Azizm Sanat E-Dergi Kasım 2007 Sayı 1
Pan’ın Faşizm Labirenti Sinemada Sürralizm Mustafa Kemal ve Sinema Attila İlhan
1
Editörden Merhaba, Azizm adıyla 2007 ilkbaharında kurulan örgütümüzün mücadelesini ve yapıtlarını daha geniş çevrelere yaymak amacıyla başlattığı bu yayını Cumhuriyet Devrimimizin 84. yıldönümünden hemen sonra hayata geçirmek öncelikle bizler için bir onurdur. Böyle bir aydınlanmayı yaşamış güzel Anadolu’muzda maalesef gelinen noktada bu tarz bir oluşum gerekli hale gelmiştir. Çünkü aydınlanma durma noktasındadır. Yozlaşma ve bilinçsizce tüketim uğruna “sanat” kavramının içi boşaltılmıştır ve sanat kavramı halktan uzak hale getirilmiştir. Örgütümüz bu duruma dur diyebilmek için makalelerle, filmlerle, öykülerle, araştırmalarla ve diğer projelerle sizlere “sanat”ı sunabilmeyi hedeflemektedir. Sizlerinde katkılarınızı ya da her türlü eleştirilerinizi alabilmek amacıyla üyelerimizin e-posta adreslerini sayfaların altına koymuş bulunmaktayız. Ayrıca sadece büyük illerimizle kalmayarak tüm yurttaki sanatsal etkinlikler hakkında da bilgiler vermeye çalışacağız. Yine tüm yurtta yer alan müzeleri telefon numaralarıyla birlikte koymaya çalıştık. İlerleyen aylarda bu rehberi tamamlayacağız. Böyle bir rehber yapmaya karar verdik çünkü sanatı tüm yönleriyle aktarma çabası içerisindeyiz. Sitemiz bu aydan itibaren her ay daha çeşitli konularda yazılar ve araştırmalarla yenilenerek ilerleyecektir. Şiir köşemizde ise her ay bir üstadımızın şiirleri yer alacaktır. Açılış olarak 11 Ekim 2005’te kaybettiğimiz büyük üstat Attila İlhan’ın şiirlerine yer veriyoruz ve “Kaptan”ı bir ay gecikmeyle de olsa 2
anıyoruz. Bununla beraber büyük devrimci Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm yıldönümünde O’nu nedense saklı kalmış bir özelliğiyle anıyoruz; sinemaya olan sevgisi ve inancı. Bu ay ayrıca Azizm olarak 21 Ekim 1999’da gerici güçler tarafından öldürülen Devrim Şehidimiz Ahmet Taner Kışlalı’yı hala güncelliğini korumakta olan “Mustafa Kemal’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı yazısını sitemize taşıyarak saygıyla anıyoruz. Bu yazıyla “Sanat Hiç Bu Kadar İyimser Olmamıştı” sloganıyla İstanbul Bienali’nin kollayıcılığını(küratörlüğünü) yapan ve Atatürk’e saldırmanın dayanılmaz hafifliği içinde olan Hou Honru’ya ve ülkemizdeki akıl hocalarına gereken mesajı da verdiğimizi düşünüyoruz. Ahmet Cemal hocamızın eleştirisine aynen katılıyor ve ekliyoruz: “Küresel savaşlarla dolu bir çağda sanat, pollyannacı bir iyimserlik yerine ‘gerçekçi’ olmalıdır.”
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
Ön Kapak: Pan’ın Labirenti (2006) – Guillermo Del Toro Arka Kapak: Endülüs Köpeği (1929) – Luis Bunuel
3
İçindekiler Fantastik Öğelerle Bezeli Faşizm Labirenti – Onur Keşaplı
s.5
Sinemanın Yapım Aşamaları – Caner Uğur Lermi
s.13
Sinemada Kamera Aygıtları – Utku Aktunç
s.15
Sınırlılıkları Olmayan Dünya: Sürrealizm – Ceyda Şahinoğlu
s.18
Paris’in En İyi Burnu Bir Katil – Göral Erinç Yılmaz
s.23
13: Çizgi Roman Uyarlamalarına Giriş – Cemil Can Söylemez
s.27
Mustafa Kemal için Sanat ve Sinema – Onur Keşaplı, Osman Bahar
s.32
Mustafa Kemal’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği – Ahmet Taner Kışlalı s.35 Ayrı(ntı)lar – Duygu Yılmaz
s.37
Dolu Hayatlara – Melih Öncel
s.39
Attila İlhan: Yaşamı ve Yapıtları – Duygu Yılmaz
s.41
Türkiye’de Kentsel Yenileme ve Yaygınlaşan Toplu Konutlar – F. Utku Deniz
s.50
Neden Sol? – Onur Keşaplı
s.52
4
Fantastik Öğelerle Bezeli Faşizm Labirenti Onur Keşaplı Sinema filmlerindeki politik-ideolojik alt metinleri, göndermeleri ve mesajları inceleyeceğimiz bu köşede ilk olarak Meksikalı yönetmen Guillermo Del Toro’nun 2006 yapımı 3 Oscarlı, fantastik öğeler içeren “Pan’ın Labirenti” adlı yapıtını ele alacağız. Kanlı iç savaş sonrası 1944 yılının faşist İspanya’sında geçen öykü, Ofelia adında küçük bir kızın hamile annesine olan sevgisiyle oldukça sert bir yüzbaşı olan üvey babasına duyduğu nefret arasında bocalarken, mitolojik yaratık Pan tarafından fantastik bir maceraya sürüklenmesini anlatmaktadır. Gerçek ve hayal arasında gidip gelen bu filmin detaylarına girmeden önce İspanya İç Savaşı’nı anımsamamız son derece önemlidir.
5
1930’lara kadar baskıcı rejimlerce yönetilen İspanya halkı seçimler sonucunda 1936 yılında içinde tüm sol grupların bulunduğu cumhuriyet ve demokrasi yanlısı partilerin oluşturduğu Halk Cephesi’ni iktidara getirir. Cumhuriyetçi hükümet ilerici bir anayasa çıkartarak başta laiklik, işçi hakları, toprak reformu olmak üzere arka arkaya devrimler yapar. Elbette bu devrimler toprak ağalarının, krallık yanlılarının ve oldukça etkin Katolik kilisesinin hiç hoşuna gitmez ve bu kesimler cumhuriyetçi Halkçı Cephe hükümetini yıkmak için General Franco’nun faşist örgütü Falanj’ın altında birleşirler. Tüm dinci ve tutucu güçlerin desteğiyle Franco, dönemin İspanyol sömürgesi Fas’tan ordu güçleriyle İspanya’ya geçer ve üç yıl sürecek kanlı iç savaş başlamış olur. Savaş, adeta sonrasında gelecek 2. Dünya Savaşı’nın provası niteliğindedir. Tüm dünyanın sağcı ve solcu güçleri bu savaşta yerlerini almışlardır. Amerika, İngiltere ve Fransa seçimle gelmiş meşru hükümete destek olmaktansa “tarafsız” 6
olmayı tercih ederler. Avrupa’nın diğer faşist ülkeleri olan Hitler Almanyası, Mussolini İtalyası ve Salazar Portekizi ise Franco’ya inanılmaz boyutlarda yardımda bulunurlar. Buna karşılık cumhuriyetçiler destek olarak Sovyetlerden beklediklerini alamazlar. Cumhuriyetçiler moral anlamında en büyük desteği dünyanın dört bir yanından gelen ve dünyaca ünlü aydın-sanatçıların da aralarında bulunduğu gönüllülerden oluşan Enternasyonal Tugaylar’dan almıştır. Sonuç olarak 1939 yılında yaklaşık bir milyon kişinin öldüğü kanlı iç savaş General Franco’nun zaferiyle sonuçlanır ve İspanya Franco’nun ölümüne yani 1975’e kadar faşist diktatörlükle yönetilir. Yönetmen Guillermo Del Toro işte böyle bir karanlık dönemi ele almıştır filminde, elbette bunu kendine has fantastik boyutlarla besleyerek. Kendine has diyoruz çünkü son dönemde patlama yapan fantastik film furyasının yönetmenin fantastik bakış açısıyla uzaktan yakından alakası yok. En basit örnek olarak alaycı, oyunbaz, ormanda kaybolan insanları korkutmaktan büyük zevk alan, keçi ayaklı, çobanların tanrısı Pan bu filmde oldukça ürkütücü, güvenilmez bir biçimde sunulurken Narnia Günlükleri adlı fantastik filmde Pan son derece sevimli ve masumdur. Del Toro’nun eserini farklı kılan bir diğer özellik ise yine diğer filmlerin aksine gerçek dünya-fantastik dünya ayrımı yok denecek kadar az olmasıdır. Sürekli paralel ilerlemektedirler hatta yer yer birbirleriyle kesişirler. Ana karakter Ofelia’nın Pan tarafından yönlendirilmesiyle geçtiğimiz fantastik-masalsı dünya, küçük kız için aynı anda hem gerçek dünyadan kaçmak için bir amaç hem de gerçek dünyayı yoluna koymak için bir araçtır. Yönetmen masalsı dünyayı en ufak detayına kadar adeta bir resim sanatçısı gibi işlemiştir. Ve elbette Pan, periler ve korkunç “yüzsüz adam” son derece gerçekçidir. Filmin 2007 Oscar törenlerinde En iyi Görüntü, Sanat Yönetimi ve Makyaj dallarında ödülü alması rastlantı değildir. Yüzbaşının yarılmış ağzını ayna 7
önünde diktiği sahne zaten tek başına makyaj ödülünü hak etmektedir fakat bunun yanında efsanevi yönetmen Luis Bunuel’in “Endülüs Köpeği” filmini de adeta saygılarını sunmaktadır. Filmin bir diğer özelliği ise oldukça karanlık bir atmosfere sahip olmasıdır. Yönetmenin önceki filmlerinde (Mimic, Blade 2 ve Hellboy) zaten
alıştığımız bu durum Pan’ın
Labirenti’nde fazlasıyla
hissedilmektedir. Ancak fantastik boyutlar her ne kadar karanlık ve korkutucu olursa olsun filmin en korkunç, insanı ürperten ve gerilimi arttıran karakteri usta oyuncu Sergi Lopez’in şimdiden unutulmaz kötü adamlar listesine yazdırdığı Yüzbaşı Vidal’dir. Sadece zalim olmakla kalmayan bu karakter aynı zamanda burada konumuz olan politik mesajlarında filmdeki merkezini oluşturur.
Pan’ın Labirenti fazla politik mesaj içeren bir film değildir. Hatta göndermelerin ve mesajların bile oldukça az olduğunu söyleyebiliriz. Ancak konu faşist Yüzbaşı Vidal’e geldiğinde adeta bir ideoloji olarak faşizmin incelemeye alındığını söyleyebiliriz. Bu salt kötü karakter bazılarına inandırıcılıktan uzak bir şekilde abartılmış kötü gibi gelebilir. Ya da salt kötü yaratıp izleyicinin lanet okumasını sağlamanın pek ahlaki olmadığını bile söyleyebiliriz. Ancak ben, 8
filmdeki Yüzbaşının sıradan bir karakterden öte bir bütün olarak faşist ideolojinin vücuda geldiği bir durum olarak görüyorum. Yüzbaşının yüz ifadesi, mimikleri, postallarından şapkasına tüm giysileri, saç ve sakalı, genel olarak duruşu, yürüyüşü stereo tip bir faşist görünümündedir. Filmin başında kendisini gördüğümüz andan itibaren Yüzbaşı’dan korkarız, adeta çekiniriz. Her an öfkeden-nefretten patlamaya hazır görüntüsü, olabilecek hatalara ya da kabul etmeyeceği düşüncelere olan tahammülsüzlüğü, filmin başından sonuna kadar işlediği cinayetler ve yaptığı işkenceler faşizmin ruhunu yansıtır. Bunun ötesinde benim Yüzbaşı Vidal’i sade bir karakterden çok bir ideolojinin bütünü olarak görmemim sebebi yönetmenin “duygu”ları da Yüzbaşı karakterinden çekip almasıdır. Filmde yemekte konukları ağırladıkları sahnede Ofelia’nın annesinin Vidal’in elini tutmaya çalışıp nasıl tanıştıklarını anlattığı an Yüzbaşının elini çekmesi ve karısının hevesle anlattığı hatıraları susturması “sevgi” denen her insanda olan olgunun faşizmde yeri olmadığını gösterir adeta. Faşizmde duyguya gerek yoktur ancak disipline her zaman gerek vardır ve bunu hemen bu sahnenin devamında Ofelia’nın annesinin masadan ayrılması gerektiğinde O’na en ufak sevgi duymayan Yüzbaşının “büyük” bir saygıyla ayağa kalkıp selamlamasında görebiliriz. Daha önce bahsettiğimiz gibi filmin en korkuncu en zalimi Yüzbaşı Vidal’dir ve cumhuriyetçi gerillaları ve hatta sadece tavşan avlayan köylüleri inanılmaz vahşiliklerle öldürmesinin dışında karısının ölümünün de mimarıdır. Fantastik ve gerçek dünyanın iç içe geçtiği bir diğer konu olan Ofelia’nın annesinin iyileşmesini sağlayanın gerillalara da yardım eden doktor mu yoksa Pan’ın Ofelia’ya önerdiği adamotu mu olduğunu izleyiciler düşünürken kısa sürede her ikisini de yok eden Yüzbaşı zaten pek umursamasa da karısına ölümü getirir. Hatta hızını alamayan Vidal önemli sinema eleştirmenimiz Mehmet Açar’ı da çileden çıkartan bir şekilde Ofelia’yı da öldürürken tereddüt etmez. 9
Filmin ideolojik metninin temelini bedeninde toplayan Yüzbaşı Vidal diğer mesajlar ve göndermelerde de genelde başroldedir. Örneğin makinevari dakikliğiyle karısı ve Ofelia’yı bekledikten ve geç kalmalarına sinirlendikten sonra Ofelia’yla ilk defa yüz yüze geldikleri sahnede küçük kız korkuyla O’nu selamlamak için “sol” elini uzattığında Vidal hızlı bir hiddetle kızın elini kırarcasına tutar ve uyarısını nazikçe yapar: Öteki elini uzatacaksın! Karısına ve izleyiciye sevgisizliğini yansıttığı yemek sahnesinde ise cumhuriyetçilerin “eşitlik” istemini oldukça saçma bulur çünkü Yüzbaşına göre savaşı kaybetmişlerdir neyin eşitliği olabilir ki? Yüzbaşının emriyle köylülere karneyle yemek dağıtan faşist birliklerin sahnesi ise klasik propagandanın inceliklerini gösterir bizlere. Kızılların sahtekâr olduğu Franco’nun İspanya’sında yemeksiz ev kalmadığını söylerler hem de dalga geçercesine avuç içi kadar ekmekleri köylülere tek tek dağıtarak. Bu oldukça basit göndermeler dışında filmde iki diyalogda ciddi mesajlar görmekteyiz. Bunlardan ilki, cumhuriyetçi gerillaların saklandıkları yerde daha sonra korkunç işkencelere maruz kalacak olan kekeme devrimcinin okuduğu gazeteden duyulan haberin içeriğidir. Orada Amerikan güçlerinin Faşist Nazi Almanyası’na karşı İngilizlerle birlikte Fransa’nın Normandiya sahillerine çıkartma yapacağı yazmaktadır. Kendisine dokunmadığı zaman faşizmle derdi olmayan emperyalist Batının ancak canı yandığında faşizmi düşman olarak görmesi günümüzde Ortadoğu’da olup bitenleri gördükten sonra şaşırtıcı gelmemekte. Herhalde Hitler ve Mussolini de Franco gibi sadece kendi halklarına faşist olsalardı tıpkı O’nun gibi ölene dek baskıyla ülkelerini yöneteceklerdi ve ABD, İngiltere, Fransa gibi ülkelerin umurunda olmayacaklardı. Filmin diğer ciddi boyutlardaki mesajı ise Yüzbaşı Vidal’in doktorun gerillalara yardımcı olduğunu öğrendikten sonra O’nu öldürmeden önce ikili arasında geçen diyalogda gizlidir. Vidal en sonunda antibiyotiklerin 10
gerillalara doktordan gittiğini kanıtlar ve doktor da yakalandığının farkındadır. Vidal birazdan öldüreceği doktora neden ona itaat etmediğini sorar. Birazdan öleceğini bilen doktor ise faşist yüzbaşıya aynen şu cevabı verir “Hiç sorgusuz sualsiz emirlere itaat etmek ancak sizin gibi insanların yapabildiği bir şeydir Yüzbaşı!”. Bu cevap sadece oldukça havalı veya Yüzbaşı’yı susturduğu için önemli değildir. Aynı zamanda sağ ve sol ideolojilerin farklılıklarını ya da tek başına faşizmin mantığını ön plana koyar. Sağ ideolojiler tüm dünyada neredeyse her zaman lider üzerine kuruludur ve baskı-sindirme-yönlendirme gibi yöntemlerle o liderin ne dese doğru olacağını düşünen kitleler yaratılır. Bu belki sağ ideoloji altındaki kitlenin sürü durumuna sokulduğu gibi son derece kötü bir durum barındırsa da kendince bir olumlu özelliği de barındırmaktadır. Sağ ideolojiler tamda bu yüzden dünyada daha uzun süreli olmuşlardır. Buradaki örnekte Franco’nun çok kısa bir sürede arkasında halkın büyük desteği dahi olmadan cumhuriyetçi hükümeti devirip 36 yıl ülkeyi yönetmesini gösterebiliriz. Diğer kanatta sol siyasette ise “genellikle” kitlenin aydınlanması esas alınır bu sebeple “sorgusuz sualsiz itaat eden” sürü yerine fikir sahibi, eşit topluluk yaratılır. Hedeflenmiş bu olumlu özellik beraberinde hizipçiliği ya da bölünmeyi getirir. Sadece bizim ülkemizde değil genelde tüm dünyada sol küçük küçük gruplara bölünmüş durumdadır. O yüzden baskıcılığa kayılmadığı sürece istikrar sağlanmakta çok zorluk çekmektedirler. Yine Pan’ın Labirenti’ne konu olan dönemi ele alırsak arkasında ciddi bir halk desteği ve meşru olma hakkı olmasına rağmen cumhuriyetçi hükümetin kısa sürede direncinin kaybetmesinin tek sebebi dış yardımı az alması değildir. Diğer bir sebepte bu kritik süreçte bile Stalinistler Troçkistlere karşı ya da Komünistler Anarşistlere karşı gibi küçük çaplı bölünmüşlükler birlik-beraberliği en çok gerektiği anda bile yok etmiştir.
11
Sonuç olarak fantastik öğelerle bezeli faşizm labirenti bizleri bir anlamda faşizm laboratuarına götürmüştür. Filmin bir diğer etkileyici yanı ise öyküdeki fantastik öğelerin Ofelia’nın başına gerçekten gelip gelmediğinin çok net olamamasıdır. Filmde öyle küçük detaylar var ki filmin sonunda Ofelia gerçekten Yeraltının Kraliçesi oldu diyenler ve Yüzbaşı tarafından gerçekten öldürüldüğü için “yeraltı” kraliçesi oldu diyenler olmak üzere iki taraf da haklı olabilir. Fakat bilinen bir gerçek var ki Guillermo Del Toro Pan’ın Labirenti’yle sinema sanatına önemli bir eser bırakmıştır ve hatta belki de sinemanın “Guernica”sını yapmıştır. Guernica hakkında detayları önümüzdeki yazıya bırakarak ve futbol fanatiklerine de günümüzdeki Barselona-Real Madrid rekabetinin İspanya İç Savaş’ı günlerine dayandığını anımsatmakla birlikte bundan sonra gelenek haline gelecek kitap önerisiyle yazıyı sonlandırmak istiyorum. Efsanevi Amerikalı yazar ve aynı zamanda İspanya İç Savaşı’nda Enternasyonal Tugaylar’ın yanında cumhuriyetçi saflarda yer almış Ernest Hemingway’in unutulmaz kitabı “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”u bu karanlık dönemin aydınlık yüzüne ağıt olarak herkese şiddetle tavsiye ediyorum.
12
Sinemanın Yapım Aşamaları Caner Uğur Lermi Azizm’in kuruluş amacı sanat alanında yapılan tüm çalışmalar hakkında bilgi vermektir. Sonuçta bu grubu bir öğrenci topluluğu oluşturmaktadır. Bundan dolayı yapılan yorumlar, verilen bilgiler de bu topluluk üyeleri tarafından yapılmaktadır. Yapılan her yorum eleştiriye açık olmakta, verilen bilgilerde kendi yorumlarımız dışında kaynak gösterilerek verilecektir. Sitenin bu bölümünde sinemanın teknik ve estetik özellikleri hakkında bilgi verilecektir. Bu bölümde sinemada kullanılan ışık, ses, kamera gibi teknik özeliklerinin yanı sıra, kamera hareketleri, çekim ölçekleri, estetik ışık oluşturma, ses efektleri gibi sinemada kullanılan estetik özelliklerde filmlerden örnek verilerek açıklanacaktır. Filmlerden örnek verilirken filmin bütününden çok sahne üzerinden gidilerek yorum yapılacak ve işlenilen konunun özelliğine göre bu örnekler verilecektir. Bu ilk yazımda direk teknik ya da estetik özelliklere değinmek istemedim. İlk önce bir filmin yapım aşamalarından bahsetmek istiyorum. Bir film hazırlanıp sinemaya gelene kadar hangi aşamalardan geçmektedir? Bir film sinema salonlarına gelene kadara 3 temel aşamadan geçmektedir. Bunlar: preproduction (yapım öncesi), production (yapım aşaması) ve post-production (yapım sonrası) olmak üzere 3 temel aşamaya sahiptir. Pre-production (yapım öncesi) bu bölümde ilk basta senaryo hazırlığı yapılır. Hatta senaryo story board (çekim senaryosunun çizim olarak görselleştirilmesi) haline getirilir. Filmin çekileceği ekip belirlenir bunlar ışık ekibi, ses ekibi… vb, 13
Filmin çekilmesi gereken mekanlar aranır, filmde gereken oyuncuları bulmak için cast ajansları aranır. Kısacası filmin yapım öncesi aşamasında film çekilecek hale gelir. Her şey hazırlanmış durumda çekim zamanı beklenir. Production (yapım aşaması) bu bölüm ise artık filmin çekim anıdır. Bu bölüm en kısa zaman dilimde geçmesi gerekir. Çünkü asıl maliyetin yüksek olduğu bölüm yapım aşaması bölümüdür. O sebeple film en kısa zamanda çekilmeye çalışılır. Yapım aşamasında film görselliğe bürünür. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi kamera hareketleri, çekim ölçekleri gibi teknik özellikleri ve estetik özellikleri bu bölümde görebilmekteyiz. Post-production (yapım sonrası) bu bölümde film artık çekilmiştir. Ama kurgu ya da montaj dediğimiz alan bu bölümde yapılmaktadır. Kurgu yaparken çekilen film dijital ortama aktarılır (bilgisayar gibi)burada kurgu gerçekleştirilir. Yine aynı şekilde filme özel efekt dediğimiz (special effect) efekt de bu bölümde gerçekleştirilir. Efekt işlemi gerçekleştirildikten sonra tekrar filme basılır, filmin reklâmları yapılmaya başlanır ve sonra film gösterime girer. En temel prosedür bu şekilde işlemektedir. Kısaca size bir filmin yapım aşamalarını anlatmaya çalıştım. Bundan sonraki yazılarımda size yapım aşaması kısmını daha detaylı bahsedeceğim ve filmlerden örnek göstererek anlatmaya çalışacağım.
14
Sinemada Kamera Aygıtları Utku Aktunç Sinema, herhangi bir hareketi düzenli aralıklarla parçalara bölerek bunların resimlerini belirleme ve sonra bunları gösterici yardımıyla karanlık bir yerde, bir perde üzerinde yansıtarak hareketi yeniden oluşturma işidir. Sinema çok eski dönemlere dayanmaktadır. İlk olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde gösterilen trenin istasyona girişidir. İnsanlar böyle bir şeyi ilk defa gördükleri için ilk başta korkmuşlar fakat daha sonra gittikçe alışmışlardır. Sinemanın sinema olması için görüntüleri bir şeylerin kaydetmesi gerekmektedir. Bunun içinde kamera kullanılmıştır. İlk başlarda oldukça basit bir şekilde kullanılan kamera daha sonra gelişen teknoloji ve film çekmek isteyenlerin farklı istekleri kameranın değişik biçimlerde kullanılmasını gerektirmiştir. Sinema ve televizyon çekim aygıtı. Kamera, birkaç temel öğeden oluşur: biri boş, öbürü görüntü kaydedilmiş filmi içeren makara (verici ve alıcı makaralar); dişlerin filmin deliklerine girip dönmesiyle filmi ışık penceresi önünde değişik hızlarda hareket ettiren mekanik düzenek; çekilecek nesneden ışık ışınlarının filmin duyarlı bölümünde toplanmasını sağlayan optik sistem. Bunlara modele göre eklenmiş çeşitli tamamlayıcı veya ikinci derecede önemli düzenekler eklenir. 1920’li yıllara kadar kameralar elle döndürülen bir kolla çalıştırılırken, sonradan bu kolun yerini motor sistemi almıştır. Günümüzde aşağı yukarı tüm kameralarda reflek vizörler kullanılmaktadır. Çok hızlı görüntü kaydı için (bir kameranın normal hızı genellikle saniyede 8-48 görüntü arasında değişir) de özel kameralar (optik 15
dengeleyicili; bir dizi elektrik sinyali; elektronik) yapılmıştır. Kameralar ilk başlarda oldukça amatörce ve elde kullanılmaktaydı ama gelişen teknoloji ile de yeni aletler kullanılmaya başlanmıştır. Bunlardan başlıcaları; Tripod: Kamera hareketi denildiğimiz ilk akla gelen cihaz tripodtur. Tripod üzerine yerleştiren kamera ile istenilen hareket yapılmaktadır. Pedestal: Sinema filmlerinin çekimleri ilk başlarda dışarda yapılırken daha sonra gelişen teknolojiyle stüdyolarda çekilmeye başlanmıştır. Stüdyo kameraları iri gövdeli ve ağır oldukları için onları hareket ettirebilmek oldukça güçtür ve bunun içince tripod yeterli olmaz. Özel olarak ve ağır kameraları kullanmak için üretilen pedestaller kullanılır. Pedestal kullanımı tripoda nazaran daha kolaydır. Bu aletler sayesinde ağır olan kameaları kullanmak oldukça kolaylaşmıştır. Kamera, pedestalin altında bulunan tekerlekler sayesinde dolly hareketleri yapılabilir. Aynı zamanda kamerayı aşağı yukarı hareket ettirmek de oldukça kolaydır. Duopod: Kamerayı gönyede tutabilmek ve sallanmadan çekim yapabilmek için kullanılan bir alettir. Televator Televator, kamera ile dikey eksende aşağı - yukarı veya yukarı - aşağı pedestal hareketi yapmak için tasarlanmış uzaktan kumandalı otomatik bir özel üretim cihazdır. Özellikle stüdyo ortamında ve robot kamera kullanımlarında tercih edilir. Tripod üzerinde kullanılabilir bir mekanik kafadır. Dolly tekerleri ile hareket ettirilerek yeri değiştirilir. Kamera kontrol ünitesine bağlı olan uzaktan kumanda 16
sistemi ile rejinin gerektirdiği istenilen durumlarda kamera kontrol elemanı veya kameraman tarafından hareket ettirilir.
Haber çekimlerinde spikerler için kullanılabilir. Kamerayı ayağa kalkan spikerin göz hizasına getirmek için uzaktan kumanda ile kamerayı kaldırmak mümkün olur. Caption çekimlerinde oldukça işe yarar. Tele veya makro objektiflerle çalışırken hareket daha uygun olur. Steadicam Steadicam 16mm, 35mm'lik film kameraları ve elektronik kameralar ile kullanılmak üzere geliştirilmiş, bir montaj ve dengeleme sisteminden oluşan, hareketli kamera kullanım düzeneğidir. Üzerine kamera montaj edilerek kullanılan mekanik bir düzenektir. Steadicam insan vücudu için tasarlanmıştır. Hareketi insan vücudu hareketi ile gerçekleşir. Bu nedenle vücut üzerine montaj edilebilmesi için özel bir yelek ve kol düzeneğidir.
Bu ve benzeri aletler ile kamera hareketleri oldukça kolay bir şekilde yapılmaktadır. Sonuçta sinema bir sanattır ve bu sanatı insanlara beğendirmek için çok fazla teknoloji kullanılmaktadır. Bu teknolojiler geliştikçe kamera ile ilgili daha birçok yeni aletler de ortaya çıkacaktır.
17
Sınırlılıkları Olmayan Dünya: Sürrealizm Ceyda Şahinoğlu Hangi dünyada yaşıyorum? İçimdeki mi? Dışımdaki mi? Sürekli bir şeylerin peşinde koşuyorum. Kısa mesafede alamadığım yollar çevreliyor etrafımı. Armut büyüklüğündeki yüreğim binlerce insanın yaşadığı kocaman bir dünya oluyor. Sürekli bir şeyleri beklediğimi hissediyorum, ulaşmamın imkânsız olduğu şeyler. Ana yakalanmış kırmızı renkli kutunun içinde hiç yol almayan yelkovan ve akrep gibiyim.
Sıyrılıyorum kutunun içinden sürüklenen bir
akıntının içinde buluyorum kendimi. Zaman diyorlar adına ve durmaksızın yolculuğa çıkarıyor, elinden tuttuğu yaşamımı. İstemesem de bir şeyler olup bitiyor. Farklı gözlere dalıyorum. İnsanların gözlerinden hangi zamanda yol alıyorlar, hangi zamana takıldılar hissetmek istiyorum. Sınırlarını göremediğim bir dünya sürrealizmden bahsetmek istiyorum ve sesleniyorum geçmişteki ruhların derinliklerinden. Sürrealizm Dadaizmin devamı olarak ortaya çıkmış ve sonunda en büyük çabası Dadaizm gibi dil sorunu üzerine olmuştur. Sürrealistler nesnel, dışarıda, biçimsel, akılcı olarak düzenlenmiş herhangi bir şeyin insanı anlatıp anlatamayacağı konusunda kuşku duymaktadırlar, ancak bu tür bir anlatımın taşıdığı değer konusunda da kuşku duyarlar. Sürrealizme göre kişinin ardında bir iz bırakması, gerçekten kabul edilmesi olanaksız bir şeydir. Bu yüzden onlar, ortaya attıkları düşünce etrafında en çok dil sorunu üzerinde dururlar. Hem bir şeyler anlatmak hem de bunu anlatımın geleneksel kalıplarına karşı gelerek yapmak zorundadırlar. İnsanlığın tüm varoluş biçimleri ve akıl almazlıklarıyla çelişkilere düşen bir akım ortaya çıkmıştır. Andre Breton’un önderliğinde 18
ilerleyen akımın en önemli bildirisinde yayınlanan şu cümleler akımın içeriğini net bir biçimde ortaya koymaktadır. “Her şeyi bırakın. Dadayı bırakın. Karınızı da sevgilinizi de bırakın. Umutlarınızı da korkularınızı da bırakın. Gerekiyorsa rahat bir yaşam ve parlak gelecek diye sunulanı da bırakın. Ve yollara düşün!” Bu bildiride aklın denetiminden sıyrılmaktan, etik ya da estetik hiçbir kaygı duymaksızın düşüncenin yönlendirilmesinden söz edilmektedir. Sürrealizm kişiliğin özgürleştirilmesini sağlamaya çalışmaktadır. Dil özgürleşmeli ve bunun için de hayal gücü özgürleşmelidir. Amaç varolan nesnel gerçeği yıkmaktır. İşte akımın kendi içinde katettiği bu süreçte akıma Salvodar Dali ve Luis Bunuel gibi ileride ünlenecek isimler katılır. İlk başta adını edebiyatta duyuran akım resim, heykel, tiyatro ve sinema alanlarında da adını duyurur. Bu akım içinde sunulan yapıtları sürrealist kılan şey, sadece kompozisyonun olası bir dünyayı betimlememesidir. Her şey düşsel bir yaratı içinde sunulur. Sanatçılar düşle uyanıklık arasında bilinçlerini geri plana atarlar, bilinç altındaki imgeleri yüzeye çıkarırlar ve bunları kendi seçtikleri teknikle aktarırlar. Sinemayla, resimle, heykelle… Freud ve Norbert Lynton’a göre sürrealistler aslında kendilerine özgü tekniklerle çalışan ve derinlerdeki gerçeği araştıran birer gerçekçidirler. Akım kendini özellikle sinemada göstermiştir. Sürrealizmin zaman kavramıyla en çok uyuşan sanat dalı sinemadır. Konunun reddedildiği bu akımın filmlerinde görülen temel özellikler, akılsal olanın dışına çıkma, düşlerin büyüsüne geri dönme ve ruhun bilinçaltı ifadelerini ortaya koymaktadır.(Coşkun, Esin. Dünya sinemasında Akımlar.İzdüşüm Yay. Ekim,2003) Söylemek istediğim, aslında bir bireyin fikirlerini taşıyan ve üretilen yapıt o bireyin ideolojileriyle doludur. Kim olursa olsun ne kadar objektif olmak istese de kendinden ve fikirlerinden sıyrılamaz. Film, sinema bunu göstermenin en güzel yoludur. 19
Sürrealizmin sinemadaki en önemli temsilcisi olan Bunuel’e göre de sinema, rüyaları, duyguları, dürtüleri ifade etmede en üstün araçtır. O, sinemanın, psikolojik, kültürel ve mantıksal hiçbir açıklamaya meydan vermeyecek düşünce ve görüntüleri benimseme, usa aykırı her düşünceye açık olma, nedeni araştırılmaksızın ilgi çekici ve şaşırtıcı görüntüleri kullanma konusunda sağladığı olanaklarla, belki de sürrealizme diğer sanat dallarından daha yatkın olduğunu düşünmektedir. Sürrealizm akımını temsil eden ilk film Rene Clair’e ait olan Perde Arası (Entr’acte) dır. Filmde geleneksel anlatımın kalıplarını kırmaya çalışmış, betimleri gerçekle olduklarından farklı ilişkiler içinde sergileyerek ve saçmalıkla düş gücünü birleştirerek bir anlamda hem Dadaist hem de Sürrealist özelliklere yer vermiştir. Diğer yandan Empresyonist sanatçılar arasında yer alan Germaiene Dulac’ın Deniz Kabuğu ve Din Adamı filmleri de sürrealist sayılmaktadır. Diğer bir yönetmen Man Ray’ın Zarlar Şatosu’un Sırları, Akla dönüş ve Emak Bakia sürrealizm özellikleri taşımasına rağmen dadaist eserler olarak görülmektedirler. Akımın en iyi örneği Dali ve Bunuel’in rüyalarının alt yapısında ortaya çıkan Endülüs Köpeğidir.( Coşkun, Esin. Dünya Sinemasında Akımlar. İzdüşüm Yay. 2003)
20
Suları bulanıklaştırıp, fırtınalar çıkartabiliyorum artık. Kendi yarattığım mavide o yelkenlinin gerçekleşmesini sağlayan kibrit çöplerini birer birer topluyorum ve onu yaratan inatçı ruh gibi, bugüne taşıdığım birikimleri, deneyleri, görüntüleri, düşleri, bakışları ve onları birleştiren ruhumla benim dilimin imgeleri dökülüyor bedenimden, gerçekleştirdiğimiz imgeseller ve onların çoğaltıldığı tatlarla diyorum. İşte sürrealizm budur, sadece sınır koymadan yaşamak yüreğine ve kilitlemeden düşlerinin kapılarını arzularını bırakıvermek yüreğinin. Bunuel’le konuşmak görüntülerle, kimi zaman Dali olmak bir fırça darbesinde… Zamanı kendi avuçlarında hissetmek ve yakalamak aynı anı birçok zaman diliminde. Olaylar istedikleri gibi zincirlenirler ve üzerlerindeki denetim hiçbir düşüncenin ürünü olamayacak kadar güçsüzdür. Yani, bir tür yarı uyku halinde, anıların tomurcuklanmasına yardım ederek, birleşmelerinde, düğümlenmelerinde ve 21
biçimsizleşmelerinde özgür kılarak bilgimiz dışında bir şeyin oluşup bir bilmeceye dönüşmesidir. (Coşkun, Esin. Dünya Sinemasında Akımlar. İzdüşüm Yay. 2003) Gerçekle yetinmeyip ötesine yüzünü dönmek, gerçekle düşü kurgulamak ve insanın en değerli eyleminin önünü açmak. Her şeyi olduğundan farlı görmek. Her izleyicisine, alıcısına kendini özel hissettirmek. Sadece ne varsa bedeninde oluşan onu göstermek ve dileyenin dilediğini almasında özgür bırakmak. Sınırları aştıkça değişen anlamların ortaya çıkması ve belki gizlenenlerin göstergesidir sürrealizm. Kendi dünyamızın içine hapsettiğimiz ve farklı adlar verdiğimiz nesneler, bilincimizin oynadığı oyunla yeniden karşımıza çıkıyor ama bu sefer tek fark artık özgürleşiyor ve hissettirdiği şey olabiliyor. Sürrealizm bir dil oluyor ama herkesin dünyasında alfabeler değişiyor herkes kendi simgesiyle dünyasını kuruyor ve paylaşmak istediği biçimde ortaya koyuyor, sürrealizmde anahtar düşlere dönüşüyor…
22
Paris’in En İyi Burnu Bir Katil Göral Erinç Yılmaz Patrick Süskind’in, sıradışı bir katilin sıradışı öyküsünü anlattığı kitabı Koku, Tom Tykwer’ın yönettiği uyarlama filmiyle 2007 Şubat’ında vizyona girdi.
Kitaptan bağımsız olarak değerlendirildiğinde tatmin edici bir film olan Koku, bir uyarlama olarak başarılı olamamış.
Patrick Süskind’in Grenouille’i, annesi tarafından daha doğar doğmaz ölüme tek edilmiş olmasına rağmen inatla hayata tutunur. Etrafındaki nesneleri kelimelerle anlamlandırmayı öğreniyor olması gereken yaşta, yaşadığı dünyayı kokularıyla tanır. Onun için kokuyla ilişkilendiremediği soyut şeyleri algılamak imkânsızdır. Bu tür kelimeler kullanmaktan kaçınır, bir süre sonra tamamen susmayı tercih eder. Işığa ihtiyacı yoktur, yolunu kokularla bulur. İçinde biriktirdiği kokuları birbiriyle karıştırarak yeni kokular duyar. Ve koklamakla kalmayıp kimsenin duymadığı yeni kokular yaratmak yavaş yavaş tutkusu haline gelmeye başlar. 23
Hayatında duyduğu en güzel kokuya, kızıl saçlı genç bir kızın kokusuna sahip olmaya çalışırken kızı öldürür. Artık Grenouille bir katildir. Ve kendi kendine söz verir: Bundan sonra böyle harika bir kokuyu böyle acemi bir şekilde kaybetmeyecektir. Bunun için kokunun özü ve yapımıyla ilgili her şeyi bilmelidir. Yaşlı, rekabet umudunu bile kaybetmiş bir parfümcünün yanında işe girer. Yaptığı kokularla yaşlı Baldini’yi bir kez daha zirveye oturtur. Ama damıtma yöntemiyle bir kedinin kokusunu elde etmeye çalışıp başarısız olduğunda çıldıracak gibi olur. Harika kokan genç kızların kokusunu nasıl elde edecektir? Tam bu esnada ölümcül bir hastalığa yakalanır Grenouille. Herkes ondan umudunu kestiğinde sorduğu soru, bir maddenin kokusunu elde etmenin damıtmaktan başka yolu olup olmadığıdır. Ustası Baldini bir maddeden koku elde etmenin üç yolu daha olduğunu, bunları güneyde öğrenebileceğini söylediğinde susar, iyileşir ve güneye doğru yola çıkar. Grenouille’in hayatındaki en büyük hayal kırıklığı, en büyük acı kendi kokusunun olmadığını öğrenmesidir. Güneye doğru yaptığı yolculukta aylarca bir mağarada yaşadıktan sonra bir gün rüyasında kokusunun olmadığını görür. Uyandığında, karanlık mağarada kendine dair bir iz bulabilmek için uğraşır. Ama Grenouille’in kokusu yoktur. Etrafındaki herkesi ve her şeyi kokularıyla tanımlar, anlamlandırırken kendisini anlamlandıramaz. O görünmezdir. İnsanlar, kokusu olmayan bu çirkin adamın varlığının bile farkında değildir. Bu durum, Grenouille’in hırsını ve tutkusunu artırır. İnzivaya çekildiği mağarasından çıkar ve hikâyesi anlatılan en ilginç katil olacağı yere, Rue de La Louve’a gider. Aklında, mümkün olabilecek en harika, en dayanılmaz kokuyu yapmak vardır.
24
Rue de La Louvre’daki insanlar, güzel genç kızların saçları kesilmiş ve yağa bulanmış halde ölü bulunduklarını gördüklerinde panik olurlar. Richis, kendi kızının o bölgedeki en güzel kız olduğunu, dolayısıyla en yakın zamanda tehlikeden uzaklaştırılası gerektiğini görmekte gecikmez. Ama Grenouille, Laure’yi en sona bırakmıştır. Bu mükemmel koku önce olgunlaşacak, sonra diğer kızların kokusunu tamamlayıp dünya üzerinde yaratılmış en dayanılmaz koku yapacaktır. Richis kızını kaçırmak için ne kadar uğraşsa da başarılı olamaz. Grenouille onları bulur, Laure’nin kokusunu alır ve parfümünü tamamlar. Grenouille yakalanır, idam edilecektir. İdam masasına çıktığında cebinden küçük bir şişe çıkarıp üstüne birkaç damla damlatır. Nefret dolu kalabalık bir anda aşkla dolar, bu harika, bu dayanılmaz çekicilikteki adam nasıl bir katil olabilir? O kadar sevgiyle doludur ki insanlar, meydanda toplu cinsel birleşmeler yaşanır. Grenouille kaçar ve Paris’e döner. Orada, sokakta yaşayan insanların arasına girer ve birkaç damlası bile koskoca bir kalabalığı akıldan yoksun bırakacak güçteki parfümün tamamını başından aşağı boca eder. Etrafındaki insanlar Grenouille’in üstüne çullanır, öpmek, ısırmak yetmez hale gelince parçalayarak öldürür ve kemiklerinin üzerindeki en küçük et kırıntısını bile yer. Kitabın en can alıcı paragrafı (ki aynı zamanda son paragrafıdır) işte bu noktada yazılır: “Sonra, önce kaçamak kaçamak, sonra doğruca göz göze gelmeyi başardıklarında, gülümsemeden edemediler: Olağanüstü bir gurur duyuyorlardı. İlk kez sevgiyle bir şey yapmışlardı.” Tom Tykwer’ın filmine gelecek olursak, daha önce de belirttiğim gibi eğer tek
başına, kitaptan bağımsız olarak değerlendirilecek olursa başarılı bir film olduğunu söyleyebiliriz. Grenouille’in başından geçenleri bir gözlemci olarak 25
izler, kokulara kafayı takmış bir adamın güzel kızları öldürüp kokularını çaldığını görürüz. Ama onun hislerine, düşüncelerine, onu bu cinayetleri işlemeye iten güdülere hâkim olamayız. Oysaki Grenouille’in öyküsünü bu kadar ilginç kılan şey yaptıkları değil, hareketlerinin nedenleridir. Bir başka konu da kokuların görselleştirilmesidir. Patrick Süskind kelimelerle bunu o kadar güzel yapmıştır ki, Grenouille gibi koklayarak girersiniz 1700’lerin Fransa’sına. Yazar yanılıp da görüntüleri kullanarak betimlemeye başladığında etrafı rahatsız olursunuz. Görüntülere ihtiyaç yoktur. Kokular ve içgüdüler yeterlidir. Ama Tom Tykwer’ın görüntüleri kullanmaktan başka bir şansı yoktur. Ve Paris’in en iyi burnu Grenouille’in dünyasına görüntüler aracılığıyla dâhil olmak, denize girmeden ıslanmak kadar imkânsızdır. Filmi izlemiş ya da izlememiş herkese Patrick Süskind’in “Koku, Bir Katilin Öyküsü” kitabını tavsiye ediyorum.
26
13: Çizgi Roman Uyarlamalarına Giriş Cemil Can Söylemez - Merhaba. - Merhaba. Azizm’in ilk sayısına hoşgeldiniz. - Hoşbulduk, heyecanlıyım. - Ben de. - İlk sayımızda nelerden bahsedeceğiz? - İlk sayıda, ikinci sayıda ve sonraki sayılarda çizgi roman-sinema olaylarından bahsedeceğiz. - Pekala, neler var aklında? - Hepsi var, hepsini izledim ben. - Baya büyük bir rakamdan bahsediyoruz yalnız. - Evet, tam olarak 364 tane çizgi roman uyarlaması mevcut- en azından http://www.imdb.com sitesinde bu şekilde verilmiş.
- Özellikle son zamanlarda inanılmaz bir artış söz konusu çizgi roman uyarlamalarında değil mi? - Aynen. Yaklaşık on yıldır Hollywood donlu-pelerinli kahramanları kanlı canlı bir şekilde karşımıza koymakta 27
- Bu talebin nedeni nedir sence? - Talepten başka bir şey var bence bu işin içinde, o da bana göre özellikle Hollywood sinemasında konu kıtlığının başlamış olması, sadece Amerika’da değil tabi Avrupa sinemasında da konu ve yaratıcılığın azaldığını gözlemliyoruz hep birlikte - Yaratıcılığın bu tip uyarlamalarla ilişkisi nasıl peki?
- Çoğu zaman olmasa da, çok başarılı yönetmenlerden çok yaratıcı filmler izledik, Tim Burton’ın çektiği “Batman” ve “Batman Returns”, Robert Rodriguez’in çektiği “Sin City”, Wachovski kardeşlerin “V for Vendetta”sı, Alex Proyas’ın The Crow’u, Ang Lee’nin the Hulk uyarlaması, Sam Mendes’in çektiği “Road to Perdition”, ben çok sevmesem de Bryan Singer’ın yere göğe sığdırılamayan “X-Men” serisi bunlardan bazıları. - “Spider-Man”? - O konuya hiç girmeyelim. - Neden? - Pek hassasım o konuda, Peter Parker makyaj yapıyordu, dans ediyordu vs. - Peki. 28
- Ayrıca Christopher Nolan’ın çektiği “Batman Begins”, Zack Snyder’ın “300”ü... - 300 konusunda tartışmalar çok sürdü. - Evet, testestoron yüklü propaganda makinesi şeklinde.
- Aslında 300 çizgi romandan uyarlama konusunda çok başarılıydı. Çizgi romanı okuyanlar bilir, sahneler direkt hatta kimi yerlerde daha etkili şekilde perdeye yansıtılmıştı. Filmi izlerken Frank Miller’ın kareleri hareket etti, konuştu, büyük bir görsel şölen olarak bizi büyüledi. - Ama 300’ün doğuyu küçümsediği; barbar, gelişmemiş ve yok edilmesi gereken bir ırk olarak gördüğü, bunun karşısında duran batının da bütün iyi erdemleri barındıran kahraman taraf olarak gösterdiği de söylenenler arasında. - Ne yazık ki çoğu uyarlamada olduğu gibi propaganda isimli silahın bu filmde de kullanıldığı doğru. Hollywood, Amerika’nın en güçlü propaganda silahlarından biri ve çizgi romanlarda genelde iyi-kötü çatışması hakim olduğu için vermek istenen mesajı metne katmak ve görsel olarak aktarmak bu tip uyarlamalarda daha kolay. - Çizgi roman uyarlamaları deyince politikanın sinemaya işlenme konusunun biraz tek düze olduğunu görüyoruz değil mi? - Evet genelde Amerikan çizgi romanından çoğunlukla da muhafazakar Marvel uyarlamaları izlediğimiz için Amerika yanlısı mesajlar bol bol karşımıza çıkıyor. Mesela “Süperman”in Amerikan bayrağını beyaz saraya taşıması, “SpiderMan”in filmin sonunda yine Amerikan bayrağının önünde poz vermesi gibi irili ufaklı detaylar gözümüzün içine sokularak verilmek istenen mesajı film izleyicilerinin bilinçaltına yerleştirilmekte. 29
- Bunun dışında kalan istisnalar da var ama. Her uyarlama politik propaganda aleti olarak kullanılmıyor. - Doğru. Aynı zamanda politik konulara azıcık giren ve bunu beyin yıkama olarak kullanmayan filmler de mevcut. - Mesela “V for Vendetta”.
- Evet, “V for Vendetta”nın özellikle kaynak aldığı çizgi romanı çok farklı bir çizgide. Hikaye yakın gelecekte totaliter Norsefire yönetimindeki İngiltere’de geçmekte. Kahramanımız da Guy Fawkes maskesi giymiş, faşist rejimi yıkmaya çalışan bir anarşist. - Serinin yaratıcısı Alan Moore hikayeyi faşizme karşı anarşizm olarak yorumluyor. - Ama Moore filmde bu temaların işlenmemesinden oldukça rahatsız. Bunun nedeni de yapımcıların filmin hikayesindeki politik metinleri günümüz izleyicisinin algısına göre değşitirmiş olmaları. - Yine bir kontrol etkisi söz konusu yani? - Ne yazık ki. Dozajları değişse de yapılmak istenen bi şekilde yapılmakta. - Uyarlamaların bu kadar ilgi çekmesinin sebebi ne sence? - Zaten inanılmaz bir hayran kitlesi mevcut. Yani hali hazırda bir izleyici potansiyeli var, yanında bir de iyi oyuncular güzel hatunlar ve milyon dolarlık görsel efekt şöleni de ekleyince hayranı olsun olmasın herkesi sinema salonlarına dolduruyorlar. Ayrıca artık sanayi eskisi gibi değil, bir film çıkınca oyuncakları, kitapları, hatta bilgisayar oyunları beraberinde çıkıyor. - Kolay para yani. 30
- “Fantastic 4” çok kötü bir filmdi, kaldı ki aynı ekibe devamını çektirdiler, o da çok kötüydü, demek ki kolay para. - Konuşacak çok şey var bu konu hakkında - Evet ama yer ve zaman kısıtlı - Bir dahaki yayına görüşmek üzere o zaman Can. Biraz dağınık bir ilk sayı oldu ama zamanla formatı geliştirip oturtacağımıza inanıyorum. - Teşekkür ederim Cemil, önümüzdeki ay görüşürüz.
31
Mustafa Kemal için Sanat ve Sinema Onur Keşaplı, Osman Bahar “Edebiyatın, her insan topluluğu ve topluluğun hal ve geleceğini koruyan ve koruyacak her oluşumu için en temel eğitici araçlarından biri olduğu kolayca anlaşılır.” “Sanatsız kalmış bir milletin hayat damarlarından biri kopmuştur.” “İnsanlarda birtakım ince, yüksek ve temiz duygular vardır ki insan onlarla yaşar. İşte o ince, yüksek derin ve temiz duyguları en çok duyabilen ve diğer insanlara duyurabilen şairdir.” “Sanatkâr, toplumda uzun çalışma ve çabalardan sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır.” “Biz Batı’nınkini saygıyla dinlediğimiz gibi, bizim musikimiz de bütün dünyada saygıyla dinlenecek halde olmalıdır…” “Musikisiz devrim olmaz.” “Dünyada medeni, ileri ve olgun olmak isteyen bir millet mutlaka heykel yapacak ve heykeltıraş yetiştirecektir…” “İnsanlar olgunlaşmak için bazı şeylere muhtaçtır. Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki tekniğin gerektirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur.” Sanatın çeşitli dallarıyla ilgili bu sözlerin sahibi büyük devrimcimiz Mustafa Kemal Atatürk’tür. Askeri ve politik alanlarda inanılmaz başarılarını sık sık anımsadığımız büyük önderin sanat konusunda yaptıkları, düşündükleri, hedef gösterdikleri nedense arka planda bırakılır. Hâlbuki Mustafa Kemal’i bu kadar özel yapan ve çağının ötesinde ölümsüzlüğe erişmesini sağlayan belki de 32
sanata verdiği bu büyük önemdir. Edebiyat olsun, resim-heykel sanatları olsun müzik-tiyatro-opera olsun Mustafa Kemal’in sanat sevgisi hep üst düzeydedir. Cephelerde o muazzam askeri dehasıyla ulusumuza zaferler kazandıran Atatürk elinden asla edebi eserleri bırakmamıştır. Kurtuluş sonrasında Kuruluşa sıra geldiğinde de her alanıyla sanatı Anadolu’muza yerleştirmeye çalışmıştır. Yukarıdaki sözlerden bu açıkça görülmektedir. Ancak burada O’nu anarken 7. sanat sinemaya daha 1920’lerden verdiği önemi ve gösterdiği ilgiyi daha detaylı hatırlamak ve hatırlatmak istiyoruz. Öncelikle O’nun sinema günlerine göz gezdirelim. Atatürk sinemanın sanatsal gücünün yanında kitlesel gününde de bilincindeydi. Bir toplumun belleksiz kalmasının yaratabileceği sorunların farkındaydı. Belgesel sinemaya da gösterdiği ilgi, O’nun gelecek kuşaklara tarihin sanatla aktarılmasına verdiği önemi de vurgulamaktadır. Bu durumu somut bir biçimde gözler önüne serildiği yıl 1932’dir. Kurtuluş Savaşı yıllarının belgeseli hazırlanmaktadır ve Mustafa Kemal, Trakya manevralarında bu belgesel çalışmalarını yürütmekle görevlendirdiği Baransel Paşa’ya “Bitti mi?” diye sorar. Baransel, “Paşam size ait sahnelerin çoğunun hareketsiz fotoğraflardan oluşması nedeniyle film henüz tamamlanamadı” yanıtını verir. Atatürk bunun üzerine şöyle der: “Ben hayattayım. Milli Mücadele’ye ait bütün evrakım, kılıcım, çizmem hali hazırda mevcut olduğuna göre çağırdığınız anda bana düşen görev vazifeyi yapmadım mı? Böyle bir teklif karşısında kalsam memnuniyetle kabul eder bir aktör gibi filmde rol alır hatıraları canlandırırım. Bu milli vazifedir. Çünkü Türk gençliğine bu mücadelenin nasıl kazanıldığını canlı olarak ispat etmek, hatıra bırakmak ancak bu filmle mümkün olacaktır.” Ancak Büyük Devrimcinin belgesel projesinde rol almasına 1937’de bozulan sağlığı engel olur. Yine de Atatürk bir sinema filminde aktörlük denemesi yapma şansı bulur. 1932’de çevrilen ve Kurtuluş Savaşı’nı konu alan filmler arasında belki de en iyisi olan “Bir Millet Uyanıyor” filminde kısa da olsa kendini canlandırır. Şimdi de Büyük Devrimcinin sinemayla ilgili şu sözlerinin altını çizelim; “Sinema öyle bir keşiftir ki, bir gün gelecek barutun, elektriğin ve kıtaların keşfinden çok dünya medeniyetinin veçhesini değiştireceği görülecektir. Sinema, dünyanın en uzak köşelerinde oturan insanların birbirlerini sevmelerini, tanımalarını temin edecektir. Sinema, insanlar arasındaki görüş, düşünüş farklarını silecek, insanlık idealinin tahakkukuna en büyük yardımı yapacaktır. Sinemaya layık olduğunu ehemmiyeti vermeliyiz.” 33
Bu gelec eğe ışık tutan ve hala tutma kta olan sözler Atatü rk’ün sinem ayı ne kadar sevdiğini kanıtlamanın yanında günümüzün sözüm ona “küreselleşmecilerine” insan merkezli gerçek küreselleşmenin ne olması gerektiğini de göstermektedir. Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü ölümünün 69. yılında saygı, özlem ve hayranlıkla bir kez daha anıyoruz.
Not: Gamze Akdemir’in 17 Mart 2007 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan yazısından faydalanılmıştır.
34
Mustafa Kemal’e Saldırmanın Dayanılmanız Hafifliği* Ahmet Taner Kışlalı Aziz Nesin, yıllar önceki bir konuşmamız sırasında şöyle demişti: “ Geçmişte Atatürk’ü eleştirmiş olmaktan dolayı şimdi utanıyorum. Her geçen gün gözümde küçüleceğine, tersine daha da büyüyor.” Benzer aşamadan geçmiş bir kişi olarak, bu değerlendirmeyi gönülden paylaşmam zor değildi. Zaman bizleri değil, Mustafa Kemal’i haklı çıkarmıştı. Lenin’in, Mao’nun, Enver Hoca’nın, Dimitrof’un heykellerinin yerlerde sürüklendiği, resmilerinin duvarlardan kaldırıldığı, Leningard isminin St. Petersburg’a dönüştürüldüğü günümüzde, bunu görebilmek kuşkusuz daha da kolay. Eğer Türkiye’de bir din devleti kurmak istiyorsunuz, Mustafa Kemal’e saldırmanız elbetteki tutarlıdır. Eğer Türkiye’nin bir bölgesini ayırıp ırkçı bir devlet kurmak peşindeyseniz, Mustafa Kemal’e saldırmanın elbette tutarlı bir yanı vardır. Ama “çağı yakalama” arayışında görünürken aynı şeyi yapmaya kalkarsanız; belki – her garip şeyi yapanlara olduğu gibi- bazı dikkatleri üzerinize çekerseniz, ama inandırıcı olamazsınız. Bir bakıyorsunuz; Kültür Bakanı’nı temsilen açık oturuma katılan bir sayın konuşmacı, Kemalizmin Batı Avrupa’daki totaliter ideolojilerin etkisi altında kaldığını söylüyor. ( Çekinmese, faşistlikle suçlayacak.) Bir bakıyorsunuz; Marksist soldan ciddi bir düşünür, “ Halka sorulsaydı dil devrimini kabul eder miydi?” diye soruyor. ( Sanki referandumla devrim yapılabilirmiş gibi...) Bir bakıyorsunuz; “orjinal” olabilme uğruna, Atatürk’ü demokrasi karşıtı gösterebilmek için, kendi eğilimlerine bilim kılıfı giydirme çabasına girenler var. Mustafa Kemal’i bilimsel olarak değerlendirebilmenin yöntemi açık: Hangi koşullardaydı? Ne yapmak istiyordu? Ne yaptı? Sonuç ne oldu? Hangi koşullarda yola çıktığını biliyoruz. Ne yapmak istediğini ise – en kıt zekâlıların bile yanlış anlayamayacağı kadar- açık söylemiş. “ Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken, demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nde de birini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur. Demokrasi maddi refah meselesi değildir. Böyle bir nazariyat, vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyacını uyutmayı amaçlar. Bir ulusu oluşturan bireylerin her çeşit özgürlüğü güven altında bulunmalıdır.” 35
Neler yapmış? Hiçbir şeyin devletin dışında olamadığı faşizmin yükselme döneminde bile, Türk Dil ve Tarih Kurumlarını, siyasal iktidarların etkisinden uzak, bağımsız bir yapıda oluşturmuş. Totaliter bir kültürden demokratik bir kültüre geçiş için büyük çaba sarf etmiştir. Dışarda varolmayan çoğulculuğu, tek partinin içinde adeta özendirmiş. “ Devletçilik” resmi ideoloji iken, özel sektör ve liberalizm savunucuları partinin ve devletin en üst düzeylerine kadar yükselebilmişler; parti içinde ayrı bir kanat oluşturmuştur. CHP’ye faşist bir model getirmek isteyenleri terslemiş. Bir muhalefet partisi kurulması deneyini, - çok olumsuz koşullarda bile- kendi eliyle başlatmış. Peki, açtığı yol – tüm ihanetlere karşın- nereye varmış? Eksikleri, yanlışları olsa da hiçbir Müslüman ülkede var olmayan bir demokrasiye!... *** Bir cümle hala kulaklarımda: “ Cesaretim olsa, tıpkı İnce Memed’in destanını yazdığım gibi, Mustafa Kemal’in de destanını yazmak isterdim...” Ölümünden yarım yüzyıl sonra – ve tüm ideolojik değerlerin altüst olduğu bir dünyada- eğer bir kişi hala Yaşar Kemal’de ve milyonlarca insanda bu duyguları yaratabiliyorsa, hala güncelse, bunun anlamı açıktır. Bu ülkede Atatürk’ü yıkarak olumlu bir şeyler yapılabileceğini sananların, kendi küçük dünyaları içinde büyük bir yanılgıyı yaşadıklarına inanıyorum. Cumhuriyet, 8 Mart 1992 Ahmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile’de doğdu. Kabataş Lisesi’nden sonra AÜSBF’yi bitirdi. Paris Üniversitesi’nde Anayasa Hukuku ve Siyaset Bilimi dalında doktora yaptı. 1972 yılında doçent oldu. 1977’de CHP listesinden İzmir milletvekili seçildi. 1978’de Bülent Ecevit hükümetinde Kültür Bakanı olarak yer aldı. 12 Eylül sonrasında üniversiteye dönerek 1988’de profesörlüğe yükseldi. Uzun süre sonra AÜ İletişim Fakültesi’nde Siyaset Bilimi dersleri veren Kışlalı, Nokta dergisi ve Cumhuriyet gazetesinde köşe yazıları yazdı. Ahmet Taner Kışlalı, 21.10.1999’da bombalı bir suikast sonucu öldürüldü. * Değerli aydınımız Ahmet Taner Kışlalı’nın bu yazısı yazarın İmge Kitapevi’nden çıkan “Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı kitabından alıntıdır.
36
Ayrı(ntı)lar Duygu Yılmaz Uzun zaman oldu gözlerindeki ışığa karanlığımı katmayalı. Ellerini tutmayalı, yüzüne bakmayalı çok zaman oldu. Oysa özlemeyi kitaplardan bilirdik eskiden, uzun sayfalar sürerdi anlatılması ve hayatın yükünden bile daha ağır gelirdi her defasında, okusak da aynı satırları... Şimdi uzun yollar var aramızda, yeni ilişkiler, değişen hayatlar, kilometrelerce süren topraklar ve iki ucu sadece gemilerle bağlanan karaların denizleri var. Gözlerin var aramızda ve ayrılırken söylemediğin tüm sözlerin. Konuşabilmeyi öğrendiğimiz ilk anda söyleyiverdiğimiz sevgi sözcükleri gibi kolay başlamıştı oysa ellerimizden haykırırcasına uzanıp, ikimizi de ortasında birleştiren yalnızlığın nefes alışı. Kimsesiz değildik o zamanlar ve sınırsız acılarımız yoktu hayata dair. Arkasından ağladıklarımız çoktan gitmişti çünkü gideceklerinden emin olduğumuz yerlere. Yaralarımız kapanmayacak kadar derin, hala sularca kanayacak kadar sığdı. Ve yalnızdık ikimiz de, binlerce tanıdık yüzün içinde, hiçbirine kendimiz gibi bakamayacak kadardık hem de. Kırıldı aynalarımız, onlara bakmayı öğrendiğimiz ilk gün ve insanlarımız, onları sevdiğimizi söylediğimiz ilk gün... Şimdiye kadar ne varsa söyleyemediğim, ardımda kalan, hepsi birer birer, bir eski kâğıtta yerlerini aldılar. Umutsuzdular, yoksul ve yorgundular. Aslında hiç yoktular, bir çocuğun gözlerindeki yaşlar kadar çoktular. Elleri bir aşkı 37
közleyecek kadar hünerli, yılları unutturacak kadar tazeydi. Tel tel ayrılıyordu kâğıt her defasında ve ipliği çeksem, dağılacak kadar eğretiydi kelimelerin kâğıda düşen gölgeleri. Bir o kadar da sağlamdılar ki kâğıdın beyazlığına yakışmıştı kurşunun mavisi-bizim ayrılığımız gibi-. Gözlerimiz gibi olacaktı her şey. Hayat, gözlerimiz gibi uzaklara kenetlenecekti her zaman. Tek altında kaldığımız, kirpiklerimizde büyüyen sevgimiz olacaktı. Gölgesi ne sana, ne bana yakın; ama insanların en uzağına, en yakın olacaktı... Artık kelimelerimiz küllendi dillerimizde. O gölge, seni o denizlerin bir tarafına, beni ise diğer tarafına bıraktı. Ne sevdanın, ne yalnızlığın ne de umutların, denizleri aşamadığını gördüm artık. Özlemse, katıp yanına kederleri, nefes aldığım her saniye, senden bana söylenen bir kelime gibi uçup kondu dudağımın ucuna. Şimdi söylediğim tüm kelimeler üşümüş, hepsi kırgın ve yol yorgunu... Ve şimdi, adının tüm dillerdeki karşılığını anarak, diliyorum tekrar. Mutlu kal... Benim hiç olamadığım kadar...
38
Dolu Hayatlara Melih Öncel Dün akşam arkadaşlarımla buluşmak için evden çıktım. Yavaş bir tempoyla etrafı izleyerek konuştuğumuz yere doğru gidiyordum. O sırada gözüme 30–40 yaşlarında bir kadın takıldı. Koşarak geliyordu karşıdan. Karşı şeritten araba gelmediğini görünce yolun diğer tarafına doğru koşmaya devam etti. İlk bakışta otobüs duraklarına doğru gidiyor gibiydi ve bende herhalde otobüse yetişmeye çalışıyor diye düşündüm. Sonra arkasından kadın kadar aceleci davranmayan; ama kadını izlediği belli olan hemen hemen kadınla aynı yaşlardaki adamı gördüm. Çoğu insan gibi kafamı çevirip gitmem gerekiyordu; fakat göz ucuyla takip etmeye devam ettim bu çifti. Kadın alel acele koşusuna devam ederken ara sıra telaşla arkasına dönüp bakıyordu ve adamın hala takip ettiğini görünce artık yorulmuş bedenine sanki "haydi biraz daha hızlan" der gibiydi gözleri. O an fark ettim ki masum bir koşu değildi bu sıcak evine gitmek için bineceği otobüse doğru yapılan. Belki de o kadar sıcak bir evi bile yoktu kadının. Artık adamdan kaçtığı açıkça belli oluyordu ve gördüğü ilk insan kalabalığına doğru bir yol tutturmuştu. Bense yürümeye devam ettim. Yaşadıkları muhtemel sorunları düşünmekten çok, aklıma takılan şey kadının neden kaçtığıydı. İnsan korktuğu şeylerden kaçar ve adamın o kadını çok korkuttuğu ortadaydı. Şiddetten kaçıyordu belki de. Yoksa sorunlarını neden biz "modern" ve "aklı başında" insanlar gibi oturup konuşmasınlar ki? Kadın korkuyla koşarken; cinsiyet ayrımından kaçıyordu, ataerkil toplumdan uzaklaşmaya çalışıyordu ve bir ihtimal artık hayatta fiziksel acıdan başka şeyler olduğu arayışına doğru koşturuyordu... Daha sonra aklıma şu soru geldi: acaba şu anda bu olayın aynısından daha kaç tane oluyordu? Sanki kadının yanına sığındığı insanlar ya da belki daha sonra polisler kadını koruyabilecekler miydi sonsuza kadar ya da bu gibi olayları durdurabilecekler miydi? Bu sorunun cevabı çok olumsuz göründü gözüme ve son zamanlarda şiddete oldukça meyilli bu toplumun arasından geçip giderken peki kim durdurabilir bunca şeyi ya da kim başlattı, suçlu kim diye düşünmeye başladım. İlk aklıma gelen cevaplar sanırım kolay olanlarıydı. Yanlış yönetimler, çıkarcı iktidarlar, eğitimsizlik, yoksulluk vb. herkesin bildiği sorunlar böyle uzar gider. Peki, bunca cevap o kadın ya da diğer bütün insanlar için bir özür niteliği taşır mıydı? Bu kötü gidişin sorumluları bizden başka herkesken, biz bugüne kadar hiç düşünmemişken, "neden" sorusunu hayatımızın hiç bir döneminde sormazken, göze sokulan sorunlara "ben tek başıma ne yapabilirim ki?" diye yanıt verirken bizler hiç mi etkide bulunmadık dünyanın bugünlere gelişinde. 39
Ama biz de haklıyız öyle değil mi? Haftanın 7 günün 5 inde okulumuza, işimize gidiyoruz geri kalan 2 günde her hafta(hatta bazıları için nerdeyse hemen hemen her gün) gidilen aynı mekanlara yine ve yine gitmek zorundayız. Sürekli eğlenmeliyiz, alış veriş yapmalıyız, gezmeliyiz. Biz tek başımıza ne yapabiliriz ki?! Bunu düşünmek bile bu kadar zorken bu güzel hayatımızı bırakıp da harekete geçmek öldürücü olmalı. Ve hayat çok kısa. Bu koşuşturmada onu en iyi şekilde değerlendirmeliyiz. İçimizde kabaran bunca bencillik, hırs ve ihtiras varken nasıl olurda kendimizden vazgeçeriz? Oysa dolu dolu yaşanan bir hayat sadece kendin için yaşananıdır öyle değil mi? Bizde haklıyız... Kusura bakmayın sayın bayan sizin hayatınızda ki kötü gidişata, cinsel ayrıma biz son veremeyiz ki. Ve sizinkine de öyle sevgili bayım. Bu sinirinizi içinizde körükleyen geçmişinizin, belki bir umut göçüp geldiğiniz bu topraklarda şimdi işinizden atılmışken, karnınız açken hayatın sizi kendi isteklerinizin dışında savurmasının bizimle hiç alakası yok ve bunu gör(e)meyecek kadar meşgulüz… Ve siz doğuda unutulmuş bütün insanlar... Teröre kurban giden bütün 20 li yaşlı gençler... Baskı altında ki hayattan başka yaşamları olmamış bütün kızlar... Irak'ta 5 yaşını geçemeden ölen her on çocuktan sekizi... Ayağına giyecek ayakkabı bulamayan insanların ülkesinde, son teknoloji bombaların altında ki insanlar... Dünyada 12 milyar insana yetecek kaynak varken; aç olan 1 milyara yakın insan... Sizden özür dileyecek vaktim bile yok... Çünkü şu anda yeni kıyafetlerimi giyip, süslenip dışarı çıkmak üzereyim… İşim çok benim; önce nargile sonra gırgır sonra alkol, gece gezmeleri derken...Offf off… Hayatı doldurmak üzere hosçakalın... Ben tek başıma yapabileceğim şeylere gidiyorum...
40
Attila İlhan: Yaşamı ve Yapıtları Duygu Yılmaz İlk Gençlik Yılları 15 Haziran 1925'te Menemen'de doğdu. İlk ve orta eğitiminin büyük bir bölümünü İzmir ve babasının işi dolayısıyla gittikleri farklı bölgelerde tamamladı. İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıfındayken mektuplaştığı bir kıza yazdığı Nazım Hikmet şiirleriyle yakalanmasıyla 1941 Şubat'ında, 16 yaşındayken tutuklandı ve okuldan uzaklaştırıldı. Üç hafta gözetim altında kaldı. İki ay hapiste yattı. Türkiye'nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilince, eğitim hayatına ara vermek zorunda kaldı. Danıştay kararıyla, 1944 yılında okuma hakkını tekrar kazandı ve İstanbul Işık Lisesi'ne yazıldı. Lise son sınıftayken amcasının kendisinden habersiz katıldığı CHP Şiir Armağanı'nda Cebbaroğlu Mehemmed şiiriyle ikincilik ödülünü pek çok ünlü şairi geride bırakarak aldı. 1946'ta mezun oldu. İstanbul Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu. Üniversite hayatının başarılı geçen yıllarında Yığın ve Gün gibi dergilerde ilk şiirleri yayınlanmaya başladı. 1948'de ilk şiir kitabı Duvar'ı kendi imkanlarıyla yayınladı.
41
Paris Yılları 1949 yılında, üniversite ikinci sınıftayken Nazım Hikmet'i kurtarma hareketine katılmak üzere ilk kez Paris'e gitti. Bu harekette aktif rol oynadı. Fransız toplumu ve orada bulunduğu çevreye ilişkin gözlemleri daha sonraki eserlerinde yer alan bir çok karakter ve olaya temel oluşturmuştur. Türkiye'ye geri dönüşünde sıklıkla başı polisle derde girdi. Sansaryan Han'daki sorgulamalar ölüm, tehlike, gerilim temalarının işlendiği eserlerinde önemli rol oynamıştır. Bir kaç kez gözaltına alındı. İstanbul - Paris - İzmir Üçgeni 1951 yılında Gerçek gazetesinde bir yazısından dolayı kovuşturmaya uğrayınca Paris'e tekrar gitti. Fransa'daki bu dönem Attilâ İlhan'ın Fransızca'yı ve Marksizmi öğrendiği yıllardır. 1950'li yılları İstanbul - İzmir - Paris üçgeni içerisinde geçiren Attilâ İlhan, bu dönemde ismini yavaş yavaş Türkiye çapında duyurmaya başladı. Yurda döndükten sonra, Hukuk Fakültesi'ne devam etti. Ancak son sınıfta gazeteciliğe başlamasıyla beraber öğrenimini yarıda bıraktı. Sinemayla olan ilişkisi, yine bu dönemde, 1953'te Vatan gazetesinde sinema eleştirileri yazmasıyla başlar. Sanatta Çok Yönlülük 1957'de gittiği Erzincan'da askerliğini yaptıktan sonra, tekrar İstanbul'a dönüş yapan Attilâ İlhan sinema çalışmalarına ağırlık verdi. Onbeşe yakın senaryoya Ali Kaptanoğlu adıyla imza attı. Sinemada aradığını bulamayınca, 1960'ta Paris'e geri döndü. Sosyalizmin geldiği aşamaları ve televizyonculuğu incelediği bu dönem, babasının ölmesiyle birlikte yazarın İzmir dönemini başlattı. Sekiz yıl İzmir'de kaldığı dönemde, Demokrat İzmir gazetesinin başyazarlığını ve genel yayın yönetmenliğini yürüttü. Aynı yıllarda, şiir kitabı olarak Yasak Sevişmek ve Aynanın İçindekiler serisinden Bıçağın Ucu yayınlandı. 1968'te evlendi, 15 yıl evli kaldı. İstanbul'a Dönüş 1973'te Bilgi Yayınevi'nin danışmanlığını üstlenerek Ankara'ya taşındı. Sırtlan Payı ve Yaraya Tuz Basmak 'ı Ankara'da yazdı. 81'e kadar Ankara'da kalan 42
yazar Fena Halde Leman adlı romanını tamamladıktan sonra İstanbul'a yerleşti. İstanbul'da gazetecilik serüveni Milliyet ve Gelişim Yayınları ile devam etti. Bir süre Güneş gazetesinde yazan Attilâ İlhan, 1993-1996 yılları arasında Meydan gazetesinde yazmaya devam etti. 1996 yılından itibaren köşe yazılarını Cumhuriyet gazetesi'nde sürdürdü. 1970'lerde Türkiye'de televizyon yayınlarının başlaması ve geniş kitlelere ulaşmasıyla beraber Attilâ İlhan da senaryo yazmaya geri dönüş yaptı. Sekiz Sütuna Manşet, Kartallar Yüksek Uçar ve Yarın Artık Bugündür halk tarafından beğeniyle izlenilen diziler oldu. Yasak Sevişmek öteki kapımdan gel bunu açamazsın eski gözlerinle gel öldürmek vakti gel hem tetik bulun ardında biri olmasın hanidir ben bu evde saklanıyorum adımı değiştirdim başka bir adla yaşıyorum gece gündüz siyah gözlük kullanıyorum öteki kapımdan gel bunu açamazsın sabaha karşı gel bütün gözlerinle gel pancurların gerisinde kararıyorum içime belalar doğuyor sonbahar doğuyor telefonda sesini tanıyamıyorum yüzün parmaklarımdan akıp kayboluyor böyle hep bir şey kopuyor bir şey kırılıyor sabaha karşı gel eski gözlerinle gel öteki kapımdan gel bunu açamazsın hem tetik bulun ardında biri olmasın artık hiç kimse beni yaşamıyor aşklarımı büyük kemanlarla çizdiler korkularım oldum bittim kimsesizdiler yalnız bir mısra mıyım ıslanıyorum bir revolver romanımı tamamlıyor oyun bitti ışıklarımı söndürdüler yokmuşsun gibi gel öldürmek vakti gel öteki kapımdan gel bunu açamazsın 43
üzerime kilitleyip mühürlediler hem tetik bulun ardında biri olmasın Ayrılık Sevdaya Dahil açılmış sarmaşık gülleri kokularıyla baygın en görkemli saatinde yıldız alacasının gizli bir yılan gibi yuvalanmış içimde keder uzak bir telefonda ağlayan yağmurlu genç kadın rüzgâr uzak karanlıklara sürmüş yıldızları mor kıvılcımlar geçiyor dağınık yalnızlığımdan onu çok arıyorum onu çok arıyorum her yerinde vücudumun ağır yanık sızıları bir yerlere yıldırım düşüyorum ayrılığımızı hissettiğim an demirler eriyor hırsımdan ay ışığına batmış karabiber ağaçları gümüş tozu gecenin ırmağında yüzüyor zambaklar yaseminler unutulmuş 44
tedirgin gülümser çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var çünkü ayrılık da sevdâya dahil çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili hiç bir anı tek başına yaşayamazlar her an ötekisiyle birlikte herşey onunla ilgili telâşlı karanlıkta yumuşak yarasalar gittikçe genişleyen yakılmış ot kokusu yıldızlar inanılmayacak bir irilikte yansımalar tutmuş bütün sâhili çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var öyle vahşi bir tad ki dayanılır gibi değil çünkü ayrılık da sevdâya dahil çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili yalnızlık hızla alçalan bulutlar karanlık bir ağırlık hava ağır toprak ağır yaprak ağır su tozları yağıyor üstümüze özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır eflatuna çalar puslu lacivert bir sis kuşattı ormanı karanlık çöktü denize 45
yalnızlık çakmak taşı gibi sert elmas gibi keskin ne yanına dönsen bir yerin kesilir fenâ kan kaybedersin kapını bir çalan olmadı mı hele elini bir tutan bilekleri bembeyaz kuğu boynu parmakları uzun ve ince sımsıcak bakışları suç ortağı kaçamak gülüşleri gizlice yalnızların en büyük sorunu tek başına özgürlük ne işe yarayacak bir türlü çözemedikleri bu ölü bir gezegenin soğuk tenhalığına benzemesin diye özgürlük mutlaka paylaşılacak suç ortağı bir sevgiliyle sanmıştık ki ikimiz yeryüzünde ancak birbirimiz için varız ikimiz sanmıştık ki tek kişilik bir yalnızlığa bile rahatça sığarız hiç yanılmamışız 46
her an düşüp düşüp kristal bir bardak gibi tuz parça kırılsak da hâlâ içimizde o yanardağ ağzı hâlâ kıpkızıl gülümseyen -sanki ateşten bir tebessümzehir zemberek aşkımız MUSTAFA KEMAL dağ başını efkâr almış gümüş dere durmaz ağlar gözyaşından kana kesmiş gözlerim ben ağlarım çayır ağlar çimen ağlar ağlar ağlar cihan ağlar mızıkalar iniler ırlam ırlam dövülür altmış üç ilimiz altmış üç yetim yıllar gelir geçer kuşlar gelir geçer her geçen seni bizden parça parça götürür mustafa'm mustafa kemal'im diz dövdüm gözlerim şavkı aktı sakarya'nın suyuna sakarya'nın suları nâmın söyleşir hemşehrim sakarya öksüz sakarya ankara'dan uçan kuşlar kemal'im der günler günü çağrışır kahrolur bulutlara karışır gök bulut yaşmak bulut uca dağlar dev boyunlu morca dağlar divan durmuş bekleşir mustafa'm mustafa kemal'im nasıl böyle varıp geldin hoşgeldin çıngı kaymış yalazlanmış gözlerin şol yüzünde güneş südü sıcaklık ellerinden öperim mustafa kemal senin dalın yaprağın biz senin fidanların 47
biz bunları yapmadık sen elbette bilirsin bilirsin mustafa kemal elsiz ayaksız bir yeşil yılan yaptıklarını yıkıyorlar mustafa kemal hani bir vakitler kubilay'ı kestiler çün buyurdun kesenleri astılar sen uyudun asılanlar dirildi mustafa'm mustafa kemal'im karalar kuşanmış karadeniz akmam diyor dokunmayın ağlamaktan bıkmam diyor bu gece kıyamet gecesi bu vapur bandırma vapuru yattığı yer nur olsun mustafa kemal ben ölümden korkmam diyor korkmam diyen dilleri toz oldu toprak oldu değirmen döndü dolandı yıllar oldu bir kusur işledik bağışlar mı kimbilir o bize öğretmedi kazan kaldırmasını günahı vebali öğretenin boynuna erdirip oldurana ana avrat sövmesini yüreğim kırıldı kanım kurudu var git karadeniz var git başımdan mızıka çalındı düğün mü sandın bir yol koyup gideni gelir mi sandın mustafa'm mustafa kemal'im ankara'nın taşına bak tut ki baktım uzar gider efkârım çayır ağlar çimen ağlar ben ağlarım gözlerimin yaşına bak ankara kalesi'nde rasattepe'de bir akça şahan gezer dolanır yaşın yaşın mezarını aranır şu dünyanın işine bak mustafa'm mustafa kemal'im NE KADINLAR SEVDİM ZATEN YOKTULAR Ne kadinlar sevdim zaten yoktular 48
Yagmur giyerlerdi sonbaharla bir. Azicik oksasam sanki çocuktular, Biraksam korkudan gözleri sislenir. Ne kadinlar sevdim zaten yoktular Böyle bir sevmek görülmemistir. Hayir, sanmayin ki beni unuttular. Hala arasira mektuplari gelir. Gerçek degildiler, birer umuttular Eski bir sarki, belki bir siir Ne kadinlar sevdim zaten yoktular. Yalnizliklarimda elimden tuttular Uzak fisiltilari içimi ürpertir. Sanki gökyüzünde birer buluttular, Nereye kayboldular simdi kim bilir. Ne kadinlar sevdim zaten yoktular Böyle bir sevmek görülmemistir.
Kaynak: www.tilahan.net
49
Türkiye’de Kentsel Yenileme ve Yaygınlaşan Toplu Konutlar F. Utku Deniz Türkiye diğer sanayileşmekte olan ülkelerle birlikte konut sorunuyla ve “toplu konut” ihtiyaçlarıyla II. Dünya Savaşından sonra 1950’den sonra karşılaşmıştır. Bunun temel nedenleri ise tarım’ın makineleşmesi böylelikle işçi gücünün kente kayması, kentleri hızla dolduran kırsal nüfusun barınma problemi ve kentlerde hala daha işçiye doymayan hizmet sektörü gösterilebilir. Kentlerin bu ihtiyaçları 2 yolla karşılandı. Birincisi kente rast gele yapılan, var olan imar yasalarındaki aksaklıklardan yararlanıp yapılan yap-sat modeli konutlar. Bu yüzden yasalara uyulmaksızın, standartlar göz önünde bulundurulmayarak yapılan fason inşaat modelleriyle ve bu konutlara rasgele yerleşen farklı sosyo-ekonomik statüdeki insanlarla kentler hızla genişlemeye başladı. İkincisi ise tamamen izin alınmadan yapılan gecekondulardır. Gecekondu bölgelerinin de siyasi çıkarlar uğruna imarlaşması ve yasallaşmasıyla birlikte çevre kalitesi iyice kötüleşen yap-sat bölgelerine dönüşmektedir. Kentsel Yenileme, kentsel gelişimden de öte var olan sorunlu bölgelerin kamulaştırılmasını ve bu ölçekte kökten değişimini sağlar. Kentsel Donuşum Yasasının kabulünden bu yana pek çok kentte gündeme gelen kent yenileme projeleri oldukça güncel. Bu yaz Manisa’nın Turgutlu ilçesinde staj yaparken birçok kentsel yenileme örnekleriyle karşılaştım. Bu projelerin temel amacı 1970 sonrası kontrolsüz göç almış ve bu oranda düzensiz yapılaşmış Turgutlu’nun konut sorununu gidermek. Şu an bu gibi projelerle ilgilenen kurum ismini çok sık duyduğunuz üzere TOKİ ( Toplu Konut İdaresi). Bu tip konutların çok tutulmamış olmasının nedenlerini de araştırdım, karşıma çıkan sonuç biraz trajikomik. Orada bulunduğum süre içerisinde irtibatta olduğum 50
şehir plancıları bize bir kentsel yenilemeden bahsetmişlerdi. Belediyede halk açık oturumunda proje tanıtılırken orada bulunan insanlar evlerimizi 3 kuruşa sattırmayız bunların yerine yapacağınız apartmanlarda oturmamızın maddi olarak imkânı yok diyerek olay çıkarıyor. Bunun gibi olaylar halkın belediyeye, devlete duyduğu güvensizliğin üzücü ifadeleri. Planlama ise kamu kurumlarının bir uzantısı olarak kaldığı surece ayni güvensizlik bizlere de yansıyacak, yansıyor. Diğer bir mesele de uygulama surecinin ne kadar sancılı olduğu. Turgutlu' da dar gelirliye üretilen TOKI konutlarının yüksek maliyeti nedeniyle alıcı bulamaması gibi arz talebi ıskalayan girişimler de kentsel donuşum adı altında karşımıza gelebiliyor. Üstelik yerlerinden edilen vatandaşın sosyo-ekonomik durumu ve yaşama alışkanlıkları düşünülmeden apartmanlara yerleştiriliyorlar. Bu konuda pek çok doğru alt alta gelmedikçe uygulama boyutundaki bu sancıların yaşanması da kaçınılmaz olacak. Sonuç olarak biz şehirciler bu gibi birbiriyle çakışan konuları çözmek için eğitiliyoruz. İnsanların düzenli ve huzurlu yaşayabileceği şehirler ve alanlar yaratmak, var olanı güzelleştirmek için karşılıksız çabamızda yolumuzun açık olması dileğiyle… İlerleyen aylarda bu konulara değinmeyi sürdüreceğiz.
51
Neden Sol? Onur Keşaplı Siyasi ideolojiler Sanayi Devrimi’yle birlikte ön plana çıkmaya başladığından beri dünyaya egemen olan güçler, içeriğinde eşitlik, barış, özgürlük, halkçılık ve sosyal adalet bulunduran sol siyasetten korkmuşlardır. Sol düşüncenin gelişimini durdurmak, yok etmek ve yok saymak için her şeyi yapmışlardır. Tüm dünyada kitleleri de bu yönde etki altına almaya çalışmışlardır. Günümüzde ise özellikle Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Samuel Huntington ve Francis Fukuyama gibi akademisyenler öncülüğünde yeni bir söylem türemiştir: “Solun sonu geldi. Savaşlarla dolu dünya tarihi bitti. Bu sayede dünya barış ve huzur içinde.” Bu söylem ülkemizde özellikle ikinci cumhuriyetçiler tarafından benimsenmiştir. Bu düşünürlerin yarattığı etkiyle artık halkımız bile “sol ve sağ siyasetin olmadığını” söylemeye başlamıştır. Tüm bu görüşlerin aksine sol siyaset halen mevcuttur ve belki de en çok şu an gereklidir. Eğer dünyanın birçok ülkesi halen yarı-sömürge durumundaysa, eğer dünya nüfusunun yüzde beşlik bir bölümü yeryüzü zenginliklerinin yüzde doksanına sahipse, eğer bazı topraklarda insanların içecek suları dahi yokken dünyanın bir başka ucundaki kişiler kendilerine özel uçaklar alabiliyorsa sol siyaset gereklidir. Eğer dünya savaş alanıysa, eğer sadece Irak’ta bir milyon sivil “demokrasi” uğruna öldüyse, eğer dünyadaki en büyük şirketler arasında silah şirketleri başı çekiyorsa sol siyaset olmak zorundadır. Ülkemizde asgari ücret sadece 400 YTL iken başbakan kalkıp yedi bin dolara geçinemediğini söylüyor ve sonrasında oğluna üç milyon dolarlık “gemicik” alıyorsa sol siyaset acilen gerekmektedir. Eğer halkımızın büyük bir kısmı yoksulluk hatta açlık sınırındaysa ve bazı vatandaşlarımız 5 kuruş için tüm insanlık onurlarını ayakları 52
altına alıp yalvarmaktayken bazı “sözde sanatçılar” saatte yüz binlerce doları gönül rahatlığıyla alabiliyorsa sol düşünce hayata geçmek zorundadır. İnsanoğlunun en temel haklarından olan sağlık ve eğitim eğer tüm dünyada kişiye ancak parası kadar sunuluyorsa kapitalist-liberal ideolojiler tümüyle başarısızdır ve yanlıştır. Eşitsizlik ve adaletsizlik bu şekilde sürdükçe kimse neden suç, cehalet ve ahlaksızlık arttı diye şaşırmamalıdır. Cinsiyetler arası eşitliği bile tam anlamıyla sağlayamamışken kimse sınıflar ya da uluslararası eşitlikten söz edemez. Eğer 2008 yılında bu ülkede “Haydi Kızlar Okula” gibi sloganlar söylemek zorunda kalıyorsak ve siyasi partilerimizde “Kadın Kolları” gibi oluşumlara ihtiyaç duyuyorsak demek ki bizler daha hala kadını erkeğin karşısında tam anlamıyla eşitleyememişiz demektir. Eşitsizliğin olduğu yerde her türlü olumsuz olgu türeyebilir. Örneğin, dünyanın bir numaralı terör örgütü El Kaide’nin yüz yılı aşkın süredir emperyalistler ve onların maşası gerici diktatörler tarafından sömürülen Ortadoğu coğrafyasında türemesi tesadüf değildir. Dünyamızdaki bu ve benzeri tüm eşitsizlik adaletsizlik ancak ve ancak sol siyasi düşünceyle mağlup edilebilir. Çünkü sadece sol siyaset gerçekten halkçıdır, özgürlükçüdür, eşitlikçidir ve daima ilericidir. Sadece sol düşünce daha adil bir dünya için hakları uyutmak yerine uyandırmak için uğraşır. Bizlerin sıkça karşılaşabildiği neden sol? sorusunun cevabı ülkemizin ve dünyanın içinde bulunduğu kargaşa ortamıdır. Tüm topraklarda gerçekten eşit, adaletli, barış içinde, kardeşçe yaşayan bir insanlık oluşana dek SOL, her taraftaki ortaçağ zihniyetine ve sahip oldukları maddi güçten başka hiçbir şeyi düşünmeyen patronlara inat hep var olacaktır. Ulu önderimiz, tüm dünya tarihini insanlıktan-özgürlükten-eşitlikten yana değiştiren büyük devrimci Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta Barış, Dünyada Barış” sözü tam anlamıyla geçerli olana kadar sol siyaset her zaman gereklidir ve var olurken hep haklı olacaktır. 53
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
54