E-Dergi Mart 2013
Dosya: Abidin Dino 100 Yaşında Bilimin Öncü ve Emekçi Kadınları Sinema Yazıları: Holy Motors, Le Tableau, Iron Sky, Lincoln
1
Genel Yayın Yönetmenleri Onur Keşaplı Selin Süar
Yayın Kurulu Can Önen Duygu Yılmaz Engin Taş Osman Bahar Özge Keşaplı Can
Site Yöneticileri Baran Cankat Esen Gökhan Baykal
Ön Kapak: Eller - Abidin Dino Arka Kapak: Kuvayi Milliye Destanı - Abidin Dino
https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat azizm.sanat@gmail.com 2
Editörden 21. Yüzyıl Sosyalizminin ölümsüz önderi Hugo Chavez'i sonsuzluğa uğurladığımız günlerde kaleme alınacak bir metnin sömürü diline varması işten bile değil... Ancak uğurladığımız lider, emperyalizmin ve kapitalizmin karşısına sosyalizm ve Aydınlanma ile çıkmış, akılcı bir devrimci olduğu için duygudan çok düşünceyle hareket etmek Marx'la başlayan materyalist diyalektik öğretisinin karşılığını doğru biçimde bulacağı uzamdır... Bu ay Azizm olarak, yalnızca resim değil plastik sanatların bütününü ele aldığımızda, ülke tarihimizin en önemli sanatçılarından, yurtsever ve solcu aydın, Abidin Dino'nun 100. yaşını kutluyoruz. Ünlü sanat eleştirmeni Andre Malraux'nun "Arkamızda bırakığımız yüzyılın özellikle ilk yarısında, 'sanatçıların dünyası'nda örgünün bir hayli sıkı olduğu görülür. Dayanışma duygusunu çekişme duygusu henüz örtbas edememiştir; iş, dostluğun da, tutkunun da engeli değildir; barut kokusu, yılgınlıklar, sert ideolojiler herşeye karşın umudu silememiştir. Abidin Dino'nun yaşamı bu açıdan da örnekseldir: Soyu tükenen bir yaratıcı türünün sanki belgeseli." sözleriyle vurguladığı değer ve özgünlükteki Abidin Dino'nun doğum günü vesilesiyle güçlü bir dosyayla karşınızdayız. Değerli yazar Asaf Güven Aksel'in makalesi ile Abidin Dino'nun göz ardı edilmiş yapıtları ve başarıları üzerinde duran yazılarımızın olduğu dosyada ayrıca OburMizah'ın, sanatçının 95. doğum günü için ülkemizin önde gelen çizerleriyle gerçekleştirdikleri "Karikatüristler Abidin Dino'yu Anıyor" etkinliğinin bir seçkisi yer alıyor. Başta örgütümüzün destekçisi Mustafa Bilgin olmak üzere değerli ustalar Nezih Danyal, İzel Rozental, Hilmi Şimşek, Eray Özbek, Güngör Kabakçıoğlu, Halil Yıldırım, Mert Gürkan, Deniz Karail ve Hasan Efe'nin çalışmalarını sayfalarımızda bulacaksınız. Aynı zamanda Dünya Emekçi Kadınlar Gününü andığımız bu sayıda değerli bilimci Osman Bahadır bilim tarihinde kadınların yeri doldurulamaz katkılarını yazdı. Sinema yazılarımızdaysa yaklaşık bir yıldır 2012'nin en iyi filmi olduğunu söylediğimiz, nihayet geçtiğimiz ay az sayıda izleyiciyle buluşan, Leos Carax'ın şaheseri "Holy Motors"un eleştirisi başta olmak üzere Jean François Laguionie'nin çarpıcı animasyonu "Le Tableau", Spielberg'in yönettiği ancak Daniel Day Lewis'in devleştiği "Lincoln" ve Timo Vuorensola'nın absürd bilim3
kurgusu "Iron Sky" filmlerini üzerine eleştiriler yer alıyor. Değerli ressam Bedri Baykam ve Sol Gazetesi yazarı Özgür Keşaplı Didrickson'ın çalışmalarının yer aldığı deneme ve şiirler de sayfalarımızda. Chavez'in aziz anısına, zafere kadar daima sanatla kalın dostlar... Azizm'in Notu: E-dergimizin Nisan sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, resim ve fotoğrafı 31 Mart tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
4
İçindekiler Tablo'ya Yeniden Bakmak - Selin Süar
s.6
Modernist Bir Nostalji: Holy Motors - Onur Keşaplı
s.10
Iron Sky: Parodilerin Arasından Sıyrılan Liberaller - Can Önen
s.13
Spielberg'den Sisteme Yardım Eli: Lincoln - Onur Keşaplı
s.21
Çizgilerle Abidin Dino 1 - Mustafa Bilgin, Nezih Danyal
s.25
Komün ya da İmece, Bir de Abidin'in Elleri - Asaf Güven Aksel
s.26
Çizgilerle Abidin Dino 2 - İzel Rozental, Hilmi Şimşek, Eray Özbek
s.31
Abidin Dino 100 Yaşında - Selin Süar
s.32
Çizgilerle Abidin Dino 3 - Mert Gürkan, Deniz Karail, Halil İ. Yıldırım
s.38
Abidin Dino'nun Mustafa Kemal'i - Onur Keşaplı
s.39
Çizgilerle Abidin Dino 4 - Hasan Efe, Güngör Kabakçıoğlu
s.44
Bilimde Öncü Kadınlar - Osman Bahadır
s.45
Hypatia Örneği ile Kadın Sorunu - Selen Kaynar
s.52
Televizyonun Mezesi Kadın - Sıla Ay, Güldane Pekdoğan
s.55
Gülümsemekten Yorulmuş Yunus (şiir) - Özgür Keşaplı Didrickson
s.59
Gidene Ağıt - Oral Toğa
s.62
Aydınlanma (şiir) - Gökhan Soysal
s.64
Fransa, Bizim Yolları On Beş Yıl Geriden Takip Ediyor - Bedri Baykam
s.66
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! - Mustafa Balbay
s.68
5
Tablo’ya Yeniden Bakmak Selin Süar
Türkiye’de bireylerin kader, talih, nasip gibi kavramlara bağlı kalması, halkın her geçen gün daha fazla sindirilmesiyle aynı derecede doğru orantı taşımaya başladı. Halkın geleceğinin yalnızca Tanrısal kavramlara sıkıştırılmasıysa gücün halk elinden nasıl kolayca alınabileceğinin büyük bir göstergesi, ancak ‘Tarih tekerrürden ibarettir; ilki trajedi, diğeri komedi’ diyen Karl Marks’ın sözüne benzer şekilde, yaşanan bu tablo toplumlar için ne ilk ne de son olmakta.
Fransız animasyonlarının gerek konusu, gerekse çizgileriyle farklı bir yere oturduğunu kanıtlayan ve Türkiye’de ‘Mutluluğa Boya Beni’ ismiyle gösterilen Jean-François Laguionie imzalı "Le Tableau", Fransız Devrimi’nin resmini çiziyor. Ressamın yarım bıraktığı bir tabloda çiçek bahçesi içindeki şatoda ve ormanda yaşayan karakterlerin dahil oldukları yaşamı sorgulaması üzerine temellenen ve sınıf bilincini ele alan animasyon, güçlü kurgusu nedeniyle küçüklerden çok büyüklere de hitap etmeyi başarmış. Biri tamamlanmış, 6
diğerinin elbisesinin rengi henüz bitmemiş ve öbürü tamamen eskiz durumunda olan üç karakterin sırtladığı öykünün ateşleyici noktasını ise aşk oluşturuyor. Ressamın tamamladığı karakterlerden olan Ramo ile yarım bırakılanlardan olan ve
İtalyan ressam Modigliani’nin çizgilerini anımsatan Claire’in birlikte
olmasına her iki taraf da sınıf farkı nedeniyle karşı çıkmaktadır. Karakterlerin, ressamın bir gün geleceği ve kendilerini tamamlayıp bu farklılığı ortadan kaldıracağına dair inançları vardır, ancak resmin bütününü sorgulamak, yalnızca Claire’in yakın dostu Lola’nın aklına gelmektedir. Yasak olmasına rağmen saraya gizlice giren eskizlerden biri, kendilerinin ressam tarafından tam olarak yaratılmalarının kader olduğunu düşünen aristokratlar tarafından ezildiğinde Lola, Ramo ve bir eskiz olan Sketchie’nin, tablonun sınırları dışına dek varan yolculuk hikayeleri başlar.
Tamamlanmamışların sarayı ele geçirme planlarının olduğu, diğer taraftan eskizlerin kitlesel ve sınıfsal bir hareket bilincine sahip olmadığı tablo, izleyene Fransız Devrimi’nin gelişini anımsatmakta. Fransa'da halk, hak ve imtiyazlara sahip soylular, rahipler, burjuva ve köylüler olmak üzere sınıflara ayrılmıştı. Soyluların ve rahiplerin geniş imtiyazlara sahip olması, zenginleşerek devlete 7
vergi ödeyen burjuvaların siyasal haklar istemesi, toplumda eşitliğin olmaması, hiçbir hakkı olmayan ve en ağır işlerde çalışan köylülerin burjuva sınıfını desteklemeleri gibi nedenler Fransız Devrimi'nin çıkmasında etkili olmuştur. Animasyonda gösterilen ve kendi kaderlerinin kendilerine üstünlük sağladığını iddia eden soylular, kendilerini çizen ressamın bir daha gelmeyeceğine ve tüm yetkileri ressamdan aldıklarına inanmaktadır. Diğer taraftan tamamlanmamışlar olan burjuvanın bir kısmı da ressamı beklemekte, soylular gibi tamamlanmış olmak istemekte, ancak bunu yıkmak isteyen ve sarayı ele geçirmeyi planlayan burjuva da harekete geçmeyi planlamaktadır. Eskizler ise köylü sınıfa tekabül edip herhangi bir devrim bilincine sahip değildir. Bir resimden başka resme geçmeyi başarabilen karakterler, bir tabloda çıplak bir kadın, bir başka tabloda askerler ve bir başkasında Venedik Karnavalı’na gitme imkanı bulurlar. Lola, birbirleriyle sürekli savaşan askerlere onların neden sürekli savaştığını sorduğunda, "Bizim görevimiz bu" cevabını alır, ancak farklı renklerden oluşan üniformalarıyla kendi taraflarını belli eden ordudaki herkesin kıyafetini aynı renge boyadığında savaş biter. Karakterler, çıktıkları yolculuğun sonunda, arayışa devam eden ve resimden gerçek hayata çıkıp ressamı bulan Lola dışında boyaları alıp kendilerini tamamlamış, sınıf farklılığı nedeniyle ayrı düşen âşıklar bir araya gelebilmiş ve dışlanan karakterlerin hepsi saraya geri dönmüşlerdir. Böylelikle yıkılmaz diye düşünülen, egemenlik hakkını ressamdan (Tanrı’dan) aldığı iddia edilen mutlak krallıkların yıkılabileceği ortaya çıkmış; eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleri yaygınlaşmaya başlamıştır.
8
"Le Tableau"da Fransız İhtilali’nin sonuçlarından bir eksik olarak gerçekleştirilen devrimde soylular, halkın diğer sınıflarına uyumlanmamış, karakterler kendilerini tamamlayarak soylulara uyumlandırılmıştır. Buna rağmen kaderciliğe karşı duruş sergileyen ve bireyin, kendi geleceğini kendi elleriyle çizebileceğinin altı çizilmiştir. İnsanlığa dair yapılan animasyonların birer gülüt şeklinde kalmasının yanında kuvvetli bir bilinç yapısına oturtulan ‘Mutluluğa Boya Beni’de, bütün tabloların dışına çıkarak ressamın yaratıcısını aramaya giden Lola, içinde bulundukları resimleri değiştirebilmeleri için izleyicilere önemli bir hatırlatmada bulunur: ‘Yaratıcının gelmesini ve her şeyi güzelleştirmesini beklemeyin, çünkü gelmeyecek. Öyleyse alın fırçaları ve boyaları elinize!’.
Not: "Le Tableau / Mutluluğa Boya Beni" filmini www.izlebizle.net adresinden izleyebilirsiniz.
9
Modernist Bir Nostalji: Holy Motors Onur Keşaplı
1950'ler ve 60'larda, hem biçim hem içerik olarak sinema sanatına dair ne varsa her şeyi altüst eden Yeni Dalga akımı ve 68 sonrası Godard öncülüğünde devrimci bir sinematografiyi inşa eden Dziga-Vertov grubu aracılığıyla Fransa, dünya sinema tarihinde benzersiz bir konuma sahip oldu. Ülkede 80 sonrası duraklama seyri gösteren yedinci sanata yeni bir soluk getiren ve İkinci Fransız Yeni Dalgası olarak anılan genç kuşağın en büyük yaratıcısı Leos Carax'ın son filmi "Holy Motors"un, şu ana dek oldukça az kişiye ulaşmış olmasına rağmen kült mertebesine eriştiğini söyleyebiliriz. Luc Besson'la birlikte anıldığı ve asla kabul etmediği nitelemeyle İkinci Fransız Yeni Dalgası döneminde, ünlü Fransız yönetmenler Jean Vigo, Trauffaut ve Godard'ı çağrıştıran, şiirsel gerçekçi, modernist ve Brechtyen bir estetikle üç film çeken yönetmen, özellikle 1991 yapımı "Köprü Üstü Aşıkları" ile sinema tarihinin geç dönem avangard yaratıcılarından biri olarak öne çıktı. Festival çevrelerinde görmezden gelinen bu filmi takip eden 20 yılda yalnızca bir uzun ve üç kısa metraj çeken Carax, uzun bir aranın ardından geçtiğimiz yıl Cannes'da galasını izleme şansına eriştiğimiz "Holy Motors" ile benzersiz bir dönüşe imza attı.
10
Yönetmenin vazgeçilmez oyuncusu Denis Lavant'ın yine başrolde olduğu ve uzun bir iş günü boyunca lüks limuzini ile Paris'te "emeğini icra eden" Bay Oscar'ı izlediğimiz "Holy Motors", sinema tarihine ve yedinci sanatın parıltılı günlerine dair nostaljik bir yaklaşımın hissedildiği bir film. Kameraların giderek küçüldüğünü ve artık görünmez olduğunu belirterek yeni teknolojinin yarattığı tahribattan yakınan Bay Oscar'ı, isminden de anlaşılabilen bir çağrışımla Oscarlık bir oyuncu olarak görebiliriz. Filmde asla belirtilmemesine karşın, mesleği gereği gün boyunca farklı türde ve birbirinden bağımsız 11 filmde(veya reklamda/video klipte/oyunda) rol alan Bay Oscar, kameraların görünmeyecek kadar küçüldüğü ve izleyicileri belirsizleştiği günümüz dünyasında sanatını, sinemanın önceki dönemlerinde görülebilecek bir disiplinle yaratır. Müzikalden güldürüye, aksiyondan bilimkurguya sinemada türlerin tümüne dair filmlerde başarılı bir iş adamını, yaşlı bir dilenci kadını, kiralık bir katili, eski bir aşığı, bir müzisyeni, bir animasyon karakterini, duyarlı bir babayı aynı özenle canlandırır. Sinemanın günümüzde yapımcılar, dağıtımcılar ve teknoloji ile beraber sanatçıların elinden çıktığını söyleyen Leos Carax'nın bu filmle tepkisini perdeye yansıttığını söyleyebiliriz. Adını, sinemada motorlu aygıtlar ve "motor" komutunun hakim olduğu döneme yapılan göndermeden alan ve epizodik bir anlatımla 11 bölümden oluşan film, izleyicide yarattığı yabancılaşma etkisinin ötesinde, Fransız düşünür Baudrillard'ın, ‘gerçekliğini yitirmiş, ancak gerçeklik duygusunun peşinde’ olarak nitelediği Batı dünyasının da bir eleştirisi olarak yorumlanmaya müsait. Zira "Holy Motors", neyin gerçek neyin kurmaca olduğu konusunda sınırların ortadan kalktığı bir yapıt. Filmde tüm bu tepkinin, yönetmenin Tokyo projesi için 2008'de çektiği kısa film "Merde (Bok)"de yine Denis Lavant tarafından canlandırılan, kanalizasyondan fırlayıp yalnızca çiçek ve para yiyen ve bir reklam çekimini "kirleten" uç bir karakterin bölümünde aşırılaştırılarak verilmesi ise manidar. Geçtiğimiz yıl benzer bir nostalji algısıyla gösterime giren, seyirci ve eleştirmenlerce övgü ve ödüle boğulan "Artist", daha önce yüzlerce kez anlatılmış bir öykünün yine daha önce yüz binlerce kez uygulanmış bir biçimde sunulmasıydı. Daha açık konuşmak gerekirse, yeniden çevrim ve öze dönüş noktasında post modern bir yapıttı. Bu noktada "Holy Motors"u, bittiği iddia edilen modernist sinema anlayışının, "Artist"e verdiği bir yanıt olarak okuyabiliriz. Filmin başta Cannes olmak üzere büyük festival ve yarışmalarda görmezden gelinmesi ve bizce hakkının yenmesi de aslında bunun kanıtı niteliğinde. 11
Sadece Carax'nın filmografisi ve yakın dönem sinema tarihi için değil tüm zamanların en özgün ve avangard filmlerinden olan, ve tam da bu yüzden sinemalarda görme şansına erişmemizin zor gözüktüğü modernist baş yapıt "Holy Motors"u, www.izlebizle.net adresinden izleyebilirsiniz.
12
Iron Sky: Parodilerin Arasından Sıyrılan Liberaller Can Önen Geçtiğimiz ay gerçekleşen İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde gösterilen filmlerin dikkate değer olanlarından bir tanesi de, Iron Sky (2012) adlı komedi ve bilim kurgu filmiydi. Filmin yönetmenliğini üstlenen Finlandiyalı Timo Vuorensola, bir Star Trek parodisi olan Star Wreck (2004) adlı absürd komedi/bilim kurgu denemesinin ardından, yine benzer bir üslupla karşımıza çıkıyor. Film ele alınmaya değer, çünkü bir yandan Amerikan siyaseti topa tutuluyorken bir yandan da sinema tarihinde sıkça rastlanmayan bir şekilde, ‘‘faşizm’’ teması bilim kurgu ve komedi kodları birlikte kullanılarak işleniyor. Sinemada farklı tarihsel dönemlerde, sayısız kez işlenen ‘‘faşizm karşıtlığı’’, (temayı bu şekilde daraltıyorum çünkü işin içine sayısız faşist propaganda filmini de katmamıza gerek yok) genellikle, insanlığa getirdiği felaket ve yıkımın ön plana çıkarıldığı bir şekilde ele alındı. Bunda hiç şüphesiz bu akımın aldığı tarihsel yenilginin payı var. Ele alacağımız filmde ise, bu tema, bugün dünyamızın başına bela olan bir başka siyaseti hicvetmek üzere kullanılmış. Iron Sky (Demir Gökyüzü), 2018 yılında dünyadan aya yolculuk halinde olan bir uzay mekiğinin görüntüsüyle başlıyor. Mekik aya ulaşır ve insanlık için ikinci kez ‘‘büyük bir adım’’ atılmış olur. Aya inen iki astronotu ve izleyicileri, burada bir sürpriz beklemektedir. Bu sürpriz, 1945’teki yenilginin ardından aya yolculuk eden bir grup Nazi’nin, ayın karanlık yüzüne inşa ettikleri gamalı haç şeklinde bir üstür. Bu karşılaşma Naziler için pek de sürpriz olmaz; astronotlardan birini öldürür, diğerini esir alıp üsse götürürler. Bu astronot daha sonra öğreneceğimiz üzere James Washington adında afro-amerikan bir modeldir. Astronot olmayan bu kişi, yaklaşan seçimlerde tekrar seçilebilmek için türlü yollar deneyen Amerikan başkanı tarafından seçim kampanyasının reklam yüzü olarak aya gönderilmiştir. İzleyici Washington’ın aydaki nazi üssündeki esareti boyunca buradaki yaşantı hakkında fikir sahibi olur. Uzay Nazileri, burada kendi ideolojileri doğrultusunda yaşamlarını sürdürmektedirler. Wolfgang Kortzfleisch adında bir Führer’leri vardır. Zamanı geldiğinde ‘‘dünyayı mikroplardan temizleyebilmek’’ için geri dönebilmeleri için gerekli bilimsel çalışmalar yürütülmektedir. Tesiste, doğan 13
çocuklar için okulda eğitim verilmektedir. Eğitim çalışmaları, tesiste bulunan ve Einstein’a benzeyen bilim insanının kızı dünya uzmanı Renate Richter tarafından yürütülmektedir. Richter, burada Nazi ideolojisinin empoze edildiği ve bu ideoloji doğrultusunda bir dünya algısının yaratılmaya çalışıldığı dersinde çocuklara Chaplin’in Büyük Diktatör (1940) filmini izletir. Film, Tomanya diktatörü Hynkel’ın dünya şeklindeki balonla oynadığı sahnenin bir kısmından oluşmaktadır. Richter, bunu izleyen çocuklara filmin gelmiş geçmiş en meşhur kısa filmlerden biri olduğu ve ‘‘bir gün bütün dünyanın, Büyük Führer’in bilgeliğinde ve nazik ellerinde olması dileğini’’ canlandırdığını anlatır.
Bu esnada, ABD Başkanı fiyaskoya dönüşen aya yolculuk kampanyasının sonuçlarıyla uğraşmaktadır. Film boyunca ismi hiç geçmeyen Amerikan Başkanı, Der Spiegel ve The Guardian’da yayınlanan eleştirilere göre, Alaska eyaleti valisi, Cumhuriyetçi Sarah Palin’in parodisidir. Birleşmiş Milletler toplantısında ABD temsilcisi, aya gerçekleştirdikleri yolculuğun fiyaskoyla sonuçlanması konusunda açıklama yapmak için kürsüdedir. Üye ülkelerin temsilcileri tarafından, ayda askeri falliyet yürütmek 14
veya helyum-3 adlı enerji kaynağını aramakla ilgili suçlanan ABD temsilcisi, bu iddiaları kesin olarak reddeder. Seçim kampanyasını yürüten ve bir modacı gibi resmedilmiş olan Vivian Wagner, kampanyanın merkezinde, yardımcılarının hazırlamış olduğu bazı kampanya materyallerini incelerken, işler yolunda gitmediği için eli titreyerek gözlüğünü çıkarıp masanın üzerine koyduktan sonra, etrafında toplananların bir kısmını kovduktan sonra içeride kalanlara hakaretler yağdırmaya ve onları aşağılamaya başlar. Burada, sinema tarihinde Büyük Diktatör kadar önemli bir yeri olmasa da yeri gelmişken Çöküş (2004) filminin, Hitler’in çıldırdığı o meşhur sahnesinin bir parodisi vardır. Bu esnada sık sık seçim kampanyasının, Başkan’la Washington’ın birlikte poz verdikleri afişi görürüz. Afişte ‘‘Ayda bir siyah? Evet başarabilir’’ yazmaktadır.
James Washington bir Nazi haline getirilmek için üzerinde yürütülen deneyler esnasında Hitler’in ses kayıtlarına maruz bırakılır. Dünya bilimci olduğu için, deneği merak eden Richter, Washington’ı ziyaret eder ve onu eğer Nazi gibi davranmazsa öldürüleceği konusunda uyarır. Richter’in bilim insanı babası ise Washington’ı bir iğneyle beyaza çevirir. Üsteki en rütbeli ikinci kişi olan genç subay Klaus Adler ise, genetik olarak uyuştukları için, Richter’i kendisine eş olarak istemektedir. Ona, birleşmek istediğini, mevcut Führer’i tasfiye etme ve dünyayı istila etme planından bahseder. Naziler aya yerleştikten sonra Götterdämmerung adını verdikleri bir zırhlı yapmaya başlamışlardır. Dünyaya dönüşlerinde kullanmayı planladıkları bu aracın yapımı bir türlü tamamlanmamaktadır. Dünyadan gelen Washington’ın akıllı telefonu üzerinde deneyler yapan Richter’in babası, bu aletteki teknolojinin zırhlılarını havalandırmak için ihtiyaç duydukları teknoloji 15
olduğunu fark eder. Bununla ilgili gerçekleştirilen demonstrasyon sırasında zırhlı çalışmaya başladıktan hemen sonra, telefonun bataryası biter ve deneme yarım kalır. Adler, fırsattan istifade ederek, hemen bu akıllı telefonlardan daha fazla edinebilmek için dünyaya gitmek ister. Führer’i ikna etmeyi başarmasının ardından düzenlenen bir resmi törenle aydan bir UFO’yla ayrılırlar. Adler, yanına dünyada gerekirse koz olarak kullanabilmek için James Washington’ı da yanına alır. Dünyaya indiklerinde, dünyaya meraklı Richter’in de gizlice onlarla geldiği fark edilir. Adler, Washington’dan onları ABD başkanına götürmelerini ister. Bunun üzerine Washington’ın önerisiyle, başkana ulaşabilmek için onun kampanya şefi Wagner’i kaçırma girişiminde bulunurlar. Wagner’i bir araca bindirirlerken Washington onlardan ayrı düşer. Adler, Wagner’e kendilerini tanıtır ve amaçlarını anlatmaya başlar, bunun bir şaka olduğunu düşünen Wagner, onlarla dalga geçmeye başlar, bunun üzerine Adler ona şiddet uygulamaya başlayacakken, ılımlı Richter ona nasyonal sosyalist partinin ‘‘dünyaya aşk ve barış’’ mesajlarını iletmek için geldiklerini, dünyaya bu değerleri yaymak için geldiklerini anlatmaya başlar. Bunun üzerine Adler aradan çekilir. Wagner ise birden bu insanların seçim kampanyaları için aradıkları mucize olduğunu fark eder. Hemen onları başkanın yanına götürür; Richter’in burada sergilediği küçük bir propaganda skecinin ardından hemen kampanyanın bir parçası haline gelirler. Richter’in sözleri başkanın meydanlarda yaptığı ve beğeniyle karşılanan konuşmaların parçası haline gelir. Nazi sembolleri de bazı uyarlamaların ardından kampanyanın görsel materyallerini süsler.
Film zamansal olarak üç ay sonrasına sıçradığında, artık Nazilerin yakında dünyayı istila edeceği konusunda sokaklarda felaket tellallığı yapan James Washington’ı görürüz. Rengini ve kimliğini kaybetmiş ve bir evsize dönüşmüş 16
olan Washington, inatla insanlara sözünü dinletmeye çabaladığı esnada karşısına Richter çıkar. Richter, Washington’ın gönlünü kazanabilmek için, Vertov Sineması’nın önünden geçerlerken, film afişleri arasında Büyük Diktatör’ü görür ve birlikte gösterime girmeleri için onu ikna eder. Filmden çıktıklarında Richter büyük bir hayal kırıklığı içerisinde, filmin çok uzun olduğunu ve Führer’le alay ettiğini söyler. Yine de film, Naziler’i sorgulamaya başlamasına neden olur. O sırada sokakta takılan bir grup skin head’in yanına gider ve aslında nasıl pislik insanlar olduklarını, gamalı haçın aslında ‘’aşk’’ın sembolü olmadığını anlar. Bu esnada Adler ile kafa kafaya vermiş başkanın iyi giden kampanyasını bir adım öteye taşıyabilmek için bir savaş çıkarma planı yapmaktadır. Wagner’e bunun için istilayı daha erken başlatabileceğini söyler. Kampanya merkezinde Wagner’e ay führerini devirme planını anlatırken, başını kaldırdığında karşısında führeri ve bir grup ay nazisini görür. Führer, işgali başlatmak için, Richter ve Adler’i almak için geldiği dünyada bu manzarayla karşılaşınca Adler’i öldürmeye karar verir. Richter de bu esnada odaya girer, ve Naziler’in gerçek yüzünü öğrenmiş biri olarak Adler’in suratına tükürerek planlarının bir parçası olmayacağını söyler. Führer ve diğer Naziler Wagner tarafından katledilir. Adler, yeni führer olarak işgali başlatmak üzere, bu kez bir tablet bilgisayarla birlikte dünyayı terk eder. Nazilerin dünyaya saldırısı başladığında, Amerikan başkanı buna çok sevinir. Artık bir savaş zamanı başkanıdır. Saldırıları püskürtmesi için sadık yardımcısı Wagner’i görevlendirir. Wagner’in komutasında Amerikan F-16’ları Nazi UFO’larını püskürtürken, Birleşmiş Milletler’de işler karışıktır. Herkes ayda bir askeri varlığı bulunmadığı konusunda deklarasyonda bulunmaktadır. Amerikan Başkanı kürsüye çıkar ve işgalcilerin Nazi olduklarını, onları durdurmak için bir planları olduğunu anons eder. Bu sırada bir uzay gemisinin görüntüsü toplantı odasındakilere gösterilir. Görüntüde USS George W. Bush adlı bir uzay gemisi vardır. Geminin komutası ise, Star Trek mizansenine uygun olarak dekore edilmiş güvertede, mürettebatıyla birlikte, yine bir Star Trek karakteri gibi giyinmiş olan Wagner’dedir. Diğer ülkelerin de silahlı uzay gemileri filoya katılır ve birlikte Nazi alayını yok ederek aya doğru ilerlerler. Uzaydaki alaya son adama dek direnmelerini söyleyen Adler de, tablet bilgisayarıyla birlikte savaş makinesi Götterdämmerung’u aktive etmek üzere aya gider. Dünyalı savaş filosu, aya geldiğinde, Wagner nükleer füzelerle ayı vurmaya başlar ve ayda yaşayan çoluk çocuk tüm halkı yok eder. 17
Washington’ı tekrar siyah yapabileceği vaadiyle kendisiyle gelmeye ikna eden Richter ise, Adler’in dünyayı yok etmesini engellemek için aya, Götterdämmerung’a gelir. Burada yürütülen mücadelenin sonunda Nazilerin yenilmesinin ardından, ayda gerçekten de helyum-3 denen enerji hammaddesinin bulunduğunun anlaşılmasıyla birlikte Birleşmiş Milletlerde temsilciler birbirine girer ve film, orasına burasına nükleer füzeler düşen ve yok olan dünya görüntüsüyle sona erer.
Cumhuriyetçiler ve Naziler vs. Liberaller Film Nazi temasını bilim kurgu ve komedi kodlarıyla ele alarak, Amerikan siyasetinin, yayılmacılığını, insan yaşamını hiçe saymasını vb. yönlerini karşısına alıyor demiştik. Filmde resmedilen Amerikan Başkanı, mevcut Alaska valisi ve 2008 genel seçimlerinde cumhuriyetçi Mccain’in başkan yardımcısı olarak seçimlere giren Sarah Palin’dir. Palin, üyesi olduğu Alaska Petrol ve Doğal Gaz Muhafaza Komisyonu ve Ateşli Silahlar Derneği’yle nam salmış, muhafazakar bir politikacı. Palin’in filmdeki temsili, başından beri halk düşmanı bir karakter olarak resmediliyor. Bir siyasetçi olarak Palin’in kendi halkı için düşündüğü hiçbir şey yokken, kafasında yalnızca tekrar seçilmek var. Bu amaç uğruna siyah bir modeli adeta uzay maymunu haline getiren Palin, tam anlamıyla bir Bush karikatürü gibi. ‘‘Eğer 2018’de Naziler tekrar dünyaya gelse ve ABD’nin cumhuriyetçi bir başkanı olsa, kesinlikle seçim kampanyası için onları kullanır çünkü tekrar seçilmek için bir mucizeye ihtiyacı vardır.’’ Filmde aşağı yukarı söylenmek istenen budur. Gerçekten de, Palin’in kampanya sloganları ve yaptığı konuşma Richter’in nazi propagandasında kullandığı sözler ve argümanlardan oluşuyor. Bununla, cumhuriyetçi parti, nasyonal sosyalist partiyle özdeşleştirilmiş oluyor. Nazilerin dünyayı istilaya dönük saldırılarını öğrendiğinde Başkan, bunu başardığı için Wagner’i tebrik ediyor ve ‘‘neredeyse Avustralya’yı falan bombalamak zorunda kalacağımı sandır’’ diyor. Aya yapılan saldırı sırasında Wagner’in nükleer füzeleri kullanma yönündeki emrine karşı şoke olan ve itiraz eden mürettebata karşı Wagner ‘‘Amerika Birleşik Devletler’i teröristlerle asla pazarlık etmez’’ diyor ve saldırı emrini yineliyor.
18
Filmde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda geçen sahneler de dünya siyasetine yapılan göndermeler olarak okunmalı. Burada kürsüde sürekli ABD temsilcisi ya da başkanını görüyoruz. Diğer üyelerse ABD karşısında ikincil bir konumda kalıyorlar ve ABD’nin yarattığı gündemler konusunda tavır almakla yetiniyor, fikir belirtiyor, sonunda da, yine ABD eliyle dünyanın sürüklendiği felaket karşısında çözüm üretmeye çabalıyorlar. Bu sahnelerde, ABD’nin uluslararası ilişkilerdeki lider pozisyonu, BM üyelerinin laf sokmaları ve ABD temsilcisinin ve başkanının kürsüden yaptığı komik çıkışlarla yeriliyor. Burada bir parantez açıp, daha önceki yazılarımda aktardığım bir tezi yinelemekte fayda var. Bilimkurgu türü, bugüne dönük müdahalelerde bulunmak için, geleceğe dönük göndermelerde bulunularak kullanılıyor. Bu filmde, geleceğe dönük göndermeleri, 2018 yılında Nazilerin yıllardır saklandıkları aydan, geri gelmeleri ve ABD yönetimindeki cumhuriyetçilerin onlarla işbirliği yaparak hem ayın hem de dünyanın yok olmalarına neden olmaları şeklinde özetlersek, bugünde dönük müdahalenin öyle ya da böyle cumhuriyetçilerle ilgili olması kaçınılmaz. Filmde, Amerikan siyasetinin kirli yönleri, cumhuriyetçilerin karikatürize edilmesi üzerinden ve onlarla özdeşleştirilerek ele alındığı için, film bir Bush parodisi olmanın ötesine pek geçemiyor ve sonuç itibarıyla cumhuriyetçiliğin alternatifi olan liberalleri aklıyor. Cumhuriyetçilerle, Liberaller arasında ciddi farklar bulunsa da, son tahlilde Amerikan siyaseti, verili toplumsal/sınıfsal kompozisyonun, tekellerin ihtiyaç duyduğu uluslararası dengelerin ve ABD’nin dünyadaki konumunun gerektirdiği ihtiyaçlar tarafından belirlenmektedir. Tüm bunlar, Amerikan siyasetine belli 19
kalıcı normlar ve kalıplar getirmiştir. ABD kapitalist bir ülke olmaya devam ettiği sürece, saydığımız nedenlerden dolayı, uluslararası sermayenin jandarması olmaya, bir emperyalist ülke olmaya devam etmek zorundadır. Kaldı ki bugün Ortadoğu’da tırmanmakta olan savaş çığırtkanlığı başta olmak üzere, filmde eleştirilen pek çok Amerikan politikası, Obama iktidarı tarafından yürütülmekte. Bu nedenle, kanlı emperyalist politikaların sorumluluğunu tek başına cumhuriyetçilere yüklemek haksızlık olur, rol çalmak olur. Büyük Diktatör’den Çöküş’e, Nazilerden Sarah Palin’e pek çok parodinin iç içe geçtiği film, sinema tarihine dönük sağlam referanslara sahip olsa da, ve birbirinden uzak iki türe ait kodları kullanırken post-modern bir bulamaca dönmese de, çubuğu cumhuriyetçilere doğru büktüğü için, bütünlüklü bir Amerikan siyaseti eleştirisinden çok uzak kalıyor. Yine de özgün bir deneme olarak incelenmeye ve üzerine kafa yormaya değer denilebilir.
20
Spielberg'den Sisteme Yardım Eli: Lincoln Onur Keşaplı Hollywood tarafından "sinemanın dahi çocuğu" nitelemesiyle kırk yılı aşkın süredir dünya ülkelerine sunulan, toplamda 51 filmde yönetmenlik yapmış Steven Spielberg, son filmi "Lincoln"ün tam on iki dalda Oscar'a aday gösterilmesiyle birlikte yeniden dikkatleri üzerine çekti. Bunda hiç kuşkusuz, Lincoln'ü canlandıran usta oyuncu Daniel Day Lewis'in bu rolüyle tarihe geçerek üçüncü kez En İyi Erkek Oyuncu Oscar'ını almasının da payı büyük. Erken dönem filmlerinden 1971 yapımı "Düello"da, güpegündüz nedensizce bir kamyon tarafından takip ve tehdit edilen bir sürücünün hikayesinde gerilimi ustaca inşa etmesiyle bir anda parlayan Spielberg'in, üretkenliğinden de öte fazlasıyla yetenekli bir sanatçı olduğu şüphesiz ortada. Spielberg, "Yeni Hollywood" veya "Hollywood Rönesansı" adı altında birlikte anıldığı Scorsese, Coppola, De Palma ve Altman gibi yönetmenlerden farklı olarak sinemasında şiddet ve suç dünyasına eğilmekten çok, farklı türlerde teknolojinin son gelişmelerini de yakından takip ederek "aile sineması" tadında filmler çekti. Bu tutumuyla birlikte Spielberg'in, ABD siyasetinde yükselen eğilimin sinemada ihtiyaçlarını karşıladığını söyleyebiliriz. 1975 yapımı "Jaws", 60'larla birlikte yükselen özgürlükçü eğilimin dengelenmek istendiği dönemde, kadın haklarının karşısında yer alan sinematografik bir anlatıya sahipti. 80'lerde Reagan öncülüğündeki yeni muhafazakarlığın aileye yüklediği kutsiyet, başta "E.T." olmak üzere Spielberg'in filmlerinde karşılığını buldu. 90'larla birlikte Clinton eşliğinde yükselen özgürlükçü eğilimi "Amistad" gibi filmlerinde görmek mümkün. Ancak hiç bir yapıtı "Lincoln" kadar zamanın ruhuna uygun olmamıştı.
21
Film, ABD'nin eyaletleri arasında üretim ilişkileri farklılığından doğan Amerikan İç Savaşı'nda, sanayi ağırlıklı Kuzeyi, feodal Güney karşısında zafere taşıyarak ülkenin bütünlüğünü koruyan ve günümüzde Amerikan halkı tarafından halen en çok sevilen başkan olarak anılan Abraham Lincoln'ün, savaşın bitimine doğru siyahların köleliğine son verecek olan anayasa değişikliğini meclisten geçirme mücadelesine odaklanıyor. Daniel Day-Lewis'in üstün oyunculuğu, alt açı çekimleri ve derinlikli yazılmış diyaloglarla adeta devleşen Lincoln, müziğin de dramatik etkiyi körüklemesiyle beraber izleyiciyi her aşamada kendine inandıran ve kitleleri peşinden sürükleyebilecek bir lider olarak resmediliyor. Sinemada anlatımı diyaloglar yerine imajlar eşliğinde veren Spielberg, bu filmde tercihini diyaloglardan ve sabit kadrajlardan yana kullanarak Lincoln'ün iç çatışmalarına eğiliyor. İzleyicinin başkanla özdeşleşmesini kuvvetlendiren bu yöntemin, Lincoln'ün iç dünyasını ne ölçüde aydınlattığı ise tartışmalı. Lincoln’un melankolik birisi olduğu, depresyon geçirdiği hakkında hemen herkes hemfikir. Aile öyküsü, mektupları ve diğer tarihi kanıtlar üzerinden yola çıkan uzmanlar ise intihar eğilimli Lincoln’un yalnızca koşullar nedeniyle depresyon geçirmediği, klinik depresyon hastası olduğunu; Lincoln’u gerçek bir lider yapan empati, gerçekçilik gibi özelliklerinin de bu hastalığın olumlu etkisi olduğunu düşünüyor. İsminin verdiği izlenime rağmen otobiyografik olmayan film, 22
kendisine zarar vermekten korktuğu için bir dönem cep bıçağı bile taşımadığı bilinen Lincoln’ü bir sahnede kabine toplantısında bıçakla kalem açarken gösterirken, günümüzde liderliği ile depresyonu arasında bağ kurulan Lincoln'ü hastalıktan uzak göstermek adına eşinin ruhsal dengesizliğine açık vurgu yapmaktan ise çekinmiyor. Yönetmenin Lincoln’ü hasta bir insan olarak göstermekten kaçmasında elbette filmin "tarihsel" dayanak olarak aldığı kitabın ve yazarının payı büyük. Yazar Goodwin'e göre Lincoln, depresif değil, yanlızca ölümünden sonra hatırlanmasını sağlayacak işler yapamadığını hissettiğinde sinirlenen ve bu bağlamda Yunan mitolojisinde ölümsüzlüğün peşinde koşan figürleri çağrıştıran bir lider. Bu yaklaşım Lincoln'ü gerçeklikten uzaklaştırarak romantikleştirmektedir.
Lincoln'e ideolojik açıdan yaklaştığımızdaysa, karşımızda Tommy Lee Jones tarafından canlandırılan, dönemin Cumhuriyetçi Parti'sinin radikal kanadının önderi Stevens'ı buluyoruz. Mülkiyet sorununa değinen ve insanların sadece yasal olarak değil varoluşsal olarak eşit olduğunu savunan, filmde görece sol olarak resmedilen Stevens ve "aşırı" görüşlerinin, yasa değişikliğinin "evet" cephesi için sıkıntı yaratma ihtimali karşısında Lincoln tarafından ittifaka zorlandığını görürüz. Stevens'ın başta kendisini sorgulamasına sebebiyet veren 23
tavizleri sonucunda gelen zaferin tadını da en içten yaşayan kişi oluşu, filmin izleyicilere dönük olarak siyasetin radikallik ile yürütülemeyeceği iletisi olarak okunabilir. Siyahların kamusal alanda beyazlarla yan yana gelebilmelerini sağlayan İnsan Hakları Yasası'nın tam yüz yıl sonra imzalandığı düşünüldüğünde, filmde mesafeyle yaklaşılan sol radikallik ittifaklarla soğurulmasaydı ne olurdu sorusu geliyor akla. Sonuç olarak Lincoln, ABD'nin ilk siyah başkanı Obama'nın ikinci kez başkan seçildiği geçtiğimiz yılki seçim sürecinin öncesi ve sonrasında beliren bölünme ve daha da önemlisi yüksek sesle tekrar dile getirilen ırkçı söylemler karşısında panzehir görevi görüyor. Cumhuriyetçi veya Demokrat, ABD halkının çoğunluğu için ortak payda olan tarihi bir liderin, eşitliği, birliği, demokrasiyi, özgürlüğü hatırlatması, başta iç siyasetteki çatışmaların aşılması ve özellikle halk nezninde beliren hoşnutsuzluğun, özgüven eksikliğinin ve sistemi sorgulamaya varan radikalliğin törpülenmesi açısından kayda değer. "Sinemanın dahi çocuğu" tarafından sisteme uzatılan bu yardım elinin karşılığını bulup bulmayacağını yakın gelecekte hep birlikte göreceğiz.
24
Çizgilerle Abidin Dino 1
Mustafa Bilgin
Nezih Danyal
25
Komün ya da imece, bir de Abidin’in elleri Asaf Güven Aksel Varsayalım, tablolar, desenler bırakmamış geriye. İmzasını taşıyan bir yazı, bir çeviri, bir şiir de. Sinemaya, belgesele de hiç bulaşmamış olsun. Heykel yontmuşluğu da yok, varsayalım. Ne Paris’te yaşasın, ne Picasso’yla, Chagall’la, Eisenstein’la, isimler uzar gider, dadacılarla, sürrealistlerle tanışıklığı, sosyalistlerle saf tutmuşluğu, Nazım’la ahbaplığı olsun. Bunlar olmadan, bir Abidin Dino Olur mu? Bana kalırsa, olur. Tarih ne der, bilemem.
Bir tek sözcüğü yaygın dolaşıma sokmuşlukla, gün ışığına çıkarmışlıkla bile, Abidin Dino, kütüğe işlenmeyi hak eder: İmece. Bir dünya görüşünü beş harfe sığdıran, üreten halkın, Anadolu’nun yarattığı muhteşem sözcük. Ortaklaşma, ortaklaşa, ortak, hep birlikte kotarılan iş, başkalarına fayda verme esasına dayanan çalışma, gönüllü yardım, dayanışma, karşılıksız emek payı…Tek bir kelimenin karşılığı, hüküm süren sisteme reddiyeyi ve alternatifini böylesine içerebilir mi? Denilecektir ki, ‘‘iyi hoş da, ressam olmasaydı, 1939’da Balıkesir’e gidip, bu kelimeyi duyamazdı ki’’…Ah bu gerçekçiler, ağız tadıyla bir fantezi yaptırmazlar. 26
Oysa, gerçeklik de fantezi gibidir o sıralar. Genç Cumhuriyet’in aydınlar ve sanatçılar eliyle topluma uzanmaya çalıştığı bir programın parçası olarak, 1939’da Balıkesir’deydi Abidin Dino. Tamam. Ressamlar da bir grup olarak, önceden saptanmış yörelere gönderilmiş, hem oraları resmetmiş, hem de bölge halkını, gelenek ve göreneklerini, yemeklerini, bitkisini böceğini incelemiş, özellikle de o yörelerde kullanılan sözcükleri derlemişlerdi. Bu derleme çalışmaları bir merkezde toplanıyor, gazetelerde dergilerde yayınlanarak, dilin zenginleşmesine katkı olabilecek öneriler listesine dönüştürülüyordu. Abidin Dino’ya da Balıkesir ve çevresi düşmüştü. ‘‘D Grubu ressamları’’nı temsilen. Ziraatten Endüstrite Rasyonel İmece ‘‘Algıda seçicilik’’ diye bir şey vardı ki, içerdiği anlam nedeniyle çarpa çarpa ‘‘imece’’ çarpmıştı Abidin Dino’nun kulağına. ‘‘Derleme Sözlüğü’’ne bakılırsa, daha birçok yere gitse, aynı kelimeyi duyacaktı kuşkusuz. Ama o yıllarda, ‘‘yerel’’lik çok daha genişti ‘‘genel’’likten, öyle birbirlerine katışmaları pek kolay değildi… Bu yüzden, bir ‘‘köylük yer’’ kelimesi olmaktan çıkıp, bir kavram olarak genel gündelik hayata sunulması, bir bakış açısı ipucudur… Nitekim, Abidin Dino, bir makalesinde, ‘‘sanat ve iş aşkına dayanan, ziraattan endüstriye kadar yayılan yeni bir rasyonel ‘imeceye’ ihtiyaç var’’ derken, meselenin bir kelimenin sadece ‘‘dile girmesi’’nden ibaret olmadığını gösteriyordu. Bu kelimeye sevdalandığı 1939’da, uzun süren bir ayrılıktan yeni dönmüştü Türkiye’ye. 1933’te Sovyet yönetmen Sergay Yutkeviç, ‘‘Türkiye’nin kalbi Ankara’’ filmini çekmek için Türkiye’ye geldiğinde, resimlerini görmüş, eğitim alması ve kendisiyle çalışması önerisiyle, Abidin Dino’yu üç yıl kalacağı Sovyetler Birliği’ne, Leningrad’a götürmüştü. Orada kısa bir süre için Londra’ya, oradan Paris’e. Dön dolaş, Türkiye. İstanbul. İlle de İstanbul’un yoksulları, emekçileri. Hele ki, ekmeğini denizden çıkaran balıkçıları, onarlı tuvale aktaran Dino ve arkadaşlarının kurduğu ‘‘yeniler grubu’’nun ‘‘liman grubu’’ diye tanınması boşa değildir. Balıkçılarla bu kadar ilgilenmenin siyasal çalışmalara eşlik etmesi, yeniden bir ‘‘gezi’’ye gönderilmesiyle sonuçlanır. İki yıl önce, halkı aydınlatmak için Balıkesir’e gönderilen, şimdi de İstanbul sıkıyönetim komutanlığı emriyle Mecitözü’ne, Adana’ya filan niye sürgüne gönderilmesin ki? Üstleneceği işlev aynı kalacaktır nasılsa…
27
Abidin Dino’nun resimleri, desenleri, heykelleri arasında, eller ayrı bir yerde durur. Emeğin sembolü el. İş görmenin. İnsan olmanın. O ellerin kavuşması, parmakların kenetlenmesi, bizi yine başa götürür belki: İmece. Elbirliğiyle kurulan, onarılan dünya. Yaşamına baktıkça, hep bu kelimenin izini sürüyorsunuz. Şiir kitaplarına desenleriyle yaptığı katkıları bile bu fasıldandır. 28
Örneğin, Nazım Hikmet’in ‘‘Kuvayı Milliye Destanı’’na çizdikleri, bir desenleme değil, destana farklı bir disiplinde aktarmadır aslında, isimsizlerin göz önüne çıkarılışıdır.
Çizgilerinde Gizli Sözcükler Temalı çalışmalarına verdiği adlara da bir bakıma: ‘‘işkence’’, ‘‘atom korkusu’’, ‘‘uzun yürüyüş’’, ‘‘uzay’’, ‘‘adalar’’, ‘‘savaş ve barış’’, ‘‘çıplaklar’’, ‘‘parmak istifleri’’, ‘‘ikinci dünya savaşı’’, ‘‘esrarkeşler’’, ‘‘gerillalar’’… ille eller, eller. ‘‘Sen el resimleri yaparsın Abidin, bizim ırgatların demircilerin ellerini/Kübalı Balıkçı Nikolas’ın da ellerini yap kara kalem…’’
Farklı teknikler kullansa da, gördüğünüzde Abidin Dino’nun olduğunu hemen anladığınız ‘‘hat sanatı’’nı çağrıştıran çizgilerde, belki de buradan gelen bir dürtüyle, gizlice yazılmış sözcükler aradınız mı hiç? Denemelisiniz. 23 Mart 1913’te İstanbul’da doğmuş Abidin Dino, 7 Aralık 1993’te Paris’te ölmüş yaşam dilimine, öyle çok şey sığdırmış ki. Girişteki, ‘‘bunları yapmasaydı’’ bölümünde sıraladıklarımız, devede kulak. Ama bilinenleri ya da kolayca bulunabilecekleri boş verelim. Bu yaşamın rehberlerini söyleyelim. Herkes sosyalizmin tarihe gömüldüğünü, Marksizmin bittiğini söylerken, o demiş ki: ‘‘Marksizm öldü diyerek önümüze bir tabut koydunuz. Açtık baktık ki tabut boş!’’ buradaki keyifli vurgu, ‘‘bir heyulanın’’ hep dolaşacağına duyulan güvendendir.
29
Evet, Nazım’ın ‘‘saman sarısı’’ndaki o malum sorusundan, bıkkınlıkla uzak durduk. Ama, Abidin Dino’nun şiirle verdiği yanıttan bir parça, hayata nereden baktığını pekiştirici bir belge olabilir. ‘‘Kokusu buram buram tüten/limanda simit satan çocuklar/martıların telaşı bambaşka/işçiler gözler yolunu’’ diye başlar yanıtı. Nazım inse bir vapurdan başında delikanlı şapkası, kolları sıvalı kavgaya, kucaklarsa, meserret kahvesinde otursalar, dolaşsalar Türkiye’yi ki, cezaevleri müze olmuş, sürgün yurtları cennet, o zaman çizebilirmiş mutluluğu, tuval ve boya yeterse… Bir minik adıyla bitirelim. 20’li yaşlarda bir genç, açar Paris’e bir telefon, çıkardıkları gençlik dergisinde verecekleri takvim ekinde bir desenini kullanıp kullanamayacaklarını sorar, dergi içeriğini, amacını bir cümleyle özetleyip. ‘‘ayıp olur’’ der karşıdaki adam, ‘‘siz, sizin için üretilmiş bir şey vermelisiniz’’… Birkaç gün sonra gelen özenli zarftan, bir Nazım deseni çıkan, ‘‘yürekten selamlar, başarılar’’ notuyla… Dedik ya, Abidin Dino, imece kelimesine sevdalanmıştır… Bir başka beş harfli sözcük, eş anlamlı bir hayat duruşuyla bütünlenmiştir onda: komün…
30
Çizgilerle Abidin Dino 2
İzel Rozental
Hilmi Şimşek
Eray Özbek 31
Abidin Dino 100 Yaşında Selin Süar Türk Resim Sanatında Abidin Dino Bir duygunun, tasarının ya da güzelliğin anlatımında kullanılan yöntemlerin tümü ya da bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılık olarak en basit şekliyle tanımlanabilen sanatın, halka yol gösterici olması ve toplumcu bir duruş sergilemesi gerektiği uzun yıllardır tartışılagelen bir konu olmuştur. Özellikle Türkiye’de ülke politikaları ve siyasetle paralel bir çizgi izleyen sanat, Kemal Atatürk’ün ilerlemeci tavrı içerisinde kendine açılım olanağı bulmuş, ancak ulusala dair sanat yapmak isteyen ve Batı tarzını içselleştiren iki farklı görüş arasında ayrılmalar gerçekleşir. 23 Mart 1913’te İstanbul’da doğmuş olan Abidin Dino da böyle bir ortamda farklı sanat kollarında örnekler vermiş ve Türk resminin öncüsü haline gelmiştir.
32
Türk Resim Sanatının Gelişimi Batıdaki sanat ortamını yakından tanımaya başlayan ressamların, ortak bir grup oluşturma ve beraberlik çatısı altında toplanma istekleri sonucunda 1909 yılında Osmanlı Ressamlar Cemiyeti kurulmuş, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Avrupa’ya gönderilmiş olan İbrahim Çallı, Namık İsmail, Nazmi Ziya Güran gibi ressamların da içinde bulunduğu bir grup sanatçı, Batı sanatından aldıkları yeni üslup ve biçemlerle 1914’te I. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla yurda geri dönmüşlerdir. Bu sanatçılara ve oluşturdukları kuşağa İzlenimciler Kuşağı (1914 Kuşağı) denmektedir. İlk yıllarda desen anlayışında çizilen nü temaları, portre ve figür kompozisyonlarının başı çektiği konular, ilerleyen yıllarda natürmort resimlerde eserler vermeye de eğilim göstermiştir. Bu kuşaktan etkilenmiş olan bir grup sanatçı, 1923 yılında Yeni Resim Cemiyeti adı altında bir topluluk kurarlar ve bu grubun üyelerinden bazılarının da içinde bulunmuş olduğu yeni bir grup olan Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği, 15 Nisan 1929 tarihinde Türk sanatında yer alır.
33
Refik Epikman, Cevat Dereli, Nurullah Berk, Ali Avni Çelebi gibi ressamların yanı sıra Ratip Aşir Acudoğlu, Muhittin Sebati gibi heykeltıraşlardan oluşan birlik, birbirinden farklı teknik ve üslup anlayışı içinde eserler vermiş, farklı fikir akımlarının ve üslupların aynı çatı altında toplanmasına olanak sağlamıştır.
İlerlemeci Tavır: D Grubu 1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla sanat alanında ilerlemeye başlayan yeni ülkede bazı sanat çevreleri gelenekçiliğe karşı çıkarken, bazı gruplarsa bunun tam tersini savunmaktadır. 1933 yılında bir heykeltıraş olan Zühtü Müridoğlu ile Cemal Tollu, Abidin Dino, Nurullah Berk, Elif Naci, Zeki Faik İzer adındaki beş ressam, sanatın ülke gerçekleri ile iç içe olması gerektiğini savunarak yeni bir grup oluşturmuş; Türkiye’de kurulan birlikler içinde dördüncü oldukları için alfabenin dördüncü harfi olan “D” harfini kendi isimleri olarak belirlemişlerdir. Grup, zaman içinde Bedri Rahmi Eyüboğlu, Turgut Zaim, Halil Dikmen, Eşref Üren, Eren Eyüboğlu gibi çeşitli sanatçıların katılımlarıyla genişlemiştir. Ortak üslupları Soyut Sanat ve Kübizm olan D Grubu, ilerleyen zamanda yarı gerçekçi figüratif resme ağırlık vermeye başlar. Grup, ilk zamanlar Türk resim sanatı için önemli örnekler vermiş olsa da zaman geçtikçe baştaki düşünce ve hedeflerinden
uzaklaşarak üslup birliğinin bozulmasından
ve
bireysel
çalışmaların artmasından dolayı 1947 yılında dağılır.
Toplumsal Gerçekçi Yeniler 1940’lı yıllara gelindiğinde siyaset ve sanat alanında gerçekleşen yeni açılımlar, Türk sanatında kimlik arayışını hızlandırmış ve ressamların yurt gezilerine çıkması sağlanarak ülkedeki toplumsal gerçeklikleri yansıtmaları istenmiştir. 1939 yılının Ekim ayında ülke ressamlarını etkileyecek önemli bir olay gerçekleşir: Başkent Ankara’da Devlet Resim ve Heykel Sergisi ilk kez 34
düzenlenir; resim atölyesi şefliğine Fransız ressam Léopold Lévy, heykel atölyesi şefliğine ise Alman Rudolf Belling getirilir. Gravürleriyle de uluslararası çapta üne kavuşan ve 1936 yılında Legion D’Honneur nişanı ile şövalye olan ünlü Fransız ressam Lévy, Türkiye’deki sanatı diğer ülkelerin sanatlarına göre daha anlamlı bulmuş, aynı zamanda öğrencilerini başarılı işler çıkarmaları için yönlendirmiştir.
Atölyeleri
çok
kalabalık
ve
yoğun
olan
ressamın
öğrencilerinden Nuri İyem, Mümtaz Yener, Ferruh Başağa, Agop Arad, Fethi Karakaş, Nejat Melih Devrim gibi ressamlar, aynı yıllarda “Yeniler Grubu’ adıyla bir grup kurarlar. Abidin Dino, Léopold Lévy’nin öğrencisi olmamasına rağmen onun atölyeleri ve sergilerine katılarak ondan etkilenir ve Yeniler Grubu’nun bir üyesi olur.
35
Toplumsal Gerçekçi bir bakış açısıyla sanatlarını icra eden Yeniler’e göre resim sanatının toplumu yakından tanıması ve her yönüyle yansıtması gerekir. Bu nedenle sanatta toplumculuk görüşünü benimseyen grup, ülke sorunlarını, insanların ve toplumun bunalımlarını ele almış, bunun haricinde yapılan sanat eserlerininse ulusal değer taşımadığını savunmuşlardır. İlk sergilerinde yoksul halktan kesimi, İstanbul Limanı’nı ve balıkçıları işlediklerinden “Liman Grubu” olarak da adlandırılmaktadırlar. “Liman Şehri İstanbul” konulu ilk sergilerini 28 Mart 1940’ta açan Yeniler, 1942’de açtıkları ikinci serginin konusunu Abidin Dino’nun önerisi üstüne ‘Kadın’ olarak belirlemişlerdir. Modern resim estetiğinden izler taşıyan resimler, aynı zamanda yerel ve gerçekçi bir üslupla yapılmıştır. Teknik ve yöntem açısından giderek Batı tarzından uzaklaşılsa da yöresellik ve gelenekçi bir yapı dikkat çekici olmuştur. 1944 yılına kadar çalışmalarını başarıyla sürdüren Yeniler, bu tarihten sonra dağılmaya başlar. Üyelerden bazılarının soyut sanata yönelmeleri, bazılarının da burs kazanarak Paris’e gitmeleri sonucu D Grubu’nda olduğu gibi bireysel ayrışmalar başlamış ve toplumsallık, yöresellik, ulusallık gibi kavramlardan uzaklaşılmıştır. Grup, bu nedenlerden dolayı 1952’de tamamen dağılmıştır.
Sanatın farklı kollarıyla uğraşan Abidin Dino, çağdaş Türk resminin öncülerindendir ve her iki grupta da öne çıkan ressamlardan olmuştur. İlk yıllarda Picasso'nun etkisinde kalan, ancak daha sonraları özgün ve yerel bir üslup kazanan sanatçı, resimlerinde, işçi ve köylü tiplerini özgün bir üslupla işler. Türk resim sanatına toplumsal gerçekçi bir kavram kazandıran ressamlardan biri olan 36
Dino, Türk resmini ulusallaşma çabaları içinde farklı bir yere taşır. Farklı dönemlerde, farklı tematik içerikler etrafında en çok “desen” kullanımını tercih eden sanatçı, gözlemlediklerini ve düşüncelerini çizgileriyle görselleştirmiştir. Sol görüşlü olan Dino, yazıları nedeniyle sürgün edildiği dönemlerde tanıştığı Anadolu halkından oldukça etkilenir. Sürgün edildiği Adana için “Tüm gördüklerim beni resme daha çok bağlıyordu. Sanki içinde yaşadığım Anadolu gerçeğini burayı resmettikçe görüyordum.” demiş ve dönemin toplumsal sorunlarıyla ilgilenen, özgürlükçü bir yapıyı benimseyen, siyasal bir duruşu olan tavır içinde yaşamını sürdürmüştür. Gördüklerini ve düşüncelerini desen çizimlerine döken ressamın her bir yapıtı böylelikle onun hayatından birer yansımaya dönüşmüş ve aynı zamanda sanatçının eserleri, içinde bulundukları yüzyılın tarih anlatıcılığını da üstlenmiştir.
37
Çizgilerle Abidin Dino 3
Mert Gürkan
Deniz Karail
Halil İ. Yıldırım
38
Abidin Dino'nun Mustafa Kemal'i Onur Keşaplı Ülkemizde Abidin Dino'nun çoğunluk tarafından tanınmadığı yadsınamayacak bir gerçek. Bunun gerekçeleri üzerine tartışalabilir, üretim ilişkileri üzerinden giderek bu topraklarda geri kalmışlığın tarihi bir kez daha yazılabilir ya da ideolojiler üstü bir zihniyet algısından hareket ederek özne nesne ilişkisinde kitleleri nesne olarak ele alıp bu gibi yaratımlardan uzak durmayı tercih ettikleri söylenebilir. Belki de sonsuza dek sürecek ama elbette sürmemesini dilediğimiz bu tartışmayı bu yazıda çözme iddiasında değiliz. Zaten konu çoğunluğun Abidin Dino'yu bilmiyor oluşundan çok, aydın, toplumcu ve devrimci olma iddiasındaki azınlığın(öznenin) bilmekten uzak oluşu. Dünyaca ünlü sanatçımızı yalnızca Nazım Hikmet'in "Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?" sorusuyla tanıyormuş gibi yapması ve aynı zamanda bir söz ustası olan Abidin Dino'nun verdiği yanıttan bihaber oluşu, Türkiye'yi Aydınlanmacı ve Solcu bir tavırla ileriye taşıması beklenen kesimin kültürel anlamda vaziyetini de gözler önüne seriyor. Kendisini, gerçeğin, hakikatin akıl yoluyla peşinde olan Sokrates tarikatının üyesi olarak niteleyen Abidin Dino'yu sanat tarihçisi, çevirmen, yazar Ahmet Cemal ise "düşünme temeline dayanmayan bir yaratma eyleminin olamayacağına inanmış ender kişilerden oluşma bir türün üyesi" (aktaran Ateş, 2013, s. 8) olarak tanımlıyor. Rönesans ve Aydınlanmanın uğramadığı bir coğrafyada, resim sanatında bir kaç yüzıllık geri kalmışlığı yirminci yüzyılın ilk yarısında kapatarak modern sanatın evrensel anlatısına Anadolu'yu da katan isimler başında gelen Abidin Dino, günümüzde kalıplaşmış bir söylem olan yerelle evrenseli buluşturma noktasında da öncü konumundadır. Burjuva hatta aristokrat bir ailenin çocuğu olmasına karşın dünyaya emekten ve soldan bakan Abidin Dino, sosyalist bir sanatçı olarak parladığında sürgünler ve kovuşturmalar da beraberinde gelmiştir. Ancak bu zorlu süreçleri donanıma dönüştürüp sanatını besleyecek imgeleri yaratan Abidin Dino, modernist üsluplarda kendine biçim olarak pek yer bulamayan toplumsal gerçekçiliğe sadık kalmayı başararak özgün bir yol çizmiştir. Zaten Picasso ve Matisse gibi devlerle aynı atölyeyi paylaşması, sanatın başkenti Paris'te bir sonraki sergisi merakla beklenen bir ressama dönüşmesinin özünde yatan budur. Yirminci 39
yüzyılın modern yaratıcılarının birçoğunda öne çıkan bunalım, varoluşçu yaklaşım, iç buhranların dehlizlerine dalma gibi durumların aksine Abidin Dino toplumsala dayalı ideolojik mesaj kaygısını asla bırakmamasıyla benzersizleşmektedir. 1955'de Galeri Klebert'deki sergisinin çağrı metnini kaleme alan ünlü şair Philippe Soupaoult "Abidin, çağdaş ressamların bir çoğunun bize resmetmekten kaçındığı bir şeyi veriyor; çağımızla ilişkiyi. Ve bunu, ressam olmaktan bir an olsun uzaklaşmadan başarıyor" (aktaran Edgü, 1986, s. 58) sözleriyle bu gerçekliğin altını çizmektedir.
Resim, desen, seramik, heykel gibi sanatın farklı formlarında özgün yaratımlar ortaya koyan Abidin Dino'nun sinemayla olan yakından ilgisi ve hatta sinema emekçisi olarak ortaya koyduğu yapıtlar ise sanatçının en bilinmeyen yönüdür belki de. Cannes Film Festivali'nin resmi afişlerini hazırlamaktan ünlü Sovyet sinemasının Türkiye'yle en etkileşimli olan usta yönetmeni Sergey Yutkevic'in Türkiye'de ve Rusya'da çektiği filmlerde sanat yönetmeni olarak dekorları tasarlayan Abidin Dino, İngiltere'nin tartışmalı bir golle şampiyon olduğu ünlü 1966 Dünya Kupası'nın bütün sürecinin anlatıldığı "Goal" belgeselini yönetmiştir. Başta futbol olmak üzere spor yayıncılığının ve belgeselciliğinin standardını belirlemiş, halen tüm dünyada izlenen bu belgesel, 1967 yılında belgeselin en prestijli ödüllerinden Flaherty Belgesel Ödülü'nü kazanmıştır.
40
"Abidin Dino gerçekleri"nden bir diğer bilinmeyene geçecek olursak karşımıza sosyalizme uzanan ideolojik süreçte yurtseverliği asla bırakmayan bir yaratıcıyla karşılaşıyoruz. Günümüzün post modern saldırılarla tahrip edilen kavramlarından yurtseverlik, Abidin Dino'da, yine kavram kargaşası altında her gün saldırılan Mustafa Kemal Atatürk'le başlamaktadır. Mustafa Kemal'in özellikle sanat alanında büyük özverisinin ve eleştirel yaklaşmakla birlikte kurduğu Cumhuriyetin ilerici kimliğinin farkında olan Abidin Dino, 1934'te karşılaştığı Atatürk'ün karakalem bir portresini çizer. Mustafa Kemal tarafından beğenilen ve imzalanan bu ilginç çalışma aynı yıl Fuat Carım'ın çıkardığı gazetede yayınlandıktan sonra 1939 yılında Yeni Ses dergisinde yer almıştır.
41
Daha sonra ikinci bir Mustafa Kemal portesi çizen Abidin Dino, 10 Kasım'ın ardından İstanbul'da tanık olduğu cenaze töreninden sonra ise izlenimlerini şu cümlelerle dile getirmiştir: "Lokomotif geçti, yavaşça geçti, bir lokomotif daha, sonra çelenkler, karışık şekiller, karanlık bir kaç vagon, fraklı bir adam ve nihayet kızıl ışıklı son vagon. Vagonun ortasında ay yıldızlı bir bayrak ve kılıçlı dört asker. Son vagon gitti. Beklenilen vagon geçmişti. Uzun, çok uzun zamandan beri beklenilen, sevilen bir insanın yanıbaşınızdan geçmesine, sizi görmeden geçmesine razı olmak zordu; köylüler hala bekliyorlardı, tekrar göremeyecekleri Atatürk iki adım öteden geçmişti. Meşalelerde bir tereddüt; dönmek mi lazım? Tekrar karanlık çöktü, ufak köylü çocuğu koştu, raylara yaklaştı, eğildi ve rayın üzerinden eğilmiş bir kuruşu göstererek: - Bunun üzerinden geçti dedi. 19 Kasım 1938" (Aktaran Avcı, 2000, s. 43-44) 42
Plastik ve görsel sanatların yanısıra ölümünden birkaç saat önce bile denemeler kaleme almayı sürdüren, yalnızca ülkemizin değin dünyanın en değerli modern sanatçılarından biri olan Abidin Dino'nun sunduğu zengin evren daha çoğumuzun daha yoğun ilgisini bekliyor...
Kaynakça: Ateş, N. (2013). Ahmet Cemal'i Tarih İçinde Okumak - 1. Sol Gazetesi Kitap Eki , s. 20. Avcı, Z. (2000). A'dan Z'ye Abidin Dino (2. Baskı). İstanbul: Yapı Kredi Edgü, F. (1986). Şimdi Saat Kaç (2. Baskı). İstanbul: Ada
43
Çizgilerle Abidin Dino 4
Hasan Efe
Güngör Kabakçıoğlu
44
Bilimde Öncü Kadınlar Osman Bahadır Maria Sibylla Merian Maria Sibylla Merian, tarihteki ilk kadın böcek bilimcidir. Maria Sibylla Merian, 1647’de Frankfurt’ta doğdu. Üç yaşındayken babasını kaybetti. 1651’de annesi, Maria’yı resim yapmaya cesaretlendiren natürmort ressamı Jacob Marrel ile evlendi.
Maria’nın doğaya olan büyük ilgisi ile resime olan eğiliminin birleşmesi, onun daha 13 yaşındayken çeşitli türden bitkilerin ve böceklerin ilk imgelerini yaratmasını sağladı. 1665’te Maria, üvey babası Marrel’in çırağı Johann Andreas Graff ile evlendi. Ondan iki kızı oldu. O ve kocası 1667’de Nuremberg’e gittiler. Maria orada ilk profesyonel başarılarını elde etti. 1681’de üvey babası öldü ve aile, mülklerini yönetmek için Frankfurt’a dönmek zorunda kaldı. Maria, 1685’de evliliğinin 20.yılında 38 yaşındayken kocasından ayrıldı. Annesi ve kızlarıyla birlikte Hollanda’da bağnaz bir Protestan topluluk olan Labadist’lere katıldı. Bu sırada Surinam plantasyonlarından getirilen tropikal bitkilere karşı büyük bir ilgi duymaya başladı. 1691’de Amsterdam’a gitti ve orada bir naturalist ressam ve böcek uzmanı olarak ün kazandı ve bu ünü onun zengin ailelerde bulunan tropikal bitki koleksiyonlarına ulaşmasını sağladı. Tropikal bitkilere olan ilgisi sonunda Maria’nın Surinam’a gitmesine neden oldu. Maria, 1715’te kısmi felç geçirdi ve 1717’de Amsterdam’da öldü. Maria Merian, böcekleri mükemmel bir biçimde resmeden ve boyayan usta bir sanatkârdan, sanatçı ve bilim insanı olmaya doğru yoğun bir dönüşüm geçirdi. Tipik bir lonca ustasının kızı olarak eğitim görmüş olan Maria Merian, kendini 45
bir çırak olarak evde geliştirmişti. Ayrıca seçkin bir ressamın üvey kızı olmasının onun ustalaşmasında önemli bir rolü oldu. Kitaplarından birinde, gençliğinde zamanını böcekleri incelemekle geçirdiğini söylemektedir. Nuremberg’de iken çok güzel bahçeleri görme imkânı bulmuştu. Araştırmaları sonucunda orada 1675’te, ilk kitabı olan New Book of Lowers’i yayımladı. Tırtılları ve dönüşümlerini konu alan ikinci kitabı ise 1679’da yayımlandı.
Hollanda’da iken gelişen tropikal bitkilere ve hayvanlara olan büyük ilgisi, onun 1699’da Surinam’a bir inceleme gezisine çıkmasına yol açtı. Orada çok sayıda yerel hayvan ve bitkiyi gözlemledi, yerel kullanımlarını belirledi ve onlara isimler verdi. Fakat bu Hollanda sömürgesindeki genel durum onu çok üzüyordu. Kölelerin korkunç koşullarını görüyordu. O, hamile köle kadınların, çocuklarının da kendileri gibi köle olmaması için, yerel bir bitkiyi kullanarak çocuk düşürmeye yöneldiklerini yazmıştı. Maria, 1701’de malarya yüzünden Hollanda’ya dönmek zorunda kaldı. Dört yıl sonra 1705’te Surinam böcekleri hakkındaki Metamorphosis Insectorum Surinamensium adlı kitabını yayımladı. Erken modern bilim döneminde kadınlar genellikle gözlemci ve resimleyen olarak çalışıyorlardı. Bu nedenle Maria Merian’ın sanatlara olan eğilimi, onun bilim dünyasına geçişini kolaylaştırdı. Onun özenli gözlemleri, böceklerin çamurdan kendiliğinden ürediğini varsayan döneminin düşünceleri hesaba katıldığında, ne kadar değerli olduklarını ortaya koymaktadır.
46
Bilimsel çalışmaları boyunca Maria, 186 tür böceğin yaşam çevrimlerini tanımladı. Mükemmel deneysel araştırmaları aracılığıyla o, böcek araştırmalarının daha bilimsel bir nitelik kazanmasına yardımcı oldu. Maria’nın kitaplarını o günkü bilim dünyasında geçerli olduğu gibi Latince değil de Almanca olarak yayımlaması, düşüncelerinin ve özellikle de metamorfoz olayının yüksek tabakaya mensup kimseler kadar sıradan insanlar tarafından da anlaşılmasını sağlamıştı. Fakat zamanının bilim dili olan Latinceyi kullanmadığı için birçok bilim adamı ondan uzak durmuştu. 1665 ve 1771 yılları arasında, üç kitabının toplam baskı sayısı 19’u bulmuştu. Rus Çarı I. Petro (Büyük Petro, bizdeki lakabıyla Deli Petro), Maria Merian’ın çalışmalarına büyük bir hayranlık besliyordu ve Maria’nın bir portresini çalışma odasının duvarına asmıştı. Ünlü Alman yazarı Goethe de, onun, bilimi ve sanatı tablolarında mükemmel bir biçimde birleştirmesi karşısındaki şaşkınlığını ve hayranlığını belirtiyordu. Günümüzde Maria Merian tekrar hatırlanıyor ve keşfediliyor. Avrupa Birliği’nde Euro’ya geçilmeden önce 500 Alman Markı banknotlarında onun portresi bulunuyordu. Ayrıca pullarda ve isminin verildiği birçok okulda da portresi bulunmaktadır. 2005’te Almanya’da modern bir araştırma gemisine Maria Merian’ın ismi verildi. Maria Gaetana Agnesi Diferansiyel ve integral hesabın birlikte ele alındığı ilk kitabı yazan Maria Agnesi, İskenderiyeli Hypatia (370-415)’dan sonraki ilk önemli kadın matematikçidir.
Maria Gaetana Agnesi, üç kadınla evlenmiş olan babası Pietro’nun üç eşinden olan 21 çocuğunun en büyüğü olarak 16 Mayıs 1718’de Milano’da doğdu. Agnesi kaçınılmaz olarak erkek ve kız kardeşlerinin hem bakımlarıyla ilgilendi, hem de onların eğitimlerine yardımcı oldu. Babası Pietro zengindi ve ipek ticaretiyle uğraşıyordu. Bu nedenle Maria Gaetana’nın en seçkin öğretmenler tarafından eğitilmesini sağlamıştı.
47
Maria Gaetana, çok genç yaşında üst düzeyde bir dil öğrenme yeteneği gösterdi. Henüz 9 yaşındayken, kadınların yüksek öğrenim görmelerini savunan bir söy-levi, büyük bir başarıyla Latinceye çevirmişti. Maria Gaetana, 13 yaşındayken Grekçe, İbranice, Fransızca, İspanyolca ve Almanca’yı mükemmel bir şekilde öğrenmiş bulunuyordu. Agnesi 15 yaşlarındayken, babası o günlerin en eğitimli insanlarını evlerine çağırarak çeşitli konularda toplantılar yapmaya başlamıştı. Agnesi de bu toplantıları izliyor ve konuşkan bir çocuk olmamakla birlikte, zor felsefi konular üzerinde topluluğa yorumlar yapıyordu. Bu toplantıları kaydeden Fransız yazar Charles de Brosses, İtalya Üzerine Mektuplar adlı eserinde, Agnesi’yi yirmi yaşlarında, ne çirkin, ne de güzel, çok basit ve tatlı bir kız olarak betimlemektedir. Yazara göre Agnesi, Newton’un eserine karşı büyük bir ilgi duyduğunu açıklamıştı. Tam bu sıralarda Agnesi babasını dehşete düşüren bir şey yaptı ve manastıra girmek istediğini söyledi. Babası onun bu isteğini reddetti ve evde kalmasını istedi. Sonunda Agnesi üç koşulla evde kalmayı kabul etti. İstediği zaman kiliseye gidebilecekti. Basit ve mütevazı bir biçimde giyinecekti. Ve artık balolara, tiyatrolara ve diğer basit eğlencelere gitmek zorunda olmayacaktı. Bir manastıra gitme isteğinin kabul edilmemiş olmasına rağmen, Agnesi 20 yaşından itibaren sanki manastırdaymış gibi yaşamaya başladı. Topluluklardan çekildi ve kendisini tamamen matematik çalışmalarına ve dini kitaplara hasretti. Matematikte şansı vardı, çünkü Roma ve Bologna üniversitelerinde matematik profesörü olarak çalışan ve aynı zamanda keşiş olan Ramiro Rampinelli’den bu alanda yardım alıyordu. Rampinelli, Agnesi’yi diferansiyel hesap üzerine bir kitap yazması konusunda cesaretlendirdi. Agnesi bu öneriden heyecan duydu ve hazırlayacağı böyle bir eserden gençlerin bir ders kitabı olarak yararlanabileceğini düşündü. Bununla birlikte ortaya çıkan eser daha büyük bir etki yarattı. Kitap 1748’de Milano’da yayınlandı. Daha sonraki yıllarda da Fransızcaya ve İngilizceye çevrilerek Agnesi’ye büyük bir ün kazandırdı. 1750’de Papa Benedict XIV, Agnesi’nin kitabını okudu ve Agnesi’yi yeni bir eser hazırlama konusunda cesaretlendirdi. Yazacağı kitap İtalya’ya itibar sağlayacaktı. Bir süre sonra da Papa Agnesi’yi Bologna Üniversitesi’ne fahri okutman olarak atadı. Olasılıkla Agnesi bu teklifi ne kabul etmiş, ne de reddetmiştir. İsmi üniversite elemanları listesine eklendi ve 45 yıl boyunca 48
orada kaldı. Fakat Agnesi’nin Bologna Üniversitesi’ne de, Bologna’ya da asla gitmemiş olduğu sanılmaktadır. Babası Pietro Agnesi’nin 1752’de ölmesi, kızının, eski yaşam tarzını ve matematik çalışmalarını terk etmesine yol açtı. Agnesi kendisini teoloji ve hayırseverlik çalışmalarına adadı. Böylece eski rüyasını gerçekleştirmiş oluyordu. 9 Ocak 1799’da bir manastırda yoksulluk içinde hayata veda etti. Agnesi’nin eseri (Instituzioni analitiche ad uso della gioventu İtaliana), bazı bakımlardan biricikti. Bu eserin her şeyden önce, hem diferansiyel hesabı, hem de integral hesabı ele alan ilk kitap olduğu düşünülmektedir. Kitap matematiksel analiz konusunda zamanındaki bilgileri, hem Agnesi’nin sistematik bir tarzdaki kendi analizleriyle, hem de birçok matematikçinin eserlerinden örneklerle açık bir biçimde veriyordu. Agnesi’nin bu eseri, biçiminin açıklığından dolayı büyük bir ün kazandı ve 1778’de Fransızcaya, 1810’da da İngilizceye çevrildi. Agnesi, kitabında “witch of Agnesi” (Agnesi cadısı) olarak bilinen kübik eğri konusunu da tartışıyordu. Kitabın İngilizce çevirisindeki bir hatanın sonucu olarak bu çok tuhaf deyimle nitelenen bu eğri, Agnesi’den önce de tartışılmakla birlikte Agnesi’nin adının bugünlere kadar gelmesini sağladı. Caroline Herschel Caroline Herschel, sekiz kuyruklu yıldız ve üç nebula keşfeden ve modern Avrupa’da ücretli olarak resmi göreve atanan ilk kadın astronomdur.
Caroline Herschel, 1750’de Hanover’de doğdu. Askeri bir müzisyen olan babası Isaac Herschel, altı çocuğunu da müzik ve matematik öğrenmeleri için teşvik etmişti. Fakat annesi Anna Ilse iki kızı için başka düşüncelere sahipti ve Caroline’in dikiş öğrenmesini ve aileye bakmasını istiyordu. Caroline, 10 yaşındayken gelişmesini sürekli engelleyen tifüse yakalanmasına rağmen müzik çalışmalarını ev işleriyle birlikte yürütmeyi başardı. Babasının 1767’deki ölümünden beş yıl sonra büyük ağabeyi Friedrich Wilhelm’den (İngiltere’de William) gelen bir davet sayesinde, ev işlerinin angaryasından kaçmak için bir fırsat yakaladı. Bath’da bir orgçu ve orkestra şefi 49
olarak çalışan ağabeyinin yanına gitti. Önce ev işlerine bakarken, sonra ağabeyinin konserlerine solist olarak katılmaya başladı. Bir süre sonra da ilk şarkıcı (biz assolist diyoruz) oldu ve başka şehirlerden de konser teklifleri almaya başladı. Bütün bu çalışmaları sırasında henüz ağabeyinin astronomi hobisinden etkilenmiş görünmüyordu. Büyük olasılıkla, çok sevdiği müzik kariyerinde ilerleyecekti. William Herschel, müzikteki başarılı çalışmalarının yanı sıra, geceleri gökyüzünü gözlemeye tutkundu ve Güneş sisteminin derinliklerini gözlemesine imkân veren bir aynalı teleskop da yapmıştı. Caroline, aynaları temizleme ve gözleme hazırlama gibi çok hassas olmayı gerektiren çalışmalarında ağabeyine yardımcı oldu. Caroline aynı zamanda astronomi teorisi üzerine çalışmaya da başladı, astronomik uzaklıkları ölçmede ve yıldızları gözlemlemede temel alınacak hesaplamalar ve dönüşümler için gerekli formüllerin çıkartılmasında ve cebirde ustalaştı. 1781’de William Herschel, Uranus gezegenini keşfetti. Bu keşifteki yardımcı rolü, Caroline’i de saygın kılmıştı. Aynı yıl William, Windsor’daki Kraliyet Sarayı’na ‘Kral Astronomu’ olarak atandı. Caroline bu durumda müzikteki kariyerine devam etmek ile bilim asistanı olarak ağabeyiyle saraya gitmek arasında seçim yapmak zorunda kaldı. Sonunda Windsor’a gitmeyi seçti ve orada William ile birlikte ürettikleri dev teleskopla, yıldızların pozisyonlarının gece gözlemleriyle kaydedilmesinde çalıştı. Caroline bütün gündüzlerini, gece gözlemlerindeki notları ve bunlarla ilgili hesaplamaları değerlendirmekle geçiriyordu. Amacı, yıldız kümelerinin ve nebula (bulutsu) parçacıklarının bir kataloğunu hazırlamaktı. Zamanı geldiğinde Caroline, kendi astronomik araştırmaları üzerine çalışmaya başladı. 1783’te üç yeni nebula (yıldızları oluşturan puslu bulutsular) buldu ve 17861797 arasında sekiz kuyrukluyıldız keşfetti. Bu kuyrukluyıldızlardan biri şimdi onun adını taşımaktadır. (35P/Herschel-Rigollet). Çalışmaları tanınmaya başladığında Caroline 50 pounds ücret alıyordu. Caroline, İngiltere’de hükümet tarafından ücretli olarak resmen atanmış ilk kadın bilimcidir. 1788’de William, zengin bir dul kadın olan Mary Pitt ile evlendi. Bu evlilikten John adını koydukları bir çocukları oldu. Caroline başlangıçta yeni evlilere karşı biraz soğuk davrandı. Ağabeyinin evinden ayrıldı, fakat daha sonra yengesine 50
yaklaştı ve ünlü bir astronom ve matematikçi olacak yeğenine de çok büyük bir yakınlık duydu. William’ın evlenmesi, rasathanede daha az vakit geçirmesi anlamına geliyordu. Fakat Caroline kendisini astronomi araştırmalarına hasretmeyi sürdürdü. Çalışmaları, 18. yüzyılda John Flamsteed tarafından hazırlanmış bir yıldızlar kataloğunun yeniden düzenlenmesi ve güncellenmesi girişiminden oluşuyordu. Onun gözden geçirilmiş kataloğu, Bilimler Akademisi tarafından 1798’de yayımlandı. Caroline yaşamının daha sonraki yıllarında bir nebula kataloğunun hazırlanmasında yeğeniyle birlikte de çalıştı. 1822’de William öldüğünde Caroline hemen Hanover’e döndü. Burada kendisinin ve ağabeyinin yaptığı keşiflerin kataloglanmasıyla uğraştı. Aralarında büyük Alman matematikçisi ve astronomu Carl Friedrich Gauss’un da bulunduğu çok sayıda seçkin bilimci tarafından ziyaret edildi. Caroline, 97 yaşındaki ölümüne kadar Hanover’de kaldı. Caroline Herschel’in bilim tarihindeki yeri, öncelikle modern Avrupa’da astronomi alanında varlığı tam olarak kabul olunmuş ilk kadın bilimci olmasıyla belirlenir. Bilimsel başarıları arasında, kuyrukluyıldızlar ve nebulalar keşfetmesi ile Uranus’u bir gezegen olarak keşfeden ağabeyi William’a yaptığı yardımla onurlandırılmış olması vardır. Katalog çalışmaları ise, bu konuyla ilgilenecek insanlar için büyük bir miras niteliğindedir. Bu önemli eseri ona hem yaşamında, hem de ölümünden sonra çok sayıda övgü ve ödül sağladı. 1828’de Kraliyet Astronomi Derneği tarafından altın madalya ile ödüllendirildi. Yedi yıl sonra Caroline Herschel ve Mary Somerwille, bu derneğin ilk kadın üyeleri oldular. Herschel ayrıca İrlanda Bilimler Akademisi üyesi oldu ve 96. doğum gününde Prusya Kralı onu Prusya Bilimler Akademisi altın madalyası ile ödüllendirdi. Ölümünden sonra bile Caroline, astronomik olgulara isminin verilmesiyle onurlandırılarak hatırlanıyordu. 1889’da keşfedilen bir asteroite, Herschel’in diğer ismi verildi. (281 Lucretia). Ayrıca bir Ay kraterine de 1935’te onun onuruna Caroline Herschel adı verildi.
51
Hypatia Örneği ile Kadın Sorunu Selen Kaynar "Kadınsız devrim olmaz, kadın devrim yapmadan kurtulmaz." V.I. Lenin İskenderiyeli Hypatia 370-415 yılları arasında yaşamış; felsefe, matematik, geometri ve astronomi alanlarında dönemin en önemli kütüphanesi olan İskenderiye Kütüphanesi’nde (Museion) dersler vermiş bilim insanıdır. İskenderiye Felsefe Okulu’nun yöneticisi filozof Theon’nun kızıdır, matematik ve geometri eğitimlerini babasından almıştır. İskenderiye Kütüphanesi, kütüphane olmanın yanı sıra kültürel değerlerin korunduğu müze ve bilimsel araştırmaların yapıldığı yer olarak da bilinmektedir. Bu coğrafyada paganları, Yahudileri ve sonradan imparatorluk içinde gelişme gösteren Hıristiyanlığı görmekteyiz. Böylesine büyüleyici bilimsel üretim merkezinin, Hıristiyanlığın yükselişe geçmesi ile birlikte dini çatışmalar yüzünden yerle bir olmasına tanıklık ediyoruz. Bilimsel düşünme yönteminin dinsel dogmalar ile çelişmesiyle birlikte bilimsel çalışmaları kendileri için tehdit unsuru olarak gören Hıristiyan keşişler, bilim insanlarını dinsizlikle suçlamışlardır. Bu kışkırtma sonrasında, İskenderiye Kütüphanesi ve içindeki bütün bilimsel çalışmalar yakılıp yıkılmıştır. Kütüphane yıkıldıktan sonra Hristiyanlık inancı, bilimsel araştırmaların önüne geçerek araştırmaları geriletmiştir. Kadının doğurganlık özelliği dışında bir özelliğinin olmadığı bu dönemde Hypatia, çok sayıda erkek öğrenciye ders vermektedir. Bu durumun Hıristiyanlar tarafından tepki toplamasına rağmen Hypatia, dönemin yaygın düşüncesine kadın kimliği ile değil bilim insanı kimliği ile karşı çıkmıştır. Tanrı buyrukları yerine aklı, mucizevî açıklamalar yerine bilimi savunması 52
Hypatia’nın, dönemin cadısı ilan edilmesine neden olmuştur. Ortaçağ’ın karanlık döneminde kadınlara yönelik yapılan cadı avının, bu dönemde Hypatia ile yaşandığını söylemek mümkündür. Hypatia, acımasız bir şekilde bilim düşmanı, yobaz insanlar tarafından katledilir. Bu, din uğruna alınan ilk can değildi elbette ama aklını kullanabilme becerisini kazanmış bir kadın olarak bilimin verdiği ilk canlardan sayılabilir. Felsefe tarihi boyunca gözümüze hep erkek tekelli düşünceler çarpsa da Hypatia, kendi çağında yaptığı bilimsel çalışmalar ile önemli bir bilim insanı ve kadın filozof olmayı başararak bu düşünceyi yıkmayı başarmıştır. Hypatia, bilginin cinsiyetinin yönünü değiştirdiği bir yol ayırımında bulunmaktadır. Din ile uyuşturulmuş zihniyetlere ve erkek egemen otoritelere karşı durabilmeyi gösteren simge olmuştur. Otoritelerin kadına ‘bahşettiği’ roller, kadının konuşmasını bile yasaklarken Hypatia bu rolleri önemsemeyip kendisini var etmeyi başarabilmiş bir kadındır. Hypatia’dan günümüze yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen kadının ikincil plana atılması, insanların yüzlerini dini söylemlere dönmeleri hala değişme göstermemiştir. Şimdilede de, toplumsal yaşamdan izole edilmiş bir biçimde, sadece gündelik yaşamları ile varlığını sürdüren kadınlar yaratmaya çalışan bir sistemde yaşamaktayız. Bu sistemde kadın; çocuk doğurur, çocuğun bakımını üstlenir, ev işleri ile uğraşır, hizmet sektöründe güvencesiz çalışır, işten çıkarıldığında kocasına muhtaç kalır. Bunlar yetmezmiş gibi cinsel şiddete veya beden şiddetine maruz kalırlar. Kadınları, kadın olmaklığı küçük düşürmeye yönelik yaşanan bu olaylar, kadınlara kadınlığın hastalıklı bir durum olduğunu kanıksatma yönünde de girişimlerde bulunmaktadırlar. Bu gerici anlayış, kadınları silikleştirmeye çalışırken sistemlerinin varlığını sürdürebilmeleri için gerici yasalar ile yaptırımlarını arttırmaya çalışmaktadırlar. Kadın-erkek eşitliğinin sağlanması, kadınların örgütlenip sokağa çıkmaları ile kazanılacaktır. 53
Kadın, önce kendisinin sömürülmesine karşı mücadele ederken, bu mücadele sonraları işçi sömürüsüne karşı mücadeleye evirilecektir. Gündelik yaşamının sınırlarını çizen ve bu sınırların aşılmasını istemeyen bir sistemde kadın olmak hatta insan olarak kalabilmenin zorluğunu yaşayan her insan kendisine alternatif yaşam şekilleri yaratmak zorundadır. Kadının üretime katıldığı dolayısıyla toplumsallaştığı bir anayasa örneğine bakacak olursak; 1918 yılında Ekim Devrimi’nden sonra Sovyet anayasasında, “üretime katılarak topluma yararlı olanlar ile ev işleriyle ilgilenerek, diğerlerinin üretime katılmalarını destekleyenler” diye ifade edilen, kadınların her alanda görmezden gelinmesi mümkün olmayan emeklerinin olduğudur. Bir toplumun gelişebilmesi için kadının
toplumsal
yaşamın parçası haline gelmesi
gerekmektedir. Bunun için Sovyet anayasası, bu yaklaşımın, toplumsal yaşamın en temel metninde kuumsallaşmış, garanti altına alınmış olması bakımından somut bir veri sunmaktadır.
54
Televizyonun “Mezesi” Kadın Sıla Ay, Güldane Pekdoğan Televizyon icadından, daha doğrusu her eve girdiği zamandan beri insan hayatında büyük bir yere sahip olmuştur. Eve yorgun argın dönen kişinin hem evinden çıkmadan hem de para harcamadan bir yandan eğlenip bir yandan da “sosyalleşmesini” sağlayan yegane araç haline gelmiştir. Ses ve görsellerle desteklenen bu aracın kitleler üzerindeki inandırma etkisinin keşfedilmesiyle sistem çarklarını döndürmeye başlamış ve bunu kendi doğrularını ve isteklerini dayatmada en etkili silahı haline getirmiştir. Toplumsal hayatta yalnızlaşan bireyin televizyon programlarıyla toplumsallaştığı yanılsamasına kapılması, reklamlarla suni gereksinimlerin ve tüketim ihtiyacının doğurulması, televizyon dizileriyle rol modeller belirlenmesi ve toplumun bu rol modellere göre şekillendirilmesi sistemin bu kitle iletişim aracı üzerine nasıl eğildiğini açıkça ortaya koymaktadır. Sistem toplumla uğraşırken tabi ki kadını da ihmal (!) etmemektedir. Televizyonu kendi istediği kadın modelini yaratmakta her yönüyle kullanmaktadır. Görsel medyada kadınlar iyi anne ,iyi eş iyi yurttaş rolleriyle temsil edilmektedir. Çalışan kadın geleneksel işbölümünün devamlılığı şeklinde, öğretmenlik, hemşirelik, sekreterlik, bakıcılık gibi meslekleri çağrıştırmaktadır. Bu bakışın toplumdaki cinsiyet ideolojisini sağlamlaştırmaya yönelik olduğu açıktır. Haber programlarında kadınlarla ilgili haberlerin sunuluşundan dizilerde çizilen kadın modellerine, gündüz kuşağındaki kadın programlarından reklamlarda kadının kullanılışına kadar her cepheden kadına saldırmaktadır. Haberlerin Olmazsa Olmazı “Kadın Cinayetleri” Küresel medya projesinin 2005 yılında yaptığı araştırmaya göre kadınlar medyada yüzde 21’lik temsildedir. Yine bu araştırmada kadınların medyada en çok şiddet gören mağdur konumunda ya da eğlence, magazin, haberlerinde yer aldığı bunun dışında ise büyük oranda bedeninin kullanıldığı reklamlarda yer verildiği görülmüştür. Kadınların bu modeller dışında neredeyse hiç temsil edilmemektedir.Verilen haberler de yine kadının güzelliğini kullanmaktadır öyle ki trajedisinin gölgeleyen şekilde. Münevver Karabulut cinayetinde olduğu gibi kadın cazip halleriyle boy boy fotoğraflarını sırf sayfayı ya da ekranı süslesin(!) diye yayınlamaktan geri durmuyor medya organları. Öyle ki sömürü abidesi 55
kocaman fotoğraflar haberin önüne geçerek yaşanan trajediyi bile solluyor. Öte yandan asıl haber, cinayet, geri plana atılıp “Münevver neden oradaydı?”, “Bir genç kızın erkek arkadaşının evine gitmesi doğru mu?” tartışmaları döndürülüyor, iş “namus”’a bağlanıp bu genç kızın cinayeti hak ettiğine kadar getiriliyor gündem. Münevver sadece bir örnek, kadın cinayetlerinin yüzde 1400 artış gösterdiği bir dönemde bu şekilde sunulan haberleri de her gün görmekte, fısıltı gazetesiyle yayılan “cinayeti hak etme” seslerini de sürekli duymaktayız. Diziler ve Rol Modelleri Televizyonun insanların hayattaki başlıca “sosyal aktivitesi” haline geldiği günümüzde diziler bu sosyal aktivitenin en önemli taşını oluşturmaktadır. Günlük hayatın dışına çıkmaya çalışan insan bu çabanın tam tersine kendi hayatıyla birleştirebildiği dizileri daha çok tercih etmekte böylece yalnızlığından kurtulmakta ve bunu yaşayan başka kişilerin de olduğunu görüp kaderine teslim olmayı kabullenmektedir. Diğer yandan bu dizilerle kadınlara kalıplar biçilmektedir. Kadının iki seçeneği vardır ya iyi anne iyi eş aynı zamanda bakımlı, çalışıyorsa çalışma hayatında başarılı aynı zamanda evin her türlü işini üstlenmiş “süper kadın” ya da fettan, entrikalar çeviren “iyi adamları, kocaları” yoldan çıkaran “kötü kadın” olacaktır. Birçok dizide görülen kendini evine çocuklarına adamış ama bakımsız kilolu kadının aldatıldığı eşini o kötü kadına kaptırdığı daha sonra kilo verip kendine bakıp iş hayatına atılınca ve kocasını geri kazandığıdır. Bugün en çok izlenen dizilerden biri olan Öyle Bir Geçer Zaman Ki’deki Carolin de başarılı bir işte çalışıp yaşayan ama evli erkekleri ayartan, yapmadığı kötülük kalmayan, çocuğunu bile bırakıp kaçan bir kadın. Öte yandan Cemile eski eşinden dayak yemiş, tecavüze uğramış ama fedakâr bir anne-eş, Carolin’in çocuğuna bile annelik yapıyor… Bu fettan kadın tiplerinin önemli ortaklığı da kötü aile ilişkileri ya da boşanmış ailelerin çocukları oldukları için bu durumda olmaları. Yani baba terbiyesi almamaları! Gündüz Kuşağının Vazgeçilmezi Kadın Programları Günümüz toplumsal koşulları göz önüne alındığında gündüz kuşağını daha çok kadınların izlediği bir gerçektir. Bu gerçeklikten hareketle hedef kitlesi kadınlar olan yayın politikalarının belirlenmesi ve kadına yönelik programlar yapılması çok normaldir. Peki kadına yönelik program, içinde dedikodu ve çöpçatanlıktan başka bir şey barındırmayan kadın programları ve yemek yapmayı, örgü örmeyi öğreten ev işi programları mıdır? İşte bu noktada kadına biçilen toplumsal kimlik devreye girmektedir. Bu yayın politikasıyla kadının siyasi, ekonomik, 56
kültürel gelişimi için çaba sarf edilmemekte kadın ya içi boş kadın programlarıyla zaman öldürmeye sevk edilmekte ya da “görevlerini” daha iyi gerçekleştirmesi yönünde eğitilmektedir. Zaten eve kapanan kadın her gün aynı rutini yaşayıp üretim sürecine katılmadığı için gelişemiyorken bu programlarla daha da geriletilmektedir. Reklamların Nesnesi Kadın A’dan Z’ye her tür ürünün reklamında tüketen ve tüketilen olarak kadının kullanıldığı görülmektedir. Kadına biçilen roller reklamlar üzerinden doğallaştırılarak bilinçlere işlenmektedir. Temizlik ürünü reklamlarında karşımıza çıkan neredeyse her zaman kadınlardır. Bir yandan temizliğin kadının görevi olduğu mesajı verilirken bir yandan da kadına temizlikte en iyi olma hırsı aşılanmaktadır. Birçok deterjan reklamında kadınlar birbirleriyle kimin perdelerinin veya giysilerinin “daha beyaz” olduğu konusunda rekabete girmekte ya da en temiz eve sahip olan kıskanılmakta onun “sırrı” çözülmeye çalışılmaktadır. Bazen de kadınlar birbirleriyle tartışmaya girmekte o sırada ortaya çıkan erkek çözümü sunarak reklamın kahramanı olmaktadır. Bir diğer yandan kadın vücudunun cinsel obje olarak kullanıldığı reklamlar da sıkça gösterilmektedir. Bu reklamlarda tanıtılan üründen çok kadın vücudu göz önüne çıkarılmakta ve ürünün “haz verici” olduğu anlatılmaktadır. Şampuan markası AXE “saçları AXE’la, kızları tavla” sloganıyla reklam filmini çekmekte, Algida sahilde dondurma yiyen kız, arkada görünen erkek ve “sanki küçük bir kaçamak” dış sesiyle reklamını yapmaktadır. Kadınlara yönelik ürünlerde ise kadının kendini “rahat”, “güvende”, “huzurlu”, “özgür” hissetmesi ön plana çıkarılmakta kadının özgürlüğü, güveni o ürünü kullanıp kullanmamasına indirgenmektedir. Medya, Reyting ve Özgür Kadın Medya patronları dediğimiz kişilerin, ticari bir kaygıyla üretim ortamının merkezine kadını yerleştirerek bu şekilde ‘gerçek kadını’ ikincil konuma itiyor. Medyada yer alan kadın perspektifi ve kadının aşağılanması durumuna ilişkin olarak, bu sorunun aşılabilmesi için, “kadın ve medya” gerçekçi bir biçimde çalışmalıdır. Bunun için de, medya ilk olarak işlevlerini düşünmeli, ticari kaygı sorununu aşmalı böylece kadını kullanmaktan vazgeçmelidir. Kadın da medyada var olan kadın sömürüsüne karşı çaba sarf etmelidir.
57
Türkiye’de medya çürümüşlüğün ve sistemin göstergesidir. Kadının karşı karşıya kaldığı aşağılık ortamdan kurtulmasının, soruna kaynaklık eden sistemin değişmesiyle mümkün olacağını kavrayan her birey öncelikle kendini ve günlük yaşamını sorgulayarak sağlıklı adım atabilir. Yaşamı sorgulayan, sorunları gören ve irdeleyen, bununla yetinmeyip, yıkma ve yeniden yaratma eyleminde yerini alan bireylerin birlikte mücadelesiyle olur. Kadın kendinin farkına varmalıdır. İkinci cins olmayı, erkeğe haz veren nesne olmayı kabul etmemelidir. Son dönemde kadın ve medya üzerine gidilmeye, sesler yükseltilmeye başlamıştır. Biz biliyoruz ki medya da ancak kadın ile birlikte özgürleşecek çünkü kadın varoluş savaşını gerçekleştirdiğinde medya da sistem baskısından kurtulacak. İşte bu savaş özgür medya, özgür insan, özgür kadın için olacak!
58
Gülümsemekten Yorulmuş Yunus Özgür Keşaplı Didrickson
Bir yunus gördüm Gülümsetti Dokundum Yardım et dedim, Kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Nen var dedi Mutsuzum Ben de Niçin gülüyorsun öyleyse? Denizlerden bir onu getirebildim, hatıramdır dedi Yüzgecine tutundum Kaygandı, rahatsızdı Nen var dedim Sustu
Yunusa baktım Somurtuyor mu ne? Gözlerine, derine Karanlık Yazık dedim 59
Solmuş hatırası, tüm hatıralar gibi
Bir yunus gördüm Gülümsemekten yorulmuş Gülümsemesi solmuş Yunusa baktım Gözlerini söndürmüş
Benden daha mutsuzlar da varmış demek Dedim Hafifledim Uzaklaştım mutsuzdan
Yukarıdaki satırları 2008 kışında Bodrum’daki tutsak yunusları ziyaret ettikten sonra yazmıştım. Yakalanmamaları için çabaladığım yunuslarla ilk kez göz göze geldikten, kimse aldırmadan bir poşetle uzun süre oynamalarını, hemen diplerinde delgeçlerle çalışma yapıldığını gördükten sonra… Tek başıma yolculuk ediyorsam, hele pencere kenarında bir koltuk bulabildiysem manzara seyrederek müzik dinlemeyi kitap okumaya tercih ediyorum. O gün de düşüncelerle denize dalmışken “Smiling faces sometimes” (Gülen yüzler bazen…) şarkısı çalmaya başlayınca irkildim. Joan Osborne’nun “How sweet it is” albümünde yer alan bu şarkıyı çok sevdiğim, sözlerini de az çok mırıldandığım halde o gün ilk kez dinler gibi olmuştum. Hani hepimizin başına gelir ya… 1971 yılında Norman Whitfield ve Barrett Strong tarafından yazılan ve “The Undisputed truth” grubu tarafından seslendirildiğinde büyük beğeni toplayan bu şarkı yüzümüze gülen ama arkamızdan bıçaklayanlarla ilgili. 60
Şarkının, gülümseyişin sadece ters dönmüş bir somurtuş olduğundan ve gerçeğin gözlerde aranması gerektiğinden bahseden sözlerini Joan Osborne’un güçlü sesiyle dinlerken somurtamamalarının bedelini ödeyen yunusları düşünüyordum daha çok. Bu satırları yazarken ise şarkının yazılış amacına uygun şekilde insanları düşünüyorum. Bir yazımda yunusların çok sevildiği için sömürülen hayvanların başında geldiğini söylemiştim. Yalnızca para değil, ün ve saygınlık avına çıkanlar da sömürüyor yunusları. Tüm dünyada yakın gelecekte sona erecek gibi görünmeyen tutsaklık konusunda güç birliği yapmamalarının başka ne nedeni olabilir? Yaklaşık 10 yıldır yunus tutsaklığına karşı, merkezde ve savrulduğu kıyıda çabalamış ve bol bol insan gözlemi yapmış biri olarak yunusların gerçek anlamda sevilmeye en çok bugünlerde ihtiyacı olduğunu düşünüyorum ve bu güzel şarkıyı mırıldanarak ayrılıyorum; “Gülümseyen yüzler kimi zaman doğruyu söylemez. Kanıtım var, gülümseyen yüzler kimi zaman yalan söyler”
61
Gidene Ağıt Oral Toğa
Bir devrimdir gitmek... Kaç zaman geçti gideli hatırlamıyorum. Hatırladığım son şey, o terminalde seni kucaklayıp bıraktım ve senin yanaklarından yaş, benimse içimden kan süzülüyordu. İşte, o gün bugündür Araf’tayım. Varlığını düşününce cenneti, yokluğunu hissedince cehennemi yaşıyorum. Kaç zaman geçti hiç mi hiç hatırlamıyorum. Otobüs durakları, koşuşan insanlar, deniz ya da şehrin en işlek çay bahçesi… Her şey ama her şey, her ne varsa işte o, benden çok ama çok uzakta. Hiçbiri içinde bulunduğum zamana ait değil. Ben hala o terminalde sana el sallarken, insanlar geçiyor sağımdan solumdan içimden… O kadar yoksun bende ve o kadar boş kaldı ki içim, insanlar beni delip geçiyor. Uzaktasın şimdi… Belki köpeklerini gezdirdin, evine döndün. Belki derin bir nefes çektin ve tatlı bir yorgunlukla ayakkabılarını çıkarmak için kapı eşiğine oturdun. Biraz telaşlısın belki… İşte tam bu anda bir grup anarşist fikir tekme tokat çullanıyor üzerime. Yıkıyor üzerimdeki tüm otoriter duyguları bir bir… Beni de bir yolculuk sonrası çıkarttığın ayakkabılar gibi çıkarmış olabilir misin hayatından, aklından, hayallerinden? Bütün her şeyi unutabilme ihtimalin aklıma geldikçe çıldırıyorum. Mutsuzum... Sen yokken ben hep yalnızım. Yalnızlığımı dahi kapı dışarı edesim geliyor. Olup olmadık yerde çatıyorum herkese. Kızma ama sana bile çatıyorum bazen gıyabında. Ben seni zaten gıyabında seviyorum. Geceleri gıyabında filmler izliyorum seninle. Gıyabında okşuyorum saçlarını. Ve gıyabında söylüyorum belki de hiçbir kadının hiçbir zaman duyamayacağı ve –kahretsinsenin bile duyacağından şüpheli ensest cümleleri. Çok şükür, insanlar beni anlamıyor. Hem zaten seni anlatacak o cümle henüz kurulmadı, bunu anlatacak bir şair henüz yeryüzüne inmedi... Emanetlerin bende sağlam, merak etme. Gözüm gibi bakıyorum bıraktığın her acıya ve yokluğa. Her gün itinayla veriyorum sularını gözyaşlarımla ve her gece 62
konuşuyorum onlarla. Sana kuramadığım cümleleri kuruyorum, bir zamandan ötekine geçerken… Ben ölüyorum sanırım. Nerden bileyim hiç ölmedim ki… Ama eminim ölüm dedikleri buna benzer bir şey. Çünkü derler ki insanlar ölürken sevdiklerini görürlermiş, yüzleri beyaz kesermiş. Boş boş bir noktaya bakar bir şeyler gevelerlermiş. Ben her gece gözümü tavanda bir noktaya dikip, beyaza kesmiş yüzümle seni izliyorum. Dans eden hayaline usulca ne çok özlediğimi fısıldıyorum. Söylesene sevgilim, ben niye ölemiyorum? Sevgilim, seninle ben bir sigara gibiyiz. Ben tütünüm, sen beni saran kağıt. Yaşadığımız tüm zorluklara karşı bir sigara gibi mağruruz, ateşliyiz ve dumanlıyız. Ne var ki bir kere ateş çakmaya görsün, ben hep içten içe yanarken, sen bana eşlik etmekten öteye gidemiyorsun. Biz bir bütün olamadık mı yoksa? Yoksa birlikteliğimiz hayata karşı verilmiş beş dakikalık bir mola mıydı? Kaç zaman geçti gideli hatırlamıyorum. Son yıldız ne vakit kaydı bu gökten hiç anımsamıyorum. Artık bir tuhaf karanlığın içinde, sana giden yolları arıyorum. Lunaparkta kaybolmuş bir çocuk gibi gözlerini sıkıca yummuş, yumruklarını sıkmış, kalabalığın içinde seni kaybetmiş ağlıyorum…
63
Gökhan Soysal
aydınlanma körlerin ülkesinde güneşin doğmasıyla bitiverirmiş aniden ellerinde şemsiyelerle ıslak insanlar -ıslak insanlar korkarlarmış kuruyup gitmektengörmezmiş gözleri yepyeni bi günün umudun doğuşunu görseler sığınırlar mıymış hiç kapkara bulutlarla kuru'ntularının altına?
temsilcisiz kelimeler anlamını bıraksa ellerimize bir slogan olsa da atsak bir özgürlük olsa en mavisinden yaşasak ölmek mesela yasak olsa bir gün tutsak bir bulutun ucundan 64
mesela kutsal topraklarda tutsak bir bulutun olduğu gökyüzünün parmaklıklarını kırsak vaadedilmiş topraklarda mesela tutsak bir sınırın ucundan tutsaklığımıza baksak arafta mesela vaadedilmiş kutsal topraklarda
65
Fransa, Bizim Yolları 15 Yıl Geriden Takip Ediyor Bedri Baykam Fransa mı desem yoksa daha geniş anlamda “Batı” mı? Emin olamıyorum, çünkü Belçika, Almanya, İngiltere ve daha onca ülke bu tartışmalarda fırtınanın gözbebeğine çekiliyorlar. Benim örneklerim Fransa’dan, ama nasıl isterseniz okuyabilirsiniz. Nasıl Türkiye 1990’ların ilk yıllarından başlayarak türban ve TCK 163. Madde üzerinden, “Düşünce özgürlüğü-Bireysel özgürlükler-Din-Hukuk” tartışmalarının dibine çekilip sonunda saflık, gaflet ve cesaret eksikliği ile tüm laik mevzilerini ve hukuk devleti olma vasıflarını teker teker kaybettiyse, Fransa da ilginç bir şekilde aşağı yukarı 15 sene geriden gelerek aynı durumda; hatta akrobasi ipinin üstünde sallanıp duruyor. Hem de özünde bizim gibi bir Müslüman ülke olmamasına rağmen! Fransa’da sayımlarda din ve ırk aidiyeti soruları sorulamadığı için ancak tahmin yürütülüyor ve Müslüman sayısı belki %8 civarında geziniyor. Ama Fransızlar’ın Müslümanlardan dört kere daha az çocuk yaptıkları göz önüne alındığında 15 sene sonra bu rakamın %22’ye çıkması muhtemel görülüyor. 40-50 yıl sonra ise Fransa’dan bir “İslam ülkesi” olarak söz etmenin mümkün olacağı konuşuluyor... Ama aktaracağım izler bugünlerden. Bir TV tartışması: Geçen yıl Montauban ve Toulouse kentlerinde 3’ü çocuk 7 kişinin ölümü ile sonuçlanan ağır saldırılardan sonra daha da ateşlenen tartışma ortamında her geçen gün yeni bir kitap veya TV paneli bu konuları irdeliyor. Doğal olarak Yunanistan’la beraber “Demokrasinin beşiği” sıfatını taşıyan ülkede, bizim 2. Cumhuriyetçiler’i aratmayacak demagoji ustalarının laikliği kanırtması ve hırpalamaları ise kaçınılmaz. Gözümde yeniden canlanan bir geçmiş sahneyi izler gibi bakakaldım, Pazar gecesi bir kanaldaki tartışmalara: İmam Hassen Chalgoumi ve yazar David Pujadas’ın “Çok Geç Kalmadan Birşeyler Yapalım” kitabı etrafında alevlenen medyatik kavgalar: Artık o kadar ezberlemişim ki her iki tarafın neler söyleyeceğini, hangi aşamada ses tonlarının yükseleceğini! Hayrını görün ve Allah akıl fikir ihsan eylesin demekle yetiniyorum. Bir yazar onuruna davet: Geçen hafta sonu Paris’te, çoğunluğu siyasetçi, gazeteci, akademisyen veya benzeri gruplardan oluşan bir grubun davetli olduğu akşam yemeğinde, Kanadalı ünlü yazar İrshad Manji onur konuğu. Kadın beni görünce heyecanla gelip sarılıyor, çok eskiden tanışıyormuşuz ama, eyvah ki ben hatırlamıyorum! Bozuntuya vermeden rolümü oynuyorum.Kendisi İslam’ı 66
reforme etme arzusuyla yola çıkmış, bu uğurda kitaplar yazmış, tartışmalara katılmış ve tabii bu nedenle hakkında ölüm fetvaları çıkarılmış, hedef gösterilmiş bir kadın. Türkiye’de de kendisinden sıkça söz edilmiş olan Manji, Kuran’da artık uygulanması imkansız veya muğlak ifadelerin gözden geçirilmesi ve özgürlükçü yeni bir tasvir yapılması olarak özetleyebileceğimiz çabaları nedeniyle “dişi Salman Rüşdi” olarak tanımlanıyor. Yaptığı konuşmada kanıma göre sonsuz bir iyiniyet elçisi rolüne soyunan yazardan sonra söz aldığımda, kendisine köktendinciliğin tüm bedellerini ödemiş bir aydınlar grubunun üyesi olarak karşı tarafın katılığını, Atatürk laikliğinin getirilerini hatırlattım. Aramızda yer alan “İslamı yeni seçmiş” ilginç Fransızlar’ın da katkılarıyla uzayıp giden gece, tabii bana yine 90’lardan kalma bazı sosyal katman karıştırıcısı fantezilerimizi hatırlattı. Bir film: “Allah’ın Atları” (Les Chevaux de Dieu), Fransa-Fas-Belçika yapımı. Nabil Ayouch’un yönetmenliğini yaptığı iç karartıcı ve harika bir eser. 2000ler dönemecinde yaşanmış gerçek bir hikaye. Casablanca’nın varoşlarında, içinde yaşadıkları fakirlik ve aidiyet krizinin orta yerinde köktendinci bir terör örgütünün eline düşen ve sonunda intihar komandoluğuna terfi edip şehit olma ve cennete gitme hakkı kazanan gencecik insanların dramı, en yalın ve düşündürücü uslupla ele elınmış. Yani haberlerden duyduğumuz “şu kadar ölü”ye neden olan ölüm komandolarının, aslında nasıl masum, beyni yıkanmış fakir çocuklardan seçildiklerini olayı içinden yaşayarak görüyoruz. Hani artık bizim ülkede “tanımlaması yapılamadığı için” suç olmaktan çıkarılan, MGK’da masaya bile yatırılamayan “irtica”nın seçtiği kurbanların hikayesi... Fransa, şayet “ödünsüz laik-demokrasi”yi korumayı bilmez ve “kişisel hak ve özgürlükleri koruma” adı altında ayağının altındaki halının çekildiğinin farkına varamazsa, bayağ neşeli ve çelişkili çıngarlar izleyeceğimizden şüpheniz olmasın! Fransız medyası, Nilüfer Göle, Mehmet Altan ve Hadi Uluengin’den biraz ders alırsa, keyif oranı da o ölçüde patlama yapar...
67
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü…
Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir.
***
Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? 68
Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: “Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!” Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz…
*** Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli… Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister…
Not: Mustafa Balbay tutuklu olduğu için bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Sayın Serdar Kızık’ın izniyle yayınlıyoruz. 69
Abidin Dino 23 Mart 1913 - 7 Aral覺k 1993 70