Azizm Sanat E-Dergi Mart 2008

Page 1

Azizm Sanat E-Dergi Mart 2008 Sayı 5 Dünya Emekçi Kadınlar Günü Almadovar Sineması Persepolis Kedikadın

1


Editörden Kadınlara yönelik baskıların, özgürlük kavramına da bulaşacak şekilde sürdüğü günümüzde, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü daha da önemli bir hal almıştır. Hele, bir de başbakanın kadınlar günüyle ilgili katıldığı panel öncesinde “En az 3 çocuk yapın” sözleri konuya trajikomik bir boyut kazandırmıştır. Azizm olarak, bu bilinçle hazırladığımız Mart ayı çalışmalarımızı kadınlara armağan ediyoruz. Sergi bölümümüzde Güzin Tarakçı’nın resim sergisini, şiir bölümünde ise Lale Müldür’ün etkileyici dizelerini bulabilirsiniz. Bu ay sinema yazılarımızda, kadınların dünyasını, olağanca büyüsüyle beyazperdeye aktaran İspanyol yönetmen Pedro Almadovar hakkında detaylı bir incelemeyi sizlere sunuyoruz. Politik sinema bölümümüzde ise ülkemiz gündemine ve kadınlarımıza da mesajlar içeren, Marjane Satrapi’nin ödüllü animasyonu Persepolis’i bulabilirsiniz. Bunların dışında, ünlü yönetmenimiz Nuri Bilge Ceylan’ın ödüllü filmi İklimler hakkında detaylı bir çalışmayı, video bölümümüzde yeni bir belgeseli ve elbette güncellenmiş fotoğraf ve karikatürlerimizi sizlere sunuyoruz. Ayrıca, ülkemizin ekonomisinde kadınların durumunu gözler önüne seren, derinlemesine bir çalışmayı da bu ay sayfalarımızda bulabilirsiniz. Çizgiroman bölümümüz 13’te ise kadın karakterlerin en ünlülerinden biri olan, Kedikadın üzerine bir sohbeti sizlerle paylaşıyoruz. Elbette deneme yazılarımızda bu ay kadın temamız hâkim. Azizm olarak, emekçi kadınlarımızın, kadınlar gününü bir kez daha kutlarken, böyle bir güne gerek bırakmayacak şekilde kadın-erkek 2


eşitliğinin ve kadın özgürlüğünün yakın bir gelecekte gerçekleşmesini umut ediyoruz. Daha güzel bir dünya için, sanatla kalın dostlar…

www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

Ön Kapak: Annem Hakkında Her Şey (1999) – Pedro Almadovar Arka Kapak: Persepolis (2007) –Vincent Paronnaud, Marjane Satrapi

3


İçindekiler Paralellikler Sineması Yönetmeni Pedro Almadovar 1 – Ceyda Şahinoğlu s.5 Persepolis’ten Dersler – Onur Keşaplı

s.12

Nuri Bilge Ceylan’ın İklimler’i – Caner Uğur Lermi

s.22

13: Kedikadın – Cemil Can Söylemez

s.31

Mor: Lale Müldür – Duygu Yılmaz

s.37

8 Mart’ın Önemi – Onur Keşaplı

s.42

Beyni Türbanlılar – Gökhan Baykal

s.45

Birey ya da Meta Olmak – Melih Öncel

s.48

Yeditepe – Duygu Yılmaz

s.50

2B ile Parça Parça Satılan Ülke ve Yok Olacak Ormanlar – F. Utku Deniz s.52

4


Paralellikler Sineması Yönetmeni Pedro Almadovar 1 Ceyda Şahinoğlu Kullandığı renklerden hikâyelerine, karakterlerin ve bütün filmlerinde tekrarladığı temalara varana dek paralellikler üzerine kurduğu sinemasıyla kendine özgü bir tarz oluşturan İspanyol yönetmen Pedro Almadovar. Yönetmen yaptığı birçok röportajında filmlerinin girişine başlarken filmle ilgili bir bilgi veriyim diye bir derdim yok demektedir ilk görüntünün benim için hoşuma giden bir görüntü olmasına dikkat ederim der ve ondan sonra film devam eder. Hemen her filmde şuan film izliyorsunuz gerçeğini vurgulamaktan hoşlanmaktadır yönetmenimiz. Filmlerinde daha önceki filmlerinin karakterlerine ya da olay örgüsüne rastlamak mümkündür filmleri arasında bağlar kurar ve bu bağlarla derdini anlatmayı seçen bir yönetmendir. Almadovar’ın paralellikleri kimi zaman karakterlerin benzer baskın özelliklerinde, kimi zaman filmlerinin en çarpıcı görsel unsurlarından birisi olan renklere yüklediği anlamlarda ya da Hollywood’ a yapılan göndermelerle kendini gösterirken kimi zamansa yönetmenin bir filminde yer alan herhangi bir hikâyeyi bir başka film içinde yepyeni bir öyküye dönüştürebilme özelliğinde göze çarpıyor. Örneğin birçok filminde karşımıza tema olarak çıkan boğa güreşi önemli bir yer tutar. Matador, Yüksek Topuklar, Kötü Alışkanlıklar, Konuş Onunla da boğa güreşine yaptığı atıflarla karakterler arasında var olan iktidar dengelerinin yönüne dair çok şey söyler. Boğa imgesi ve iktidarın sahibi olan karakter çoğu zaman birlikte gösterilir.

5


“Konuş Onunla” ve “Yüksek Topuklar”; iki filmden örnek sahneler.

Diğer bir konu ise fetiş nesnesi olarak kullanılan ayakkabılardır. Yüksek Topuklar hem isminde hem de diğer filmlerde içeriği destekleyici öğe olarak kullanılmaktadır.

Film de Rebeka’nın çocukluğundan yetişkin dönemi de dâhil annesine hayranlığı ve ara ara görüntülerde annesinin topuklarını izlemesi. Sırrımın Çiçeği filminde de Leon ayağındaki ayakkabıları bir türlü atağından çıkartamamaktadır. Matodor filminde de ayakkabı önemlidir. Yönetmen karakterlere yüklediği bazı anlamları açığa çıkarmak adına önemli oluyor. Çünkü ayakkabılar yönetmenin birçok filminde bağımlılıklarımızı sembolize eder. Yönetmenin anlam ve sitil yaratmakta kullanmaktan hoşlandığı diğer bir metot ise renklerin kullanımında ortaya çıkıyor. Filmlerinde kırmızının kullanımı ciddi dikkat çekerken mavi de b rengi tamamlayıcı olarak kullanılmaktadır. Renk kullanımın da Hitchcock’un tercihine benzediğini söylemiştir. Özellikle filmlerindeki kilit noktalarda kullandığı aksesuarların kımızı renkli olması dikkatimizi onun üzerine yoğunlaştırır. Ayrıca karakterlerine de bu renklerle anlamlar yükler. Renkler onun için canlılığı var olmayı simgelemektedir. Çünkü rengin olmadığı beyaz renkle karakterinin yaşamına son verir. Bensiz Hayatım ve Yüksek topuklarda annenin ölüm anında i renklerin değişimi. Bensiz hayatım diğer filmlere oranla daha sade geçmektedir. Kadının hayatı karavanda geçiyor, ama karavan çok yoğun renklerle ve eşyalarla doludur, diğer yandan sevgilisinin evi bomboş. Kadının ölümünden sonra adamın evini boyadığını görüyoruz. Bunlar üzerinden Almodavar’ın filmlerindeki renk yoğunluğunun yaşamı anımsattığı ancak bu filmde karakterin ölümü yaşadığı için sadeliğin hâkim olduğu söylenebilir. Filmde kırmızıdan çok mavi rengin kullanımı kırmızının az önce sözü edildiği gibi ki hayatı ayırmada yine yaşamla ilgili görüntülerde kullanılması bu nedenledir. Bensiz Hayatım da karakterimiz ölürken her yer bembeyaz olur ve kendi ailesi ve onun yerine geçmesini istediği kadın karakter kırmızıyla ondan ayrılır. 6


Konuş Onunla

Bensiz Hayatım

Defteri andıran bir fon üzerine bu yazı ile film (Bensiz Hayatım) biter. Hayatı bir deftere benzetmek mümkündür bu görüntü üzerinden. Ancak karakter ölmüş olmasına rağmen bu defterin sanki giriş başlığıdır. Bundan sonra olacaklara odaklanmalıdır. Almodovar filmlerinde ölümle yaşamı iç içe işlemiş her ölümden bir yaşam doğurmuştur. Tıpkı Annem Hakkındaki Her Şey’de çocuğunu kaybeden kadının bir bebek sahibi olması gibi ölümü başlangıç olarak ele almış. Bu sahnede kırmızı ile ayrı iki bölüm oluşmuştur. Karakter kırmızının ardından “bensiz hayatını” izlemektedir. Orada yeni kadın ile kendi ailesi bir aile oluşturmuş o ise kırmızı gibi iddialı olamayan bir renkte beyaz da yalnız kalmıştır. Bu sahnenin sonunda karakter ölür.

Bu film diğer filmlere oranla daha sade geçmektedir. Kadının hayatı karavanda geçiyor, sevgilisinin evi bomboş ve renklerde kırmızı ve mavi değildir. Kadının ölümünden sonra adamın evini boyadığını görüyoruz. Bunlar üzerinden Almodavar’ın filmlerindeki renk yoğunluğunun yaşamı anımsattığı ancak bu filmde karakterin ölümü yaşadığı için sadeliğin hâkim olduğu söylenebilir. Filmde kırmızıdan çok mavi rengin kullanımı kırmızının az önce sözü edildiği 7


gibi ki hayatı ayırmada yine yaşamla ilgili görüntülerde kullanılması bu nedenledir.

Yönetmenin diğer önemli özelliği sahne oyunlarına yapıtlarında yer vermesidir.

Burada sahne örneklerini görmekteyiz. Farklı filmlerden.

8


Seçilen filmlerde hep bir sahne tiyatro oyunu sergilenmektedir. Bu ailesini anlatırken ailesindeki kadınları tarifiyle bağlantılı olarak değerlendirile bilinecek bir durum. Oyunun sonundaki tiyatroda ana kahramanın yaşadığı hikâyenin paralelinde bir oyun sergilenmektedir. Sahnedeki kadın çocuğunu kaybetmiş bir kadını canlandırır. Bu hem kendini sorumlu tuttuğundan suçluluk duygusunu dindiren bir durum olarak algılanabilir. Öte yandan bu hayatla sanatın iç içeliğini birbirlerinden beslendiklerini, sanatın hayattan konu aldığını sanatçının üretim anında “günah çıkardığını” söylenebilir. Almodovar ailesindeki kadınların sürekli olarak yaşadıkları hüznü maskelediklerini hep duygularını başka biçimlerle dışa vurduğunu söylemiştir. Bunun bir başka göstergesi olarak renklerde düşünülebilir. Renkler en hüzünlü anlarda bile belirgin bir rol almış umut hissini barındırmıştır. Yönetmenin görüntü düzeninde, çerçevesinde renk önemlidir. Hemen her rengi kullanmasının yanında kırmızıyı diğer renklerden daha fazla kullanır.(Adeta, yer gök kırmızıdır Pedro Almadovar’ın filmlerinde.)Renk kullanım biçimine gelince, çerçevede kırmızı ve kırmızı kadar yoğun olmasa da diğer renkler çok abartılı yani keskin tonlarıyla kullanılır. Böylece renk çerçevede kendini çok çarpıcı bir biçimde hissettirir. Kırmızının bu biçimde kullanımına her film hatta bütün filmlerin bütün sahneleri örnek gösterilebilir. Peki, neden böylesi bir renk kullanımını tercih eder yönetmen? Her şeyden önce Almadovar’da karakterler alışılagelmişin dışında çok uç noktadadırlar. Yine bu karakterler için tutku her şeyden önce gelir. En içinden 9


çıkılmaz durumların, hezeyanların, akıl almaz sapkınlık, delilik derecesindeki aşkların, öldürmelere varan kıskançlıkların, alışagelmedik cinsel ilişkilerin, bu ilişkilerin çarpıcılığının, dişiliğin, erkekliğin ele alındığı film sahnelerinde Almadovar rengi özellikle de kırmızıyı tüm bu süreçleri çerçevede daha anlaşılır kılmak, bu durumların çarpıcılığını yansıtan görsel atmosferler yaratabilmek için kullanır.

Sahnenin yanı sıra mutlaka fillerinde televizyona yer vermektedir.

Ardından bazı nesneler mutlaka yer almaktadır. Telefon, saat,kapı,foğraf ve aynalı sahnelere yer verir.

10


Yönetmenin karakterleri genelde iç çatışmalar yaşayan bireylerdir ve ayna onların ruh hallerini ve karakterlerindeki ayrımları bize yansıtmaktadır. Ayrıca yönetmen görüntüde hangi oyuncular varsa onları birbirinden ayırmaz mutlaka odaklanılan oyuncular olsa da diğer oyuncuların o an ne yaptıklarını görürüz ve cam mekanlar ve ayna buna yardımcı olur. Din Almadovor filmlerinde önemli bir faktördür ve hemen hemen hepsinde mutlaka yer verir. Sahne düzenlemesinde de dini öğeler nesneler yer alır.

11


Persepolis’ten Dersler Onur Keşaplı

Azizm olarak, Mart ayı çalışmalarımızı kadınlara armağan ederken, politik sinemayla ilgili bu köşemizde Marjane Satrapi’nin ödüllü çizgi roman ve filmi, Persepolis’i incelemenin uygun olacağını düşündük. İran’da şeriat devrimiyle gelen değişimi yaşayan, en başta kadınlara uygulanan baskıları gören ve sonraki yıllarda ülkeyi terk eden Marjane Satrapi çocukluk yıllarından itibaren yaşadıklarını kaleme almıştır Persepolis’te. Çizgi roman ödüllerini toplayan ve çeşitli ülkelerde çok satanlar listelerine giren bu yapıt geçtiğimiz yıl Vincent Parannaud ve elbette Satrapi tarafından beyazperdeye aktarıldı. Cannes Film Festivalinde özel jüri ödülü başta olmak üzere sayısız başarı kazanan bu yapıt tekniği anlamında çizgi roman hissini tıpkı Frank Miller’ın Sin City’si gibi birebir yansıtmıştır izleyiciye. O yüzden belki de Persepolis için sinemaya uyarlanmış çizgi roman yerine çizgi romana uyarlanmış film 12


demeliyiz. Persepolis derslerine girmeden önce dilerseniz İran’ın yakın tarihine bir göz atalım.

1900’lü yılların başında İran, Kaçar Hanedanı yönetiminde ekonomik ve siyasal anlamda çöküşün ve bölünmenin eşiğine gelmiştir. Böyle bir ortamda orduda önemli bir mevkide bulunan Rıza Han, ordu içindeki ulusalcıları ve özellikle Kazakları örgütleyerek 1921’de darbe yapar. İki yıl sonra siyasi manevralarla başbakanlığa yükselen Rıza Han, Atatürk’ten ciddi anlamda etkilenen bir liderdir. Bu sebeple İran’da çağdaş bir cumhuriyet kurmak ister ancak başta İngilizler olmak üzere emperyalist güçlerin oyunları ve ülke içinde nüfuz sahibi din adamlarının baskılarıyla monarşiyi değiştiremez. Sonrasında ise kurucu meclis 1926 yılında O’nu “şah” ilan eder. Cumhuriyeti kuramamasına rağmen çağdaş bir ülke olma yolunda İran’da büyük reformlara imza atan Şahın en önemli reformları arasında sanayileşmeyi, demiryollarını ve kadınlara tanınan hakları sayabiliriz. Emperyalist İngiltere’nin ve kuzey komşusu Sovyetler Birliğinin baskılarından çekinen Rıza Şah Pehlevi, denge politikası gütmek isteyerek Avrupa’nın yükselen günü Almanya’yla yakınlaşır. Ancak 2. Dünya Savaşı sonunda Almanların yenilmesiyle bu tercihinin sonuçlarına katlanır. İngiliz birliklerinin İran’ı işgalinden sonra tahtı bırakmak zorunda kalır ve ülkeden sürülür. Yerine geçen oğlu Muhammed Rıza Şah emperyalistlerin tüm isteklerine olumlu yanıt verir ve tahtını sağlama alır. 1951 ise İran tahininde bir başka kırılma noktası olup efsanevi lider Musaddık’ın başbakan olduğu yıldır. Önceki yıllardan başlayan ulusalcı ve halkçı politikalarıyla yükselen Musaddık, başta petrol olmak üzere İran’ın doğal kaynaklarının İran halkına ait olduğunu söyler. Önderlik ettiği Ulusal Cephe partisiyle birlikte millileştirme 13


çalışmalarına hız verir. Bu, elbette İran petrollerini elinde tutan ünlü İngiliz şirketi BP ve diğer batılıları kaygılandırır. İngilizler başta olmak üzere emperyalist güçler İran’a ambargolar uygulayarak Musaddık’ın arkasındaki halk desteğini kırmak istedilerse de başarılı olamazlar. Bu gelişmeler üzerine iktidarını tehlikede gören Şah, Musaddık’ı görevden almaya kalkar ancak halkın yoğun tepkileri üzerine kendisi ülkeyi terk etmek zorunda kalır. Bu olaydan kısa bir süre sonra Amerikan gizli servislerinin planladığı ve yürüttüğü bir darbeyle Musaddık yönetimden uzaklaştırılır ve Şah ülkeye geri döner. Vatana ihanet suçundan bir süre hapis yatan Musaddık ölümüne kadar göz hapsinde kalır. Bir daha politikalarını ve imtiyazlarını bozacak liderler görmek istemeyen Emperyalistler ve Şah ülkede baskıcı bir rejim oluştururlar. Şahı her anlamda destekleyen Amerika, CIA desteğiyle İran’da gizli bir teşkilat oluşturur. SAVAK adıyla kurulan bu gizli teşkilat ülkede muhalefeti yok etmekle görevlidir. Sayısız tutuklamalarda, infazlarda ve işkencelerde bu örgütün imzası vardır. Şiddeti git gide artan baskılar, tüm grupları etkisi altına almaya başlar. Ülkedeki solcular başta olmak üzere liberaller ve diğer kesimler zaten Şah yönetime hep muhaliftirler ancak artan baskılar sonucunda imtiyazlarını kaybetmeye başlayan dinciler de artık muhalefette yerlerini almaya başlamışlardır. 1979 yılındaki şeriat devrimine giden süreçte böyle bir atmosfere sahip İran’da Şah’ın kaçmasıyla beraber sokaklara dökülen solcular ve liberaller ertesi yıl bu sefer Molla Hümeyni tarafından baskı altına alınmış ya da öldürülmüştür. İslam Cumhuriyetini kuran Hümeyni ülkeye şeriat yönetimini getirir. Şahla birlikte imtiyazlarını da kaybeden emperyalistler ise yıllar sonra kitle imha silahı kullandı diye idam edecekleri Irak lideri Saddam’ı, tamda o kitle imha silahlarını vererek İran’ın üzerine gönderirler. Sekiz yıl süren ve milyonlarca insanın öldüğü bu savaş İran’ı yıpratsa da şehitlik propagandasını yaparak Humeyni’nin rejimini sağlama almasına yol açmıştır. Ve İran halen şeriatla yönetilmektedir.

14


Marjane Satrapi, filminde İslam devriminin hemen öncesini ve beraberinde gelişen olayları anlatmaktadır. Sonrasında ise vatanından ayrılmasına sebebiyet veren olayları aktarır izleyiciye. Eserine isim olarak “Persepolis”i seçmesinin sebebi belki o toprakların bir zamanlar dünyanın en ileri medeniyetlerinden birine ev sahibi yapmış olduğunu hatırlatmaktır. Persepolis, milattan önce kurulan ve dönemin gelişmiş imparatorluğu Perslerin başkentidir. Bu yorumumuzla birlikte filmin politik mesajlarına geçebiliriz. Persepolis 90 dakika gibi kısa bir sürede antiemperyalist duruş başta olmak üzere güçlü laik mesajlar da vermektedir. Daha filmin başlarında kızına, yukarıda değindiğimiz İran tarihini kısaca anlatmaya çalışan Marjane’nin babası, Rıza Han’ın ülkenin başına geldiği dönemden bahsetmektedir. Hacivat Karagöz gölge oyunlarını anımsatan bir teknikle aktarılan bölümde Rıza Han’ın Atatürk gibi modern bir cumhuriyet kurmak istemesi üzerine İngilizlerin “neden tüm güçleri Şah olarak kendinde toplayabilecekken başkan olasın, petrolü bize ver gerisini hallederiz” cevabını görürüz. Antiemperyalist duruş, Marjane’nin Viyana dönüşünde yine babasıyla bir diyalogunda izleriz. Sekiz yıl süren İran-Irak savaşının hiçbir sebep olmadan yapıldığını ve batılı emperyalistlerin her iki tarafa da silah yardımında bulunmasıyla bir milyondan fazla kişinin öldüğünü aktaran baba, izleyiciye batılıların Ortadoğu politikasını bir kez daha göstermektedir. 15


Yukarıda değindiğimiz şehitlik propagandası filmin bir diğer siyasi görüşünü ortaya koyar. Fazla yoruma yer bırakmayacak kadar açık olan bu sahneler filmde tekrarlanmaktadır. “Şehitlerimiz namusumuz için öldü” ya da “ahlaksız davranışlar şehitlerin canını acıtır” gibi söylemlerle ülkenin içinde bulunduğu savaş dehşetini iç politikada yerlerini sağlamlaştırmak için kullanmıştır mollalar. Filmin ideolojik temelinde ise Marjane’nin amcası Anuş’u görürüz. Gençliğinde şahın adamlarından kaçarak Sovyetler Birliğine gittiğini gördüğümüz Anuş, orada Marksist-Leninist teoriyi benimseyerek ülkesine döner ve düşüncelerinden dolayı hapse atılır. Ancak filmde yönetmen, bu karakteri, komünist bir anlatım aracından öte Şahı devirmek için mollalarla beraber hareket eden ve sonrasında %99.99 oyla İslam Devrimine dönüşen olaylardaki yanılgıları temsil eden aydın kesimi yansıtması açısından sunar. Emekçi sınıfın iktidarıyla gelecek özgürlükten bahseden Anuş, şeriatçıların yükselişini geçiş süreci olarak görür. Halkın cahil olduğunu ve özgürlüğünü asla bırakmayacağını düşünen Anuş halkın O’nu asacak yönetime karşı çıkma şansının olmadığını göremez. Çünkü o halk, filmde de Marjane’nin annesinin ağzından duyduğumuz şekilde “Şahtan beter bir yönetim olamayacağına” inanarak gafil avlanmıştır.

16


Filmin laik duruşuna gelecek öncelikle şimdiki İran yönetiminin filmi yasaklarken devlet ve İslam düşmanı olarak göstermesini anımsamalıyız. Film, herhangi bir dinin düşmanlığını yapmadığı gibi sadece İslam’ın bağnazlığını aktarmayı seçebilecekken Hıristiyan bağnazlığa da eleştiri göndermeyi esirgememiştir. Marjane’i kaset alırken yakalayan ve yılanı çağrıştırarak şekilde hareket eden iki kara çarşaflı kadının çizimiyle, Viyana’da Hıristiyan okulunda baskıcı davranan rahibelerin çizimi aynıdır. Persepolis’te elbette İran sokaklarında ki bağnaz uygulamalar sıklıkla resmedilmiştir. Artık duymaya alıştığımız İran ahlak polisinin filmde Satrapi tarafından tek tip çizilmesi belki de yönetimin hedef olarak herkesi tek bir tipe yerleştirme politikasına göndermedir. Ayrıca ülkedeki şeriat uygulamaları filmde net bir şekilde izleyiciye sunulmuştur. Sürekli “başörtünü düzelt” şeklinde uyarılarda bulunan ahlak polisleri, yasaklar sonucunda gizli partiler veren insanların yaşadıkları korkular ve elbette hayatlarını kaybetmeleri, acil hastaların bile ülke dışına çıkmalarına izin verilmemesi ve “Allah isterse düzelir” denmesi, yine yurt dışından İran’a giriş yapanların bavullarında tehlikeli moda dergileri, oyun kartlarının aranması… Persepolis, tüm bu zor koşulları izleyiciyi bir saniye olsun sıkmadan izlettirmeyi başarmaktadır. Bu baskılara dayanamayanların İran’ı terk ettiğini gördüğümüz filmde, hasta Tahir amcaya sahte pasaport düzenlemesi için anlaşılan Koşrov’un yaşamı tehlikeye girdiğinde Türkiye’ye kaçtığını oradan İsveç’e geçtiğini duyarız. Belki çok küçük bir detay ama İran’dan ülkemize kaçan solcuların sığınmalarını imkânsız kılan faşist 12 Eylül yönetimini de anmadan geçemedim doğrusu. Ülkemizden İsveç’e kaçan Koşrov gibi bizim aydınlarımızda çeşitli ülkelere kaçmak zorunda kalmışlardır.

17


Filmin işlediği bu ağır konulara rağmen dinmeyen bir temposu ve oldukça keyifli bir mizah yönü de vardır. Marjane’nle beraber sanki filmin kendisi de büyümektedir. Bir çocuğun hayal gücüyle başlayan film gitgide ergenliğe ve yetişkinliğe doğru yol alır ancak mizah yönünü asla bırakmaz. Örnek olarak ergenlikteki fiziksel değişimin gösterildiği yeri ve aşk acısıyla beraber bulutlar üstündeki mutluluğun nasıl iğrençleşebildiğini gösterebiliriz. Elbette “eye of the tiger” sekansını, televizyondaki “Terminator” karesini ve kaçak kaset satanların “İstevie Vonder-Jichael Mackson-Iron Maiden” seslenişlerini anımsamadan geçemeyiz. Konularımızdan bir diğeri olan kadın teması olarak baktığımızda ise Persepolis’te, baskıyı daha korkunç boyutlarda görmekteyiz. Devrim sonrası bir anda zorla türbana sokulan saçlar için Marjane’nin öğretmenin söyledikleri herhalde dünyada en çok Türk izleyiciye tanıdık gelmiştir: “Türban özgürlüğü getirir. İffetli bir kadın kendini erkeklerin bakışlarından korur. Kendini teşhir eden cehennemde yanar.” Bu söze verilen en iyi cevaplar Satrapi’nin Persepolis’inde saklıdır. Marjane’nin annesi, saçlarını daha iyi kapatması konusunda kendisini kaba bir dille uyaran polise daha saygılı olması gerektiğini söylediğinde cevap olarak “ne saygısı, ben senin gibileri düzüp atıyorum”u alır. Kapanmasına rağmen sözlü tacizlere maruz kalan kadınlar ayrıca rahatsız edici bakışlara da katlanmaktadırlar. Sevgilisiyle buluşmayı bekleyen Marjane’nin kalçalarına bakan adam gibi benzer bir şekilde okula geç kaldığı için koşan kızı azarlayan ahlak polisleri de vardır. Gerekçeleri ise ilginçtir “koşmamalısın çünkü arka tarafın müstehcen bir şekilde sallanıyor”. Görüldüğü gibi kapanmak sapkınlıklardan korunmak için asla çözüm değildir. Zaten baskılara rağmen “insan” olmanın getirdiklerini engelleyememiştir yobazlar. Kızlar erkekler 18


birbirleriyle hala ilgilenmektedirler. Verilen partilerin hepsi alkollüdür. Hatta cinsel çağrışımların engellenmesi amacıyla derste Boticelli’nin ünlü Venüs’ün Doğuşu adlı eserini sansürlü veren yönetime rağmen Marjane ve kız arkadaşları öğretmenlerinin burnundan cinsel organ çizimi yaparak gülmektedirler. Yönetimin kadınlara bakışı konusunda bir diğer örnek yukarıda da değindiğimiz İran-Irak savaşı sırasında asker toplama yöntemleridir. Genç erkeklere verilen plastik anahtarla şehit olduktan sonra kadınlarla dolu cennete girişin güvencesini veren yönetim aslında dünyada tüm bağnaz ve insanlaşamamış erkek egemenliğin cennet hayalini hatırlatmaktadır. Persepolis’te kadın ve özgürlük kavramlarını temsil eden karakterlerin başında Marjane’nin büyükannesi gelmektedir. Torununa verdiği öğütlerle ve ekrana yansıtıldığı şekliyle baskılara boyun eğmemenin sembolü şeklindedir. Örneğin sırf ilişkilerini rahat yaşamak için evlenen Marjane ve sevgilisinin bir yıl sonra anlaşmazlığa düşmesi sonucunda boşanabilmesi için gücü veren büyükannedir. Arkadaşlarının anlattıkları üzerine dul kadınlara yaklaşımın nasıl olduğunu öğrenen Marjane’nin korkusunu, kendisinin boşanmanın daha da kötü karşılandığı zamanlarda boşandığını anımsatarak yıkan büyükannedir. Ayrıca kadın bedeninin resmen ayıplandığı kadın olmanın ise ikinci sınıf insan yaklaşımı gördüğü bu rejimde büyükanne küçük Marjane’i bile hayrete düşürecek şekilde diri göğüslere sahiptir çünkü her gün soğuk suya tutmaktadır onları. Kadınlığın direnişi ise filmde bir sembolle daha da güçlendirilmiştir. Bu sembol filmde yer yer görüntü olarak bazense diyaloglarda karşımıza çıkan yasemin çiçeğidir. İlk olarak bu çiçeği komünist olduğu için idama mahkûm edilen ancak bakire birini öldürmek yasak olduğundan önce tecavüze uğrayan Nilüfer’in elbisesinde görürüz. Daha sonra Marjane’nin anlatımıyla büyükannenin sutyenini her çıkarışında göğüslerinden etrafa büyülü bir şekilde dökülen ve güzel kokular salan yaseminleri izleriz. Büyükanne her sabah topladığı yaseminleri güzel kokmak için sutyenine koyduğunu söyler ve aynı diyaloğu filmin sonunda tekrar izleyiciye aktarır yönetmen. Burada yasemin, her türlü baskıya rağmen kadınların kadın olmaya devam ettiğini, kendini güzel hissetme ve bedenini sevme duygusunun direncini temsil etmektedir. Film, sembolik yaklaşımını, ölüm temasının korkunçluğunu anlatırken de sanatın güzelliklerine ve gücüne başvurarak yapmıştır. Marjane’nin evlerinin yakınında bir bombalama sonrasında ilk defa ölü biri gördüğünde suratının aldığı ifade, ünlü ressam Münch’ün kendinden de ünlü tablosu Çığlık’ı anımsatmaktadır bizlere.

19


Sonuç olarak gündemden düşmeyen “İran olur muyuz?” sorusuna benim vereceğim yanıt, bizim Türkiye olarak kalacağımızdır. Ancak o Türkiye İran’dan bile beter olabilir. Çünkü İran’da şeriat bir günde tepeden geldiği için halk tarafından benimsenmemiştir ve insanlar en ufak fırsatta yönetimin istemediği şekilde yaşamaktadırlar. Ancak biz de İslamcı anlayış alttan alta yayıldığı için gelecekte bir gün insanlar tek doğrunun şeriat olduğunu düşünebilirler. Filmde Marjane’nin babasının, kızıyla sevgilisi el ele tutuştu diye verilen kırbaç cezasından kurtardıktan sonra söylediklerini, umarım bizler çocuklarımıza söylemek zorunda kalmayız “15 yaşındayken annenle burada ele ele dolaşırdır. Ülke aynı ülke ama şartlar artık farklı”. Marjane Satrapi’nin cesur sanatçı duruşundan çıkaracağımız daha çok ders olduğunu hatırlatarak kitap önerisiyle yazıyı noktalamak istiyorum. Bu konularda filmin aktardıklarının ötesine geçip derse devam etmek isteyenlere Stephen Kinzer’in ünlü kitabı Şahın Bütün Adamları’nı, daha çok yasemin kokusu isteyenlere ise Satrapi’nin ülkemizde ikinci baskısına geçen çizgi roman kitabı Persepolis’i şiddetle tavsiye ediyorum.

20


21


Nuri Bilge Ceylan’ın İklimler’i Caner Uğur Lermi

1. ANLATI YAPISI Nuri Bilge Ceylan, İklimler filminin hem yönetmenliğini hem de senaryo yazarlığını yapmıştır. Aynı zamanda iklimler filmindeki ana karakterlerden biri olan “İsa”yı canlandırmaktadır. Nuri Bilge Ceylan bu filminde de senaryosunu yazarken kendi yaşam algısını kullanır ve kendi yaşamında oluşan olaylardan yola çıkar. Tabi bunu yaparken de özellikle sinema anlayışı açısından Tarkovsky’den de etkilendiği söylenebilir. Aynı zamanda Antonioni, Yasujiro Ozu gibi yönetmenlerinin de film tarzına yakındır. İklimler filmini özellikle isim açısından incelediğimizde; bu hem filmde dört mevsimin gösterilmesi açısından bir anlam kazandırırken hem de içerik açısından baktığımızda da insanın kendi içerisinde bile değişkenlik gösterdiği, aynı iklimlerdeki zıt değişikliklerin insanın, içerisinde de olduğunu dile getirmektedir. O sebeple 22


özellikle isim bu filmin özüdür. Bu yüzden film İsa ve Baharın umutsuz aşkını ve insanın değişken yapısını anlatmaktadır. 1.1. Sergileme: Filmin açılış sahnesi Bahar karakterinin bir yere yaslanmış şekilde omuz çekimde görmekteyiz. Ortamın doğal sesinden başka(kuş sesleri, sinek vızıldamaları) herhangi bir şey duymamaktayız. Sonra genel açıdan İsa karakteri belirmektedir. Aynı zamanda mekân açısından da ortanım bir antik kent olduğu belli edilir. İklimin yaz olmasına rağmen yani güzel bir hava, kuş sesleri kısacası insanın ruh halinin iyi olması gerektiği bir dönemde, iki karakter olan Bahar ve İsa’nın pek iyi bir durumda olduğu söylenememektedir. Bahar da bir umutsuzluk hâkimken, İsa karakterinde bahara karşı bir hissizlik hâkimdir sadece İsa fotoğraf makinesiyle fotoğraf çekmektedir. Bu sebeple de aralarında pek bir diyalog geçmemektedir. Bahar yukarı doğru yürür bir tepeye çıkar ardından onun ağlaması ile filmin jeneriği girmektedir. 1.2. Çatışma: Filmin yan karakterlerinden ve İsa’nın da yakın arkadaşlarından biri olan Serap bu filmin çatışmasına yardımcı olan karakterlerden biridir. Aslında filmde birden fazla çatışma bulunmaktadır. Bunların bir tanesi; İsa’nın deniz kenarında Bahara artık ayrılalım bu senin içinde iyi olur demesi ve bunun serapla ilişkilendirilmesi bu çatışmanın başlamasıdır. Bir diğer çatışmada İsa’nın bahara tekrar dönme çabası içerisinde yaşanan olaylardır. İsa sonuçta değişken bir karakterdir. Bir avcı gibi dile getirilebilir. Bahara karşı duyduğu sevginin bittiğini zanneden ve ondan ayrıldığını söyler. Sonra serapla ilişki yaşar. Sonuçta serap’ı da elinde tutmuştur ama baharı kaybetmiştir. O sebeple tekrar Bahara kavuşmak ister ve onun peşinden gider. 1.3. Gelişme: İsa bahardan ayrıldıktan sonra serap ve sevgilisi ile karşılaşır. Aynı zamanda serap’ın sevgilisi İsa’nın da arkadaşıdır. İsa bunu bile 23


bile tekrar serapla ilişkiye girer. Bir gün Serap’ın İsa’ya, Baharın ağrıda bir dizi çekiminde olduğunu söylemesinden sonra İsa onu kaybettiğini ve tekrar kazanması gerektiğini düşünür ve serap’ı bırakarak tekrar Baharın peşine düşer. Ağrı ya geldiğinde kendisine bir otel tutar ve Bahar için küçük bir hediye alır aynı zamanda yazın çekilmiş oldukları fotoğrafları da yanında getirmiştir. Otelde bir gün kaldıktan sonra Bahar’ı aramaya başlar ve hangi otelde kaldığını öğrenir. Sabah kalkıp onu takip eder bir çay kahvesinde onunla buluşur. Ona aldığı hediyeyi ve çekildikleri fotoğrafları verir. Bu sahne aynı zamanda plot – point işlevi görmektedir. Çünkü İsa bu sahneden sonra doruk noktaya taşınır. 1.4. Doruk Nokta: İsa hediyeleri verirken baharı kazanabileceği umudu içerisindedir. Fakat bu böyle olmaz serap işe gitmesi gerektiğini söyler ve masadan hediyeleri almadan kalkar. İsa onun işe giderken kullandıkları minibüsü bulur ve onunla tekrar konuşmaya çalışır. Artık değiştiğini onunla bir hayat kurması istediğini, işini bırakıp kendisi ile İstanbul’a gelmesini söyler. Fakat bahar ona inanmamaktadır ve artık çok geç der ve İsa arabadan iner. İsa İstanbul’a geri dönüş için bilet alır. Otelde son gecesinde Bahar İsa’nın kaldığı otele gelir. Sabah bahar uyanır ve mutlu bir biçimdedir. İsa ise erkenden kalkmıştır. Bahar rüyasından bahseder. Sonuçta mutlu olduğunu dile getirir fakat İsa Bahara ne zaman işe gideceksin dediğinde, Bahar hala İsa’nın değişmediğinin farkındadır. 1.5. Sonuç: İsa olaydan sonra Ağrı’dan İstanbul’a geri döner. Bahar ise dizi çekiminde bulunmakta ve hala mutsuzdur. Bahar yakın çekimde görünür. Ve yavaştan kaybolur ve film biter. Aslında filmde tamamen bir bitiş söz konusu değildir. Sonuçta klasik anlatı yapısından biraz farklıdır bu film. Tamamen ne olacağı kestirilemez çünkü aynı iklimler gibi insan yapısı da değişkendir. 1.6. Ana Karakterler: Filmin ana karakterleri Bahar ve İsa’dır. İsa, bir üniversitede sanat tarihi hocasıdır. Orta yaşlarda, fazla yapılı olmayan uzun 24


boylu bir karakterdir. Aynı zamanda Bahara karşı yalan söyleyen, çevresindeki insanları pek ciddiye almayan, aşk hayatı açısından da değişken bir kişiliğe sahiptir. İsa’nın asıl üzerinde durulduğu nokta; kendisini boşlukta hissetmesi ne yapmak istediğini kendisinin bile bilmemesidir. Özellikle aşk konusunda ne yana gitmesi gerektiğini kimi sevmesi gerektiğini bilmemekte bu sebeple de hayatında bocalamaktadır. Bu da İsa karakterinin değişken yapısından kaynaklanmaktadır. Bahar ise; bir dizi şirketinde çalışan, orta boylu, mutluluğu arayan bir karakterdir. Mutluluğu İsa da bulduğunu sanır fakat İsa’nın sorumsuzca

ve

yapmacık

tavırları

Baharın

mutsuzluğunu

daha

da

körüklemektedir. Bu sebeple oda bir bocalama evresi içerisindedir. İsa’nın bu değişken tavrı onunda aldığı kararları etkilemektedir. İsa’ya defalarca şans vermiştir ama İsa her defasında yalan söylemekte ve Baharı umursamamaktadır. Bu da filmin kaderini ve konusunu oluşturmaktadır. 1.7. Yan Karakterler: Filmdeki başlıca yan karakter Seraptır. Serap İsa ile Baharın arasında olan bir kadındır. Aynı zamanda İsa’nın kararsızlığının ortaya çıkma noktalarından bir tanesidir. Serap alımlı bir kadındır, orta boylu kısa saçlıdır. Sevgilisi olduğu halde İsa ile ilişki yaşayan kadındır. Bahar ve İsa’nın mutlu olamamalarının ana nedenlerinden bir tanesidir. Filmdeki bir diğer yan karakterde Mehmet karakteridir. Mehmet İsa’nın çalıştığı Üniversitede hocadır aynı zamanda da İsa’nın o da arkadaşıdır. Bu sebeple karakter yapısı da İsa’ya benzemektedir. Onunda bir sevgilisi vardır ama onunda bir iyi bir kötü dönemleri olmakta ve bunları İsa ile paylaşmaktadır. Bir geçiş açısından benzerlik yaratır. Filmdeki diğer yan karakterlerden bir tanesi de taksicidir. Bu taksici aynı zamanda İsa’nın karakterinin pekiştirilmesini ortaya çıkarır. Taksici masum, mütevazı, kısaca yurdum insanı diyebileceğimiz bir yapıya sahiptir. Normal olarak kendisinin de içerisinde olduğu fotoğrafı İsa’dan göndermesini ister fakat 25


İsa onun adresini yazmış olduğu kâğıdı daha sonradan atar. Kısaca yapmayacağını yalan söylediğini gösteren bir delildir bu. 1.8. Tema: Filmin ana teması, “ İnsanlarında aynı iklimler gibi değişik ve karmaşık bir yapıya sahip olmasıdır.” Yan teması ise “ bu karmaşıklık mutluluğun bulunmasına da engeldir.” 2. SİNEMATOGRAFİ

2.1. Kamera Hareketleri: Nuri Bilge Ceylan gerek sinemasal anlayışı açısından gerekse yapısı bakımından kamera hareketleri ekonomik kullanan yönetmenlerimizdendir. İklimler filminde de bunu görmekteyiz. Genellikle kullandığı kamera hareketi çevrinme hareketidir. Ve uzun çekimleri açısından da bir belsel anlayışına da sahiptir. Kamera hareketlerini pek kullanmamasının nedeni de filminin gerçekliği yakalama açısındandır. İklimler filminde kullandığı bir çevrinme hareketinde baharı takip ettiği göstermek amacıyla kullanmıştır. Diğer çevrinmeler genellikle daha genel açıdan yapılmaktadır. Bundaki amaçta mekânı tasvir etmektir. Ortamın durumunu iyiliğini ya da zorluğunu göstermede bunu kullanır. 26


Seyirciye gerçekliği gösterme çabası yüzünden ve insan gözünün genellikle kamera hareketini yabancılaşması yüzünden bu durumlardan kaçınan bir yönetmendir. Genlikle kamerayı sabitler ve oradaki görüntüne ya da olayda ne oluyorsa onu gerçekleştirir. 2.2. Çekim Ölçekleri: Nuri Bilge Ceylan kamera hareketlerinde nasıl ekonomik davranıyorsa çekim ölçekleri açısından da o kadar ekonomik davranmaktadır. Genellikle genel açıyı kullanır bu onun hem anlatı yapısına uygun düşmekte hem de mekân tasviri açısından ona kolaylık sağlamaktadır. Örneğin; yemek masası sahnesinde 4 kişini olduğu sahnede kamera hiçbir şekilde ölçek değiştirmeden genel açıdan onların tüm konuşmalarını göstermektedir. İklimler filminde ikinci en çok kullandığı çekim ölçeği ise yakın çekimlerdir. Çünkü iklimler filmi yapısı gereği karakterlerin değişkenliğini gösterdiğinden dolayı, yakın çekimleri de karakterlerin ruh halini göstermede kullanmaktır. İkili çekimlerde ise ya omuz üstü ya da amorslu çekimler kullanır. Orta çekim ölçeğini kullanır bunu da seyircinin normal gözünün algıladığı çekim ölçeği olmasından ve seyircinin de filme en azından çekim açısından yabancılaşmasını engeller. 3.MİZANSEN 3.1. Çerçeveleme: Nuri Bilge Ceylan’ın çerçeveleme taktiği onun belsel bir bakış açısına sahip olduğu göstermektedir. Özellikle mekân açısından baktığımızda mekânı tasvir ederken kullandığı genel çekimler onun o bölgeye kazandırdığı anlam farklılaşmaktadır. Örneğin İklimler filmi her ne kadar bir 27


umutsuzluğu dile getirse bile Nuri Bilge Ceylan genel acıda kullandığı mekânı öyle güzel resmeder ki o güzel yerin içinde insan nasıl bu kadar umutsuz bir konumda olur diye seyirciye söyletmeye çalışır. Çünkü yapmış olduğu çerçevelemede karakterin hem bir boşlukta olduğu bir umutsuz durumda olduğunu gösterirken hem de o güzel manzaranın konumu da seyirciye gösterir. Kısaca filmin ismindeki iklimler nasıl değişken bir yapıya sahipse Nuri Bilge Ceylan’ın yapmış olduğu çerçevelemedeki anlamda o kadar değişken bir konumdadır. Ayrıca Nuri Bilge Ceylan genellikle çoklu konuşmalarda kamera hareketi ya da kesmelerde kaçındığından kamera sabittir. O sebeple seyircide mekânın içerisinde bir yerlerde hissi verdirir. Sanki bizde o mekânda bulunan kişilerden biriyiz konumuna bizi sokar bu da onun yaptığı çerçeveleme anlayışlarından bir tanesidir. 3.2. Aydınlatma: Nuri Bilge Ceylan’ın İklimler filmi genellikle dış mekânlarda geçmektedir. Bundan dolayı doğal ışık kaynaklarını kullanmaktadır. Örneğin filmin başındaki yaz ayı döneminde güneşin o yoğun ışık konumundan çekinmeden çekimlerini sürdürmüştür. Hatta o kavurucu sıcaklığı göstermek için sadece güneşi aldığı bir bölüm bile vardır. Kış aylarında ki bölümde ise o ışık yapısından ya da yansımalardan kaçınmamıştır. İç mekânlardaki çekimlerde de özellikle gündüz çekimlerinde güneşten yansıyan ışığı kullanır. Fakat gece çekimlerinde yani iç mekânda gece olduğu

belli

eden

ışıklandırmayı

yapmıştır.

Ama

yinede

sade

ışık

kullanmaktadır. Sonuçta Nuri Bilge Ceylan İklimler filminde de doğal ışık kaynaklarını kullanmıştır.

28


3.3. Dekor ve Kostüm: film 3 ana mekândan oluşmaktadır. Birisi Antalya’nın kaş ilçesi, diğeri İstanbul son mekân ise Ağrı’dır. Gerçek mekânlar kullanılmıştır dekor için herhangi bir stüdyo ya da yapay bir ortam yaratılmamıştır. Otel odaları, kahvehane ya da diğer ara dekorlar da yine kendi ortamında gerçekleştirilmiştir. İklimler tarihi bir film değildir. Karakterler hangi konumda ise onun stiline uygun kostümler kullanılmıştır. Tabi sonuçta film iklimin her anını görüntülediğinden dolayı yani iklim değişikliğinden dolayı değişen kıyafetler vardır. Karakterlere indiğimizde İsa genlikle işinin vermiş olduğu rahtlıktan dolayı ya da devamlı seyahati olduğundan dolayı daha rahat kıyafetler giymektedir. Bahar da aynı konumdadır onunda kıyafetlerinde herhangi bir durum söz konusu değildir. Ama Serap biraz daha dekolte biraz daha normalin üstü bir yaşantıya sahipçesine daha iyi giyinme ve alımlı olmaya dikkat eden makyajlı bir yapıya sahiptir. Mehmet de aynı İsa gibidir sadece gerektiği yerde gerektiği şekilde giyinmektedir. Taksicide bulunduğu durum ve koşullara göre kıyafetine sahiptir. 4. KURGU Nuri Bilge Ceylan kurgu mantığı açısından da kendi yapısalcılığına başvurur. Aslında belli bir giriş gelişme ve sonuç bölümüne sahiptir. Ama olaylar günlük ve zamansal açıdan doğru sıralamada gitmektedir. Herhangi bir zaman sıçraması yoktur. Kesme yaparak olaydan olaya geçmektedir. Buda geçişi kolaylaştırmaktadır. Sadece film hemen başlar ve arada Baharın oturup tepebaşında ağlamasından sonra filmin ismi verilir. Bu olayda klasik anlatı yapısından faklı oluğunu gösteren bir kanıttır. Aslında Nuri Bilge Ceylan uzun çekimleri bol kullanır hemen kesmelere başvurmaz yani yapmış olduğu uzun çekimler sayesinde olay bütünlüğü kullanır sadece bazı sahnelerde özellikle

29


konuşma sahnelerinde bu kesmeleri kullanır ama klasik filmlerdeki kesme kadarda buna başvurmaz. Buda onun anlatı yapısından kaynaklanmaktadır. 5. SES Nuri Bilge Ceylan’ın yaratmış olduğu karakterler tamamen günlük konuşma dilindedir. Nuri Bilge Ceylan senaryosunu yazmıştır fakat replikler tamamen o oyun esnasında oluşturulmuştur sadece belli ana başlıklar oyunculara söylenmiştir gerisi oyun içerisinde doğal akışına bırakılmıştır. Hem oyuncuların amatör olması hem de repliklerin doğaçlama ortaya çıkması görüntüde günümüz koşullarını yaratmıştır. Yani kim o konumda olsa aynı konuşmalar dönerdi. O sebeple bu, filmin toplumsal yanını da göstermektedir. Genellikle konuşmaların dışında doğal ortamın sesi verilmektedir. Kuş cıvıltıları, sinek vızıldamaları, köpek sesleri ya da yürürken çıkan sesler gibi. Onun dışında Nuri Bilge Ceylan genellikle müzik kullanmayı sevmez sadece aralarda geçişi dile getirmek için klasik müzik kullanır ama hiçbir müziğinde söz yoktur. Örneğin filmin jeneriğinden sonra müzik devam eder film başladığında müzik hala devam etmektedir fakat Bahar radyoyu kapatarak müzik de dona erer.

30


13: Kedikadın Cemil Can Söylemez

- "Ökseotu. Eğer yersen ökseotu ölümcül olabilir." "Ama eğer hakkını verirsen bir öpücük daha ölümcül olabilir." - Hangi film bu? - İki ay önce sen yokken ben hakkında birkaç kelime etmiştim, "Batman Returns"den bu sahne. - Ah, tamam hatırladım. Maskeli balo sahnesi, Siouxie and the Banshees'in Face to Face parçası, Bruce Wayne'in ve Selina Kyle'ın maskelerinin düştüğü sahne.

31


- Ta kendisi. - Tahminimce Batman diye değil, kadınlar günü münasebetiyle Kedikadın'a bağlamaya çalıştın mevzuyu. - Ta kendisi. - Selina Kyle ne yapmış kadınlar için? - Valla baya çalışmış. Genelde hırsız olarak görünen bir karakter ama çalıştığı bütün alanlarda erkek hegemonyasını yerle bir etmeği vazife edinmiş kendine. - Ama bir erkeğe pençesini takmış o da... - Batman!

32


- Bravo! Peki bu Kedikadının kimliği hakkında muammalar var neden acaba? - Şimdi şöyle, ilk Batman'in 62. sayısında gözüken Kedikadın maske bile takmaya gerek duymaz. Amnezi geçiren bir uçuş görevlisidr. Hafıza kaybını, korkunç geçmişinden saklanmak için uydurur gerçi. Frank Miller'ın Batman: Year One öyküsünde Kedikadın'ın karakteri yeniden yaratılır ve kedi seven bir hayat kadını olarak karşımıza çıkar, Batman'le karşılaştıktan sonra da kostümlü bir hırsız olmaya karar verir. Bu versiyondan sonra Selina karşımıza kötü karakter olarak değil de bir anti-kahraman olarak çıkar. Zaman zaman suç örgütlerine, mafyaya katılmış olsa da kendi amacı farklıdır. 1992 yılının Batman Returns filmindeki Selina Kyle betimlemesinden sonra ise karakterin popülerliği arttığı için kendi çizgi roman serisine kavuşur. Genelde uluslararası bir hırsız ve kafa avcısı olarak karşımıza çıkar. - Ve unutmaman gereken kısım bütün çizgi roman kariyeri boyunca Batman'in hayatının önemli bir parçası olması - Evet oraya gelecektim zaten...

33


- Ben geldim. Bütün maceralarında-neredeyse- Batsy Kedikadını bir şekilde kurtarır. Onun dışında her karşılaşmalarında aralarında bir flört durumunun bir aşk hikayesinin geçtiğini görürüz, hatta Kedikadın Batman'in tek gerçek aşkıdır da diyebiliriz. Onun dışında ikili arasında, Batman Returns'de olduğu gibi bir kedi-fare kavgası durumu vardır. - Hatta 1950lerde Selina Kyle Bruce Wayne ile evlenir ve de Helena Wayne isimli bir kızları olur. - Selina- Bruce, Bat-Cat arasındaki ilişki paralellik göstermekte zaten. - Bir de Hale Barry'nin oynadığı Catwoman filmi var?? - Evet ya ne hale getirdiler Kedikadın'ı o filmde??? - İsmini bile değiştirdiler değil mi? - Patience Phillips - Selina çizgi romanlar boyunca hırsız oldu, fahişe oldu, şirket sahibi oldu, sekreter oldu ama hiç biri o film kadar başarısız değildi. 34


- Karakterde genelde bir ezilmişlik, horgörülmüşlük, şansızlık var değil mi?;

- Evet ama genel olarak baktığımızda Selina Kyle erkek egemen dünyasından çok zarar görmüş, kullanılmış ve yapılan feci zulümlere maruz kalmış. Ama görüyoruz ki o kadar çeşitli karakter çizgilerinde mutlaka onu Kedi olmaya sürükleyen, baş kaldırmaya iten bir kırılma noktası olmuş. Sadece zulüm gören kadınlara yardım etmekle kalmamış ayrıca hayvan hakları savunucusu olarak da görüyoruz kendisini. -Panter Emel gibi mi? - Ondan biraz daha aktivist gibi. Mesela çok başarılı bir seri olan Batman: The Animated Series çizgi filmlerinde Selina Kyle, Michelle Pfeiffer gibi sarışındır, sonra esmer olur nasıl olduğunu bilemeyiz gerçi, neyse, kendisi hem hırsızdır hem de nesli tehlikede olan kedi türlerinin de yılmaz koruyucusudur. - Michelle Pfeiffer demişken, ne kadar güzel Catwoman olmuştu o...

35


- Evet Tim Burton'ın aklımıza kazıdığı nice karakterlerden biri. - Filmde geçen ikilem mevzusu Burton'ın genelde işlediği konulardan biridir, ayrıca Batman ve Kedikadın arasındaki ilişkiye cuk diye oturur, ki bence bu filmi en çekisi hale getiren unsurdur. Michelle Pfeiffer da her iki karakteri de o kadar güzel oynamış ki aklıma Kedikadın diyince çizgi romandakinden ziyade filmdeki imajı geliyor. - Çok fazla kadın karakter var çizgi roman dünyasında ama en ilginç olanı bu sanırsam - Bütün kadınlar ilginç değil midir azizm?

36


Mor: Lale Müldür Duygu Yılmaz

İnsanları renklerle nitelendirebilmek zor iştir, bilinir. Fakat anlatılanlardan daha çok şeyi yaşamak isterseniz eğer renklerle, işte tam bu anda şiirler girer devreye. Mor rengiyle anılan bir dişi, sıra dışı olacaktır elbette ve Lale Müldür, mora en yakışan dişidir benliğimce… Lale Müldür’ü anlatmak yetersiz gelecektir kelimelerle; en iyisi okumak ve bu ilginç kadının kaleminden çıkan her cümlenin akışına bırakmaktır seyr-ü seferlerini hayatın. Türk oluşu ve kadın oluşundan başka satırları da marjinal kılar şairi. 1956, Aydın doğumludur. Liseyi Robert Kolej’de okumuştur, üniversite eğitimini ise 37


ODTÜ

Ekonomi

ve

Elektronik

bölümlerinde

birer

yıl,

Manchester

Üniversitesi’nde Ekonomi lisansı ve Essex Üniversitesi Edebiyat Sosyolojisi Bölümünü master derecesi ile tamamlamıştır. Şiir bursu ile Floransa’ya gitmiştir ve yazıları-şiirleri Sombahar, Gösteri, Şiir Atı, Oluşum, Mor Köpük, Yönelişler, Defter, Yeni İnsan ve Yazı dergilerinde yayınlanmıştır. Düz yazı olarak yazdığı Divanü Lügat-it Türk Fransızcaya çevrilmiş ve şiirleri de İbraniceye, İngilizceye çevrilmiştir. Ayrıca 2007 11.Altın Portakal Şiir Ödülü almıştır. *Şiir Uzak Fırtına (1988) Voyıcır 11 (-Ahmet Güntan,1990) Seriler Kitabı (1992) Kuzey Defterleri (1993) Saatler/Geyikler (2001) Ultrazon’da Ultrason (2006) *Düzyazı Divanü lügat-it-Türk (1998) *Deneme Haller Leyla (2006) *Roman Bizansiyya (2007) Şiirlerinden kısımlar: *bizim uslanmaz ruhlarımız hiç kumrulaşabilir mi? suskuyla yanyana oturan iki kumru… iki sevgili yanyana oturarak uzun süre hiç konuşmadan yani kumrulaşabilinir mi? 38


*ESKİL BİR AŞK ÖYKÜSÜ boynumda yağmurdan bir kolye... ıslak taşlara oturuyorum bugünlerde... bir siyam kedisi ve ben... pek çok şeyi geriye doğru unutuyoruz... eski rus bir sevgilim vardı... başka birisini göze alamam bugünlerde... öykü safir aynalı bir salonda geçiyordu... herşey önce çok güzel başlıyordu... sen, gözünde siyah bir bant, beni dansa kaldırıyordun... ben seni portekizli bir korsan sanıyordum... sonra ortaya çıkıyordu eski bir rus soylusu olduğun... yelkenbezi fularını çıkarıp... bir reverans yapıyordun... odadan yavaş yavaş herkes, soylu soysuz herkes çıkıyordu... ikimiz bir de kediler kalıyordu... hava alamıyorduk... kapıları mühürlüyorlardı... eskil bir aşk öyküsünün içinde kalıyorduk... biz seni portekizli bir korsan sanıyorduk... bir siyam kedisi ve ben...

*CAM SESLERİNDEN BİR ANI kısacık bir andı, bana cam sesleri gibi bir anı kaldı kısacık bir andı, o çok duyarlı dengeler yansıdı ipe dizilen inci 39


dünya ile kişi ilk yazdı, sonradan saydam birşeyler yağdı uyum karıştı ince havaya kısacık bir andı, belki farkında bile değildin sen ben sonsuz kişiydim, o kapıdan çıkarken anıların cam kırıkları gibi toplandığı o an başka anıların anıları geçiyor aklımdan...

*Sevgim sancılarla ulaşır sana Gözbebeklerinde ölüm donukluğu Birlikte alabileceğimiz biçimlerden söz etme bana Çiğ damlası getir uzun bir iris yaprağında… *Günlerce uzaklıkları kovaladın Ne olur izleme gün boyu Bu korkunç kelebek tozu uçuşunu Cam kürelerden bakma bana Büyücü kayığı ile gelmedim ben Menekşe köklerinde arama Boşuna çocukluğunu! 40


*Yanlış isabeti bu Eros’un Bir bebeğin oyuncağı gibi Kalbimizde ellerimiz şimdi Topla bilyalarımızı Yarın Hades’e verecekler bizi…

41


8 Mart’ın Önemi Onur Keşaplı Günümüzde, içinde sürüklendiğimiz dünya düzeninin yarattığı haksızlıklara karşı ezilen sınıfların ve ezilen ulusların mücadelelerine tanık olmaktayız. Ancak tüm bunların ötesinde, ezilen bir grup varsa o da dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınlardır. Kadınlar ezilen sınıfların da ulusların da içindedirler ancak ilginçtir ki kadınlar “ezen” sınıfların arasında dahi bir anlamda ezilmektedirler. İster din baskısı ister toplumsal baskı olsun kadınlar binyıllardır ataerkil düzen tarafından yönetilmektedirler. Kadınların nasıl hareket etmeleri ya da nasıl görünmeleri gerektiğini belirleyen erkek egemenliğindeki toplumsal düşüncedir. Kadın erkek eşitsizliğinin halen devam ettiği günümüzde 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün önemi daha da artmaktadır.

Clara Zetkin 8 Mart’ın doğuşunu araştırdığımızda tarih bizleri 1857 yılının New York’unda bir tekstil fabrikasına götürür. Büyük çoğunluğu kadın olan 40.000 dokuma işçisi, emeklerinin tam karşılığını alabilmek ve hak ettikleri çalışma koşullarında üretimlerine devam edebilmek için grev başlatır. 8 Mart günü polisin işçilere saldırmasının ve onları fabrikaya kilitlemesinin ardından çıkartılan yangın sonucunda barikatları aşmayı başaramayan 129 kadın işçi hayatını kaybeder. Yüz binlerce işçinin katılımıyla gerçekleşen cenaze sonrasında bu vahşet bir daha asla unutulmaz. Ne var ki o tarihî günü ölümsüzleştirmek 1910 yılına kalmıştır. Danimarka’nın Kopenhag kentinde, Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda, Alman Sosyal Demokrat Parti önderlerinden Clara Zetkin, 8 42


Mart 1957’de katledilen kadın işçiler anısına o tarihin Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanmasını önerir ve bu öneri oybirliğiyle kabul edilir. Ülkemizde ise 8 Mart, ilk kez 1921’de, antiemperyalist Kurtuluş Savaşımız sırasında “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmıştır. Kadın hakları konusunda, büyük devrimci Mustafa Kemal Atatürk sayesinde seçme-seçilme ve mirastan eşit pay alma gibi haklarda dünyaya öncülük eden genç cumhuriyetimiz ne yazık ki ilerleyen yıllarda bu konuda geri kalmaya başlamıştır. Günümüzde kadınımız, din baskısı, töre baskısı ya da genel anlamıyla toplumsal baskılar nedeniyle sindirilmiştir. Kadının saç telinden cinsellik çağrışımı alan ataerkil düzen, onların başlarını sımsıkı kapatarak “özgürlük” getirdiğini iddia etmektedir. Ancak iş gerçek özgürlüklere geldiğinde bu kesimlerin sustuğunu görmekteyiz. Kadına yönelik şiddete karşı ağızlarını açmamaktadırlar. Hatta bu hakları dile getirmek için geçtiğimiz 8 Martlarda meydanlara inen kadınlara “meydan dayağının” ne olduğunu gösterecek kadar vahşileşmektedirler. Dünyada sol iktidarlarca yönetilen ülkelerde, ev kadınlarına maaş, sigorta, emeklilik gibi hakların verildiğini okuduğumuzda Anadolu kadınının neden bu haklara sahip olamadığını bir kez daha düşünmeliyiz. Oysaki güzel Anadolu’muz tanrıçaların diyarıdır. Kadının doğurganlığının kutsal sayıldığı bu topraklarda bir zamanlar Ana Tanrıça Kybele hüküm sürmüştür. Yine güzel Anadolu’muzda erkek baskılarına karşı direnen Amazonlar yaşamıştır. Tüm bu değerlerle zenginleşen ve de Cumhuriyetin kuruluşuyla kadına yönelik devrimlere öncülük eden ülkemiz ve onun emektar kadınları bu eşitsizliği, baskıyı hak etmemektedir.

43


Ana Tanrıça Kybele heykeli

Şanlıurfa’da bulunan Amazon Kraliçelerine ait mozaikler Tüm kadınlarımızın 8 Mart’ını bir kez daha kutlarken insanlığın gelecekte böyle bir güne gerek kalmayacak şekilde eşitliğe ve adalete ulaşmasını diliyorum. Son olarak, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1934 yılında kadınlarımıza, milletvekili seçme-seçilme hakkı verilmesinden sonra kaleme aldığı satırlara yer vermek istiyorum. “Bu karar Türk kadınına sosyal ve siyasi hayatta bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lazım gelecektir. Türk kadını evdeki medeni mevkiini salahiyetle işgal etmiş, iş hayatının her safhasında muvaffakiyetler göstermiştir. Siyasi hayatta belediye seçimlerinde tecrübesini yapan Türk kadını, bu sefer de mebus seçme ve seçilme suretiyle hakların en büyüğünü elde etmiş bulunuyor. Medeni memleketlerin birçoğunda kadından esirgenen bu hak, bugün Türk kadınının elindedir ve onu salahiyet ve liyakatle kullanacaktır.”

44


Beyni Türbanlılar Gökhan Baykal Yeni bir ayda yeni bir yazıyla yeniden merhaba aziz dostlar. Yine kararsız bir yazı olacak bu ayki yazımda geçen seferkiler gibi. Üzerinde fikir beyan etmek istediğim o kadar çok mevzu var ki hangisinden başlasam bilemiyorum. Tam da kadınlar gününü kutlayacağımız bu aya Türkiye en önemli kadın figürlerinden birini kaybetmiş olarak giriyor. “Deli Aysel”i kaybettik aziz dostlar. Aslında deli değildi ama öyleymiş gibi yapmak bazı noktalara parmak basmak için daha iyiydi onun açısından. Deliymiş gibi yapması özgürce hareket etmesini de sağlıyordu en nihayetinde neyse lafı fazla uzatmayayım Aysel Gürel’in deliliği hakkında. Yaptıklarını falan da saymayacağım çünkü yazmaya sayfalar yetmeyecek kanaatimce. Türkiye yine önemli bir değerini kaybetti, canım ülkemin ve Deli Aysel’i sevenlerin başı sağ olsun. Madem mevzuya başlarken kadınlar gününden girdik e o zaman kadınlar üzerinden devam edelim. Bu aralar gündemde iki çeşit kadın tipi var Türbanlılar ve Türbansızlar. Tabi ki bu ben böyle “taharet yerinden uydurulmuş kafaya bez bağlama şekilleriyle” insanları sınıflandıranlardan değilim. Eğer illaki sınıflama yapacaksam Beyini Türbanlılar ve Beyini Türbansızlar diye bir ayrım yapmak durumunda kalacağım. Neymiş efendim beyni türbanlı olanla türbansız olan arasındaki fark? Onlardan bahsedeyim hemen. Öncelikli şartın eğitim olduğu kanaatindeyim -hiç sevmediğim ve inanmadığım halde bu lafı kullanacağımistisnalar kaideyi bozuyor maalesef, eğitimli olup da beyini olan bir sürü insan var o noktaya da vakit kalırsa değiniriz. Beyni türbanlı olan zat-ı muhteremler düşüncelerini ve eylemlerini başkalarının güdümüyle harekete geçirirler. Onların düşünceleri ve eylemleri; taptıkları şeyhlerin, zorla veya isteyerek evlendikleri 45


kocalarının, Ilımlı İslam’ın – ki ben bu lafa da çok fena sinir oluyorum- ampul gibi parlayan yeni liderinin buyurduklarının doğrultusunda gerçekleşmektedir. Hiçbir fikri veya eylemi kendi akıl süzgeçlerinden geçirme ve irdeleme zahmetine girme zahmetine girmezler, onlar sadece piyondur evet sadece piyon. Ampul gibi parlayan parti liderinin ve O’nun da efendisi olan Amerikalının (siz onun kim olduğunu anladınız) piyonu. Sadece oy kapma savaşında önde yürüyen zavallı piyonlar. Onlar gerçekleri göremeyen, kralın çıplak olduğunu sezemeyen kuklalar sadece… Gelelim beyni türbansız olanlara, işte onlar aydın Türk insanları, onlar kendi iradeleriyle hareket eden, kendi düşüncelerini savunan, kimsenin piyonu olmayan, gerçekleri görüp oy kapma savaşına kendini dâhil ettirtmeyen insanlar. Onlar her şeyin farkındalar, kralın çıplak olduğunun da Ampul Amcanın Amerikalının kuklası olduğunun da bu düzenin böyle gitmeyeceğinin de… Eğer gündemde olan türban olayı hakkındaki fikrimi soracak olursanız ben bu türban denen şeyin dinle ve özgürlükle alakası olmadığını düşünüyorum. Bu şekilde başı kapatma olayına Şule Baş deniyor; bunun sebebi ise vakti zamanında Şule Sıkmabaş isimli hanım ablamızın kendi deyimiyle doğru yolu bulup kafasını kapatırken bu yolu kullanmasıdır. O kapatma şeklini bir yerlerinden uydurduğu halde biz bu olayı nasıl dinin gereği diye dayatırız ve savunuruz bunu anlamıyorum. Bir de diyorlar ki siyasi simge değilmiş… Ben buna gülerim nasıl siyasi simge değil? Bu Şule adlı hanım ablamız her yerde konferanslar verip, yazılar yazıp kendisine ve kendisi gibi düşünenlere bir topluluk oluşturmamış mıdır? Peki, şimdi bu oluşturduğu topluluk kimler ola ki acaba diye sorarsanız ben size tek cevap verebilirim o da %47 olur aziz dostlar. Bizim gibi laikliği düstur edinenler 80 sonrası kasıtlı olarak apolitize edilirken şimdiki %47 içten içe geleceğe hazırlık yapıyordu ve biz uyuyorduk ya da 46


uyutuluyorduk. Şimdilerde Amerika’da köşklerde yaşayan ak saçlı amcamız ve tayfası çalışmalarını nasıl sistemli ve inandırıcı şekillerde yürüttülerse bu gün ülkemizi gönül rahatlığıyla yönetiyorlar ve laik düzene karşı eylemlerde bulunuyorlar. Bu eylemlerinin başında bu aralar mahkemelik olan ana yasa değişikliği mevzuu var, bu konun emsali eski davaların kararlarına bakacak olursak

bu

değişikliğin

iptal

olacağı

kesin

gibi

gözüküyor.

Sabih

Kanadoğlu’nun görüşü ise şu yönde; bu anayasa değişikliği zaten türbanın üniversitelere girmesi için yeterli değil çünkü diğer anayasa maddeleri bunu olanaksız kılıyor. Neyse aziz dostlar bu konu üzerinde daha fazla konuşmanın pek bir faydası yok… Olacakları hep beraber göreceğiz. Bu anayasa değişikliği iptal olursa ki umuyoruz iptal olacak hükümet yine türban üzerinden rant yapacak, biz elimizden geleni yaptık ama onlar engel oldu diye tekrar oy peşine gidecekler. Umuyorum bundan sonraki seçimlerde kimse onlara kanmaz ve aydınlık Türkiye’nin geleceğine set koyulmaz. Bu ayki yazımında sonuna geldim aziz dostlar. Kendinize iyi bakın ve Laik Demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ne sahip çıkın…

47


Birey ya da Meta Olmak Melih Öncel Sorunların olmadığı bir hayat sadece hayal olabilir her halde. Her bireyin kendi sorunları vardır. Maddi ve manevi, kendi yaşamımıza dair sorunlar. Bireylerin oluşturdukları toplulukların ya da toplumların da kendine özgü sorunları vardır. Ülkelerin de. Açlık, işsizlik, savaş, terör... Özelden genele doğru büyüyen sorunları ve etkiledikleri alanları gözümün önüne getirirken bir kırılma noktası olarak cinsiyetlerinde ayrı sorunları olduğunu görüyorum. Bireysel bir ayrımcılıkla başlayan; ama yüzlerce yıldır birçok hayatı etkilemiş ve sonuçlarının toplumsal olarak hissedildiği ayrımlar. Rahat olan erkek ve baskı altında olan kadının ayrımları. Geçmişten günümüze uzanan zamanın büyük bir kısmında yeryüzünde ataerkil toplumlar hüküm sürmüş. Hep erkeklerin dediği olmuş ve kadınlar doğdukları andan itibaren başkaları tarafından belirlenen hayatlara sıkıştırılmışlar. 21. yy'da artık bu durumun geride kaldığı söyleniyor. Kadınların günlük yaşamda istedikleri gibi rol aldıklarından bahsediliyor. Bu söylem doğru olabilir; ama ne yazık ki hala coğrafi olarak değişiklik gösteren, eğitim, ekonomik durum, sosyal statü ve yaşam tarzıyla doğrudan bağlı olan bir söylem. Ülkeler arasında ki farklar toplumların gelişim süreçlerinin farklılıkları olarak değerlendirilebilir; fakat bir ülkenin kendi içindeki derin uçurumlar kaygı uyandıran bir manzara sunuyor gözler önüne. İstanbul, ilk bakışta kadınların özgür yaşadığı, hayallerini kendilerinin belirlediği, çalıştığı bir kent görünümünde. Yine de herkes için böyle değil. İstanbul holding yöneten kadınlara ev sahipliği yaptığı gibi, Güldünya Tören'e de kucak açıyor. Bitlis'te doğup, kendi ailesinden birinden hamile kaldıktan sonra İstanbul'a yeni bir hayata kaçan bir kadın Güldünya. Daha sonra İstanbul'da abilerince sokak ortasında kurşunlanan bir kadın. Kadına karşı şiddetin ya da namus cinayetlerinin ne ilk ne de son örneği. Biz böyle gördük, böyle büyüdük, namusumuzu temizledik, aile kararımızdır söylemleriyle hayatın bir parçası sayılan, feodal toplumun ve İslam dünyasının yaklaşımıyla kadını sadece bir meta olarak gören zihniyetin ürünü olan bu sorun Türkiye'nin hala en acı şekilde kanayan yaralarından biri olarak duruyor. Ağa sisteminin süre gelmesi, içine kapanık bir yaşam ve toplumsal kültürün çoğu zaman şiddet uygulayanın tarafında yer alması bu tip bir yaşam tarzının sürdüğü bölgelerden ve ya topluluklardan başlayan bir değişimin gerçekleşmesini olanaksız kılıyor. Kaldı ki bu sorunu sadece töre cinayetleri diye adlandırmak 48


sorunu sadece doğu ve güneydoğuya tıkmaya çalışmak olur. Bireylerin, ailelerinden ve çevrelerinden aldığı kültür ve mevcut sistemin vermiş olduğu eğitimle şekillendiğini düşünürsek; devletin sorunları bir bölgeye sıkıştırmak yerine bu konuda daha etkili adımlar atması gerekmektedir. Fakat günümüzde bile hala 640 bin kız çocuğunun zorunlu olan temel eğitimden mahrum bırakıldığı gerçeği ise durumu daha da karamsar bir hale getirmektedir. Sokaklarımızdan, bizi yöneten meclise kadar ataerkil düzenin hissedildiği ülkemizde kadınlar için bir şeyler yapmaya hevesli olup olmadığımız bile belli değil. 8 Mart, Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanır. Tüm dünyada, kadın oldukları için sömürülen, çalıştırılan ve kullanılan kadınların seslerini çıkartma günüdür. Türkiye'de böyle bir amaçla kutlanmamasının yanında sadece adet yerini bulsun diye ithal edilmiş gibi duruyor yaşantımızda. Bir yanda burjuva kesiminin tüketici kadınları, diğer yanda sadece kapanmayı düşünen yeşil renkte bir sermayenin ürünü özgür kadınlar varken ne yazık ki sadece bir gün için dile gelecek kadınların gerçek sorunları. Aile için şiddete maruz kalan, ezilen, sadece cinsel bir sömürü aracı olarak görünen, erkek oldukları için her şeye hakkı olan egoların, kirlenmiş olarak gördükleri şereflerini temizleme aracı olarak öldürülen kadınlar olmaya devam edecek çevremizde...

49


Yeditepe Duygu Yılmaz “Şehr-i İstanbul bir dipsiz kuyu. Geceleri ışıl ışıl yıldızlarını tutuştururken bile ısınmaz sokakları. Gündüzleri ise asık bin bir çehre dahi serinletmez bulvarları. Yedi tepenin, yedi iklim aynı kokar tüm sokakları ve bu şehrin, hep aynı hikâyeye çıkar yolları.” Efsanesi yedi kattır bu yedi tepeli kentin. Asırlardır ayakta kalan her yapısı bir tarih anlatır dili döndüğünce. Krallıklar, imparatorluklar, yüzyıllar, insanlıklar ve aşklar ağırlamıştır gözlerinin bebeğiyle. Kıyılarını yalayan denizlerdeki tuz, zerre zerre aşkın teridir aslında ve bu şehir hala çocuktur onca yılın ardında… İstanbul Byzantine iken, imparator büyük Konstantinos, Antik Roma kentinin tüm ağırlığını taşıyan yedi tepeye özenip, şehri yediye bezemiş. İsmi çok değişse de, sıfatı aynı kalan nadide kentler gibi, İstanbul’un da gizi, rivayetlerde kalmış. Rusların Zavegorod, Hollandalıların İstefanya, Portekizlilerin Kostiye dedikleri bu şehrin her tepesinde gizli yüzlerce öyküden biri Khalkedonia, Kadıköy ile ilgilidir. Bu rivayete göre, Yunanistan’ın Megara kentinden Byzas’ın, yanındakilerle birlikte yaşadığı baskılardan kurtulmak ve yeni bir ülke kurmak amacıyla yola çıkmasıyla başlar. Byzas yola çıktıktan sonra zamanın kâhinlerinden birini bulup ülkeyi kurmaları gereken en uygun yeri sorar. Delfoi’li kâhin, ülkenin, körler ülkesinin tam da karşısına kurulacağını söyler. Byzas arar, gezer fakat körler ülkesi diye bir yer bulamaz. Sonunda bir yere varırlar. Khalkedonia denilen yerde manzarayı izleyen Byzas,”bu insanlar kör mü de, karşı kıyı dururken buraya yerleşmişler”,der ve böylece körler ülkesi de, kurulacak yeni ülkenin yeri de bulunmuş olur. Kadıköy’ün tam karşısında, Sarayburnunda kentin temelleri atılır ve yeni kentin adı “Byzantine” olur… Diğer bir rivayet, Osmanlıların Asitanesinin kuruluşu üzerinedir. Rivayete göre 4. Murat bir gün yine kılık değiştirerek Üsküdar’dan bir kayığa biner ve kayıkçıyla sohbet etmeye başlar. Yeri gelir ve padişah, kayıkçıya ne iş yaptığını, kim olduğunu sorar. Kayıkçı, adının Üsküdarlı Remmal Ahmet Paşa olduğunu, remil atıp gelecekten haber verdiğini söyler. Bunun üzerine padişah, kayıkçıya, padişahın o saniye nerede olduğunu söyleyip söyleyemeyeceğini sorar. Kayıkçı remilini atar ve padişahın deniz üzerinde bir yerlerde olduğunu söyler. Sonra tekrar remil atar :”Padişah şu an, bu kayığın içinde gözüküyor. Padişah ben 50


olmadığıma göre, sizsiniz” der ve padişahın ayaklarına kapanır. Padişah:”Çok hünerliymişsin; ama bir soru daha soracağım. Eğer benim karaya çıkınca hangi kapıdan İstanbul’a gireceğimi söylersen, ödülün büyük olur; fakat bilemezsen, kelleni teslim edersin…” Kayıkçı remilini atar; fakat hiçbir şey söylemeden, gördüklerini bir kâğıda yazar ve kâğıdı padişaha uzatarak sadece İstanbul’a girdikten sonra bakmasını istediğini söyler. Padişah kâğıdı alır ve kayıktan iner inmez muhafızlardan surlarda yeni bir kapı açmasını ister. Hemen kazma kürekle işe girişen muhafızlar kısa sürede yeni bir kapı açarlar ve padişah bu kapıdan İstanbul’a giriş yapar. Padişah bu yeni kapıdan içeri adımını attığı anda cebinden kâğıdı çıkarır ve okur. “Yeni kapınız hayırlı, uğurlu olsun padişahım!” Bu yüzdendir ki, remilcinin haberini verdiği bu yeni girişe o günden sonra “Yenikapı” denir… Meraklısına not: İstanbul’un Yedi Tepesi: 1)Topkapı Sarayı, Sultanahmet Camii 2)Çemberlitaş-Konstantin Sütunu 3)Beyazıt-Süleymaniye Camii 4)Fatih ve çevresi 5)Fener üstü ve Yavuz Selim Camii 6)Edirnekapı-Mihrimah Sultan Camii 7)Cerrahpaşa Sırtları

51


2B ile Parça Parça Satılan Ülke ve Yok Olacak Ormanlar F. Utku Deniz AKP Hükümeti iktidara geldiğinden beri icraatlarından önemli bir kısmı özelleştirme üzerine olup devleti müdahale edici konumundan denetleyici bir konuma sokmuştur… Tekel, Telekom, Pektim, Türk Petrolleri Ortaklığı(PO) gibi resmi kurum ve kuruluşlardan sonra sıra elde avuçta kalan hazine topraklarına gelmiştir. Osmanlının mevcut toprak sistemi dolayısıyla çok fazla olan hazine toprakları, tabiri caizse hükümetin gözlerini kamaştırmaktadır. Hazine topraklarının satılması normal koşullarda doğal karşılanabilecek bir husustur, fakat ülkemizde devlete ait arazilerin 473 bin hektar (2 adet Lüksemburg’a eşdeğer) gibi önemli bir kısmı büyük oranda orman özelliğini korumasına karşın 2B yasası ile orman vasfını kaybetmiş alan kategorisine konulduktan sonra satışa çıkartılıp işgal edilecektir. Hedefte (tabii ki basına yansıyan sadece bunlar)alanlar sanayi konut alanları olarak imara açılacak, gecekondu ıslahı da yapılarak kentsel dönüşüm süreçleri başlatılacaktır. Islah projesinde ise ecrimisil yoluyla orda tabii olarak bulunan sahiplerden kira bedeli alınacaktır. Bu satış ve projelerden dönüş olarak 20–25 milyar dolarlık bir gelir beklenmektedir. Madalyonun öteki yüzüne bakacak olursak, Sezer’in cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemde AKP hükümeti 2B kapsamlı anayasa değişim paketini hazırlar fakat cumhurbaşkanı gelişine tekrar meclise gönderirdi. Neden ucunda bu kadar gelir sağlama maksadı olan bir yasa değişikliği dönemin sağduyulu ve ileri görüşlü cumhurbaşkanı tarafından veto ediliyordu? Yasada bölgenin orman vasfını kaybetmiş olması o bölgede orman yetiştirme olgusunun hiçbir şekilde kalmamasını anlatmaktadır fakat ülkede doğal yollardan bir yerin orman niteliğini yitirdiğine rastlanmamıştır. Yasanın çıkmasıyla birlikte tahrip edilmiş orman alanlarını tamamen ortadan kaldıracak proje adımları süreklilik kazanacaktır. Tıpkı Belek örneğinde olduğu gibi vasfı kaybetmiş alanların çevresinde bulunan “gerçek” orman alanları da arazi sahiplerinin çıkarlarına emanet edilecektir. İşgale hukuki kılıf uydurma meraklısı hükümet ise yasayı önümüzdeki yerel seçimlere yetiştirmeye çalışıyor, ne tesadüftür ki yabancılara arazi elde etme hakkı verilmişken bu süreç başlıyor. Türkiye’nin toprak bütünlüğü diye yeri 52


göğü inleten kişiler ise parayı verenin düdüğü çaldığı mevcut düzene sesini çıkaramıyor.

53


www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

54


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.