hoşgörü dini olarak geçen İslamiyet’i kullanarak bir yere gelmeye çalışanlar, dinine bağlı olan kişileri dinden, imandan bile tiksindirdiklerinin farkında dahi değillerken; açlıktan ağzı kokan insanlar cahilliğin son noktasını yaşayıp televizyonda gördükleri, medyada okudukları her habere içtenlikle inanırken, durumlarına şükredip dışarıda olup bitenlerin farkında bile değiller. Çünkü onlar için daha güzeli yok. Böyle bir yaşamın imgesi bile yok edilmişken, halktan hiçbir beklentim zaten kalmadı, bunu tartışmayacağım bile; ama hazır kavram kargaşasından söz açılmışken konuyu Türkçe Olimpiyatları’na getirmek istedim.
Bülent Arınç’ın ağlamasıyla günler boyu çok dalga geçildi. Onun ağladığını ilk kez, bugünlerde sıkça reklamı yapılan Türkçe Olimpiyatları adı altında gerçekleşen organizasyonlardan birinde görmüş ve aynı duygu yoğunluğuna kapılıp ben de koyvermiştim gözyaşlarımı… İlk bakışta anadilimizi yaygınlaştırmak ve bu konuda büyük organizasyonlar yapmak adına ister cemaat yapsın, ister faşist; ister komünistlerin sesi olsun, ister liberallerin; gerçekleştirilen proje, ideolojilerden arındırıldığında nitelikli gibi görünüyor ve ayakta alkışlanmayı hak ediyor.
Ancak…
Olimpiyatlar, Antik Yunan’da Zeus şerefine yapılan spor yarışmaları olarak tarihe geçer. Zaman içerisinde farklı ülkelerde, farklı spor kollarında gerçekleşen müsabakaların, dört yılda bir yapılması olarak evrim geçirir. Bu sene 10.’su düzenlenen Türkçe Olimpiyatları’nın geçmişine baktığımızdaysa, düzenlenen organizasyonun isim değişikliğine uğradığını görmekteyiz. İlk etapta “Uluslararası Adım Adım Türkçe Yarışması” olarak yapılmaya başlanan Türkçe Olimpiyatları, 15
Fetullah Gülen ve cemaatinin; söz konusu kişi suçlu olduğu için Türkiye’de adalet sisteminin işlediği zamanlarda gerçekleşmeye başladığından, daha az yankı bulmuştur. Düzenlendiği ilk yıl 17 ülkeden 62, ikinci yıl 24 ülkeden 120 öğrencinin katıldığı yarışmada bugün 130 ülkeden 1000′i aşkın yarışmacının katıldığı kaydedilmiştir.
Sistem eleştirisi getiren kişilerce Türkçe Olimpiyatları’nın cemaatin bir güç gösterisi olduğu söylense de, konumuz bu değil. Başta anlattığım tarzda yaşanan trajikomik saptamalar, Türkçe Olimpiyatları’nın ne kadarının Türklükle ilgili olduğu…
Türklüğümüze ilişkin milli bayramlarımızın tadını bin bir palavrayla ve maskeleme yöntemleriyle kaçıran, hatta milli değerlerimize yönelik bayramları kutlamamızı yasaklayan Türk hayranı, Türkçe hayranı kişilerimiz, bu organizasyonları yaparken nelerden faydalanıyor, bir bakalım:
Öncelikle elbette Başbakanlık, AKP’li belediyeler, iktidarın satın aldığı Türk Hava Yolları, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası, Posta Telefon Telgraf gibi devlet kurumları ve kuruluşları bu organizasyonda hazır asker olarak emirleri bekliyorlar. Organizasyonun yapıldığı mekanlar, devlet kurumları veya belediyelere ait yapılar ve de organizatörlerin -veya onlar haykırırken biz çekinip isimleri saklamayalım, -; cemaatin kullanımına açılmakta. Dolmabahçe Sarayı, Millet Meclisi, kamuya ait alanlar, bugünlerde satın almak ve satmak için özelleştirme kapsamına alınan tiyatrolar, stadyumlar vs., her biri bu masum organizasyon için seferber ediliyor. Her yıl farklı şehirlerde gerçekleşen Türkçe Olimpiyatları için, o şehrin valisinden, emniyet müdürüne, belediye 16
başkanından rektörüne kadar herkes çalıştırılıyor. Burası tamam, ama konu milli değerler olup da sponsorlar arasında hani o gününü gösterdiğimiz ve kafa tutmuşuz gibi şov gösterilerine konu olan, ismi dahi Türkçe olmayan Yahudi ortaklı Amerikan şirketlerinin (Burger King, General Motors vb) bulunması, Türkçe Olimpiyatları için bulunmaz nimet.
Dahası milyar Doları geçen malvarlıkları bulunmasına rağmen kamu spotu adı altında ikide bir yayınlanan reklamları bedavaya getirmek de çok cazip. Devenin eğriliği burada da bitmiyor, karşımıza bu kez reklamların yalnızca Türkiye’de yayınlandığını düşünürsek, anadili Türkçe olan bir ülkede, Türkçenin yaygınlaşması için yapılan çabalar gözlerimizi yaşartıyor.
Bunlar, Allah’ın verdiği akılla tarafsız olarak düşünebilen her insanın güleceği ayrıntılar olmasına rağmen, en ufak bir itirazda bulunanı yaftalamaya alışmış olan ‘mazlum’ vatandaşlar, din veya imandan söz edilmiyorken bile bu kez de peş peşe sıraladıkları Arapça kelimelerle, Allah yoluna çağırıyor.
Yeniden hatırlatalım;
konumuz, Türkçemizin yaygınlaşması için düzenlenen Türkçe Olimpiyatları. Dinin, imanın, 3 Kulhuvallah 1 Elham’ın burada yeri ne?
Milli değerlerimiz hidayete ereceğimiz Allah yolunda perçinlenirken, 23 Nisan ULUSAL EGEMENLİK ve Çocuk Bayramı (aynı zamanda Büyük Millet Meclisi’nin kurulduğu yıldır, unuttuk, hatırlayalım) ve ardından 19 Mayıs (ULUSAL ÖZGÜRLÜK SAVAŞIMIZIN başladığı 1919 yılına dair yapılan bayramımızdı) derken bütün milli bayramlara stadyum yasağı konulduğunu biliyoruz. Bugün, bu bizim eğri devenin üzerindeki pire olmaya çalışan (ki, kan emen bu yaratıkların genel ismi asalaktır) 17
bazı kafa travması geçiren yazar geçinenler veya iki kelimeyi bir araya getiremediği halde televizyonlara çıkartılanlar, MİLLİ / ULUSAL DEĞERLERİMİZ adına yapılan kutlamaların faşist dönemlerden kaldığını, çocukların üşüdüğünü, kutlamaların gerici ve diktatör zihniyetlerce tertiplendiğini söylemektedirler. Bugün, açık havada, stadyumlarda gerçekleştirilen kutlamalar için hiçbir kelime edemeyen bu pire takımı, zannederiz ki sağanak yağmuru yemedikleri için suskun kalmaktadırlar. Piregillerin işi bu noktada da kalmıyor. Zamanında bambaşka açıklamalar yapan, öfke kusan onlarca yazar, sanatçı, sunucu vb. Allah’ın değil de, paranın hidayetine erdiklerinden olsa gerek, peş peşe övgü düzmeyi ihmal etmiyor ve bir tek aykırı soru sorana bile, eğitim almamış, düşünmeyi bilmeyen kitlelerin içindekilerin yaptığı gibi cevap vermek yerine soruyu soran kişiye ağır ithamlarda bulunarak köşe kapmaca oynuyorlar. Üstelik bunu yaparken sorulan soruya cevap vermek yerine ağızlarına yapışan 28 Şubat sürecini Hrant Dink’in öldürülmesine, 80 Darbesini Cumhuriyet’in kuruluşuna dek bulamaç yapıp kendilerinin bile anlamadığı şekilde kendilerince açıklayarak yapıyorlar. Uhud Savaşını Fransız ihtilali’ne, Truva Savaşı’nı Vietnam’a bağlamaktan beter edip, o mükemmel sonuca varıyorlar: Ergenekon!
Adama, “Sen ne yapıyorsun, içtin mi?” diye sorarlar. İçkiye de yasaklamalar geldi. Alkolsüzken durum bu kadar vahimse Türkiye’nin akıl sağlığının tamamen yitirildiğini görmek çok da zor değil.
Yeri gelmişken son senelerde ne hikmetse Hicri takvimi temel alan dini bayramlar, her yıl farklı günlere denk gelse de Hz. Muhammed’in doğumu için kutlanılan ve son yıllarda Kutlu Doğum Haftası ismiyle popülerlik kazanan yeni yaratımlar hep 23 18
Nisan’a denk getirilmeye başlandı. Hz. Muhammed’i, Hz. İsa’nın doğumuyla başlayan ve Güneş’e göre hesaplanan Miladi Takvim’in yoluna çekmeye çalışan mazlum dindarlarımız sağ olsun, peygamberi bile bu konuya alet etmeyi başarmışlardır. Ay, dünya etrafında 12 defa döndüğü zaman bir kameri sene olur ve 354.367 gündür. Dünya, güneş etrafında bir defa döndüğü zaman da bir Miladi sene olur ve 365.2422 gündür. Kısacası, Hicri yıl, Miladi yıldan 10.8752 gün daha kısa olduğundan iki takvime uygunluk sağlanması için gün atlayan dini bayramların zamanı her yıl değişir. Oysa yeni sistemde Hz. Muhammed’in doğumu, milli / ulusal bayramımızı engellesin diye 23 Nisan haftasına çekilmiştir ve hiçbir artık gün görülmemektedir. Dininde, namazında, niyazında olan; mevlitleri, kandilleri kaçırmayan dedelerimiz ninelerimiz, Kutlu Doğum Haftası’nın boy boy afişlerini saçı sakalı birbirine karışmış kişilerin altında yazan Arapça yazılarla gördüğünde tükürüp ‘Destur Bismillah’ eşliğinde şeytan görmüş tepkisiyle, “Bu pis adam da kim; böyle saçma şey mi olur, tövbe tövbe…” deyip Allah’a “Sen bunlara akıl fikir ver ya Rabbim!” haykırışıyla el açıp duaya başlamaları ise bambaşka bir konu. Onlar da yeni mazlum jenerasyona göre dinsiz tabii… Neyse, biz olimpiyatlarımıza dönelim…
Geçtiğimiz yıl, Antalya Atatürk Stadyumu’nun kolonlarının sağlam olmadığı öne sürülerek 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile 19 Mayıs Gençlik Ve Spor Bayramı’nın stadyumda kutlanmasına izin verilmedi, ancak aynı stadyum, yine aynı yıl, Türkçe Olimpiyatları’nın Antalya durağı için açıldı. Bu, yalnızca geçen seneye bir örnek. Bunun gibi daha birçoğu var.
19
Örnekleri, çarpıklıkları çoğaltmak mümkün, biz yine Türkçemize bakalım. Şu ânâ dek yazılan her şeyi olası kabul etmek de mümkün, ama Türkçeyi yaymak adına organizatörlerimizin açtığı okullardaki eğitim diline baktığımızda bize aksi yansıtılsa da dilin tamamen İngilizce olduğu görülür. Afrika’da bulunan bazı sömürge ülkelerinde Fransızca konuşulan bölgelerde Fransızca eğitim verildiği de olmaktadır, ama bunun dışında ana eğitim dili İngilizcedir. Türkçe eğitimin bizdeki güdük İngilizce dersleri gibi olduğu Türkçe okullarında, ne yazık ki Müslüman olan ve kendi değerleri bulunan o ülkelerin kendi dillerinde eğitim yapılması da yasaklanmıştır. İngilizce dilinde öğrenim, öğrencilere dayatılmaktadır, hatta Türkçe, bazı okullarda sadece seçmeli ders olarak okutulmaktadır. İşte o okullarda öğretilen bir iki şarkıyı en doğru söylemeyi başaran veya radyodan duyduğu Megastar Tarkan’ın, Çiğköftestar İbrahim Tatlıses’in, Süperstar Ajda’nın şarkısını ezberleyen öğrenciler, Türkçe Olimpiyatları’nda boy gösterip, “Dünya Türk asrıyla buluşacak” sloganı çatısı altında yarışmaktadır. Dünyanın buluştuğu Türk asrı, işte bu kadar trajikomik bir ‘kendin çal kendin oyna’ya dönmüş biçimde bizim araştırmaktan, düşünmekten bihaber olan zavallı halka dayatılmaktadır. Bir yanda Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ve yeni Türk Devleti’nin ilerleyişi diğer tutsak ülkelere özgürlüklerini ve ulusallıklarını kazanmaları için ateşleyici unsur olup, tüm Dünya’da yankı bulmuşken, diğer yanda dışarıda Müslüman sömürgelerin dahi ulusal ve kültürel değerlerini koruMAyan, içerideyse milli değerleri yok eden bir Türk asrıyla karşı karşıya olduğumuz özgürlükçü, demokratik, eşitlikçi ve hoşgörülü (!) bir dönemdeyiz. İlk dönemin adının faşizme, diktatörlüğe ve dinsizliğe tekabül ettiğini düşünürsek bu olimpiyatlarda daha neler yaşanacak bilinmez, ama bu kafayla giden bir sisteme tabi olan halkın ve onun ülkesinin daha ne günler yaşayacağı şimdiden belli. Ne de olsa halklar, hak ettiğini yaşar… 20
Angelopoulos'un Ölümü ve İnsanın Yazgısı Üzerine Hakan Savaş
Rezalet. Albert Camus'nun henüz kırk yedi yaşındaki ölümünün ardından kaleme aldığı yazısında, bu ölüme neden olan trafik kazasını, insancıl dünyada, en derin ihtiyaçlarımızın uyumsuzluğunu (absürtlüğünü) gösterdiği için "rezalet" olarak nitelendirmişti Sartre. Belki de bu yüzden, Theo Angelopoulos'un ölüm haberini duyduğumda aklıma gelen ilk sözcük rezalet oldu. Öyle ya, modern sinemanın ve buna bağlı olarak auteur sinemasının Avrupa'daki son büyük temsilcilerinden birisi, ustası olarak anılan bir yönetmenin, "Ağlayan Çayır" ve "Zamanın Tozu"nun (Üçüncü Kanat) ardından üçlemesinin son filmi olan "Öteki Deniz"in çekimleri sırasında geçirdiği trafik kazası sonucunda ölmesi en az Camus'nun ölümü kadar uyumsuz, arsız bir rezaletti. Buna neden her iki sanatçının da aynı nedenle, bir trafik kazası sonucunda ölmesi değil elbette. Nasıl Camus yalnızca iyi, başarılı bir yazar değilse, aynı zamanda "çağının vicdanı" olarak görülmüş ise, Angelopoulos da yalnızca yönetmen değildi... Ya da yönetmen olduğu kadar dünya görüşü ve ideolojik kimliğiyle bir siyaset adamı, edebiyata olan düşkünlüğü ve sahip olduğu duyarlılıkla bir şair, zamana, tarihe bakışı ve yorumlayışıyla bir tarih felsefecisi ve bir düşünürdü.
Böylesine çok yönlü bir insanın ölümünün ardından onun sanatı, sineması için kuşatıcı, eksiksiz bir yazı yazmanın, ondan geriye kalanları cümlelere sığdırmaya 21
çalışarak derleyip toparlamanın hayli zor olduğunu biliyorum. Ama “ölenin mezarına koy/yaşamak için söylediği sözcükleri / yerleştir başını onların arasına…” diyen Paul Celan'ın dizelerinden güç alarak, onun yaşamak için görüntü diline çevirerek söylediklerine -hatta ömrü vefa etmediği için söyleyemediklerine biletutunabilirim. Söyleyemediklerine bile dedim çünkü, eğer yaşasaydı 18 Şubatta aramızda olacak ve İstanbul Psikanaliz Derneği'nin düzenleyeceği bir etkinliğin konuğu olarak bize "zaman"dan ve "ayrılık"tan söz edecekti.
Öyleyse zamandan ve ayrılıktan söz edelim. Issız, kimi zaman yağmurlu ve kasvetli kimi zaman aydınlık bir deniz kıyısında - ki o deniz Ege'dir, Akdeniz'dir - çakıl taşlarıyla oynayan bir çocuk imgesi karşılasın bizi. İşte o çocuğu zaman olarak görür, adlandırır Angelopoulos: "Eğer kendi sinemamı tanımlamam gerekseydi" der bir söyleşisinde "bunun geçmiş zamana ve şu anda akan zamana, zamanın
22
kendisine dair bir sinema olduğunu söylerdim (...) Zaman, bir kumsalda çakıllarla oynayan bir çocuktur. Filmimin karakterleri zaman ve mekan içinde, sanki zaman ve mekan yokmuşçasına yolculuk ederler. En önemli soru şudur: Yarın ne kadar sürecek?" Bu sorunun yanıtı "Sonsuzluk ve Bir Gün"dür. Kumsaldaki çocuk imgesi yerini kansere yakalandığını öğrenen ihtiyar bir şaire (Alexander) bırakır. Tedavi olmak için hastaneye yatmak yerine, ömrünün son gününde yıllar önce kaybettiği karısının (Anna) hayaliyle yağmurlu bir denizin kıyısında dans ederken dünü, geçmişi bugünde yaşayan Alaxander, o soruyu bir kez daha hatırlar:
-Anna
yarın
Gitmeyeceğim…Yarın
hastaneye
gitmeyeceğim.
Gitmeyeceğim
Anna.
için bir plan yapalım. O yabancı bana hep aynı müzikle
cevap verecek. Ve bana sözcük satacak biri her zaman olacak. Yarın. Bir seferinde yarın ne kadar sürer diye
sormuştum. Sen de demiştin ki: Sonsuzluk ve bir
gün kadar. -Seni duyamadım ne dedin? -Sonsuzluk ve bir gün kadar… 23
-Anna. Anna… Bu gece ben de öbür tarafa geçiyorum. Sana geri getirdiğim sözcükle
birlikte geleceğim Anna. Geleceğim. Geleceğim…Her şey gerçek. Ve
her şey
bekliyor. Gerçek için. Benim küçük çiçeğim. Yaban. Benim küçük
çiçeğim. Gerçek
için… Gerçek için… Gerçek…
Gerçek, karanlık bir denize benzeyen sonsuzluğun ölüm; hayatın anlamının, yani sevginin ise bir gün olduğudur. Sorun ise ertelenen; geniş zamanlar umarken yarınlara ertelenen sevgilerin dar vakitlere kalışı... Kariyer, iş-güç, meslek, sanat, şiir ya da başka bir ideal için hayatı, sevmeyi erteleyen bencillikle tüketilmiş bir ömrün sonunda anlamını yitirmiş, oraya buraya dağılmış sözcüklerle ne söyleyeceğini bilemeden öylece kalakalan, kekeleyen insanın aczidir sorun... Zaman nedir sorusunun, "Sonsuzluk ve Bir Gün"deki karşılığı yalın bir hüzündür ancak Angelopoulos'un hüznünde umutsuzluk yoktur, çünkü Albert Camus'nun dediği gibi, Akdeniz'in tragedyası Kuzey Avrupa'daki gibi sislere değil güneşe bağlıdır ve bu coğrafyanın tarihinde umutsuzluk bile hep güzellik içinden, güzelliğin insanı ezen yanından varılmış bir umutsuzluktur. Ölmeden önce tamamlaması 24
gereken şiirin kayıp sözcüklerini arayan şairin bulduğu son sözcük en acımasız olan sözcüktür: "Argathini." Gecenin en derinindeki karanlıktır Argathini, her şey için çok geç kalınmış olmanın çaresizliğini duyuran hakikattir. Ama bu sözcüğü şaire veren, getiren de kaçak, göçmen bir çocuk ve o çocuğun gözlerindeki umuttur. Yarına,
geleceğe,
şiirin
tamamlanacağına,
güzele,
güzelliğe
inanmaktan
vazgeçmeyen bir umut...
Angelopoulos'un ilk uzun metrajlı filminden (Yeniden Canlandırma, 1970) yarım kalan son filmine (Öteki Deniz) varıncaya kadar aslında tek bir sorunun yanıtını aradığı için "son"u olmayan tek bir film çektiği de söylenebilir. Bir söyleşisinde "Bizler zamanın içinde sürekli hareket ederiz. Bu yüzden filmlerimin bittiği yere 'Son' yazmam, yalnızca ilk filmimde vardır bu ibare, bir daha koymadım.Tek bir büyük film üretiyorum ve benimle birlikte bitecek o film de..." diyen de kendisidir. Öyle sanıyorum ki, Angelopoulos'un sinemasını var eden o tek soru her zaman olduğu gibi çok basit-kolay göründüğü için hemen hiç bir zaman sormaya tenezzül etmediğimiz ve aslında belki de yanıtı en zor olan sorudur: "Sevmeyi neden bilmiyoruz?"
25
"Sonsuzluk ve Bir Gün"ün bu can alıcı soruya verdiği yanıt dar zamanları bahane edip geniş zamanlar umarak ertelenen sevgiler ise, "Ağlayan Çayır"da verilen yanıt da "ayrılık"tır.
Argathini'den, gecenin kör karanlığında her şey için çok geç olduğunu fark etmeden hemen önce bulunan kayıp sözcüklerden birisidir ayrılık: Xenitis'tir. Yabandır, yabancıdır xenitis, kendisini hiç bir zaman evinde hissetmeyen, içinde hep bir sıla özlemi taşıyan ama hiç bir yere ait olmayan, olamayan insanın sürgünlük acısı; mülteci, göçmen yarasıdır. Xenitis, aslında Angelopoulos'un ta kendisidir çünkü şu sözler ona aittir: "Nedenini bilmiyorum ama kendi ülkemde kendimi içsel bir sürgünde hissediyorum. Bu tamamen kişisel bir duygu… Henüz evimi, yani kendimle ve dünyayla uyum içinde yaşayacağım yeri bulamadım." Sevmeyi bilmeyişimizin, beceremeyişimizin nedeni coğrafyadan da milliyetten de ayrı, bağımsız olan bu yalnızlık, yersiz - yurtsuzluk, sürgünlük duygusu değildir. 26
John Berger'in dediği gibi, yaşadığımız yüzyıl (yirminci yüzyıl) her zaman hoşçakal dediğimiz yolculukların, ayrılıkların yüzyılıdır. Ancak bu yüzyıl keyifli gezmelerin, yolculukların değil zorlamayla yapılan; açlığın, savaşın, siyasi ya da ekonomik nedenlerle yapılan göçlerin, yalnızca hayatta kalmak için yapılan zorunlu yolculukların ve kayboluşların yüzyılıdır. Yakınlarının, sevdiklerinin kayboluşunu çaresizce izleyen insanların yüzyılı... "Ağlayan Çayır" bir film olduğu kadar ayrılığa yakılmış bir ağıttır. Angelopoulos için ayrılık yalnızca coğrafi ya da siyasi sınırlarla anlamı belirlenebilecek bir sözcük değildir. Her ne kadar arka planda toplumsal değişim ve çalkantılar izlense de asıl acı veren, zor olan ayrılıklar önce kişinin kendisinden uzaklaşması, kendine yabancılaşmasıyla başlayan sonra da iki insan, iki gönül arasında (anne-çocuk, kardeş ya da sevgili) yaşanan ayrılıklardır. Tarih değişir, toplum değişir, duvarlar yıkılır, siyasi sınırlar yeniden çizilir ama insanın insanla, insanca iletişim kurabilmesini engelleyen duvarları yıkmak daha zor olandır.
27
"Zamanın Tozu" ile zor olanın üstesinden gelmeye çalışır Angelopoulos ve kayıp sözcüklerin ilkini çağırır: "Korfulamu." Sözlük anlamı çiçek göbeği olan "korfulamu"nun Yunanca yan anlamları sevgiyi, şefkati, dinginliği işaret eder; annesinin kucağında uyuyan bebeğin huzurudur ki, Angelopoulos da "Zamanın Tozu"nda yirminci yüzyılın başında doğmuş sonunda vefat etmiş olan annesinin yüzyılını anlattığını söyler. Sevmeyi bilmeyişimizin nedeni ayrılıklardır, sürgünlerdir ama önemli bir başka neden de geçmişimize sahip çıkmayı, kendimizle yüzleşmeyi bilmeyişimizdir. Oysa geçmiş ölü bir zaman değildir, bugünde, şimdide yaşar ve içinde yaşadığımız anı anlamlı kılar. Angelopoulos zamanı nasıl anlamlandırdığını şu sözleriyle aktarır: "Geçmiş, geçmiş değildir. Zamanın üç boyutu; geçmiş, şimdi ve gelecek benim için mevcut değildir. Geçmiş, sadece zamanda geçmiştir, aslında bilincimizdeki geçmiş, şimdidir. Geçmiş, bugünün bir parçasıdır çünkü hatıralar geçmişe değil bugüne aittir. Ve gelecek dediğimiz şey, bugünkü deneyimlerimizle belirlediğimiz yarının düşsel boyutudur." İki büyük dünya savaşının külleri yirminci yüzyılın üzerine yağarken Angelopoulos her şeye, her yere sinen, çöken "Zamanın Tozu"na dokunur ve izleyicisini yirmibirinci yüzyılın eşiğinde, Brandenburg kapısının önünde bırakır. Filmin bu son sahnesinde küçük Eleni (gelecek) ihtiyar Spyros'un (geçmiş) elini tutar ve lapa lapa yağan kar altında çocuk sevinciyle elele, birlikte koşarlarken "hiç bir şeyin sona ermediğini, ermeyeceğini..." duyarız. Tam da bu fikre içimiz ısınmış, alışmışken üçlemenin son filmi olan "Öteki Deniz" yarım kalır ve Angelopoulos, yaşarken yaptığı gibi ölümüyle de aynı şeyi bir kez daha yaparak "son" yazmaz.
Aslında onu sinemanın "auteur" olarak adlandırılan ustalarından; Antonioni, Bergman, Bunuel, Tarkovski, Godard, Kurosawa gibi yönetmenlerden ayıran şey, 28
biraz da onun ölümüyle ortaya çıkan duygudur. Bergman bizde hayranlık uyandırabilir, Antonioni'ye ve Godard'a saygı duyarız, Bunuel bir dehadır, Tarkovski şiirseldir ama hiç bir auteur Angelopoulos kadar "sevgi" uyandırmaz. Belki de onun ölümünün ardından oluşan bu duygu yalnızca bana aittir, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki o da metafiziğe yüz çeviren hatta metafizikten tiksinen bir çağın çocuğu olarak büyüyen Angelopoulos'un sorulması gereken asıl soruyu, yani "sevmeyi neden bilmiyoruz? " sorusunu sorduğu ve yalnızca son dönem filmlerinde
değil
Manzaralar"a,
"Avcılar"dan,
"Leyleğin
"Kitara'ya
Geciken
Yolculuk"a,
Adımı"ndan
"Ulis'in
"Arıcı"dan
"Puslu
Bakışı"na
kadar
sinematografisinin her döneminde bu soruya tutkuyla, heyecanla bir yanıt aradığıdır. İnsan aklının yazgısını metafizik olarak adlandıran Kant'tır. Metafizik aklın yazgısıdır; çünkü Tanrı, ruh, ölüm, ölümsüzlük, iyilik kötülük, güzellik çirkinlik gibi sorular bir yanıtı olsun olmasın insanın sormaktan hiç vazgeçmediği, vazgeçmeyeceği sorulardır. Ve belki de o soruların en önemlisi "sevgi"dir, sevgiye ilişkin olan her şeydir. Angelopoulos " (...) Ve insanlığın sorunları dünya yaratıldığından beri aynı, insanların soruları hep cevapsız. Benim filmlerimde tüm bu sorunlar, düşünceler, dünya hakkındaki felsefi görüşler var. Eros, ölüm, doğum, düşler, daha iyi bir dünyanın perspektifi, gençlik ve yaşlılık, aşk... Kısaca insanın kaderi..." derken, sinemasına ve insanın yazgısına ilişkin söylenebilecek her şeyi özetler. Ve ne yazık ki, bizi kaderimizle baş başa bırakıp gider. Ama bu gidiş onu anlayanların, sevenlerin gözünde hiç bir zaman bir bitiş, bir "son" değildir çünkü "hiç bir şey sona ermez..."
29
Cannes Film Festivali İzlenimleri Onur Keşaplı Cannes Film Festivali için sinemanın kalbi dersek yanılmış olmayız. Her ne kadar Amerikan Akademi Ödülleri, Oscarlar kadar popüler değilse de sinemanın biraz içinde olan herkes için Cannes sinemanın en büyük olayıdır. Çekimlerini 2011'de, kurgusunu ise 2012'de tamamladığımız kısa filmimiz "Soluş"u, çekim aşamasındayken yurtdışına göndermenin hayalini kuruyorduk, ancak kurgu masasına filmin senaristi Selin Süar ve görüntü yönetmeni Berk Tuğcu ile birlikte oturduğumuzda gördüğümüz yapıtı Cannes'a göndermemiz gerektiği konusunda hem fikirdik. Filmimiz yirmi dakika olduğu için on beş dakikalık süre sınırlaması olan yarışmalı bölüme gönderemeyeceğimiz "Soluş"u festivalin kısa film gösterim programı olan Short Film Corner'a gönderdik. Sonuçta filmimiz kabul edildi ve Cannes'a davet edilmenin büyük mutluluğunu yaşadık.
30
Basın bizle, tahmin ettiğimizden de fazla ilgilendi. Cumhuriyet, Birgün, Evrensel gibi ulusal yayın yapan gazetelerin yanısıra Yeni Asır gibi İzmir ve çevresine yayın yapan gazetelerde de haber olduk. Öncelikle bir düzeltme yapmamız gerekiyor; biz yalnızca gösterime gittiğimizi, yarışmalı bölümde olmadığımızı hem basın açıklamamızda hem de konuşmalarımızda belirtmiş olduğumuz halde bazı yayın organları Cannes'da yarışacağımızı yazdılar yanlış olarak. Bu teknik detaylara sonra dönmek üzere yolculuk öncesi yaşadıklarımıza da kısaca değinmek gerek. İzmir'i ve Türkiye'yi temsil etmenin mutluluğuyla seyahatimiz için destek arayışlarına başladık fakat destek vermemek için yırtınan "büyükler"in dışında Van depremi sonrası canlı yayında yardım vaatlerinde bulunup sonra yok olanlar küçük sürümlerini gördük. Çok da uzatmanın anlamı yok, sonuç olarak "Makaslama" reklamımızla bir başka festivalden kazandığımız ödülümüzün de katkısıyla kendi yol paramızı kendimiz çıkartmaya çalıştık.
11 gün süren 65. Cannes Film Festivali'nin ikinci yarısında oradaydık. Bu yıl uzun metrajda yer almayan sinemamızı kısa filmcilerimiz Cannes'a taşıdı desek doğrudur, zira "Soluş"la birlikte Türkiye'den yaklaşık otuz kısa film, festivalin Short Film Corner bölümünde yer alırken, tarihte dördüncü kez kısa metraj yarışmalı bölümde finale kalan bir filmimiz vardı. Böylesine büyük bir başarıyı görmezden gelenlerin ötesinde küçük görenlerin olduğunu bilerek Cannes maceramıza 31
başladık. 7'den 77'ye her yaştan ve dünyanın her yerinden kısa filmcilerin olduğunu görmek bir de bunun üstüne meslek olarak kısa film yönetmenliğini seçip bu şekilde geçimlerini sağlayanlarla tanışmak bizler için belki ütopik olmakla birlikte son derece önemliydi. Ülkemizde kısa filmi, uzun metrajın yavrusu, geleceğin yönetmenlerinin başlangıç noktası olarak gören dar görüşün yıkılması için bu gerçekliği daha sık vurgulamak gerek. Kısa film, tıpkı öykü-roman ayrımı gibi uzun filmden farklı, bambaşka bir sanatsal biçimdir. Bu yaratının sanatçılarıyla bir arada olmak güzeldi. Biz daha Cannes'a varmadan, oradaki video odalarında "Soluş"un her gün defalarca izlendiği bilgisini alıyorduk, oraya vardığımızda da durum değişmedi. Film izlenilmeye devam etti, ayrıca Short Film Corner'ın imkanlarından olan özel gösterim şansımızı da kullandık. Her ne kadar en küçük gösterim salonu boşta kalmış olsa da ve maddi destek alamayış olmanın yanısıra unutkanlığımızın bir sonucu olarak filmin afiş, broşür, dvd vb. tanıtım dosyalarımız olmaksızın yaptığımız bu gösterime Amerikalı, Fransız, Belçikalı, Filistinli kısa filmciler geldi. Filmimiz genel olarak beğenildi ve ayakta alkışlanması bizleri gururlandırdı. Özellikle filmin görüntülerine, şiirsel sinema diline, çekim mekanlarına ve Serhat Parıl'ın güçlü oyunculuğuyla canlandırdığı Ulaş karakterinde gizli alt metinleri çok beğendiklerini söylediler. Gösterime gelen ve filmi daha önce ve sonra video odalarında izlemiş olanlarla uzun uzun konuştuk, fikir alışverişinde bulunduk. Short Film Corner'da onlarca film izledikten sonra festivalin yarışmalı bölümündeki kısalara geldi sıra. Elbette ilk olarak, yarışmalı bölüme kalarak sinemamız için de büyük bir başarı elde eden Rezzan Yeşilbaş'ın "Sessiz"ini izledik. Film, sinematografik açıdan çok güçlü. Kamera tekniği ve sinema diliyle üstün bir yapıt. Konusu ise, eşi Diyarbakır cezaevinde hapis yapan bir kadının, Türkçe bilmediği ve Kürtçe konuşmanın yasak olduğu için ziyaret sırasında sessiz kalarak, eşiyle ayakkabı değiştokuşuyla iletişime girişini anlatıyor. Benzerleri sıkça işlenmiş bir konunun sinema diliyle nasıl özgünleşebileceğinin iyi bir örneği "Sessiz". Yapım öncesi de çok iyi çalışılmış olduğu belli, zira hem Zeki Demirkubuz'dan hem Yeni Sinemacılardan hem Erdoğan ailesinden hem de Kültür Bakanlığı'ndan destek alınabiliyorsa bu yalnızca "şans"la açıklanamaz, tebrik etmek gerek. Filmin kısa film dalında Altın Palmiye alması ise sinemamız açısından daha önce yaşanmamış, çok önemli bir başarı. Filmin tüm emekçilerini tebrik ediyoruz. Peki "Sessiz" gerçekten en iyi kısa filmmiydi? Yarışmalı bölümde diğer dokuz filmi de izle şansımız olduğu için söz hakkımız olduğunu düşünüyoruz. Gerek konu itibarıyla, gerekse film dili açısından "Sessiz"den daha iyi filmler vardı. İlk akla gelenler , "Night 32
Shift"(yรถnetmen Zia Mandviwalla). Film, muhtemelen bir Aborjin'in-filmde
33
kesinlikle belirtilmiyor- havaalanında yeni başladığı gece vardiyasını yalın ve
34
melankolik bir dille aktarıyor. Benzer işi yaptığı -yerli olmayan, beyaz- işçilerle
35
girdiÄ&#x;i diyaloglar, etkileĹ&#x;im ve genel olarak hepsine hakim olan umutsuzluk, yenilgi
36
hali sistemin ağırlığını fazlasıyla hissettiriyordu. Bir diğer öne çıkan kısa film,
37
Avustralya kısası "Yardbird"(yönetmen Micael Spiccia) ise teknik açıdan "Soluş"un
38
üç, "Sessiz"in bir gömlek üstü bir çalışma. Babasıyla karavanda yaşayan ve psişik
39
güçlere sahip bir kızın, etrafta küçük çapta terör estiren bir çeteyle savaşımını konu
40
edinen film görüntü yönetimi, özel efektlerin kullanımı ancak hepsinden öte özgün
41
bir atmosfer yaratmas覺yla gerilim-aksiyon t羹rlerine yeni bir soluk getirebilecek bir
42
yönetmeni müjdeliyordu adeta. Öncelikle akılda kalan ve bize göre izlediklerimizin
43
en iyisi olan Belçika kısası "Cockaigne"(yönetmen Emilie Verhamme), Ukrayna'lı
44
Yeni Zelanda kısası bir baba ve oğullarının Brüksel'e kaçak yollardan gelmesiyle
45
başlıyor. Filmin teknik açılardan ve atmosfer yaratımı bakımından kusursuz olduğunu söylemeye gerek yok. "Cockaigne"yi bize göre üstün kılan özellik, günümüzde sıkça konu edilen göçmen sorunlarını herkesin yaptığı şekilde ırkçılık şablonunda ele alıp etnik sömürüye kaçmak yerine tamamen sınıfsal boyutta işlemesi. Bu da filmi anlatım dili olarak ilerici bir noktaya taşıyor. Filmde kaba bir Batı eleştirisinden fazlası var. Cici Ukraynalılar, masum göçmenler, lanet olası Belçikalılar çizgisinden çok kapitalizm hatta tüketim toplumu taşlaması var filmde. Ukraynalı baba ve oğullarına en büyük kötülüğü yapanlar başka göçmenler örneğin. Böyle bir anda "sen de göçmensin bize bunu niye yapıyorsun" diyen babaya "beni kendinle sakın karıştırma ben buralıyım, buraya uygunum sen değilsin" diyen başka bir göçmen, sisteme eklendikten sonra küreselleşmenin öngördüğü ölçüde egemen sınıfın bir mensubu oluyor ve Ukraynalı aileyi tartaklayan polisle konumu eşliyor. Böyle bir listede "Sessiz" , aynı sinematografik anlatıyla, örneğin Sri Lanka'daki Tamil azınlığı üzerine bir film olsaydı Altın Palmiye alıp alamayacağı akılda ister istemez bir soru işareti bıraktı. Bu görüşü geçtiğimiz günlerde paylaştığımız bir ortamda "faşist" olarak adledildiğimizi belirtirsek ülkemizde eleştiriye hoşgörünün ne vaziyette olduğunu bir kez daha göstermiş oluruz galiba. 46
Ancak jüri, asıl süprizleri uzun metraja saklamış. Ne yazık ki Micheal Haneke'nin "Amour"u biz Cannes'da değilken gösterildiği için en büyük ödülü alan film hakkında görüş bildiremiyoruz ancak şu ana kadar, tıpkı Kubrick ve Angelopoulos gibi, çektiği her film iyi olan Haneke'nin ödülü hak etmiş olabileceğine şüphe yok. Bizi asıl şaşırtan, şahsen en sevdiğim yönetmenlerden biri olan Ken Loach'un, "The Angels' Share" filmiyle aldığı jüri ödülü. Yönetmeni her ne kadar seviyor olsakta, bugüne dek çektiği belki de en vasat filmin, bağımsız bir Amerikalı yönetmenin kalburüstü ilk filmi olabilecek bir "kendini iyi hisset" filminin ödül almasını yadırgadık. Acaba yönetmen koltuğunda kendini henüz kanıtlamamış bir sinemacı oturuyor olsaydı bu film bırakın ödül almayı Cannes'a sokulur muydu? Yarışma filmleri arasında bizi en çok etkileyen, yönetmen Leos Carax'ın vazgeçilmez oyuncusu Denis Lavant'la birlikte son çalışması "Holy Motors"du. Epizodik bir anlatıyla, çağdaş bir sinematografiyle ilerleyen film, sinemanın ve oyunculuğun büyülü ve daha ışıltılı olduğu zamanları özleyen, oyuncu Bay Oscar'ın, farklı rollere büründüğü, adeta hayatın her alanının ve anının filme çekilebilir olduğu bir gerçeklikle(yada gerçeküstü bir düzlemde) işini yapmasını anlatan film, başta En İyi Erkek Oyuncu ödülü olmak üzere jüri tarafından görmezden gelindi. Benzer bir konuyu alabildiğine muhafazakar işleyen "Artist" filmini övgüye ve ödüllere boğan sinema dünyasının bu denli özgün, çağdaş bir örneği görmezden gelmesi gerçekten düşündürücü. Filmden çıktığımız gibi söylediğimiz "Cannes'a bile fazlaydı" nitelemesi ne yazıkki doğru çıktı. Yarışma dışı bölümün uzun metrajlarından ise Catherine Corsini'nin yönettiği "Trois Mondes" filmi, oldukça sıradan bir konuyu senaryo ve diyalog gücüyle benzerlerinden ayıran anlatısıyla dikkate değer bir yapıt olarak öne çıktı.
47
Genel olarak Cannes Film Festivali'nin, aşırı seçkinci yapısıyla bizi rahatsız ettiğini de belirtmemiz gerek. Zaten halka kapalı olan festival, büyük gösterimlerine dair bir çok davetiyeyi de "ünlü"lere dağıtmasıyla bizim gibi birçok kişinin bazı filmleri izleyememesine sebep oldu. Yine nedeni açıklanmadan iptal edilen gösterimler, gelmeyen basın mensuplarına yer ayrılması sonucu dışarıda kalan izleyicilerle iş iyice çığırından çıktı. Bu gibi seçkinci tutumlar, insanların davetiye dilenmesi gibi komik görüntülere yol açtı. Akıl almaz şıklıkta insanların ellerinde dertlerini anlatan kağıtlar ve yüzlerinde kötü bir oyunculukla belirmiş masumane ifadelerle dilenmeleri gerçekten acıklıydı. Başta kısa filmciler olmak üzere sinemacıların genel derdinin sanat yerine eğlence olması bir diğer gariplikti. Büyük partilere davetiye bulmak filmlere girmekten daha kolaydı mesela. Biz, Lee Daniels'ın "Paperboy" filmine çok istediğimiz halde giremezken, yönetmenin özel ve büyük partisine resmen kucaklanarak götürüldük! Buradan festivalde Türkiye ne yapıyordu sorusuna dönmek gerek. Başta İran olmak üzere birçok ülkenin çok güçlü tanıtım yaptıklarını gördüğümüz festival alanlarında oldukça az sayıda olan 48
Türkiye reklamlarının büyük bir kısmının, İzmir EXPO 2020 reklamlarıyla kaplı olması trajikomikti. Bizi ve "Soluş"u büyük bir ilgiyle kabul eden İrlanda, Yunanistan, Amerika, İngiltere, Bulgaristan pavyonlarından sonra gittiğimiz Türkiye pavyonunda suratımıza bile bakılmaması, daha sonra okuduğumuz kadarıyla Türkiye pavyonunun yalnızca verdiği partilerle adından söz ettirmesi, seviyesini de gözler önüne sermeye yetti. Ve gelelim sona bıraktığımız teknik konularla ilgili söyleyeceklerimize. Aslında burada sözü yapımcı Zeynep Atakan Özbatur'a, Nuri Bilge Ceylan'ın başyapıtı "Bir Zamanlar Anadolu'da"yla birlikte son filmlerinin yapımcısına. Kendileri, ilginç bir biçimde Cannes öncesi mesaisinin bir kısmını "Short Film Corner'a kabul edilenler Cannes'a gidiyoruz demesinler" açıklamalarına harcadı. Bunla alakalı olarak kaleme aldığı yazıyı şöyle tamamlıyor Sayın Özbatur: " 'Filmim Cannes'da demek yerine, 'Filmimin gelişimi ve ileri işlerim için Cannes Short Film Cornera gidiyorum' demelerini naçizane tavsiye ederim." Evet, bizlere Cannes Film Festivali'nden resmi davetiye geliyor, festival bize sadece davetlilerin alındığı gösterimlere davet ediyor, ayrıca üzerinde logosuyla birlikte "Cannes Film Festival Short Film Corner" yazan amblemi filmimizin önüne koyabileceğimizi söylüyor, tüm dünyadan gelen kısa filmciler ve ülkeleri bunu bu şekilde aktatıyor ama bizler yani tam 30 küsür filmin ekipleri haddimizi bilmeli ve Cannes yerine mesela Nice kentine gittiğimizi falan söylemeliyiz galiba. İşin daha da garip yanı, Rezzan Yeşilbaş'ın büyük başarısı sonrası twitter'da ne olduğu belirsiz bazı tiplerin bu başarıyı "Short Film Cornercılara kapak olsun" sözleriyle duyurmaları ve Sayın Özbatur'un bu yazıları paylaşmayı tercih etmesi. Tepkiden midir bilinmez ancak hakkını verelim, Sayın Özbatur Cannes öncesi Short Film Corner ekipleriyle bir toplantı düzenlemiş ancak ne konuşulduğuna dair detaylı bir bilgi yok. Türkiye sinema tarihinin bizce en büyük yapıtı olan "Bir Zamanlar Anadolu'da"nın yapımcısı olarak başarıdan başarıya koşan bir sinemacının bu gibi konulara yukarıda sözünü ettiğimiz şekilde yaklaşması galiba Türkiye'nin genel zihniyetini ortaya koyuyor. Nuri Bilge Ceylan'ın, İzmir Film Festivali'ndeki konferansında öğrencilerimizden birinin "Yurtdışında film çekmeyi düşünüyor musunuz" sorusuna bunu düşünmediğini çünkü yurtdışında film ekiplerinin Türkiye'deki gibi çok uzun saatler çalışmadığını söyleyerek ülkemiz setlerinde yaşanan korkunç emek sömürüsüyle arasına mesafe koymaması ve Ebru Ceylan'ın Türkiye'ye Oscar adaylığını biz öğrettik tarzındaki açıklamaları gerçekten üzücü. Hiçbir büyük sanatçıdan ilerici bir siyasal duruş ortaya koymak mecburiyetinde değil, Salvador Dali bunun en bilinen örneklerinden. Ancak sinemamızın en güçlü, hatta dünya sinemasında çağdaş anlatının en büyük 49
yönetmeni ve ekibinin bu tarz çıkışları ister ister genç sinemacılar olarak bizleri şaşırtıyor. Sonuç olarak Cannes Film Festivali'ne dönecek olursak, etkileyici, ışıltılı, ihtişamlı ve gösterişli bir sinema şöleni işin aydınlık tarafıyken, aşırı seçkinciliği ve "film pazarı" olgusunun "sinema sanatı" tavrını aşması ise ayın karanlık yüzüydü. Jüri kararları ise elbette asla herkesi memnun edemez ancak geçmişte Lars von Trier'in "Dogville" olayı, Michael Moore'un 11 Eylül belgeselini anımsarsak bu yılki kararlarla birlikte, ödül dağıtımı konusunda Cannes'ın kriterlerinin her daim tartışmalı olacağını görüyoruz. Dünyanın en büyük sinema olayında durum böyleyse, gelin bir de ülkemizde ve dünyadaki küçük festivallerin jüri değerlendirmelerini bir düşünün! Onlar da başka bir yazıya kalsın dostlar...
50
Türk Sineması Nerede? Selin Süar Türk Sinema Tarihi derslerinde sıkça sorulan bir soru var; “Neden İran kadar olamadık?” İran, her nedense konuşmalarımıza konu olan ve kendimizi değerlendirdiğimiz bir kıstas olarak son zamanlarda sıkça karşımıza çıkmaya başladı. Bazı açılardan kendimizi ‘İran’dan bile’ aşağı hissederken, diğer taraftan ‘İran gibi olmak’tan korkan çok sayıda kişinin olmaya başladığını fark ettim. İran, Şah’a karşı ayaklandığından ve ülkedeki ekonomik durumun bozulmasından dolayı kendi başlarını kendi istekleriyle gerici bir yönetime teslim etmesi açısından bize fazlasıyla benzerlik gösterdiği için belki de bu kadar onlar gibi olmaktan korktuk. Diğer taraftan, özümüzde uygarlıkların mirası olan koskoca bir hazineye sahipken nasıl oluyorsa düşünceden yoksun ve kimliksiz bir kitle olmayı da başardığımız için İran kadar olamadığımıza hayıflanıyoruz.
Halkında gayrımüslim bulunduğu için onların ocaklarına incir ağacı dikenleri veya ülkeden kovanları geçtim, insanları sırf Aleviliğe mensup oldukları için kesmeye pek meraklı olan Katil Yavuz Sultan Selim’in (ki havarileri hâlâ günümüzde yaşamaktadır, mantar gibi üremektedirler) kıyımının ardından İran’a sığınanlardan değil, kılıç zoruyla Müslüman olan halkların ortaklığından geçiyor İran ile Türkiye’nin (Osmanlı’yı da katmalıyız buna) yollarının kesişimi.
51
Kelimenin kökenine bakıldığında ‘ilerleme’yi de içinde barındırdığı için köhne zihniyete geri dönmek ne kadar ‘devrim’ olarak anılmalıdır, orası trajikomik bir anlam saptırması, çünkü İran Devrimi, aynı zamanda İslam devrimi olarak geçer. 1978 yılının Ocak ayında Şah karşıtı ilk büyük halk gösterileri başlamış; grevler, ülkeyi ve ekonomiyi çıkmaza sürükledikten sonra Şah, 1979’un Şubat ayında ülkeden kaçmıştır. Ayetullah Humeyni’nin, İran’a geri dönmesiyle ve Pehlevi Hanedanı’nın ordusu 11 Şubat’ta, sokak savaşlarında Şah’a bağlı silahlı gruplara karşı üstünlük sağlayınca Şah, kendini tarafsız olarak ilan etti. Sonuç olarak Nisan 1979’da İran resmi olarak İslam Cumhuriyeti oldu. Aralık 1979’da ülke, şeriatı temel alan teokratik bir anayasayı ve Humeyni’nin dini liderliğini onayladı. Bunların ardından ülkede genel af çıkarıldı, müzik ve gazete yasağı konuldu. Milliyetçi gruplar ve Marksist muhalif gruplar İslami gelenekçilerle birlikte Şah’a karşı mücadele etseler de onbinlercesi Ayetullah Humeyni yönetimindeki devrim (!) sonrasında, rejim tarafından idama mahkum edildi. Öyle ki 1988 yılında 30.000 siyasi tutuklu, Humeyni’nin emriyle idam edildi. Bazen Türk Devrimi’nde olmazsa olmaz olan laikliği Mustafa Kemal Atatürk üzerinden onu dinsiz diye eleştiren akıl yoksunu varlıklara ‘İran’ın sonu, sonun başlangıcı’ diye bir başlık altında ders vermek ve bu dersi onların kafalarına vura vura öğretmeyi çok isterdim, bunu da itiraf edeyim.
Bizim özgürlükçü ve demoktarik darbukalarımız, akordu bozuk sesler çıkarırken işte böyle bir özgürlük ve demokratik ortamdan bahsettikleri için ülkede kimi kesimler oraya benzemekten korktu, kimi kesimler ve az zaman daha geçsin, o 30.000’ler arasında ipe gidecek olan tüm ‘yetmez ama evet’çiler, zamanında şakşakçılık yaparken günümüzde kanı donarak susmaya başladı. Kimi kesimler, başa gelen 52
hükümetlerden çok çektiğinden ‘Bana ne kardeşim, beni kim düşündü bu saate kadar, kendi çıkarımı düşüneyim, yeter!” deyip saf değiştirirken, gerçekleri anlayan taraftarlar da ters yöne doğru saf değiştirmeye başladı. Kısacası ülkedeki kafa karışıklığı ve elle yaratılan ayrımcılık o kadar tavan yaptı ki, her yerden darbe yiyen halk, ne yapacağını şaşırmış şekilde kendi değerlerine bile tükürür oldu. (Sadece karaktersiz olduğu ve dürüstlükten korktuğu için ikiyüzlü davranan dönek solculardansa -kürtaj yasağına karşı çıkan halka ‘kaşarlar’ diyen birileri gibi- hiç bahsetmiyorum. Onlar, hangi rejim gelirse gelsin ilk silinmesi gerekenlerden.)
Tüm bunların ardından “Neden İran kadar olamıyoruz?” sorusuna gelelim. Bu soru, baskılarla, sansürle ne kadar engellenmeye çalışılsa da kültürünü, değerlerini ve geçmişini iyi bilen bir halka yönelik. İran Sineması, kendi kodlarını çarçabuk bulmuş ve Dünya ölçeğinde adından sıkça bahsettirir olmuş olmasına rağmen, havzasında sağlam bir uygarlıklar birikimi bulunan Türkiye’nin hemen her konuda olduğu gibi güdük kalması ve kendi sinemasını oluşturamamış olması, Milli maçlarda başarı elde edilince sokağa dökülen kitlenin –bunun içinde biz de varız- kimi zaman düşündüğü bir sorun olarak karşımıza çıkar oldu. Cannes Film Festivali’nde Kısa Film dalında ödül almasına ve başarılı sinemacıları bulunmasına rağmen, ülkesinin sineması olmadığından kendini, İzmir Expo’nun veya Türkiye’nin turistik yerlerinin reklamını yaparak ortaya çıkarmaya çalışan zihniyet elbette ki gülünecek bir zihniyet olarak önümüze geliyor. Kendi kodlarını bulan, ülke sineması olarak dünya literatüründe yer alan ve ekoller yaratan kimi ülkelerin sinemalarına baktığımızda karşımıza hep aynı cevap çıkıyor: Zihniyet.
Ülke sineması kapsamında önümüze gelen en önemli örneklerden biri Fransa. 53
2. Dünya Savaşı’nın yol açtığı ekonomik buhrandan İtalyanlar gibi Fransızlar da etkilenmiştir. Fransız Sineması, savaşın ardından Hollywood’un, yani Amerika’nın işgali altında kalır. Sinema salonlarında yerli filmler yerine Amerikan filmleri gösterilmekte, içten pazarlıklı kültürel bir savaş, sanatsal alanda devam etmektedir. Fransız Film Endüstrisi, 1950’lerde bu nedenle, Hollywood yapımlarıyla yarışacak büyük bütçeli benzer filmleri yapma gayretinde bulunmuşlardır.
Bu sırada yeni bir sinema dergisi Fransa’daki gazete bayilerinde boy gösterir. Cahiers Du Cinema, (1951 Nisan'ında yayın hayatına başlayan ve büyük bir misyon üstlenmiş olan derginin Türkçe anlamı Sinema Defterleri’dir), Andre Bazin, Jacques Doniol-Valcroze ve Lo Luca'nın öncülüğünde oluşturulur. Dergide sinema alanında yeni fikirlerin ne olabileceği, Amerikan hakimiyetine giren bu alanda neler yapabileceğiyle ilgili yaklaşımlar bulunur. Dergi, sinemaseverlerin ilgisini çeker ve özellikle genç sinemacıların fikirlerini paylaşabildikleri yeni bir oluşum haline gelir. İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ni, Rene Clair ve Jean Renoir gibi Fransız yönetmenlerin eserlerini takip eden okur kitlesinin sinemayla ilgili düşünceleri, dergide yayınlamaya başlarlar. Yapım olanaklarını, Hollywood filmlerine benzer projeler için kullanan yapımcıların, sinemaya gönül vermiş olan genç yönetmenleri görmezden gelmesine karşılık, daha sonraları Fransız sinemasının en önemli yönetmenleri arasında gösterilecek olan Jean Luc Godard, François Truffaut, Jacques Rivette veya Claude Chabrol gibi isimler, bu dergide sinemanın sorunları ve bu sorunların çözüm yolları üzerine tartışmaya girişirler. Sonuç olarak, İtalyan Sineması’nın Yeni Gerçekçilik akımının yöntemleri onlar için de bir umut kaynağı olur. 54
Bu sırada cesaret veren gelişmeler yaşanır. 1956 yılında daha önce adı duyulmamış bir isim olan Roger Vadim, Et Dieu Crea La Femme (Ve Tanrı Kadını Yarattı) isimli filmiyle bir anda tüm dikkatleri üzerine çeker. Peşi sıra, Claude Chabrol’ün 1958 yılında çektiği Le Beau Serge (Yakışıklı Serge) filminin ilgi görmesi, Cahiers du Cinema dergisi etrafında toplanan genç eleştirmenlerin cesaretlenmesini sağlar. Le Beau Serge’den tam bir yıl önce L’Express Dergisi’nde Françoise Giroud tarafından kullanılan Yeni Dalga tanımlamasına dahil olacak ve Fransız Sineması’nı büyük bir ekol haline getirecek genç kuşağın yolu açılmış olur. Aynı zamanda genç kuşak sinemacılar, Ulusal Sinema Merkezi ve ulusal filmlere mali destek sağlayan yasa gibi olanaklara sahip olmayı da beraberinde getirirler.
Çekimlerin küçük kameralarla yapılması, hareketli mikrofonların kullanılması, mekanın sokakların mekân olarak tercih edilmesi, amatör oyuncuların boy göstermesi, yaşamdan hikâyelerin seçilmesi gibi Yeni Gerçekçi çözümlerle başlayan ulusal değerleri kurtarma çabasının Fransız Yeni Dalga akımına dönüşmesi öylesine ses getirir ki, 1960'lardan 1970'lerin ortasına kadar Fransız Yeni Dalga yönetmenlerince başlatılan değişim, tüm dünyayı sarar ve özellikle de Avrupa Sineması’nda çok sayıda yönetmen, sinema sanatının sınırlarını zorlamaya ve bu sanatı geliştirmeye başlarlar. 1970’lerin başında derginin editörlüğünü, Jacques Rivette üstlenir. Bu zaman sürecinde, Roland Barthes ve Pierre Boulez gibi sinemacı olmayan kişiler de dergiye gelir. Sinema sanatı, yeni kişilerin gelişiyle; ifade tarzı, söz dizilimi, biçem, konuşma alışkanlıkları ve tüm bunların beraberinde getirdiği yeni ideolojileri ve kuralları sorgulayan farklı bir bakış açısına sahip olur.
55
Öyle ki 1970'ler, Cahiers du Cinema’nın adeta okunamaz bir hâle döndüğü, teorik bilginin ağır bastığı yıllar olur.
Amacım, Sinema Defterleri’nin yıl yıl ne gibi değişikliklere uğradığını anlatmak değil, ulusal değerlerini savunmaya çalışan bir grup gencin, devlet desteğiyle de ülke sinemasını nasıl yapılandırdıkları üzerine olduğundan konuyu daha fazla uzatmak istemiyorum. Ancak, bugün Amerikan değerleri altında kalmamak için savaşan ülkelere baktığımızda İran’ın da, İtalya veya Fransa gibi kendi değerlerini öne çıkararak kültürel yozlaşmayı reddettiklerini görüyoruz. Elbette, Humeyni’nin ideolojisi zaten Amerikan karşıtlığı üzerine kurulu olduğundan, bu değerlerin ülkeye girişini engellemek adına elinden geleni ardına koymadığını tahmin edebiliriz, fakat bu görüşün dışında olarak biliniyor ki Humeyni, sinemaya değer vermiş ve sinemayı devlet eliyle desteklemiştir. Bu nedenle iktidar yanlısı da olsa, muhalif de olsa, filmler sansürlerle kırpılsa da, yeni sinemacılar ortaya çıkmış, İran Sineması, ulusal bir sinema örneği olarak tüm hızıyla dünya ölçeğinde yükselen bir yere gelmiştir. Sansür nedeniyle engelleneni farklı şekillerde ve biçemlerde anlatabilmenin zorunluluğu ile İran’da sinemacılar, yeni kodlar üretmeye başlamış; şiirsel görüntüleri, herkesin anlayabileceği bir dilde, sinema dilinin içine sokmayı başarmış
ve
üstün
nitelikli
yapımlara
imza
atmaya
başlamışlardır.
2. Dünya Savaşı’nda darbe almadığımız halde, sinema ülkemizde hiçbir zaman desteklenmemiş, hiçbir lider sinemayı propaganda aracı olarak bile kullanmamıştır veya az kullanmıştır. Rus Devrimi’ne benzer şekilde ilerleyen Türk Devrimi’nde, yeni ilkeleri yaymak amacıyla ülkenin en ücra köşesine bile giden Sinema Trenleri dahi oluşturulmamıştır. Oysa Kazım Karabekir, meclise sunduğu önergede, ülkenin 56
çeşitli yerlerinde 'ibret yerleri' olarak belirtilen alanlarda, sinema eğitiminin verilmesini ve milletin bilinçlendirilmesi amacıyla sinemanın etkin propaganda aracı olarak kullanılmasını teklif etmiş, ancak bu genelge, bütçe yetersizliğinden dolayı kabul edilmemiştir. Kısacası, fakir olan ülkenin kalkınması için hızla üretime, yani fabrikaların açılmasına önem verilmiştir. Bugün diktatör olarak ilan edilen M. Kemal Atatürk’ün, Türkiye kalkınsın diye ‘diktatörlüğünü yaymak yerine’ (!) bazı önemli noktaları es geçip halkının bir an önce zenginleşmesini istemesinden dolayı sinema o zamanlarda geri planda kalmış, ne yazık ki sonradan gelen liderler de sinemaya üvey evlat muamelesi yapmışlardır. Bu nedenle hali vakti yerinde olan ailelerin çocuklarının kurduğu yapım şirketlerinin desteğiyle veya kişisel çabalarla ilerleyen sinemamız, ticari kaygılar nedeniyle taklitçiliğin kıskacına takılı kalmıştır.
Genel olarak bakıldığında Doğu tipi melodramlarla, Hollywood melodramlarının bir bileşkesini sergileyen ve uzun bir dönemi kapsayan Yeşilçam Melodramları'nın temelde sanat yapma amacı gütmeyen, genel üretim mantığının, hâkim sağ iktidarla ilişkisi olduğunu görüyoruz. Buna rağmen, ülkede, ulusal sinema dilini yakalamak adına, politik kültürel atmosferde ortaya çıkan dört ayrı akımı da görmemiz söz konusu olmaktadır. Türk Toplumsal Gerçekçi Sinema; dönemin bunalımlı ortamında, hakim ideolojiyi eleştiren ve topluma gerçekçi bir bakış açısıyla yaklaşmaya çalışan eserler ortaya koyar. Ulusal Sinema Akımı, Batı karşıtlı, Doğu merkezli bir söylemi içinde barındırarak; halkın değerlerini vurgulamak adına gittikçe sağ politik düşünce sistemine kayar. Milli Sinema Akımı, 'din ve ahlak' eksenini kendine odak seçerek, siyasal islamla paralel bir şekilde yükselir ve cami, ezan, namaz gibi motifleri de bolca serpiştirerek, Batı tarzı eğitimi, Batılı düşünceyi ayaklar altına alır. Devrimci Sinema Akımı, militarist bir duruş sergileyip kısa metraj 57
filmlere ağırlık vererek Sovyet Sinemacı Vertov'un veya Fransız Sinemacı Godard'ın yaptığı gibi gerçek olayları, hiçbir müdahalede bulunmadan kayda almışlardır. 12 Mart 1971 askeri müdahalesiyle akım son bulmuş ve filmlere el konulmuş, sinemacılar ise tutuklanmıştır. Yılmaz Güney Sineması ise Devrimci Sinema Akımı alt başlığında olabileceği gibi ayrı bir başlık olarak da aele alınabilir, çünkü Yılmaz Güney; pekçok sinema eleştirmenine göre Türk Sineması'nın gerçek anlamda kendini bulduğu ve belli başlı kodlarının oluşmaya başladığı asıl çıkış noktasıdır. Filmlerini hapisanedeyken yazması ve yönetmesinden anlaşılacağı üzere ülke tarafından yasaklı, ama yurtdışında Türk Sineması'nın tanınması için ünü evrensele yayılmış olan bir dönüm noktasını teşkil eder.
Öyle ya da böyle Türk Sineması, Özal yönetimine kadar emekleyerek gelişmeye ve köylerde bile açılan sinema salonlarıyla ilerlemeye çalışsa da Özal iktidara geldiğinde en büyük darbeyi yemiştir. Yeşilçam Filmleri ve kişisel çabalarla ayakta kalmaya çalışan yerli filmler, affedilemez bir kara leke olan 1983-1990 yılları arasında ülkesini ileri taşımak yerine hırsızlığı serbest bırakan yöneticisinden AMBARGO uygulaması görmüş ve yapılan anlaşmalar çerçevesinde sinema salonlarında Amerikan filmlerinden başka hiçbir film gösterilmemeye başlanmıştır. Başta Türk halkının bildiği ulusal değerlerin, sonrasındaysa yeni yapım olanaklarının ve ülke sinemasının iflah olmaz şekilde yozlaşmaya başladığı yıllar işte bu Demokrasi Yıldızları’nın parlamaya başladığı yıllardır.
Ülkesinin şiddet eğilimli, baskıcı ve tutarsız politik kaygılarının gölgesinde yaşayan sinemacılar ve dolayısıyla halk; bugün gerçekçilikten uzak, inançtan tamamen yoksun ve görüşlerdeki tutarsızlık nedeniyle yaratıcılıktan bihaber durumda yolunu 58
şaşırmış şekilde ilerlemektedir. Baskı ve yıldırma ortamının olmazsa olmazı sansür, yıllarca devlet eliyle uygulanmış; bugünse hoşgörüden uzak, eğitimden yoksun ve anlayıştan bihaber olan kitleler; görüşü ne olursa olsun, kendi sanatçılarını; kafalarını kesmekle, öldürmekle, kovmakla, linç etmekle tehdit etmekte ve büyük bir gerilik, sergilemektedirler. Oysa halklar, sanatı ve sanatçıyı koruduğu kadar vardır. Çünkü sanatçı, halkın içindeki umut ve öfkeyi sese dönüştürebilen yegane elçidir. Bu ortamda barınamayan sanat, değişik kitlelerin seslerini de duyuramamaktadır.
Alman edebiyatçı Johann Wolfgang Von Goethe’nin sözüyle yazıyı bitirmek isterim;
“Parasını kaybeden adam, bir şeyini kaybetmiştir. Namusunu kaybeden adam çok şeyini kaybetmiştir. Cesaretini kaybeden adam her şeyini kaybetmiştir.”
Bugün, içi boş büyük sloganlar atmayı seven halkımızda bunlardan hiç olmazsa biri kaldı mı?
59
platonik yalnızlık ? Gökhan Soysal I seni anla(t)mak için kelimelerim yetseydi düşer miydim hiç peşine şiirin? II ben sen olduktan seni içimde bulduktan sonra neyleyim beni istememeni? ve kendini anlattığın kelimelerimi III seni anla(t)mak için yetseydi peki kelimelerim? yeni bir dil keşfeder miydim ki hem de yalnızlığın dilini?
60
Karanlıklarda Karda Yürümek - 2* Abdullah Rıdvan Can Adliye o kadar soğuktu ki içeri girer girmez dışarıdakine nazaran daha fazla üşüyorlardı. Her ikisini de birer sandalyeye oturttular. Sağı solu keşfetmeye çalışıyor neyin ne olduğuna bakınıyorlardı. O ara savcının odasından biri sadece kafasını çıkararak çağırdı onları. Odaya doğru ilerliyorlardı. Samira hanım Turgut ‘un koluna girmişliğin rahatlığıyla hala sağa sola bakıyordu. biraz sonra kapının önüne geldiler kapıyı az önce seslenen memur açmıştı. Neden az önce kendilerine sadece kafasını çıkararak seslendiğini anlamışlardı memurun. Az önce iliklerindeki buz taneleri yerini yeni yanmış odun ateşine bırakıyordu sanki. Damla damla eriyen üşüme hislerinin de geçmesine yardımcı olmak amacıyla birer çay söyledi onlara amir bey. Çayları gelmişti. Turgut avuçlarının arasına almıştı çayı. Samira hanımın hala bir eli cebindeydi. Bir eliyle de bardağı kaldırmış eski İstanbul hanımefendileri gibi çok ince bir dudak hareketiyle çayını yudumluyordu. Turgut ‘un üşümesi geçtikçe düşünme yetisi onu sorguluyordu. Savcı hala konuşmamıştı. Elindeki çay bardağını avuçlamış onlara yan duran oturduğu koltuktan dışarı bakıyordu. sonra döndü ve nihayet konuşmaya başladı. ‘’ otopsi raporu geldi. Zeliha ‘nın parmak izleri tespit edilmiş babanızın boğazında’’ Aslında şaşırmamıştı. Gözleri öfkeyle hınca hınç dolmuştu. Samira hanımla birbirlerine bakıştılar. Sonra amire dönerek devam et dercesine yüzüne baktılar. Devam etmeye başlamıştı. ‘’zaten kendi de bu durumu onayladı’’ deyince birden şaşırmışlardı. Zeliha bunu yapamazdı. Böyle bir suçu kabul edemezdi. Çünkü o yarım saat bile evde kalmayı dayağa tercih eden biriydi. Bu işte başka bir şey olmalıydı. Çünkü onda vicdan denen o şey yoktu. Olamazdı mümkün değildi. İtiraz etti ayağa fırladı ‘’olamaz’’ dedi. Savcı Turgut ‘un yüzüne şaşkın bir ifadeyle bakarak ‘’daha geçen gece onu suçlayan sen değil miydin, katil diye üzerine atılan…?’’dedi. Turgut bir an kekeleyerek’’ e..e..evet’’ dedi. ‘’ peki şimdi ne oldu da itiraz ediyorsun işte babanın katili ortaya çıktı cezasını da çekecek’’ diyordu. Doğru cezasını çekecekti. Ama zeliha bu olayı boşuna itiraf etmemişti. Muhakkak bir şey sezdi ve ya bir şeyler oldu diye düşünüyordu ki samira hanım söze atıldı. Bir yandan da Turgut ‘a bakıyordu. ‘’şikayetçi olmasak’’ dedi. Turgut ise neye uğradığını şaşırmıştı samira hanım neden böyle diyordu ki? neden babasının katilinden şikayetçi olmayacaktı? Savcı ‘’saçmalamayın lütfen’’ diye dişini sıkarak samira hanıma tabir-i caizse püskürdü. ‘’siz şikâyetçi olsanız da olmasanız da zeliha öldürme derecesine göre bir ceza alacak. Tamam, sizinle işimiz şimdilik bitmiştir çıkabilirsiniz .’’ Samira hanım 61
hala az önceki olayın şokunu yaşıyordu bakışları donmuştu. Belli ki ağırına gitmişti bu azarlanma faslı. Turgut koluna girdi samira hanımın. Hiç bir şey demeden kapıyı açıp dışarı çıktılar. Az önceki ılıklık buz dağlarına bırakmıştı kendini. Nasıl ki eski evlerde odun sobası yanan odadan çıkılınca zehir gibi bir soğuğu emersiniz aynen o durumdaydılar. Dışarısının içeriden daha ılık olduğunu bildikleri için hiç vakit kaybetmeden karakolun kendilerini ürküten duvarları ve iliklerini emen soğukluğunu terk edip dışarı attılar kendilerini. Bu arada yağmur başlamıştı. Dışarısı daha da ılık bir düzende işliyordu. Samira hanımın koluna girdi Turgut. Ellerini paltolarının ceplerine koymuşlardı. İki sevdalı nasıl yürürse ılık bir eylül yağmurunda, nasıl romantizmin sınırını zorlarsa o yağmurun altında onların da durumu farklı değildi. Biraz yürüdükten sonra yağmur hızlanmıştı. Bu arada istiklale yaklaşmışlardı. Caddeye Galatasaray tarafından girdiler. Hala kol kolaydılar. Samira hanıma ‘’ birer sıcak salep içelim mi ‘’ diye fısıldadı Turgut. Karakol macerası hafızasından bir an kaybolmuş ki gülümseyerek başını salladı. Tanıdık bir kafeye girdiler. İki sıcak salep istediler. Oturdular. Neler dönüyordu hayatlarında ne oluyordu? Büyük ihtimal ikisinin de suskun olduğu vakit beyinlerini yoran sorular bunlardı. Samira hanımla bundan üç beş gün öncesine kadar selam vermenin ötesinde daha uzun bir bakışması görüşmesi olmamıştı Turgut ‘un. Ancak şu an tam karşısında oturuyor hatta az önce kol kola onunla yürüyor hastanede refakat ediyordu. Bir an ömrünün bu uzun iki gününü düşünerek hayale dalmıştı ki ‘’sustun’’ diye bir ses duydu. Az önceki hayallerden kopup bu masaya doğru yol aldı. Sonra o kelimeyi anlamamış olacak ki ‘’efendim?’’dedi. Tekrarladı ‘’sustun…’’. Evet susmuştu Turgut. Evet iki gün boyunca yıllardır olan ki gevezeliğini çalmıştı tüm o musibetler. ‘’ ne konuşayım ki ‘’dedi sonra. Samira hanım önce ellerini tuttu boynunu bükerek evet haklısın ne konuşacaksın neyin kaldı ki dercesine acıyarak yüzüne baktı. İçi o an titredi. Sonra ellerini çeker gibi yaptı. Gözlerini başka yöne çevirdi. İçinden nasıl yani saçmalama diye geçiriyordu. Tekrar baktı gözlerine tekrar içi titredi. Yüzünü hemen çevirdi. Tereddüt bürümüş gözleriyle ‘’ne oluyor’’ dedi Samira hanım. Evet, ne oluyordu ne oluyordu bunca derdin arasında bu gönlüne? Aşk mı? Şimdi sırası değil diyordu. Şimdi olmaz Turgut… Salepleri bitmişti. ‘’Kalkalım mı’’ dedi gözlerine bakmadan usulca. ‘’Kalkalım’’ dedi. Kafeden çıkmışlardı. Bu kez koluna girmedi. İçinden acaba anladı mı diye geçiriyordu. Anlamış olmalıydı sanki. Sonra birden koluna girdi iyice sarıldı. Şakın şaşkın suratına bakmaya başladı. Bozulur gibi oldu sarılmaktan vazgeçti. Koluna girdi. Yağmur dinmişti. Öylece istiklalin o puslu o kirli arıklarının iki yanlarında raks edişlerini izleyerek yürüyorlardı. Herkes kendi tarafındaki arığı izliyordu. İstiklal boyunca göz göze gelmediler. Ama teninin sıcaklığını önce kolunda belli bir süre 62
sonra vücudunda hissetmeye başlamıştı Turgut. Gittikçe artıyordu ateşi. Nihayet taksim meydanına varmışlardı. Taksi çevirdiler. Taksi çevirmenin bilinçaltlarındaki o kirli yüzüyle baş başa kalmamak için dua ederken hiç de tanımayacakları mazilerine ortak olmayan sıradan bir adama denk geldiler. Taksiye bindiler. Taksi bir yaprağın mevsimine yenilmiş bir tavırla dalından düşmesi gibi o taksim trafiği arasında hafif hafif kayıyordu Tarlabaşı’ na doğru. * Sürecek
63
Yeşil Işık Sungurlar
Sabahında senin olduğun bir gece yarısı Son duraktır zamansızlığına hüznümün Gözlerin kalbimin dikiş tutmayan yaması Ah ki benzeri geçmedi hayalinden ömrümün
64
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir. *** Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: 65
“Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!” Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz… *** Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli… Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister…
66
Not: Mustafa Balbay tutuklu olduğu için bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Sayın Serdar Kızık’ın izniyle yayınlıyoruz.
67
azizm.sanat@gmail.com www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
68