Azizm Sanat E-Dergi Mart 2010

Page 1

Azizm Sanat E-Dergi Mart 2010 Say覺 29 Dosya: Bask覺 ve Cinsellik Amerikan G羹zeli, Respiro

1


Editörden Azizm’de bir deyiş vardır; suyu avucunuzda tutabilirsiniz ancak yumruğunuzda asla! Konu cinsellik ve ülkemiz özelinde bastırılmış cinsellik olunca bu sözün ne kadar doğru olduğunu bir kez daha hissettik. Baskıyı ne kadar artırırsanız, örtbas etme eğiliminiz ne kadar güçlü olursa baskınızdan ve avucunuzdan kaçan da o çok kadar olur. Uyuşturucunun serbest olduğu ülkelere göre daha fazla uyuşturucu tüketmekteysek bunun sebebi de budur. Elhamdülillah Müslüman olan ülkemizde üçüncü sayfaların şiddet sarmalını aşıp cinsel şiddet sarmalına evirilmesi şaşırtıcı olsa gerek ya da yüzde 99,9’u(!) Müslüman olan bir ülkenin çocuk pornosunda dünya sıralamasının ilk onunda yer alması inanılacak gibi değil. Hele hele internette seks içerikli yayın takip etme oranlarında dünyada beşinci olmamız ve ilk dördü şeriatla yönetilen ve şimdilerde sırayla vizeyi kaldırdığımız ümmet kardeşlerimizin paylaşması insanın abdestini bile bozabilir! Evet, bozabilir ama şaşırtıcı değil. Hangi ilimizde en çok içki, uyuşturucu ve elbette porno film alındığını hatırlamak gerek. Ahlaksız(!) büyük şehirlerimizin karşısında ahlaklı kırsalımızdaki ensest, töre, tecavüz üçlüsünün ne boyutta olduğunu anımsamak gerek. Sinema tarihimizde ağız birliği edilmişçesine lanetlenen “seks filmleri furyası”nın 70’lerde ülkeyi Allahsız komünistlerden korumak üzere yöneten pek Allahlı(!) Milliyetçi Cephe(Demirel, Erbakan, Türkeş) hükümetleri zamanında tavan yaptığını hatırlamamız önemli. Din bir topluma ahlak getiremez, baskı bir halka ahlak getiremez. Bu ay Azizm’de cinselliğin tüm renklerine uygulanan baskının dinsel, kültürel, sosyal ve tarihsel nedenlerini araştırmaya çabalıyoruz; sonuçlarını ve çözümlerini ortaya koyarak. Konuyla ilgili deneme ve araştırma dizilerimizin yanında sinema yazılarımızda ise önce Akdeniz’de bastırılan cinselliğe karşı Respiro filmiyle nefes alıyoruz. Ardından Amerika’nın katı muhafazakârlığında Amerikan Güzeli’ni takip ediyoruz. Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü kutladığımız bu ay, değerli aydınımız ve destekçimiz, Cumhuriyet gazetesi çizeri Mustafa Bilgin karikatürüyle sayfalarımızda. Açılıp saçılmaların sanatçılarla(!) devam ettiği, tam bir keşmekeşin hüküm sürdüğü ülkemize ilişkin Cumhuriyet gazetesi yazarlarından ressam Bedri Baykam ve değerli bilim insanı Orhan Bursalı, günceli belki de en sıra dışı şekilde yorumlayan yazılarıyla bu ay Azizm’deler. Yazarımız Selin 2


Süar’ın İsrail Notları ikinci bölümüyle devam etmekle birlikte bu ay İzmir doğumlu İsrailli yazar Erroll Gelardin öyküsüyle merhaba diyor bizlere. Şiir bölümümüzde ise edebiyatımızın büyük ismi Hasan Hüseyin’in dizelerine bırakıyoruz kendimizi. Ayrıca öykü, şiir ve çeşitli konularda denemelerimiz de bu ay sayfalarımızda. Emeğin en yüce değer olduğu, başta cinselliğin üzerindeki baskı olmak üzere üstümüze kara bulutlar gibi çöken tüm baskıların ve baskıcıların yok olduğu bir Türkiye ve dünya dileğiyle, Sanatla kalın dostlar…

www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

Ön Kapak: Amerikan Güzeli (1999) – Sam Mendes Arka Kapak: Nefes Alıyorum (2002) – Emanuele Crialese

3


İçindekiler Cinsellik ve Baskı – Selin Süar

s.6

Respiro / Nefes Alıyorum – Onur Keşaplı

s.9

Bastırılmış, Yabancılaşmış Amerikan Güzeli – Pınar Avcı

s.19

Bastırılmış Cinselliğin Türk Toplumu Üzerindeki Etkisi (1) – Ümit Hüseyin Girgin

s.24

Emekçi Kadınlar Günü Ya Da Cinsel Ayrımcılık Üzerine Bir Deneme – Melih Öncel

s.37

Cazibenin ve Şehvetin Tanrısal Baskıyla Savaşı: Lilith – Pınar Avcı s.41 Bas Bas Bağıran Bedenler – Tuğçe Duysak

s.52

Başlıksız – Gökhan Baykal

s.54

Ne Yazdığımı Bilmiyorum – Osman Bahar

s.56

Durum (karikatür) – F. Utku Deniz

s.58

Kısa Çöp, Uzun Çöpten Hakkını Alacak Elbette:Hasan Hüseyin Korkmazgil – Duygu Yılmaz

s.59

İsrail Notları (2) – Selin Süar

s.93 4


Yaprak Basan – Haim Erroll Gelardin

s.109

Umut (şiir) – Ahmet Doksanoğlu

s.116

Ofsayda Düşmüş Sorular – Erman Bazo

s.118

Geçmişe Müebbet (4) – Abdullah Rıdvan Can

s.121

Aşk Güncesi (1)

s.124

Türkiye’nin Çivisi Çıktı – Bedri Baykam

s.126

Ordunun Mağdur Olması İyidir – Orhan Bursalı

s.128

Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! – Mustafa Balbay

s.131

5


Cinsellik ve Baskı Selin Süar Kimi zaman açıklayamadığımız veya farkında olmadan yaptığımız davranışların kökeninde aslında her birimizin çocukken öyle veya böyle bastırılmış duygularımızla beraber gelen eylemlerden ibaret olduğunu görüyoruz. Bu şekilde bakıldığında hiçbirimiz bütünüyle sağlıklı veya toplumun çizdiği sınırlar çerçevesindeki ahlak kurallarına bağlı değiliz, çünkü sınırlar beraberinde onu aşmayı gerektiren bir dürtüyü de peşinden getiriyor. Yollarda aşırı hız yapan gençler, yükselen sesler, öfke patlamaları, konuşmaya sıkıştırılan küfürler, tek gecelik ilişkiler… İki temel dürtümüzden biri şiddet eğilimi, diğeri ise cinselliktir. Toplum normları ya da bir arada yaşam bunlarda kısıtlamayı zorunlu kılıyor. Üst benliğin (super ego) kontrolüyle bilinçaltından (id) gelen temel dürtüler kısmen baskılanarak ölçülü, yaşanır hale getiriliyor. Üst benliğin oluşması sırasında yetişmede aile, okul, çevre, arkadaşlar, sosyal yapının oluşturduğu aşırı baskıcı düzen ya tamamen sinmiş, her tür baskıya boyun eğerek tepkisiz kalan bağımlı bireyler yaratır ya da tümüyle isyankâr bireyler oluşur. İkinci seçenek gerçekleştiğinde hayattaki her şey uçlarda yaşanır. Bu kişiler cinselliklerini yaşarken toplum normlarının ya da genel kabul gören değerlerin dışında olma eğilimi taşırlar. Cinsel yaşama erken yaşlarda adım atma, çok sayıda cinsel eş varlığı, sapkın cinsel davranışlar, cinsellikte şiddet kullanımı görülebilen davranış formlarıdır. Prof. Dr. M. Orhan Öztürk’ün Ruh Sağlığı Ve Bozuklukları kitabında belirttiği yaşamdaki üç alanın birbirine bağlı olması önem kazanır. “…Cinsel uyum genel uyumun bir parçasıdır ve birçok karmaşık ruhsal olayları içerir. Sevme, sevilme, bağlılık, dokunma, okşanma, konuşma, söyleşi, paylaşma, özleme vb. birçok duygu ve gereksinimler cinsel uyumun içinde yer alır. Yaşamda genellikle üç uyum alanı belirleyebiliriz:  İş alanı  Sevme, sevilme, cinsel sevişme alanı 6


 Toplumsal Alan Bu üç uyum alanı birbiriyle yakından bağlantılıdır. Bir alanda uyumsuzluk ve doyumsuzluk öbürünü etkileyebilir.” Riskli cinsel davranış modeli baskıcı toplumlarda olduğu kadar, Batılı toplumlarda da yaygın olup erken yaşta başlayan cinsel özgürleşme ve cinsel açıdan yetersiz bilgi kaynakları (bu konuda düzenli, örgün bir eğitimin olmaması) yanında kadın-erkek açısından süper performansların sergilendiği, şekilselliğin idealize edildiği pornografi sektörünün bu ortamda giderek kendine daha fazla yer edinmesi bu konuda internet gibi küresel araçların çıkar sahiplerince ustalıkla kullanılması, yaşanan cinsel sorunların çekirdek aile yapısı içinde anne-babayla değil de, zaten bu konuda yetersiz olan ve kafa karışıklığı yaşayan yaşıtlarıyla paylaşılması, bu sorunu giderek büyütmektedir. Tabu konumundan çıkamayan cinsel davranış ve bununla ilgili örüntüler konuşulup paylaşılamadıkça bocalama, erken yaşta farklı deneyimler yaşama, sınır tanımama bütün bu özelliklerle bağımlı kişilik yapısının getirdiği sığınma özlemiyle tutunulan alkol ve uyuşturucular işi daha da karmaşık hale getirmektedir. Küresel piyasalaşma ve ortak pazarların oluşturduğu ticari özgür alan, satılan her üründe cinsel içerikli bir nesne veya imge kullanılması (otomobil lastiklerini bikinili mankenlerin sunması gibi) cinsel hayata bakışı pornografi sektörünün de katkısıyla normal dışına itmekte, karşı cinsten gereksiz ve uygunsuz beklentiler, cinsel yaşamda zorlamalı ilişkiler, performans saplantısı gibi sonuçlarla ortaya çıkarken buna tam tezat gibi görünen kızlık zarı (bekâret saplantısı) bir kara mizah gibi önümüzde durmaktadır. Erkek egemen toplumların kadını yaşamın her alanında yok sayan bakışı, köleleştirme dönemlerinden bugüne kadar uzanan kadına sadece ‘cinsel nesne’ ya da bunun diğer ucunda olan cinselliği olmayan ‘kutsal anne figürü’ uçları arasında başka seçenek bırakmayan bir yaklaşım varlığını sürdüregelmiştir. Yelpazenin bu iki ucu arasında cinselliği toplumca kabul edilen normlar dışında özgürce yaşamaya çalışan her kadın aforoz edilmiştir. Bir anlamda cinsel davranışa ve birlikteliklere, mülkiyet haklarına ve sahipliklere düzenleme getirme amacıyla ortaya çıkmış evlilik kurumu feodal yapıyı sürdüren çoğu 7


bölgede her iki cinsin, ama özellikle kadının olağan cinsel davranışını baskı altında tutma aracı olarak kullanılmıştır.

Aile sınırları dışında kısıtlanan bireyler, aile içinde şiddet ve cinselliğin zorlamalı biçimleriyle karşı karşıya kalabilmekte, ancak bu çoğu kez gizli kalıp ortaya çıkmamakta, daha da garip olanı bireyler bu durumdan zarar görse de olayın kapalı kalması toplum bakışında tehlikeli biçimde normalleşmesine yol açmaktadır. Zorlamalı cinsel yaşam ve bunların sonuçlarına giderek duyarsız kalan bireyler, hastalıklı toplumsal yapıları doğurmaktadır.

8


Respiro / Nefes Alıyorum Onur Keşaplı

Emanuele Crialese, 1965 Roma doğumlu olmasına rağmen Sicilyalı köklerine filmlerinde sahip çıkan bir yönetmen. 1991 yılında Amerika’da film okuluna sinema eğitimi için geçen yönetmen birkaç kısa ve orta metraj çalışmanın sonunda ilk uzun metrajı olan “Once We Were Strangers”ı da New York’ta 1997 yılında çekti. Tutkulu ve karizmatik bir Sicilyalının kaçak olarak Amerika’da yaşamasını ve etrafında şekillenen olayları anlatan bu film çeşitli festivallerden ödüllerle döndü. Sonrasında ülkesine ve elbette köklerine dönüş yapan yönetmen tümüyle Sicilya’da çekilen ve öyküsü de orada geçen filmi “Respiro”yu çekti. 2002 Cannes film festivalinde çeşitli ödüllerle dönen film, Emanuele Crialese’nin de izleyiciler ve eleştirmenlerce tanınmasını sağladı. Yönetmenin şimdilik son filmi olan 2006 yapımı “Nuovomondo” ise yirminci 9


yüzyılın başında Sicilya’yı ve Sicilya’nın yoksullarını işlemektedir. O dönem yoğun yaşanan Amerika’ya göçü ele alan yönetmen bu filmiyle de çeşitli festivallerden ödüllerle döndü.

Yönetmen Emanuelle Crialese Respiro’nun Çekimlerinde Yönetmenin halen en iyi filmi olarak gösterilen “Respiro” Akdeniz sineması olarak adlandırabileceğimiz alt türün tipik örneklerinden biri. Ancak idealizme kaçmadan gerçekçi kalan dokusuyla örneğin bir başka İtalyan yapımı Akdeniz filmi olan ve daha karikatürize edilmiş tiplere ve genel atmosfere sahip “Mediterreano”dan ayrılmaktadır. “Mediterrnaneo” ne kadar mutlu ve ferahlatıcı bir Akdeniz sunuyorsa “Respiro” o denli sıkıştırıcı, boğucu ve pek hissedilmeyen Akdeniz’e özgü muhafazakârlığı hissettiren bir filmdir. Sicilya’da yüzyıllardır değişmeyen, kendi içine kapalı bir toplum yaşam sürmektedir. Bu kemikleşmiş yaşam biçimi değişikliğe izin vermemektedir. Balıkçı eşi ve üç 10


çocuk annesi Grazia Akdeniz kültürünün vücut bulmuş hali gibidir. Rahat, şefkatli, hoşgörülü ve her şeyden öte özgür ruhlu olan bu kadın kurulu düzeni rahatsız etmektedir bu yaşam biçimiyle. İtalya’nın en tutucu bölgesinde yaşlılar ve onların izinden gidenler genç kadını bir tehdit olarak görürler ve akıl hastası olduğunu söyleyerek gitmesini isterler. Çocuklarının sevgisi ve desteğiyle Akdeniz’in kültürü tutuculuğa karşı “nefes almaya” çalışmaktadır adeta. Filmin Türkiye’de “Nefes Alıyorum” adıyla gösterime girmiş olması anlamlıdır. Film Akdeniz’in kavurucu yaz sıcağını hissettiren çorak kayalıklarda, ağustos böceklerinin sesleri, tercih edilen sarı tonlar ve Akdeniz Sinemasının olmazsa olmazlarından çocuklarla başlıyor. Kuşlara tuzak kurdukları oyunları oynayan çocuklar düşman olarak gördükleri rakip çetenin çocukları gelince onlara saldırıp zaten yarı çıplak halde olmalarına aldırış etmeden şortlarını zorla çıkartarak onları “rezil” ederler. Filmin açılışının dışında da çocukların varlığı tüm filme hâkimdir. Birçok planda sokak aralarında oyun oynayan, yüzen, balık yakalayan, koşturan çocukları görürüz. Zaten filmin ana karakteri Grazia’nın üç çocuğu da filmde önemli karakterlerdendir. Respiro’da tipik Akdeniz kodları olan günün neredeyse tüm vaktinin geçirildiği avluya, tellere asılı çamaşırlara, makarna ve şaraba ve elbette deniz dışında giysilere, teknelere ve motorlara hâkim mavi renge sıklıkla rastlanılır.

11


12


Cinsellik filmde biraz bastırılmış bir tonda verilmesine rağmen fazlasıyla hissedilir. Grazia ve kocasının sevişme isteği tüm gizli tutma çalışmalarına rağmen “küçük” çocukları tarafından hemen anlaşılır. Çocukların akşam dolaşırken kızların peşine takılması ve onlara vücutlarını göstermek için ellerinden geleni yapmaları da cinselliğin keşfi konusunda sabırsızlığı hissettirir. İki erkek kardeşin büyük ablası yani Grazia’nın kızı da ilk ergenliği geçmiştir ve dolgun

hatlarını

gururla

sergileyen

giysilerle

dolaşmaktadır

etrafta.

Kardeşlerinin rahatsız olmasına rağmen şehre yeni gelen polis memurunun ilgisini çekmek adına repertuarındaki tüm zenginliği kullanır adeta. Fakat filmde cinselliğin en çok hissedildiği yerler ensestliğin de izleyiciye aktarıldığı sahnelerdir. Daha filmin başlarında avluda yuvarlanarak, yer yer sevişircesine 13


sert hareketlerde şakalaşanların hemen sonraki sahnelerde anne-oğul, abla-erkek kardeş olduğunu öğrendiğimizde biraz şaşırırız. Özellikle erkek çocuklarının annelerine olan sevgileri aşırı derecede sahiplenme, kıskanma ve hatta âşık olmaya kadar varmaktadır filmde. Grazia erkek çocuklarıyla sahile indiğinde külotları dışında çıplak olan çocukları gibi soyunarak suya girmek ister. Çocuklar bunu istemez bir gören olacak diye korkmanın ötesinde anneleriyle doğal bir şekilde yüzmenin gizli çekiciliğine kapılırlar. Yine büyük kardeşin annesinin ayak parmaklarına oje sürdüğü yatak sahnesi, O’nu tüm kasabadan saklaması ve sanki kaçırdığı kız misali yemek getirip, suyu taşıyıp onla ilgilenmesi ana-oğul sevgisinin ötesinde bir tutku gibidir. Kendisini bir türlü tekneyle

gezdirmeyen

balıkçı

kocasına

sinirlenen

Grazia’nın

Fransız

yelkencilerle açılma isteğine ilk karşı gelenler yine çocuklar olmuştur. Annelerini ikna edemeyen çocuklar kendilerini tekneye atarak en azından o yabancı erkeklerin anneleriyle ilgilenmelerine izin vermemişlerdir.

14


Grazia’nın balıkçı eşi filmde tutuculuk ve taşradaki bağnazlıkla karısına olan sevgisi arasında sıkışan ve bocalayan bir figürdür. Annesinin adama baskınlığı filmde sıkça görülür. Karısının hareketlerini onaylamayan kasaba halkının sözcüsüdür annesi ve Grazia’yı Milano’ya akıl hastalıkları tedavisine göndermek için sürekli baskı yapar. Karısını saf bir sevgiyle seven koca tutuculuktan kurtulamaz film boyunca. Karısının sık sık denize girmesi, limana rüzgârda uçuşan elbiseleriyle uğraması ve arkadaşlarıyla erkek erkeğe muhabbet ederken sohbete karışıp şarap içmesi adamın bocalamasına ve gitgide istemediği halde yasakçı hale gelmesine sebebiyet verir. Zaten karı-kocanın anlaşamadığı durumlar işte bu kasabanın değişmeyen kanunlarıdır. Büyük oğlunun taşla gözünden yaraladığı çocuk ve babası bunun hesabını sormak için geldiğinde 15


oğlunu hortumla dövmesi ve diğer çocuğa dövdürtmesi Grazia’yı rahatsız eder. Bir de bunun üstüne âşık olduğu oğlunu döven ve dövdürten babanın diğer babaoğlu kahve içmeye davet etmesi O’nu tümden çıldırtır ve evi dağıtmaya başlar. Ancak iğneyle sakinleştirilebilir. Film boyunca kasabanın yaşlıları başta olmak üzere balık temizleyen kadınlar ve balık yakalayan erkekler tekdüze yaşamlarına, yazılı olmayan kanunlarına boyun eğmiş gibidirler.

Huzuru kaçıran her şeye karşı tepkileri kesindir. Respiro’da bu tepkinin sembolü olarak köpekleri görürüz. Filmin başlarında çocukların oyunları esnasında köpek sesleri duyarız ancak kendilerini göremeyiz çünkü bir yere kapatılmışlardır. Daha sonra Grazia’nın onlara yemek götürmek isteğiyle oğullarını alıp oraya gittiğinde hayvanların öldürülmek üzere oraya tıkıldıklarını öğreniriz bekçiden. Kasabanın huzurunu ama gürültüleriyle ama başka bir şeyle kaçırmış olan bu hayvanlar topluca bir yere tıkılmışlardır. Köpekleri fazlasıyla seven Grazia sokaktan alıştırdığı iki tanesini avlusunda yıkadığı sahne önemlidir. Herkesin hor gördüğü hayvanları Akdeniz’in en önemli mekânı olan avluya alıp temizlemektedir. Daha sonra kocası o köpeklerden birini götürdüğünde Grazia’nın yine öfke nöbetine kapıldığını görürüz. Açık görünümlü ancak 16


duvarlarla örülü kasabada sıkışan Grazia kendi köpeğinin de alıkonmasıyla birlikte köpekleri kapalı tutuldukları yerden serbest bırakır, özgürleştirir. Ancak kasabalılar çatılara çıkarak tüm köpekleri kurşunlarlar. Köpeklere hoşgörüsü olmayan kasabanın artık Grazia’ya da hoşgörüsü yoktur ve onu da köpekler gibi uzak tutmak isterler, gitmesini arzularlar ve eşini buna ikna ederler. Kaçmayı başaran Grazia oğlunun yardımıyla bir mağarada saklanır ve kumsala bıraktığı elbisesini gören eşi ve kasabalılar bir anda onu “evliya”ya dönüştürürler. Bağnazlığın sonucunda inancın da ulaştığı boyutun taşlanması bağlamında Akdeniz sinemasının kodlarından bir diğeridir bu. Akdeniz sinemasında hayat veren ve hayat alan, kısacası doğumun ölümün gerçekleştiği deniz burada kasabalılar için ölümü çağrıştırır. Gerçek o olmasa da önce deli dedikleri ve hor gördükleri Grazia’nın deniz tarafından alınması O’nu evliyaya çevirir ve kasabalılar kumsalda şarap içerken eşi denize dalarak bir azize heykelini ağıt olarak bırakır. Filmin sonların inancın ulaştığı bir diğer boyut karşı çetenin mensubu çocukların kule yarışı için yaptıkları yığınların kasabalılar tarafından önce dilek ağacını andıran bir hal alması daha sonrada çok pagan inancını çağrıştıran bir biçimde ateşe verilmeleridir. Deniz “Respiro”da hayat veren-alandan öte huzur veren kutsal su izlenimi taşır. Grazia’nın bunaldığı her anda ya da boş bulduğu her anda suya girmesi bunun bir örneğidir. Akdeniz’in birleştiriciliği filmin sonunda etkileyici bir planla verilmiştir. Ateşe verilen oyun kulelerinden sonra karısını sularda gören eş, O’na doğru yüzmeye başlar, ardından tüm kasaba kendini suya bırakır. Önce eşler buluşur, sonrasında tüm aile ve kasaba denizde bir araya gelir. Bu sahnede Akdeniz’de arınan, huzura kavuşan ve birleşen bireyler, aileler ve kasabanın kendisi vardır. 17


18


Bastırılmış, Yabancılaşmış Amerikan Güzeli Pınar Avcı

1999 yapımı, 5 Oscar ödüllü “Amerikan Güzeli” filmi adını filmin hemen her karesinde de gördüğümüz bir tür kırmızı gülden ödünç almıştır. Ancak, Amerikan Güzeli’nin bir gül türü olduğunu bilmeyenler için bu isim, filmdeki güzel Angela ile özdeşleşmektedir. Eleştirmenlerin başarılı bir Amerikan Rüyası ironisi olarak niteledikleri film, dikkatli seyirciler için birçok ikincil anlamı ve mesajı da içinde barındıran zekice kurgulanmış bir yapıttır. Genel olarak, büyük bir kentin banliyösünde yaşayan, hali vakti yerinde, orta sınıf bir Amerikan ailesinin çalkantılı yaşamından kesitler sunan bu film, Amerikan rüyası ile yaratılan “mutlu” 19


Amerikan ailesine yapılan en güçlü eleştirilerden de biridir. Maskelerin düşünce insanların ne hale geldiğini çok güzel gösteren film, eşyaya olan fetiş tutsaklığı, mal mülk hırsını, çarpıtılmış başarı anlayışını, sıradanlaşan aile yaşamı arasında elinizden kayıp giden yaşamın yeniden keşfini vb çarpıcı bir şekilde perdeye yansıtırken; ölmenin huzur verici bir şey olabileceğini düşündürecek kadar da eleştiri sınırlarını genişletmektedir.

Filmi yabancılaşma açısından okuyacak olursak, özellikle diyaloglar başta olmak üzere, çözümlememizde yardımcı olacak birçok başka kaynak da (kullanılan görsel kodlar, jest ve mimikler, kişiler arası ilişkiler, ruh halleri vs…) bulabiliriz. Film, diğer tüm eleştirilerinin yanı sıra, yabancılaşma olgusuna da ayna tutan önemli bir yapıttır. Bu bağlamda değerlendirilecek olursa, birçok farklı yabancılaşma hali ortaya konabilir. Örneğin, daha filmin ilk dakikalarında duyduğumuz şu replikler ; “Bana örnek olan bir baba istiyorum. Sınıf arkadaşlarımı eve getirdiğimde arka odada mastürbasyon yapan bir baba 20


istemiyorum!” Jane’in babası Lester için sarf ettiği bu sözler bize, Lester’in babalık vasıflarına nasıl yabancılaştığını gösterir. Bir baba, baba olmanın getirdiği sorumluluk ve çizdiği sınırlarla kızının arkadaşlarına farklı bir gözle bakmaz ya da bakamaz. Arkadaşlarının da kızıyla eş bir konumda algılanmasıdır beklenen. Ancak Lester, yabancılaştığı babalık haliyle Angela’yı bir kadın, bir arzu nesnesi olarak düşünebilmektedir. Ayrıca bu durum, Lester’in kızına da yabancılaştığının bir göstergesidir.

Kızıyla arasındaki baba- kız ilişkisinin zedelenmiş olmasından ötürü, kızını kendinden bir parça olarak değil de aynı evde yaşadığı bir yabancı olarak algılamaktadır. Dolayısıyla kızının çevresindeki herkes ona yabancıdır. Başka bir yabancılaşma örneği ise, Lester’in kendisiyle hiç ilgilenmeyen karısı Carolyn’dir. Bahçesindeki gülleri budarken bile döpiyesler içinde gördüğümüz Carolyn, gerek kendine gerekse yaptığı işe ve o işin gerektirdiklerine karşı tam 21


bir yabancılaşma içindedir. Onu, filmin ilerleyen sahnelerinde yine bu tarz uygunsuz kılıklarda çeşitli işlerle uğraşırken görürüz. Örneğin topuklu ayakkabılarla

temizlik

yapmaktadır.

Bunun

dışında

Carolyn,

aşırı

maddiyatçılığıyla da dikkat çeker. Koltuğa bira dökülüp kirlenecek diye ortalığı yıkması, üzerinde oturduğu şeyi sıradan bir koltuk olarak görmeyip aşırı anlamlar

atfetmesi

onun

eşyaya

ve

eşyanın

varoluş

amacına

nasıl

yabancılaştığını gösteren güzel bir örnektir.

Lester, “Zamanında büyük bir şeyimi kaybettim ama onun ne olduğunu ben bile bilmiyorum. O şeyin eksikliğini daima içimde hissediyorum…” dediği sahnede kendine, kendi duygu ve düşüncelerine nasıl yabancılaştığını anlatmaktadır aslında bizlere. Artık yaşamı, kendi yaşamı olmaktan çıkmıştır. Nelerin yitirilip, nelerin kaldığının ayrımını yapamamaktadır. 22


Lester’ın kapı komşusu Jim ve diğer Jim ise, eşcinsel olmaları nedeniyle heteroseksüelliğe,

bir

anlamda

insanın

türsel

özelliğine,

yönelişine

yabancılaşmışlardır. Toplumca yaratılan kadın-erkek algılarına ve cinsiyet rollerine de yabancıdırlar. Bu bağlamda ahlak kurallarına da yabancılaştıkları söylenebilir. Genelin anormal bulduğu ve reddettiği bir durumu doğal kabul etmektedirler. Lester’ın diğer kapı komşusu emekli deniz albayı ise, filmin birçok sahnesinde eşcinselliğe karşıt duruşuyla yer alıp “Bir erkekle sevişeceğime ölürüm daha iyi!” derken, film sonunda Lester’a verdiği öpücükle asıl ruh halini ortaya koymuştur. İçinde bastırmaya ve görmezden gelmeye çalıştığı bir eğilim vardır ve bu büyük ölçüde homofobiye dönmüştür. Bu noktada, onunda kendi dürtülerine ve isteklerine yabancılaştığından söz edebiliriz. Film yabancılaşma açısından bunlar gibi daha birçok örneği içinde barındıran önemli bir yapıttır.

23


Bastırılmış Cinselliğin Türk Toplumu Üzerindeki Etkisi(1) Ümit Hüseyin Girgin Tutumların edebe uygunluğu bedenleri yok eder, sözcüklerin ağırbaşlılığı söylemleri tertemiz yapar. M. Foucault İnsanlık tarihinin kültürün alanına girmesiyle birlikte oluşturduğu toplumsallık ilkesi insanın bireysel olarak sahip olduğu biyolojik ve fizyolojik özelliklerinin ötesinde bir hayat sunmuştur kendisine. Bir kurallar ve düzenler birliği içerisinde ki insanın hayatı; belirli düzenlemeler, sosyo-psikolojik, ekonomik, kültürel sistemler aracılığı ile denetlenmiş ve içinde yaşanılan yaşam koşuluda bu kurallar bütününe uydurulmuştur. Cinsellik de bu toplumsal düzlemde kendisine yer edinmiştir. Her toplumunun kendi inançları, ihtiyaçları ve ayinleri çerçevesinde oluşturduğu bir cinsel davranış kalıbı vardır. Bu süreci etkileyen ekonomik, sosyal kültürel koşullar cinselliğin de o kültür çerisinde nasıl yaşanması gerektiğine dair önemli bir ipucudur. Toplum içinde cinselliğin doğru uygulanması ve devamlılığın sağlanarak ileri kuşaklara da aktarılmasını sağlayan bu kurallar kendi dışında kalan bütün düşünceleri aforoz eder. Bunları kendisine aykırı, yabancılaşmış görür. Bu bakımdan cinsellikten her toplumun hatta her bireyin ayrı ayrı ama görünürde bütün olarak yaşadığı bir deneyim olarak bahsedersek yanlış olmaz. İnsanlık tarihinde cinsellik çok önemli bir yer tutmuştur. Hatta öyle ki insanlık kendi kültür ve birikimlerini bir cinsellik miti üzerine kurmuştur. “Mit” kelime anlamıyla genellikle ilahiyata veya insana benzer davranışlar gösteren hayal ürünü yaratıklarla bağlantılı öykü anlamına gelir. Fakat daha kapsamlı bakarsak “mit”, belirli bir grup insanın, ya doğru kabul ettiği ya da batıl diye reddettiği bir inanç sistemini tanımlar.1 İnsanlığın ilk dönemlerinden hatta kadim dinden bu yana her iki cins arasındaki farklılıklar ve bunlar hakkında getirilen açıklamalar dikkat çekicidir. Kutsal kitapların kadın ve erkeğin oluşumu üzerine bahsettikleri çoğu şey birbiri ile temelde aynıdır. Yaradılış kanuna göre Havva ve Âdem ilk günahı işleyen insanlardı. Şeytan ile anlaşan yılanın sözüne kanarak; Âdem ile havanın günahı elma meyvesinde simgeleştirilmiştir. Elmanın yenmesi ile birlikte havada doğum sancıları başlar erkeğini arzular ve erkeği ile arasında bir efendi-köle diyalektiğinin başlamasını ister. Âdem ise 1

Kadın ve erkek olmanın tarihi-Milliyetblog.com

24


Havva’nın sorumluluğunu üstlenmek için acılara katlanmalıdır. Bu durum üremenin ve artık önünde durulamaz bir sürecin ana hatlarıdır. Elma utancın simgesi olmuştur. Birbirlerinden utanan Âdem ve Havva örtünme ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu büyük günah Hıristiyanlıkta İsa’nın gelişi ile affettirilmeye çalışılmış ve İsa kendini bu uğruda feda etmiştir. Kuran-ı kerim de ise her insan dünyaya günahsız gelir ancak bu geçmişte yaratılan yasak ilişkinin kurallarını aşacağı anlamına gelmez. Kutsal kitapların ayetlerinde de yer verdiği kadın ve erkek cinselliğinin düzenlenmesine ilişkin kurallar, meraklı antropologların araştırmaları ile sekteye uğrar. Yaradılış efsanesinde sözü edilen şeyler, kutsal kitaplar haricinde de daha birçok metne kaynaklık yapar. Burada dikkat çekici olan kadın ve erkek arasındaki cinselliğin erkek egemen bir konum içerisinde belirlenmesi ve hayatın idame ettirilmesinde bu ilişkinin devamlı korunması gerekliliğinin altının çizilmesidir. İslamiyet’te Hz. Muhammed’ in hadisleri buna örnektir. Hz. Muhammed kadın ve erkek ilişkilerinde erkeğin kadının çobanı olduğunu onların her şeyinden sorumlu olduğunu söylemiştir. Devamında erkeğin ve kadının toplumsal rollerini benimsemeleri ve birbirilerinin alanlarına girmelerini yasaklamıştır. Bunu da kadınların Allah tarafından zayıf ve narin erkeklerin ise onlara hükmedebilecek niteliklere sahip olduğunu ifade ederek meşrulaştırmıştır. Ayrıca Kuran-ı Kerim de bu durumdan açıkça bahsedilerek, hem cinsellik rollerinin değişmemesi hem de farklı cinslere duyulabilecek olan merak ve arzu lanetlenmiştir. ‘’Kadınlardan erkeklere benzeyenlerle; erkeklerden kadınlara benzeyenler bizden değildir." (Buhârî, Libas, 61)2 Bu ve bunun gibi örnekler her kutsal kitabın metinlerinde görülebilir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bunların ekseninde bakıldığında erkeğin egemen olduğu bir sistemin devamlılığını gelecek kuşaklara aktarma görevini üstlenen ve kaynağını mitlerden alan dinler günümüzde ki ataerkil düzenin bir simgesidirler. Oysa her mit ataerkil düzenin destekleyicisi değildir. Aksine bu gelişim çizgisinin anaerkil düzenden ataerkil düzene geçişini kanıtlayan mitlerde vardır. Malinovski’nin araştırmaları incelendiğinde dünya yüzüne çıkmaya karar veren ve yer altında kaldıkları sürece bedenlerini yineleyen ruhlar dünyaya bir kadın ve erkek olarak çıkmışlardır. Ancak bu iki cins arasında ilişki olmasına imkân yoktur çünkü bu iki insan kardeştir. Kadının amacı doğa tarafından hamile kalarak üretime yol açmak ve soyun devamlılığını sağlamak iken erkeğin görevi de onu korumak ve bakımını 2

www.delikanforum.net

25


ve ihtiyacını sağlamaktır. Anaerkil toplumlarda soyun devamlılığının garantisidir. Bundan dolayı kadın temel ilişkilerde de belirleyicidir. Kadın soyun devamlılığının garantisi olduğundan mülkiyet ilişkilerinde de ön plandadır. Potlach yani karşılıklı yükümlülük kuralları-evlenirken tarafların birbirine hediye alıp vermesi, maddi durumu daha iyi olan yerlinin toplu ziyafetler vermesi-ilkel toplumlarda kula adı verilen törenlerle yapılır ve kapitalizme kadar batı dünyasını Türk modernleşememesi ve Türk post-modernleşmesine (1980’ler) kadar da Türk dünyasını etkisi altına almıştır. İlkel toplumlarda kadın toplumsal işbölümü içerisinde kendisine biçilen işleri yapar. Bu da genellikle yemek pişirmek ve benzeri şeylerdir. Ancak bu kurallar çok katı değildir. Asıl önemlisi de bu kuralların işlemesi kadının topluluk içinde söz hakkı olmasına engel değildir. Peki, ne olmuştur da kadınlar zaman içersinde ki güçlerini yitirip doğrudan erkek egemen sistemin içerisine girmiştir. Kısacası bu durumu erkeklerin cinsellikte ve kadının çocuk yapımında belirleyici faktör olduklarının farkına varmasıyla yola cıkmış denebiliriz. İlkel toplumlarda cinsler arası ilişkiyi belirleyen ensest yasağı olarak bilinir. Hatta psikanaliz kuramı uygarlık ve Eros arasındaki ilişkiyi de buna bağlamaktadır. -Daha detaylı bilgi için Freud’un totem ve tabu üzerine isimli eserine bakılabilir.- Ancak ensest yasanın bir tabu olması ve kurallarla düzenlenip mitler haline getirilmesinin altında yatan neden düzensiz ve rastgele ilişkilerin engellenmek istenmesindendir. Uygarlaşma dendi mi bireye yönelen kendini kısıtlama basıncının sürekli artması ve yoğunlaşması anlaşılmaktadır. Böyle bakarsak ilkel toplumlarda kısıtlama düşüncesinin olduğu yanılgısına varır.3 Bugüne kadar hiçbir toplumda bir eylemin ya da düşüncenin yanlışlığı bu düşünceler uygulanıp da toplumu belirlemeden önce iktidarlar tarafından engellenmemiştir. Bu da demek oluyor ki aynı klana mensup insanlarda akrabaları ile cinsel ilişkiye girme eğilimi vardır. Bu durum ensest yasağının kurallar ile düzenlenmesinin nedenlerinden sadece birisidir. Ancak asıl önemli olan artan nüfusa oranla yiyeceklerin azlığı ve bunun sonucunda yerleşik yaşam sonucu tarıma geçilmesi dolayısıyla üretimin fazlalaşması olarak gösterilebilir. Üretim yapılan yerlerin özel mülkiyet olarak görülmesi ve toprakların bölünmemesi için çapraz evlilikler yaygınlaşmıştır. Bu çapraz evlilikler baba tarafından hala ve ya halakızları olmaktadır. Ensest yasak birinci dereceden akraba ile kurulan ilişkiyi yasaklamıştır.(anne, kız kardeş) Anaerkilden ataerkine 3

N.Elias- Zaman Üzerine. S41

26


geçiş mülkiyetin özelleştirilmesi ve erkeğin elinde bir iktidar kaynağı olarak görülmesi ile gerçekleşmiştir. Erkeğin her şey üzerinde hak edinme isteği bu hakkı kadın üzerinde de sabitleştirmiştir. Şimdi daha dikkatli gözlerle bakıldığında yaradılış tarihinde ve kutsal kitaplarda bahsedilen ve üzerine uygarlılar kurulan ensest yasasının mülkiyet ilişkilerinden kaynaklandığını ve bu yolla mitleştirilerek insanoğlunun zaman ötesi algılamasında bir yer edindiğini görebiliriz. İlerleyen dönemlerde cinselliğin, bastırılan bir arzu olarak üstüne düştüğümüzde aslında bu bastırmanın kocaman bir kültür olduğunu ve üzerimize yapıştığını gördüğümüzde daha da şaşırabiliriz. İnsanlık tarihinden günümüze doğru geldiğimizde cinselliğin her toplumun içsel dinamikleri ile ilintili olduğu anlaşılır. Batı toplumlarında ortaçağ kültürü cinselliği ilk çağ filozoflarına ve Antikite kültüründen daha farklı biçimde ele alınmıştır. Hiç kuşkusuz bunda Hıristiyanlık geleneğinin payı büyüktür. Antik Yunan düşüncesinde cinsellik hazların karşılanması olarak ele alınıyordu ve bastırılan bir şey olarak görülmüyordu. Hatta kendi düşüncelerini bastıran toplum bazen kendi yapamadıklarını tanrılarında somutlaştırarak onları kişiselleştirme yoluna gidiyorlardı. Bu yüzdendir ki tanrıların babası Zeus cinsel yönden oldukça iştahlı ve doymak bilmez bir tutum içinde yansıtılan bir tanrıdır. Bu cinsellik iktidar ve dünya üzerindeki erk kudretinin yansıtılması ile tamamlanmıştır (ayrıca antik Yunan kültüründe kadın haz duygusunun karşılığı değildir. İkinci sınıf insandır. Çünkü aşk duygusu kadına yönelik değildir. Bunun yerine küçük oğlanlarla kurulan ters ilişkiler mevcuttur). Ortaçağ düşüncesinin karanlık yönü kadını yalnızca bir misyonerlik anlayışı çerçevesinde görmeye devam etmiştir. Hiçbir hakkı bulunmayan kadın cinselliğini yaşması anlamında da bastırılmıştır. Hıristiyanlık öğretisinin geç etkileri ile birlikte doğan romantik aşk kavramı kadına olan ilginin bu sefer tam tersine yüceltilmesi durumu ile karşılaşmıştır. Kadın ulaşılamayan yüce olandır. Nietzsche ve Schopenhauer daha sonra bu durumun kıyasıya bir eleştirilerini yapacak olsa da bu belli bir dönem sınırları içerisinde kadına bakış açısını verir. Önüne geçilemeyen fuhuşu engelleyemeyen batı dünyası kadın ve erkeği evlilik bağları ile birbirine bağlamıştır. Aslında insanoğlunun tüm yaşamı dürtülerini ve onunla iç içe geçmiş tabularını sınırlamak onlara engel koymak sosyal yaşamı düzenlemek istenmiştir. Aslında bu durum kadim dinden bu yana uygulanan bir durumdur. Yaradılış tarihine ve ilkel kabilelerin mitlerine bakıldığında aslında babaerkli bir biçim de babanın kültüre egemen olduğu söylemlerden çok, kadın ve erkek arasında o malum ilişkiden doğan sorumluluğun yarattığı bir kültüre tanıklık ederiz. Bu kültürün 27


doğmasını sağlayan şey cinsel ilişki yasağıdır. Ama bu hep böylemidir. Aslında cinsel ilişki bir bakıma doğrudur. Ancak asıl olan ensest yasağıdır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken ve benim düşünceme göre de elma ile özdeşleşen ilk günah ensest ilişkidir. Yoksa kadınla erkeğin birbirleri ile ilişki kurmaları normal sayılmalıdır. Kendi kültürümüzü anlayabilmek adına batı Hıristiyan kültürüne gitmek ve orada bir şeyler aramak belki çok doğru görünmeyebilir, bu yazının bu anlamda yoldan sapması da muhtemeldir. Ancak dinler ve kurallar yüzyıllara dayalı egemenlik ve Potlach anlayışını bozamayacağına göre her iki kültür arasında ki benzerliklere değinmek gerekebilir. Bu bakımdan kısa bir Osmanlı-Batı karşılaştırması uygun karşılanmalıdır. Ortaçağdan beri kadın Potlach sistemine göre yaşanılan medeniyetlerde bir statü simgesidir. Kadının güzel ve zengin görünmesi her zaman erkeğin varsıllığının ne kadar çok olduğunu gösterir. Bu erkek için onurlandırıcıdır. Kadında bu onurun düzenli taşıyıcısı olarak gelmiştir günümüze kadar. Burjuva kültürüyle beraber tekeşlilik gelişmiş böylece kadının değeri nicelik düzleminden nitelik düzemline kaymıştır. 17 yy.dan itibaren cinselliğin merkezine ailenin oturtulması ile ana babalar ve eşler dışarıda doktorlara, eğitbilimcilere ve daha sonra psikiyatristlere dayanan içerideyse evlilik bağı ilişkilerini aşmaya, psikolojikleştirmeye yönelen bir cinsellik tertibatının aile içindeki amillerine dönüşürler4. Bu toplumsal rollerinden sıkılan kadınların bir kısmı feminist bakış acısından kıyasıya erkek egemen toplumu eleştirirken erkek kimliğinin değişemeyen hallerini es geçmiş bunun bir sistem sorunu olduğunu ve hem kadını hem de erkeği birbiri arasındaki cinslere karıştırdığını fark etmemiş. Bir yandan da sadece psikanalizin baba adı, kültür vb. kuramlarına gönderme yaparak ataerkilliği eleştirmişler. Bir bakıma kuramın yanlışları ile birlikte meşrulaştırılmasına da yol açmışlardır.

4

Foucalt Cinselliğin Tarihi s.84

28


Burjuva sisteminin cinselliği tıbbileştirerek herkes tarafından konuşturulmak istenilen bir söylem haline getirmesi en üst sınıflarda yankısını bulurken proletarya bu cinsel devrime ilk başta kayıtsız kalmıştır. Bu çok doğaldır birincisi proletarya burjuva sınıfı kadar bu işlere yönelecek bir bilinç düzeyi ve imkâna sahip değildi. Bu yüzden bu devrimde üst sınıfların alt sınıfları bilinçlendirmek yolu ile sonradan girişmiş olduğu bir çabanın ürünüdür. Proleter sınıfın burjuvanın cinsellik düşüncesine uzak kalmasının nedenlerinin başında da bu varsıllık ve yoksulluk durumları vardır. Sonuç olarak proleter sınıf bu cinsel hükümlere uymak zorunda bırakılmıştır. Burjuva sınıfı en büyük devrimci olarak gördüğü çocuğu ve onun cinselliğini denetim altına alarak ve cinselliğin çocukluktan itibaren bilinmesi gereken bir yer olduğunu öne sürmüştür. Bu öne sürme sonucunda cinsellik ve tıbbileştirme bilimi bir arada hareket ederek hem kadın cinselliğine hem de çocukların denetimine belirli bir anlamda gizem katmıştır. Bu gizem daha sonra ki dönemlerde çarpıtılmış ve arzulanan nesnenin hedefi erotizmin ortaya çıkmasında da sebep olacaktır. Bireye yönelik bu endişelerin sosyal düzlemde yürütülmesi ve iktidarların bireylerin cinsel yaşamı üzerindeki nüfuzsuz kullanımı cinselliğin dillendirilmesine her yerde konuşulmasına ama bir bakımdan da yüzyıllardır süregelen püriten baskının suskunluğunun yerini almasına yol açar. Püritenizm döneminde cinselliği tabu olarak gören bireyler şimdi de cinselliği çok konuşarak yok etmeye çalışmakta ve bir bakıma cinselliğin simülasyonunu tekrar tekrar canlandırmayı hedeflemektedirler. Böylece nesnesini kaybettiklerini düşündükleri arzularının 29


bu her haz alışta uysal bir dinginlikle kendilerine geri döneceğinin hayalini kurmaktadırlar.

Aile cinsellikle evlilik bağını değiş tokuş eder. Yasa ve hukuksallığın boyutunu cinsellik tertibatına ulaştırır. Haz düzen ile duyumların yoğunluğunu evlilik bağı düzenine taşır. Böylece yeni kahramanlar ortaya çıkar; eşcinsel, frijit vb… Bu figürler anormal cinsellik kaygısını evlilik düzeyine taşır. Evliliğin çeşitlenmesi sağlanır.5 Aynı zamanda bu çeşitlilik dışlanır ailenin içine sokulmaz. Görmezden gelinir. Ancak onlara yönelik ortaçağdan kalmış olan suçlamalar ve cezalarda büyük oranda yumuşatılır. Kısacası onlar toplumun görmek istemedikleridir. Yeraltında yaşarlarsa bir sorun yoktur. Evin modern bir biçimde inşa edilmesi 5

Foucault a.g.e s.84

30


geniş aile kurumundan çıkıp, evin içinde her odanın belli bir işlevinin olması çocuğun ve ebeveynin odasının ayrılması bu dönem özelliklerindendir. Mastürbasyon, bebek bakımı, yatak odalarının ayrışması vb. kurallar aileyi çoğul bölünmüş ve hareketli cinselliklerle dolu karmaşık bir şebekeye dönüştürür.6 Bu durum geçmişte her şeyi aile içinde öğrenen çocuğun cinselliğini bu sınırlardan taşarak kamulaştırılması anlamına gelir. Okullar, hastaneler, yurtlar aracılığı ile… Çocuğun içinde örtük biçimde bulunan cinsellik otoritenin denetimi ve yönlendirişi altında belli bir dönemde çocuk toplumsal olgunluğa ulaştıktan sonra cinselliği bir tehlike oluşturma özelliğini atlattıktan sonra ortaya çıkmasına izin verilen şeydir. Bu korku cinselliğin belli bir amca yönelik olmasının yokluğundan duyulan korkudur aslında. Cinsellik çeşitli düzlemlerdeki başarısızlıklarımızın bizden bekleneni ortaya koyamayışımızın endişe korkularımızın giderek, varoluşumuzun 7 olanaksızlıklarının ilacı olarak tanıtılıyor. Bu tıbbileştirme kültü psikanalizi ortaya çıkarmıştır. Psikanaliz M. Foucault’nun belirttiği kadarı ile bir itiraf kültürünün gelip dayandığı ve bunu arzu kuramı ile meşrulaştırdığı hatta bu durumun sadece burjuva ailelerinde yaygın bir şekilde yaygın olup proleter sınıflara gitmediği bir yerdir ilk başta. Aslında bu çok doğaldır hiçbir zaman proletarya ya da halk mucitlere ilk ulaşan olmamıştır doğal olarak cinsel ahlak da ilk olarak burjuva sınıfı üzerinde toplanmıştır. Yani birçok insanın yanıldığı gibi en üst sınıflar her zaman şaşaa ve cinsellik içinde değillerdir. Onların cinsel yaşamına gösterilen ilgi aslında biyolojik özelliklerin dışlandığı ve kültürel yolla bu sınıflara verilen ayrıcalığın bir göstergesidir. Kısacası insan yüceltmek ve farklı görmek ister. Bu yüzden de kendi basitliğini üst sınıflarda farklılaştırır. Bu normaldir; demokratik süreçler yenilikler en son halk tarafından kullanılır. Bu fotoğrafın bulunuşunda da böyle olmuştur. Ama bazen demokratikleştirme ve her şeyin istendiği kadar herkes kadar kullanılması sanatın basitleştirilmesi ve herkes tarafından yapılıyor olması gibi cinselliğin herkes tarafından konuşulmasına ancak tam da bu konuşmaların fazlalığı yüzünden cinselliğin kayıp olmasına yol açıyordur. Diğer yandan insanlığa ait temel argümanları içerdiğini düşünerek, Lacan’ın cinsellik ve kastrasyon, yarılma sürecine gönderme yapma zamanıdır. İnsan kültürün alanına girdiği ilk anda yarılmıştır. Bu yüzden geri dönüş yoktur ataerkil düzende ele alınan ilkel kabilelerden yana bu durum böyledir. Gerçi Malinovski’nin yaptığı araştırmalar ilkel kabilelerde anaerkil bir düzenin var olduğunu ve baba ile bir 6 7

A.g.e s.42 A.g.e s.83

31


kan bağı görülmediğini bize belirtse de sistematik olarak Lacan’ın bize verdiği vaaz önemlidir.

Modern toplumların özgüllüğü cinselliği gölgede bırakmak değil, onu tek biricik giz olarak öne çıkarma koşulu ile kendilerini sürekli cinsellikten söz etmeye zorlamalarıdır.8 Burjuva düzeni erkek egemen sistemi olduğu gibi dillendiren ve kendisini bir haz nesnesi olarak kadınlarla dolup taşmıştır. Kadın kendine düşen rolü öylesine benimsemiştir ki o artık mistik bir imge varlığı kadar yokluğu ile de akılları bulandırabilen bir türdür. Bu hali ile kadın egemen kültüre güzelliğini sunar ve bu güzellik her yıl yeniden yapılan güzellik yarışmaları ile yeniden yapılandırılır. Bir bakıma güzellik yarışmaları toplumda güzelliğe olan egemen bakış acısını sürekli hafızalara kazandırılması bakımından prime time da devamlı reklamı yapılan bir üründen farklı değildir. Bu durumda ürünün kendisini metanın kendisini de kadın olduğunu belirtmemize ayrıca gerek yok. Kısacası şiddetin her türünün evcilleştirilmesi estetize edilmesi gibi günümüzde kadın ve erkek arasında ki ilişkiler de estetize edilmiş bir parça bütünlüğü üzerinden işlemektedir. Dişil güzellik estetize edilmiştir. Bu estetize edilmiş cinselliği bir kurtuluş söylemi olarak kotaran ideoloji zaman zaman hala standartlaşmış erotik eğlencenin meşruluğunu sağlarken cinsellik konusunda

8

A.g.e. s.83

32


duyduğu kaygılar üzerine suskunluğu ve cinsellikten uzak durmayı yeğleyen öteki hareketlerin negatif kopyasından başka bir şey değildir9. Kadın kullanım değerini kendi dış görüntüsüyle sınırlı tutmayı öğrenince, gerek kendisine gerekse çocuklarını iyi kötü bir güvencenin içinde bulmakla kalmamış aynı zamanda sınırlı bir hürmet görmüştür.10 Bu durum kadının koşullara itiraz etmeme nedeni olarak anlaşılabilir. Herkes toplumsal rollerini benimsediğinde sorun nasıl olsa çıkmıyordur nasılsa! Foucault’nun belirttiği gibi püriten düzene bağlı cinselliğin yıllarca susturulduktan sonra her yerde her şekilde dillendirilmesinin altında yatan neden cinselliğin iktidarlar tarafından belirlenmesi ve aslında bu bilinen her şey üzerine yine dile getirilenle gerçek arasına büyük bir sınır koymaktır. Çok konuşmak da suskunluğun bir diğer belirtisidir. Yani kendine etki edeni anlayamamanın ve anlamlandıramadığı şeyi dile getirerek yok etmeye çalışmanın aslında Foucault’nun bu söylediği bir bakıma işin işten geçtikten sonra söylendiği bir ortamda yani cinselliğin yok olduğu bir ortamda cinselliği tekrar dile getirmektir. Bugün bizde de en azından modernleşmeye çalışanlarımızda cinsellik bilinen anlamı ile yok olmaya başlamıştır. Ancak Lacan’ın gördüğü kadar umutsuz göremeyiz olayı bu bağlamda (dille birlikte kültürün alanına girdiğimiz andan itibaren gerçeği kaybettiğimizi ve cinsel ilişkinin gerçekleşemeyeceğini söyler Lacan) çünkü kültürel ve toplumsal olan üzerinden konuştuğumuz sürece insan olmanın sınırlarına da ancak bu bozuk düzen içerisinde gidebiliriz. Tabi ki kendi cinselliğimizin sınırlarına da… ‘‘Kadının bedeni onun kaderidir oysaki erkek kazanmış olduğu başarı ile bedenini bütünleştirir.’’ Osmanlıda Kadın Batı’da 18. yüzyılda ve 1960’larda yaşanan cinsel devrim faaliyetleri Türkiye’de yaşanmamıştır Türkiye bir taraftan batılılaşmanın uygulandığı, diğer taraftan dinsel-geleneksel kültürel değerlerin korunmaya çalışıldığı karmaşık bir örüntü sergilemektedir.11 Bunun altında yatan nedenlerden birisi Osmanlı devletinden beri gelen kültürel muhafazakârlıktır. Müslüman olduğu kadar dinsel açıdan plüralist bir toplum olan Osmanlı devleti hakkında yazılı tarihimiz, saray-harem cinselliğinin göze çarpan hikâyeleri ve küçük oğlanlarla girilen cinsel ilişkiler 9 10 11

Roloff-Seeblen Erotik Sinema s.75 Roloff-Seeblen a.g.e s.59 (Onur, 2005; Ercan, 2005).

33


dışında kadınlara ve onların cinsellik hakkındaki düşüncelerini anlatan pek fazla resmi kaynak sunmamıştır bize. Harem cinselliği bazı kaynaklarca ele alınmasına rağmen halkın cinselliği nasıl yaşadığına dair çok fazla kaynak en azından batı toplumlarında ki gibi cinselliğin deşifre edilerek bir söylem haline geldiğini anlatan kaynaklar nadir olarak kamuoyunun önüne çıkartılır. Bu süreci açıklamak için insanüstü bir çaba ve araştırma ruhunun olması gerektiği muhakkaktır.

Yabancı kaynakların yaptığı araştırmalarında kanıtladığı üzere Osmanlı devletinde kadının yeri sanıldığı kadar arkada değildir. Radikal yazarı Avni Özgürel’e göre gerileme devrine kadar Osmanlı toplumunda kadınlar hemcinslerinden daha rahat ve özgürdür. Kadınların baskı altına alınmasını sağlayan durum taassup durumudur. Taassup; devletin askeri ve ekonomik açıdan zorlandığı dönemin eseridir. Kadınlar bu dönemde daha fazla baskı altına alınmıştır ki bu normal karşılanması gereken bir durumdur. Çünkü savaş ve darbe koşulları özel durumlar getirir. Bu durumda sadece kadının değil erkeğinde aynı baskıdan payını alabildiğini söylemek gereklidir. Bu durumda klasik yapılanmanın önüne geçen bir yorum okumamız mümkündür. Genelde Tanzimat dönemi ile birlikte kadının faal olduğu düşüncesi yanlış olmasa da eksik bir bilgi olarak tanımlanabilir. Osmanlı Devletinde evlenme, boşanma, miras konularında kadınlar mahkemelere başvurarak haklarını aramışlardır. Mahkemelere kadınların başvurmalarının başlıca sebepleri; İslam hukukuna göre hakları olan miras, nafaka ve mehir konusunda alacakları ve anlaşmazlıkları halletmek idi. Kadınlar, ekonomik hakları bakımından tıpkı erkekler gibi eşit haklara sahipti. Kazandığı para kendisine aitti ve dilediği gibi kullanabilirdi. Kadınların gelirlerinin başında, evlenirken nikâh akdi sırasında 34


belirlenen mehir, miras payı ve diğer yollardan elde edilenler bulunuyordu.12 Bunlara karşılık kız çocuklarının okuması pek mümkün değildi yalnızca şeyhülislamlığa bağlı şeriat hükümlerine dayalı ilkel bir din eğitimi alabiliyordu kız çocukları. Tanzimat dönemi tartışılan kadının varlığı kendi çağdaşı olan batı dünyasından hareketle yola koyuluyordu. Batılı kadının sosyal haklarını edinme çabası henüz sosyal hayatta ağır yükümlülükler altına itilmiş Osmanlı kadınından farklı bir yol izlemekteydi. Devamında 2. Meşrutiyetin ilanından sonra bu kısa süreli özgürlük ortamında kadınların kendi çabaları ile oluşturdukları, kurumlar, dergi ve dernek çalışmaları artmaya başladı. Bu çaba kadın oluşumuna yeni bir yol vermeye çalışıyordu. Tabi ki ilkel toplumlardan bu yana kültürün ve toplumun getirdiği normlara uyan insanoğlu buna ne kadar dayanacaktı şüphesiz tartışılır?

Aslında tarihe bakarken günümüzün gözlükleri ile bakmamız çerçevemizi daraltmaktadır. Geçmişe bakarken yapmaktan kurtulamadığımız hatalardan birini tekrar eder bu süreç, tarihi kendi çağımızın anlamlandırmaları ile okumak bu büyük bir yanılgıdır. O yüzden belki modern dünyaya göre kadın haklarının olmadığı bir toplumdu Osmanlı İmparatorluğu ancak kendi doğru gördüğü ahlaki ve hukuki süreçler içerisinde kadına hak verdiğini düşünmüş bile olabilir. 12

www.tarihcininyeri.com

35


Osmanlı devletinde kadının yeri devlet tarafından belirlense bu durum kadının ikinci sınıf bir vatandaş olmadığı ve cinselliği bilmediği bastırmadığı anlamına da gelemez.

Osmanlı döneminden tartışmaya başlamışken bugün Türkiye de modern olarak tanımlanan ve muhafazakâr kadının örtünme pratikleri, türban konusunun altında da aslında dinsel açıdan bugün algılandığı ölçüde çarpıtılmış bir durum olmadığını görürüz. Aslında önemli olan modern batıda çökmüş olan din kurumunun yerine geçen simülasyonlar silsilesinin yerini bizde de aynı pozitivist anlayışla Müslümanlık dininin yerine geçen olguda aramak gereklidir. Bugün bizde de din çoğu kesim tarafından yapılan yükümlülüklerin yerine getirildiği bir alan ve bu sistem içerisinde din bir ödev bir sınav sistemi gibidir. Buna en küçük örnek ramazan boyunca namaz kılıp oruç tutan hemen ertesinde sanki büyük bir ödevden çıkmış gibi içkiye dönen ikiyüzlülüktür. Din bu şekilde ele alındığında zorlama gibidir. Önümüzdeki ay Batıda Gerçekleşen Cinsel Devrim ve Bu Devrimin Türk Toplumuna Etkileri’yle devam edeceğiz aziz dostlar.

36


Emekçi Kadınlar Günü Ya Da Cinsel Ayrımcılık Üzerine Bir Deneme Melih Öncel 20 yy. başı, Amerika’da bir eylem. New York sokaklarında, haklarını ve emeklerini korumak için yürüyen çoğu kadın; işçiler. Çalışma koşullarının iyileştirilmesi adına yapılan bir eylem. İşçiler, işyerlerine yürüyorlar, endüstrileşmeyle artan patronların gücüne karşı bir güç olarak; fakat sadece kendi çıkarlarını düşünen kapitalizm, bu sefer de eylemin yayılma korkusuyla işçileri fabrikaya hapsediyor. Kapılar kitleniyor, barikatlar kuruluyor. Yüzden fazla işçi kapalı kapılar ardında haklarını arıyor hala. Kazara bir yangın çıkana kadar… Emekleri uğruna eylem yapan insanlar bu sefer canları uğruna kaçmaya çalışıyorlar; fakat kapılar hala açılmıyor. Yüzden fazla işçi orada yanarak can veriyor. Neredeyse yüzyıl sonra Türkiye’de işçiler, kadın emekçiler ölmeye devam ediyorlar. 19 yaşındaki bir kız, hayalleriyle birlikte işine gidiyor. Hayalindeki meslek için ilk adımlarını atıyor yağmur altında. İşe bir hafta önce başlayan başka bir genç kız hala heyecanlı ve de mutlu ailesine destek olabileceği için. 5 çocuk annesinden, lise öğrencisine 8 farklı kadın 8 farklı hayat var o gün o yağmur altında işe gitmeyi bekleyen. Diğer tarafta ise kadını, işçiyi bir meta olarak gören sistem var. 8 kadını aslında mal taşınan “servis arıcına” doldurup işe götüren sistem. Yağmurun yarattığı selle makyajı akan ve gerçek yüzü ortaya çıkan bir düzen… Suların dolduğu aracın içinde boğulan hayatlar. İstanbul’da bir tekstil firmasında çalışan emekçi kadınların yitip giden hayalleri… Amerika’da yaşanan olay, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne ilham olan olaydır. Emekçi kadınlar günü, 1910 yılında alınan bir kararla kutlanmaya başlayan, kapitalizm koşullarında çalışan kadınların mücadelesini simgleyen bir gün olmuştur. Yüzyıl sonra Türkiye’de yaşanan olaysa kadına hala değer verilmediğini göstermektedir. Ayrıca açılan davada duruşmalardan sonra tekstil fabrikasının patronunun ceza almaması, emeğe ve insana yaklaşımı ortaya koymaktadır. 37


Yazıma bu iki olayala başlamamın nedeni kadınlar gününün git gide anlamını yitirmesinden kaynaklanıyor. Toplumda, kadınlar gününün bir zamanlar emekçi kadınların baş kaldırısı olduğu bile bilinmiyor. Kapitalist sistemin sadece kadınlara yönelik yeni reklamlar ve kampanyalarla karşıladığı kadınlar günü, tarih boyunca yaşanan ayrımcılığın simgelendiği bir gün olmaktan çıkıyor. Sömürüye, eşitsizliğe ve ayrımcılığa karşı oluşturulan bu günü farklı kesimler de farklı değerlendiriyorlar. Sol kesim bu günün emekçi kısmını vurgularken, feminist düşünce ise buna karşı çıkıyor ve bu söylemin kadınların sosyal ve ekonomik alanlardaki ezilişinin cinsiyetle ilişkisini silikleştirdiğini savunuyor. “Sadece emekçi kadının mı sorunu var, kadın her türlü sosyal sınıfta ezilmiyor mu?” denilebilir. Ne yazık ki bu böyledir de; diğer taraftan bu özel günün çıkış noktasını bilmemek de gücünü hafifletmek olacaktır. Kapitalizmin en tehlikeli yanlarından biri, tek tip bireyler yaratması, kavramların içini boşaltması ve bununla hedeflediği tek şeyin tüketimi arttırmak olmasıdır. Bu günün önemini bilmeyen kadın erkek herkes, ne yazık ki kapitalizmin bu amacına katkıda bulunmaktadır. Bu durumun böyle devam etmesi de farklı sınıflardaki kadınların farklı sorunlara sahip olmasını ve sorunlarının devam etmesini sağlamaktadır. Tarihi bir kenara bırakıp, hazır söz açılmışken Türkiyede ki cinsel ayrımcılığa ve hala devam eden çağ dışı sorunlarımıza da değinmek istiyorum. Günümüzde ki kadınlar gününü ve anlamını düşünürken, aklımın başka bir yöne kaydığın fark ettim. Kendi çevrem de dâhil olmak üzere sosyal ve ekonomik olarak daha özgür ve daha eğitimli kişilerin bile bu günün tarihini bilmediğini, sadece alış veriş yapılacak başka bir bahane olarak gördüğünü düşünmeye başladım. Tarihinin ve gerçek anlamının yanında bilmedikleri bir diğer gerçekse aslında kendilerinin de her an ayrımcılığa maruz kalıyor olması. Bu ayrımcılık eğitim sistemimizden, aile yaşantımıza kadar uzanıyor. Çocuklara kadın cinsiyeti, elinde bebekle ve çoğu zaman sadece çocuk olarak resmedilerek sunuluyor. Evimize kadar giriyor daha sonra; ailelerin çocuklarını korumak uğruna yaptıkları yasaklara dönüşüyor. Üniversiteye giden bir insana bile dışarı çıkmayı yasaklıyor. Babası, kızını korumak için hayatı yaşamasına izin vermiyor. Bu birçok kesimde görünen bir sorun. Laik ya da dinci, modern ya da yobaz...

38


Ne demek istediğimi daha iyi anlatmak için başka bir noktadan devam etmek istiyorum. Özgürlükçü(!) başbakanımız Erdoğan, kızların okula gönderilmesini amaçlayan kampanyalara karşı çıkarak ailelerin erkek yöneticiler ve öğretmenlerden korktuğunu söylüyor ve okullarda yurtlarda erkek ve kız öğrencilerin bir arada kalamayacağını dile getiriyor. Çözüm olarakta erkek ve bayan öğretmenlerin ve müdürlerin farklı yerlerde görev yapmasını öneriyor. Bu öneri, bazı sapık yaklaşımlardan kurtulmamıza neden olabilir; fakat ya sosyal hayatımız? Bunun devamında gelen süreç şu olacaktır: kadınların sözlü ya da fiziksel taciz yaşadıkları için sosyal hayattan uzalaşması (otobüslerden gece hayatına kadar), kadın hastaların rahatsızlık duyduğu için erkek doktorlardan kaçınması ve bunun sonucunda doktorların ikiye ayrılması... Ailelerin de çocuklarının başına geleceklerden korkup onları korumak adına eve kapatmaları da bu durumun bir parçasıdır. Peki, bunun sonuçları ve çözümü ne olabilir? Bizler kadınla erkeği yıllar boyunca ayrı tutmuş bir toplumdan geliyoruz. Cinsiyetler yaşadıkları sorunları aslında bu ayrılığa borçlular. Sapıklık diye değerlendirilen durumlardan, sokakta mini eteğe laf atmalara kadar her eylem kadın ve erkek varlığının birbirinden ayrı tutulmasına, gelişim süreçlerinde birbirlerini görmemelerine bağlıdır. Davranış bozuklukları, cinsel, ruhsal ve duygusal tüm sorunlar buradan kaynaklanmaktadır. Çözüm erkekle kadını ayırmak değil bir arada tutmak, birbirlerinden öğrenmelerine ve ruhsal olarak gelişmelerine izin vermektedir. Ayrı kalmışlık ayrıca kadının erkeğin gözünde ki mal imgesini güçlendirmiş, ona sahiplenmeyi arttırmış ve hatta “dayak cennetten çıkmadır” ya da “kızını dövmeyen dizini döver” gibi atasözleriyle de kadına karşı şiddeti toplumsal bir onaya dönüştürmüştür. Toplumdan yıllarca ayrı kalan ve metalaşan kadın, Cumhuriyetle beraber toplumda daha çok görünmeye başlamış ve Türk toplumu beraber yaşamayı öğrenme sürecine girmiştir (bu öğrenim süreci hala devam etmektedir). Eğitim bu öğrenme sürecinin en önemli noktasıdır. Son bir kaç cümlemde Türkiyede ki dogma eğitim sistemini, öğretmenleri ayırmayı makul gören yaklaşımı düşünürken Köy Enstitülerine de değinmek istiyorum. Enstitülerde karma bir yerleşkede beraber kalan ve beraber öğrenim gören öğrenciler aydınlanmayı yaymak için yola çıkmışlardı. Bu karma sistem ve beraber yaşam, 39


kapatılmalarına giden yolda en güçlü bahane oldu. Bu durum kadının toplumdaki yerinin kuvvetlenmesi önünde öyle bir vakit kaybıdır ki töre cinayetleri ve şiddet 21. yüzyılın modern Türkiye’sinde hala devam etmektedir.

40


Cazibenin ve Şehvetin Tanrısal Baskıyla Savaşı: Lilith Pınar Avcı İnsanlık tarihinin Âdem ve eşi Havva ile başladığı sanılır hep. Batı uygarlığının en temel efsanelerinden biri olan Âdem ve Havva’yı herkes bilir. Çağlar boyu Batı ve Yakındoğu kültürlerindeki kadın ve erkek rollerinin belirlenmesinde bu kadar etkili olmuş başka bir efsane daha yoktur... Hepimizin tek tanrılı dinlere uyarlanmış biçimiyle bildiği bu hikâye aslında çok daha eski zamanlara dayanır ve daha da öncesi vardır. Tarihle mitolojinin karıştığı çağlara dayanan bütün öyküler gibi bununda birçok değişik ve sayısız yorumu anlatılagelmiş. Tarih araştırmacılarının arkeolojik bulgular ışığında mutabık kaldığı en eski sürümlerinde, olaylar hepimizin bildiği şekliyle gerçekleşmiyor oysa... Tanrı insanı başlangıçta çift yaratır. Çiftin erkeği bildiğimiz Âdem (ki Gılgamış Destanı’nda adı Mana olarak geçmekte) ; kadını ise Lilith’dir*. Her ikisi de balçıktan yaratılmış ve Tanrı’nın nefesiyle hayat bulmuşlardır. Lilith ve Âdem cennet bahçesinde birlikte yaşamaya başlarlar, ama bu mutlu bir beraberlik değildir. Anlaşmazlık sebepleriyse çağımızın boşanma davalarında ileri sürülenlerden pek de uzak değildir; şöyle ki, Âdem Lilith’in olaylara neden kendisinden farklı yaklaştığını anlayamaz; onu kendisine hizmet etme, bahçeyi bakımlı ve düzenli tutma konusunda tembel ve isteksiz olmakla suçlar... En önemli ve üzerinde en çok durulan sorun ise Âdem’in, cinsel ilişki sırasında Lilith’in sürekli altta olmasını istemesidir ve bunu kadına olan üstünlüğünün gereği olarak görür. Lilith ise sürekli altta olmayı aşağılayıcı bulur ve ikisinin de eşit yaratıldığını söyleyerek itiraz eder. Aynı topraktan yaratılmışken, erkeğin 41


üstünlük taslayıp kendisine hükmetmeye çalışmasına bir anlam veremez. Âdem ise kendini, bağışlayan, bereketli gökyüzüne; Lilith’i de ürün veren toprağa benzeterek bu şekilde birleşmek konusunda diretir. Lilith kabul etmezse eğer Âdem’in kendisine zarar vereceğini anlayıp bu şekilde yaşayamayacaklarına karar verir. Tanrı’nın söylenmemesi gereken gizli adını haykırarak (ki bu isim cennetten çıkış için tek yoldur), kanatlanıp göğe yükselir ve yeryüzünde Kızıldeniz yakınlarında bir bölgeye inerek orada yaşamaya başlar.

Kendisine sunulanları reddedip cenneti terk ettiği için artık yeri dışlanmışlar arasındadır. Çevresindeki cinlerle ve cinlerin kralı (ki şeytanın da ta kendisi) olan Şamael ile ilişkiye girer, onlardan cin çocuklar doğurur, hem de günde yüz çocuk gibi yüksek bir oranda... İnanışa göre, dünyada kötülüklerin bu kadar yaygınlaşmasının sebebi de budur.

42


Cennette yalnız kalan Âdem ise, Lilith’i geri getirmesi için Tanrı’ya yalvarmaktadır. Tanrı Senoy, Sansenoy ve Semangelof isimli üç meleğini Lilith’e gönderir ve geri dönmesini ister; ancak Lilith reddeder. Melekler Lilith’i Kızıldeniz’de boğmakla tehdit eder, ama Lilith gücünün farkındadır. Onlara Tanrı’nın gizli adını bildiğini ve eğer kendisini rahat bırakmazlarsa, gelecekte doğacak tüm bebekleri öldüreceğini söyler. Melekler de onu, her gün doğurduğu yüz çocuğu öldürmekle tehdit eder ve sonunda bir anlaşmaya varılır. Buna göre, Lilith çölde yaşamaya devam edecek ve karşılığında üzerinde Lilith figürlü nazar boncuğu taşıyan bebeklere dokunmayacaktır. Anlaşma

yapılmıştır;

ancak

meleklerin

anlaşmayı

çocuklarından bir kısmını öldürmüş olması

sağlayabilmek

için

Lilith’in canını fena halde

yakmıştır. Lilith, duyduğu acıyla bundan sonra Âdem soyundan gelen bütün insan yavrularının, hamile ve doğum yapmakta olan kadınların baş düşmanı olmaya yemin eder. Erkek çocuklarının, doğduktan sonra ilk sekiz gün içinde; kız çocuklarının ise ilk yirmi gün içinde canını alacaktır. Sadece yakınlarında üç meleğin adı ya da sureti bulunan çocuklara dokunmayacaktır. Lilith’in dönmesinden umudu kesen Tanrı, Âdem uyurken onun kaburga kemiğinden Havva’yı yaratır (ki Gılgamış Destanı’nda adı Heva olarak geçer). Lilith’den dolayı başı bayağı ağrıdığından, Havva’yı Âdem’den yaratarak ona karşı çıkmayacağını; eşitlik iddia edip asi olmayacağını düşünmektedir. Havva, Lilith’e o kadar benzemektedir ki, Âdem uyandığında yanında bulduğu kadının bir başkası olduğunu anlamaz ve ona karşı çıkmayışını da “nihayet üstünlüğümü anladı ve yola geldi” şeklinde yorumlar.

43


Buraya kadar anlatılanlar hikâyenin Gılgamış Destanı, Kabala, Talmud, Ölü Deniz Tomarları, Tevrat gibi mitolojik ve dini metinlerde üç aşağı beş yukarı aynı şekilde yer alan halidir. Lilith, özellikle Musevilik öncesi ve sonrası Yahudi mitolojisinde önemli bir yer tutar. Bu inanışın etkileri Hıristiyanlıkta ve çok az da olsa ilkçağ mitlerinden en arınmış din olan İslamiyet’te de sürmektedir. Buradan sonra anlatılanlar çoğu insan tarafından tepkiyle, önyargıyla karşılanacak ama eğer isimlere ve kişilere takılmaz olaylar üzerinden gidersek, neredeyse aynı mantıkta benzer bir hikâye Kur’an-ı Kerim’de de karşımıza çıkmakta... Araf, Bakara, Ta-ha surelerinde birçok ayette anlatıldığı gibi; Allah, Âdem ve eşine cennet bahçelerinin tüm nimetlerini bahşetmiş ancak bir tek ağaca yaklaşmalarını yasaklamıştır. Eğer o ağacın meyvesinden tadarlarsa zalimlerden olacakları yolunda onları uyarmıştır. Ve şeytan, “Rabbiniz size o ağacı melek olmayasınız ve burada sürekli kalmayasınız diye yasakladı; o ağaç sonsuzluk ağacıdır ve çökmesi olmayan bir saltanattır” diyerek onları yoldan çıkarmıştır. Âdem ve eşi ağacın meyvesinden tatmışlar ve kendilerine ayıp yerleri 44


gözükmüştür. Devamında da herkesin bildiği gibi cennetten kovulmuşlardır. Dikkat çekici olan şu ki; Âdem’den tüm ayetlerde adıyla bahsediliyor, ancak sıra Havva’ya geldiğinde hep eşi olarak nitelendiriliyor. Yani bu eşin Lilith olmadığı Kur’an’da yazmıyor. Diğer taraftan bu güne kadar, biz hep yasak ağacı ağaç, meyveyi de meyve olarak düşündük. Hatta birçok tasvirde o meyve elma olarak geçer. Oysa onlar belki de sadece birer simge... Şöyle ki, Âdem ve eşi başlangıçta ayıp yerlerini görmemekteler, yani çıplak olduklarının farkında değiller ve şeytan onları sonsuzlukla, çökmesi olmayan bir saltanatla kandırıyor... Satır aralarını okursak, şeytan onlara ölümsüzlüğü vaat ediyor. İnsan için ölümsüzlüğün anlamı ancak soyunun devam etmesi olabilir ki; bu da ancak üremeyle mümkündür. Yani tadına bakılan, meyve değil cinselliktir. Şeytan Âdem ve eşinin cinselliği keşfetmesini sağlıyor ve insanoğlu bu yüzden günahkâr olup cennetten kovuluyor. Tıpkı, diğer mitlerde Lilith’in cinselliği yüzünden günahkâr olması gibi... Tekrar Lilith’ e dönecek olursak... Lilith, artık kesinlikle kötülerin safındadır. Bütün insanoğullarının ve kızlarının başına gelen nice felaketin sebebidir. İnsanlara yaptığı kötülükler saymakla bitmez... Beşikteki bebeklerin sebebi açıklanamayan ani ölümlerinin baş sorumlusudur. Hamile ve doğum yapmakta olan kadınlara musallat olarak düşüklere, ölü doğumlara ve annelerin ölümüne sebep olur. Yalnız yatan erkekleri uykularında baştan çıkararak gördürdüğü erotik düşlerin verimiyle hamile kalır ve cin nüfusunun artmasına katkıda bulunur. Aynaları yurt edinip özellikle aynaya fazla bakan kadınları kendi safına çeker. Çoğu metinde ondan, kötü bir cin, gece canavarı, dişi bir şeytan olarak bahsedilir. Aynalar ve kadınlar hakkındaki

inanışın

bir

benzerineyse

İslam

inancında

rastlanır.

Hz. 45


Muhammed’in bir sahabesince anlatılan hikâyeye göre; bir gün şeytan, Allah’tan aldığı izinle Muhammed’e ve etrafındakilere gözükmüş ve kendisi hakkında bilgiler vermiştir. Öyle ki, her kadının kalktığı yere bir şeytan oturmaktadır ve her kadın kucağında bir şeytan taşımaktadır; bu onu bakanlara güzel gösterir ve erkekleri baştan çıkartır. Lilith isim olarak İslam inancında yer almasa da, benzer inanışlar altında hemen her yerde karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki, Lilith ilk katil olan Kabil’in de annesidir. Vampir metinlerinde Âdem ve Lilith’in çocuğu olan Kabil, Caine olarak geçer. Caine bir kıskançlık sonucu kendi kardeşini öldürerek Tanrı tarafından lanetlenmiş ve cezalandırılmıştır. Caine sonsuza dek tekrar güneş yüzü görmeyecek ve kana susamışlığın azabını çekecektir. Böylece anne babasının topraklarından sürülür ve Lilith’i bulmak için Kızıldeniz’e gider. Lilith ona kanın gücünü öğretir. Kanı kullanarak mistik güçleri nasıl uyandıracağını ve insanları kendi cinsinden varlıklara nasıl dönüştüreceğini öğrenen Caine, başta kendi gibi lanetli varlıkları dünyaya yaymanın yanlış olduğunu düşünerek kabuğuna çekilir. Ancak zamanla yalnızlıktan sıkılır ve 3 kişiyi kendi gibi vampire dönüştürür. Zaman içinde 3 kişi 13 kişi olur. Bu 13 vampir zamanın ilk insanları arasında özgürce dolaşarak umarsızca beslenmeye başlar. Olup bitenler karşısında çılgına dönen Caine, daha fazla vampir yaratılmasını kesin olarak yasaklar ve tüm vampirleri yanına alarak bir şehir kurar. Bu şehirden dini metinlerde Lilith’in şehri Lilattah olarak bahsedilir. Ne ki, bir süre sonra barış bozulur, şehir bilinmeyen bir sebepten ötürü yıkılıp yok olur ve bu yıkımda vampirlerin birçoğuyla beraber Caine’in ilk üç çocuğu da kaybolur. Böylece tarihin en güçlü vampirleri ortadan kalkar ve vampirlerin sayısı tekrar 13’e düşer. Bu 13 vampirse günümüzdeki vampir klanlarını oluşturur. 46


Lilith, çağımızda süregelen birçok batıl inanışında başlıca kaynaklarından biridir. Hamile, loğusa kadınların ve bebeklerinin üzerine ve çevrelerine nazarlıklar takma, muskalar yazma, tütsüler yakma; aynaların kullanılmadığı zamanlarda yüzü duvara dönük saklanması; çocuklara Dursun, Durmuş, Satı, Satılmış, Hediye gibi isimler koyarak bebeğe musallat olabilecek kötü ruhları bebeğin aslında o aileye ait olmadığına inandırıp kandırmak isteği; 13 sayısının uğursuzluğu inancı; Yahudi mitine göre Lilith’in “El Broosha” isimli siyah bir kediye dönüştürülmesinden gelen, siyah kedilerin uğursuzluğu inancı; Musevi dininde erkek çocukların doğduktan sonra ki ilk sekiz gün içinde sünnet edilmeleri; erkeğin normal ve yasal sayılan cinsel ilişkiler dışındaki sperm üretiminin hala birçok yerde utanç, korku ve suçluluk kaynağı olması; evlilik, cinsellik ve günlük yaşamla ilgili sayısız adet, gelenek ve tabu;

bu eski

inanışların günümüze yansımalarıdır.

47


Lilith, çağlar boyu kadınlara atfedilebilecek bütün olumsuz sıfatların taşıyıcısı olmuştur ve yalnızca eski Mısır metinlerinde, kendisinden bir tanrıça ve eşi olmayan bir güzellik olarak bahsedilir. Öyle ki, bir kamış kadar ince olan tanrıçanın vücut hatları mükemmel, göğüsleri fildişinden bir çift meyve gibi diri, elleri ve ayakları küçücüktür. Saçları gece kadar siyahtır ve yedi lüle halinde belinden aşağıya sarkar. Yanakları gül pembesi, dudakları parlak kırmızı ve dişleri parıldayan bir dizi inci gibidir. Uzun, ipek gibi kirpiklerinin altında siyah, badem gibi gözler ışıl ışıldır. O denli güzeldir ki bakanın aklını başından alır. Yalnızca Mısır metinlerinde bu denli güzel tasvir edilen Lilith büyük ve 48


görkemli kanatlara sahiptir. Ancak diğer inanışlara baktığımızda, Lilith karşımıza tarifi imkânsız bir çirkinlik olarak çıkar. Kimi kaynaklara göre ateştendir, kimilerine göre yılan kuyrukludur, kimi yerdeyse belden aşağısı kıllı bir keçi vücududur. Bu tasvirler gibi sıfatları da kötüdür. Birçok kaynakta baştan çıkarıcı, cadı, vampir, cinlerin başı, dişi şeytan gibi unvanlarla nitelenir. Babil metinlerindeyse büyük tanrıça İştar’ın tapınak fahişesidir. Ancak bilinmelidir ki eski doğu dinlerinde İştar, şehvetli aşkın, tutkunun ve baştan çıkarıcılığın tanrıçasıydı ve bu özellikleri nedeniyle fahişelerin, özelliklede kült olan tapınak fahişelerinin koruyucu tanrıçasıydı. Eski Babil’de tapınak fahişeliği meşru bir işti ve kutsal sayılırdı. Yani günümüzde algılandığı şekliyle aşağılayıcı bir durum değildi; aksine ülkede yaşayan her kadının bir kez yapmak zorunda olduğu, simgesel olarak tanrının eşi haline gelinen ve kadını yücelten bir ibadetti. Lilith de bu tapınağın en önemli ismiydi. Saf, edilgen, cinselliği ancak yasak meyveyi tadınca öğrenen Havva’nın tersine Lilith başından beri gücünün ve cinselliğinin bilincindedir. Yeri geldiğinde de kullanmaktan çekinmez. Din ve ahlak kurallarını yaratanlarca oluşturulmaya çalışan uysal, söz dinleyen, erkeğe bağımlı, çilekeş, kanaatkâr ‘iyi’ kadının tam tersidir. Kendi başına buyruk, denetlenemez ve zapt edilemez olduğundan özellikle tek tanrılı din bilgelerinin sürekli baskı altına almaya çalıştığı kötülük kaynağı kadının bir örneği, erkeğin kadına ve cinselliğe duyduğu korkunun bir simgesidir aslında. Doğallıkla da ölümlü iyi insanlar arasında yeri yoktur, o kötülüklerin geldiği karanlık güçlerin dünyasına aittir... Lilith, erkek egemenliğini reddedip eşitlik mücadelesi veren bir kadın olduğundan, günümüzde bazı kesimlerde bir feminist idol haline geldi. Lilith’e 49


‘dünyanın ilk feministi’ olarak itibarı iade edilmeye çalışılıyor. Böylesine olumsuz imaja sahip pagan dönem kökenli bir figürün yeniden öne çıkarılması kilise ve dindar çevrelerin tepkisini çekse de, ABD’li Yahudi feministler ‘Lilith’ isimli bir dergi çıkarıyor; sadece kadın müzisyenlerin katıldığı ‘Lilith Fair’ isimli gezici bir müzik festivali düzenleniyor; alternatif dinler kurmaya çalışan kimi New Age grupları kendilerine bir ‘Lilith’ kültü yaratıyor; iki Alman, bir Türk, bir Kürt ve bir Zaza kadından oluşan grup kendilerine ‘Lilith’ adını veriyor ve Türkiye’de dâhil birçok ülkede albümlerini piyasaya sürüp her dilden kadın şarkıları söylüyor. Şimdiye kadar erkekler tarafından yazılmış tarihte, olumlu kadın figürlerinin olumsuzlara oranla ne kadar az olduğunu ve olumlu model olarak sunulanlarında günümüz kadınına ne kadar hitap ettiğini düşününce bu pek de tuhaf karşılanmaması gereken bir durum. Artık kadınların tarihi de yeniden gözden geçirilip farklı bir gözle değerlendiriliyor. Eski dinleri ve efsaneleri yeniden yorumlamak da günümüzün post modern akımlarının bir parçası... Bilim ve teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, genlerimizde ve bilinçdışımızda hala yüzyıllar, belki de bin yıllar öncesinden gelen korkuların, inanışların tortusunu taşıyoruz. En okumuş, en aydın, en kültürlü geçinen insanların bile hala nazar boncuğu taşımak, fal baktırmak gibi batıl kabul edilen inançlardan vazgeçmediği; sanayi toplumunun bütün nimetlerinden yararlanan bireylerin bir yerden sonra çevrelerindeki maddiyatçı dünyadan bunalıp doğa dinlerinde veya kimi uç akımlarda teselli aradıkları bir çağda eski inanışların kökenini araştırmanın daha da önem kazanacağı çok açık... Birçok eski inanışın ardında yatan bir ismi, Lilith’i tanıtmaya çalıştığım bu yazıyı, konuyla ve konu içinde 50


geçen isimlerle ilgili daha fazlasını bilmek isteyenler için üç kitap önererek bitirmek istiyorum. İlk kitabımız “Çölde Uyuyan Sır”, ikincisi “Mavi Yunuslar Sarayı”, üçüncüsüyse “Gılgameş”. Keyifli okumalar değerli dostlar.

51


Bas Bas Bağıran Bedenler Tuğçe Duysak

Cinsellik toplumda rahat karşılansın ya da karşılanmasın her daim çekiciliğini ve yaşanılırlığını korumuştur. Aşk denilen patlamanın da kökeninde cinsellik olduğunu (karın ağrıları, kalp atışları vs. hepsi bulduğumuz bedenin bize çekici gelmesiyle alakalı) hesaba katarsak bunun aksi mümkün olmaz. Ancak bugün, insanın cinselliği yaşaması içinden çıkılmaz bir hal almaktadır. Toplumdaki baskı sonucu kadınlar her ne kadar bu konuda ilgisiz gibi görünse de baskının olmadığı ortamda cinselliği daha açık yaşıyorlar. Elbette bu noktaya gelene kadar birçok evreden geçiyorlar. Neticede baskının hâkim olduğu ataerkil bir toplumda hiçbir kadın ‘biriyle birlikte olmak’ düşüncesini açıkça dile getiremez. İşte bu noktada baskıdan yoksun yaşayan (kimi zaman pisliğe bulaştığı da görülür), yaptıkları elinin kiri olan erkek devreye girer. Atalarının yaptığı gibi avına usulca yaklaşır. İlk deneyimini yaşayacak kuşa tatlı şeyler söyler. Romantizmin hat safhada olduğu bir birleşme sonucunda ise, ondan nasıl kurtulacağına ilişkin haince planlar yapar. Esasında ne avcı suçludur, ne de avı olan kuş masumdur. Onları tek suçları yaşadıkları düzende düşünmeden yol almalarıdır. Bir şekilde sorun hallolur, kız gider. Artık beyin zarını sıkı sıkı koruyan toplumumuzca o bir ‘kadın’ olmuştur. Biraz aldatıcı, biraz kırıcı ama biraz da özgürce... Ancak yine de anlatamadıkları ile hala toplumun çoğu özelliğini taşımaktadır. Bir yanda bedenin istekleri, bir yanda kafasının içinde dönüp duran “ne derler?” sorularıyla yaşamaya başlar. Taa ki diğer avcıya kadar… Kafasındaki soruları boşaltmanın yolu inandırıldığı saf sevgiden geçer; ancak o zaman sorularla başa çıkabileceğini düşünerek avcıya duygusal bir yön katar. Sevme ve sevişme arasındaki ayrımı yapamadan bırakır onun kollarına kendisini. O an sorular yoktur; ama sabaha yine sorular ve çekip gitmeler onun olur. Çeker gider, kırılır, bulur sever (sevdiğini sanması muhtemeldir bence), kırılır ve bu böyle devam eder. İnancını yitirene kadar… Neye mi? Kendine, safça inandığı sevgiye ve ona bu doğruyu öğretenlere… Artık bir kadın olarak 52


“Biriyle birlikte olmak istiyorum.” diyebilir. Bunu bilerek karşısındakine farklı roller yüklemeden toplumca kaçamak, kendince özgür ilişkiler yaşar ve birlikte olmak bittiğinde yanında uzanan erkekler de kendisi gibi toplumun doğrularına karışır, ‘dokunulmamış (sözde) temiz kız’ arayışına devam ederler. Dokunulmamış temiz kız hangi yollarla temiz kalmıştır? Bu da ayrı bir çıkmazdır. Bugün en az temizi isteyen kadar kirliyiz hepimiz, sevdiğimiz kadar sevildiğimiz gibi. Kadın (kuş) ve adam (avcı) kapalı toplumda bedenlerini doyurmuş ama sevgiye aç hale gelmiş durumdadır, en çok da kadın. O, suçu açıklanamayan bir mahkûmdur da ondan. Belki de kadın olabilecek eşleri kaçırır inançsızlığı yüzünden. Kıpırdanmayan ve böyle giderse hiç kıpırdanmayacak kalbine aldırmadan kimseye sarılmamayı kendisine hedef olarak belirler ve devam eder. Aslında bu noktada aşkın ne olduğunu belirlemek önemlidir. Topluma farklı bir şeyi yapıyorsanız, yaptığınız şeyi mantığınıza oturtmak ve mantığınıza oturttuğunuz şeyi de yapmak zorundasınızdır. Aşk aslında cinsel olarak çekimin fazla olduğu ve karşılıklı ortak paylaşımlarla desteklenen bir birliktelikse; inancı kaybedecek hiçbir şey yoktur. Kaybedeceğinizi düşünmekte tam olarak yoksulluktur. Baskıyı oluşturan güce karşı kendi olabilen kazanır. Sınırların olmadığı yerde baskın olan kadın ya da erkek değildir. Görüyoruz ki her şeyin temelinde, dürtülerimizin bile, biz olabilmek var aziz dostlar. Bu zorlu yolda sanatla kalıp kendinizi var etmeniz umuduyla, keyifli yolculuklar.

53


Başlıksız Gökhan Baykal Merhaba sevgili aziz dostlar. Yine yeni bir yazıyla birlikte olmak bana mutluluk veriyor. Bu ayki konumuz cinsellik ve bastırılmış cinsellik, bende bu konular üzerinde bir iki kelam edebilir miyim diye düşünmeye başladım. Malumunuz 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, bizim ülkemizde neyin ne olduğu pek bilinmez o yüzden sadece Kadınlar Günü olarak bilinir lakin işin aslı dediğim gibi emekçi kadınlar günüdür. Siz diyeceksiniz ee bize ne, size nesi şu sevgili okurlar; daha düne kadar yüzlerce Tekel emekçisi kadın işçi Ankara’nın göbeğinde haklarını aramak için eylem yapıyordu ancak pek azımız onların yanında bulundu fiziki olarak ki bu kervana bende dâhilim. İnsanlar haklarını ararken genelde yalnız kalmaya mahkûm olurlar, Tekel işçisi kardeşlerimizin başına da aynısı gelmişti neyse ki artık evlerine döndüler o veya bu şekilde ancak davaları henüz sonlanmadı, buradan tekrar hatırlatma ihtiyacı hissediyorum Tekel işçisi yalnız değildir. Hemen başka bir dala atlamaya çalışayım dostlar; elbet bir yerlerde denk gelmişsinizdir televizyon dünyasının parlayan yıldızı(!) Esra Erol kişisinin canlı yayına bağlanan bir lezbiyene neler yaptığına. Bu kadar aşağılık, onur kırıcı, adi bir durum olabilir mi dostlar? Yayına bağlanan kişi sırf lezbiyen diye aşağılanıyor ve bu aşağılanma stüdyodaki konular tarafından alkışlanıyor ve kadıncağıza bir söz hakkı bile verilmeden telefon suratına kapatılıyor. Biz ne zaman ve nasıl bu hallere geldik aziz dostlar, bizde herkes eşit değil miydi, biz herkese iyi davranmaz mıydık? Demek ki ben bıraktığımdan beri her şey değişmiş, güzel ülkeme bir haller olmuş. Şimdi sıra geldi ağzımı bozmaya ki ben en çok bu kısmı seviyorum, sayın izan fukarası, kafatasçı, cinsiyetçi Esra Erol kişisi ve onu o stüdyoda alkışlayan ve yaşına başına bakmadan, yürümeye bile takati yokken kadın/erkek peşinde koşan uçkur düşkünü canlılar! Sizin bu ayrımcılığınızı kınıyor ve sizinle aynı havayı soluduğum için kendimden utanıyorum. Derler ya Allah sizi nasıl biliyorsa öyle yapsın, eğer son şekliniz buysa gerçekten üretimde bir problem var, yetkili servisinize başvurun. Olaylar sadece bunlar değil. Aylardır transseksüel ve travesti cinayetleri işleniyor, insanlar hunharca katlediliyor. LGBTT örgütleri bu cinayetlerin nefret cinayetleri olduğu konusunda ısrarcı ki bu Esra Erol ve havarisinin yaptığı 54


iğrenç davranıştan sonra bu olayların nefret cinayeti olduğuna kesin gözüyle bakıyorum. Nasıl bir toplum haline geldik biz aziz dostlar, sadece cinsel tercihleri ve cinsel yönelimleri farklı diye insanları katleder hale geldik. İnsan olmanın bir kıymetinin olmadığı yozlaşan bir ülke oluverdik hem de 21. yüzyılda hem de bu tercihlerin bir hastalık olmadığı ispatlanmışken hem de birçok ülkede eşcinsel evliliklere izin verilmeye başlamışken. Ben artık bu güzel ülkemin çok sayın yöneticilerinden ve çok sevgili ünlülerinden giderek nefret etmeye başladım. Bu işlerin sonu pek iyiye doğru gitmiyor, umarım ben yanılırım da kimseler zara görmez ve herkes özgürce yaşamına devam edebilir. Buradan Esra Erol kişisini ve yayın yaptığı kanalı kınıyor o programı izleyenleri ve o programa katılanlara acil şifalar diliyorum. Kendinize ve çevrenizdeki güzelliklere iyi bakın ve sanatla kalın…

55


Ne Yazdığımı Bilmiyorum Osman Bahar

-Getir bakayım ağzını bi yaklaştır… İçtin mi sen gene? -Ya anne bi tanecik içtim arkadaş gelmiş Eskişehir’den! - Bi daha içersen beni tanıma… Hakkımı helal etmem sana... Bu cümleler benim hayatımda uzayıp gidiyorken muhafazakâr bir ailede yaşıyor olmanın mükâfatı (!) bu olsa gerek diyorum çoğu zaman. Ama düşününce sadece bu değil ki sıkıntı… Özgürleşememek, 25 yaşında olmana rağmen hala ailenin istediklerine göre yaşamak… Bu ülkede yaşayan birçok gencin çektiği sıkıntı bu değil mi? Gençler, annelerinin "aman oğlum siyasete karışma, eylemlere gitme sakın, aklım sende kalmasın" demesi yüzünden etliye sütlüye karışmadan yaşıyorlar. Malum televizyonlarımız da annelerin bu isteğine cevap verircesine siyaset yerine “televizyonlarda içki içenlerin topluma ne zarar verdiklerini, Allah yolundan çıkanların bu ülkeyi bereketsizliğe sürüklediğini” beynimize kazıyor. En çok izlenen kanallarımızın yayın akışlarına bakınca ne demek istediğimi anlıyoruz: Kim kimi öldürdü, kim kimle evleniyor, kim kimle sevişiyor... Ana haber bültenleri, anaların-babaların istediği haber bültenleri yolunda ki siyasi haberlerden (yanlı olanlardan söz etmiyorum) eser yok. Sanırım bu durumdan şikâyetçi olan da yok. Dönem siyasilerimizin en iyi yaptıkları iş her şeyi ellerine yüzlerine bulaştırmak olduğu için bu durumun onların mutlu ettiği kanaatindeyim. Ancak artan genç nüfusun arkasındaki karanlığı gören yine gençler oluyor. İşte bu gençler; zaman zaman Tekel İşçileri’nin yanında yer alarak, zaman zaman nükleere enerjiye karşı çıkarak ya da başka eylemlerle farkında olmaya davet ediyor. Hiçbir şeyin tam anlamıyla doğrusunu bilmeden yaşamamız için baskı yapılıyorken hala karşı duranları görmek iyi olsa gerek…

Sadece gençlik değil üzülmemiz gereken şey… Bulunduğumuz konumdan dolayı ortaya çıkan sorunlar diğer yandan, yapılan ve yaptırılan hatalar bir 56


yandan kara duman gibi üstümüze çöküyor. Durum karşısında ise insanlar giderek kutuplaşıyor, etniğinden şovenine milliyetçiliğin her türlüsünün yükselme eğilimi gösterdiği bir Türkiye ve halkı ortaya çıkıyor. Çok basit bir örnek, siyasi yelpazenin solunda tanımlanan CHP taraftarları bile bugün açılım konusunda, Ermeni sorunu konusunda ve hatta Hrant Dink hususunda ikiye ayrılmış durumda. Keza “açılım” diyerek bir anda bazılarına “yeşil komünizm mi geliyor?” dedirten ancak süreci tam da beklediğimiz gibi “icraatın içinden” programlarına çeviren, toplumsal konularda sürekli kendi kalesine gol atan hükümetin yandaşları da sadece ikiye değil daha fazla parçaya ayrıldı. Artık tartışmalar, küfürlü kavgalara, kavgalar ise saldırılara dönüşüyor. Farkında olmadan başladığımız düşünce savaşları, bizi, bir iç savaşa doğru götürüyor. Sanırım üzülmemiz gereken konuların sayısı da artıyor.

Özetle; iyi olan tek şey “karşı duranlar”, kötü olanlar ise sayamayacağımız kadar çok! Bir şey temenni etmek ise sadece iyimserlik olur.

57


Durum F. Utku Deniz

58


Kısa çöp, uzun çöpten hakkını alacak elbette!: Hasan Hüseyin Korkmazgil Duygu Yılmaz Hasan Hüseyin, 1927’de Sivas’ın Gürün ilçesinde doğmuştur. Öğrenim hayatını Adana Erkek Lisesi’nin ardından, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde sürdürmüştür. K.Maraş’ta öğretmen olarak kamu görevine başlamış; fakat siyasi eylemde bulunduğu gerekçesiyle görevden uzaklaştırılmış ve hüküm giymiştir. Bu süreçte arzuhalcilik, ressamlık ve inşaat işçiliği yapmıştır. Akis ve Forum dergilerinde çalıştıktan sonra, Kızılırmak kitabı nedeniyle yargılandı. Birçok şiiri bestelendi. Ödülleri: *1964 Yeditepe Şiir Armağanı (Kavel) * 1970 TRT Sanat Başarı Ödülü (Kızılkuğu) *1981 Toprak ve Nevzat Üstün Ödülü (Filizkıran Fırtınası)

AKARSUYA BIRAKILAN MEKTUP incecikti gül dalıydı dokunsam kırılacaktı 59


dokunmadım kurudu gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç ağaçlar bükmesinler n'olursun boyunlarını neden akşam oluyorum tren kalkınca kırlangıçlar birdenbire çekip gidince mendiller sallanınca neden tıkanıyorum öyle çok acımasız ki öyle birdenbire ki az önceki çiçekler nasıl da diken diken gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç o sularda çimdik, bitti; köprüleri geçtik bitti o elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz günler devlet alacağı, yıllar bir kadehcik buzlu rakı oyunlar oyuncaksı, oyuncaklar eski şarkı kavaklara oklu yürek çizip duran o çakı nerde şimdi nerde şimdi, nerde o kan sarhoşluğu gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç .................................................. VE DER Kİ KİTABIN ORTAYERİNDE BÜTÜN IRMAKLARI DÜNYANIN KIZILIRMAKTAN GEÇER .................................................. KIZILIRMAK Silâh ve şarkı ben bütün karanlıkları bunlarla yendim doğacak çocuğumun kanında esen emekçi karımın dimdik bakışlarında ve çetelerin sipsivri uykusuzluğu silâh ve şark benim bütün şarkılarım iri kuşlardır al ve şafakleyin ışıklı nehirler büyütür silâh seslerim tankaranlığında yekinir yürür orman yekinir yürür toprak yekinir yürür kalabalıklar 60


ve der ki kitabın ortayerinde bütün ırmakları dünyanın kızılırmaktan geçer vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım geçin sıcak ırmakları kuşlarım kızılırmak kızılırmak akın kuşlarım açtım kırkıncı kapıyı gördüm ki atın önünde et titrer biryerleri zamanın kırdım kırkıncı kapıyı gördüm ki itin önünde ot ürperip durur hiç olmalardan şakıdı kuş yarıldı nar delirdi ateş ve başladı uğul uğul uğuldamağa bütün ırmakları dünyanın kızılırmak kızılırmak güneşin ortasında insanlar kımıldaşır ve der ki şakıyan kuş yarılan nar deliren ateş: zaman akıyor omuzlarında kalabalık nalkırıklarıyla anasonlu duyarlığında general nargilelerin bir damla kankurusu çok eski savaşlardan belki silâhların çürümedik biryerlerinde belki pişman bir ağzın acıyarak anlattıkları aşka benzer bir karışık kıtlık direnci boyunları kafataslı saray kahramanları yığınlara vatan diye kalan yoksunluk ne de çok özlemişiz gökyüzüne kansız bakmayı! 61


yıkık bir ud tiryakiliği antika cumbalarda kanaryalarında berberli bezginliği burjuvalığın bir polis burnu belki - dağdaki çarıksızın çarıksızlığı bir büyük vurgun düzeni - belki de bir lavrens vurgunun soygunu nevyork'ta döllediği bir kucak sakal sanmak belki de marks'ı toprakları denizleri insanları ingilizlemek silâhlarla beklemek sömürge sofralarını vaşington ağalarının pilâtin dişlerine taze bir kan gibisine gerinir güneşlerde saklar genişliğini şarapçasına altun tepsilerde çok büyük ölür yürek çok büyük hıncı kalır mayonezli kirenaların yanyana birsofrada sanfransisko ve c.i.a. yâni çuval ve mızrak notrdam'ın kargalarının güldüğü sakalları incili hümanizma satıcıları halep pazarlarından gecikmiş bir ikindi kışlalar öğlesonları asurbanipal bir böcek ölüsünün geceyi kemirdiği tektanrılı çokyataklı ve çok çok acımaklı ikindi parklarında köpek ve kıral altun ve brovningin karanlık egemenliği konuşun soytarılar çalgılar susun daha bitmedi açlar salınır o eski sularda cüzzam yalnızlığı kirliliklerin gözün gözü sömürdüğü topraklarda ayıp ve kara şimdi çoktaaan terekesi o serüven kahramanlığın o bezirgan mutluluk balık tutar şimdi mor kuytularda ne de çok özlemişiz gökyüzünü kirşiz sevmeyi 62


kırdım kırkıncı kapıyı kandım o pınarlardan başladı ugul uğul uğuldamağa bütün ırmakları dünyanın kızılırmak kızılırmak Sen ne cömert topraklarsın ey ortadoğu sen ne çok soyulansın ve hiç uyanmıyansın akdeniz'de mor bir deniz burjuva gitarlarında kuytuların kuytularda ölüme döllenmesi sevişmenin soyutluğu ve çamurluğu duaların çamurluğu ve soyutluğu gökyüzüne insanca bakamamak yâni hiçbir şey yâni utanç ve lavanta yâni mum çoktespihli bir ebabil ki uzar çöllerde uzatır baltazar bayramlarını petrol petrol uzatır köleliği âmin âmin çeşmelerinden hâlâ şehname akan şahlı seccadelerde acem ve anka mezarlık toprak reformu - kölelerin eşelendiği keskin bir ingiliz burnu - de ki abadan ya da bir şah ve allah ve dolar üçlemesi saat tam onikiye beş kala akdeniz'de mor bir deniz burjuva gitarlarında soyubitmiş balıkların akvaryum bezginliği bir dilim ay bir lokma arap - gölgesini güneşten bile esirgeyen ve şakkulkamer bedeviliği yâni utanç ve lavanta yâni kirli ve kaçak yâni mum kalçaları, kadın pazarlarının - yok başka 63


karanlık vatanseverliği kaçakçılığın - yok başka general nargilelerin madalya törenleri ve şeytan taşlaması petrol kırallarının - yok başka ezik ve utangaç bilgiç ve yoz mum yâni demek istiyorum ki sadakalı sosyalizm soytarılığı konuşun soytarılar çalgılar susun bekler güzel yarınlarını bu tutsak toprakların çetelerin o sipsivri uykusuzluğu akdeniz'de mor bir deniz burjuva gitarlarında neyin neye düşman olduğu belki de hiç bilinmeyen hergece bir düşük, sam radyosunda hersabah bir komik âdem bir hacıyatmaz ve komünistli bir kıralistan yunanistan'da hacının develeri gevişirken ay altında ortadoğu'da petrol ve çelik kırallarının gölgesinde bir istanbul akşamı bizans ve kirli türk ve yoksul ve mâcun allaha ve devlete ve bilcümle gölgelere dualar eyliyerek biryanı yangın yıkım biryanı yoksul yetim biryanı dökülür pul pul deniz altun ve kristal karışımı halinde bir istanbul uyanır köprüaltı uykularında elektıronik müzikli bir hicazkâr ud ve kızıl çağrısı açlığın o devletli tekliğinin kabuğunda bir hamal Ortadoğulu 64


sıla çalgını da vatan yoksulu allaha inanır arapça yoksulluk çeker türkçe ve denizi sever çocukça oraları söyler durmadan oralarda yaşar bıkmadan oralarda ölür istanbullarda kaktüs kemirenlerinden biri midir brezilya'nın yoksa nil'e tapan ve aç yatan bir fellah mıdır kimbilir belki de rio'lu bir gecekondulu insan nerde başlar belli değil ki istanbulsuz gibi yaşıyarak istanbul'u vatansızlığını vatan diye güzelim gün ortasında elektıronik müzikli bir hicazkâr ud develeşip develeşip dönüşmesi gökdelenlere yanki go hom'lu bir miting alaturka betonarme balkonlarında emperyalizmin ve kasıklarında maydarling amerika yâni bütün devrimcilerin konakladığı en çok özlediklerine düşman yaşıyan bir gecikmiş kıral ve özgür köle sürüyerek zincirlerini kaldırımlarda ana avrat söverek soluna sosyalistine ve bir somun ekmek kaldırımlarda ve bir garip hamal kaldırımlarda ve bir vatanölüsü kaldırımlarda Ne bulmak içkilerde intiharlarda neye varmak birşeyleri durmadan çoğaltarak çiçek resimleri çizmek güneşli pencerelere ölüleri akreplerle çiyanlarla karıştırarak eski çamaşırları yenilemek dilencilerde bir eski oyuncaktan koca bir gençlik bulup çıkarmak kimbilir biz şimdi nelerin neresindeyiz alı neden moru neden kırmızıyı kimbilir neden severiz 65


bir kenti geri almak ve davul bir kenti geri vermek ve davul oynaşmak iskeletlerle altunlarla madalyalarla dedeleri gümüşlere altunlara atlara oranlamak bıkıp bıkıp yeniden başlamak sevişmelere kimbilir biz şimdi nelerin neresindeyiz alı neden moru neden kırmızıyı neden severiz kimbilir dal uyur daldasında yorgun dalların gece büyük büyük anlatır eskimişlerden su değil toprak değil de ki acımışlıklar de ki altun sözcükleri tükenmişliğin oturur direk direk götürür pazar pazar ne ki yaşamak? umduğum gel sevdiğim gel beklediğim gel gel benim kuşak kuşak yoluna kurban olduğum Kırmızböceğini tanır mısınız? güneşin kıyısında kırmızböcekleriyiz bir, maviye çalar türkülerimiz bir, kapkaraya kağnı uzaklığını bilir misiniz kırmızıbiber ve tuz bilir misiniz karlı karanlıkta yalnız yapayalnız ince ince ölmek bilir misiniz bugün bulgurun sonu yarına dur bakalım 66


öbürgün allah kerim bilir misiniz toprağın boynu bükük eller umarsız ağam sen bilirsin bilir misiniz hani derya içre olup da deryayı bilmeyen balıklar gibiyiz ve işte atombombalarıyla korunur açlığımız işlemeli mendil ve kurşun harmanyeriyiz hey bre karakol kapısıyız imparatorluk kokar sefaletimiz soyula soyula çıplak güdüle güdüle sürü bütün halklar gibiyiz - biraz kuşdili biraz kahvefalı ve biraz da düş hapisâne avlusuyuz hey bre cennet kuzularıyız helallaşır gibi bakarız dostların gözlerine severiz gülyağını ve bir de aynaları ve bir de aynalarda yiğitlik masallarını sonra azıcık da sakızı azıcık da uçkurhavalarını bıyık burup gazel çekeriz de tenhalarda menhalarda uzatırız boynumuzu elkapılarında sülünler gibi ve işte türkiyeliyiz hani derya içre olup da deryayı bilmeyen balıklar gibiyiz hamsiyiz karadeniz'de çukurova'da pamuk uzunyayla'da buğdayız ege'de tütün sınırboylarında gözükara kaçakçılarız istanbul'da kadillaklı karaborsacı ve doğu dağlarında koçero'larız 67


eşsiz bir güzellikle çarpılmış gibi uyumuşuz yoksulluğun körmemelerinde çalışkanız filozofuz dostuz bütün sömürülenler gibi ezik bütün uyananlar gibi kızgın ve doluyuz seslenir yüzyıllar ötesinden pir sultan abdal'ımız 'üstü kanköpüklü meşe seliyiz' etekleriz de kodaman soyguncuları ekmek kapılarında gözümüz gibi koruyup kolladığımız devletin silâhını hey bre yoksul - yetime doğrulturuz ve işte türkiyeliyiz ateşleriz de mandıraları fabrikaları topal karıncayı melhemleyip salıveririz bir yaprak düşer bir yanbakış götürür biryerlerimizi kan sızar yeşillerden ak mendillere çıkarıp öcümüzü dağbaşlarına ağıtlara ağıtlara dökeriz yüreğimizi saksıda çiçek kıraçta ceviz örtülerimizde nakış nakış sabır ve gözyaşı vardır bizim akıyorsak garip çaylar gibi incelerekten dokutuyorsak eğer sonbahar gibi çok ağır olduğumuz içindir mandalar gibi ve balıklar gibi çok kalabalık seviyorsak silâhı ve yoksulluğu susuyorsak kar altında toprakçasına bıçak kemiğe değmediği güneş ufuktan doğmadığı o tozkoparan fırtına kapımızı kırmadığı içindir 68


vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım geçin sıcak ırmakları kuşlarım kızılırmak kızılırmak akın kuşlarım Anasının karnını tekmelediğinde temmuz kocaman ve çoook akıllı bir balıktı uzayda proton -1 uydusu sovyetler'in ve çelik bir kelebekti mariner-4 ensekökünde merih'in şeftali emzikteydi bursa'da pamuk çiçekte çukurova'da ve yeşil bir buluttu buğday konya'da sivas'ta siverek'te ozan ozanca söylüyordu dünyanın geleceğini işçi grevce adını bile bilmediğimiz birileri vardı dünyanın biryerlerinde örneğin Singapur'da tahran'da belki belki de kordoba'da karakas'da mı desem katanga'da mı yoksa roma'da mı ankara'da mı birileri biryerlerde durmadan yontuyordu barışı mermer mermer öfkeyi demir demir sevgiyi tunç tunç doyumsuz günler aşkına ölmek birşey değil dostlar hergün ölmek güç açlık o başka ölüm açlık korkusu beter ne atom ne hidrojen ne yangın 69


dağları dümdüz etmeğe - dostlar aç çocukların çığlığı yeter proton-1 mariner-4 güzel akıllı büyük yıldız kaymaları masallar getirirken gecelerime yangından kaçar gibi bölük bölük sırtı yorganlı emekçileri cömert ülkemin göçüyorlardı vatan vatan viyana üzerinden adenover almanyasına 'allı turnam bizim ile gidersen şeker söyle kaymak söyle bal söyle' söyle ki iyi vursun hınzır vurguncu tüyübitmediği soysun tefeci eskiden gemilere bindirip bindirip zencileri allı turnam geçersen ırgat pazarlarından zincirli topraklardan hacizli kapılardan hastane önlerinden geçersen allı turnam insan bazan ölümden de güçlü olabiliyor birşeylerin gidişinden ve hiç dönmeyişinden sabahları yorumlamak güç değil yoksulluğu yorumlamak güç değil nasılsa bir başka yorumlamak hep aynı sabahları esmer ve uzak inmeli antenlerin ardında şaşkın ve grevler döverken komprador marka demokrasinin duvarlarını yedirip yüreklerini korkularına bir köledüzenin uşağı efendisi cebi dolarlısı da sırtı bitlisi tekmeler gibi güneşi çocukların gözbebeklerinde 'arefe gününde bayram ayında' vurdular emekçilerin kongresini 70


kördüler karaydılar çiçeksizdiler ve gelip bir karanlıktan gidiyorlardı bir karanlığa Benim karamsarlığım belki de bir demet gül - sevdiğim içimin büyük büyük aklığından geliyor belki de karamsarlığım kocaman ve çoook akıllı bir balıkken uzayda proton -1 uydusu sovyetler'in ve kondukonacakken luna'lar tatlı bir öpücük gibi ay'a dilenmek benim ülkemde işsizlik benim ülkemde ve şeytan taşlamak yasak değildi benim ülkemde baböf'ü okumak yasak paspas yapıldı demirinden giyotinin direktuvar bir ölü söz lârus'ta oysa bizim buralarda kelepçe yapılıyor hâlâ pitekantıropüs babanın günahsız baltasından kopmuş toprağından kanayarak kanayarak saçılmış yollara türkü türkü ışık ne vatan nerde ne ki kutsallık! kentlerin varoşlarında sanki kurt sürüleri tanrıya filan değil allı morlu ışıklara dönük yüzleri konuşur elleri ekmek ekmek takırdar çeneleri ölüm yakın lokman uzak 71


anlamak yasak değildi benim ülkemde anlatmak yasak adına grev diyorlardı adına gecekondu bir şey dolaşıyordu aramızda seslisoluklu yaşıyorduk onu biz - dinine allahına kitabına dek yaşıyorduk yağmurda yaprak gibi her zerremizde ölmek yasak değildi yoluna onun adını koymak yasak tutmuş troya atları subaşlarını madalyalı seyisleri emperyalizmin ak taşın üzerinde iki damla kan biri memet öbürü memet 'arayerde bu kan nedir dost dost dost' görmek yasak değildi benim ülkemde göstermek yasak ben ki uçan kuşu kıskanırdım oyun çağımda nehirleri yağmurları selleri kıskanırdım buluttan gemilerimle aşardım duymadığım denizleri yıldızlardan yıldızlara kurulu hamağımda mapusâne türküleri söylerdim geceleri bir uzak sel sesiydi o kaygan günlerimde ekmek kavgası dünyamda renkler ve böcek sesleriyle bir öyle cümbüş en hırçın yıldızları en uysal kavaklara işlemek yaprak yaprak yaralı bir serçenin gözlerinde bir evren ölüp ağlamak ve bütün haziranları bir tek gülle açmak hersabah o tedirgin ellerin bakışları hâlâ sofralarımda hâlâ çizik çizik kanar kaygusu o ekmeksiz akşamlarımın yok artık, dost yüzlü ağaçlarım, gurbet kanatlı gemilerim yok gömüldü gitti kervanlarım o çıtır çıtır ağustos gecelerinde bir dilim güneş koyup bir dilim yoksul sevince aşk büyütmek gecelerce gecelerce özlemeklerden 72


bölündüm ayrılıklara parça parça dağıldım yeryüzüne çığlık çığlık şimdi patron yüzlü sabahlardayım şimdi direk direk direnmek gel benim sevdiceğim gel benim umducağım beklediğim gel gel de bitsin kuşak kuşak yoluna kurban olduğum binip binip bulutlara ulaştım yıldızlara da kıtalardan kıtalara el sallıyamadım el sallıyamadım turnalar bile geçip gitti türkülerimden ben kaldım buralarda ben işte kaldım buralarda ey dost kırmızıkuşlar kırmızıkuşlar diye diye avuttum hırçın çocuklarımı em, em diye diye ağladıkça ağladıkça masmavi çocuklarım hep işte böyle insan bazan ölümden de güçlü olabiliyor anaç bir ağaç gibi dinleniyor kaygularım şimdi güneşte aldanmak ne kolay ne temiz ne ilkel allahım! kalabalıklarla sevmek güzel günleri ne denli güç ne denli güç allahım! 73


uzay o masallaranası yıldızlı karanlığım karanlığım benim! o şafak tarlalarının ekmeğe dönüşmesi sarıçiçek vakti ölmek ekinler arasında ve şafakleyin bıldırcınlar ve yıldızlar ve tanyeli eşliğinde birşeyleri bulmak ve varamamak vakur bir ağaç gibi kucaklamak evreni ve şafakleyin alfa beta gama ve aynştayn yâni biraz daha iflası korkularımızın insan denilenin karanlık kurtuluşu bir ceviz yaprağı denli basit ve ilkel karışık mı karışık bir ceviz yaprağı gibi nezaman kaldırsam başımı geceleyin ne denli çok anlamağa çalışsam gökyüzü bir yapraktı unutulmuş not defterinden aynştayn'ın ne sanat sanat için şarlatanlığı ne savaş için savaş çoktan anlaşıldı hey bekleroğlu taşın taş olmadığı ateşin ateş şimdi deprem çizgileri yığınların gözbebeklerinde şimdi yumruk çiçekleri o sömürge ülkeler aşamazken kel dağları kel dağları düşlerde bile geçtim sesduvarlarını sesduvarlarını düşlerde gibi yedi başlı beyler besledim yüreğimden yedirerek vurdum sonra başlarını beylerin efendilerin yok benim tanrılarla kişilerle hiçbir alışverişim ben artık, düzenlerle boğuşan bir gerçek devim öyle bir dünyayım ki ben-hep özlenmiş hiç yaşanmamış insan ve emekten geçer ekvatorum benim kendim çizerim sabahlarımı-yok benim sabahçıbaşım yok benim lüpçübaşım yok benim hötçübaşım 74


yok yok yok! Elbet bir bildiği var bu haçaturyan'ın bir bildiği vardı elbet erzurumlu hançerbarı'nın arjantin pampalarında uykusuz çetecilerin benim kurtuluş anıtlarımda mermi yüklü ananın lumumba'nın kanının kanayan viyetnam'ın . kurşunlu duvarlara doğan günlerin kalabalık acıların bıçakaçmaz ağızların bir bildiği vardı elbet bir bildiği var bir bildiği olacak elbet hiç yalan söylemedi kalın çizgilerle susuşu yoksulluğun hiç yalan söylemedi gözlerde zulüm ve çıplak uykularında zengin düşleri milyonların hiç yalan söylemedi hiç yalan söylemedi bu ozan elbet bir bildiği var bu kayguların birikip birikip durmadan biryerlerde acıların öfkelerin birikip biryerlerde yekinmesi yatanların ve yürümesi akması küçüklerin ve katılması yıkması birşeylerin ve yıkılması yıkılıp yapılması hiç yalan söylemedi bu ozan işte karton kaleleri kapitalizmin işte gözün göze düşman olduğu işte elin ele düşman ve işte benim yeryüzünde güller gibi açılan devrimlerim kamboçya'da kalkan kamçı 75


şaklar çukurova'da belimde benim istanbul'da verilmeyen hak durdurur dakota'nın volanlarını ve der ki öpüp kaldırdığım ekmek - beni böyle yerdenyere çalan şey nevyork'ta bitmişse grev ben burda bil ki grev gözcüsüyümdür benim gözlediğim gel benim yürekyağım gel benim kuşak kuşak yoluna kurban olduğum gel! Of ooofff, koca gürültülü devrimsiler yutturmacalar cilalar civeleklikler yalancılıklar karagünlü saraylı soytarılıklar of! soygunların gölgesinde sosyete adaleti bre hitlerkırması kurtköpekleri il duçe döküntüsü yandançarklılar bre arapsaçı sadakalı sosyalistler eh! elif lâm mim vav he ye direkler arası kubbe a be ce de ve ye ze kadillak marka bir hecindeve saraylardan saraylara aktarılarak eldenele ceptencebe aktarılarak - yürü bre kahpe devran! kanarmş savaşlarla kıtlıklarla yoksunluklarla bir gözünde nevyork bir gözünde moskova gevişir tespih tespih dökülür dua dua ayışıklı sularında ortadoğu'nun of ooofff, koca gürültülü devrimsiler yutturmacalar allamalar pullamalar törpülemeler 76


karagünlü saraylı soytarılıklar of! Yorul ey gayrı akma ey su! ey benim yaratan tedirginliğim tutsak yanım dinmeyen sızım ey! çıkarıp çıkarıp yeniden çıkarmak bu dağı bu doruğa yorul ey gayrı akma ey su! durup durup kaygulanmak gibi birşey bu bizim sularla akıp gitmelerimiz sonsuz bir tren penceresinden savrulan güvercinleriz çok buruk çok buruk bir şarap diyorum sıkın bağları ben hiç ölmediğimi yaşamak istiyorum orman seviyorsam kimbilir dallara düşmanlığımı bayat bir başdönmesi - susmamak diye birşey kantutar beni yoksa - kantutmak diye birşey bırakma beni bırakma beni - çıldırırım diye birşey oysa düştüm develeri - düşlerimde uçaklar şimdi düşlerde başlayınca devrim - ne anladınız? devrim diye birşey - bir gecekondu tenceresinde demek ki önce devrim - ne anladınız? ve ölmek vazgeçilmez bir alışkanlıksa yorul ey gayrı akma ey su! çiçekler bırakınca renklerini biçimlerini resimler sakal salınca yaldızlı albümlerde eski bir türkü gibi bakışlarından belli bitkilerin sürüp giden yeşillerinden belli kalırız gündengüne yaşlanan sözcüklerde bir akşam saatinde günbatımında gözgöze gelmelerde ve içkiye yenilmelerde bülbüllerin öte öte bitiremedikleri kana benzer kan değil kan gibi korkunç ve karanlık kalırız birşeylerde ve kimbilir tanrımsılarda belki de çocukların hiç bitmeyen oyunlarında 77


ve ölmek vazgeçilmez bir alışkanlıksa gülersin - menekşeler olur sesin - bırakıp gitmek gözlerine bakınca balıklar cıvıldaşmak - bırakıp gitmek bir avuç bulut içmek masmavi güvertelerde ağlamak tekil değil - ne anladınız?- bırakıp gitmek kalırız birşeylerde ve kimbilir tanrımsılarda böcekti karanfildi kemandı bonaparttı anarşistti burjuvaydı polisti kenediydi yoksuldu zengindi kıraldı soytarıydı soğuktu sıcaktı ılımandı of değil işte bu değil topunun sülâlesini! adamı tutup götürüyorlar geceyi burnundan getiriyorlar bütün kırbaçları bütün kelepçeleri bütün alçaklıkları adamı vurup öldürüyorlar geceyi bir daha yaşamak kolay adamı bir daha öldürmek zor siz bu tutanaktan ne anladınız öldürmek diye birşey - ne anladınız suçsuzdu diyorum - ne anladınız sefaleti yok etmek adamın düşü güzel günler düşünmek işi diyorlar bu kokan balığın başı tevfik fikret diyor devenin başı kime yüklemeli bu iğrenç suçu kime yüklemeli bu iğrenç suçu kime yüklemeli bu iğrenç suçu Benim karamsarlığım belki de bir demet gül - sevdiğim içimin büyük büyük aklığından geliyor belki de karamsarlığım 78


biz ki petrolü kavuçuğu kahvesi ve kakaosuyla ve kastro'su zapata'sı amado'suyla sıcak ve kıvrak bir şarkı gibi düşünürüz atlantikaşırı bağımsızlığı biz ki bir vaşington sineği kondurup bir zenci dağa kanlı bir çocuk başı buluruz viyetnam'dan ve bazan öyle bir sızıyla sarsılır ki antenlerimiz sivaslı bir bağlamadan afrikalı bir tamtamdan daha ilkel ve yalınkat kalır o ipek öfkesiyle leonid kogan beni ısırdı - bilirim 18'lerdemondros'larda demokrat suratlıydı bilirim bezirgan dişli hâlâ damlıyor kanım viyetnam'da kırılan dişlerinden ve hâlâ aç dolaşıyor başkent caddelerinde kurtuluş savaşı kahramanlarım çoğunun çoktan söndü ödü ocağı kalmadı çoğundan bir nişan bile işte bundandır ki benim birtürlü gülemiyor gülemiyor gülemiyor işte türkülerim of ooofff ne de çok seviyorum harita okumayı! sakarya sivas erzurum madrid seul havana hepsini hepsini anlıyorum alev alev budistleriyle saygon linkoln'ün mezartaşı vaşington ve süzgün gözlü kompradorlarıma kurtuluş istanbulu 79


anlamak hem kolay hem kolay değil ne ölüm ne aşk ne de işsizlik ve ne de deniz deniz kabarması yüreğin ne içki ne çiçek ne dostluk ve ne de akşam saatleri dişi kentlerin insan bir anda bütün bir evreni birden yaşıyor kan sıçrayınca bağımsızlık bayraklarına Birgün çıkıp geldiler - anlamsız yüzlerini ve gülüşlerini tüketimartıklarım üretimorganlarını ve eski külotlarını çikletlerini çukulatalarmı getirip bıraktılar - tiklerini mimiklerini çiğliklerini - gençkızların düşlerini getirip bıraktılar - hergün hergün yeniden getirip bıraktılar - iplerini oltalarını konservekutularmı - süttozlarmı soyalarını salemlerini - kısırlıkhaplarmı madalyalarını tasmalarını bayraklarını bayrakyırtmalarını sövmelerini - anamıza bacımıza çocuğumuza - en çok önem verdiğimiz şeylerimize - üretimorganlarını ve tüketimartıklarım kullanarak - tanrının ve isa'nın ve bizimkilerin izniyle - atlarını seyislerini çombelerini - tıraşlarını ve dişlerini getirip bıraktılar - hergün hergün yeniden getirip bıraktılar - sonra güzel güzel anlaşmaları - sonra güzel güzel sözleşmeleri - sonra güzel güzel paylaşmaları - asılmışların ve asılacakların izniyle - vedurmadan durmadan baltazar bayramlarını - sonra güzel güzel savaş uçaklarını - radarları rampaları atombombalarmı - denizaltı denizüstü birşeylerini - bilinçaltı bilinçüstü herşeylerini piekslerini bitekslerini bitpazarlarını - eroinlerini kokainlerini getirip bıraktılar - hergün hergün yeniden getirip bıraktılarve sonra çekilip gitmediler gemilerine ve sonra çekilip gitmediler gemilerine 80


ve sonra çekilip gitmediler gemilerine ve artık okadar çok şey getirdiler ki ve artık okadar çok şey getirdiler ki ve artık okadar çok şey getirdiler ki bağımsızlığa yer kalmadı ülkemde acılar ey acılar işsizlik acısı özgürlük acısı bağımsızlık acısı ey ve ey mızmız acılara direnmenin yoksul kahramanlığı ey hergün ölüm ey hergün ölüm toplanın birleşin bir olun acıların şâhı gibi gelin üstüme gelin ve bitsin şu iş seninle gelecek - çâre yok seninle bu tatlılık ey büyük acı gök incir nasıl ballanırsa acılardan acı koruk nasıl bulursa balların en sarhoşunu o işte o! gel benim darmadağın direncim gücüm emeğim çilem gel gel benim büyük acım gel ve bitir şu işi! kalaylardan mı gelirsin bolivya'lardan rio'nun favelalarmdan mı ispanya'dan mı viyetnam'dan mı zonguldak kömürlerinden mi gelirsin çukurova'lardan mı yellerle mi gelirsin ateşlerle mi uçarak mı koşarak mı yırtınarak mı gel işte gel gayrı 81


gel gel gel de bitir şu işi elbet bir bildiği var bu çocukların kolay değil öyle genç ölmek yeşil bir yaprak gibi yüreği koparıp ateşe atmak pek öyle kolay değil hem öyle bir ağaç ki şu yaşamak denilen şey her bahar yeniden yeniden tomurcuklanır da yalnız bir bahar çiçeklenir a benim gülüm! elbet bir bildiği var şu benim bilenmiş bıçak gibi yüzümün yaşamak bir köpek gibi tekmelenerek yaşamak öpülüp okşanıp kaldırılarak ne donkarlosun domuz ahırı ne senatör makdoların oda uşağı ne de hacıfışfışın kurban etidir demokrasi demokrasi denilen o haspanın - a benim gülüm lordlar kamarasına açılmaz kapısı beşikteki bebeler bile biliyor bunu artık biliyor ve unutmuyorlar insan kanıyla işlediğini o teksas tipi demokrasinin elbet bir bildiği var şu benim bilenmiş bıçak gibi yüzümün elbet kolay değil öyle genç ölmek kore bir kan lekesidir 82


akşamlarımızda sızlayan bir kopuk koldur hiroşima uçaklar geçtikçe çırpınan orda uzakdoğu'da gencecik yürekler gibi seğrîşir her bahar barış güvercinleri hiroşima çocuklarının burda benim ülkemde titreşip durur yeni barış güvercinleri insan karıştırıyor bazan ölmek mi yaşamak yoksa yaşamak mı ölmek bir karanfil takmak yakaya belki de bir orkide bir baloya gitmek gitmemek bir kumar partisi belki de onlarca hep birdir a benim gülüm onlarca hep aynı değerde afrika'da kaplan ve zenci avıyla bir atom savaşı ve toptan ölüm çocuklar büyümesin büyümesin tomurcuklar açmasın açmasın ve sularca akmasın o en güzel şey yaşlılar yaşamasın yaşamasın ocaklar tütmesin tütmesin ve yuvalar, gülüm benim gülmesin gülmesin çapraz iki çizgi ak bulutlara gâvur gözlü kargaları emperyalizmin amerikan bitpazarlarında 83


dünya bir genişleyip alabildiğine daralıyor birden eliçi kadar ve dolar madalyalı bir yular gibi geçmiş boyunlarına ne güvercinin göğsündeki gökkuşağını görür gözleri ne karakarıncanın güneşe günaydınını ne de sevişir gibi işlemenin güzelliği titretir yüreklerini kongo bir açık bonodur belçikalı banker brodel'in kasasında ve mister gülbenkyan'ın purosunda enfes bir tütündür havana duymazlar çeliğin mavi kahkahasını tomurcukta çatlayan gücü görmezler gülüm satarlar bir akşam içkisine o cânım ülkelerin narçiçeği yarınlarını satarlar gülüm memedi memede vurdurup memedin tarla sınırında memedin karahaberini satarlar memedin memedine ve karagün - hangi karagün? gelip çatınca davul davul yavruyu memeden koparır gibi koparırlar işleyen elleri işlerinden sokarlar ateşten ateşe gülüm soygun düzeninde göbek atarlar ne sevinç ne kıvanç ne güven bize onlardan kalan bir avuç yorgun umut zincirde bir vatan ve kanrevan türkülerdir İncecik boyunlu kıraç karpuzu dışı yeşil yeşil içi kırmızı 84


yuvarlana yuvarlana geçer bulutlar meler yanık yanık bağlı bir kuzu nah şuramda koskocaman dağ benim nah şuramda ipincecik bir sızı ceylanları ceylan gibi çizmem ben çizersem hilâl boyunlu çiçekleri çiçek gibi çizmem ben çizersem nakış nakış akarım ince ince de olurum nehir nehir kavgaları kavga gibi çizmem ben çizersem türkü türkü yazmışlar benim için kocaman kitaplara dışı yeşil yeşil de içi kırmızı neylerim ben kitapları kocaman kitapları efendim okusun benim, canım efendim o kuştüyü salonlarda, canım efendim okusun da büyüsün benim efendim okusun da biliversin aklımdan geçenleri ben işte hep böyle azgelişmişim yâni ben çünkü evet azgelişmişim evet çünkü hayır fakat ben işte azgelişmişim çokçalışmış azgelişmiş ve işte yoksul düşmüş cephelerde mapuslarda aslanım aman kıtlıklarda kıyımlarda kurbanım aman seçimlerde sayımlarda ben varım aman kerpiçlerde küllüklerde hayranım aman şenliklerde şölenlerde ben yokum aman ben işte hernedense azgelişmişim çokçalışmış azgelişmiş ve işte yoksul düşmüş demiri de kömürü de sökerim aman buğdayı da pirinci de ekerim aman çilem budur benim işte çekerim aman evet çünkü hayhay fakat ben işte azgelişmişim yâni ben çünkü evet hayır fakat azgelişmişim ölüm kalım kıtlık kıyım ben varım aman 85


bayramlarda seyranlarda ben yokum aman soygunlara vurgunlara hayranım aman vatan millet allah patron kurbanım aman kalabalık ve karanlık türküyüm aman benim için demişler ki kocaman kitaplarda dışı yeşil yeşil de içi kırmızı neylerim ben kitapları kocaman kitapları efendim okusun benim, cânım efendim okusun da biliversin aklımdan geçenleri okusun da açıversin gözünün şafağını turnalar çizeyim gurbetlerime ağıtlar düzeyim yiğitlerime kelepçeler vurulsun bileklerime okusun da büyüsün benim efendim yumuşacık salonlarda cânım efendim ve der ki şakıyan kuş yarılan nar deliren ateş bu ne çapraz gidiş hey bekleroğlu uşak matti seyretmez de breht'i efendisi puntila'sı seyreder bu ne çapraz gidiş hey bekleroğlu volga mahkûmları'na mahkûmlar değil aristokrat salonlarda efendiler içlenir damarı pir sultan damarı damarı robson damarı gelir uğul uğul yeraltı nehirlerinden gelir ve bulur yüreğimizi damarı kavga damarı bu ne biçim düzen hey bekleroğlu öfkesi sesinden büyük sesi ününden kocaman ruhi su'yu şu benim her dalı bin dert açan çıra-çakmak ülkemde şu benim yürekleri çıra-çakmak tutuşanlarım değil istanbul 86


sosyetesi alkışlar 'gelin canlar bir olalım tevekkel tu taalâllah' vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım geçin sıcak ırmakları kuşlarım kızılırmak kızılırmak akın kuşlarım Ay doğar bedir bedir yel eser ılgıt ılgıt sırıtır sıram sıram elkapıları elkapıları da kölelik kapıları kul olur yiğit ay doğar hilâl hilâl gün doğar devrim devrim sırıtır sıram sıram elkapıları elkapıları da kölelik kapıları kurtulur yiğit yeşili çin'den gelir bu kahkahanın kırmızısı afrika'lardan ve dünya dünya olur diyorum hey bekleroğlu yaşamak yaşamak gün gelir biz de görürüz yedi rengini deryaların gün gelir biz de ölürüz hey bekleroğlu yaşamak gibi güzel süzüp süzüp güneşi bereketlerden çin'den hindistan'dan amerika'dan taze bir kan gibi dolaşırız biz de bu yeryüzünü vatan topraksa eğer ormansa nehirse mâdense vatan işçiyse köylüyse aydınsa vatan yâni yapıp yaratmaksa herşeyi yenibaştan sevmeyi yenibaştan alkışı yenibaştan bir hesabı vardır bunun sorulur 87


bu hesabı soracaklar bulunur akgün karagünden öcünü alır birgün ürker altunlu yiğitliğin senin ey bunak düzen ürker bu yağma saltanatın o kanlı karanlıktan kopup gelen bebeğin güneş renkli ilk çığlığından lenin'ler olur bu çığlık hey bekleroğlu marks'lar mao'lar mevlâna'lar mustafa kemaller olur hey bekleroğlu galile'ler gagarin'ler adsız ustalar ve sen olursun işte hey bekleroğlu kıtlıklarda kıranlarda kurtuluşlarda uyan ey köşem bucağım kırıkkolum iğriboynum sağırkapım dilsizim vaktidir direnmenin vaktidir şimdi karalasın göbeğinde güzel gün karalasın göbeğinde mutluluk karataş çatladıçatlıyacak proton -1 mariner - 4 anamın aksütü gibi biliyorum ki aynı kafadan doğma aynı ellerden çıkmadır ve aynı amaçlarla dönmeseler de uzayda anamın aksütü gibi biliyorum ki bir mariner işçisi de özlemektedir barışı en az bir proton işçisinin sevdiği kadar Silâh ve şarkı ben bütün karanlıkları bunlarla yendim sesimde benim iki yumruk gibi yanyana dövüşüyorlar spartaküslerle viyetkonglar 88


yüreğimde benim ette bıçak gibi yatıyor yarım kalan şarkıları yiğitlerimin öfkemde benim çok dallı bir ağaçtır özlemek doymadan gidenlerimin gözbebeklerinden yürüdüm üstüne üstüne bunca yıl geçtim dikenlitellerini yasakların bir bir tavında demir tavında toprak ve tavında yürek gibi kabarık ve alıngan dokundum ateşli kabuğuna güzelin iyinin gerçeğin soyundum kötülüklerden çırçıplak dünyanın tepesinde bir avuç hışır karga kanat çırpsa uykuları karışır yağmalanmış emeklerden gelir soylulukları yağmalanmış özgürlüklerden dinleri imanları vurgun kelepir toprağın memeleri altun ışıltılı kumları kıyıların emeğin çiçekleri hep onlar için hep onlar için takvimlerin mutlu günleri içimizin karanlığı soframızın öksüzlüğü hiç gülmemesi yüzlerimizin hep onlar için adları morgan da osman da filân da olsa isacı da olsalar muhammetçi de iki dallas domuzu gibi benzerler birbirlerine karagünler için kaldırırlar kadehlerini adanalı bir toprak ağasıyla detroit'li bir otomobil fabrikatörü 89


dünyanın tepesinde bir avuç hışır dinleri imanları vurgun kelepir şarkılarda bile istemezler güzel günleri ve bacakları çörçil zaferi çizerken havalarda musolini'nin öter faşizm düdücükleri yanki go hom çaçaca maydarling amerika maydarling amerika Bir oğlum olacak adı temmuz uykusuz korkusuz beter mi beter ben beynimi satarak yaşıyorum o benden proleter bir oğlum olacak adı temmuz karataşın göbeğinde aşk karataşın göbeğinde barış karataş çatladıçatlıyacak bende bitmeyen kavga onda yeniden başlıyacak bir oğlum olacak adı temmuz öfkede benden fırtına sevgide deniz ne samanyollarının ulu kervanları susuzluğumun ne kutupşafaklarında tanrılaşması ilkelliğimin temmuz gibi sıcak ve bereketli temmuz gibi uçsuzbucaksız bir oğlum olacak adı temmuz dilinde en güzel sesi türkçemin kulağı en yiğit şarkılarla delik korkak bir merakla değil yıldızlı karanlığı vivaldi'yi dinler gibi okuyup anlıyacak ve belki de sütdişleri sürerken balaban bir bursa şeftalisine 90


ay'dan kendi sesini dinliyecek vahşi bir çiçek gibi açılmış gözleriyle ben ki yalınayak bastım kızgın dişlerine açlığın iri bir çizme gibi balkanlar'a basarken faşizm dağlarda silâh atmayı sevdim ben ki silâh taşıdım gizli gizli dünyanın bütün devrimlerine boşuna dönmüyor bu rotatifler boşuna bağırmıyor bu kara boşuna dinlemiyor bu korku kapımızı anamın aksütü gibi biliyorum ki doyumsuz günlere doğacak temmuz doyumsuz günler görecek hani şu hep andıkça sızlatan yüreğimizi hani şu hep dalıp dalıp gittiğimiz andıkça beklediğimiz beklediğimiz beklediğimiz ve tam görecekken göçüp gittiğimiz günler gibi günler ama mutlaka karataşın göbeğinde aşk karataşın göbeğinde barış karataş çatladıçatlıyacak ben direndim yorulmadım o yorulup yıkılmıyacak vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım geçin sıcak ırmakları kuşlarım kızılırmak kızılırmak akın kuşlarım “mayonezli kirena” : ikinci dünya savaşı günlerinde, bazı ülkelerde emperyalist ordu komutanlarına tepsi içinde sunulan çocuk ölüsü. “şakkulkamer” : ay’ın yarılması, çatlaması, ay’daki gölgeler muhammed’in mucize gösterip, ay’ı yardığı, çatlattığı biçiminde dinsel bir inancın doğmasına yolaçmıştır. Hasan HÜSEYİN 91


Dünya’ya biraz daha erken gelmeyi, sadece onlarla tanışmak için istemiştim…

92


İsrail Notları (2) Selin Süar İsrail denilince elbette akla ilk gelen kutsal topraklar oluyor. Tek tanrılı üç büyük dinin bir arada olduğu, defalarca fethedilen, filmlere, kitaplara konu olan ve paylaşılamayan Kudüs veya bir diğer ismiyle Jerusalem… Tel Aviv’den otobüsle 50 dakika süren yolculuğun ardından taksiyle merkeze ulaşmak mümkün. Tarihi ve kutsal yerleri görmek için otobüs garajından yolcu götüren taksi şoförü uzun yolu da seçebilir, kısa yolu da. Kısa yoldan gidildiğinde hemen her yerde göze çarpan siyah fötr şapkalı, siyah ceketli ve pantolonlu, uzun sakallı ve saçlı ‘Dati’ler, yani koyu Musevi dindarlar, çarşafa girmiş olan rahibeler veya Müslüman kadınlar, aşırı dindar Müslümanlar ve Hıristiyan din adamları bulunuyor. Din okullarında Musevi öğrenciler daha küçüklükten eğitiliyor ve aynı şekilde giyiniyorlar. Pantolonun paçasının uzun veya kısa oluşu, pantolonun paçasının çorap içine sokulması veya dışarıda kalması ait oldukları iç grupları belli ediyor. Kutsal yerlerin bulunduğu yere adım atınca kalabalığa bir yerinden dâhil oluyor insan. Dünyanın her yerinden gelen farklı renkte, farklı dillerde konuşan, farklı dinde insanlara kulak kabartıyor sokak içlerinde mallarını satmaya uğraşanlar… Kutsal mekânların çevresinde dört mahalleli bölünme Müslüman, Hıristiyan, Ermeni ve Yahudi mahalleleri olarak kendini gösteriyor. Katoliklerin hâkim olduğu Hıristiyan mahallesinde Ortodoks ve Protestanların da temsil edildiği yerler var. Hıristiyanları ilgilendiren kutsal mekânların bir kanadında Ermeniler, bulunuyor. Ermeni sokağında dalgalanan Ermenistan bayraklarının altında bulunan restoranların sokağa, herkes tarafından görülebilecek bir yere koydukları menülerde bilmediğim yemek isimleri olduğu gibi ‘kebab’tan, ‘musakka’ya, ‘basturma’dan ‘sucuki’ye kadar tanıdık isimler de vardı. Türk vatandaşı bir Rum arkadaşımın Hz. İsa’nın vefat ettiği yere gidip dua etmemi ve yan yana duran 33 adet mumdan almamı istemesi üzerine ilk iş olarak Ermeni mahallesinden çıkıp Rum mahallesine, yani Hz. İsa’nın vefat ettiği yere, Kutsal Kabir’e gitmek için yollara düşsem de yolumu şaşırıp bilmediğim yerlere girip çıktım. Mısır çarşısına bire bir benzeyen Kudüs sokaklarında her dükkân sahibi içeri girmem için, aynı Türkiye’deki esnaflar 93


gibi bildiği bütün dilleri bir anda sıralıyor, gelen kişiyi hangi ülkenin insanına benzetirlerse ilk o dilde selam verip müşteri kazanmaya uğraşıyorlardı. O kadar çok kişi İspanyolca hitap etti ki bir an için “İspanya’ya gitsem kendimi öğrendiğim kelimelerle idare edebilirim” diye düşünmeye başladım. Gözüme kestirdiğim yaşlı bir adama yolu sorduğumda gülümseyerek ve bozuk İngilizcesiyle yolu tarif ettikten sonra geldiğim yeri sordu. Cevabını alınca çok şaşırıp “Allah Büyük” diye naralar atmaya başladı peş peşe.

Ömer Camii Kapısı Kimse, ama hiç kimse çoğunluğu Müslüman olan bir ülkeden geldiğime inanmıyordu. Ne giysilerim ne görünümüm bilindik Müslüman ülkelerindekine benziyordu. Etrafımda başı eğik çarşaflı kadınları ve etraflarına fıldır fıldır gözlerle bakan eşlerini gördükçe Mustafa Kemal Atatürk’ün biz Türk kadınlarına nasıl büyük bir armağan bıraktığını ve o büyük adamın değerini bir kez daha anladım. Yaşlı ve güler yüzlü Arap dedenin tarif ettiği yolu izlediğimde gerçekten de Kutsal Kabir Kilisesi’ni hemen buldum. Avluda cirit atan birçok dil arasından Türkçenin tanıdık kelimeleri de kulağıma çarptı. Kimi turist kafilesine dâhil olarak geziyor, kimi benim gibi istediği yöne ilerliyordu. Peşime takılan ve bana laf atmaya çalışan üç veletten ikisinin fotoğrafını çektikten sonra Kutsal Kabir’e girdim ve o an Ömer Camii’nden yayılan ezan sesi tüm sesleri bastırarak Kudüs üzerinde çınlamaya başladı.

94


95


Kutsal Kabir Kilise’si İçerideki karanlık ortamda insanlar mümkün olduğunca sessiz konuşuyorlar, dua ediyorlar ve fotoğraf çekiyorlardı. Kimi başını kapatmış kimi kış ortasında bile neredeyse yirmi dereceleri bulan Kudüs’te yaz ortasındaymış gibi dolaşıyordu. Hz. İsa’nın vefat ettiği yerin girişinde uzun bir kuyruk oluşmuştu. Dostumun içten gelen bu ricasını gerçekleştirmek için ben de sıraya girdim. Bir papaz sıradaki insanları beşerli gruplar halinde içeriye alıyor, içeridekiler çok oyalanırsa hiç konuşmadan, ellerini tahtaya vurarak onların dışarı çıkmasını istiyordu. Sıra bana geldiğinde biraz da çekindim, ne de olsa Hıristiyan değildim, ama herhangi bir soru sorulmadan beni de içeri aldılar. Eğilerek girdiğimiz yerde yaşlı kadınlar taşları, ikonaları öpüyor, kimi ağlıyor kimi de sürekli dua ediyordu. Ben de duamı ettim ve çok oyalanmadan çıktım. Yan yana duran 33 adet mumu da orada yakıp bir çanağın içinde geleneklere uygun olarak söndürdüm ve mumları bir poşete atıp çantama koyarak Mescid-i Aksa’ya yöneldim. Sokakları arşınladıkça Harem-i Şerif’e yaklaştığımı anlıyordum. Bunların en büyük göstergesi Arapça yazıların çoğalmaya başlamasıydı. Harem-i Şerif, Hz. Muhammed’in göğe yükselip Mirac’ın yaşandığı yer olması nedeniyle Müslümanlar için önemliydi. Televizyonlarda hep gördüğüm o altın kubbe, yani Ömer Camii bu kez tam karşımda duruyordu. Kapıda her ibadet mekânının girişinde bulunduğu gibi İsrail askerleri, polisler ve Müslüman yetkililer vardı. Birikmiş olan turist kafilesini geri yollamaya çalışıyorlar, “Müslüman olmayan Pazar haricinde giremez” diyorlardı. Öne atılıp içeri girmeye kalkıştığımda benim de yolumu kestiler ve pasaportumu çıkarıp geldiğim ülkeyi gösterince şaşırdılar. Müslüman olduğuma yine inanmadılar. Nüfusumdaki din ibaresi kısmı ilk kez bir işe yaramıştı, ama girmem hala yasaktı çünkü kapanmam gerekiyordu.

96


97


Girişte bulunan satıcı 40 Şekel’e, yani benim Tel Aviv’den Kudüs’e gidiş-dönüş yol parama incecik bir etek ve başıma geçireceğim çarşaf verdikten sonra eteği büyük bir beceriksizlikle üzerime geçirmeye başladım. Sıra başıma geçireceğim çarşafa geldiğinde yırtık olan yerin boynumdan geçeceğini sanarak o bölgeyi daha da yırtmaya çalıştığımda satıcının can havliyle Arapça sözcüklerle bağırarak yanıma gelip beni durdurduğunu ve o bölgeyi yalnızca yüzümden geçirerek çarşafı bana giydirdiğini hala gülerek hatırlarım. Kapıda içeri girmek isteyen turist kafilesinin şaşkın bakışları arasında polis kontrolünden geçerken boynumda Müslümanların Fatıma’nın Eli dedikleri, Musevilerin ise Hamsa dedikleri ve kutsal saydığı ‘el’ biçimindeki kolyemi, hem İsrail’e yeni geldiğimde satın aldığım ve Davut Yıldızının bulunduğu bilekliğimi, hem de çantamdaki 33 adet mumu gören polis haliyle şaşkın biçimde hepsini sayarak güldü ve ardından içeri alındım. Daha girdiğim gibi Ahmet adında bir rehber içeriyi tanıtmak için yanıma yanaştı. Avluda koşup oynayan Arap çocuklar, yerde oturup ılık havanın tadını çıkaran adamlar ve ayrı bir yerde toplanan kadınlar bana bakmaya başladılar. Ahmet, Arap aksanıyla İngilizce konuşuyor ve bulunduğum bölgenin önemini bana anlatmaya çalışıyordu. 98


99


Botlarımı çıkarıp içeri girdim. Boydan boya halı serilmişti ve içeride güzel bir koku vardı. Güvercinler seccadelerin üzerinde geziniyor, ziyaretçiler veya oranın halkı Kuran okuyordu. Hz. Muhammed’in sakalının bulunduğu yeri gösterdi Ahmet ilk önce ve Selahaddin Eyyubi’den Haçlı Seferlerine kadar güzel bir sohbet başladı. Osmanlı Devletinden gelen tuğralar da göze çarpıyordu. Elimden geldiğince fotoğraf çektikten sonra Peygamberin Burak’la Miraç yolculuğunda öncelikle vardığı ve yükselerek göklerin yedi katını gördüğü söylenen yere indik. Muallak Kayası adı verilen bu yer gerçekten de kayaların iç içe geçtiği oyuk, basık ve mağara gibi bir yerdi. Hz. Muhammed’in burada namaz kıldığı rivayet ediliyordu. Bir kadın kayanın bir köşesine oturmuş Kuran okuyordu. Yeniden yukarı çıktığımızda soluk almaya fırsat bırakmadan Ahmet, cennetin yedi kapısı olarak adlandırılan yedi ayrı kapıyı simgeleyen mermer oymaları ve kapıları gösterdi. Çok geçmeden Mescid-i Aksa’ya gitmemiz için yeniden avluya çıktık. Avluda camiyi dışarıdan gösterip duvarda yazılı olan sureleri gösterip okumaya başladı. Kısaca avluda gezindikten sonra 100


Mescid-i Aksa’ya girdik ve girdiğimiz gibi bir dolabın içine konulan patlayıcı maddeleri bana göstermek için dolaba doğru yöneldi Ahmet. 29 Ağustos 1969 yılında bir Avustralyalının buraya girip kutsal yeri havaya uçurduğunu, çok kişinin öldüğünü, çıkan yangınla tavandaki kaplamaların zarar görüp yıkıldığını ve patlayıcıların üzerindeki USA yazılarını gösterdi. Peşi sıra Ariel Şaron’un 3000 askeriyle buraya girdiğini, ikinci intifadanın bu şekilde başladığını ve Müslümanlara zulüm uyguladığını söyledi. Sessiz kaldım, çünkü olayın temelini bilmiyordum. Eve gidip bu olayı sorunca İsrail toprağı olmasına rağmen Müslümanların buraya kimseyi sokmadıklarını ve Şaron’un “Burası benim ülkem, ülkemde bulunan topraklara istediğim gibi girerim” demesi sonucu askerleri de alarak burayı gezdiğini ve bunu kabullenemeyen Müslümanların intifadayı başlattığını öğrendim. Olayı yaşayan her iki tarafın söylemi de ayrıydı. Bizdeki Aya Sofya olayını ve hiç bitmeyen Ruhban Okulu sıkıntılarını hatırladım. Aya Sofya’ya giren papanın ibadet edip etmeyeceği patlamaya hazır bir bomba gibi bekleyen Müslüman halkı hatırlattı bana birden. Veya kendi topraklarımızda herhangi bir kiliseye ya da sinagoga alınmasaydık ne gibi şeyler olabileceğini düşündüm. Buradan da ayrıldıktan sonra sıra nihayet Ağlama Duvarı’na gelmişti. Ahmet, ben avludan çıkarken oraya Ağlama Duvarı demememi, Mescid-ül Burak olarak orayı adlandırmam gerektiğini, çünkü ‘Ağlama Duvarı’ ismini yalnızca Musevilerin kullandığını söyledi. Hz. Muhammed'in 624 yılına kadar kıble olarak kabul ettiği Mescid-i Aksa (Müslümanların ilk kıblesi olarak bilinir), bir süre bu şekilde kalmış. İsra suresinin birinci ayetinde Mescid-i Aksa'nın çevresinin mübarek kılındığı yer alır. İslamı yorumlayanlara göre Hz. Muhammed'in Mirac ettiği zaman Kudüs'te bugünkü Mescid-i Aksa'nın olmadığı, onun yerine Musevilerin Süleyman Tapınağı olarak adlandırdığı Beytü'l-Makdis adıyla anılan, bugün ise kalıntıları bulunan bir mabedin bulunduğu kabul edilir. Kudüs, 638 yılında fethedildikten sonra Beytü'l-Makdis'in yerine Mescid-i Aksa inşa edilmiştir. Sonuç olarak her iki din için de kutsal olan Beytü'l-Makdis'in kalıntıları bugün Museviler tarafından Ağlama Duvarı, Müslümanlar tarafından ise Burak Duvarı, yani Mescid-ül Burak olarak adlandırılıyor. 101


Bethlehem’e de gitmek çok istemiştim, ama ana üç büyük kutsal mekânı gezerken çok vakit kaybettiğimden hava kararmaya yüz tutmuştu. Başka sefere deyip, sabahtan beri ağzıma tek lokma koymaya fırsatım olmadığı için gözü dönmüş biçimde falafel yapan ilk restorana kendimi attım. Gelen geçeni izleyip mutlulukla bir şeyler atıştırdıktan sonra karanlık sokaklarda evlerine dağılan veya otellerine geri dönenlerin arasından sıyrılıp hediyelik eşya satan yerlerden birine girdim. Karşıma yine Arap asıllı genç biri çıktı. Sorduğum her şeyin 102


fiyatını iki katına söylediğini bildiğim için yarım saat kadar süren pazarlığın sonunda fiyatı yarısından da aza düşürmüştü. Kalabalık yavaş yavaş dağılırken taksiciyle fiyat konusunda ikinci bir savaş verip yine garaja gittim. Otobüs hemen hareket etti ve Kutsal toprakları ardımda bırakırken uyuyakaldım. *** Bir başka gün, varlığını tesadüf eseri öğrendiğim 1981 yılında Tel Aviv’de Ramat-Gan’da açılan 250 dönüm arazi üzerine kurulmuş doğal yaşam parkına safariye gittim. İnsanlar arabalarıyla rahatça içeri giriyor, fotoğraf çekiyor ve vahşi hayvanların yaşamını bire bir görebiliyordu. Özellikle çocukların hayvan dünyasını tanıması için yapılan Safari Park’ta devekuşlarından zebralara, ceylanlardan Marabu leyleklerine kadar pek çok hayvanı doğal ortamlarında görebiliyorsunuz. Arabadan inmek yasak olduğu için özellikle de turun son kısmında tel örgülerle çevrilmiş olan aslanların doğal yaşam alanında arabayla çok fazla durmak veya camı açmak yasak. Kulelerden ziyaretçileri gözleyen görevliler en ufak bir kural ihlali sezdiklerinde sirenleriyle uyarı vermekteler.

103


104


İsrail’de her ırktan, her dinden insan görmek mümkün, ancak belirli bölgelere doğru gidildikçe camilerin çokluğu fark edilir derecede artıyor. İsrail, 1948’de resmen kurulduktan sonra ülkede kalıp vatandaşlığa geçmeyi seçen Filistinlilerin yaşam alanı oldukça rahat. Elbette fakirlere de rastlanıyor, ancak her aileye arazi, villa ve en az iki araba verildiğini görünce insanın düşüncesi değişiyor. Yalnız Filistinliler değil, Müslümanlığın Fatımi-Alevi kolundan ayrılan, kendilerine özgü inançları olan bir topluluk olan Dürzîler de İsrail’de gettolaşmış biçimde yaşıyorlar. Yalnızca kendi inançlarından olanlarla evleniyorlar ve bir Dürzî boşandıktan sonra bir daha evlenemiyor. Kadınları beyaz başörtüsü ile geziyor ve çok göz önünde olmuyorlar. Çocukların sıkça dışarı çıkması yasak. Camileri, minaresiz oluşundan tanınmakta. Bir küfür gibi Türk insanının diline dolanmış olan “Dürzü” kelimesi de ne yazık ki buradan geliyor çünkü pek çok Sünni tarafından Müslüman olarak bile görülmüyorlar. Araştırmalara göre Osmanlı Devletinde savaşçı ve asi bir topluluk olduklarından sevilmiyorlarmış. Yine de bir Dürzî lokantasına girdiğimizde karşımda, duvara yapıştırılmış eski Türk Lirası’ndan gülümseyen sıcacık bir yüzün gözüme ilişmesi ne yalan söyleyeyim, beni oldukça mutlu etti.

Anlatılacak oldukça çok anı olmasına rağmen son olarak Köy Enstitülerimizi bize hatırlatan kibutzlardan bahsetmek isterim. Bir kibutza hiç adım atmadım, 105


yalnızca dışarıdan gördüm, ama fabrikasından alışveriş mağazalarına kadar kendi kendini idare edebilecek kadar da donanımlı olduklarına şahit oldum. Kibutzda yaşayanların, kendilerine verilen işe göre yalnızca kalacak yer ve yemek karşılığında kibutz için çalıştıklarını duyunca insan bu modern dünya için elbette şaşırıyor. Her şeyin karşılığını para olarak almaya alışan bizler için yemek ve kalacak yer karşılığında bir köyü ayakta tutmak ütopya gibi bir şey olsa gerek. Yine de kendi elleriyle yaptıkları binaları, tarım alanlarını, fabrikaları ve daha pek çoğunu görünce köy enstitülerimizi canlandırmanın bizler için de imkânsız olmayacağını gördüm. Kibutzda belirli saatlerde kibutz için çalışma, geri kalan saatlerde eğitim ve sanat için uğraşılıyor. Günümüzde hala vasıfsız olarak İsrail’e gelen bazı kimseler kibutzda kalıyor. Hem çalışıyor, hem dil öğreniyor, hem de eğitim alıyorlar. Bazı kimseler de bu işi gönüllü olarak yapıyor. Bazı kibutzlar yaptıkları binaları özel şirketlere kiralayıp bunun üzerinden para kazanmaya ve daha da zenginleşmeye başlamışlar. Zamanında Türk halkının uyanmasını istemeyenlerin özgürlükdüşünce-aydınlanma ortamları olan ve ‘Bolşevik yuvası’ diye aşağılanıp bu bahaneyle kapatılan köy enstitülerimiz bugün İngilizce hayranlığımız üzerinden dem vurularak “Village Institute’ olarak açılsaydı tam da planlandığı gibi sistemle bütünleşmiş bireyler tarafından alıcısı çok olurdu diye düşünmüyor değilim. Unutmadan… İsrail’in kuzeyine denk düşen ve engin Akdeniz maviliklerine açılan bir liman kenti olan Hayfa’da bulunan 500 metre yüksekliğindeki Karmel Dağı eteklerinde Türkiye’den çeşitli sebeplerle göç eden Musevilerin "Atatürk Ormanı" kurduklarını yazmadan geçemeyeceğim. Türkiye’de farklı dinden olan vatandaşlara uygulanan baskıları ve Varlık Vergisinin ağır sonuçlarını da hesaba katacak olursak geride bıraktığı vatanından asla kopamayan ve Türk halkını dogmalardan kurtarıp onları daima ileri taşıma; gerek düşün gerekse duruş olarak halkını her zaman bir adım önde tutma çabası içinde olan M. Kemal Atatürk için, Türk halkının bağnazlıktan sıyrılıp aydınlığa geçişin bir simgesiymiş gibi kuraklıkta yeşeren bir ormana “Atatürk” adıyla can vermeleri insanı oldukça duygulandırıyor. 106


Doğusunda Ürdün, batısında Akdeniz, kuzeyinde Suriye ve Lübnan, güneyinde Mısır ve Kızıldeniz ile çevrili olan İsrail’in nüfusu ortalama yedi buçuk milyon. Arabaya atlandığında ülke baştanbaşa ortalama yedi saatte gezilebilse bile çok uluslu olduğundan ve her yerinde farklı bir doku bulunduğundan tekrar tekrar gidilmesi gereken pek çok yeri var. Aynı sınırlar içinde belirli bölgelerde Filistin yönetimi, belirli bölgelerde İsrail-Filistin yönetimi ve diğer bölgelerde İsrail yönetimi olan bir ülkede yaşamak ve dört tarafı Arap topraklarıyla çevrili bir ortamda sevilmeyen ülke konumunda olmak İsrail’in ordu gücünü de artırmış. Buranın vatandaşları İsrail hakkında kötü düşünenler için ‘Biz çocuklarımızı kurşunların altına göndermek ister miyiz? Bizim çocuklarımız da ölüyor.’ diye yakınıyorlar. Soykırımı yaşamış bir ırkın mensubu olarak insan öldürmenin, özellikle de çocuk katlediyor gibi lanse edilmenin oldukça ürkütücü olduğunu söylerken, yapılan anlaşmaların diğer taraf yüzünden sürekli bozulması ile beraber çatışmanın baş gösterdiğini ve karşı tarafın kendi çocuklarını özellikle tanklar üzerine ittiğini belirtiyorlar. İsrail’in çok konuşulan ‘savaş suçu işleme’ davası ise bir bakıma doğru. Ordunun tümü olmasa da içinden bir grup, kişi ya da kişiler insan organizması üzerinde tahribata yol açan silahları kullanmakta. Bunların mahkemede yargılanıp ceza aldığı belirtilse de bunun ne kadar doğru olduğu tartışmalı. Siren seslerine öylesine alışmışlar ki uçaktan indiğim gün ben gelmeden biraz önce Tel Aviv’in siren sesleriyle çınladığını, ancak insanların kılını bile kıpırdatmayıp işlerine devam ettiğini söylediler. Hükümet bazı zamanlarda özel kontroller ve tatbikatlar yapıyormuş bu konuda, ama bunlar mutlaka önceden bildiriliyormuş. Bu kez bildirilmediği halde kimsenin umursadığı olmamış. Halk savaş taraftarı değil, ancak diğer tarafın kışkırtmalarından dolayı en solcusu bile sağa eğilim göstermekte. ‘Anlaşma oluyor, binalar yapıyoruz, insanlarımızı yerleştiriyoruz, sonra bir şekilde bu bozuluyor ve savaş yeniden başlıyor.’ diyorlar. En büyük dilekleri Ortadoğu topraklarındaki bu çıkmazın bir gün sonlanması. Çünkü hepsi biliyor ki, Filistin ve İsrail kardeş çocukları… Bahar tepesi anlamına gelen bol yeşilli Tel Aviv’in üzerinden güneş bir kez daha eteğini çekerken buralara daha defalarca gelebilmeyi diledim. Tank, top, tüfek,

107


asker, ağıt, yakarış, kan görüntüleriyle tanıdığımız Ortadoğu topraklarının sakin, huzurlu ve ılık havasını içime çektim. Eve dönerken gülerek söyledikleri bir söz aklıma geldi: “Bu dünyadaki bütün kötü şeylerin sorumlusu Yahudiler, bir de bisiklete binenler…” Belki siz de benim gibi “Neden bisiklete binenler?” dediniz gayrı ihtiyari olarak ve ‘Bisiklete binenlerin ne suçu var?’ deyip merakla gelecek cevabı beklediniz… Oysa bisiklete binenler hakkında gelecek cevabı beklerken hayatımız boyunca şu soruyu hiç sormadığımızı anladım: “Neden Yahudiler?”

108


Yaprak Basan Haim Erroll Gelardin 1950’li yıllardaydı; Mustabey Caddesi, İzmir. İki kaldırımda sıradan dut ağaçlarının dalları birbirlerine kavuşmakta ve güzelim bir kemer meydana getirmekteydi. Yemyeşil, tertemiz... Ağaçlar erkek, meyve vermez cinsten... Mustabey Caddesi’ne muhteşem bir görüntü ve sıcak İzmir’e de harika bir gölgeli, serin, yürünebilecek bir yol arz etmekte. Bu dediklerim, bahar ve yaz ayları tabii ki... Bizler 16-18 yaşlarında kızlı erkekli grup, altı yol ağzında toplanır; muhabbete dalardık. En çok sevdiğimiz son bahardı; hani yaprak dökümü mevsimi… Dut ağaçlarından süzülen yapraklar yere dökülür ve oracıkta kururlardı. İşte o zaman Yaprak Basan diye adlandırdığımız kişinin işten dönmesini beklerdik. Adamın bütün zevki kuru yapraklara basıp, ‘krack’ diye çıkan sesi duymaktı. Her ‘krack’ diyen yaprak, bizim Yaprak Basan’ın yüzündeki ifadeyi değiştirir ve sanki zevkten dört köşe olan bir insanın ifadesi belirirdi yüzünde; sevişmeden sonraki bir adamın yüzüydü bu yüz... Bizler de bunu seyretmeyi severdik. Normal olarak Yaprak Basan karşı kaldırımdan yürürdü. Bizse saatlerini bilir ve kuru yaprakları kaldırıma zig zag halinde yerleştirirdik. Yaprak Basan, bir yapraktan bir yaprağa zig zag yapa yapa yürür ve bizler de oturup, gülerek onu 109


seyrederdik. O sanki hiçbir şeyin farkında değilmişçesine ‘krack, krack, krack’ yaptıra yaptıra geçer giderdi evine doğru. Onlu yaşlardaki bizler yavaş yavaş büyüdük, askere gittik ve dönüşte artık hayatla karşı karşıya kalmıştık. Yaprak Basan’ı unutmuştuk bile... Arkadaşların bazıları doktor, bazıları mühendis, serbest meslek sahibi veya ticaretle uğraşmaya başlamıştı. Bazılarımız artık İzmir’i terk etmiş; şansını dünyada aramaya başlamıştı. Yani, Mustabey altı yol çocukları çoktan dağılmıştı... Gruptan beş kişi İsrail’e göç etmiş, İzmir’de beş kişi kalmıştı. Oysa on altı kişilik koca bir gruptuk. İsrail’e taşınan arkadaşlarımızdan biri, en küçüğümüzdü; on dört yaşlarındaydı ve hayatına Dorot adlı kibutzta* devam etmek istedi. Orada gençlik kolu vardı; yarım gün ders, yarım gün de fiilen çalışmak vardı. Kibutzta arkadaşımıza ‘Turki’ lakabı takılmıştı. ‘Turki’ yani, Türk. Turki yavaş yavaş grubun başkanı olmuştu ve kibutzun eskileriyle yapılan konuşmalarda gençlik grubunu temsil etmeye başlamıştı. Sabahları süt sağıyor, öğleden sonra okuyor ve gece de eğleniyordu. Süt sağma o yıllarda elle yapılıyordu. Güzelim siyah-beyaz Hollanda inekleri, Dorot kibutzunun medari iftiharıydılar ve günde 80 litre süt verenler vardı. Turki’nin en sevdiği ineğin adı 110


‘Poria’ydı. Ufak memeleri olan bu hayvan, sağılması çok zor bir hayvandı; ama Turki ile Poria iyi arkadaş olmuşlardı bir kere... Turki ata binip inekleri meraya çıkardığında Poria da atın hemen yanında veya arkasında bitiverirdi. Turki’nin her “bouu, bouu”deyip, inekleri yürümeye teşvik ettiğinde “muu, muu” diye ilk cevap veren Poria olurdu. Turki büyüyordu, yaşı neredeyse on yedi olacaktı. Kibutztan ayrıldı ve Afula adındaki şehre gitti. Orada İsrail Hava Kuvvetleri’nde yeni açılan uçak makinistliği kursuna yazıldı. Amacı, on sekiz yaşında askerliği başlayana dek uçak makinisti olabilmek ve aerodinamik bilgisi sayesinde belki de, pilot kursuna kabul edilebilmekti. İki senelik kurs, Turki için çok başarılı olmuş ve kursu ikinci sınıfta, uçak makinisti olarak bitirmişti. Normal olarak üçüncü sınıfı bitirenler makinist olarak çıkabilirlerdi. Yaş on sekize geldiğinde ve askere alındığında uçak makinistliği görevine atanmıştı. Pilot olmak için müracaat etmiş ve müracaatı kabul edilmesine rağmen altı aylık eğitimden sonra kursu terk etmek mecburiyetinde kalmıştı. Yeni çıkan emre göre Turki’nin lise diploması olmadığından kurstan azledilmişti. Yine uçak makinistliğine döndürülmüş ve subay kursuna yollanmıştı. Şimdi bir teğmenimiz vardı. Uçaklar o zamanlar Spitfire ve Amerikan malı Mustang’lerdi. Spitfire bu güne dek uçan uçakların en iyisiydi. Turki’ye sorsanız, bir de Dakota’lar, en iyiler 111


arasındaydı; yıldız tipi motorlarının yaptığı gürültü ve manuel olarak uçma mecburiyeti, bu uçakların pilotlarını çok yorardı. Aradan yıllar geçti ve Turki, birkaç savaşa katıldı. Uçakların bakımı için gece gündüz çalışmak vardı. “Uçaklara ne kadar çok sorti yaptirabilirsek, o kadar mutlu hissederdik kendimizi.” diye anlatırdı Turki. Yaşı otuz iki olunca tanıdığı bir kızla evlendi. Kız, İstanbul eşrafındandı ve babası büyük bir fabrikanin sahibiydi. Önce üç ortak olarak işe başlamışlar; sıfırdan başlayan fabrika büyüdükçe ve fabrikalar yavaş yavaş eklenince, arkadaşlık lafta kalmış. Böylelikle iki kardeş olan Tatarlar, Yahudi’yi ortaklıktan çıkarmışlar; “Biz Araplarla calışmak, onlara mal satmak istiyoruz; firmada Yahudi olması bizi kara listeye koyar.” gerekçesini de sunarak. Turki’nin

kayınpederi

hakkının

çeyreğini

bile

alamadan

ayrılmak

mecburiyetinde bırakılmış. Nasıl mı? Mesela fabrika binası bir milyon Dolar üzerinden satışa çıktıysa, onun hakkı defterlerde yazılı olan üzerinden verilmiş. Yani, defterlerde amortismanlar yüzünden bir milyondan yüz bin Dolar’a inen binanın değerini o şekilde saymışlar. Bir de üstüne, “Bizimle uğraşma, milyonlar sarfeder ve seni meteliksiz bırakırız.” diye tehdit de etmişler. Kayınpeder bu kadar olayın ardından, tek kızının evlenmesiyle beraber İsrail’e

112


taşınmış. Karısının ve kendisinin rahat bir ihtiyarlıkları olmuş. Turki’nin kayınpederi 98 yaşında, kayınvalidesi de 84 yaşında kanserden vefat etmiş. Turki, kayınpederi 93 yaşındayken almış adamı ve çok sevdiği karısıyla da beraber Taipei’ye uçmuşlar. Çinliler için doksanın üstündeki bir adamın başını öpmek büyük şans getirirmiş. Otelde kayınpederin yaşı hemen etrafa dağılmış ve gelen giden kızlar hep adamın başını öper olmuşlar. Turki’nin kayınpederi zevkten dört köşe olmuş. “Yahu” demiş kızına, “Söyle damada da buraya yerleşelim.” deyip dururmuş. Oradan Hongkong’a uçmuşlar ve New World Hotel’e yerleşmişler. Kayınpeder beyin ünü hemen orada da yayılmış ve tek kişilik oda fiyatına suit vermişler adama. Turki ve karısı, babalarının ne kadar sevinçli olduğunu görüp mutlu olmuşlardı. Geri döndüklerinde Turki’yi bekleyen

sürpriz,

Yarbay

rütbesinin

kendisini

öğrenmesiydi. Yeni görevi de gayet ehemmiyetli

beklemekte

olduğunu

bir görevdi. Ailecek

sevinmişlerdi. Turki, aldiği emirle üç ay evden uzaklara gitmişti. Nereye gittiğini karısına bile söyleyememişti; yasaktı. İki ay sonra karısı, Turki’nin yaralı olduğunu ve askeri hastahanede yattığını; Turki’nin kahraman olduğunu ve karnından yaralandığını eve gelip haber veren subaydan öğrenmişti. Kadın hemen giyinip subayla hastaneye koştu. Turki yatakta, birçok cihaza bağlıydı. Gözleri kapalıydı ve etrafinda olan bitenden haberi yoktu sanki… Karısı hemen 113


Turki’nin kulağına eğilip, “Aşkım benim, korkma ben buradayım; artık sana hiç kimse bir şey yapamaz.” deyip onu öpüyor, saçlarını okşuyordu. Turki, elini kımıldatıp karısının elini tutmaya çalıştı. Hemşire hemen doktoru cağırdı; bu, Turki’nin hayatta kalacağına ilk garantiydi sanki. Çağırılan sağlık ekipleri, Turki’nin karısına, “Lütfen konuşun onunla, hayata döndürün onu; size ihtiyacı var.” diyorlardı. Kadın gülümsedi ve “Merak etmeyin beyler... Benim Turki’mi kimse benden alamaz; ben buradayım artık.” dedi. Kadın, iskemleye oturup devamlı olarak Turki’ye bir şeyler anlatmaya başladı; okşuyordu, seviyordu, fısıldıyordu...

Doktorlar, kadının Turki’yi hayata döndüreceğini iddia

ediyorlardı. Bütün gece baş ucundan ayrılmadı. Bütün gece ona şarkılar söyledi, hikayeler anlattı. Sabah saat altıya doğru birden Turki gözlerini açtı ve “Sen ne tatlı kadınsın sevgilim. Bütün gece yanımda şakıdın. Cevap vermek istedim ama, yapamadım. Yine de bak ben buradayım; sen sakın üzülme” diyebildi. Beeper’ın sesini duyan doktorlar odaya koşmuştu; Turki komadan çıkmıştı artık... Herkes gülüyor, birbirine sarılıyor ve Turki’ye bakıyordu. Eve döndüklerinde Turki, karısından bu konuda kendisine hiçbir şey sormamasını istedi. Aradan geçen zaman içinde Turki yavaş yavaş karısına

114


bütün hadiseyi anlatmıştı. Evet, liyakat madalyası almıştı ve Turki, albay olmuştu. Yaşı ellilerdeydi artık ve bu rütbeyle askerden terhis oldu.

34

sene sonra İzmir’e gitmeye karar verdi ve her zaman temasta olduğu

grubun arkadaşlarıyla buluşma toplantısı yapılmasına karar verildi. 14 Eylül günü toplandıklarında ağaçlardan yaprak dökümü başlamıştı. Bir alay ellili altmışlı yaşlarında insan, karşıdan Yaprak Basan’ın gelmesini bekliyordu ama, Yaprak Basan gelmiyordu. Yapraklar oradalardı ama, Yaprak Basan yoktu. Birbirlerine baktılar ve hep beraber yapraklara basa basa, ‘krack’ seslerini duya duya Havra’ya doğru yürüyüp Yaprak Basan’ın hatırası önünde eğilerek ona Fatiha okudular.

115


Umut Ahmet Doksanoğlu Gölgenin bedenden çaldığı ışıksızlık Belirsizlik. Kime benzediğinin bir önemi yok Yalnızlığa hâkim değil misin? Bir ruhun temsilcisi siyah sensin Aklanmadan bitmeyecek bu savaş Yalnızlık hep müebbet Paslı parmaklığın ardında benliğin Çekmedikçe elini pastan kirden Hissetmeyecek yaşamın, özgürlüğün Ne demek olduğunu Soğukluğunu beklerken ölümün Ölüyorsun ey gölge! Doğuyor gün ve terk edeceksin kısa vade de olsa bu karanlığı Artık siyah gölgeye yer yok duvardan duvara yayılan Belirdikçe beyazlaşan gölgeler Arabesk bir müzik Alaturka bir ses gibi geçmişten silik Bitkin ve yaşanmış bir hayat Ve bitmek tükenmek bilmeyen hayallerin. 116


Uyanmak yetmez rüya tabirleriyle derin uykulardan. Doğan güneşin yumuşak ama belirgin ışığı inceltirken belleğini Umuda gebe bir gün daha. Doğabilmek için. 07.02.2010

117


Ofsayda Düşmüş Sorular Erman Bazo Bir süredir ele almayı istediğim ve rahatsızlığını şiddetle duyumsadığım sorular var. İnsanların dillerinde hep aynı söylemler: Kentlerimiz betonlaşıyor, çarpıklaşıyor -yıkıp yeniden yapmak gerek-, hızlı bir şekilde yozlaşıyor ve içinde yaşayan bizleri bencilleştirip yalnızlaştırıyor. İster istemez kenti seyretmeye ve konunun açıldığı her yerde belirtilen bu düşüncelerin etkisinde, ele almaya kalkışıyoruz. Mutsuzluğu huzursuzlukla harmanlamayı tetikler olduk karşılıklı. Bakıyorum da ne çok seviyoruz olumsuz olanı bizim dışımıza iterek kaynaklandırmayı. Kentin merkezinde bir kaldırımda yürüyorum, bir bakıyorum beş yaşlarında bir ufaklığa bir replik ezberletmişler, karşıma atılıyor ve benden peçete almamı istiyor. Başka bir kentin caddesinde arabanın önüne atılıyor bir diğeri, o da en fazla yedi yaşlarında, bu kez sakız satıyor, replikleri farklı ama sanki aynı çocuk çünkü aynı gözlerle bakıyor, piyasa ekonomisinin anlamsızlığını yüklenmiş gözlerle. Biz de aynı sistemin anlamsızlığını yüklenerek elimizi cebimize götürüyoruz veya götürmüyoruz. Bir ortak özellikleri daha var, biri asfaltın biri betonun üstünde yalınayak. Bir soru geliyor aklıma; kent betonlaştığı için mi yalınayak betonun üstündeler yoksa insan betonlaştığı için mi? Gecenin geç saatinde arkadaşımın evinden çıkıyorum, yürümeye başlıyorum kafamda kalabalık düşüncelerle, evimin yolu köprünün altıyla kesişiyor. Yan yana sırt sırta oturmuş dört beş çocuk dikkatimi çekiyor, aralarından bir tanesi sesleniyor “Sigaran var mı abi?”, tedirgin oluyorum önce çünkü içlerinden bir diğeri ciddi şekilde titriyor, zaten önceden koşulladıkları şey geliyor aklıma, “titriyorsa kesin vardır bir şeyler”. Sonra çıkarıp bir sigara uzatıyorum ve tutamayıp kendimi soruyorum “Neyi var arkadaşın?”. Yanıt buz gibi çarpıyor yüzüme, “İki gündür yemek yemedi”. Yine aynı anlamsızlıkla elimi cebime götürüyorum, cebimde bir dolu bencillik. Bir soru daha soruyorum; kent mi bencilleştiriyor bizi yoksa biz mi bencilleşip dönüştürüyoruz kenti? Haberleri izlemeyi pek sevmem, genelde yazılı olarak takip ederim güncel gelişmeleri. Yine de arada sırada takılır gözüm akşam haberlerine. Anlamsız konuları kısa filmleştirip on beşer dakikadan peş peşe izletiyorlar. Araya iki veya üç dakikalık bir haber sıkıştırmışlar, iş makineleri dayanmış gecekondu mahallesine, bir evin sahibi çatıya çıkmış yakarım kendimi yıkarsanız diyor evimi, ardından bir diğeri eline balyozu almış size yıktırtmam kendim yıkarım 118


kendi yapımı diyor. Sinir sistemine el koyuyorlar adamların. Belediyeden açıklama peşin, çarpık kentleşmeye son. Oralarda yaşayanlar evsiz kalacakmış, hava soğukmuş kimin umurunda. Pat diğer habere geçiyorlar -düşünmene fırsat vermemek bu olsa gerek, düşünülecek tonla şey var bu konuyla niye meşgul ediyorsun aklını-. Sorular bitmiyor kafamın içinde; adamın tapu vaadiyle inşa ettiği evi yıkılıyor, üç çocuğu ve eşiyle sokakta kalıyor, eğer yaz ayıysa şanslı sayılıyor, kendini yakacak ruh durumuna gelmiş, peki çarpıklaşan kent mi oluyor yoksa onu o evi kurmaya zorunlu bırakan, sonra gelip yıkan mantığa sessiz kalan bizler mi oluyoruz? Gençlerden çok şey beklemeyi seviyor toplum, bu da oldukça doğal, dinamizm ve heyecan bütünleşmiş durumda bizlerde. Bununla birlikte değişim istemiyor büyüklerimiz. Mantık “ben senden çok şey beklerim ama benim beklediklerimin dışına çıkmayacaksın”. Algılarımı yeni yeni edinmeye başladığım dönemlerde memleketin tarihine de ilgi duymaya başladım, sonuçta genciz bizden beklentiler yüksek, tarihi de ele alalım daha sağlıklı olur. Bir de ne göreyim; daha düşünüyorsun, dile getiriyorsun hop tutuyorlar kolundan sen çocuksun, gençsin bilmezsin gel şöyle seni bir koğuşa, hücreye alalım konuk edelim aklın başına gelsin. Binlerce beyin zincire vuruluyor, kimseden gık yok, iyi oldu diyenler var üstelik. O kimseler şimdi kentlerin yozlaştığını söylüyor, hatta gençler yozlaştırıyormuş kenti, her şeyi. Bu kadar alkış tutuluyorsa zincirlere, yozlaşan kent mi insanın ta kendisi mi? Elimden tuttular bir gün okula götürdüler, okula yazılacakmışım. Ne işim var okulda diye söyleniyordum kafamın içinde, ben böyle iyiydim sokakta arkadaşlarla yuvarlanıp gidiyorduk. Çocuk aklı işte, hiç öyle şey olur mu, okuma yazma öğreneceksin, harita çizmeyi öğreneceksin, tarih okutacaklar -hem de eğitim yaşamın boyunca üç kere aynı tarihi okutacaklar ki ezberlemeyi öğreneceksin-. Okumayı söktük, baktım harita odası diye bir oda var –afili ad-, hepimizin hoşuna gidiyor tabi bu. Memleketin haritasını çizmeyi öğretiyorlar, yarışıyoruz en iyisini, en iyi sınırları çizmek için. Bölgelerin sınırları geliyor ardından, yine yarışıyoruz, bölgelere ayırıyoruz, öğretmen sınırları iyi çizen öğrencilere yıldızlı pekiyi veriyor, ne güzel iş. Sonra, hatırlayabildiğim ilk otobüs yolculuğunda bir tabela görüyorum, yaşadığım kentin il sınırı tabelası. Aklıma bir soru geliyor; ya çiftçinin tarlası sınırın iki yanında kalıyorsa ne yapacak adam? Öğrenmeye başladığın ilk andan itibaren sınır çizmek var bir yerlerde. Açıkçası uzunca süre bekledim acaba ilçe sınır tabelalarıyla da karşılaşacak mıyım diye. Şimdi başka bir soru kurcalıyor kafamı, kent mi bizi yalnızlaştırıyor yoksa sınırlar çizerek biz mi yalnızlaştırıyoruz ülkeleri, 119


bölgeleri, kentleri, kendimizi? Dediğim gibi haberleri izlemeyi pek sevmem, yazılı takip etmeye çalışırım, sabah ve akşamları internet üzerinden. Uyanıyorsunuz, iki dakikada açılıyor bilgisayar, iki tıklama sonrası haberle karşı karşıyasınız, “süper güç siz uyurken operasyon düzenlemiş kendinden on bin kilometre uzaktaki bir ülkeye”, üç gün sonra bir haber daha “gece operasyonlarında nokta atışlarıyla onlarca kişi öldürülmüş onlarca kişi yakalanmış”. Beş gün sonra bir benzeri daha, o da başka bir ülkeye. Kentler bombalanıyor, yıkılıyor, yeniden yapılıyor -yıkan da yeniden yapan da aynı kaynak-. Düğmelere basılıyor kentler yangın yeri, kentler kanıyor, kentler bomba seslerinin ortasında dilsiz bırakılıyor. Biz sıcak ve dingin yatağımızda uykudayken, anasının karnında uyumaya çalışan bebeğin ninnisi oluyor bombardımanlar. Sorular geliyor çatıyor alnıma, kentler mi yıkılıyor yoksa insan mı? Kentleri yıkıyorlar yeniden inşa ediyorlar ama insanlığı yıkıp yeniden nasıl inşa edebiliriz?

120


Geçmişe Müebbet(4)*

Abdullah Rıdvan Can Kafasındaki çember şeklindeki zeytin dalını eline aldı. Düz bir hale soktuktan sonra oturduğu kayadan az biraz eğilerek toprağı yontmaya başladı. Bir yandan da konuşmak geldi içinden. “Hele öyleyse bana da öğret! İlim irfan sahibi yap beni” dedi. Kafasını kaldıramadan. Sait bu sözleri duyunca gözlerinin içi parladı. Bu söz Şahin artık köyde kalacaktı. Artık gitmeyecek Sait’e can yoldaşı olacaktı. Sait gözlerinin ferini söndürmeden Şahin’e nazarlı bir bakış attı. “Şahin hayırlısıyla her şey yoluna girecek. Sen böyle bir karar aldın ya her daim yanında olacağım artık” diye gürleyiverdi Sait. Şahin de bu sözlere karşılık sadece kalktı ve sımsıkı sardı Sait’i. Zeytinliklerin içinden köye doğru tırmanıyorlardı. Kimi yer yokuş aşağı kimi yer ise yokuş yukarı olduğundan belli bir plan dâhilinde değil de düzensiz bir seyirle yollarına devam ediyorlardı. Şahin, Sait’ in iki adım gerisindeydi. Hapiste ciğerleri neredeyse çürümüştü. Sık soluk alıp veriyor ve adımları hep seyrek atıyordu. Bir ara durdu ve bir kayanın üzerine oturdu. Az ilerde eli belinde iki büklüm yokuşu tırmanan Sait’ e seslendi. “Ben çürümüşüm Sait!” Sait arkasını döndü. Bir kayanın üzerinde nefes nefese oturan Şahin’i görünce kendini attı bir kayanın üzerine. “Sen içerdeydin de ciğerlerin gitmiş bana ne oldu ki?” diye tebessüm ederek takılı Şahin’e. Bir müddet güldüler. “Akşam ne yapacağız?” diye seslendi Şahin. Sait bir müddet nefes alıp vermekle meşguldü. “Bilmem ki çay içeriz, bi de sonra da dama çıkar otururuz” dedi. Kesik kesik… İniltili bir ses tonuyla… “Aha da şu köyün alt yanındaki baraj da olmayaydı da muhtar o zaman ne ederdi?” dedi Sait. Şahin o an içindeki yolculuğu mecburi olarak bitirmek zorunda kalmıştı. Tekrarlattırmak istemedi. Ama nereden girecekti ki? Ya çok alakasız bir şey söylerse? Sustu. Sait anlamıştı ama. Gecenin karanlığının yuttuğu o barajı parmağıyla işaret etti. “Şurası. İşte Şahin, aha şurası… Şu baraj olmayaydı ya… Ne olacaktı?” dedi. Şahin‘in derdi başkaydı. Ama belli ki Sait kafasında o dertlerin cirit atma ihtimallerini çürütecek gübreler atma işlemini yapıyordu. Her alakasız konu Şahin’in düşüncesinin dağılması ve kopup gittiği diyarlardan oturduğu savana gelmesi demekti. “Bilmem ki” dedi. Ötesi yoktu. Şahin kopamamıştı besbelli. O ara Sait ‘in karısı çayları getirmişti. Sait gözünün ucuyla Şahin’e bakarak “amma da hoş olur 121


yemekten sonra demli çay ha!” diye kükredi. Şahin tebessüm etti ve Sait ‘in karısı Zehra’ ya fısıltıyla karışık “sağol bacım” diyebildi. Sait büyük bir gürültüyle çayı karıştırdı. O gecenin koyu karanlığı; bedenlerini, zihinlerini ve zikirlerini yutup götürdüğü gibi, düşünceye dalmış fikirlerinden uzaklaşarak buza kesmiş katran karası çayı çektiler bedenlerine. Sabahın ılık yeli yüzüne vurunca üşüdüğünü anladı Şahin. Gece çok ısrar edilmesine karşılık yine de damda yatmıştı. “Havalar iyi şimdilik” demişti. Birden doğruldu yerinden. Bütün battaniyeyi çepeçevre sardı bedenine. Bir müddet öylece bakadurdu köyün iç kısımlarına. Yine dalmış gitmişti ki Sait’in sesini işitti. “Şahin’im kalkmışsın aha, de gel iki lokma bi şeyler yiyelim de okula gidelim” dedi. Şahin katı bir öksürük sesiyle boğazını temizledikten sonra yerinden hafifçe doğruldu. Sait, Şahin’in battaniyeyi toplamasına mani olmaya çalıştı. Sonra koluna girerek aşağı indiler. “Sait, bir iş çıkarmazlar değil mi kardaş?” dedi Şahin. “Bir iş çıkarıp da gelip okulu başımıza yıkmazlar?” Sait bir müddet çiğnediği lokmayı da yuttuktan sonra “Şahin’im, biz çocuklara ne yapıyoruz ki? Ya da ne yapacağız?” dedi. Şahin başı öne eğik kasvetli bir ses tonuyla “bilmezsin sanki bu milleti. Hiç bir şey olmasa seni laf ederler köyde. Islah olmayan beni alıp da daha yetişmekte olan şuncacık çocukların yanına götürüyon diye” dedi. Sait hiç oralı olmadı. “Zehra hele çay doldur” dedi. Sonra Şahin’e döndü. “Şimdi meseleyi sil aklından artık. Sen dışarıdasın. Islah olmasan ıslah olmadığına kanaat getirse devlet ne diye salsın seni?” dedi hiddetli bir şekilde. “İşte onu bi sen biliyon bi de Allah” dedi Şahin. Sait atıldı hemen “iyi ya işte kimin bilmesine gerek var daha?” diye söylendi. Herkes haklı gibi görünüyordu. Ama hak kime göreydi ki? Okulun bahçesinden girdikten sonra bir müddet çamur ve ince bir patika yoluyla okulun giriş kapısına geliniyordu. Birleştirilmiş sınıflı bir köy okuluydu. Sait ilk üç sınıflara bakıyordu. Milli eğitimden yalnızca bir öğretmen ataması olmuştu buraya. Hem birleştirilmiş sınıfta bir öğretmene bile razıyken bunca çocuk, bir tane bile zorla gelmişti. O da zorunlu doğu görevi… Ya sonrası? Sonrasını Allah bilirdi. Sait de zaten okula gelen bu öğretmenle sohbet ederken öğretmen ona öyle bir teklif sunmuş. Köylüler “Sait mürekkep yalamış adam muhtar” demişti muhtarın “Sait’ten öğretmen mi olur?” isyanına. Bir buçuk yıldır da işi götürüyorlardı. Lakin bu yaz öğretmenin tayini çıkacaktı. Kim mi gelecekti? Kim bilebilirdi ki? 122


“Öğretmenim günaydın” dedi ikinci sınıf öğrencisi olan çelimsiz bu çocuk. “Günaydın” dedi Sait de tebessüm ederek. Çocuk o mutlulukla içeri koşarak gitti. “İşte gördün mü? Daha fazlasını istemiyorlar. Onları bu bile mutlu etmeye yetiyor” diye iç geçirdi Sait. Şahin de başını salladı. Yürümeye devam ettiler. İçeri girdiklerinde herkes ayağa kalkmıştı. Tam bir asker hassasiyetiyle yetişmişlerdi. Karşılıklı “gün aydınlatmalardan” sonra çocuklar yerlerine oturdular. Defterlerini çıkarmaya koyuldular. İçlerinden bir tanesi “Ben bu amcayı tanıyom öğretmenin” dedi. Bunu diyen muhtarın torunuydu. Üçüncü sınıf öğrencisiydi. “Tamam, otur yerine oğlum” dedi Sait morali bozuk bir haletle. Çocuk şımarıklığın verdiği cesaretle “Bu adam hapismiş oradan çıkmış” dedi alaylı alaylı. Bir çocuk ne yaparsa fazlasını yapmıyordu bu çocuk. Lakin sadece diğerlerinden daha ataktı. Başka da sırrı yoktu bu işin. Sait sinirlenip ayağa kalktı. “Otur dedim sana. Kapa çeneni işine bak, çıkar defterini” diye bağırdı. Herkes ama herkes ürkmüştü. Şahin bile. O ki korktuğu başına gelmişti. Hem de ilk anda. Beyninde sorular harmanının hasadı gelene kadar beklese miydi yoksa ekinleri yaksa da kurtulsa mıydı taşlanmaktan? Teneffüs zili çaldı. Herkes yavaş yavaş dışarı çıktı. Biri hariç… Muhtarın torunu yavaş yavaş çıkmadı. Koşarak fırladı yerinden. Bir müddet sonra oturduğu pencereden çocuğun köy meydanına tırmanışını gördü Sait. Cenge giden bir er gibi parçalıyordu kendini çocuk. “Artık gerisini sen bilirsin” dedi gözlerini tavana dikerek. Şahin o ara çocuklara yazı talimi yaptırıyordu. Bir soğuk zemheri kesilmişti her yanı donakalmıştı fırlayan çocuğun rüzgârında. *SÜRECEK

123


Aşk Güncesi-І Affet… Uyanmamız için bize zaman vermediler. Hep yanlış yerlerde karşılaştık doğrularımızla. Günlüğümüze bile yazamadık içimizden geçenleri, biri bulup okur korkusuyla. Giydiklerimizi inceledik aynada saatlerce, beğenilmek zorundaydık ve de sevilmek. Kendimizi eleştirerek kaçtık eleştirmekten, kimse bize vuramasın diye, önce kendimiz vurduk en acıyan yerlerimize. Gittiğimiz okullarda cesaretimizi nasıl kıracağımızı, evlerde ağlamayı, sokaklarda korkmayı öğrettiler. Dünya için istediğimiz şeylerin içimizdeki gölgesiyle dalga geçtiler senelerce, susmayı öğrettiler. Kalmak istedikçe kovdular, gitmek istedikçe tuttular bizi. Ne zaman hakkımızı arasak, suçu başkasına atmamamız gerektiği söylendi. Sokakta kalan kedi, köpeği almadı sıcak evlerine kimse. Kimsesiz çocukların genetiklerinden şüphe edildi. Sık arayan dertli dostların samimiyetinden şüphe etmeyi öğrettiler sonra, arada kendinizden de şüphelenin dediler. Anılarında kalan birkaç güzel sahneyi hatıra sahnesinin başrolünde oynatanları kınamayı öğrendik, sonraları bizim anılarımız acı vermeye başladı, kendi kendimizi kınamak zor geldikçe attık çocukluğumuzu da, gençliğimizi de pencerelerden aşağıya. Affet… Her şeyi bırakıp kaçmak istediğim için, eskiye dönmeyi delicesine istediğim için, bugünü yaşamadan yarına koşmak istediğim için… Uzaklardan biri, sanki senelerdir beklediğim, gelsin diye dua ettiğim, dağ başındaki evin kapısını çalıyor şimdi. Orada kimse olmadığını anlayıp, geriye döner diye korkmak, bir kâbusun neresinde uyanmaktır diye düşünüyorum. Şimdi ne dersin? Tüm risklere rağmen, yine doğruyu bulamamak sonucu bile olsa, kalkıp gideyim mi o dağ başına?

“Âşık oldum… Bunu şimdiye kadar söyleyemediğim için kendimi şanslı hissederdim hep. Meğerse hiç şanslı değilmişim. Beni artık kimse kurtaramayacak, biliyorum. Bu 124


defa, hayatın tam da ortasında, kocaman bir enkaz bırakıp gidiyorum tüm başarılarıma rağmen. Hayattan birçok şey isteyebilirdim, hayatın benden istediği gibi… Yapmam gereken her şeyi düşündüm zaten, her şey yolundaydı belki, her şey olması gerektiği gibiydi, bunun ne anlamı varsa. Sonra bozuldu işte, sonradan bozuldu. Hayatın hiçbir anına güvenmemek gerekirmiş ya, ben anlıyorum şimdi onu söyleyenleri. 25 sene sonra, sil baştan başlamak ne zordur hayata… Ne kadar imkânsız istediğin karşılığı beklemek birinden… Bu satırları okumadığını biliyorum, belki o yüzden bu kadar rahat yazıyorum. Gözlerinde, benden ayrı ve benden önce yaşanmış onca seneyi izliyorum sürekli. Seninle konuşurken, dudaklarından dökülen her kelimeyi, yüreğimin yol haritasına yapıştırıyorum bir bir, şehir ismi olarak. Seninle olamazsam, belki o şehirlere yalnız giderim diyorum. Seni, sana anlatırım belki, bir dinlesen. Saçlarını gördüm geceler boyu. Dokunmak istedim usul usul. Bir gün bana bırakabilseydin kendini, neler yapacağımızı düşündüm. Seninle bir deniz kenarına inip sabahın köründe, martılara simit atmayı, gecelerce seni dizimde uyutmayı, gözlerimi her yeni gün seninle açmayı düşündüm. Bu huzur bana fazla geldi hatta sonra yine bir oda düşündüm, bir masa. Bir yanında sen, tam karşında ise seni sessizce dinlerken, ben… Bu satırları okumadığını biliyorum; ama okuyanlardan benim için şans istiyorum…” Lilith

125


Türkiye’nin Çivisi Çıktı

Bedri Baykam Bu ülkeye değil Atatürk, Uğur Mumcu bile geri gelse aynı şeyleri söyler;

“Kim olduğunuzu hatırlayın!”. Bu işin birinci özeti, Türkiye’de gazete patronlarından TSK’ya, üniversite öğrencilerinden işadamlarına, herkesin korkunç bir hafıza kaybına uğrayarak yavaş yavaş gelen tepkisizliğe, beyin felci geçirircesine kendini kaptırmış olmasıdır. Kaybolan refleksler, en saçma şekilde içine girilen paranoya tünelleri, suskunluk ve TV programlarının getirdiği o sahte “olağan yaşam” yanılsaması, hepsi birbirine eklenerek ortaya kabul edilemez bir tablo çıkardı. Halbuki cumhuriyetçi-demokrat insana, ne korku ne de edilgen sessiz izleme yakışır. Bu psikolojik tutsaklık, derhal yırtılıp atılması gereken bir kefendir. Erdoğan, yalnız TSK’nın değil basının da, boks deyimiyle, “grogi” olmasını fırsat bilip kontrolsüz salvolarını sürdürüyor. Basına yönelik yeni tehditleri resmen “faşizm dünyasından örnekler” tarihine altın harflerle yazılacak cinsten! Patronlara “her istediğini yazan” köşe yazarlarını kapıya koymazlarsa başlarına geleceklere şaşırmamalarını vaaz veren bir kara ses… Umarım “Avrupa”, ülkeyi demokratikleştireceğine inandığını söylediği bu partinin trajikomik şekilde batağa saplanışını da izleme fırsatı buluyordur! Bakın Hasan Cemal bile “bu kadarına” dayanamamış “Hop dedik Sn. Başbakan” diye şerh koymuş, mahçubiyet içinde. O müthiş esnekliğiyle bunu da hazmedeceği gibi, daha neler neler göreceğini umarım biliyordur, hazır olsun! Geçen Cuma Habertürk’te Basın Kulübü’nü seyrederken çıldırdım. Mümtaz’er Türköne isimli biri, yüzü kızarmadan ülkenin başına gelen her kötülüğün kaynağı olarak Orduyu işaret ediyor ve “her türlü sapkınlık ve fitnefücur”un oradan çıktığını rahatça kusuyordu ekrandan. Umarım hukuk yoluyla bu hakaretlerin hesabı sorulur. Sedat Laçiner de resmen tescilli bir AKP avukatı gibiydi, ama hiç olmazsa uslubu kontrollüydü! 126


Tartışmada o kadar desteksiz atış vardı ki, hangisini düzeltsem? “Ordu ve AKP arasında bir iktidar savaşı varmış”… Hayır beyefendiler! Ordunun “iktidar” olmak gibi bir niyeti yok. Ordu, bu ülkenin değişmez tapu senedini, yani rejimini korumaya çalışıyor. Hangi parti iktidar olmuş, sağ, sol, koalisyon, kim bakan olmuş, Ordunun umurunda değildir. Onları ilgilendiren ana konu, çokpartili laik demokratik parlamenter rejime hukuk devleti ve güç ayrılıkları çerçevesinde uyulmasıdır. Rejim zaten Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası ile garanti altına alınmıştır. Sorun tamamen saptırılmıştır. Konu AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştiriyor olması değil, “anti-laik faaliyetlerin odağı” olduğu kanıtlanmış, rejimle kavgalı bir partinin kendi Anayasa dışı emellerine ulaşmak için var olan tüm muhalefet odaklarını yok etme projesidir. Ve ne yazık ki ülkenin yaşadığı yoğun depremin ana merkezi bu tespitten ibarettir. Paydaş medyasını partinin iç güvey uzantısı olarak yaratmış olan AKP, uydurma mağduriyet senaryoları ve paranoya gündemleri arasında ülkeye tam bir “cinsiyet değistirme” operasyonu yapma gayretindedir. Operasyon bittiğinde “oldu da bitti maşallah”larla beraber ülkede yasak olan “şeriatçılık” yeni Anayasa’nın temelini oluşturacak, “eski” dönemin Atatürkçü, laik, demokratik rejimi ise yasaklı ve terör sayılan pozisyona oturtulmuş olacaktır. Yaşanan gürültünün tamamı, operasyon sürerken mızrağın çuvala sığmaması ve olayın kotarılabilmesi için, örneğin Orgeneral Çetin Doğan’a “HSBC ve Sinagog bombalamalarıyla bir ilginiz var mı?” cinsinden sorular uydurmaktır. Ameliyat bitene kadar denetimin her türlüsünden kaçarak rezaletin açığa çıkmasını istemeyen iktidar, basına yönelttiği saldırılar ve yargıyı dönüştürme çabalarının ötesinde “Parti kapatma işlerine Parlamento baksın” (!) diyecek kadar bilincini kaybetmiştir. Bu komedinin anlamı şu olur: Fenerbahçe ceza sahasında Lugano’nun yapmış olabileceği bir penaltının soruşturması kapsamında, Fenerbahçeli futbolcu ve yöneticilerin egemen olduğu noktaya anket formu dağıtılacak ve sonuç “evet” çıkarsa penaltı çekilecektir! Basını dört koldan ablukaya almaya çalışan Erdoğan, böylece kendi kendini denetleyeceği bir sisteme yatay geçiş yapmaya çalışmaktadır (!). Hala olayın adını “demokratikleşme” koyan sorumsuzlara duyurulur! 127


Ordunun Mağdur Olması İyidir Orhan Bursalı İyidir iyi… Uğurlusu uğursuzu ne kadar çok saldırırsa hele, o kadar daha çok iyidir!.. Bırakın, hem de çok sayıda aptal ve gerzek birileri çıksın, ordu komutanlarını tutuklamak istesin… Bırakın komplolar kursunlar… Bırakın, nereye gitmek istedikleri iyice görülsün… Neyi, nasıl, ne zaman, kimlerle ne yapmak istedikleri… Sağa sola hangi uğursuzları, hangi CIA adamlarını, hangi cemaat savaşçılarını, ne kılıklarda nerelere yerleştirdikleri anlaşılsın. Bassınlar, dinlesinler, tutuklasınlar… Hukuku çiğnesinler, alabildiklerine… Yasaları hiçe saysınlar… Hukukun onlar için birer guguk olduğu, demokrasi afra tafralarının ise içlerindeki istibdat niyetlerinin dışavurumu olduğu görülsün… İktidarın büyük dikta hevesi, kullandığı küçük zorba ve sopaların eylemleri, yazıları çizileri ortaya saçılsın… Bırakın, kafaları-düşünceleri ishal olsun, dökülsün saçılsın… Erzurum’da böyle bir iktidar-cemaat komplosunu kırk yıl tasarlasan düzenleyemezsin, istesen yaptıramazsın… Oradaki savcıyı ve yaptıklarını, Allahın büyük bir lütfü olarak kabul edin… Niyetlerini, plan ve programlarını, hedef ve amaçlarını başka türlü göremezsin, öğrenemezsin… 128


*** Hele hele şu Konya milletvekilini ve açıklamalarını, öpüp başınıza koyun… Onu da Yüce Tanrı konuşturdu! Kırk yıl uğraşsan, beyinlerinin kıvrımları arasında sakladıkları bu düşünceleri, sözleri çıkartıp alamazsın, ağzını açtıramazsın… Onları iktidar olmanın sarsılmaz tanrısı konuşturuyor! Bu kadar yetmez, onlara çanak tutmalı, sorular sormalı, kışkırtmalı ki açılıp saçılsınlar! Yürüyün ya kullarım! Örneğin fişlemelerinde ne kadar haklı olduklarını söyleyin. Fiş bilgilerinin merak edin, insanların boy pos ölçülerinin, kol kanat uzunluklarının da fişlere girip girmediğini, erkeklerdeki çıkıntı uzunluklarını da merak edip etmediklerinin sorarak kışkırtın! Fişlenmesi gereken insanların listelerinin de sunsun birileri! Bu fiş bilgilerini nasıl, nerede ve ne zaman kullanacaklarını merak edin… Meclis Başkanvekili Güldal(Mumcu)’ın odasını bastığı anlamına gelen itiraflarda bulunan Arınç’a örneğin, “Kutlu Yürüyüşleri”nin hangi aşamasında bu fişleri kullanmayı düşündüklerini sorun… Yüz binlerce kişinin sığabileceği hapishane programlarının… Hangi stadyumların hazırlandığını… Dahası toplu mezarlara gömme planlarını… Adamlar verimli yaratıklar, bir dokunuyorsun, yel yepelek uçuyorlar! *** Bırakın orduya saldırsınlar… CHP’ye saldırsınlar… MHP’ye saldırsınlar… Bütün halka saldırsınlar… Hele hele işçiye, emekçiye, köylüye saldırsınlar… Ellerini tutmayın… 129


Türkiye’yi götürmek istedikleri yere doğru yola düzülsünler… Önlerine engel çıkartmayın… Bırakın açılımlarının yapabilecekleri yere kadar yapsınlar… Hangi büyük planların maşaları oldukları iyice ortaya çıksın… Açılıp saçılsınlar… Sabırları bitti, iktidar olmanın sarhoşluğu içindeler… Şimdi aceleleri var! Artık işi hızlı bitirmek durumundalar! “Biz bitirmezsek, biteceğiz” haleti ruhiyelerini kışkırtın! Onlar iktidardır! Onlar devlettir! Onlar hükümettir! Sabır. Tutmayın ellerini, kollarını… Bırakın, halk mağdur, işçi mağdur, millet mağdur, ordu mağdur olsun. Sabır. Akıl. Dikkat. Panik yok. Bu ülke uğursuzun bir omuz darbesiyle yıkılacaksa, çökecekse, dağılacaksa bunu zaten engelleyemezsin… Türkiye küllerinden yeniden doğmayı öğrenmiştir. Uğursuzlar ordusunun, bırakın yürüsün… Nereye yürüdüğünü Fareli Köyün Kavalcısı’na sorun.

130


Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir. *** Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: 131


“Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!”

Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz… *** Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli… Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… 132


Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister… Not: Mustafa Balbay tutuklu olduğu için bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Sayın Serdar Kızık’ın izniyle yayınlıyoruz.

133


www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

134


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.