Azizm Sanat E-Dergi Mart 2012 Sayı 53
Potlaç
Görünmeyen, Artist
Bir Delinin Hatıra Defteri
Söyleşi: Aydan&Derya
1
Editörden Mart ayının özellikle ilk yarısı, ülkemizde ve dünyada, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle kadınlara adanır. Bu ay kadınların sorunları üzerine kafa yorulur, kadınların değeri üzerine özlü sözler söylenir, çeşitli etkinlikler düzenlenir ve Azizm olarak biz de elimizden geldiğince katkı sağlamaya çalışırız. Sonra ne mi olur, 11 ay boyunca, bir yıl sonraki Mart ayında günah çıkartmak üzere kadınların sorunlarına sorun eklenir, kadınların değeri umursanmaz, dünya çapında etkinliklerle kadınların nasıl aşağı oldukları ortaya konur. Neyse ki Azizm olarak bu sürecin içinde değiliz ama bu kimseyi günahlarından arındırmaz. Kadınları özellikle anmamızın gerekmesi bile dünyanın ne denli gerici olduğunun kanıtıdır. Siyasi partilerde "kadın kolları", "kadın kotası" cümleleri sarfediliyorsa insanlık nüfusunun yarısını hala eşit konuma getirememiş demektir. Kabul etmek gerek, aydınlanma, bilim, sanat ve hümanizm en çok kadın konusunda yenilgiye uğradı. Ama üç büyük dinin yobazlarının koalisyonu karşısında galip gelmek ne mümkün! Her şeyi bir kenara bırakırsak, ne mutlu bizlere, ülkemiz kadınlar konusunda dünyaya örnek bir tavır içinde. Kadınların daha özgür olduğu kaç ülke var? Hangi ülkede kadınlar tecavüzcüsüyle evlenme şansına sahip? Hangi ülkenin başbakanı, kadından sorumlu bakanı -veya her neye boş bakanıysa- ısrarla kadınların erkeklerle eşit yaratılmadığını hatırlatıp durur? Hangi ülkede kızlar 9 yaşında özgür(!) iradeleriyle "başımı örtmek istiyorum" diyebilir, ya da 10 yaşında asla imam olamayacaklarını bildikleri halde özgür(!) iradeleriyle imam okullarında okumak isteyebilir? Bu ve benzeri kadın hakları yalnızca ileri(!) demokrasilerde olur, sakın unutmayın! Darısı geri kalmış ülkelerdeki kadınların başına diyerek Azizm'in bu ayki gündemine dönelim dilerseniz... Değerli yazarlar Kaan Arslanoğlu ve Ahmet Çınar, ülkenin sığ gündemini aşan değerlendirmeleriyle sayfalarımızda. 68 kuşağının temsilcilerinden, Aydınlık Gazetesi yazarı, değerli bilimci Yıldırım Koç nedense üzerinde durulmayan son derece önemli bir kavramı, Potlaçı anlatıyor makalesinde. Bu ay, örgütümüzün en büyük destekçilerinden, Cumhuriyet Gazetesi karikatüristi Mustafa Bilgin çizgileriyle sözün ötesine geçerken, ressam Süleyman Çete resim sanatı üzerine yazılarına başlıyor. Röportaj bölümümüzde genç tasarımcılar Aydan&Derya ile modayı, estetiği konuştuğumuz dopdolu bir söyleşimiz yer alıyor. Sinema yazılarımızdaysa, Oscar törenlerinde en önemli ödülleri toplayan, yılın sinema olayı "Artist"in ışıltılı görüntüsünün arkasına 2
geçerken, Ali Özgentürk'ün son filmi "Görünmeyen"in gösterdiklerini irdeliyoruz. Birbirinden farklı konu ve üsluplara sahip öykü, deneme ve şiirlerle birlikte Rus edebiyatının büyük ismi Gogol'un aynı isimli romanından uyarlanan "Bir Delinin Hatıra Defteri" adlı oyunun eleştirisi de sayfalarımızda. Bu ay üzücü bir haber sonrası, sergi bölümümüze özgün çalışmalarıyla destek veren, değerli ressam Onur Utku'yu sonsuzluğa uğurladık. Kendisini saygı ve özlemle anarken, sergi bölümümüzdeki "Siyah Karton Sohbetleri"ne çağırıyor sizleri bir kez daha, Sanatla kalın dostlar... Azizm'in Notu: Nisan ayı güncellemesi içinse dilediğiniz konuda inceleme, deneme, eleştiri, şiir, öykü, fotoğraf, karikatür, resim ve videoyu 3 Nisan 2012 tarihine kadar editörlerimize iletebilirsiniz.
azizm.sanat@gmail.com www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
Ön Kapak: Artist (2011) – Michel Hazanavicius Arka Kapak: Görünmeyen (2011) – Ali Özgentürk
3
İçindekiler Potlaç Geleneği Unutulmamalı – Yıldırım Koç
s.5
Sol Düşüncede Şarlatanlık – Kaan Arslanoğlu
s.7
Sınıfsal Bakışı Yitir Hele, Gör Başına Neler Gelir... – Ahmet Çınar
s.10
Bu Tabloyu Martın Sekizinde Yaptım (karikatür) – Mustafa Bilgin
s.14
Bizi Ayıran Nedir? – Özgür Keşaplı Didrickson
s.15
Resim Yapmak – Süleyman Çete
s.19
Unutulanların "Görünmeyen" Yüzleri – Selin Süar
s.20
"Artist"in Değeri Üzerine – Onur Keşaplı
s.29
Kayıp Tıfıl (şiir) – Can Ceylan
s.34
Deliliğin Karaborsası: "Bir Delinin Hatıra Defteri" – Semra Polat
s.35
Aydan&Derya ile Söyleşi – Işık Gümüşel, Onur Keşaplı
s.41
Rönesansın da Kalbi Solda (şiir) – Gökhan Soysal
s.50
Güneşin Saçları Alabildiğine Kızıldı – Işık Cem Özok
s.51
Mehmet'ler Ülkesinin Delisi (öykü) – Erkan Şemin
s.54
Misafir (şiir) – Işık Sungurlar
s.58
Bir Garip Şiirimsi – Gökhan Baykal
s.59
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! – Mustafa Balbay
s.60 4
Potlaç Geleneği Unutulmamalı
Yıldırım Koç “Potlaç” kavramını ilk kez 1968 yılında lise son sınıfta sosyoloji öğretmenim Mediha Esenel’den duymuştum. Mediha Esenel, ünlü biliminsanlarımızdan Niyazi Berkes’in eski eşiydi. Türkiye’nin ilk bilimsel köy sosyolojisi çalışmalarını gerçekleştiren kişiydi. Hayattaysa saygılarımı ve sevgilerimi iletiyorum. Bir yıl boyunca anlattıklarından “potlaç”ı bunca yıldır unutamadım. Mediha Esenel’in 43 yıl önce anlattığına göre, eski Türklerde yöneticilerin mal biriktirmesi “potlaç” uygulamasıyla engelleniyordu. Geleneğe göre, kağan yıl boyunca ganimetlerden ve diğer kaynaklardan bir birikim yaparmış. Daha sonra da bir gün bir ziyafet düzenlermiş. Bu ziyafet sonrasında, kağanın ve hatunun üzerindeki giyecekler dışındaki tüm mal varlığı, halk tarafından paylaşılırmış. Potlaç, toplumsal adaletsizlikleri engellediği gibi, rüşveti ve yöneticilerin hırsızlıklarını
da
önlermiş.
Bütün
bir
yıl
boyunca
çalarak
çırparak
biriktirdiklerinin elinden alınacağını, kimseye miras bırakılamayacağını bilen bir yönetici hırsızlık yapar mı, rüşvet alır mı? Keşke eski Türklerin bu müthiş geleneği konusunda daha kapsamlı araştırmalar yapılsa. Ben bilimsel sosyalizmi, üretim araçları üzerinde toplumsal mülkiyeti, sınıfsız ve sömürüsüz bir Türkiye ve dünyayı savunuyorum. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurulurken, binlerce yıl önce ortaya çıkmış ve sınıflı toplumun pekişmesiyle ortadan kalkmış bu güzel geleneğimiz de unutulmamalı. İşin ilginç yanı, bu potlaç uygulaması ABD’ye de taşınmış. 5
Kızılderililerin kilim desenleri ile Orta Asya kilim desenleri arasındaki benzerlik ve ortak sözcükler bilinir. Ortak sözcüklerin ötesinde, potlaç uygulaması gibi bir başka ortaklık da söz konusu. Bazı kızılderili kabilelerinde de potlaç var. Sözcük bile aynı: “potlach”. ABD’li antropologlar, “potlaç” sözcüğünün “vermek” veya “hediye” anlamına geldiğini ileri sürüyor. Kızılderililerin potlaçının ana amacı da birikimi paylaşma. Bu paylaşım danslı bir törenle gerçekleştiriliyor. Kwagu’l kabilesinin şefi O’waxalagalis, antropolog Franz Boas’a potlaç konusunda şunları söylemiş: “Kanunlarımız bizim dans etmemizi emrettiğinde, dans edeceğiz; ve kalplerimiz ziyafet vermeyi istediğinde ziyafet vereceğiz. Beyaz adama, ‘kızılderilinin yaptığını yap’ diyor muyuz? Dansetmemizi emreden katı bir yasadır. Malımızı arkadaşlarımız ve komşularımız arasında paylaştırmamızı emreden de katı bir yasadır. Bu iyi bir yasadır. Beyaz adam kendi kanunlarına uysun; biz kendi kanunlarımıza uyacağız. Eğer şimdi bizim dans etmemizi yasaklamaya gelmişseniz, defolup gidin. Eğer böyle değilse, hoşgeldiniz.” Potlaç, Kanada’da 1884 yılında, ABD’de ise 19. yüzyılın sonlarında yasaklandı. Gerekçe, “yararsız bir adet” olduğu, “medeni” değerlerle çeliştiği, israfa yol açtığıydı. Kapitalizm, ilkel komünal toplumdan kalma bir uygulamayı tehdit olarak algılıyordu. Emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadele ederken, atalarımın bu güzel geleneğiyle gurur duyuyorum. 6
Sol Düşüncede Şarlatanlık Kaan Arslanoğlu Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları: Son Moda Saçmalar. Alan Sokal ve Jean Bricmont’dan müthiş bir eser. İletişim’den çıkmıştı. Yazar Taylan Kara geçenlerde anımsattı bunu bana. Hikayeyi biliyordum, bir ara medyada bir hayli konuşulmuştu, kitabı okumamıştım. Okudum. Bence felsefeyle ilgili herkesin mutlaka, ama mutlaka okuması gereken bir yapıt. Hikaye şöyle gelişmişti: Alan David Sokal bir fizik, matematik profesörü. 1996 yılında “Sokal Vakası” diye adlandırılan olayla tanındı. Postmodern kültürel araştırmalar alanının “saygın” bir yayını olan Social Text dergisine “Aşılan Sınırlar: Kuantum Kütleçekiminin Dönüşümsel Bir Betimlemesine Doğru" başlıklı postmodern jargonu ve düşünceleri bolca kullanan ve önde gelen postmodern düşünürlere bolca gönderme yapan, ama aslında tamamen anlamsız ve bilimsel bakımdan uyduruk temeller üzerine kurulu bir makale yolladı. Dergi makalenin sahteliğinden hiç şüphelenmeksizin olduğu gibi yayınladı. Makaleyle ilgili çeşitli yayınlarda övgüler yer aldı. Sokal, kısa bir süre sonra Lingua Franca dergisinde makalenin içeriğini ortaya koydu ve böylece "Bilim Savaşları" olarak da adlandırılan bir tartışmayı başlattı. İşte sözünü ettiğim kitap bu aşamadan sonra 1998’de yayımlandı. Kitabın okunmasının ardından düşünsel alanda hiç değilse Lacan, Deleuze, Kristeva, Derrida, Baudrillard gibilerin sesinin biraz kısılması gerekirdi, fakat ne gezer! Sokal’ın yapıtı unutulmaya yüz tuttu, Lacancılık, Derridacılık itibarını korudu. Niye? Bir süredir yazdığım makalelerle birlikte bu makalenin sorusu da budur. Sahi, dünya komünist hareketi bu çok yaygın düşünsel zehirlere, kapitalist medyanın korkunç derecede artmış nitel ve nicel gücüne, sol entelektüellerin neredeyse tamamını etkileyen bilimdışı felsefeciliğe karşı cidden aşılı mıdır? Dünya Marksist hareketinde bilimle felsefeyi birleştirmeye çalışan kaç Engels çıkmıştır o tarihten beri, Engelsizme niye sürekli engel konulmuştur, kaç Kadir vardır dünya devrimci kuramında kaç tane Şinas, Ortodoks Marksistler bilimdeki bir yığın bulguyu “çevre etmeninin önemini azaltıyor” diye kulak arkası etmemişler midir, kaç kişi onlara etmen diyebilmiştir, felsefe laf 7
cambazlığından mı ibarettir ya da insan iktisattan mı mürekkeptir, Protestan Marksistlik niye bu kadar yayılmıştır, Lacan gibiler neden bu denli itibar kazanmıştır, "La kanmayın onlara" diyenler niye aşağılanmaktadır, neden Zizek gibi çok zevzek dolaşmaktadır ortalıkta, ne zamandan beri sol kanatta NewYork severlik alkışlanır olmuştur, bazılarımız niye Clinton Street’e hayrandırlar da Vefa semtini bilmezler, Yahu diyem ki, demedim, velev ki dilim sürçmüşse neden sürçmeyen dillerle körsülmüşümdür, sol kuramcılardaki aymazlıkları izah için bir-iki-üç komplo kuramı yetmez, dört-beş- altı olsun desek yetecek midir, dünya komple komplo olmuşsa komple komplo kuramlarımız ne işe yarayacaktır? (Ali Mert’e selam, bu yazıyı o yazmadı, üslubunu çalmaya çalıştım.) Kitabı Türkçeye Memet Baydur ve Ongun Onaran kazandırmış. Ongun Onaran’ın, yapıtı çok iyi özetleyen özsözünden bir bölüm: “Richard Dawkins 1998’de Nature dergisinin kitap eleştirileri bölümünde bu kitaptan bahsederken ‘postmodernizmin maskesi düştü” diyordu. Yazının içeriği başlığından çok daha alçakgönüllüydü ama İngiliz bilim adamı kimsenin cesaret edemediğini sonunda Sokal ile Bricmont’un yaptığını yazıyordu; Lacan, Kristeva, Baudrillard, Deleuze gibi yazarların çevrelerindeki dokunulmazlık halesini kaldırmışlardı. Kitabı okuduktan hemen sonra iki nedenle Türkçe’ye çevirmeye karar verdik. Birincisi, entelektüel samimiyetsizliğin özellikle Lacan, Kristeva, Baudrillard, Deleuze gibi etkili yazarlar tarafından yapıldığında yalnızca yapanın değil, herkesin başını ağrıttığına inanıyorduk. Türkiye’deki akademik ve entelektüel çevrelerde de bu yazarların çok etkili olduklarını, gazete köşelerinden, ‘aydın tartışmalarından’, doktora tezlerine kadar her yerde görmek mümkündü. İkincisi ve daha önemlisi, bu düşünürlerin açıkça veya örtük olarak dayandıkları ‘postmodern’ söylemdeki aşırı göreci ve aşırı öznel eğilimlerin, Aydınlanma’nın akılcı geleneğine zarar vereceğine biz de yürekten inanıyorduk. Uygarlık tarihinde (şimdiki köktendincilik gibi) çeşitli irrasyonalizm biçimlerinin nelere yol açtığı ortadayken, postmodern söylem akılcı ve bilimsel düşünceyi karşısına alıyor, epistemik göreciliği de ahlaki ya da estetik görecilik gibi öneriyordu. Bu konunun şakaya gelir bir yanı olmadığını, hele samimiyetsizliği hiç kaldırmayacağını; hangi kültürden gelirse gelsin, sıcak bir sobanın üstüne oturan herkesin (postmodern düşünürlerin bile) yanacağını; bu gerçeğin onlardan bağımsız olarak var olan ‘yanma durumu’ ile ilgili olduğunu düşünüyorduk. Sokal ve Bricmont hem bu konuları hem toplumsal-kişisel gerçekliğin ya da estetik-ahlaki yargıların konumundan çok iyi ayırıyor, hem de bunların nasıl 8
kötüye kullanıldıklarını anlatıyorlardı. Bu göreci kargaşanın siyasi sol ile Aydınlanmacı geleneğe ne kadar zarar vereceğini tartışıyorlardı.” Sokal ve Bricmont ise Önsöz’de şunları söylüyorlar: “Peki ama ne iddia ediyoruz? Aşağı yukarı şunu: Lacan, Kristeva, Irigaray, Baudrillard ve Deleuze gibi ünlü entelektüeller sürekli, defalarca bilimsel kavramların ırzına geçmişlerdir. Ya en küçük açıklama yapmadan bilimsel fikirleri tümüyle bağlamları dışında kullanmışlar – lütfen kavramları bir alandan ötekine taşımaya karşı olmadığımızı biliniz, yalnızca bu aktarmanın tartışılmadan yapılmasına karşıyız – ya da bilimsel jargonu bilim adamı olmayan okurların karşısında, ilintisine ya da anlamlarına bakmadan atıp tutarak kullanmışlardır.” Kitap Türkçede 2002’de çıkmış ve İletişim'den... İletişim’den çıkması ayrı bir ilginçlik. İki baskı yapmış aynı yıl ve sonrasında bahsedilmez olmuş. Her kitabın ayrı bir enteresan hikayesi vardır. Caudwell’in de Metis’ten çıkması ve sonrasında neredeyse unutulması ilginçtir. Ben buna bir komplo kuramı uyduracak olsam öncelikle “Freudcu-bilim düşmanı-postmodern şebekeler koalisyonu çok iyi çalışıyor” derdim. Komplo kuramlarını bırakıp sadece yaygın ve olağan akıl yetersizliği gerçeğiyle mi yetinsem?
9
Sınıfsal Bakışı Yitir Hele, Gör Başına Neler Gelir… Ahmet Çınar
Zülâl Kalkandelen önemli bir iş kotardı. Yaklaşık 25 yıldır siyasal yaşamımızda sözü edilen ikinci cumhuriyet kavramını teşrih masasına yatırdı. Bu kavramın temellerine indi. Ve siyasal literatürümüze önemli bir şerh düştü. Cumhuriyet Kitapları’nca yayınlanan “İdris Küçükömer’in Tezleri: İkinci Cumhuriyetin Temelleri” adlı kitabında, gözlerden kaçan boyutları görünür kıldı Zülâl Kalkandelen. Kitap, yazarın Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi Dalı’nda yaptığı yüksek lisans tezinin genişletilip güncelleştirilmiş hâli. *** İdris Küçükömer, 1960’lı ve 70’li yıllarda İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde akademisyendir. O yıllarda Yön ve Ant dergisinde kaleme getirdiği yazılarla tanınmıştır. En bilinen, en çarpıcı tezi, “Türkiye’de sol bildiklerimiz aslında sağdır, sağ bildiklerimiz soldur” şeklinde kabaca özetlenebilecek tezdir. Şunu savunmuştur hep Küçükömer: “Batıcı-laik bürokratlar halktan kopuktur, statükonun sahibidirler. Statükoyu yıkmak isteyense aslında sağ bildiğimiz yapılardır.” İşin en ilginç yönüyse, İdris Küçükömer bu düşünceleri Türkiye İşçi Partisi’nin bilim kurulu üyesiyken, yani örgütlü bir sosyalist iken dile getirmiştir. Öyle ki, 10
Küçükömer’in bu düşünceleri geliştirirken güttüğü amacın, sosyalizmin gelişmesine yönelik olduğundan kuşku duymuyorum. Küçükömer, Türkiye’de sosyalizmin nasıl kitleselleşebileceği üzerine kafa yoruyor, bunun yollarını arıyor. Ancak düşünme yöntemi ve vardığı sonuçlar bilim dışıdır. İdris Küçükömer, öznel niyetinin tam tersi sonuçlar doğuracak işlere imza atmıştır; siyasal zeminde İslâmizme meşruiyet kazandıracak teorik zemini hazırlamıştır. Zaten yirmi yıldır da, ne kadar ikinci cumhuriyetçi, liberal, tarikatçı yazar ve politikacı varsa, Küçükömer’in bu tezlerini tepe tepe kullanmaktadırlar. İdris Küçükömer’in savunduğu düşüncelerin özünü, Zülâl Kalkandelen’in şu belirlemesi oluşturuyor: “Burada ele alınması gereken iddia, Batıcı-laik bürokratların halktan kopuk olduğu ve mevcut düzenin temelden reddini sağlayacak oluşumların bürokratlarca engellendiğidir. Küçükömer, bu iddiasını Osmanlı’dan başlatarak, cumhuriyet Türkiye’sini de içine alacak şekilde ifade ediyor.” *** Bir kere İdris Küçükömer’in “bürokrasi” kavrayışı, metafizik bir öze sahip. Küçükömer’e göre, “Batıcı-laik bürokrat zümre” diye nitelendirilen yapı, tarih dışı ve tarih üstü bir niteliğe sahip. Ve bu “bürokrat zümrenin” tek işlevi, Türkiye’de emekçi sınıflarca reddedilecek bir üretim biçiminin doğumunu engellemek, geciktirmek, çarpıtmak. Tüm sakatlık işte burada ortaya çıkıyor. Bütün suçlu, “Batıcı-laik bürokratik zümre” olunca, sermaye sınıfı ve temsilcileri tarihsel bir meşruiyet kazanıyorlar. Aklanıyorlar. Böylece sermaye sınıfının gelişimini en çok hızlandıran, hatta sermaye sınıfının siyasal örgütü haline gelen DP-AP-ANAP-DYP-AKP çizgisi, Küçükömer tarafından “solcu” ve “ilerici” ilan ediliveriyor! Küçükömer’e göre, kapitalist ilişkiler geliştikçe emekçi sınıfların bilinçleri de gelişmekte ve bu da mevcut düzenin olumsuzlanması olanağını artırmaktadır. Bu nedenle kapitalist gelişimi halk yararına yönlendirme girişimleri ise Küçükömer tarafından “tutuculuk-gericilik” olarak damgalanıp lanetlenmektedir. Küçükömer’e bakacak olursak, “Batıcı-laik bürokratik zümre” tarihimizdeki her türlü olumsuzluğun, kötülüğün tek sorumlusudur. Böylece Küçükömer, Türkiye gericiliğinin önemli unsurlarından olan bürokrasi düşmanlığına da, gericilik lehine “soldan”(!) büyük bir dayanak sağlamış oluyor. 11
Şunu savunuyor Küçükömer: Bu “Batıcı-laik bürokratik zümrenin” en büyük günahı, üretici güçlerin gelişiminin önünü sürekli tıkamasıdır. Bu misyon tarihsel bir misyondur. Osmanlı’dan beri değişmemiştir. Devirler değişmiş, içte ve dışta altüst oluşlar yaşanmış; ancak “Batıcı-laik bürokratik zümrenin” konum ve işlevi değişmemiştir. Bu tezler, bu saptamalar, bu savlar dinseldir ve özünde gerici tezlerdir. Sınıfsal bakış açısından yoksun tezlerdir. Sömürü düzenini çatır çatır devam ettirenleri, para babalarını, patronları aklayıp paklayan tezlerdir. Görüldüğü üzere, AKP zihniyeti, kuramsal özünü İdris Küçükömer’den almışa benziyor. *** Doğan Avcıoğlu, bu noktada aklımızı açacaktır. Bürokrasinin öne çıkartılıp, asıl sömürgen sınıfların göz ardı edilmesiyle ilgili olarak Doğan Avcıoğlu, “Türkiye’nin Düzeni” adlı sınıfsal bakış açısına sahip kült yapıtında şunları yazar: “Teori, milliyetçi devrimcileri, ‘kırbaçlı bürokrasi’ diye damgalayarak üretim araçlarını ellerinde tutan sınıfların varlığını ve kırbacın esas itibariyle kimin çıkarına işlediğini gizleyerek, tutucular koalisyonu lehine ustaca bir tez ortaya koymaktadır. Halkı ezen bürokrasi suçlanmakta; fakat, bu ceberrutluktan hangi sınıfların faydalandığı saklanmaktadır. Devlet ve bürokrasi, egemen sınıfların dışında ve üstünde ‘başlı başına bir sınıf’ sayılmaktadır.” Avcıoğlu şunları da ekliyor: “İşin şaşırtıcı yanı, tutucu güçler yararına işleyen ve onlar tarafından bir propaganda silahı olarak kullanılan bu teorinin, bazı sosyalist bilim insanları ve politikacılar tarafından da benimsenmesidir. Üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan sınıflar dışında ve üstünde bir devlet düşünemeyen ve toplumdaki temel çelişkiyi, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olanlar ile bundan yoksun olanlar arasındaki çatışmada gören sosyalist düşüncenin, ‘ceberrut devlet-halk’ teorisiyle bağdaşmayacağı açıktır.” Bu gerici bakışın en kristalleşmiş biçimini günümüzde “vesayet rejimi” söylemi oluşturuyor.. Adeta şöyle bir anlayış pompalanmakta: Sınıflar üstü, tarih dışı, ilahi bir güce sahip olan ve sürekli darbe yapan, darbe yapmayı düşünen, milli iradenin tecellisini engelleyen, tecelli eden iradeyi de kırmaya çalışan ve de göbeğinde ordunun bulunduğu bir “vesayet rejimi” vardır. Bu “vesayet rejimi” ile halk çelişmektedir. AKP de gelip bu “öcü” vesayet rejimini yıkarak ilerici bir özellik kazanmaktadır! Bu sakat düşünce dizgesinde, asıl çelişki ustaca gizlenmektedir. Oysa sözü edilen o “vesayet rejimi” ile sermaye sınıfı, yıllarca el ele, diz dize, gönül gönüle 12
ilerlemişlerdir. İşte bu gerçek gizlenmeye çabalanmaktadır. Sermaye-emek çelişkisi gözlerden kaçırılmaya çalışılmaktadır. Bu söylem pompalanmaktadır ki, böylece son 50 yılın sınıfsal plandaki sorumluları gizlenmekte, hatta kendilerini “Batıcı-laik bürokratik zümrenin” son kalıntıları sayesinde aklamaktadırlar. Kendilerini temize çekmektedirler. İdris Küçükömerciliğin en büyük zararı, sınıfsal bakış açısını, hem de “solculuk” adına, yok etmeye çalışmasıdır. Ve de çok haksız bir şekilde siyasal İslâmcılar ile liberal gericilere “ilerici”, “özgürlükçü” anlamlar ve misyonlar yüklemesidir. *** İdris Küçükömer’in “ilericilik-gericilik” ve “sol-sağ” ayrımlarının geçersizleştiğine ilişkin tezleri, Türkiye’de 1980’lerin sonu ve 1990’larda yaygınlaşmaya başlamıştır. SSCB’nin dağıldığı, liberalizmin “son muzaffer” olarak selamlandığı, kapitalist sömürünün dikensiz gül bahçesine kavuştuğu bir liberal şımarıklık döneminde, İdris Küçükömer yeniden gündeme getirildi. Şimdi görüyoruz ki, Küçükömer’in 1990’larda piyasaya yeniden yaygın olarak sunulan düşünceleri, aslında siyasal İslâmcılara meşruiyet kazandırmıştır. Gayet berrak bir şekilde görüyoruz ki, Küçükömer’in o tezlerinin hedefi, aslında mevcut düzeni temelden reddeden devrimci-öncü-jakoben sol-sosyalist harekettir. Küçükömer’in tezlerini bayraklaştıranlar, siyasal İslâmcı hareketi, “ilerici”, “solcu” ve “özgürlükçü” gelişmenin taşıyıcısı olarak görmüşlerdir. Ama son on yıllık İslâmcı-liberal-Amerikancı AKP iktidarının sonunda, bir de baktık ki baskıcı, zalim, karanlık ve acımasızlıkta sınır tanımayan bir diktatorya kurulmuş. Ve böylece görüyoruz ki, İdris Küçükömer’in tezleri iflas etmiştir. Küçükömer’in “aslında sol” dediği sağcı-İslamcı-tarikatçı-liberal kesim, acımasız diktatörlüklerini kurmuşlardır. Küçükömer’e itiraz edenler, ilerici ve sosyalist devrimci damardan beslenenler, jakoben tavrı asla terk etmeyenler bir kez daha haklı çıkmıştır. Sınıfsal bakış açısını yitiren Küçükömer, hem körleşmiş hem körleştirmiştir. *** Evet, şimdi anlaşılmıştır sanırım, Taha Akyolların, Mehmet Altanların, Ali Bulaçların, Abdurrahman Dilipakların her fırsatta niçin İdris Küçükömer’e sarıldıkları… Bu tartışmalara önemli bir kapı araladığı için Zülâl Kalkandelen’e teşekkür borçlu olduğumuzu düşünüyorum. 13
Bu Tabloyu Mart覺n Sekizinde Yapt覺m Mustafa Bilgin
14
Bizi ayıran nedir? Özgür Keşaplı Didrickson (Bu yazı aslında bir eposta listesine gönderilen bir iletidir. Eposta iletisi olarak Türkçesinin pek fena olmadığını düşünerek dar zamanımı, iletinin Azizm’de yayımlanabilmesi için gerekli 1-2 düzeltme ve açıklama yapmaya ayırıyorum. Gazete yazılarıma bile ara vermek zorunda kaldığım bu dönemde anlayışla karşılayacağınızı umuyorum). Merhaba, Geçen gün Nâzım Hikmet’in “Büyük İnsanlık- kendi sesinden şiirler” kitabındaki söyleşisinde, gençlerle ilgili söylediklerini ilk kez okumuş ve onu daha çok sevmiştim. Bir yazıda kullanmayı düşünmüştüm çünkü ülkemizde ne çocukların ne de gençlerin (oysa başka ülkeleri korkutan gücümüz değil miydi?) doğru sevildiğini düşünmüyorum. Gençlerin önünün kapatıldığının da pek çok alanda şahitiyim. O yüzden bu iletiye (Genç bir dalgıcın feryadını içeren bir ileti diyelim) iliştirmek istedim kendiminkini. Bir süre önce bu listeye (dalış rehberiniz isimli bir eposta grubu) gelen bir iletiyi görünce şaşırmıştım. Ne olduğu önemli değil, tahmin edilebilir (Yunus tutsaklığıyla ilgili bir iletydi). Aslında neye şaştığım tahmin edilemeyebilir o yüzden açıklamak gerekebilir ama artık ülkemizin bu ortamında konulara uzaktan bakmak; ana sorunla uğraşmak, çözüm için gerekenleri yaparken de yine ona göre ilerlemek gerekir. Mesela artık insanları ayıran ya da birleştirenin Kürt, Türk, eşcinsel, dinsiz, şu, bu olmaları olmadığını anlatmak gerek ki ilerleyelim. İnsanlık değerleri ile yaşayanlar için bu tip şeyler hiç önemli olmadı zaten ama ülkemizde sorunun en tehlikelileri de kapıda. İnsanlar bencil olan ile olmayan; para için her şeyi yapan ya da yapmayan gibi evrensel ortak değerleri ile ayrılıyorlar gerçekten. Dikkatimizi dağıtanlara inanmayalım. Artık dalış, kuş gözlem, doğa koruma gibi şeyler de ancak bu dikkat dağınıklığına hizmet eder oldu. Bu açıdan baktım son iletilere (Dalış camiasında da hareketli bir dönem geçiriliyor ancak ben tartışmalar, gelişmeler hakkında fikir sahibi olacak kadar bilgi sahibi değilim) Sevinilecek yanı da böylece gördüm. Aynısı çünkü kuşçular arasında, edebiyatçılar arasında, gazeteciler arasında, her yerde yaşanıyor. Bakın mesela şu şarkı bunu kanıtlar; 15
http://www.youtube.com/watch?v=69XbTAwLK1Y
Olur da bağlantı açılmazsa gönderdiğim, Güldünya isimli çok güzel bir şarkıya da sahip, kadınlara yönelik şiddet konusunda önemli çalışmalar yapan – özcesi söz söylemekten çekinmeyen- Aylin Aslım’ın “Sen mi?” şarkısı. Lütfen bağlantı çalışmazsa bir şekilde dinleyin. Sözleri iyi gelecektir. Artık sözün bittiği yerde olduğumuzu da hatırlatacaktır. Artık durum budur ve eylem zamanıdır. Çünkü ben bazen iş listeme bakıyorum da, Frida Kahlo ile ilgili kitabın yanlış çevirisi* (Kimseyi zan altnda bırakmamak için hangi kitaptan sözettiğimi, çeviriden örnek cümlelerle birlikte aşağıya ekledim) gibi içinde mesleğim dışındakiler de olmak üzere yapılan kamuoyu kandırmalarını bildirmek için gereken zamanı bulamıyorum. Hiç birimiz bulamayız. Mümkün değil. O yüzden artık tek tek kimseyle uğraşıp onları onurlu, ahlaklı olmaya çağıramayız sanırım. Hukuktan bu ortamda ne bekleyebiliriz? Ancak, tabii bizim bu zamansızlığımız, yılgınlığımız ya da ucuzluk karşısında donmamız nedeniyle birileri de çok yol aldılar. Daha almasınlar. Atatürk'ün manevi mirasçıları ("akıl, bilim"… hani ne yazık ki pek benimseyeni olmayan mirası) olmaya çalışanlar ayrıca şu davranış biçimini de örnek alırlar değil mi? Büyük önderimiz, zaferden sonra, İzmir'de merdivenlerde ayağının altına serilen Yunan bayrağına basmayı reddetmiş, sadece bayrağa değil aynı zamanda bu kişinin saygısızlık yaptığı Yunanlara da saygısı nedeniyle bayrağı merdivenlerden kaldırtmış olmasını…Bir insan aslında temelde bazı şeyleri kendisine olan saygısı nedeniyle yapar ya da yapmaz değil mi? İnsanın kendine olan saygıdan mahrum olması ne acı bir şey. Bir yerde AKP'nin (tabii karşı devrimin çocuğu ve sonucu olarak) yarattığı ortamda aslında kendilerine saygılarını yitirmişcesine (eşim ve ben en çok buna şaşıyoruz) emek çalanlar; bir yanda da boğulmak üzere olan iyi insanlar… Ekmek kutsaldır değil mi? Hatta kültürümüzde yerde görülse öpülür kenara konur. Emek de öyle değil mi? Belki de iki kelimenin bu denli benzemesinin nedeni bile simgesel olarak aynı şey olmalarıyla ilgilidir. İşportada bile kopya ürünlere marka basılıyor. Marka da sahte ama işte ne demek istediğimi anlıyorsunuz tabii ki değil mi? Daha dürüst o insanlar. Üstelik çoğu aç olduğu için bunu yapıyor. Dalış, kuş gözlem, dağcılık vs vs bu gibi etkinlikleri yapmak biraz da para istiyor. Sonra işte dünyanın, Türkiye'nin altı üstüne getiriliyor. Para yanında 16
derneklerde mikrofon arkası var, ülke genelinde bazen ün de var, çoğu kisinin sevgilisi, karısı, çocuğu, evi, arabası da var. Yetmeyen nedir? Neye doyulmuyor? Bence en çok içinde mutsuz olan insanlar böyle davranır. Çocuklar mesela arkadaşlarının elindekini beğenir, bir şekilde alır bazen. Elinden oyuncağı kapılan çocuk üzülür, ağlar ama doğru eğitilen, sevgiyle, saygıyla büyütülen bir çocuksa yeni bir oyuncak bulur, gidene bir noktadan sonra takılmaz. Ancak diğer çocuk onu başka bir oyuncakla mutlu görürse bu kez onu almak ister. İlk çocuk bu olayda acı çekse de pek yara bere almadan çıkar bu işten. Ya da yaraları sonraki benzer durumlarda daha donanımlı olmasını sağlar. Ben hep kim eline bir şey alırsa onu isteyen ama elde edince de mutlu olmayana üzülüyorum. Türkiye'de çocuklar ağlayınca her istedikleri veriliyor genelde. Sevgili Erdal Atabek'in yazılarını takip ediyorsanız bu konudaki kaygılarını ve genel durumumuzla nasıl ilgili bulduğunu da okumuşsunuzdur. Ancak ben “acaba geçmişte ne yaşadı da böyle oldu?” diye anlamaya çalıştığım ve üzüldüğüm bu tür çocukların büyük halleriyle uğraşmaktan bunaldım. Büyüyünce çözümler zor. Kendileri durumu fark edip çözmeye çalışmalılar. (Psikoloji bilimine çok saygı duyuyorum. Bizi güneşli günlere ulaştıracak büyük bir rehber o. Bilgi kirliliğine yol açıyorsa anlatımım lütfen eleştirin, düzeltelim) Ancak onların bir de kardeşleri var. Bu türden kişilere yaptıklarını yapabilme cesaretini verenler, onlar her mikrofon aldığında, ne dese alkışlayanlar… Onlar nasıl da birbirlerini destekliyorlar ve ortalığı bulandırıyorlar değil mi? Bizler de biraz daha desteklesek birbirimizi. Ve zamanında. Hem o zaman “birisinin sıfatı, bir konudaki deneyimi vs vs “ nedeniyle ne yapsa yine de övülmesi (ve yanlış yapma hakkı dahi olması, uzman olmadığı konularda bile hemen taraftar toplaması) gibi durumlara ve bence çok tehlikeli olan vasat ile olmayanın ayrılamaması durumlarına da el atılabilir. Ancak bu ortamda sadece sular bulandırılıyor ve tabii ki bilimin özünde olan şüphe nedeniyle, hele bir de konunun uzağındakiler şaşıp kalıyor. Gereken kişiyi desteklemiyor belki de. Ben birisine bir zararla sonuçlanmayacağı sürece eşim bir şeyi yanlış söylerse karşımdaki faşist vs bile olsa doğruyu o söylediyse “faşist doğru söylüyor” derim. Eşimin de kafasına herhalde bir tuğla düştüğünü düşünür ve sonra onunla ilgilenirim vs vs. Bu eposta listesinde bir süredir yaşananlar (hararetli yazışmalar oldu, bilgisiz olsam da hemen her konudaki her tartışmada yaşanan tuhaflıkları gördüm) bir diğer bilinçli dikkat dağıtma olayının örneği mi acaba diye düşünmeden edemiyorum. Ülkemizde saygı çok azalmış. Ben o yüzden biraz da koşa koşa geri geldim Alaska’ya. Ülkemizde birisi sizi nerdeyse ezecek olur ve siz ona 17
korkudan küfürlü bir söz etseniz siz daha suçlu sayılırsınız. Bunu bizzat yaşadım kaç kere. Üstelik küfür etmemiştim. Minibüsün altında kalacaktım ve “sen nasıl bir insansın” dedim söföre, linç ediliyordum minibüste. Hani minibüs türbanlı da ben değilim gibi bir durum da yoktu. Bugüne dek çözemedim nedenini ve yeni örnekler geldi sonra. Okumuşlar (ülkemizde sıklıkla görülen aşağılık kompleksine sahip mürekkep yalamışlar diyelim) daha sinsice yapar. Terbiyesiz davranışlar yaparlar, emek çalarlar vs vs ve siz sonra onlara karşı bir ses ederseniz sadece onlar değil, onların müminleri de ya size karşı cephe alır ya da size mesafe alır. Zaten onların da istediği budur. Bırakın politikayı edebiyatçıların hasları bile mümin okur istemez ( Bu cümleyi hiç sevmedim ama yerine yenisi gelmiyor akla, napalım…) (Ferit Edgü’nün “Ders Notları” ya da “Yeni Ders Notları” kitabında böyle bir şey yazar, bir sürü yazarın okurları ile istediği ilişki de budur zaten) Küfür her zaman kötü ise, eh tabii ki onursuz davranışlar da her zaman kötüdür değil mi? Ne yazık ki çoğu kez onursuz davranış önce yapılıyor. Ev içinde, insanların arkasından bile pek küfürlü konuşmam ben. Sınırlı sözcüklerim vardır. İngilizce’de belki en fazla o hani 7den 77ye herkesin enternasyonel küfürü olan “fuck” derim çok. Dille oynayanlar için bilindik küfürler zaten siniri almaya yetmez ki. Bana yaratıcı da gelmiyor hem. Ancak demek istediğim, bir gün sessiz yalakalar, sessiz onursuzlar ile tepesi atmış küfürbaz onurlu insanlar arasında seçim yapmam gerekse sadece seçim yapmam, ben de Türkçemizin elverdiği ölçüde küfürlere destek olurum. Vasatlıktan çok rahatsız olan biri olarak vasatlığı konuşabileceğimiz günlerin gelmesini sabırla bekliyorum. Bu bir savaşsa eğer düşmanların onursuzluğundan çok bunaldım. Hadi artık onları yok edelim. Moneyball’u izlediniz mi bu arada? Senaryosu, alt metni ile çok çarpıcı. Nefes almak ve rahatlamak isteyenlere… Kafasına bir kurşun yerine göğsüne beş kurşun yemiş yunus severden sevgiler...
18
Resim Yapmak Süleyman Çete Mağara devri insanını duvarlara resim yapmaya iten "güç", günümüz insanı için de geçerlidir. İnsanlar duygularını resim yaparak da anlatabiliyorlar. Kimi insanda bu arzu yoğundur. Birşeyler çizmek, boyamak gibi eylemler sıkca tekrarlanır. Bunlarla huzur bulur ve rahat ederler. Yapmadıkları vakit kendilerini suçlu hissederler. Bu arzunun kaynağı, doğuşla birlikte getirilen yeteneklerdir. Yetenek, insanda yaratıcı bir dil, değişik bir anlatım olarak belirginleşir. Resim yapan insan kendi dışındaki herşeyi, amaç değil araç olarak kullanıp; kendi duyguları ile yorumlayarak resmeder. Yetenekli ve başarılı bir ressamın eseri , esinlendiği doğaya tam benzemediği halde daha da güzeldir. Ünlü düşünür Pascal " Asıllarına hayran olmadığımız şeylerin benzerlerine hayran olmamız şaşılacak şeydir " diyerek bu gerçeği eleştirmişti. (Onun yanıldığı daha sonra kanıtlandı). 19. yy sonlarında bilimin verileri ışığında gelişen felsefe, sanata da yorum getirdi. Estetik içinde toplanan kuramlar günümüz için de geçerlidir. Sanat, insanın yaptığından yine insanın haz almasıdır. Resim için de durum aynıdır. Ressam eserini oluştururken gördüklerini aşar, onları kendi hayali ile yorumlayarak yeniden yaratır. Bu yeni yaratışta doğa değil, ressamın yorumları egemendir. Belki doğadan yola çıkılmıştır fakat, varılan yer ressamın özgün kişiliğidir. Bizi etkileyen, hiç de yabancı olmadığımız ressanın duyguları; yani, insanca tasarlanmış düzendir. Yukarıdaki kısa açıklama, resim deyince neyi algıladığımıza yönelikti. Halen doğayı fotoğrafından resmeden ressamların dikkatlerine sunmak istedim. Resim, kendini oluşturan şekillerin ve renklerin hoşa giden özgün kompozisyonudur. Resimde yer alan tüm elemanlar bir koroyu oluşturan müzisyenler gibi, tek amaçta birleşir, bir duygu yumağını oluştururlar. O duygu "GÜZELLİK DUYGUSUDUR".
19
Unutulanların “Görünmeyen” Yüzleri Selin Süar Aleksey Maksimoviç Peşkov veya hepimizin bildiği ismiyle Maksim Gorki’nin bir öyküsünde şu söz yer alır: “Deha, halktan bağımsızdır.” Öyküde Rus Edebiyatı’nın kurucusu olarak kabul edilen Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in Arap, 1783-1850 yılları arasında yaşayan büyük Rus şairi Vasili Jukovski’nin Türk ve yine önemli Rus yazar ve şairlerinden Mihail Yuryeviç Lermontov’un neredeyse yarı yarıya İskoçyalı olduğu belirtilerek dehaların ve kahramanların uluslardan, ırktan, halktan ve ülkeden bağımsız, daha dışta, daha üstte olduğu vurgulanır. İnsanlık tarihine bakıldığında ulusalı veya yereli evrensele; yani yine insanlığın genel karakteristiğine, beğenisine, algısına ve doğasına çevirebilen her türlü kişinin sınırlarötesine mâl olduğu, yine tüm insanlığa mâl olan Sovyet / Rus yaziar Maksim Gorki tarafından vurgulanır. İnsanlık tarihinin her döneminde var olan, her çağda ve her toplumda farklı görünümlerde ortaya çıkan; belli kalıplar içine konulamayan ve estetik olan insan duygularının dışa vurumu olarak adlandırabileceğimiz sanat da gücünü içinde bulunduğu koşullardan ve toplumdan alarak evrensele yayılır. Sanatçı, kendi kültüründen ve çevresinden yansıyanı yapıtlarına aktarırken sınırlarötesine geçen bir hitap kullanarak genele ulaşmaya çalışır. Bu nedenle farklı toplumlardan gelen kişiler birer deha olarak isimleriyle ve eserleriyle dünyanın diğer ucuna kadar gittiği gibi zamana da meydan okur.
20
İstanbul Film Festivali’nde Onur Ödülü’ne layık görülen Ali Özgentürk, son filmi Görünmeyen ile yeniden seyirci karşısına çıktığında, adını tarihe yazdıran müzisyenlerden biri olan Béla Bartók’u filminin eksenine oturtur. Béla Bartók (Béla Viktor János Bartók) 25 Mart 1881 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda dünyaya gelir. Müziği kültürel yapılarına göre inceleyen bilim dalı olan Etnomüzikolojinin önde gelen isimlerinden olur. Macar köy halk müziği ile tanışmasından sonra, halk müziğini kendi yapıtlarında kullanır. 21
Macaristan’da kalarak burada Kraliyet Akademisi’nde Piyano Profesörlüğüne yükselmesinin ve piyano dersleri vermesinin yanında Strauss gibi büyük müzisyenlerden
etkilenerek
yapıtlarındaki
biçimlere
halk yedirip
müziği
ezgilerini,
yepyeni
bu
müzisyenlerin
kompozisyonlar
yaratır.
Bartok, 1936’da Türkiye’ye gelir Ahmed Adnan Saygun ile birlikte tüm yurdu dolaşarak halk türkülerini kaydeder, ezgileri notalara döker. Ülkeye geri dönmesinin ardından daha da yükselen Nazi hâkimiyetine karşı durarak Amerika’ya geçer, ancak burada kanser nedeniyle 1945 yılında hayata gözlerini yumar. Geleneklere, kemikleşen örf ve âdetlere çokça vurgu yapılan filmin hikâyesi, Recep'in (Hakan Eratik), nişanlısı Ebru'yu (Sezen Aray) ailesiyle tanıştırmak için İstanbul’dan köye getirmesiyle başlıyor. Mantıksal hataların çokça olduğu filmde ilk absürtlük, çiftin trendeki yatak sahnesinde karşımıza çıkıyor. Yataklı vagonlarından çıktıklarında birlikte oldukları her hallerinden anlaşılan çiftin elinde tuttukları beyaz çarşaf, adeta horoz kurban etmişler veya yatakta kanamalı hasta yatırmışlarcasına kan gölüne dönmüş halde seyircinin gözüne sokuluyor. Filmin devamında şehirli modern kızın özgür ama ilgisiz ve ‘gıcık’ ailesi ile oğlanın insanüstü neşeye sahip ailesinin geleneklere ters bir durum ortaya çıktığı an buz kesmesini de hesaba katacak olursak, trendeki birlikteliğin ilk birleşmeye yorulabileceğini, ama doğum gerçekleşmediği takdirde metabolizmaya ve insan doğasına aykırı miktardaki ilk birleşmeden kaynaklanan beyaz çarşaftaki ‘kan’ sahnesi ile bunun ardından o beyaz çarşafın açık pencereden kız tarafından bırakılmasını ve çarşafın rüzgârla beraber yaylalara doğru salına salına gitmesini hiçbir mantıksal yoruma iliştirememekteyim. Lafı çok uzatmadan hikâyeye dönecek olursak, köy halkının, Brecht estetiğinin bile gerçekleştiremeyeceği kadar sahte ötesi bir mutluluk ve neşeyle kızımızı 22
karşılamasıyla örülen film öyküsü, kızımızın dedesinin vakti zamanında oğlanın dedesini öldürmüş olmasını köylülerin anlamasıyla ‘Vurun Kahpeye’ filmine döner. Kimsenin ağzını bıçak açmaz, herkes, kızın yüzüne kapılarını kapatır, kız bu davranışlara karşın nadiren ‘ben size ne yaptım?’ sorularının dışında hiçbir şey sormaz, çocuklar kızı taşlar vs., ama kızın aklına asla oradan gitmek gelmez. Bu sırada oğlan ne yapar? O güne dek babası ve dedesi hakkında her şeyi öğrenmek isteyip kılını kıpırdatmayan gencimiz, o günden sonra olayı açığa çıkarmak için araştırmalara başlar. Kıza uzak ve sert davranır. Filmin sonunda, dizilerde ve filmlerde sıkça görmeye alışık olduğumuz Doğu despotizmine benzer şekilde dile getirilen ‘ne yapalım, töre böyle’ sözü bu kez oğlanın annesinden gelir; “Ne yapalım, âdet böyle…” Ve iki genç, onca sevgiye rağmen âdet öyle diye evlenemezler… Frametale stilinde (Hikâye İçinde Hikâye) günümüze ve geçmişe dönüşlerle anlatılan filmde geçmişteki hikâyenin arasına bolca serpiştirilen günümüz hikayesi olmasaydı film, bazı karakterlerin yine mantıkdışı ve gerçeklikten oldukça uzak canavarlaştırılmalarına rağmen dört dörtlük
olabilirdi,
ancak
geçmişteki
karakterler
üzerinden
günümüze
gelindiğinde yapılan ‘yaş’ hesaplama konusundaki, karakterlerin zayıflığı konusundaki, özellikle de senaryonun tamamen sakat olan günümüz kısmındaki gelişim çizgisinde kolayca fark edilir ve rahatsız edici hatalar, filmin tüm güzelliğini bozmuş. Gelelim geçmişin hikâyesine…
23
Udo Kier (Béla Bartók), Gürgen Öz (Erol Soykan / kızın dedesi) ve Muhammet Uzuner’in (Ekrem Kıraç / oğlanın dedesi) profesyonel oyunculuk sergilediği filmin arka sahnesinde yeni kurulan devletin Cumhuriyet değerlerini yayma çabası, Sovyet korkusu ve dünyada yükselişe geçen Nazi tehlikesi bulunuyor. Fransa'da katıldığı bir davette tesadüf eseri Türkçe bir türkü işiten ve bu ezginin peşinden giden Bartok, kendisini Anadolu’da bulur. Hâlâ tam olarak kendine güveni gelememiş ve yabancıdan ürken, fakir Anadolu köylülerinden türkü kaydı toplayan Bartók’a, köyde öğretmenlik yapan ve piyano çalan, idealist Ekrem Kıraç yoldaşlık eder, ancak Almanları sevmeyen ve bu nedenle her an Türkiye’nin de başını derde sokabilme ihtimali olan bu müzisyen, dolayısıyla bazı kişilerin hoşuna gitmez ve istihbarat olarak Erol Soykan da onların arasına yollanır. Kendisi de aslında bir müzisyen olan Soykan, Bartok'un bu gezideki 'danışmanı' konumundadır, fakat olaylar ‘komünist’ damgası vurularak ortadan kaldırılan Ekrem Kıraç’ın cinayetiyle hüzünlü bir hale 24
bürünür. Dedesinin günlüğündeki bir yazıdan yola çıkarak filmin geçmiş zamandaki hikâyesi için ustalıklı bir kompozisyon ve olay örgüsü oluşturan Özgentürk, Cumhuriyet önderlerinin zor durumda kalan bilimadamlarına verdiği değere, yine eşitlikçi yapının ve Cumhuriyet’in ürünü olan dönemin Köy Enstitülerine, Anadolu halkının gelenek ve göreneklerine ve Türkülerimize eğilirken diğer yandan çizdiği vali tiplemesiyle halkın dilinden anlamayan, yerel halkı aşağılayan ve müziğin yalnızca Batı müziğinden oluştuğunu sanan Jakoben Cumhuriyetçileri de eleştirmiş.
Özgentürk, yukarıda da yazıldığı gibi Macar asıllı müzisyen Béla Bartók’un ‘Anadolu seferini’ film öyküsünün eksenine yerleştirdiği halde, bu seferde ona eşlik eden bir başka dehaya; Ahmed Adnan Saygun’a filminde yer vermez. Oysa Ekrem Kıraç karakteri Köy Enstitülerinde öğretmenlik yapması ve piyano çalmasıyla Ahmed Adnan Saygun’un ta kendisidir…
25
7 Eylül 1907 İzmir doğumlu olan Ahmed Adnan Saygun, henüz 13 yaşındayken sanata ağırlık veren İttihat ve Terakki Numune Sultanisi adlı okulda önemli isimler tarafından yetiştirilir. Müziğe duyduğu ilgiyle beraber yabancı dil bilgisi yetisini de kullanarak ilerleyen yıllarda müziği ele alan makaleleri de çevirir. Okulun ardından harçlığını çıkarabilmek için vasıfsız işlerde çalışmak zorunda kalan Saygun, daha sonra müzik öğretmenliği yapar ve en nihayetinde devletin, yetenekli ve başarılı gençler için açtığı sınavda başarılı olup Paris’te burslu olarak okumaya gönderilir. Hayatı boyunca önemli eserlere imzasını atan ve Cumhuriyet tarihinde eşsiz bir yeri olan Saygun; Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey, Hasan Ferit Alnar, Necil Kazım Akses gibi, müzik tarihinde ‘Türk Beşleri’ olarak anılan bestecilerden olmakla berber ilk Türk operasının bestecisidir ve ‘Devlet Sanatçısı’ ünvanını alan ilk sanatçı olma özelliğine de sahip olan Ahmed Adnan Saygun, Cumhuriyet dönemi Türk musikisinin en çok seslendirilen eserlerinden olan ‘Yunus Emre Oratoryosu’nun da yaratıcısıdır. 26
1942'de tamamladığı Yunus Emre Oratoryosu, 1946'da Ankara’da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde seslendirilir ve büyük başarı kazanır. En önemli eseri kabul edilen bu eser, daha sonra Paris’te, Birleşmiş Milletler’in kuruluş yıldönümü adına New York’ta seslendirilir. “Bu eserle Saygun, çocukluğunda İzmir Kemeraltı’nın Dervişler Caddesi'nde (bugünkü Anafartalar Caddesi) Mevlevi dervişlerden duyduğu ezgileri Avrupa ve Amerika'ya, Birleşmiş Milletler çatısı altına, sonradan eserin çevrileceği 5 ayrı dile taşımış oluyordu.”1 1936 yılında Halkevleri'nin daveti üzerine Türkiye'ye gelen Macar asıllı Etnomüzikolog Béla Bartók’un Anadolu gezisinde eşlik eden Saygun, Bartók ile birlikte özellikle Osmaniye yöresinden derledikleri türküleri notaya dökerler. Çalışmalar, " Béla Bartók’un Türkiye’deki Halk Müziği Araştırmaları” başlıklı bir kitap haline getirilerek 1976 yılında İngilizce olarak bastırılır. Bartók’la aynı kaderi paylaşan büyük müzisyen, 6 Ocak 1991’de kanser nedeniyle İstanbul’da hayatını kaybeder ve ardında yetmişten fazla yapıt, birçok kitap ve çeviri eserler bırakır.
1
http://www.wikipedia.org/, “Ahmet Adnan Saygun”
27
Tarihten yapılan alıntılarla kurgulanan film mantıksal hatalara, ‘günümüzde geçen’ senaryo bölümleriyle inandırıcılıktan oldukça uzak ve sahte çizgisine, kimi karikatürize tiplemelerine rağmen Görünmeyen, eleştirmenlerin aforoz edeceği ve pekçok sinema salonunda yer bulamayacak kadar düşük kalitede bir film değil, aksine haftalarca beyaz perdede dönen ve akla zarar yapımların yanında ayakta alkışlanacak bir yapıt olarak karşımıza çıkıyor. Ne yapılırsa yapılsın bir halk asla özünden kopamaz dercesine âdetlere sarılan ve bunu türkülerle yoğuran Özgentürk’ü, Dehaların Görünmeyen Yüzü’nü hatırlattığı için ayrıca tebrik etmeliyiz.
28
Artist'in Değeri Üzerine Onur Keşaplı
Yönetmenliğini Michel Hazanavicius'un yaptığı, 2011 yapımı "Artist" filmi, başta eleştirmenler olmak üzere kalburüstü sinema izleyicileri tarafından da büyük bir beğeni toplayarak, başrolünde yıldızlaşan Jean Dujardin'in başarılı oyunculuğuyla Cannes Film Festivali'nde en iyi erkek oyuncu ödülünü aldıktan sonra bu yılki Oscar ödüllerinde tam 10 dalda aday olup, En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Erkek Oyuncu dalları başta olmak üzere 5 dalda heykeli kucaklayarak yılın en dikkat çekici filmi olma özelliğini gösterdi. Peki hemen her kesimin beğenisini kazanan "Artist"in sırrı neydi? "Artist", konu olarak sessiz sinema döneminin gözde oyuncusu George Valentin'in, sesin sinemaya girişine direnmesiyle bir anda gözden düşmesi ve kapitalizmin 1929 yılında girdiği büyük ekonomik krizle de iflas etmesinin ardından, kendisinin ünlü 29
yaptığı sesli sinemanın yeni şöhreti Peppy Miller'la yaşadıkları aşk sayesinde kötü sondan kurtulmasını anlatıyor. Buraya kadar filmde "yeni" veya bu denli övgüyü haklı çıkartacak bir sinemasal yapı yok. Tam da bu noktada filmi, "değerli" hale getiren anlatım tekniği ortaya çıkıyor. İzleyiciyi gerçekten o dönemin sessiz, diyalogsuz, ara yazılı, siyah beyaz ve günümüzde alıştığımız saniyede 24 kare yerine 22 kareyle filme alınmış bir "nostalji" yapıtla karşı karşıya. Konusunun naifliği ve günümüz dünyasının hem toplumsal hem kültürel anlamda yaşadığı erozyona karşı duran sıcak ve samimi tavrıyla özellikle orta yaş ve üzeri izleyicide(ve elbette eleştirmenlerde) olumlu bir etki bırakmamasına imkân yok "Artist"in. Filmin, dönemin ruhunu özellikle teknik açıdan birebir denilebilecek kadar ustaca yansıttığına hiç şüphe yok ve oyunculuklarda bu noktada dikkat çekici ölçüde başarılı. Kısacası eli yüzü düzgün olan bu filmin değeri, sinema tarihinde yüzlerce hatta binlerce örneği olan bir biçimi yeniden çekmekten geliyor. Peki, bu oldukça "muhafazakâr" gözüken durumun sanatsal açıdan bir değeri var mı?
Özellikle Hollywood'un başı çektiği dünya ana akım sinemasında uzunca bir süredir eski filmlerin yeniden çevrimleri(örnekleri o kadar çok ki sıralamaya hiç başlamayalım), başka ülkelerin filmlerinin daha üzerlerinden 5 yıl bile geçmemişken tekrar çekilmeleri(Scorsese'ye nasıl olduysa Oscar kazandıran "Departed" filmi), kitapların, çizgiromanların tekrar tekrar beyazperdeye uyarlanmaları(X-Men, Batman ve nihayet Spiderman) artık alışık olduğumuz durumlar. Ancak "Artist", tüm bunları aşarak yeniden çevrimini yaptığı tarzın 30
hem konu hem de biçim olarak birebirini yapıyor ve ne ilginçtir ki alkışı da bu yüzden alıyor. Filmin, yukarıda sözünü ettiğimiz konusu itibarıyla, dönemin sıradan sessiz film örneklerinin aksiyonunu, dramını, aşkını, entrikasını, senaryo yapısı açısından giriş gelişme ve olmazsa olmaz "mutlu son"unu tüm o kalıplaşmış yöntemlerle uyguladığı görülüyor. Teknik olarak sessiz sinemanın aynısını yaptığını söylemiştik, buna ek olarak "Artist"in sessiz sinema döneminin tekniği aştığını zira o dönem kamera hareketlerinin bu kadar "kusursuz" olamadığını da özellikle belirtmeliyiz. Peki, bunca övgüye boğulmuş bir filmin yenilikçi bir yanı yok mu? Var elbette. Valentin'in sinemadaki ses devrimini alaya aldıktan sonra gördüğü "sesli" kâbus filmin ele aldığı dönemin solmakta olan bir yıldızının bunalımlarına yaratıcı bir görsellik getirdiği kesin. Fakat bunun ötesinde film baştan sona, tepeden tırnağa bir yeniden çevrim olmaktan öteye gitmiyor.
Eskiye duyulan özlem, insanlık tarihinde her daim olagelmiştir, hatta melankoliye merak salan büyük düşünürler de bu noktaya parmak basmışlardır. Sinemada ise geçmişe, eskiye duyulan özlemin her kuşağın ve çağın olmazsa olmaz duygu bunalımı olduğunu Woddy Allen'ın 2011 yapımı "Paris'te Geceyarısı" filmiyle sade ancak keyifli bir anlatıyla görmüştük. Bu filmde Allen, eskiye duyulan melankolik ve nostaljik özlemin sonunun olmadığını anlatmıştı izleyiciye. Peki, eskiye özlem duymak, eski değerleri aramak kötü bir şey mi? Elbette değil, burada sorun, özlemi dile getirirken hangi anlatım biçimini tercih ettiğimizdir. Örneğin Angelopoulos, eski değerlere, 31
kaybedilmişliklere özlem duyan ve bunlara kamerasıyla adeta şiirsel bir ağıt yakan bir yönetmendi. Fakat bunu yaparken bambaşka bir kamera kullanımı, müzik ve ses tercihi ortaya koyarak sinematografik açıdan bir devrime erişebilmişti. "Artist" filmi belli ki bir döneme ve hatta sinemanın birçoklarına göre en naif olduğu sessiz sinema dönemine saygı duruşunda bulunan ve bunda elbette art niyet taşımayarak oldukça samimi olan bir film. İzleyicinin tavlanması da burada yatıyor. Ancak eleştirmenlerin, akademi üyelerinin, jüri üyelerinin örnekleri binlerce kez filme alınmış bir konunun ve anlatım biçimini bu denli överek ödüllere boğmaları günümüzde sinemanın ve Batının öykülerinin, masallarının, anlatılarının tükendiğinin en büyük kanıtı. Bir yapıtın aynısını, hem de birebir aynısını yaptığınızda biz ona "sanat" mı diyoruz yoksa "kopya" mı? Peki, kopya dediğimizin iyi yapılmış olması hatta özgün yapıtından bile daha iyi kopyalanmış olması ona sanatsal bir değer kazandırır mı? Olsa olsa "zanaat" olacak bir formdan söz ediyoruz. Bu tıpkı bizdeki minyatür ve ebru formlarına benziyor. Nedense ebru yöntemiyle çiçeklerden başka bir biçimin denendiğine, farklı, özgün bir yaratımın peşinde koşulduğunu görmedik. Keza minyatürde sultanların, paşaların, şahların seyahatlerinin veya başlarından geçenlerin 2 boyutlu bir çizgi roman edasıyla sunulmasının ötesinde, örneğin soyut figürler taşıyan minyatür seçkilerini görmedik(hem minyatürde hem ebruda ilerici biçimler deneyen tek sanatçı ne ilginçtir ki bu zanaatleri yapan bir usta değil, bir sinema yönetmen Derviş Zaim'dir). Tam da bu yüzden sanat biçimi olabilecekken bu yöntemler, zanaatten öteye geçemiyorlar. İşte burada "Artist" gibi, başarıyla kotarılmış bir zanaatın övgüye, beğeniye, ödüle boğulması hem de bunun izleyiciden öte sinema uzmanlarınca yapılması ya sinemanın ve genel olarak sanatın içinde bulunduğu çıkmazın, bunalımın ve gerilemenin tahmin edilenin de ötesinde boyutlara ulaştığını kanıtlıyor ya da kültür/sanat efendilerinin çağdaş ve ilerici örnekleri göz ardı etme gelenekleriyle görülmemiş derecede muhafazakâr bir bağları olduğunu ortaya koyuyor. Öte yandan, Nuri Bilge Ceylan'ın "Bir Zamanlar Anadolu"da gibi bir başyapıtı aday bile göstermeyen, Angelopoulos gibi olağanüstü bir yönetmene tarihinde tek bir ödül vermeyen hatta bu yılki törenlerde Whitney'i hatırlayıp Angelopoulos'un adını bile anmayan öye yandan "Artist"e en önemli dallarda tam 5 ödül veren Oscarları ve Hollywood'u artık ciddiye almak için mazeret bulmak güçleşeceğe benziyor.
32
33
Kayıp Tıfıl Can Ceylan -ÇocukluğumaBüyüdük… Çocuk düşleri aştık Kaşarlandık delice Çöreklendi vefasızlık Küheylanın terkisine Ağlamaklı koşum atın gözleri Çileden buruk çapak Bizim sandıklarımız Yosma bir hevesin kursağında Ruhumuz yapay gündemlerde…parya Küçük şeylerden geçtik Akıllandık büyük’çe Varlığını ihmallerle boğduğumuz İstiridye kabuğuna sinmiş İçsel, tıfıl kelepçe Çocukluğumuz...
34
Deliliğin Karaborsası ‘’Bir Delinin Hatıra Defteri’’ Semra Polat “HEPİMİZ GOGOL’UN PALTOSUNDAN ÇIKTIK.... “* Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Bir Delinin Hatıra Defteri: Deliliğe hapsolan Poprişçin’in duygusal ve ruhsal boşluğu. Rus yazar Gogol’un 1842’de yazdığı bir edebiyat başyapıtı olan ‘’Bir Delinin Hatıra Defteri’’nden uyarlanan tek perdelik ve tek kişilik oyun. Erdal Beşikçioğlu’un oynadığı, Coşkun Tunçtan’ın Türkçeye çevirdiği, Cem Emüler’in yönettiği oyunu Roger Coggio oyunlaştırmış. Deliliğin kitabının deşifre edildiği oyuna normal şartlarda gitmek ayıp olurdu elbette. Ben de tükenmiş olan bileti ‘’karaborsa’’dan gerçek fiyatının 4 misli fazlasıyla satın aldım!..
Erdal Beşikçioğlu 35
Ankara Devlet Tiyatrosu’nun ‘’Stüdyo Sahne’’ ve ‘’İrfan Şahinbaş Atölye Sahneleri’’ şehrin alışılmış sanat mekanlarından uzakta duruyor. Bu yüzden seyirciler, DT’nin yıllardır güzel bir gelenek haline getirdiği ulaşım kolaylığından istifade ediyorlar. Seyircileri oyun başlamadan bir saat önce Opera’nın önünden kaldırılan servisle, oyun bitiminde de yine aldığı yere bırakıyor. Baharın kendisini nazlı nazlı göstermeye başladığı güneşli 26 Şubat’ında, bekleyen diğer seyircilerle birlikte DT’nin servisi ile Stüdyo Sahne’ye gittik. Stüdyo Sahne’nin biletleri numarasızdır. Lambalarla döşenmiş olan büyük bir dairenin etrafında kendimize yer bulduk ve iki üç halka şeklinde sıralanmış demir sandalyelerde gelişigüzel oturduk. Dumanların çıktığı bu karanlık sahnede, her bir seyirciyi kendi ruhsal meşrebince başka başka yere götüren korku efektli, kakafonik sesler, gelenlere ‘’deliliğin karaborsasına hoş geldiniz’’ der gibi karşılıyordu. Ve sahnenin tam ortasında yerini alan ‘’zarif’’ bir vinç duruyordu.
Vincin ucundaki hazneden sarkan bir bacak görüldü önce. Seyirciler kendi aralarında ‘’ bu bacak gerçek mi yoksa maket mi?’’ diye merakla sorarlarken, bacağın hareket ederek bedenle bütünleşmesi ile oyun başlamış oldu. 36
Sahnedeki vinci hareket ettiren kumanda panosu, Erdal Beşikçioğlu’nun boynunda asılı olmasına rağmen, bir alçalıp bir yükseldiği için kafasının yukarıdaki demir örgülere çarpacağını düşünüyoruz. Oysa ki seyirci, adım adım kurgulanmış bir tiradın, textin, oyunu sahneye akıl ve zekâyla koyan yönetmenin de sınırlarını zorlaya zorlaya, kendine yeni bir alan yaratarak, hakkıyla aktörlük, hatta cambazlık yapan harika bir oyunu seyretmenin zevkini yaşıyordu. Poprişçin karakterinin yüz makyajı, ağzından saçılan tükürükler, yamalı beyaz pijaması ve deli tavırlarıyla, Brehctyen** tarzı bir epik gösteri sunuyor. Oyunda, toplumsal ayrımın bir tezahürü olan ‘’asalet’ kavramının, insanların kendi uydurması olduğu ve pratikte üstün olmak gibi bir durumun söz konusu olmadığı da vurgulanıyor. Oyun kahramanı ‘’Asalet dedikleri şey nedir ki? Ben de istersem Genel Müdür olabilirim, yükselebilirim, buna kim engel olabilir ki?’’ ya da ‘’Çalıştığım iş yerime gittim, İspanya Kralı olduğumu ama onlara asla küçümseyerek bakmayacağımı ve davranmayacağımı söyledim’’ diyerek, burjuvazinin ezici tahakkümünü anlatıyor.
Oyunun kahramanı özetle: Kendisini zavallı, çaresiz, iş yerinde dışlanan, savunmasız biri olarak seyirciye tanıtıyor. Bakanlıkta çalışan oyun kahramanı, her gün işe geldiğinde ilk iş olarak Genel Müdürün kalemlerini açıyor. Genel Müdürün ‘’güzel kızı’’ Sofya’ya ilgi duyan, onun bu ilgisinden haberdar olan Sofya’nın ise kendisiyle nasıl alay ettiğini ve duygularını incittiğini anlatıyor. Poprişçin günün birinde tüm bu baskılara dayanamayıp, delirmeye başlıyor. Kendisini, Sofya’nın köpeğinin konuştuğuna inandırıyor ve sonunda da ‘’İspanya Kralı’’ olduğuna hükmediyor. Sıradan bir memur olan Aksentin 37
İvanoviç Poprişçin bu sıradanlığı karşısında mesai arkadaşları tarafından sürekli aşağılanır ve alaya alınır. Poprişçin’in hayal dünyasındaki mutluluğu, kızın daha soylu bir beyzadeyle evlenmek üzere olmasını öğrenmesi ile yıkılır. ‘’Bir Delinin Hatıra Defteri’’ kısa ve vurucu hikâyelerin iç içe geçmiş halidir. Dünya edebiyat tarihinde şizofreni hakkında yazılmış ilk eserlerden biri olarak da tanımlanan Gogol’un o unutulmaz kahramanı Poprişçin, oyunun sonunda göğe yükselirken ‘’Anneee, oğlunu yalnız bırakmaa’’ diye haykırır. Bir de burnunun ucu ile ilgili anlattığı hikâye var Poprişçi’nin. Bu hikâyede Gogol’un ‘’Burun, Palto ve Bir Delinin Hatıra Defteri’’ adlı üç bölümden oluşan eseri tek bir metinde bir araya geliyor. Gogol, oyununda devletlerarası politik ilişkilere de inceden inceye dokundurtuyor. Oyun kahramanı, ‘’İngiltere’nin izni olmadan Fransa’nın tek başına hiçbir şey olduğunu işi ‘’deliliğe ‘’ vurarak anlatıyor. Hatta ‘’İngiltere’nin burnu kaşınacak olsa, Fransa aksırır’’ diyerek iyice belirginleştiriyor. 1842’de yazılmış olmasına rağmen çağımızda hala aynı olayları yaşıyor olmamız, bu eserin asırlar geçse de değişmeyecek bir başyapıt olduğunu gösteriyor. Gogol’un ‘’Palto’’su, oyunun başından sonuna kadar oyuncunun en vazgeçilmez araçlardan biri oluyor. Oyun kahramanı soğuktan korunmak için giyindiği paltosunu, kendisini ‘’İspanya Kralı’’ ilan ettikten sonra ise ters çevirerek Kral pelerini yapıyor. Psikolojik travma geçirdiği zamanlarda ise bir sığınak gibi paltosunu başına kadar çekerek, kendisini dış dünyadan soyutlamaya çalışıyor. Poprişçin, asılı olan kovasını vincin oturma yerine alarak klozet olarak kullanıyor. Tam oturma pozisyonuna geçecekken seyircilerin kendisine baktığını fark ederek, vincin butonuna basarak yükseliyor, pijamasını indirerek tuvaletini yapmaya başlıyor. Butona basarak vinci tekrar aşağı indiriyor ve bu kez kovanın içindekileri seyircilerin üzerine boca etmesiyle birlikte, her yer konfetilerden beyaza bürünüyor. Oyununa kendini kaptırmış olan seyirciye Brechtyen üslupla ‘’oyunda olduğunu unutma’’ hatırlatmasını yapıyor. Daha sonra aynı kovayı ‘’İspanya Kralı’’ olduğuna hükmettiğinde ise kafasına taç yapıyor, sinirlendiğinde ise kafasına geçirdiği kovayı vincin demirlerine vuruyordu.
38
‘’Bir Delinin Hatıra Defteri’’ adlı Gogol’un muhteşem eseri, Ankara Devlet Tiyatroları’nın bir edebiyatçının hakkını vererek sahnelenen yüz akı oyunlarından en iyi olanıdır diyebiliriz. Oyunun başından sonuna kadar muhteşem bir performans sağlayan Erdal Beşikçioğlu, hem vincin üstünde tıpkı bir ip ustası gibi rahatça hareket ederken hem de oyunun duygusal geçişlerdeki ses ve mimik hareketleriyle olağanüstü bir performans sağladı. Erdal Beşikçioğlu, çok iyi bir dizi film oyuncusu olmasının yanı sıra, performansıyla iyi bir tiyatro oyuncusu olduğunu da ilan etmiş oldu.
‘’Bir Delinin Hatıra Defteri’’ gerek dramatik yapıyı, gerek oyunculuğu, gerek oyunculuk araçlarını ve diğer tiyatral araçları, gerekse iç içe geçmiş seslerin salondaki karanlığa çarparak izleyicide bıraktığı ruhsal farkındalığı kullanışıyla dört başı mamur bir oyun ve oyunculuk şöleni niteliğinde. Beşikçioğlu, oyunun bitimine doğru vinçten ayrılarak tavandaki demir konsolların üstünde yürümeye başlayınca tam olarak ne tarafta olduğunu gözlemlemekte zorluk çektik. Neredeyse bütün tavanda hareket ettikten sonra 39
demir merdivenden aşağı indi ve yerlere kadar eğilerek seyircileri teker teker selamladı. Ayakta alkışlayan, memnuniyetten ağzı kulaklarına varan seyircilerin arasından geçerek salondan ayrılan Erdal Beşikçioğlu’da, hiçbir yorgunluk emaresi olmadığı halde bizler salondan ayrılırken o kadar gerilmiştik ki bir süre oyunun yorgunluğunu üzerimizden atamadık. Bizler, oyunu seyretme şansını elde eden mutlu grubun üyeleri olduk. Bir kez daha ama ‘’karaborsa’’ biletler almadan gidebilmeyi ümit ederek ayrıldık oyundan. Oyunu sergileyen Ankara Devlet Tiyatroları’na ve seyircileri oyunculuk performansıyla mest eden Erdal Beşikçioğlu’na kalpten teşekkürlerimizle. *Orlando Figes / Nataşa’nın Dansı ** Bertolt Brecht / Epik Tiyatro
40
Aydan & Derya ile Söyleşi Işık Gümüşel, Onur Keşaplı Blog yazarlığı günümüzde artan bir popülariteye ve öneme sahip. İnternet kullanıcıları artık ana akım medyalar dışında da ilgi duydukları alanları (sanat, sinema, moda, müzik, politika, spor vb.) bağımsız bireylerden alternatif olarak takip etmek şansına sahipler. Aydan & Derya blog http://www.aandd.co/ bu bağlamda modayla ilgilenenler için sık sık güncellenen yapısı ve şık tasarımıyla güzel bir örnek. Blog’un yaratıcıları Derya ve Aydan, tasarımı farklı disiplinlerde okuyan, benzer zevklere sahip, birbirlerini tamamlayan, modayla ilgilenen iki genç ve yetenekli üniversite öğrencisi. Azizm Sanat olarak, iki yakın arkadaşla 2011 Temmuz’dan beri başarıyla yürüttükleri görsel ağırlıklı blogları, modaya bakışları, ilgi alanlarını ve gelecek planlarını konuştuk. İyi okumalar...
Öncelikle sizleri tanıyalım istiyoruz. Bir yanda moda tasarım öğrencisi diğer yanda iç mimarlık. Blog fikri nasıl doğdu ve şekillendi? Biz aslında birlikte büyümüş iki kardeş gibiyiz. Çok küçük yaşlardan beri yakın arkadaşız. Bu zamana kadar hayatımızdaki önemli kararlarda hep birbirimize 41
destek olmuşuzdur. Küçükken oyun oynarken zamanın nasıl geçtiğini anlamazdık. Şuan da birlikte yaptığımız işlerin hiçbirinde sıkıldığımızı hatırlamıyoruz. Sebebi de birbirimizin dilinden çok iyi anlamamız. Zamanla eğlence amaçlı yaptıklarımızın çoğaldığını görünce bunu başkalarıyla da paylaşmalıyız dedik ve Aydan Derya Blog oluştu. Aydan şuan İzmir'de moda tasarım Derya da İstanbul'da iç mimarlık okuyor. Farklı şehirlerde farklı bölümlerde okumak beraberinde farklı bakış açıları da getiriyor. İki dosttuk, aynı zamanda iki sıkı ortak olduk ve biz bu durumdan çok memnunuz. Şu ana kadarki tepkiler nasıl? Blogu ilk açtığımızda önce yakın çevremiz tarafından destekleniyorduk. Şimdi bir çok blog yazan arkadaşımız oldu, hepsi de birbirinden değerli ve bilgili insanlar. Blog yazanların dışında da sıkı takip eden, gerek postlarımıza yorum yapan gerekse güzel sözleriyle bizi destekleyen okuyucularımız var. Hiç tanımadığımız insanlardan çok güzel iletiler geliyor, sanırım bu da izleyicilerimizin bizi samimi bulmalarından kaynaklanıyor. Her geçen gün aldığımız olumlu yorumlar bizi heyecanlandırıyor ve bloga daha da bağlıyor. Çekimlerinizi genellikle yakın arkadaşınız Yürek Akbar’la gerçekleştirdiğinizi görüyoruz. Çalışmalarınızın, başta "Sunset and the Skirt" olmak üzere birçoğunda ciddi bir sanatsal kaygı göze çarpıyor. Gerek sanat yönetimi gerekse fotoğraf konusunda ne gibi bir hazırlık süreci uyguluyorsunuz? Evet, fotoğraflarımızın çoğunu yakın arkadaşımız Yürek Akbar çekiyor. Yürek de hala bizim gibi öğrenci, fotoğraf ve video okuyor. Zaten üçümüz bir araya geldiğimizde sürekli yeni ve yaratıcı fikirler üretmeye çalışıyoruz. Hatta bir de aklımızdakileri not aldığımız ufak bir blog defterimiz var. Mümkün olduğunca blogumuzun özgün olmasını istiyoruz. Mesela bloga koyacağımız fotoğraflar konusunda çok titiz davranıyoruz. Üçümüzden birinin beğenmediği fotoğraf direk eleniyor... Çoğu zaman mekânı da fotoğrafa katmaya çalışıyoruz ki odak sadece biz olmayalım. İnsanlar dönüp tekrar bakmak istesin. Blogu açarken de hep bunu hedefledik, estetik ve kaliteli görsel... Açıkçası her iş tecrübe ister, biz de bu işe daha yeni başladık. Öğrenci olduğumuz için elimizdeki şartları değerlendirerek amatör ama güzel bir şeyler yaratmaya çalışıyoruz. Zaman zaman kendimizi eleştirdiğimiz şeyler olabiliyor ve bu da tecrübeyle ilgili açıkçası.
42
43
Neleri takip eder seversiniz, size neler ilham verir? Türk ve yabancı moda blogları, sanat-tasarım siteleri ve dergilerini takip ediyoruz. Modacılar konusunda ise Türkiye'den Zeynep Tosun, Ümit Benan ve Hakan Yıldırım'ı özellikle ilgi ve beğeni ile takip ederken, yabancı modacılardan Mary Katrantzou, Nicolas Ghesquiere, Jonny Johansson, Alexander Wang ve Olivier Rousteing'in çalışmalarını beğeni ile izliyoruz. İkimiz de tasarım eğitimi aldığımız için, ilham olmadan tasarım olmayacağının farkındayız. Fakat asıl konu bu ilhamın nereden geleceği... Yaşadığımız herhangi bir olay, insanların farklı bakış açıları, o an dinlediğimiz bir müzik, izlediğimiz bir film, kısacası her şey bizi etkileyebilir. Tasarımcı, her zaman hayal gücünün sınırlarını zorlayabilmelidir. Önemli olan yaratıcılık ve üretme isteği… Antik dönemlerin büyük düşünürleri Platon ve Aristo'dan beri sanat tarihçilerinin, kültürel bilimcilerinin en fazla kafa yordukları kavramlardan biridir estetik. Aydan ve Derya için estetik neyi ifade ediyor? İlk akla gelen anlamı kadar basit bir şeydir aslında. Zaten herkes için en zor olan değil midir basit bir şeyi çözmek? Eğer moda üzerinden ele alacak olursak da dünyanın en estetik şeylerinden biri kadın vücududur. Modanın kaygısı da bu kadar estetik olan bir şeyin üzerini ona yakışır bir şekilde örtmektir.
44
Gelelim modaya. Oscar Wilde modayı "moda o kadar sıkıcı bir şeydir ki altı ayda bir değiştirmek zorunda kalırlar" sözleriyle bir hayli hırpalamış. Buna karşın moda, günlük jargonun vazgeçilmezleri arasında. Oscar Wilde'ın bu sözünü ve gerçeklikteki bu durumu neye bağlıyorsunuz? Değişim her alanda, çoğu zamanda elimizde olmayan kaçınılmaz bir durum. Oscar Wilde'ın moda üzerine yaptığı ağır eleştirilere biz kızmıyoruz çünkü insanı düşünmeye yönlendiriyor. Fakat biz, modanın değişimi konusunda bu kadar ağır düşünmüyoruz ki günümüzde bu durum daha farklı bazen ayda bir değişim söz konusu. Sadece modanın değişimi değil; teknoloji, çevre, insanlar, ilişkiler, düşünce yapısı her geçen gün değişiyor. Örneğin bir telefonun ve ya bir 45
bilgisayarın bile bir üst modeli çıkınca eskilerine olan ilgi azalıyor. Bu da insanların her şeyi çabuk tüketip, yeni arayışlara girmesinden kaynaklanıyor. Zaman içerisinde sosyal medya üzerinden artan takipçi sayısıyla birlikte (Blog/Facebook/Twitter) modaya yön veren, modada söz sahibi olan isimler arasında olmayı planlıyor musunuz? Biz tabiki işimizle konuşulmak ve başarılı olmak isteriz fakat blogumuzu gerçekten bizi takip etmekten keyif alacak insanların izlemesini istiyoruz. Çünkü biz bu işi keyif aldığımız için yapıyoruz. Başka bir amacımız yok. Türkiye'de son dönemlerde moda konusunda daha fazla etkinliğe ev sahipliği yapar olduk. Blogdan takip ettiğimiz kadarıyla İstanbul Fashion Week’i gidip yerinde izlediniz. Peki bu gelişmeler bir Türk moda tarzı ortaya konulmasını sizce sağladı mı? Çünkü takip edebildiğimiz kadarıyla dünyaca ünlü modacılar klişeleşen İstanbul beğenileri dışında moda konusunda hala kendimizi bulamadığımızı belirtiyorlar, buna katılıyor musunuz? Bu çok derin bir konu bu yüzden eleştirirken çok dikkatli olmak lazım. Çünkü bizzat Istanbul Fashion Week'e gidip gördüğümüz kadarıyla, iyi veya kötü çıkan iş ne olursa olsun ciddi bir emek söz konusuydu. Verilen bu emeğe saygıdan dolayı beğendim ve ya beğenmedim demek pek bize düşmez. Fakat gördüğümüz kadarıyla dediğiniz gibi dünyaca ünlü tasarımcılarca eleştirilmemizin sebebi hala kendi kültürümüzü tam anlamıyla yansıtamamış olmamız olabilir. Türkiye gerek tarihi ve doğal zenginlikleri gerekse siyasi olaylarıyla ilhamın en yoğununu içinde barındıran bir ülke. Yabancı tasarımcılar gelip bizim ülkemizden esinlenebiliyorlarsa, bunu biz birebir içinde yaşayanlar olarak daha etkileyici tanıtabiliriz diye düşünüyoruz.
46
47
Kuşağınızda birçok kişinin boş vermişliğine karşın Aydan ve Derya, Mustafa Kemal Atatürk'ü 29 Ekim'de ve 10 Kasım'da andı. Atatürk'ün kadına verdiği değer sizce günümüzde halen karşılığını buluyor mu? Ve elbette büyük devrimcinin modasını genç tasarımcılar olarak nasıl yorumluyorsunuz? En beğendiğimiz sorulardan birisi bu oldu çünkü gerçekten konuşmak istediğimiz bir konu. Atatürk’ün kadına verdiği değer, malesef aynı yerinde devam ediyor. Halbuki bunca yıldır çok daha gelişme kaydetmemiz gerekirken, biz bir çok konuda yerimizde sayıyoruz. Kadının toplumdaki yeri, toplumsal gelişme ile doğru orantılıdır ve bu da ülkemizde farklı bölgelere göre değişse de, ancak eğitime verilen önemle geliştirilebilir. Fakat günümüzde bile, eğitim alma olanağı sağlanmayan ve ya özgür düşünce içinde yetişemeyen kadınlar için, Atatürk’ün Türk kadınına layık gördüğü değer ne kadar üzücü ki gösterilemiyor. 10 Kasım’daki “Wish You Were Here” (http://www.aandd.co/p_b.php?aandd=66) postumuzda ise Atatürk’ü farklı bir açıdan görmenizi istedik. Modanın kitlelere hitap eden bir gücü var ve Atatürk de bunun bilincinde olan bir liderdi. Zevk sahibi bir insan olmasının yanında, her zaman şık ve modern giyinerek halkı için daha fazlasını simgeliyordu. Bizlerin de, modanın da özünü oluşturan stil sahibi, kendi ayakları üzerinde duran insanlar olmamızı istiyordu. Bu da onun ne kadar ileri görüşlü bir lider olduğunun kanıtıdır. Günümüzde de Atamız hala tarzıyla tüm dünyaya en güzel örnektir.
48
Geleceğe yönelik planlarınız nelerdir, blogdaki çalışmalarınız alışılageldiği çizgide mi sürecek yoksa takipçilerinize yeni sürprizleriniz olacak mı? Zaman ne gösterir bilemeyiz ama bizim de eğitimimiz doğrultusunda geliştireceğimiz planlarımız var. İkimiz de kendi alanlarımızda ilerlemeyi düşünüyoruz. Zaten iki dost olduğumuz için mutlaka beraber çalışmalarımız sürecektir. Blogda her postumuzun sürpriz olmasına çalışıyoruz zaten. Birbirinden farklı ve yaratıcı olmalarına her zamanki gibi özen göstermeye devam edeceğiz. Son olarak neler söylemek istersiniz? Biz blogumuzu çok severek ve eğlenerek sürdürüyoruz. Sanırım Aydan, Derya ve Yürek olarak güzel bir ekip olduk. Bizim amacımız gerçekten farklı bir konseptte, en doğal ve en samimi şekilde kaliteli bir moda blogu yaratmaktı. Tabi şu an daha işin başındayız, tecrübe edindikçe ileride daha iyi şeyler yapabileceğimize inanıyoruz. Son olarak herkesin Yürek’in moda haftasında çektiği videoyu* blogdan izlemesini isteriz.
Bu keyifli röportaj için sizlere teşekkür ederiz. Azizm olarak başarılarınızın devamını diliyoruz. Bu söyleşi ve güzel sorularınız için size çok teşekkür ediyoruz. Sizin gibi bir sanat topluluğu tarafından sayfalarınızda ağırlanmak bizim için çok güzeldi. *Yürek Akbar'ın Istanbul Fashion Week videosu için; 49
http://www.aandd.co/Post-126.html
Rönesansın da Kalbi Solda Gökhan Soysal Arapçanın özgürlük çığlıklarıyla Yunancaya çevrilen bir ateş ısıtırken mevsimlerden uzak "kış"ın soğuğuna hapsolmuş meydanları ne bekliyor Avrupa tekrar uyandırmak için derin uykusundan rönesansını koridorları yeşil soğuk duvarları masum kanlarla boyanmış "beyaz" bir saray görünürken uzaklarda imparatorluğun işgalinin sesi gizlice yankılanırken paranın alın teri geçirmeyen petrol kokan pis duvarlarında ne bekleniyor yeni yepyeni bir dili öğrenmek için?!. özgürlüğün eşitliğin kardeşliğin rönesansın gerçek dilini!
50
Güneşin Saçları Alabildiğine Kızıldı Işık Cem Özok Saf yüreklerin kanayan dehlizlerinde insanların acımasızlığının bir kopyası, asıl nüshanın yıllardan beri hiç değişmediği bir dünyada, para ve güç zaafının dünyadaki “küçük şeylerin” verdiği doyumsuz hazlardan daha gerçekçi olduğu bir dünyada, güvensizliğin ve cehaletin herkesin dilindeki vecizelerle yok edilmeye çalışıldığı sanal ortamlarda, insanların birbirinin sırtından zıplayarak smaç basma alışkanlığının ötesinde eşitsizliğin yalın çıplaklığı boy gösteriyordu. İnatla güneş her gün doğuyordu, bulutlar yağmura dönüşüp, kuşlar inatla cıvıldamaya devam ediyordu bunca pisliğe rağmen. Batan güneşin saçları sanki bütün gökyüzünü kucaklamışçasına olabildiğine kızıldı. Saçların bu “çakma olmayan” rengi sakallarına vuruyordu. Kırmızının kardeşinden kaçmak imkânsızdı bu akşam. Balkonunda oturmuş dibi ince ve boyu uzun bardağının içindeki rakıyı yudumladıkça, geçmişinin kıyafetlerini teker teker çıkarıyordu. Sevişme sahnesinin yaklaşmasıyla duyguları daha bir çıplak, daha bir yoğunlaşıyordu zihninde. Oturduğu sandalyenin önündeki masada bir çift kağıt duruyordu, kağıtların sağ kenarındaki pilot kalemini yavaşça eline aldı, duble rakısını yudumladıkça, üstsüz duyguları kendisini kalemine yönlendiriyordu. Yazmayı ve kendini ifade edebilmeyi seven biriydi. Tıp fakültesinin 4. Sınıfına geçen bir öğrenciydi. Küçüklükten beri hep doktor olmayı istemiş çalışmanın ve gayretinin ödülü olarak şehir dışında bir tıp fakültesine okumaya hak kazanmıştı. Yazmayı da seviyordu belki de mesleğinden alıkoyabilecek kadar çok seviyordu. Bir cumartesi akşamıydı, her taraf alabildiğine kızıldı. Kendi duygularına direnci kırılmıştı artık kalemine sarıldı ve yazmaya başladı. Tıp fakültesindeki ilk 3 senesini anlatmayı seçti rakı kokan kızıl bir cumartesi gününde. İlk yıl arkadaşlığın hâkim olduğu, herkesi yeni tanımanın verdiği heyecanla sonraki 5 yılın tohumlarını atmaktı, değer vermenin heyecanı hâkimdi. Yavru bir kuşun uçmayı öğrenmesi kadar yabancı, yeni basılmış bir kitabın kokusu kadar tazeydi ilk sene. Yepyeni bir ortama girmiş olmanın verdiği heyecan ve mutluluk, sıfırdan yeni arkadaşlıkların başlaması ve bunun bir düzine geniş aileye dönüşmesi, öğrenci yurdunda kalmak ve yavaş yavaş tek başına yaşamayı öğrenmekti birinci yıl. Bir annenin ilk göz ağrısı, ilk öpüşme gibi hafızaya yazıldıktan sonra bir daha kazınamayacak değerlerdi hepsi. En önemlisi hayata 51
tek başına tutunabilmeyi öğrenmekti, uzak bir şehirde okumanın verdiği dayanıklılık. İkinci yıl sahip olduğum arkadaşların yerini tek bir kıza bırakmasıydı belki de. İlk seneki samimiyetin aksamasıydı bütün o çevremdekilerin sitem ve öfke çığlıkları... Bir yandan etkisinde kaldığım tutku bir yanda da arkadaşlarımdan uzaklaşmam, yeterince ilgi gösteremediğim için kendimi suçlamam, ilk sene bir düzineyken bazılarının yollarını ayırmasının verdiği bölünmüşlük hissi... Bazılarının hiç umursamadan yolunu makaslaması, benim duyduğum kaygının yanında içimdeki tutkunun yosun tutmasıydı. Damağımdaki çikolatanın verdiği eski tadı alamıyordum. Üçüncü seneye, bakıyorum karşımdakilerin suretleri değişmiş. Yılların verdiği hafif kırışıklık insanları daha bir olgunlaştırmış, meyvesini vermeye hazır bekleyen bir ağacın mutluluğu gözümün önünden hızla geçti. Kalan arkadaş topluluğunun ortasına bir hançer daha... Arası düzelmeyen dostların gururlu tavırları, incir çekirdeğini dolduramayacak sebeplerden kalplerin kırılması, daha da yalnızlaşan ruhum, üzüntüsü öfkesini yenmiş bir ruhun yavaşça ağırlaşması... Değer verdiklerini tanımanın ilk hazzının yerini şaşkınlığa bırakmasıydı yavaş yavaş ruhumu saran üzüntünün kaynağı... Dostluk ve arkadaşlık isteyen biriydim, derslikten adımımı attığımda insanlara gösterdiğim ilginin karşılığı olarak bir kaç sahte gülümseme ve tek tük selamlaşmayla idare ediyordum. İkili-üçlü arkadaşlıkların ötesi yoktu 170 kişilik amfide, tek yürek tek bilek anlayışının yanından geçmemişti kimse ve kimse kendi kümesine eleman katmayacak kadar acizdi. Bir köpeğin dostluğu bile yoktu bu insancıklarda. Sadece ders için not için kurulmuş arkadaşlıklar görüyordum. Yerinde sayan yük gemileri gibiydi adeta. kafamı dümen tam sancak yapıyordum, 3 senedir birbirine selam vermekten sıkılmış insanlar görüyordum, yürüyen ölüler görüyordum sanki, çoğul eki olan arkadaşlar "biz" olmaktan çıkıp "ben" sözcüğünün ardına sığınmış gibiydi. Bir iki adım daha atıyordum sonra kafamı 360 derece çeviriyordum. Değerli ve sınırlı sayıda arkadaşlarım dışında diğerleri sanki aynı fabrikadan çıkmış robotlar gibiydi. 8.30’da gelir, 12'de öğle yemeğini yedikten sonra kendini evlerine postalayan insanlardı bunlar. Hayır, mümkün olamazdı... Bir kâbus görüyor olmalıydım kendimi çimdikledim fakat değişen hiç bir şey yoktu. Zaman durmuştu, herkes donakalmıştı aralarında ben yürüyordum sanki... Neden? Diye sorguluyordum, yetişme tarzım, dost alışkanlığım konuşuyordu şimdi, yanlış olan bir şeyler var diyordu. Ben ise gecikmiş farkındalığın 52
şaşkınlığı içerisindeydim. Yürümeye devam ettim, dışarı çıktım. Şöyle bir içime çektim temiz havayı, kendime gelir gibi oldum, acıyordu hala kanıyordu ruhum... Yurda geldim, odama girdim ve sandalyeye oturdum. Telefonuma sarıldım. Açtım rehberi bir arkadaşımı aramak istiyordum. Terli ve titrek ellerim tuş takımının üzerindeydi, basamıyordum tuşlara, umutsuzluk hâkimdi, anlayışsızlık, kayıtsızlık hâkimdi insanların üzerinde, basamadım "ara" tuşuna sorum ve cevaplar değişmeyecekti, rahatsız edilmemek için kapıyı kilitledim ve yatağa yatağıma yattım, tavana bakarak yalnızlığı yoğun biçimde hissettim, hayata küfrediyordum, insanlara ve onların tavrına küfrediyordum, isyan ediyordum ama yorulmuştum yavaş yavaş gözlerimi kapadım ve hepsini unutmaya çalıştım, yorgun gözlerimi bir açıp bir kapatıyordum. Gözümün önünde beliren önce bir beyaz bir siyah görüntü, sonra bir beyaz iki siyah oldu, bir beyaz üç siyah derken en sonunda tamamen karanlığa bıraktı. Yarın yine aynısı tekrarlanacaktı ve ben yine tahammül edecektim hepsine, soran fakat umduğu cevabı henüz bulamamış bir bilim adamı gibi tekrar ve tekrar... Bir an durdu, ağlıyor muydu yoksa sadece gözleri mi dolmuştu emin değildi, ruhunun çığlıklarını kâğıda düşen 2 damla gözyaşı susturdu. Geçmiş hiç olmadığı kadar yakınlaşmıştı, bir film şeridi gibi akıyordu gözlerinin önünden, kızıllığın gözlerini kamaştırdığı gibi onun ruhunu zedeliyordu. Rakısını fondip yaptıktan sonra gereksiz bir aceleyle masasından kalktı dönen başının gevşekliğine aldırmadan. 3 gün önce tartıştığı sevgilisinin 5 blok ötedeki evine sanki elinden her an kayacakmışçasına tuhaf bir aceleyle yürümeye başladı, yürümesi saniyeler içinde yerini koşuya bıraktı. Bahçe kapısını alkolün etkisiyle ve geçici yorgunluğuyla birlikte açması biraz uzun sürmüştü. Sokak kapısının önünde sevgilisinin yedek anahtarlarını evinde unuttuğu farkettiğinde onca yolu boşuna koştuğu için kendine çok kızdı. Geri döndü ve gitmeye hazırlanmıştı ki arkasındaki kapının nazik bir biçimde açıldığını duydu, arkasını döndü ve sevgilisi onu gördüğünde şaşkınlıkla karışık, öfkeli bir bakış fırlattı. Hiç umursamadan sevgilisine sarıldı ve kelimelerin köstek olduğu an hiç bir şey düşünmeden, onun kokusunu içine çekti, güneşinin kızıl saçlarını okşadı bir süre “güneşin” kızıl saçlarının kucakladığı o anı yaşadı iliklerine kadar hissetti teninin sıcaklığını... Güneşin saçları sanki bütün ruhunu kucaklamışçasına alabildiğine kızıldı…
53
Mehmet’ler Ülkesinin Delisi Erkan Şemin Rengi sarıya merhaba demek için gün sayan, yırtık pırtık bir gazete kupürünü elinde tutuşturup gösteriyordu çarşının delisi… -Bakın bakın, üstteki haberi okuyun ne diyor -Yine ne buldun lan deli -Türkiye’de en çok Mehmet varmış. En çok benden var benden… Mehmet’ti adı… Çoğu bilmezdi onun “Mehmet” olduğunu. Çoğu zaman “Şarapçı“ demek yetiyordu ya da sadece “Deli” … Çarşının delisi, gecelerin şarapçısı, kendininse efendisi… Hangi kimliksiz sevdanın deliliğine kapılmıştı Deli Mehmet, ya da hangi derdin peşine düşmüştü delicesine.
Bilmezdi
kimseler… İnsanı çoğu zaman “deli” eden bir nedensizlikti belki de aklını bir bilinemezliğe nakleden. Hangi yüz binlerce “Mehmet’in” sıradanlığında yutulmuştu kim bilir. Duyguları hançerle ortadan ikiye bölünüyordu, çoğu zaman da sözü nefretle kesiliyordu. Yalnızca deli olmak yetiyordu sevimsiz sırt dönmelerin makul gerekçesi.
Deli Mehmet, deliliğini de sırtına alıp, yine
hançerlenen duygularını çarşının gökyüzünden toplayarak küçük barakasına doğru yol aldı. Çarşının en akıllısına rast geldi ötede: Mehmet Hoca’ya. Hocalığı doktorluğundan gelirdi, Mehmetliği ise bilinmez. Deli Mehmet Doktor Mehmet’in önünde durup selam etti. Mehmet Hoca, onun için yüceliğine toz kondurmadığı bir tanrıdan farksızdı. Onu ne zaman görse her tarafı yamalı, cırtlak renkli ceketini iliklemekten geri kalmazdı. Mehmet Hoca’yla aynı adı taşımak, tarifsiz bir onurdu. Elindeki gazete haberini neredeyse gözüne 54
sokarcasına havaya kaldırırken, çocuksu bayram telaşlarında geziniyordu heyecanı. -Bak Mehmet Hoca. En çok ikimizden varmış ha, gördün mü, gazete yazıyor, aha bak, kendin bak hocam. Oysaki kulağına götürdüğü ve heyecanla açtığı telefondan Deli Mehmet’e pay yoktu. Yanından geçip giderken sırtını sıvazlamakla yetindi. Panikle arkasından bir şeyler geveleyecek gibi oldu. Sözü ağzında kalakaldı. -Hocam bir de doğum… Elindeki gazete haberiyle çarşının orta yerinde kaldı deliliğiyle. Hemen karşısındaki balıkçı Osman, deli Mehmet’e seslendi. -Şişt! Ulan deli, ne söylüyordun yine Mehmet Hoca’ya ? Deli Mehmet balık kokusuna teslim küçük tezgahın yanına doğru yavaşça yanaştı. -Osman Abi be, bu Doktor Mehmet’in adı yoksa Mehmet değil mi ? Osman, bakışlarındaki donuk ifadeyle sorunun anlamsızlığına mağlup olmuştu. Bir süre kalakaldı. -Nasıl yani? Bu nasıl soru ulan öyle. Mehmet tabiki de. Koskoca Mehmet Hoca. Çarşının gururu be! Yeniden rahatlamıştı Deli Mehmet. Balıkçı Osman gülümsedi. -Sen onu bırak da senin şu doğum ne zaman? Doğum sözcüğünü duyar duymaz göz bebeklerinde dürüst bir gülümseme kendini var etti. -Bugün yarın doğacak Abi, bir görsen karnı burnunda. -Hadi bakalım hayırlısı. -Doğumu da hocayla konuşacaktım, dinlemedi. Balıkçı Osman sevimsiz bir kahkaha tüketiyordu o an. 55
- Hiç güleceğim yoktu, sen çok yaşa. Bu anlamsız kahkahaları eliyle yakalayabilse oracıkta boğacaktı sanki. Elini sıkmakla yetindi sadece. Balıkçı Osman’a şöyle hakkını veren cinsinden bir tokat atsaydı fena halde dayak yiyeceğini biliyordu. Arkasına dönüp çarşının kalbinde dolanmayı sürdürdü. “Sen gül salak, Türkiye’de en çok benden var benden, pehhh” diye söylenerek söndürüyordu kızgınlığını. Çarşının iri yarı ve ihtiyar kasabı Mehmet Usta’nın yanında aldı soluğu. Bir gururun ortaklığını yaşayacaktı hesapta. Hışımla önündeki etleri doğrayan kasabın yanına vardı bir “deli” cesaretiyle.
Elindeki gazeteyi göstermekle yetindi. Deli Mehmet’in
yüzündeki anlamsız gururu, çatılmış bir çift kaşla bölüyordu kasap Mehmet. -E ne olmuş yani? -Ne olmuşu var mı usta, bak en çok bizden varmış Bir deliyle aynı adı taşımanın sevimsizliğiyle yüzleşiyordu kasap Mehmet. Sanki bir kat daha hızlı vuruyordu elindeki satırla önündeki etlere. Bir süre sessizlik oldu. Deli Mehmet,
söyleyecek bir sözcüğün umuduna takıldı,
ardından sessizce kapıya doğru yürüdü. Bugün bir hayli gururu incinmişti Deli Mehmet’in. Hangi Mehmet’e uğrasa
ismine lanet ediyordu bugün. Hangi
Mehmet’le “Mehmet” olmanın gururunu yaşamaya kalksa ayaklar altına alınıyordu deliliği. Kapıdan çıkar çıkmaz kendisine doğru koşan bir çocuğun müjdesi yankılanıyordu gökyüzünde. “Doğuyor doğuyor” diyordu Deli Mehmet’e. Elindeki gazete parçasını havaya atıp ayakkabılarının üzerine basmayı aldırış etmeden çarşı boyunca bir delinin hakkını veren cinsinden koşuyordu. Ellerini havaya açarken yüzünde kocaman bir gülümsemeyi de eksik etmeden insanları ezercesine koşuyordu. Kaldığı küçük barakanın etrafı 56
çocuklarla doluydu. Çocuklardan biri Deli Mehmet’i görünce gülümseyerek “İşte geldi” dedi. Mehmet çocukların başını okşayarak içeri girdi. Kapıda bir müjde payı bekliyordu çarşının sokak çocukları. Telaşla barakadan kafasını soktu. Karşısında onun için dünyanın en güzel şeyi hareket ediyordu. Titrer gibi oldu bir süre, karşıdan izlemekle yetindi. Sonra usul usul yanaştı. Yanıbaşındaki manzaranın keyfine banarken bir canlının hayatı anlamlandırma çabasına şahitlik ediyordu. Boyası akan bir manzara resmiydi baraka o an. Hayata sıkı sıkıya sokulmuş yavrusunu yalıyordu bir köpek… Manzaranın akan boyasını silmeye çalışıyordu bir deli. Ve resmi dilediğince boyuyordu bir tutam sokak çocuğu… Nerden bilirdi ki bir deli bir müjdeciye verilecek hediyeyi. Çocuklara baktı bir süre. Kaderleri göz göze geldi, sıcacık bir gülümseme bıraktı gözlerine. Sokak çocukları bu gülümsemeden cesaret alarak yanına vardılar Deli Mehmet’in. Yamalı kazağı, kirli yüzü ve biri diğerinden büyük ayakkabısıyla çocuklardan birinin sorusu ses oldu barakanın her nefeste yankılanan duvarlarında. “Adını ne koyacaksın Mehmet Amca” diyordu. Deli Mehmet deliliğini rafa kaldırdı, çocuğun kirlenmiş gül yüzüne baktı. “Sen koy bakalım küçük” dedi. Bir süre düşündü çocuk. Sonra o gül yüzüne yakışan bir gülümsemeyle “Buldum” dedi. Adını “Mehmet” koyalım Amca, hem Memo deriz ona, adaşım olur ” Deli Mehmet, duraksadı o an, ayağa kalkıp elini çenesine götürdü. Dünyaya yeni bir Mehmet mi eklenecekti şimdi, hangi kasap Mehmet, hangi Doktor Mehmet ve hangi falanca Mehmet onunla aynı ismi taşımaktan mutlu olacaktı. Kimbilir belki de bu “Mehmet” farklı olacaktı. En azından aynı adı taşıdığı için incitmeyecekti onu birileri. Sahi ya, artık sokak çocuğu “Mehmet” ve sokak köpeği “Memo” vardı. Barakasına sığmayacak kadar gülümsedi. Dönüp arkasındaki çocuğun gözlerine baktı. Müjde sırası ondaydı. “Olur” dedi. Adı “Memo” olsun… 57
Misafir Işık Sungurlar Ölüm Oyunun en keyifli yerinde Hadi kalk gidiyoruz diyen Bir anne sesidir Çocuk aklı oyunda kalsa da Saat şimdi gitme vaktini göstermektedir
58
Bir Garip Şiirimsi Gökhan Baykal çıngıraklı yılan gibi ötüyor kapının zili alacaklıdır herhalde çalışından belli ayın on beşi günlerden pazartesi hiç para etmiyor bu devirde alın teri hesaplar tutmuyor bir türlü dengi bakkala elli lira eksik manava yirmi kasap mı? kim bilir kaç oldu et yemiyeli bu mısralar bir şiir eder mi şüpheli selam olsun sana üstadım Orhan Veli
59
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir. *** Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: “Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!” 60
Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz… *** Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli… Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister… Not: Mustafa Balbay tutuklu olduğu için bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Sayın Serdar Kızık’ın izniyle yayınlıyoruz.
61
azizm.sanat@gmail.com www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
62