Azizm Sanat E-Dergi Mayıs 2008 Sayı 7
Dosya: 40. Yılında 68 Kuşağı Azizm Sanat Örgütü 1 Yaşında Cesare Pavese
Söyleşi: Levend Kılıç
1
Editörden Manifestomuzun yazılışı, yani sanat örgütümüzün kuruluşunun birinci yıldönümünü yeni bir amblem ve site yüzüyle kutladığımız bu ayda, ülkemizi ve dünyayı hala sarsmakta olan 68 kuşağının 40. yılını özel olarak kutluyoruz. Şiir bölümümüzde bu kuşağın güçlü temsilcisi, dünyaca ünlü şairimiz Ataol Behramoğlu’nun dizelerini bulacaksınız. Video bölümünde Azizm olarak hazırladığımız Bizim 68’imiz adlı çalışmayı izleyebilirsiniz. Sinema yazılarımızda usta yönetmen Bernardo Bertolucci’nin Dreamers’ı, politik sinema yazılarımızda ise Stanley Kubrick’in Full Metal Jacket’i yer almakta. Bunların yanında son zamanlarda ilgiyle izlenen ve 68’in 40. yıldönümüne denk gelen, Ümmü Burhan’ın yönettiği Hatırla Sevgili dizisi hakkında yazımızı da sayfalarımızda bulabilirsiniz. 36 yıl önce katledilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan başta olmak üzere tüm bu çalışmaları ebediyen genç kalacak 68lilere armağan ediyoruz. Bu ay elbette kendini baş sanan ayakların, emekçilerimizi ezmeye çalıştığı 1 Mayıs’ı da unutmadık. Röportaj bölümümüzde fotoğraf sanatçısı Levend Kılıç’la yaptığımız keyifli sohbetimizi okuyabilirsiniz. Bunun yanında ünlü yazar Cesare Pavese hakkında bir çalışma bu ay sayfalarımızda. Sergi ve fotoğraf bölümlerinde yeni çalışmalarımızı ve deneme yazılarımızı da sizlere sunuyoruz. Forumda, yeni başlıklarımızda sizlerin paylaşımlarını bekliyoruz. Manifestomuzun yazılışının birinci yıldönümünde Azizm Sanat Örgütü olarak, Sanat Aydınlanma İçindir sloganımızla ilerleyen yıllarda sizlerle, sanatın yanındaki dostlarla, daha da güçleneceğiz ve kim bilir, belki de hep birlikte 2008’liler diye bir kuşak yaratacağız… Gerçekçi olup imkânsızı istemekten çekinmeyenlere…
2
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
Ön ve Arka Kapak: Düşler, Tutkular ve Suçlar (2003) – Bernardo Bertolucci
3
İçindekiler The Dreamers / Düşler, Tutkular ve Suçlar – Sümeyye Günbaylı
s.5
Full Metal Jacket’in İçinde – Onur Keşaplı
s.26
Hatırla Sevgili Üzerine – Utku Aktunç
s.35
68’i Aralamak – Onur Keşaplı
s.38
Dizeleriyle Ataol Behramoğlu – Duygu Yılmaz
s.41
Levend Kılıç ile Söyleşi – Ceyda Şahinoğlu, Osman Bahar
s.53
Piponun Ucundaki Yaşam: Pavese Çağırıyor – Ceyda Şahinoğlu
s.57
Din ve Psikiyatri – Melih Öncel
s.62
Bayram mı Yoksa… – Osman Bahar
s.64
4
The Dreamers / Düşler, Tutkular ve Suçlar Sümeyye Günbaylı 68 denince, hepimizin zihninde beliren bir şeyler olmaktadır. Kimi yaşamış oluyor o yılları, kimi dinlemiş. 1960’larda farklı bir büyü vardır. Artık olmayan bir birliktelik vardır. O yıllarda birçokları, aynı şeyleri hayal etmektedir. Sinema, politika, müzik, caz, rock’n roll, felsefe, sex bu birçokları için önemli şeylerdir. 68’lerde dünyanın her yanında protesto ve politik düşünceler yükselişe geçmiştir. 68’lerde yirmi yedi yaşlarında olan Bertolucci Cinematheque’teki arkadaşları, özellikle Godard, anlaşılmaz şekilde politik gruplara karışmışlardır. Ayrıca, Maoizm’den ve kültürel devrimden etkilenmişlerdir. Che Guevera posterleri her yerdedir. Godard’ın La Chinoise (Juliet Berto ve Jean-Pierre Leaud’un oynadığı, Maoculuğu öğrenen bir grup Fransız öğrencinin politik tartışma ve eylemlerini anlatan filmi. Beş kişilik bu grup, sembolik devrim pratiğine değişik yaklaşımları temsil ederler. Politik tartışma içeren ilk filmidir) adlı filmi 68 Mayısında piyasaya sürülmüştür.
5
Bertolucci’nin de ifade ettiği gibi, bazıları için 68 kaybedilmiş bir savaştır ancak birçok iyi yönde değişiklik de olmuştur kötü anılara rağmen. O dönem birçok genç için büyük bir kara delik gibidir; çünkü aileler o dönem ve konu hakkında konuşmazlar çocuklarına. Bertolucci’ye göre bu suskunluk 68 ruhuna konan bir sansürdür. Devrim hayalleri başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da, olaylar bazı şeylerin değişmesinde önemli rol oynamıştır (özellikle kadının toplumdaki yeri) ve özgürlükleri garanti altına alınmış bugünkü çocuklar, 68’lerde neler yaşandığını biliyor sayılmazlar. Bernardo Bertolucci’nin 2003 yapımı, sex, rock’n roll, caz, uyuşturucu, politika ve özellikle sinema kokan The Dreamers adlı filmi bizi 68 Fransa’sına taşır. Fransa’da o yıllar bir tutku var; herkes filmleri ve yönetmenleri tartışıyor, sürekli izliyor ve tartışıyor. Genç nesil için önemli biri var Fransa’da, birçok filmi bulan, koruyan ve bulduğu her şeyi gösteren biri. Henri Langlois adındaki bu adam kendilerine film kurtları diyen genç sinema izleyicileri ve yapımcıları 6
için akıl hocası sayılırdı, hemen her gün onun bulduğu filmleri izledikleri Cinematheque’in de kurucusuydu aynı zamanda. Bütün kuşak Cinematheque’de büyümüş, yetişmişlerdir(bu kişiler yeni akımcılar olarak ortaya çıkmışlardır. Francois Truffaut, Claude Chabrol ve Jean-Luc Godard). 50’lerde bazı güçlü gazeteler sinemanın katedrali diye yazmaya başlarlar. Bertolucci’nin de 60’larda film yapmaya başladığında asıl sevdiği şey Paris’te doğan yeni sinema akımıdır. “La Nouvelle Vague” denen Yeni Akım. O kadar sevmiştir ki, onlardan biri olmak istemiştir. Fransız Yeni akımcı yönetmenler 1968 Şubat’ında h. Langlois’i desteklemeye başlarlar. Fransız Hükümeti Cinematheque’e sermaye sağlayarak aykırı yönetmeni ve başarısız yönetimi devre dışı bırakmıştır. Dünyanın her yerindeki yönetmenlerden destek mesajları gelmiştir (C.Chaplin gibi). O Şubat’ta 3000 insan Palais de Chaillot’de protesto etmişlerdir. Fransız sinemasının ünlü isimleri de oradadır; Michel Piccoli, Jean-Paul Belmondo, Alain Resnais, Berbet Schroeder. Eylem beklenmedik şekilde şiddetlenir. Truffaut kafası kan içinde kalmış dövülmüştür. Godard da itilmektedir ki bunlar Fransız kültürünün göze çarpan kültürlü insanlarıdır. Polisin gücü sokaklarda görülebilmektedir. Ancak o eylemin gücü sayesinde hükümet H.Langlois’nin görevini geri vermek zorunda kalmıştır. Mayısa doğru bu ayaklanmalar Fransız politika rejimine karşı ulusal bir protestoya dönüşmeye başlamıştır. Tüm bu olaylar Dreamers için yeniden canlandırılmıştır. Dreamers’daki ilk sahne 68 Mayıs’ında tıp fakültesi avlusunda olan olaylardan başlar. Geçmiş ve şimdiyi bir araya getirme arzusunda olan Bertolucci, ilk sahnede bildiri okuyan kişileri o dönemin oyuncularından seçiyor. Gençliklerinde Truffaut ve Godard’la birlikte bulunmuş olan Jean-Pierre Kalfon ve Jean-Pierre Leaud bu sahnede bildirleri okurlar (ki o dönemde de bildirileri onlar okumuşlardır). Sahnede aralara siyah-beyaz görüntülerle (gerçek 68’den) adı geçen yönetmenlerden, bildiri okuyan aynı kişilerden, o dönem insanlarının görüntüleri alınıyor. Bertolucci’ye göre bu geçmiş ve şimdiyi birleştirmenin görsel bir yoludur.
7
Cinematheque’in kapanması Amerikalı Matthew’un Fransız ikizleri Isabelle ve Theo ile tanışmasına vesile olur, böylece üçlü ilişkileri başlar. Bertolucci Matthew karakteri için ilk, Micheal Pitt ile görüşür ve cazibesinden etkilenerek onu seçer. Theo karakteri için Louis Garrel’i seçer. L. Garrel, 68’lerde genç olanlara ve ilginç filmlere hayranlık duyan, o insanlarla tanışmak isteyen bir gençtir. Bertolluci onun adını bir yönetmen oğlu olduğu için duymuştur. Babası yönetmen olan, annesi tiyatro yönetmeni olan, büyük babası oyuncu olan L.Garrel’in sinema tutkusunu anlayabileceğini ve o ruhu yansıtabileceğini düşünür. Isabelle karakteri için biraz zaman harcar ancak, Eva Green’i gördüğü ilk on saniye içinde onun Isabelle olduğu kanısına varır. E. Green ise daha önce hiç sinema filminde oynamamıştır. Sahne oyuncusudur. Bertolluci’nin seçtiği bu oyuncular film boyunca Bertolluci’nin kamerasıyla uyumlu dans edebilmiş güzel üçlü olmuşlardır bana göre. Matthew, Theo ve Isabelle ilk olarak tıp fakültesinin bahçesindeki eylemde, zaman kargaşasının altının çizildiği bildiri okunan sahnede bir araya gelirler. Karakterler bir araya gelmeden önce, Bertolucci bizi gökyüzünden Paris’e bırakır. Kamerasını yukarıdan şehri süzerek caddeye doğru indirerek yapar bunu. Matthew ile aynı kaldırımda yürüyor gibiyizdir (film boyunca hiç bir karakterle özdeşleşmeyiz). Matthew üst sesle (film boyunca aralarda sadece Matthew üst sesle konuşur) Cinematheque’i, film kurtluğunu, sinema tutkularını, Paris’te bulunuşunu anlatırken; onlar Cinematheque’de izliyormuş gibi aralara giren ilk siyah-beyaz film görüntülerini görürüz: 1968 yapımı Shock Corridor/Sam Fuller. Cinematheque’de bu filmi izleyen gençler arasından, kamera hareketiyle ve ışık kullanımı ile en önde oturan Isabelle ve Theo’yu seçebiliriz, Matthew’un onlara göz ucuyla bakışını görürüz.( Matthew üst sesle konuşurken, biz dediğinde kamera üçünü alır). Görüntüleri yeni ve tazeyken henüz aralarındaki engelleri aşamamışken sıra sıra, izleyici atlamadan kullanıp ikinci ele düşüp, bir posta pulu kadar olup projeksiyon odasına dönmeden, ilk kez görmek isteyen, dikkatimizi çeken bu üç gençtir; Dreamers karakterleri. Matthew film hakkında az çok fikir edineceğimiz şu sözleri söyler en son: “…belki ekran gerçekten bir aynadır. Bizi dünyadan yansıtır (kameranın üçünü aldığı kare). Fakat bir akşam vardı, 1968 baharı… dünya sonunda ekranda patladığında…”
8
Cinematheque’de film izleyen Matthew’dan, Paris caddelerinde yürüyen Matthew’a döndüğümüzde Paris’in simgesi Eiffel Kulesini arkasında bırakmıştır bile, elinde kırmızı kitapçığıyla. J.P. Kalfon ve J.P.Leaud’un bildirileri okuduğu avludayızdır. Aralara siyah beyaz H.Langlois görüntüleri girer. Bildirilerde okudukları bize neler olduğu hakkında bir fikir verir az çok-H.L.’in kovuluşu, özgür adil film kültürü vaadi sunulmuş olmasına rağmen ellerinden alınmış olması…- kalabalık içinde kırmızı şapkası ve mavi kadife elbisesi içinde ağzında sigarasıyla Isabelle’i seçebiliriz. Polislerin,o yılların tipik kıyafetleri(kasketler, çizgili pantolonlar, minik etekler, kırmızılar, garip saçlar..) içindeki elleri pankartlı (ya da değil) gençlerin arasından takım elbiseli Matthew’un da oraya gelişini izleriz (kamera Matthew’u takip eder). J.P.L. hiddetle arkasında yatan polistir diyerek elindeki bildiri kâğıtlarını fırlatır. Yine gerçek eylemden görüntüler alınır, gerçek fırlatışı da görürüz. Bertolucci ise kesmeleri ve açısıyla, kamera hareketleriyle kalabalığın içinden karakterleri izleyiciye seçtirir. Kapıya elleri zincirli(aslında değil) Isabelle ile Matthew tanışırlar önce. Matthew’un tavırlarından zaten onunla tanışmak istediğini anlarız (ki sinema salonunda film izlerken, göz ucu bakışla onara dikkat ettiği ipucu bize verilmiştir). Oldukça havalı ve kültürlü görünen Isabelle’in kareye sonradan giren Theo’ya: “Haklıydın. O bir Amerikalı.”deyişinden onların da Matthew hakkında konuştuklarını Matthew’un da onların dikkatini çektiğini anlıyoruz. Polislerle kargaşa başladığında, herkesin kaçıştığı noktada Theo Isabelle’in elini tutar, Isabelle de Matthew’un elini… Koşmaya başlarlar. Birlikteliğin olduğu bu filmde, bazen ikiye bir( Theo ve Isabelle – Matthew), bazen üçü olsalar da ayrı ayrı, tekliklerini hissedeceğiz. Bertolucci birçok filminde aynaları, gölgeleri anlatım aracı olarak kullanan bir yönetmen olarak, bu filde farklı anlamlar için bu metaforları yine kullanacaktır; ama birlikteliği vurgulamak ama tekliği vurgulamak ya da üç karakteri tek karede toplamak adına. Tanışlıkları günün akşamında polislerle koşuşturmaca devam ederken üçü insanlarda ayrılırlar. Isabelle ve Theo faşistler diye bağırdıklarında Matthew’un onlardan farklı duruşu ve bağırmayışı, ikiye bir ayrımını hissettiğim ilk noktadır 9
filmde. Ve devamında merdinlerden iner üçü sırayla, ışık sayesinde duvara gölgeleri yansır oldukça büyük şekilde tabi ki ayrı ayrı. O gece boş yolda yürümektedirler. Isabelle Matthew’a 1959’da Champs Elysees’de bir kaldırımda doğduğunu ve dünyaya gelir gelmez ağzından çıkan ilk kelimelerin “New York Herald Tribune” olduğunu söyler caddede süzülerek. Bu kez araya, Godard’ın A Bout De Souffle filminden sahneler girer. Filmde kız aynı Isabelle gibi caddededir ve New York Herald Tribune satmaya çalışır. Yani hayat Isabelle için Godard’dan sonra başlar. Filmde Theo ve Isabelle – Matthew ayrımını gördüğümüz diğer kare, tanıştıkları akşam yağmur altında koşarlarken Isabelle’in Matthew’un ceketi altından çıkıp, Theo’nun ceketi altına girişinde ve yol ayrımında ikisinin tek ceket altında sağdaki sokaktan koşarak uzaklaşmalarında görürüz. Matthew otel kapısında arkalarından bakar. Bu sahne de, birçok filminde olduğu gibi uzundur ve kamera hareketlidir. Kamera hareketlerinin yönlendirişinden ve ışık konumundan(caddede bir tek Matthew aydınlıktadır) dolayı caddeden geçen diğer insanları fark etmeyiz bile. Onların arkalarından bakan Matthew’u izleriz. Bu filminde yakın çekimleri çok kullanmayan Bertollucci sadece, nadiren görmemizi istediği nesneleri yakın almıştır ya da önemli olan yüz ifadelerini( Matthew Top Hot filmini bildiğinde şaşkın ikizlerin yüzü, Theo Isabelle ve Matthew’u cezalandırdığında öfkeli Matthew bakışları, Theo’nun odasındaki Juliet Berto posteri, Banyoda Matthew’un dudaklarına dokunurkenki anlaşılamazlık griplik katıcı Isabelle ifadesi ya da yemek masasında Matthew’un konuşmasından etkilenen babalarının bakışları gibi). Hele ki, ayrıntı çekim çok az kullanır. Genellikle orta çekimlerde süren Dreamers’ta ilk özellikli yakın çekim; Matthew’un otel odasına girdiğinde, ceketini yatağa attığında, cebindeki kırmızı kitapçığı (Godard’ın La Chinoise filminde, Juliet Berto’nun, başkan Mao’nun küçül kızıl kitaplarından kuramsal bir barikat oluşturduklarından. Bu kitaplar Berto’nun ait olduğu goşistler grubuyla Marksçı/Leninci/Maocu ideolojinin birliğini temsil eden ve saldırı başlatmaya niyetlendikleri burjuva toplumundan bu grubu ayıran parçalardır) vurgulamak için tercih edilmiştir Bertolucci tarafından.
10
Matthew’un otel odasındaki halının, yatak örtüsünün renk uyumu (acı yeşiller)yatağa attığı ceketi bile yeşil- kitapçıkla duvarın renk uyumu gözden kaçmaz ve öyle ki bu renkler tonlar 60’ların modasını yansıtmaktadır. Üçlünün birlikteliklerinin başlamak zorunda oluşu, Theo’nun Matthew’u arayıp akşam yemeğine davet etmesiyle temellenir. Filmde ilk aynanın kullanılışı da Theo’nun Matthew’u aradığı sahnedir. Theo telefonla konuşurken (solda) aynadan da Theo’yu görürüz. Kamera Theo’dan sağa doğru pan yapar yavaşça. Soldaki bir kapıdan çıkıp karşıda bir odaya giren annelerini izler ve bir süre genel çekimde holü, salonu görürüz. İkisinin yalnız yaşamadıklarını anladığımız bu karede, dairenin bohem tarzına, uzun lacivert perdelere, tablolara, abajurlara, eski bir Fransız evine dikkat kesiliriz. Kamera ileri doğru kayma yapar yavaşça. Bu çekim salondan Isabelle’ın çıkıp Telefon konuşmasını bitirmiş Theo’ya yürüyüşüyle ve hafif gülümseyişiyle biter(kamera Isabelle’in hareketini izler). Isabelle’in Theo’ya bakışı; acaba bir şey mi planlıyorlar, ne planladılar sorularını düşündürür ve giydiği küçük eteğin renginin perdelere uyumluyken, turuncu gömleği bir o kadar uyumu tamamlayıcıdır. Dikkatleri bakışı ve üstüyle kendine çeker. Benim için bütün bu kare, baştaki ayna görüntüsünü tamamlar. Ailesinin tanıdığı Theo ile Matthew’un ve bizim tanımaya hazırlandığımız başka bir Theo çizilir sanki aynada yarım görüntüsüyle. Aynadaki tam görüntüler, Isabelle ve Theo ile ilgili ayrıntılar, arttığında açık olduğunda gelecek gibidir. Üçünün eve ilk gittikleri sahne filmde en uzun çekimlerden biridir. Tek seferde çekilen asansör sahnesiyle başlar. Matthew’u asansöre atıp ikisi basamakları üçer üçer koşarak üçüncü kata çıkarlar(ikiye birlik). Bir asansörden bir basamaklardan alınan bu hızlı ritimli çekim hole girişleriyle devam eder ve sürekli hareket eden oyuncularla, hareketli kamerayla mutfağa kadar sürer. Burada girişteki ayna, üçü aynı karede olmasa da, Theo ve Matthew’un olduğu kareye aynadan Isabelle’i de dâhil etme görevini üstlenir. Kamera mutfağa kadar Theo’yu izler sağa doğru kayarak anneyi alır ve kapıdan giren Isabelle ile Matthew’u göreceğimiz açıya geçilene kadar çekim sürmüş olur. Dreamers da en az kamera kadar oyuncular da hareketlidir. Isabelle’in Matthew’u babasıyla tanıştırdığı yakın çekimlerdeki amaç, ilerleyen sahnelerde ilk banyoda Matthew’un Theo’nun ve Isabelle’in kollarındaki aynı izleri gördüğünde kullanılan yakın çekimlerde de hissedilir.
11
Isabelle’in Matthew’u babasıyla tanıştırdığı sahnede, Isabelle’in saçlarını babasının kulağına sürtüşü, babasının elini Isabelle’in belinde gezdirişi ve bu görüntü karşısında Matthew’un garipsemiş yüz ifadesi yakın çekim alınmıştır(baş ç.). Burada, izleyici, filmin gidişatı ile ilgili meraklandırılır. Theo ve Isabelle’e duyulan merak artar. Tahminler yapma alternatiflerimiz çoğalır ancak ilerleyen sahnelerde sadece meraklanma amaçlı yapıldığını anlarız. Akşam yemeğinde beşi ayna masadalarken, şair olan babaları ilham üzerine konuşurken, sıkılmış, sigara içen Theo ve Isabelle’ e odaklanırız; çünkü çerçevede onlar solda, daha öndedirler. Kamera konumuna göre çakmakla oynayan Matthew’a da yoğunlaşırız. Masada adam konuşuyor ama kimse dinlemiyor havası varken, aslında izleyici de pek dinlemez. Çerçevedeki diğer elemenler daha ilgi çekicidir. Mekân, Matthew’un arkasındaki abajur bile, masadaki şarap şişesi, loşluk, Isabelle’in sigara dumanı gibi ve tüm bu elemanlar ortamdaki sıkılmışlığı anlatırken değişen açılara ya da kamera hareketlerine göre sıralanırlar. Baba Matthew’um çakmakla ne yaptığını sorduğunda karedeki hava değişir. Çekimler daha yakınlaşır. Matthew gördüğü kareler içine çakmağın sığışınıuyuşunu anlatmaya başladığında, çakmakla oynadığı el hareketlerine uygun birleştirilmiş kısa kısa hızlı yakın çekim çakmak görüntüleri oldukça estetiktir. Matthew çakmak üzerinden yola çıkarak düşündüklerini ağırlıklı olarak bu görüntüler üzerine şöyle dile getirir: “…anladım ki bu odada nereye bakarsan bak, bu masaya, üzerindekilere, buzdolabına, bu odaya, burnuna… Dünyanın herhangi bir yerine… Birden bire, şekillerde ve ölçülerde kozmik bir uyum olduğunu anlamaya başlarsın. Sadece neden böyle olduğunu merak etmiştim. Neden böyle olduğunu bilmiyorum. Öyle olduğunu biliyorum.”. Bu yemek sahnesinde aile içinde Theo ve Isabelle’i görmüş olmamızın yanında, konuşulanlardan anne ve babanın bir yerlere gideceğini anlarız. Ve tabi ki olması gerektiği gibi Matthew’a o gece orda kalması teklif edilir. Üçünün masada yalnız kaldıklarında Theo’nun Isabelle’in göğsüne yatışıyla başlar ailenin görmediği Theo ve Isabelle karakterlerinin rolleri ve Isabelle’in iyi geceler amaçlı Theo ile Matthew’u dudaklarından öpüşüyle biter, yalnızca bu karede. Matthew’un Isabelle ile ilgilendiğini bu karede anlarız. Isabelle’in masaya koyduğu mumdan, öperken saçları yandığında ağırdan alınan görüntü sonrası Isabelle’in sorduğu soruya yanıt vermek yerine iyi olup olmadığını sorar.( zaten 12
ilk tanıştıkları gün kalp atışlarının hızını bir nebze âşık oluşuna bağlayarak iç sesiyle bize ipucu vermiştir). Theo Matthew’u kalacağı odaya götürürken, kamera onları arkalarından izler. İşte tam burada Dreamers’a bir adım daha yaklaşılmış olunur. Dar, kitap, tablo dolu dönemeçli koridorlarda dolanır bir kapıdan başka koridora çıkar, yine dolanır ve belki de Isabelle ile Theo’ya biraz daha yaklaşılmış olunur. Yavaş yavaş içlerine girmeye başlanır ancak alışılmadık tavırları arkasında hala gizemlidirler. Dreamers’ın sonuna kadar açılacak ne kadar kapı olacaktır bu dairede ya da içlerine? Acaba bu ev ne kadar büyüktür? Kaç tane kapı barındırır içinde? Film boyunca ev hakkında ne kadar çok izlenimimi olursa onlara da o kadar yaklaşır gibiyizdir. Filmde, daire gerçek bir karakterdir sanki yaşayan, nefes alan. “U” biçimindedir daire, ortada avlusu vardır ve aslında öyle kalabalık, öyle dağınık, karışık, labirentvaridir ki tam bir kaos yuvasıdır sanki. Ancak film boyunca hiç de rahatsız olmayız bundan. Çünkü her şey garip bir şekilde uyum içerisindedir. Renkler, tablolar, heykeller, kitaplar, abajurlar, aynalar, perdeler… Her ayrıntı düşünülmüştür. Her şey orda olması gerektiği için ordadır. Gerek renk uyumundan gerekse ideolojik simgeselliğinden… Theo’nun odasındaki afişlerden, boş odadaki Delacroix tablosuna, Isabelle’in odasının duvar kâğıtlarına kadar. 68 ruhunu yansıtmak, karakterlerin psikolojileri, ideolojiler, filmin dokunmaya çalıştığı noktalarla ilişkili olarak o dairededirler. İlk gözümüze çarpan, Delacroix’nın; Liberty Leading The People (1830) adlı tablosudur. Matthew kalması için bu tablonun olduğu odaya bırakıldığında, ilk onu görür. Fransız İhtilali’ni konu alan bu tabloda, kadın; özgürlüğü sembolize etmektedir ve diğer insanlardan daha büyük, daha heybetlidir. Özgürlüğü yarı çıplak kadınla simgelediği için eleştiriler almıştır. Theo ile Isabelle de bu kadının kafası-yüzü üzerine bütün dünya için ebedi bir dişiliğin simgesi olan Marilyn Monroe yüzü yapıştırmışlardır. (Kameranın tabloya yaklaşımı ile görürüz). Evin bu kısımları diğer alanlardan çok farklıdır. Bir yan onlar olan, diğer yan onlar olamayan gibidir. Fakat onlar kim olduklarını ve ne yaptıklarını biliyorlar mıdır acaba? Gece, banyoya gitmek için kalkan Matthew (tavırlarından anlarız banyo ihtiyacını) yavaşça dar koridorda yürür. Kamera arkasından alır. Tam karşısındaki kapıdan çıkar.. Kamera karanlıkta, kitaplar olan bir raftan sağa doru kayar ve kırmızı ışıklı başka bir koridorda soldaki kapıdan girer. Matthew’un çıktığı koridordan, L şeklindeki koridora bu geçişin başarısı ışık kullanımı ile kamera konum ve hareketleriyle desteklenmiştir. İlk koridorda Matthew’u 13
aşağıdan alan kamera, ikinci koridorda göz seviyesindedir. Matthew banyoyu bulana kadar, “acaba banyo yerine yanlış bir yere mi girecek? Ne ile karşılaşacak? Merakı uyanır. Buraya kadar İkizlerle ilgili garip izlenimler edindiğimizden bunu hissetmeye güdülendik daha filmin başından. Matthew ilk seferinde banyoyu bulur. Ancak, Bertolucci bizi kırmaz ve hissettiğimizi Matthew’un birlikte çıplak uyuyan kardeşleri görüşüyle, bize verir. Dreamars’a doğru bir adım daha… Isabelle’in Matthew’un gözündeki çapakları yalamasıyla başlayan sahnede ilk oyunlarını oynar gibidirler. 68’lerde film kurtlarının oynadığı bir oyundur bu. İki ya da üç kişi ile oynanan bu oyunda bir filmden replik söylenir ya da bir kare canlandırılır hangi film olduğu bilinmeye çalışılır. Isabelle perdeyi açar. Duvara dokunur, odadaki eşyalara dokunur. Aralara siyah beyaz filmden kareler girer. 1933 yapımı Rouben Mamoulian’ın Queen Christina’dan Isabelle’in canlandırıldığı sahneler girer. Önce garipseyen Matthew, film kurdu olarak anlar ve filmi bildiğini sahneye eşlik ederek gösterir. Isabelle’den bravo alır. Isabelle onu banyoya çağırır çıkar. Isabelle’in Matthew’u babasıyla tanıştırdığı sahnedeki yakın çekimlerde hissedilen garip duygulara benzerleri bu banyo sahnesinde de hissedilir. Merak uyandıran bir sahnedir. Theo ve Isabelle’in banyoda birlikte bulunmaları Matthew’a yeterince garip gelirken(yüz ifadesi ve tutuk hareketlerinden) Isabelle’in onun dudaklarına dokunmak istemesi, dokunurkenki garip bakışları ve dudaklarını övüşü ve Matthew’a ruj sürmek istemesi, Theo’nun çırılçıplak küvette duşa hazırlanışı Matthew’u iyice şaşırtır. Bertolucci bu sahnede üçü aynı karede olmasa da, aynaları kullanarak üçünü aynı kareye sokmuştur. Isabelle Matthew’un dudaklarına dokunurken karede sadece ikisi varmış gibi olsa da küvetteki Theo’yu aynadan görürüz.( film boyunca, mümkün olduğunca üç karakterde bir şekilde aynı karede). Bu sahnedeki yakın çekim(baş ç.) e gelince; Theo ve Isabelle’in kollarında aynı lekeden vardır. Ayrı ayrı yakın çekim alınan bu izler hakkında meraklanıyoruz ve Isabelle’in yakın çekim garip bakışları da bu merakımızı arttırır. Doğum lekesi de olabilir, zarar vererek ve belki de zevk alarak bile yapmış olabilirler diye düşündürtür (ben ancak, ikiz olduklarını im). Ailelerinin bir ay olamayacağını söyleyip Matthew’u onlarla kalmaya çağırırlar. Matthew; iki gün önce tanıştık beni tanımıyorsunuz bile diyerek aslında kendi tedirginliğini sözlerle ortaya koymuş olur. Fakat tüm tedirginliğine rağmen kabul eder.
14
Asıl çekici olan, tuhaf, alışılmadık, gizemli, olan değil midir? Biz film de olacakları merak edip – sonu- isterken Matthew da onları tanımak ve onlara dâhil olmak istemektedir. Theo’nun odasında, Godard’ın La Chinoise film afişine yaslanmış mektup yazan Matthew’dan sağa doğru pan ile Theo’ya geçer kamera. Isabelle de karşı duvara yaslanmış kitap okumaktadır. Matthew’dan Theo’ya yönelirken kamera, Matthew’un solunda kalan aynada Matthew’u görürüz. Mektup yazan, Theo ve Isabelle’ın henüz tanımadığı Matthew aynadaki, bir de odada onlarla olan Matthew… Theo Chaplin ve Keaten’ı kıyaslayan bir yazı okur. (Janis Joplin çalmaktadır). Matthew Keaten’ın Theo Chaplin’in daha iyi olduğunu savunurken. Aralara siyah beyaz (1929- The Cameraman) ve (1931- City Ligths) fillerinden kareler girer.(Chaplin’in eli ağzında görüntüsünden Matthew1a geçildiğinde Matthew’un da elinin aynı şekilde ağzında oluşunu sevdim). Tartışama hararetlendiğinde Isabelle aynı şarkıyı tekrar çalmaya başlar ama Theo bunu istemez. Isabelle ısrarla çalınca bu sefer ikisi boğuşarak kavgaya başlarlar. Isabelle Matthew’dan dansın deli ettiği bir film söylemesini ister. Bilemeze kaybedecek olan Matthew; Top Hot (1935-Mark Sandrich). Fred Astaire, Ginger Rogers’ın odasının üstünde dans eder. G.Rogers uyandırıldığı için deli olur. Bu filmden sahneleri de görürüz. Bu cevap karşısında Isabelle ve Theo’nun şaşkın ve hayran bakışları yakın çekim alınmıştır. Sonunda Godard’ın Bande a Part (1964) filmindeki Louvre’a kadar dünya rekorunu kırma sahnesini canlandırıp, oradaki rekoru kırabilirler.
15
Bertolucci, o filmdeki sahnenin aynısını çekmiştir. Tek fark Dreamers karakterlerinin 17 sn ile Godard’daki 9dk 45snlik rekorlarını kırmalarıdır. Top Hot cevabı Matthew’u onlara dâhil etmiştir. Theo ve Isabelle de aradıklarını bulmuşlardır. Üçlü bu mutluluklarını, 1932 yapımı Tod Browning’e ait Freaks filmi diyalogları eşliğinde; “onu kabul ediyoruz bizden birisin”cümlesini tekrarlayarak sarmaş dolaş dile getiriler ve tabi ki o filmden kareleri Hilkat Garibelerini görürüz. Godard’ın Bande a Part’ı Bertolucci’nin en sevdiği filmlerinden birisidir. Dreamers’taki karakterleriyle bir şekilde Godard’ı yüceltip, filmlerini kültleştirmekle birlikte belki de kendini yakın hissettiği akıma bırakıyor, 30’lardaki sinemaya hayran olduğundan o dönem filmleriyle de Dreamers’ı süsleyerek eğlenip, oyun oynuyor Bertolucci ustaca. Oynadıkları oyundaki diğer film Blondie Venüs’tür (1932). Isabelle başına bağladığı beyaz püsküller ve beyaz tulumu içinde elinde ucu tüylü sopayla, poposunu öne arkaya hareket ettirerek dans ederek yürür. Arada filmden dans eden kadınların olduğu siyah beyaz kareler görürüz. Isabelle Matthew’a yardım etmesini yasaklar ve Theo’ya verdiği tek ipucu “pom pom pompompom dürüttürürüüü pom pom pom” ritimleriyken Theo’nun bilmesini ister. Theo pes eder ve Isabelle sadistçe ve donuk bir ifadeyle filmi söyler. Bu sırada filmin orijinalinde gorilin içindeki Marlene Dietrich çıkar. Isabelle Theo’ya ceza olarak 16
kapının arkasındaki Der Blaue Engel (1930) Marlene Dietrich posterine bakarak kimse yokmuş gibi mastürbasyon yapmasını ister. Cezayı verirken Isabelle’in her zamanki gibi deyişinden Theo’nun bunu yaptığını bildiğini anlarız ve sırf bu cezayı verebilmek için Marlene Dietrich filmi seçerek ipucu vermeyerek kaybetmesini sağlamıştır. Theo cezayı yerine getirir ancak bu sahnede gördüklerimiz yeni yakınlaşan üçlüdeki çatırdama başlangıcı gibidir. Yakın çekimlerle gerilen, donuk, anlaşılmaz ifadelerle görüyoruz karakterleri. Sanki ‘68 ruhu ötesinde, herkesin kendi içinde, kendi aynasında yaşadıkları vardır ve tüm beraberliğe rağmen insanoğlu kendini üstün hissetmekten alınan zevkten, çelişmekten, intikam hırsından, ait olma arzusundan ama teklikten sıyrılamaz ne yazık ki. Theo ve Matthew’un cafede karşılıklı oturdukları sahne üst açıdan Matthew’un görülmesiyle bitmiştir. Matthew’un “Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını biliyorum. Çıtalar yükseldi.” Cümlesi üzerine bu sahneden Matthew ile Isabelle’in tavla oynadığı sahneye üst açıyla başlanarak bir önceki görüntüyle uyum sağlanmıştır. Theo ikisinin başında ayakta dikilir ve Matthew’un bir süredir Isabelle ve Theo arasında ateşkes var dediği anda Theo boğazını tutarak boğulma numarası yaparak kendini yere atar. Theo “Hangi film”. Araya canlandırdığı Scarface (1932-Howard Hawks) filminden sahneler girer. Theo’nun verdiği tek ipucu çarmıhın cinayet yerini işaret ettiği film demesidir. Sırf intikamını alabilmek için ceza vermek uğruna süre bile tanımaz. Matthew’uda dâhil etmiştir oyuna ve tabii ki bilemezler. Önceden planlandığı belli olan bu oyunda cezada önceden planlanmış gibidir. Matthew ve Isabelle’in onun önünde birlikte olmalarını ister. Theo bir birleşme diğerine ilham verir diyerek Delacroix’nin önünde olmasını ister. Matthew şarabı kafasına diker. Matthew’un konuşmasına izin vermezler. Isabelle önce reddeder sonra, kalkıp Charles Tirenet açar ve La Mer eşliğinde nahifçe dans ederek soyunmaya başlar. Matthew’un dairedeki tüm kaçışlarına rağmen Delacroix’nın önünde olmasa da mutfakta yerde birlikte olurlar. Dış dünyadan sirenler camı deler Isabelle artık bakire değildir. Başka bir boyuta geçen üçlü arasında ikiye bir oranı yeniden doğmuş gibidir ancak birlik kısımdaki Matthew değil Theo’dur. Isabelle’in üstte olduğu pozisyonda sevişmeleriyle başlayan sahnede görebiliriz bunu. Yataktadırlar, kamera yerden yatağa çıkar. Yataktan sağa doğru çevrinerek camdan karşıdaki camı açıp ikisinin bulunduğu odaya bakan Theo’yu da görmemizi sağlar (üçü aynı karede). Diyaloglarından bir süredir oranın bu şekilde olduğunu anlarız. 17
Avludan Theo’nun odasının camına yaklaşan kamera hareketiyle Theo’nun cama çıkışını ve hoşnutsuz bakışlarını görürüz. Matthew ve Isabelle camın önünde konuşurken, Theo’yu da camdan görebiliriz. Camının önündeki parmaklıklara oturur, odayı izler hatta kitap okur. İlgimi çeken diğer geçiş bu sahnededir. Matthew yiyecek almaya mutfağa giderken kamera koridorda ilerleyen Matthew’u müzik eşliğinde arkasından izler. Matthew’un önden alındığı karede kameraya doğru yürüyüşünde elinde balla odaya dönmekte olduğunu iki üç saniye sonra fark ederiz. Döndüğünde uyuyan Isabelle’in yanında Theo yatmaktadır.(Theo’nun camdan odayı neden izlediğini anlamış oluruz. Matthew’un çıkmasını beklemiştir.) Matthew Theo’ya kendisini ikisinin birer parçası olarak hissetmesini sağladıklarına minnettar olduğunu söyler. Theo’nun cevabı, onu sevmesine rağmen, bunun hep üçünün birlikte olacakları anlamına gelmediğidir. Isabelle’le ikiz olduklarını hatırlatır. Theo’nun tavır ve yüz ifadelerinden verdiği cezadan pişmanlığını sezinleriz. Tıp fakültesi bahçesi. Kalabalık var, duvarlarda yazılar… Kamera vincin üzerindedir ve mekânı aldıktan sonra aşağıya inip karakterlere (yürürler) yaklaşır. Kameraman vinçten çıkıp yürümeye başlar, karakterlerle birlikte steadicam hareketlerine dönüşür. Bu sahne Theo’ya bir kız arkadaşının Nepal’dan hediye olarak ot verişiyle biter. Kız onu aramasını söyler. Ayrıca bu sahnede Theo’nun artık hiç okula gitmediğini anlamış oluruz. Artık hiç dışarı çıkmayan Matthew’un tabiriyle (denize doğru yol alıyor ve dünyayı arkalarında bırakıyorlar.) Dreamer’s kahramanları birlikte banyodadırlar. Theo ve Matthew küvette karşılıklı otururlar. Isabelle banyodaki küllükleri boşaltır. Küvette ot içerler.(Theo Matthew’a shot yapar) Küvette müzikten tartışmaya başlarlar. Theo’ya göre Clapton, Matthew’a göre Hendrix daha iyidir. Askerlik, savaş ve Vietnam üzerine tartışırlar. Dâhil olamadıkları dünya hakkında ayrı görüş noktalarına sahip olarak tartıştıkları uyuşturucu, politika, felsefe, rock’n roll kokan bu sahnede tabii ki sinemayı es geçmezler. Theo ve Matthew sinemadan konuşurken, küvetin hemen paralelindeki üç ayrı parçalı aynada solundaki parçada Matthew, sağdakinde Theo gözükmektedir ortadaki parça boştur. Kamera açısı değişse de karede yalnız Matthew ya da Theo olsa da aynadan bir diğerini görebiliyoruz. Theo ve Matthew’un çatışması iyice su üstüne çıkar. (Theo ile Matthew’un çatışması, Theo’nun babası ile olan çatışmasına benzer. Matthew olayların tartışılarak, fikir düzeyinde çözülmesinden yanadır şiddete karşıdır. Theo içinde buna inansa da Paris’teki 18
atmosferden dolayı arada kalmıştır. Theo’nun Matthew’la artan çatışması onu sokaklara yöneltecektir.)
Matthew elinde köpük yumağı ile oynarken bir film yapımcısının röntgenci gibi olduğunu okuduğunu söyler. Köpüğü üfler ve delik açar. Ebeveynlerinin odalarının anahtar deliği gibi olduğunu söyler. “… Eğer onları gözetlersen iğrençsindir ve kendini suçlu hissedersin fakat kendini durduramazsın(konuşmaya açtığı delikten bakarak devam eder) bu, filmleri suç, yönetmenleri de suçlu yapar.” Kamera biraz üstten tüm küveti alır ve sol aynada Matthew sağda Theo görünür ortadaki ayna boştur. “… yasa dışı gibi” Orta aynadan Isabelle’in küvete geldiğini görürüz. Küvete girer ve aynada yerini alır üç farklı insan aynı küvettedir. Üçü birlikte ot içer. Jimi Hendrix’ten “Hey Joe” ile yükselirler. (kamera üst açı ile alır) Beklide hepsi paylarına düşen aynadakiyle konuşmaktadırlar sustuklarında. Küvet ruhlarını birbirlerine bağlayabilir mi ki? Yakın olmayı ne kadar istersek isteyelim, sonuçta her zaman tek başımıza değil miyiz? Uyurlar… Bu sahne uyandıktan sonra tartışmalarıyla sona erer. Isabelle ve Theo kardeşler ve gerçek, ensestten farklı olamaz. Başka bir şeye ihtiyaçları vardı bu dairede olacakları kimse önceden tahmin edemezdi. Bu olağan sürprizler gibiydi ilişkileri güçlendikçe üç gencin küvette beraber 19
yıkandıklarını da gördük. Köpüklerle oynuyorlar, bir şekilde ilkelleşip çocuklaşıyorlar. Isabelle ve Theo her gün birlikte uyuyorlar aralarında en saf olan Matthew bile gerçekte neler olduğunu anlayabilir duruma geliyor bu sahnede. Theo’nun ve Isabelle’in oyunlar oynayarak büyüyemeyeceklerini anlıyor bebekten yaptıkları gibi. Bu çocukça yaşamdan vazgeçmeliler. Bu şekilde onlarla birlikte olamaz. Bu nedenle büyümek için ayrılmalılar. İkizlerin ayrılması gerekir.
Francoise Hardy o zamanların en popüler şarkısına başladığında, dönemin en geleneksel çiftini canlandırmak üzere Matthew’un yanına cafeye girer Isabelle(kırmızı elbisesi ile-bir duvar sırf aynadır) Onu bekleyen Matthew’un karşısına oturur. Tek bardaktan iki kamışla içerler içeceği ve görüntüde iki kamış daire içine alınır. Sinemaya gidip ilk kez en öne oturmaz en arkaya oturup öpüşerek geleneksel çift rollerini tamamlarlar. Eve sarmaş dolaş dönüşlerinde, dış dünyayla karşılaşırlar dükkândaki televizyonda. Paris’in her yanındaki ayaklanmalar haber edilmektedir. Isabelle televizyon izlememenin saflık olduğunu iddia ederek orada kalmak istemez. Fakat arkalarını döndüklerinde elektrik direği boyunca dağ olmuş eylem parçalarına takılıp gerçekten kaçamazlar.
20
En son Isabelle’in odasını gördüğümüz Dreamers’ta, en son onun iç dünyasına girmiş oluruz. Odayı ağır dolanan kamera, evin tüm odalarından farklı bir oda, farklı bir dünya sunar bize. Düzenli, duvarlar tablolu, çiçekli, aynalı… Uzunca bir süre odada Matthew’un varlığını göz ardı etmeden gezinen kamera çarpıcı bir görüntü ile sabitlenir. Holde ışık olmadığından, arkası simsiyah olan Isabelle dirseklerine kadar siyah eldivenleri çekmiş, üstü çıplak, altında beyaz uzun bez bağlanmış- Venüs De Milo- olarak karşımıza çıkmıştır. Matthew’a hangi heykel olduğunu sorar ve Matthew bilir. Matthew ona oral seks yaparken, Isabelle kolları olmadığını ve bu nedenle onu durduramayacağını söyleyerek eğlenirkenTheo’nun odasından duyulan La Mer şarkısı ve eve girdiklerinde fark ettikleri kızın kahkahalarıyla istemsiz olarak onu durdurur. Ağlamaya başlar Matthew’u kovar. Ortak kapılarına vurarak Theo’ya kapıyı açması için yalvarır. Filmde en sevdiğim sahnelerden biridir bu. Bertolucci görselliği düşünerek oldukça estetik bir sahne yaratmıştır. Dekorla Venüs De Milo uyumu, tek aynada üç Isabelle görülmesi (Matthew ve Isabelle - Theo ile Isabelle – Isabelle) hepsi bir bütün oluşturuyor ve filmdeki bir karakteri ilk kez bu kadar içsel yönden gösteren sahneyi bize izletiyor. Theo’nun içerideki kızı Matthew ile dışarı çıkan Isabelle’in inadına eve getirdiği, Isabelle’in yalvarışlarına kulak asmayışından anlaşılmaktadır. Her ikisinin de normal olmayan ve çatırdayan psikolojileri sahneyi sarar. Gece. Işıklar kapalı. Abajurlar kısık Isabelle’in odası. Tek başına, yüz üstü uyumaktadır. Theo’nun devrim bir gala yemeği değildir cümlesiyle Isabelle’in bu görüntüsünden Theo’nun odasındaki Julliete Berto’nun (La Chinoise) posterine geçilir. Kamera aşağı iner görüntüye Theo’yu alır, kitap okumaktadır “Bir kitap gibi bir resim gibi yaratılmaz böyle sessizlik, zarafet ya da tatlılık, cana yakınlık, 21
nezaket, baskı ya da cömertlikle açıklanamaz. Devrim bir isyandır, şiddetli bir harekettir.” Theo’yu daha uzaktan görürüz postere yaslanmıştır “bir sınıfın diğerini devirmesidir.” Bu cümle üstüne şınav çeken Matthew’u görürüz. Dar koridor sonundaki odasının kapısından beline kadar gözükür ve sadece o aydınlıktır. Ardından üstten genel ve yakın çekim ile sigara içip düşünen Isabelle kendi odasında görünür.(Isabelle’in üstündekilerden zamanın geçtiğini anlıyoruz.) Film boyunca karakterleri ayrı ayrı odalarında ilk kez gördüğümüz saniyelerdir bunlar. Birbirilerinin sınırlarını ve kendi sınırlarını zorladıkları özgürlüğün keşfine çıktıkları farkında olmadan birbirleriyle çekişip rakipleştikleri, noktaları toplar bu görüntüler. Theo ve Matthew loş ışıkta, Theo’nun babasının mahzeninden aldığı şarapları içerek sohbet ederler. Çerçevelerin iyi düşünüldüğü fakat diyalogların ağır bastığı, diyalogların önemli olduğu bu sahnede Theo kırmızı kitapçıklardan bahseder. “… neden Mao’yu büyük bir yönetmen yada milyonları yöneten bir film yapımcısı olarak görmüyorsun. Ellerinde küçük kırmızı kitaplar olan ve gerçeğe doğru yönelen milyonlarca kızıl gardiyan. Kitaplarla, silahla değil kültürle, şiddetle değil ne kadar güzel epik bir film olabileceğini görmüyor musun” Matthew “ sanırım ama silahlar değil kitaplar demek kolaydır fakat bu doğru değil. Kitaplar değil, kitap. Yalnızca kitap.” Theo kesmesini ister “babam gibi konuşuyorsun.” Matthew “hayır beni dinle. Övdüğün kızıl gardiyanların hepsi aynı kitabı taşıyorlar ve hepsi aynı şarkıyı söylüyorlar, aynı sloganı söylüyorlar. Bu epik filmde… Herkes fazla. Bunu söylediğim için üzgünüm ama bu benim için çelişki.” Theo nedenini sorar. Matthew “ çünkü eğer söylediklerine gerçekten inansaydın orada olurdun. Dışarıda, sokaklarda. Dışarıda bir şeyler oluyor, önemli bir şeyler, bir şeyleri değiştirecek şeyler. Bunu ben bile anladım ama sen orada değilsin. Burada benimlesin ve pahalı şaraplar içip, filmlerden ve Mao’dan bahsediyorsun. Neden?” Theo kızar sinirlenir. Matthew susmaz ısrarla neden diye sormaya devam eder. Theo gırtlağına yapıştığında bile Matthew konuşmaya devam eder “çünkü gerçekten inandığını düşünmüyorum. Bence bir heykel alıp posterler asıyorsun ama sen beraber kelimesini duyduğunda milyonlar yerine ikiyi duymayı tercih ediyorsun.” Isabelle tartışmalarını böler, Matthew konuşmasını “yada üç” diyerek bitirir. Theo konuşmasının başında fikirlerden ve kültürden bahsederken Matthew’un söyledikleri üzerine içindeki çelişkileri kabullenmediği için söz yerine şiddete başvurur ve Matthew’un gırtlağını sıkar Matthew’un fikirlere ne kadar önem verdiği de bu sahnede Theo’ya şiddetle değil konuşarak karşılık vermesinden anlayabiliyoruz. Her kavgalarının sonunda olduğu gibi hiçbir şey olmamış gibi davranırlar. 22
Üçü Isabelle’in salonda yapmış olduğu çadırda yatmaktadırlar. Isabelle Theo’yu uyandırmaya çalışıp, onu sevdiğini söylemesini, ikisinin sonsuza kadar olacağını duymak istemesi ve Theo ve Matthew’un politik tartışmalarına katılmaması, Isabelle’in Theo’dan daha farklı bir içsel yolculuğa yöneldiğini ortaya koyuyor.
Çadırda uyudukları gecenin sabahında, eve gelen anne babanın çocuklarını çırıl çıplak gördüklerinde hissettiklerini daireden çıkıp asansöre inişlerinde verilmektedir. Araya giren zemin karartıları hızlı iniş müzikle destekleniyor ve baş döndürücü bir görüntü izleniyor. Isabelle babasının bıraktığı çeki gördüğünde ailesini kendilerini o halde gördüklerinde anladığında hissettiklerini ise, en iyi; balkon kapısının önünde çömeldiğinde hortuma bakışlarında görüyoruz. Kalkıp hortumu gaz borusuna takışında ne hissettiği hissediliyor hortumu çadıra ağır ağır adımlarına uygun yere bırakışında da hissediyoruz. İşte bu sırada 1966 yapımı Mouchette filminden sahneler girer araya. Isabelle çadırda Theo ve Matthew’un arasında ağlar. Aslında Mouchette filminden bu alıntılar neler olduğunu anlatır.. Hepimiz olgunlaşmadan yok olan, var oluşun sefaletinden kurtulmaya çalışan, acıyı dile getirmekten aciz, kendi kişisel cehennemimize çekilmiş birer Mouchette’iz. Salonda sadece gaz sesi varken birden sokaktan evin camına tuğla atılır. Üçü de kırılan cam sesiyle uyanır. Isabelle panikle hortumu kaldırır. Sokağa, sokaklara diye bağıran insanlara karışırlar birden. Matthew şaşkındır, bağırmaz. Isabelle Theo’ya bakarak gülerek bağırır ve iş, Theo’nun polislere Molotof kokteyli atmasına uzanınca kırılma noktasına gelinir. Silahlar değil kitaplar diyen Theo bir kez daha kendisiyle çelişerek Matthew’un tüm ısrarlarına, Matthew’un o cümleleri hatırlatmalarına rağmen yapacağından vazgeçmez. Isabelle’i alır kalabalık içinde polislere ilerlerler. Matthew görmek istemezce tiksinirce arkalarından bakar (bir ara gözleri kapalı görürüz) Matthew ikisinin tam tersi yönde kalabalığın içinde yürüyerek kaybolur ve atılan Molotof kokteylleriyle polisler harekete geçip kalabalık üzerine (kameraya doğru) 23
koşmaya başlarlar. Görüntü ağırlaşır ve geriye Edith Piaf eşliğinde boş, yanan, parçalanmış sokak görüntüsü kalır filmin sonunda elimize. Dönemin müzikleriyle; Jimi Hendrix, The Doors, Bob Dylan, Janis Joplin, Charles Trenet, Edith Piaf, Steve Miller gibi bezenmiş bu filmde her kareyi özenle bezemiştir Bertolucci. Hareketli kamerasını ustaca kullanmış, farklı zevkli geçişlerle, görüntülere ve anlatılmak istenene uygun diyaloglarla, aynalarıyla, gölgeleriyle, loş ışıklarıyla, turuncusuyla, yeşiliyle, alıntılarıyla, en az kamerası kadar hareketli oyuncularıyla ve organikleşen daireyle yaşatmıştır 68 ruhunu The Dreamers’da.
EK: Küçük dünyamdan merhaba(lar). Bu aralar çoğul konuşma takıntım var. Sorun değil, keçilerim ve ben iyiyiz. Keçilerinizle iyi olmanızı dileriz. Şu günkü dünyada, toplumda, ülkede ne derece mümkün olacaksa, o derece iyi olunuz; ama bir yolu vardır, sağlam kafa kalmanın. Nedir o? Dünyadan el etek kesmektir mesela :) Herkes kesmediğini iddia ediyor şu anda eminim :) Küçük dünyalarımızı kocaman sanıp, kendi mini sorunlarımıza gömüldüğümüzde her şey berbat gibi gelse de, orada (neresi orası?) her şey kendi yaratımımız olduğundan aslında iyinin kötüsü gibi durabilir. Onu bile fark etmeyecek kadar kapalıyız belki de. Peki, şu dünya ve şu halimiz, kendi tekil yaratımlarımızın sonucu mudur? Cevap veriniz(içinizden). Sinirden, el ayak titremesinden, üzüntüden ağlamaktan vs.Tv izleyemeyip gazete okuyamadığınız olursa, üzerine gitmeye devam ediniz (bence). Belki, somut bir şeyler ortaya koymanıza yardımcı olur, duygunuzu ve mantığınızı bir kenara atmazsanız. Somut nedir?( somut bir şeyle cevap veriniz). 24
Kavramlar üzerinde durunuz.Kelimeler, kağıtta mı kalıyor bakınız.. Eşitlik, toplum, sosyalizm, birey, özgürlük, demokrasi, antagonist vs.. ve bir dünya laf, ne demek bunlar?Ve çok çok başka bir konu gibi duracak ama.Kadının toplumdaki yeri nedir kadın kimdir?Nerdedir?( feminist değilim).Şiddet somut mudur?Baskı neler doğurur? Ayaklarımız neden yere basmıyor acaba nesil olarak? Acaba biz aptal mıyız? Gerçekten söyleyecek hiçbir şeyimiz yok mu? Beyoğlu’nda yürüyorum, hava 18 derece aylardan Şubat. Özlemişim. Anı tazeliyorum bir yandan. Dört bir yanım; mağaza. Top Shop’a dalasım geliyor, girmiyorum. Zaten az param var. Ardından başka bir mağaza, ardından ve ardından… Bu böyle gider. Starbucks, Gloria Jeans tıklım tıklım.Oralardan taşan parfüm kokusu Galata’dan duyuluyor eminim, kahve falan koktuğu yok!! Neyse.. Dayanamayıp AKSESORAYZ a giriyorum. Kırmızı bir şapkaya bayılıyorum, takınca harika görünüyorum (yıl 2008 değil zaten) ( hatta Isabelle’e bile benzedim!!!). Çok para verip alacağım. Sonra kendime geliyorum, kendimi aptal gibi hissediyorum. Hoşlandığım şeye bak; paramı yatıracağım şeye bak! İşte bizim nesil: Şekil Ağlamaklı oluyorum, kendime tokat atıyorum içten bir küfürle. İnsanları izleyerek kulağımda müzikle yürüyorum. Analize başlıyorum. Tünele kadar inmişim. Dedim ki, “süM buraya kadar kaç galeri, kaç sergi, kaç kitapçı, kaç sinema geçtin?” Beyoğlu’ndasın; cennette. Mağazalar her şeyi öyle bir yutmuş ki, bizi öyle bir yutmuşlar ki… Sonra başa döndüm, girebildiğim sergiye girdim, kitap aldım Ve Fidel’in Yüzünden’i izledim. Öyle bir günün üstüne çok yakıştı film. “Eee, nooldu yani?” Diyebilirsiniz..Neyse, filmde eleştirilecek çok şey var belki ama kesinlikle izlenmeli. Bence harika. İzleyiniz ve sorularınıza içinizden cevap veriniz. Belki bir gün somutlaşır cümleler. Bu arada The Dreamers da (film) olan biten neslimize de laf sokmadır (ben ordan bakmak istiyorum),haklıdır. Sadece konuşuyoruz, aslında konuşsak iyi… Eylemimizle söylemimizin çakışması ayrı tabi. Bu arada dünya, bir köy falan değil. Bir bütün müyüz? İnternet beni size, sizi bana bağlıyor mu? Keçilerinizle mutluluklar, ben gittim? Beğenmediğinizin yerine, daha iyisini koyabilme yetisi diliyorum; hepimize. İyi olunuz.
25
Full Metal Jacket’in İçinde Onur Keşaplı
Politik filmleri incelediğimiz bu köşede, 68 kuşağının mercek altına alındığı bir ayda, dönemin en büyük siyasi olayı olan Vietnam Savaşı’ndan bahsetmemek olamazdı. Ülkemiz gençliği dâhil dünyadaki tüm 68lileri sarsan bir olaydır Vietnam. Televizyonun yaygınlaşmasıyla beraber birebir tanık olunan ilk savaştır aynı zamanda. Belki de bu yüzden başta Amerikan gençliği olmak üzere dünyanın her yerinde ortaya çıkan kıvılcımlarla birlikte savaş karşıtı bir yangına dönüşmüştür Vietnam direnişi. Hatta Amerikalı 68liler savaşın durdurulması taleplerinin yanı sıra zorunlu askerliğe de karşı çıkmışlardır ve sonuç olarak bunu başarmışlardır. Vietnam savaşı hakkında çok fazla film yaptı Amerikalılar. Çoğu elbette savaş çığırtkanlığı yapan ya da taraflı bir yaklaşımla olayları aktaran yapıtlardı. Öte yandan sinema tarihine altın harflerle kazınan az sayıdaki Vietnam filmleri de yine Amerikalı yönetmenler tarafından çekilmiştir. Geçen ayki yazımız olan Savaş Tanrısının Mabedi’nde kısaca değindiğimiz 1987 yapımı Stanley Kubrick’in kült filmi Full Metal Jacket, bu az sayıdaki filmden biridir. Filmin detaylarına girmeden önce kısaca konumuz olan Vietnam Savaşı’nın tarihine kısaca göz atalım.
26
İkinci Dünya Savaşı sonrası Güneydoğu Asya, yani Çinhindi, Fransız ve İngiliz eski sömürge toprakları olarak hala bu devletlerin denetimi altındaydı. Vietnam’da etkin olan güç ise Fransa’ydı. 1945 yılında kurulan Demokratik Vietnam Cumhuriyeti cumhurbaşkanı Ho Chi Minh, Ülkede etkin olan Fransız birlikleriyle mücadeleye başladı. Gerilla taktikleriyle yürütülen bu savaş sonrası adının anlamı “aydınlatan” olan komünist lider Ho Chi Mihn, 1954 yılında Fransızları püskürttü. Aynı yıl yapılan Cenevre konferansında ise ülke KuzeyGüney olmak üzere ikiye bölündü. Bölgede çıkarları olan batılı güçlerin Vietnam’dan çıkmak gibi bir niyetleri yoktu ve Güney’de her anlamda etkin olmaya başladılar. 5 yıllık bir süre zarfında Ho Chi Mihn toprak reformu gibi atılımlarda bulundu. Sonrasında ise Komünist Kuzey ve Amerikan yanlısı Güney arasında çözüm için vaat edilen seçim asla gerçekleştirilmedi. Bunun üzerine kuzeyin gerilla kuvvetleri Güney’de görülmeye başladı. İrili ufaklı çatışmalarla geçen süreçte 1964 yılına gelindiğinde Kuzey hücum botlarının Tonkin Körfezi’nde seyretmekte olan Amerikan donanmasına saldırdığı haberi yayıldı. Bu asla kanıtlanmadı ancak tıpkı 11 Eylül saldırılarında olduğu gibi Amerika, bu söylentiyi Kuzeye saldırmak için öne sürdü ve Vietnam Savaşı’nın en kanlı süreci başlamış oldu. Soğuk savaşın tüm etkisiyle sürdüğü yıllarda Sovyetler Birliği ve Çin, Vietkong gerillalarının Komünist Vietnam’ını desteklerken Amerika ve batılı ülkeler Güney’in yanındaydı. İnsanlık tarihinin en vahşi savaşlarına sahne olan Vietnam topraklarına, ülkenin doğasını belki de ebediyen kaybetmesine sebep olacak kadar çok bomba yağdı. 1969 yılında Ho Chi Mihn’in ölümünden sonra ilginç bir şekilde daha da direnç kazanan Kuzey, 1973’e gelindiğinde tüm Vietnam’a hâkim oldu ve tüm Amerikan birlikleri geri püskürtüldü. Sonuçta Vietnam zafer kazanmış gibi gözükse de savaş sonunda kuzey ve güneyde toplam bir buçuk milyon Vietnamlı öldü, milyonlarcası yaralandı. Savaşta tam 60 bin Amerikan askeri hayatını kaybetti ve 155 bini yaralandı. Savaşın uzaması ve karşılıklı vahşetinin kamuoyunda sıkça yer alması, protestoları da beraberinde getirdi. Tüm dünyada savaş karşıtı gösteriler 27
arttı ve oluşan bu büyük baskı Amerika’nın yenilgiyi kabul edip çekilmesini sağladı.
Birçok eleştirmene göre tüm zamanların en iyi yönetmeni olarak gösterilen Stanley Kubrick’in her zamanki gibi yine mükemmeliyetçi bir şekilde işlediği Full Metal Jacket, savaş filmi olmasına karşın daha çok “insanı” yansıtır beyazperdeye. Zaten filmin temelinde politikalar ya da ideolojik açılımlar pek yer bulmaz. İnsanın ve savaşın doğası, militarizme taşlamalar altında izleyiciye aktarılır. Askeri eğitim ve Vietnam olarak iki bölümde ele alacağımız yapıt, Kubrick sinemasının en güçlü özelliklerinden olan etkin müzik kullanımıyla başlıyor. Askere alınan gençlerin saç tıraşı oldukları sahneyle açılan filmde bu bölüme eşlik eden müzik Vietnam’la ilgili son derece keyifli bir müziktir. Sonraki bölümlerde göreceklerimizle ters bir durumdadır bu şarkı. Açılıştan sonra acemi askerlerin koğuşunda buluruz kendimizi. Oldukça uzun bir çekimle 28
yönetmen bizleri o koğuşun içine sokar. Komutan Hartman’ın sert ve aşağılayıcı konuşmalarına tanık oluruz. Herkese isimler takar ve kelimenin tam anlamıyla yerin dibine sokarak “bir bok olmadıklarını” açıkça ortaya koyar. Bu rolde izlediğimiz R. Lee Ermey gerçek bir Vietnam gazisidir. Belki de bu yüzden filmdeki performansı bu kadar etkileyicidir, hatta kimine göre akılda sadece O’nun oyunculuğu kalır. Film bahsettiğimiz bu aşağılama sekansıyla başlar ve izleyiciyi yer yer kahkahaya boğacak kadar yoğun bir aşağılamadır bu. Çeşitli eğitimlerden geçen askerleri hiç durmadan yerin dibine sokan Hartman’ın sözleri gitgide komik olmaktan rahatsız edici olmaya başlar. Yönetmen filmin ilk yarısı olan eğitim bölümünde bu durumu o kadar ince bir şekilde işlemiştir ki başlangıçta güldüklerimiz yarım saat sonra tiksindirici gelmeye başlar. Burada zaten amaç bu toy delikanlılardan katil yetiştirmektir. Bunu defalarca duyarız. Bir insanın yeterince aşağılanınca, dövülünce, psikolojisi bozulunca nefretinin kabaracağını ve öldüreceğini düşünen eğitimciler bunu tüm yoğunluyla uygular filmde. Keyifli başlayıp vahşi bir eğilime yönelen ilk bölümde insanın çözülüşü Vincent D’Onofrio’nun başarıyla oynadığı Er Pyle( Türkçe altyazıda İnek Şaban) karakteri üzerinden verilmiştir. Yüzünden doğuştan gelen ince bir sırıtışa sahip bu naif karakter daha ilk anlarda Hartman’ın dikkatini çekmiştir. Ölüm makinesi üretme amacı güdülen bu militarist yapıda en çok ilgilenilmesi gereken asker adayı Pyle’dır çünkü diğerlerine göre en saf O’dur. Sürekli aşağılanan ve cezalara maruz bırakılan Pyle bir türlü istenilen “asker”e dönüşemez ve Hartman’ın buna sebep olarak diğerlerinin yardımcı olmamasını gösterir. Pyle’ın bundan sonra yapacağı yanlışların cezasını onlardan çıkaracağını söyler Hartman. Böylelikle bir savaş filmi olan ancak insanı anlatan Full Metal Jacket’in en üzücü sahnesine ilerleriz. Pyle yüzünden ceza çekmekten sıkılan askerler bir gece anlaşarak havlularının içine sabunlarını yerleştirirler. Ranzasından uyumakta olan Pyle’ı sıkıştırıp feci şekilde döverler. Burada yönetmen olayın soğukluğunu çekimde mavi tonları kullanarak izleyiciye hissettirir. Ayrıca yönetmenin son filmi Eyes Wide Shut ta da kullandığı gerilimi müzikle verme seçimi burada da fazlasıyla yer bulur kendine. Pyle’ın hıçkıra hıçkıra ağlaması, buz mavisi tonlar ve de rahatsız edici müzikler sahneyi unutulmaz kılar. İlk bölümde ayrıca dikkati çeken bölüm militarist marşlara sıkça yer vermesidir. İster dışarıda ister koğuşta olsun bu marşlar tümüyle erkeklik üzerinedir. Filmde militarizmin taşlandığını söylemiştik ve burada bu yapıların nasıl eşcinsellik ve kadınlar konusunda aşağılayıcı olduğunu görüyoruz. Elbette bu marşlarda Ho Chi Mihn’e ve komünizme yoğun hakaretleri görürüz. Ayrıca dini referansların ağırlığı da hissedilir. Er Joker’in Meryem Ana’ya inanmaması Hartman’ın gözünde O’nu pis bir komünist durumuna getirir. Ayrıca Noel kutlamalarında bir rahibin gelip Tanrının komünistlerle mücadelede Onların yanında olduğunu söylemesi ve de tanrının 29
Deniz Kuvvetlerini sevdiği çünkü cenneti sürekli yeni ruhlarla dolduruyor olmaları da dönemin klasik propagandasıdır. İlk bölümde dikkati çeken bir diğer sahne ise Hartman’ın suikasta uğrayan ABD başkanı Kennedy’nin görünürdeki katili Lee Harwey Oswald’dan bahsettiği bölümdür. O’nun kim olduğunu eğittiği askerlere sorduğunda izleyici bu suikast hakkında belki de siyasi bir cümle beklerken Oswald’ın sadece 6 saniyede uzun mesafeden 3 isabetli atış yaptığını belirtir Hartman. Ve sonrasında kendi başkanını öldüren adamla gururlanarak O’nun Deniz Kuvvetleri’nde eğitim aldığını hatırlatır. Askerlerine bunu hatırlatmasının nedeni onların da böyle kusursuz birer ölüm makinesine dönüşmeleridir. Vietnam’la ilgili yumuşak kalmakla suçlanan Kennedy’nin militarist düşüncede hoş karşılanmadığının ve belki de neden öldürüldüğünün ince mesajlarını görürüz burada. Eğitim bölümünün bir diğer önemli kısmı piyadelerin kullandığı M–14 tüfeğidir. Piyadenin edinebileceği tek “karı”nın bu tüfek olduğunu söyler Hartman. Cinsel yaklaşıma eş görülen tüfeğin geceleri tanrıya dua ederlerken araç olması faşist bir militarizmin absürtlüğünü ortaya koyar. Yukarıda bahsettiğimiz Er Pyle’a gece yapılan işkence sonrasında, başlardaki o ince naif sırıtması tıpkı Hartman’ın başlangıçta güldüren hakaretleri gibi film ilerledikçe rahatsız edici olmaya başlar. Ordu hedefine ulaşmaktadır ve oldukça saf birini bile yavaş yavaş rahatsız edici bir ölüm makinesine dönüştürmeye başlamıştır. Hartman’ın dediği gibi dünyadaki en ölümcül şey M14’lü bir piyadedir ve Pyle bu tüfekte ustalaşmaktadır. O kadar ustalaşır ve Hartman’ın istediği gibi bir katile dönüşür ki filmin en korkunç sahnesinin de başrolündedir. Eğitim sonu geldiğinde hepsinin gideceği bölükler bellidir ve koğuşta son gecedir. Er Joker nöbetçidir ancak ortamdaki soğuk mavi tonlar ve kendini tekrar hissettiren rahatsız edici müzik izleyiciyi yavaş yavaş filmin zirve noktasına taşır. Pyle yatağında değil, dolu tüfeğiyle tuvalettedir. Oturduğu klozetten Joker’e oradan kameraya ve de izleyiciye sinema tarihinin unutulmaz bakışlarından birini atar. Filmin başındaki sevimli sırıtma verilen “eğitimlerden” sonra izleyicinin kanını donduran bir sırıtışa dönüşmüştür. Filmi ismi Full Metal Jacket’ı da telaffuz eden Pyle bir anda tüfek dualarını etmeye başlar ve eğitimdeki hareketleri tekrarlar. Bunun üzerine tuvalete giren Hartman aylarca yaptığı gibi yine Pyle’ı aşağılamaya başlar ancak farkında olmadığı şey bilinç şekilde psikolojisini bozup yaratmak istediği katil tam karşısındadır. Hartman’ı öldüren Pyle soğuk renk ve müzik tonları eşliğinde intihar eder. Bu sinemasal anlatımdan bizi çıkartırken, Kubrick’in bir an için kan kırmızısı tonları kullandığını görürüz.
30
31
Bu tüyler ürpertici sahnenin hemen ardından yönetmen izleyiciyi Vietnam’a götürür. Ancak önceki sahnenin etkisinden kurtulamayan izleyicilere durumla tümüyle ters bir müzikle sürpriz yapar. Nancy Sinatra’nın “These Boots are Made for Walking” şarkısı müzik olarak durumla alakasızdır ancak şarkının sözlerinde geçen “Bu botlar üstünden geçecek” sözleri ayaklarında botlarıyla komünist Vietnam’ı ezmeye gelen askerler için fazlasıyla alakalıdır. Bu sahnede komik bir fahişe pazarlığı beklemektedir izleyiciyi. Sahnenin hemen devamında ise bu iki “erkek” piyade fotoğraf makinelerini çaldırır. Askerin Er Joker’e Vietnamlılar hakkında feryadı oldukça tanıdıktır. “Biz buraya onlara yardım etmeye geldik, onlarsa bizim canımıza okumaya çalışıyorlar.” Bilindiği gibi Irak-Vietnam benzerliği sıkça yapılır ancak 21 yıl öncesinin bu filminde iki savaşı ve durumu bu kadar net bir biçimde bağlı görmek Amerikanın siyasetinin hiç değişmediğini acı bir şekilde gözler önüne serer. Filmin bu ikinci kısmında “savaşı” görürüz. Ama türevi Vietnam filmleri gibi ağır savaş sahneleri yoktur. Çatışmalar azdır, örneğin Vietkongların ünlü Tet Saldırısı kısaca yer bulmuştur filmde. Tet Bayramı Vietnamlılar için yılbaşı gibidir ve o günlerde ateşkes imzalanır. Ancak Vietkonglar ateşkesi bozarak Amerikalılara çok etkili saldırılar düzenlerler. Bir anlama ABD askerinin tüm keyfini kaçıran ve ölümü yakınlarda hissettiren bu saldırı Vietnam Savaşı’nın gidişatını psikolojik anlamda değiştirmiştir. Filmin savaş aksiyonu olmadığı bu kadar ünlü bir saldırıyı veriş 32
şeklinden bellidir. Yönetmen olayların sonuçlarıyla ilgilenmeyi tercih etmiştir. Örneğin ağır savaş sahneleri yerine savaşı ve vahşeti Amerikan askerlerinden dinleriz ya da normal olmayan davranışlarından anlarız. Ayrıca yaşanılanların cehennemi andırdığını Kubrick’in müthiş dekor ve set planlarından görürüz. Yıkılmış şehirler, yanan apartmanlar, moloz yığınları, mahvolmuş doğa yönetmenin kamerasından izleyiciye tüm gerçekçiğiyle yansır. Bu bölümde ayrıca savaş karşıtı medya karşısında bozulan hükümet ve ordu yanlısı medyanın çırpınışlarını ve gerçekleri çarpıtmalarını görürüz. Hiçbir ölüm gerçekleştiremeyen ordu konusunda halka “moral” vermek için birkaç Kuzeyli subayın öldürüldüğünü yazarlar. Sıkça bahsettiğimiz durum yani Vietnam Savaşı’nın insanların izlediği ilk savaş olması filmde bu ikinci yarıda gözler önündedir. Basın mensupları kameralarıyla röportajlar almaktadır ve burada askerlerin ruh halleri göz önündedir. “Özgürlük” getirmek için orda olduklarını söyleyenler, öldürmekten zevk alanlar, katliam yaptıklarının farkında olanlar ve Er Joker’in içine sokulduğu durumla dalga geçercesine “Egzotik Vietnam’ı görmek için buradayım. Farklı kültürden insanlarla tanışıp, onları öldürmek için buradayım. Mahallemde birini öldürüp ceza almayan ilk kişi olmak için.” Sözleri içinde çok şey barındırmaktadır. Er Joker karakteri filmin komedi unsurudur ama bu daha çok içinde bulunulan vahşetin alaya alınması gibidir. Usta katil yetiştiren militarist eğitimden çıkıp ordu gazetesinde çalışması zaten Hartman’ı çıldırtmıştı birinci bölümde. İkinci bölümde ise kasketinde “Öldürmek için Doğdum” sözü dururken barış rozeti takması yine komutanları tarafından azarlanmasına yol açar. Verdiği cevap ise insan ruhundaki ikiliği yansıtmak şeklindedir. Çok açık, belki Kubrick için basite kaçan bu aktarım aslında insanın yüzünde tebessümle beraber aklında soru işaretleri yaratması bağlamında oldukça başarılıdır. Joker’le birlikte ilerleyen ikinci bölümün zirve noktası içinde bulunduğu bölüğün bir keskin nişancı tarafından sıkıştırılmasıyla gerçekleşir. Diğer herkesi öldürmek için askerleri tek tek ve yavaş yavaş öldüren keskin nişancının peşine, arkadaşlarının intikamını almak için takılan askerler sonuç olarak harabeye dönmüş binaya girerler. Kan kırmızısı tonlar ve Er Pyle’a yapılan işkence ve en son Pyle’ın intihar ettiği sahnelerdeki müzik yine bize eşlik eder. Yukarıda da değindiğimiz gibi Pyle’ın intiharının soğuk mavisinden çıkarken yönetmen belli belirsiz bir kırmızılık kullanmıştır ve bu sahnede bu kırmızılığın bizi karşılaması, benzer olarak işlenen üç sahnenin devamlılığını hissettirir izleyiciye. Sahnenin devamında askerlerin canlarına okuyanın Vietnamlı komünist genç bir kız olduğunu görürüz. Militarizmin sıklıkla aşağıladığı kadınlardan birinin hem de genç birinin onları mahvetmesi izleyiciyle beraber “ölüm makinesi” askerleri de şoke eder. Yaraladıkları genç kızın tepesinde şaşın bakışlarla O’nu izlerlerken “beni vurun” haykırışları kulakları çınlatmaya başlar. Kızın yüzü korkutucu bir hal almıştır ve kırmızı 33
tonlarla birlikte insanı tüylerini ürperten müzik bu görüntüye eşlik eder. Yönetmen bu feryadı ve sahneyi oldukça uzun tutmuştur çünkü Er Joker’in yardım etme isteği ve çaresizliğini birebir yansıtmak istemiştir. Kimseyi öldürmemiş olan Er Joker bu rahatsız edici sahneyi, kızı can çekişmesini önlemek amacıyla vurarak sonlandırır.
Savaş karşıtı filmlerin en ünlülerinden olan Full Metal Jacket, insanın doğasına dair çok şey söylemektedir. Özellikle ilk bölümdeki eğitim kısmı sadece Amerikan ordusunda değil militarizmin olduğu her yerde görülebilir. Zaten filmde Amerikan karşıtlığından çok savaş ve militarizm karşıtıdır. Hatta tüm bunların temelinde insan yattığı için insanlık karşıtı bile denilebilir. Bunun yanında, Vietnamlıların bu savaşa Amerikan Savaşı demeleri taşıdığı ilginçlikle birlikte doğrudur. Amerikanın ülkelerinde savaşmaya hakkı olmadığı halde ülkelerinde bulunduğu ve savaş çıkarttığı için buna Amerikan Savaşı derler. Günümüzde de bu savaş çeşitlenerek devam etmektedir. Tek fark zamanında 68 kuşağının bunlara karşı koyması ve bir şeyleri değiştirmesidir. Şimdi ise bizler dâhil tüm dünya gençliği olup bitenlere karşı başkaldırmaktan ve bilinçli bir duruş geliştirmekten yoksundur. Başta Amerikan Savaşı olmak üzere tüm savaşlardan kurtulacağımız günler adına siz barışseverlere Sam Mandes’in yönettiği ve 1. Körfez(Amerikan) Savaşını anlatan Jarhead filmini tavsiye ediyorum. Mustafa Kemal’in “Yurtta Barış Dünyada Barış” sözü ve 68’in anti militarist söylemiyle…
34
Hatırla Sevgili Üzerine Utku Aktunç Bu ay sitemizde 68 kuşağına değindik. Ben de bu vesileyle şu sıralar televizyonda en çok izlenme payına sahip olan ve yakın tarihimiz ile ilgili konulara uzanan (çoğu diziden farkını ortaya koyan) “Hatırla Sevgili” dizisi hakkında yazı yazmak istedim. Bu diziyi, ilk başlayacağı zamanlarda reklâmını gördüğüm zaman kendi kendime “yine yalanlarla dolu bir dizi geliyor” dedim. Çünkü bu zamana kadar tarihimizi anlatan her hangi bir yapımda, mutlaka para hırsı uğruna saptırmalar yapılmıştır. Bu diziden de aynı şeyleri bekliyordum aslında. Fakat izlemeye başladıktan sonra fark ettim ki dizi, tamamıyla yansız ve korkusuz bir şekilde yakın tarihimize değiniyor. İlk başlarda 1960’lı yıllardan başlayarak yavaş yavaş günümüze gelen bir yapım olmuş. 1960 Devrimi ile başlıyor ve 68 kuşağında yaşamış devrimciler, gericiler hakkında bize bilgiler veriyor. Diziyi merakla izlediğim zamanlarda bile, içimde devamlı acaba 68’li yıllara gelindiği zamanda bu kadar tarafsız ve korkusuz kalarak gerçekleri verecek mi diye merak ettim ve gerçekten Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının başlattığı devrim mücadelesi hakkında – tabi ki de kurmacada yaratarak- ne kadar doğru bilgiler verdiğini gördüm.
Bildiğiniz gibi 1960 yılında -adına darbe diyemeyeceğim çünkü o bana bir Devrim’dir- yapılan devrim ile toplumun insanca yaşamasını sağlayan bir anayasa düzenlendi. Fakat bazı çıkarcılar bu anayasadan faydalanamayacaklarını anlayınca, bunu değiştirmek için insanları birbirine düşürmeye başladılar. O dönemin koşulları da göz önüne alındığı zaman bunun ne kadar kolay bir olay olduğu da anlaşılır. Çünkü o dönemde okuma alışkanlığı diye bir olay yok. Bazı insanlar (!) koyun sürüsü gibi çoban nereye çağırırsa oraya gitmeye başlıyorlardı. Daha sonrada herkesin bildiği gibi, Mustafa Kemal Atatürk’ün 35
ilke ve inkılâplarını benimseyen bir grup genç devrimci ortaya çıktı ve bu yapılanlara karşı kendi başlarına bir şeyler yapmaya başladılar. Onların hiç birinin gözünü para hırsı bürümemişti. Onlar sadece insanların daha insanca yaşamalarını ve herkesin eşit olmasını istiyorlardı. Fakat her dönemde ve her yerde olduğu gibi bunlara da karşı çıkanlar oldu hem de önemli mevkilerdekileri arkalarına alarak. 1968’li yıllarda olaylar iyice kızışmaya başladı ve artık insanlar anayasa tarafından kendilerine verilmiş haklar olan okuma ve öğrenme haklarına bile polis eşliğinde yaşamaktaydılar. Bir yanda Atatürk’e bağlılıklarını her fırsatta dile getiren bu devrimci gençler bir yanda da sözde milliyetçi ve Atatürkçü gençler. Her an bir çatışma her an bir annenin çığlığı yükseliyordu sokaklarda. O dönemlerde öne çıkan isimler herkesin hafızasında yer alan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve nice devrimci ve Atatürkçü genç bu uğurda canlarını verdi. Kimisi –bir gerilla gibi- dağlarda öldürüldü kimisi de asılarak. Ama şöyle bir gerçek var ki, idam sehpasında bile insanları ne kadar çok sevdiklerini ve onlar için yaptıklarından hiç bir zaman pişman olmadıklarını tekrar tekrar bağırmışlardı. Onlar onurluydu onlar guruluydu. Deniz Gezmiş ve niceleri. Onlar haklımızın mutluluğu uğruna kendi canlarını feda etmiş birer devrimciydi. Onlara terörist dendi katil dendi ama onlar hiç kimseyi – hatta düşünceleri uğruna kaçırdıkları insanları bile- öldürmemişlerdir. Kendilerine silah çekildiği zaman silaha sarılmışlardır. Çünkü Onlar asıl gücün KALEM olduğunu bilen kişilerdi.
Yukarda bahsettiğim olaylar aynen ve tabi ki de kurmaca öğeleri de katılarak “Hatırla Sevgili” dizsinde yer almaktadır. Hatta hiç beklemediğim ve gördüğümde – bu yazıyı yazarken de- tüylerimi diken diken eden ve içimi burkan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının asılması ve son sözleri oldu. Bu zamana 36
kadar bu görüntüleri kullanmak yasak hatta bazılarına göre günah (!) sayıldığı günümüz de bu kadar izleyiciye göstermek gerçekten cesaret isteyen bir olaydır. Gerek yapımcılarını ve gerekse bu işe gönülden eşlik eden herkese teşekkür etmek istiyorum. Çünkü korkusuzca ve gerçekleri saptırmadan yakın tarihimize ışık tutuyorlar.
37
68’i Aralamak Onur Keşaplı Bu yazımızın başlığı “68’i Anlamak” olacaktı aslında. Her ne kadar, o kuşağın temsilcisi bir babanın oğlu olarak 68 hikâyelerini dinleyerek büyümüş olsam da, ülkemizle birlikte tüm dünyayı sarsan ve de tam 40 yıl sonra bile hala rüzgârını hissettiren bir kuşağı anlamak ve anlatmak, benim sınırlarımı fazlasıyla aşan bir durum. Görünenden çok daha fazlasıdır 68. Peki, bu kuşağı bu kadar özel ve halen güncel kılan nedir?
Birçoğumuzun aklına ilk olarak gençliğin başkaldırısı gelir 68 dendiğinde. Ancak bundan çok daha derindir 68, evet bir başkaldırıdır ancak gençlik ateşinin körüklediği bir başkaldırıdan öte bu ateşin pişirdiği bir duruştur. Sömürüsüz, emeğin yüceltildiği, barışın ve eşitliğin egemen olduğu “Başka bir dünya mümkün” diyenlerin mücadelesidir, direnişidir bu kuşak. Ebediyen genç kalacak 68lilerin üzerinden sadece 40 yıl geçmedi, aynı zamanda coplar, tanklar, diktatörler, emperyalistler geçti ama hiçbiri kıvılcımı söndüremedi. Bu ateş hala yandığı için 40. yıl dönümünde bizleri düşündürtmekte. Hiç düşündünüz mü 12 Eylül faşizmi olmasaydı 78liler diye bir kuşaktan söz edilecek miydi? Ya da 88 38
ve 98’in kuşak olarak anılmaktan neden uzak olduklarını? Ve elbette biz 2008lilerin tam 40 yıl sonra “tüketim çılgını kuşak” yakıştırması dışında hangi sıfatlarla anılacağını? 68’i özel kılan şey yaşamın ve toplumun her alanında devrimci olmalarıdır. Herkesin şair ve sanatçı olabileceğine inanmışlardır. Her devrimci bir şairdir, yazardır adeta birer kültür elçisidir. Bizlere şuan şiir ne kadar uzaksa 68liler için şiir sudur, havadır. Eğer bu güzel kuşağın temsilcilerinden biriyle sohbet etmekteyseniz onlardan şiirler dinlersiniz. Ezber değildir bu şiirler, çünkü zaten o dizeler damarlarında akmaktadır. Siz hiç okuduğunuz kitapla hava attınız mı yaşantınızda? Ukalalık yaptınız mı bitirdiğiniz eserlerle, izlediğiniz tiyatroyla ya da gördüğünüz sergiyle? Genç kız ve erkeklerin dikkatini koltuk altınızda taşıdığınız kitapla, gazeteyle çekmeye çalıştınız mı? İnanın 1968’de cep telefonu ve müzik çalarlar icat edilmiş olsaydı bile onlar bizim gibi “para”larının elde ettiği şeylerle gösteriş yapmazlardı çünkü 60larda kültür öncelikteydi. Yapılan araştırmalar ve o zamanlarda yapılmış anketlerin günümüze uyarlanmasıyla görülen sonuçlarda 68lilerin yaşamdaki önceliklerinde sevgiyi görürüz. Ancak bu durum 40 yıl sonra zamanın “görünürdeki” gençlerince tersine çevrilmiştir ve para yaşam önceliklerinde açık ara birincidir. Bu elbette bizim eserimiz değildir. 68’i ülkemizde ve dünyada silip geçenlerin eseridir. Onları ezip geçtiler çünkü o ateşten korktular. O neslin yönetimleri ele alması dünyanın çehresini değiştirecekti. Bizim 68imizi yani antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’yla ve Köy Enstitüsü kültür devrimimizle aydınlanan geleceğin yöneticilerini yok ettiler. Bunun için uğraştılar çünkü o zaman bu ülke şehirden kırsala eğitimli olacaktı, sömürülmeyecekti, tam bağımsız olacaktı, sanatta, bilimde dünyayı sarsacaktı… Geleceği elinden alınan halkımızı şimdilerde aşağılayan, yer yer pohpohlayan ancak her zaman uyutan ve sömürenler yönetmektedirler. Ne acıdır ki bunlar, Denizlerle, Mahirlerle, Sinanlarla, İbolarla aynı yaştadırlar. Şu unutulmamalıdır ki bu devrimcilerimizin kıvılcımı, tıpkı Mustafa Kemal’in idealleri gibi zamanın ötesine geçmiştir ve 40 yıl sonra bile bizlere aydınlatmaktadır. Dünyada da Paris Mayısı’nın, Prag Baharı’nın, Vietnam mücadelesinin ve Che’nin geride bıraktığı duruş, başkaldırı, kısacası rüzgâr dinmemiştir.
39
68’i araladığımız bu yazı, daha güzel bir Türkiye, daha güzel bir Dünya için bu kuşağı gerçekten anlamaya başlamamız ve geleceğe uyarlamamız bağlamında sadece bir başlangıç. Sanatı, kültürü ve beraberinde ilerici duruşu yaşam felsefesi haline getiren bir kuşağın nasıl ölümsüz olabileceğinin ve nasıl ebediyen genç kalacağının kanıtıdır 68 kuşağı. Eğer bizler de bu dünyada iz bırakmak istiyorsak “Gerçekçi olup imkânsızı isteyen” bu destansı kuşağı anlamak ve uyarlamak zorundayız. Anlamanın yolu tıpkı onların yaptığı gibi okumaktan geçiyorsa eğer, 68lileri andığımız bu yazıda sizlere Erdal Öz’ün unutulmaz yapıtı Gülünün Solduğu Akşam’ı ve edebiyatımızın köşe taşlarından olan Sevgi Soysal’ın Şafak adlı romanını tavsiye ediyorum. Yazımıza noktayı koyarken Azizm olarak, Deniz Gezmiş’in son isteği olan Rodrigo’nun ünlü gitar konçertosunu, katledilen fidanlarımıza ağıt, ülkemizdeki, dünyadaki tüm 68lilere ve o ruhun günümüzdeki temsilcilerine ise armağan olarak sizlere sunuyoruz.
40
Dizeleriyle Ataol Behramoğlu Duygu Yılmaz “Cellat uyandı yatağında bir gece "Tanrım" dedi "Bu ne zor bilmece: Öldükçe çoğalıyor adamlar Ben tükenmekteyim öldürdükçe..."”
Okunmamış kitaplar kadar el değmemiş hüzünleri saklıdır raflarında. Eski değildir, yenidir aksine gözlerindeki uyku bilmez aydınlık. İnsanlarımızın öğrenmesi gereken yakın tarihin en büyük tanıklarındandır ve en büyük tanıklarındandır hayatın ve devrin acımasızlığının. Mayıs dedik, kederlerimiz dondu yine ayna kırıklarında… Ve kuşak 68 dedik, keder dedik biz, şiir ve ayna kırıkları dedik… Ataol Behramoğlu, sadece bir sanatçı değil, aynı zamanda edebiyat ve fikir dünyasından yolu geçen en parlak ışıktır dedik… Çatalca’da doğan şair, öğrenim hayatını Kars ve Çankırı’da sürdürmüştür. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Rus Dili ve Edebiyatı’nı bitirmiştir.1970 ve 1974 yılları arasında öğrenimini ve yaşamını İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği’nde sürdürmüş, daha sonra Türkiye’ye geri dönmüştür. Halkın Dostları, Yeni Gerçek, Anka ve Militan dergilerinin çıkarılıp yönetilmesinde görev almış ve Adam Yayınevi’nde danışmanlık yapmıştır. 41
Şehir Tiyatroları’nda dramaturgluk görevi ve Sorbonne Üniversitesi’ne bağlı Centre de Poetique Comparee bölümünde Türk ve Dünya Şiiri üzerine çalışmalar yapmıştır.1982 yılında Barış Derneği Davası sebebiyle on ay tutuklu kalmış ve 1981 yılında da Asya-Afrika Yazarlar Birliği, Lotus Ödülü’nü almıştır. Şair Rus Edebiyatı’ndan birçok eseri de Türkçeye kazandırmıştır. Şiir Kitapları Bir Ermeni General (1965) Bir Gün Mutlaka (1970) Yolculuk, Özlem, Cesaret ve Kavga Şiirleri (1974) Ne Yağmur Ne Şiirler (1960) Kuşatmada (1978) Mustafa Suphi Destanı (1979) Dörtlükler (1980, ilavelerle yeniden basım 1983) Şiirler (1959-1982) İyi bir Yurttaş Aranıyor (1983) Kızıma Mektuplar (1987) Eski Nisan (1987) Türkiye Üzgün Yurdum, Güzel Yurdum (1985) Bebeklerin Ulusu Yok (1988) Sevgilimsin (1993) Düzyazı Yaşayan Bir Şiir (1986) iki Ateş Arasında (1989) Melankolik Gözyaşları (1990) Nazım’a Bir Güz Çelengi (1990) 42
Şiirin Dili-Ana Dil (1995). Antolojileri Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi (1988) Dünya Şiiri Antolojisi (1997) Çocuk Kitabı Yiğitler Yiğidi ve Uçan At Masalı (1990). Diğer Aziz Nesin’li Fotoğraflar (1995) Başka Gökler Altında (1996) Kardeş Türküler (1981) Lozan (1992) Genç Bir Şairden Genç Bir Şaire Mektuplar (1995) Şiirin Kanadında Mektuplar (1997)
ŞİİRLERİ BİR KADINI BEKLEMEK Bir kadının bana gelecek olması, bir rüzğarı geçerek Bir şarkıyı geçerek, saçlarının uçuşunda Bir kadının bana gelecek olması, bir ömür geçecek Aşkın buruk tadında, buluşması iki yalnızlığın Bir akşamı geçecek Belki de dağılan sesleri hüznün ve akşamın belki de Bir kadını geçecek Bir kadını bekliyorum 43
Eteklerini ve saçlarını uçurarak gelecek...
AŞK İKİ KİŞİLİKTİR Değişir yönü rüzgarın Solar ansızın yapraklar; Şaşırır yolunu denizde gemi Boşuna bir liman arar; Gülüşü bir yabancının Çalmıştır senden sevdiğini; İçinde biriken zehir Sadece kendini öldürecektir; Ölümdür yaşanan tek başına, Aşk, iki kişiliktir. Bir anı bile kalmamıştır Geceler boyu sevişmelerden Binlerce yıl uzaktadır Binlerce kez dokunduğun ten; Yazabileceğin şiirler Çoktan yazılıp bitmiştir; Ölümdür yaşanan tek başına. Aşk, iki kişiliktir Avutmaz olur artık Seni bildiğin şarkılar; Boşanır keder zincirlerinden Sular tersin tersin akar; Bir hançer gibi çeksen de sevgini Onu ancak öldürmeye yarar: Uçarı kuşu sevdanın Alıp başını gitmiştir; Ölümdür yaşanan tek başına. 44
Aşk, iki kişiliktir. Yitik bir ezgisin sadece Tüketilmiş ve düşmüş gözden; Düşlerinde bir çocuk hıçkırır Gece camlara sürtünürken; Çünkü hiç bir kelebek Tek başına yaşamaz sevdasını, Severken hiç bir böcek Hiç bir kuş yalnız değildir; Ölümdür yaşanan tek başına, Aşk, iki kişiliktir. BU YANGIN YERİNDE Yaşamak bu yangın yerinde Her gün yeniden ölerek Zalimin elinde tutsak Cahile kurban olarak Yalanla kirli havada Güçlükle soluk alarak Savunmak gerçeği, çoğu kez Yalnızlığını bilerek Korkağı, döneği, suskunu Görüp de öfkeyle dolarak Toplanıyor ölü arkadaşlar Her biri bir yerden gelerek Kiminin boynunda ilmeği Kimi kanını silerek 45
Kucaklıyor beni Metin Altıok "Aldırma" diyor gülerek "Yaşamak görevdir bu yangın yerinde Yaşamak, insan kalarak" BİR GÜN MUTLAKA Bugün seviştim, yürüyüşe katıldım sonra Yorgunum, bahar geldi, silah kullanmayı öğrenmeliyim bu yaz Kitaplar birikiyor, saçlarım uzuyor, her yerde gümbür gümbür bir telâş Gencim daha, dünyayı görmek istiyorum, öpüşmek ne güzel, düşünmek ne güzel, bir gün mutlaka yeneceğiz! Bir gün mutlaka yeneceğiz, ey eski zaman sarrafları! Ey kaz kafalılar! Ey sadrazam! Sevgilim on sekizinde bir kız, yürüyoruz bulvarda, sandviç yiyoruz, dünyadan konuşuyoruz. Çiçekler açıyor durmadan, savaşlar oluyor, her şey nasıl bitebilir bir bombayla, nasıl kazanabilir o kirli adamlar Uzun uzun düşünüyor, sularla yıkıyorum yüzümü temiz bir gömlek giyiyorum Bitecek bir gün bu zulüm, bitecek bu hân-ı yağma Ama yorgunum, şimdi, çok sigara içiyorum, sırtımda kirli bir pardesü Kalorifer dumanları çıkıyor göğe, cebimde Vietnamca şiir kitapları Dünyanın öbür ucundaki dostları düşünüyorum öbür ucundaki ırmakları Bir kız sessizce ölüyor, sessizce ölüyor orda Köprülerden geçiyorum, karanlık yağmurlu bir gün, yürüyorum istasyona Bu evler hüzünlendiriyor beni, bu derme çatma dünya İnsanlar, motor sesleri, sis, akıp giden su Ne yapsam... ne yapsam... her yerde bir hüzün tortusu Alnımı soğuk bir demire dayıyorum, o eski günler geliyor aklıma Ben de çocuktum, sevgilerim olacaktı elbette Sinema dönüşlerini düşünüyorum, annemi her şey nasıl ölebilir, 46
nasıl unutulur insan Ey gök! senin altında sessizce yatardım, ey pırıl pırıl tarlalar Ne yapsam... ne yapsam... Dekart oluyorum sonradan... Sakallarım uzuyor, ben bu kızı seviyorum, ufak bir yürüyüş Çankaya'ya Bir pazar, güneşli bir pazar, nasıl coşuyor yüreğim, nasıl karışıyorum insanlara Bir çocuk bakıyor pencereden, hülyalı kocaman gözlü nefis bir çocuk Lermontov'un çocukluk fotoğraflarına benzeyen kardeşi bakıyor sonra Ben şiir yazıyorum daktiloda, gazeteleri merak ediyorum, kuş sesleri geliyor kulağıma Ben mütevazı bir şairim, sevgilim, her şey coşkulandırıyor beni Sanki ağlayacak ne var bakarken bir halk adamına Bakıyorum adamın kulaklarına, boynuna, gözlerine, kaşlarına, yüzünün oynamasına Ey halk diyorum, ey çocuk, derken bende bir ağlama İlençleniyorum bütün bireyci şairleri, hale gidiyorum portakal almaya İlençleniyorum o laf kalabalıklarını, kurumuş yürekleri, bireyin kurtuluşunu filan İlençliyorum o kitap kurtlarını, bağışlıyorum sonradan Uzun kış gecelerinden sonra, masallarda anlatılan Durup durup bunları düşünüyorum, bir sevinci bir hüzün izliyor arkadan Yüreğim ipesapa gelmez bir bahar göğü, Türkçe bir yürek kısaca Beklemek usandırıyor, telaşlı telaşlı bir şeyler anlatıyorum sağda solda Bir otobüse biniyorum, inceliyorum bir böceği tutarak kanatlarından merakla Yürürdüm eskiden baharda, o yıkıntıların ve çayırların olduğu alanlara Aklıma şiiri gelirdi o yaşlı Amerikalının sonbaharı anlatan şiiri Çayırlar vardı o şiirde, baharı anımsatan ne de olsa Böylece yeniden hazırlanıyorum bir coşkuya, yeniden sokaklara fırlamaya Kendimi atmak bir uçurumdan balıklama Büyük ve mavi bir şey izlenimi var bende, gördüğüm filmlerden mi ne Bir şapka, telaşlı bir gök, sıcak yapay bir dünya Anlat anlat bitmiyor, bitmiyor bendeki daüssıla Bütün sevgilerimi harcayabilirim bir çırpıda, yağmurlu o yollar geliyor aklıma 47
Benzin kokuları, ıslak direkler, babamın esmer bir somun gibi tombul ve sıcak elleri Uyurdum. Bir de bakmışsın yeni bir filim sinemada, şehirde yeni bir kız, kahvede yeni bir garson O üzgün ve sabahlıklı dururdu balkonda... Şimdi ne var hüzünlenecek bunda, nedir bu çatlatan yüreğimi bu telaş Sanki yarın ölecek gibiyim, birazdan polisler gelecek ya da Gelip alacaklar kitaplarımı, daktilomu, bu şiiri, sevgilimin fotoğrafını duvarda Soracaklar babanın adı ne, nerde doğdun, teşrif eder misiniz karakola Dünyanın öbür ucundaki dostları düşünüyorum, öbür ucundaki ırmakları Bir kız sessizce ölüyor, sessizce ölüyor Vietnam'da Ağlayarak bir yürek resmi çiziyorum havaya Uyanıyorum ağlayarak, bir gün mutlaka yeneceğiz! Bir gün mutlaka yeneceğiz, ey işalatçılar, ihracatçılar, ey şeyhülislâm! Bir gün mutlaka yeneceğiz! Bir gün mutlaka yeneceğiz! bunu söyleyeceğiz bin defa! Sonra bin defa daha, sonra bin defa daha, çoğaltacağız marşlarla Ben ve sevgilim ve arkadaşlar yürüyeceğiz bulvarda Yürüyeceğiz yeniden yaratılmanın coşkusuyla Yürüyeceğiz çoğala çoğala... BEN ÖLÜRSEM AKŞAMÜSTÜ ÖLÜRÜM Ben ölürsem akşamüstü ölürüm Şehre simsiyah bir kar yağar Yollar kalbimle örtülür Parmaklarımın arasından Gecenin geldiğini görürüm Ben ölürsem akşamüstü ölürüm Çocuklar sinemaya gider Yüzümü bir çiçeğe gömüp Ağlamak gibi isterim Derinden bir tren geçer 48
Ben ölürsem akşamüstü ölürüm Alıp başımı gitmek isterim Bir akşam bir kente girerim Kayısı ağaçları arasından Gidip denize bakarım Bir tiyatro seyrederim Ben ölürsem akşamüstü ölürüm Uzaktan bir bulut geçer Karanlık bir çocukluk bulutu Gerçeküstücü bir ressam Dünyayı değiştirmeye başlar Kuş sesleri, haykırışlar Denizin ve kırların Rengi birbirine karışır Sana bir şiir getiririm Sözler rüyamdan fışkırır Dünya bölümlere ayrılır Birinde bir pazar sabahı Birinde bir gökyüzü Birinde sararmış yapraklar Birinde bir adam Her şeye yeniden başlar TOPRAĞA DÜŞEN Ona "Haydi Savaşa dediler Başkaca birşey Söylemediler Aldılar köyünden 49
Davulla zurnayla Geride üç çocuk Bir eş ve bir ana Eline bir silah Tutuşturdular Ve karşılaştı Düşman ordular Vurulup düştü İlk çatışmada Göğsünde bir oyuk Üç delik alnında "Ey bu topraklar için Toprağa düşen" Bir karış toprağın Var mıydı yaşarken? TEK BAŞINALIK Ben tek başına ne yapabilirim Diye düşündü biri Ve hiçbirşey yapmamaya karar verdi Ben tek başına ne yapabilirim Diye düşündü bir öteki Ve yalnızlığının kuytuluğuna çekildi Ben tek başına ne yapabilirim Diye düşündü bir üçüncü Ve tek başına düşünmeyi sürdürdü 50
Ben tek başına ne yapabilirim Diye düşündü yüzbinler Ve tek başınalıklarını sürdürdüler Ben tek başına ne yapabilirim Diye düşündü milyonlar Milyonlarcaydılar Ve tek başınaydılar Bu arada birileri Onlar adına Karar vermekteydi Tek başına olduklarını sananlar Topluca ortadan kaldırıldılar.... SENİ ELİNDEN TUTMUŞTUM Seni elinden tutmuştum --- yaz geçiyordu Yaz geçiyordu, biz geçiyorduk Yazı elinden tutmuştuk Birazdan geleceksin, bakışacağız Bakışacağız, hem var hem yok gibi Hem var hem yok gibi öpüşeceğiz Aramızda söylenmemiş sözlerin uzaklığı Aramızda yaşanmamış şeylerin uzaklığı Yakın ayrılıkların sezgisi tenimizde Hayat geçiyor biz geçiyorduk Bir denizin üzgün kıyısında Güz bir hastalık gibi ilerliyordu 51
Olgun ışığıyla güz Ve biz yaklaşan ayrılıkların önünde Kış duygularına bürünmüşüz Dışardan ağlayışı geliyor çocuğumuzun
52
Levend Kılıç ile Söyleşi Ceyda Şahinoğlu, Osman Bahar “Zamana tanıklık edecek, bize hafıza oluşturacak kareler çekilmeli” Fotoğrafçılık açısından Türkiye’nin en başarılı akademisyenlerinden olan ve bu zamana kadar çıkardığı kitaplarla insanlara fotoğrafı öğretmeyi amaçlayan Levend Kılıç, fotoğrafa olan ilgisizlikten yakınıyor. “Türkiye’de fotoğraf insanların narsist duygularını tatmin etmek amacıyla kullanılıyor” diyen Kılıç, bize görsel hafıza oluşturacak kareler olması gerektiğini, baktığımızda bizi geçmişe götüren fotoğraflar çekilmesi gerektiğine değiniyor.
Fotoğrafla tanışmanız nasıl oldu ve sizi bu sanata bağlayan nedir? Ben, fotoğrafçılıkla öğrenci olduğum yıllarda yani 1972–73 yıllarında tanıştım. O zamandan beri de aklımın erdiği kadar becerebildiğim kadar fotoğrafçılıkla uğraşmaya çalışıyorum. Bir taraftan fotoğrafın teknik yönüyle uğraşıyorum, bir taraftan da teorik yönleriyle uğraşıyorum. Bu işin içine bir akademisyen olarak 53
girmeye başlayınca şunu gördüm ki Türkiye de birçok konuda olduğu gibi bu alanda da konunun teknik sürecini anlatan kitaplar çok yetersiz. Fotoğraf sadece bir teknik değildir bu tekniği sanat ortamında yapabilmek için de hem sanatla hem de kültürün başka öğeleriyle birleştirmek gerekir. Bunların da tabi ki yazılı kaynaklarda olması gerekir. Bu nedenle ben eli biraz kalem tutan bir akademisyen olarak fotoğrafın teknik yönüyle alakalı olarak “fotoğrafa başlarken” kitabını yazdım kolay anlaşılabilir bir kitap yazmaya gayret ettim. Fotoğrafın görsel, toplumsal ve estetik yönlerine dikkat çekmeye çalıştım, yeni bir kitap yazdım. Bir taraftan da özellikle siyah beyaz fotoğrafçılık konusunu çekmeye çalışıyorum. Geçtiğimiz aylarda ‘Meslekte 40 Yıl’ adlı bir kitap yayınladınız ve kitapta yer alan fotoğraflardan oluşan bir sergi açtınız. Bize biraz bunların içeriğinden bahsedebilir misiniz? Ben doğma büyüme Eskişehirliyim. Doğal olarak da fotoğraf çekerken ilk olarak etkileneceğim şey kendi çevrem oluyor. 70li yıllardan beri çeşitli vesilelerle Eskişehir’i resmetmeye çalıştım. 2000li yıllarla beraber Eskişehir’in bir konusunu resmetmek için yola çıktım ve fotoğrafın klasik tekniğini yani siyah beyaz tekniği kullanarak fotoğraf çekmeye çalıştım. 2005 yılında da esnaf ve zanaatkârlar üzerinde yoğunlaşmaya karar verdim ve onların içinde de mesleklerinde 40 yılı aşanların özel bir durumu olduğunu fark ettim. Bunlar 1940lı yıllarda mesleğe başlamışlar. Türkiye’nin neredeyse 50–60 yıllık geçmişlerine tanıklık etmiş insanlar ve hala mesleklerini sürdürüyorlar. Bu insanları çerçevenin içine almaya çalıştım. İşin özü budur. Bu bir nostalji çalışması değildir. Yani geçmişten günümüze olarak değerlendirilmemelidir. Farklı mesleklerde özellikle el marifetleriyle çalışan insanların bu mesleklerini hangi ortamda sürdürdüklerini, hangi fiziksel çevreyi kullandıklarını, bu insanların nasıl insanlar olduklarını anlatmaya yönelik bir çalışmadır. Ben düşünüyorum ki 30 yıl sonra bu çalışmaların değeri artacaktır. Geçmişe dönüp baktığınızda bunun gibi çalışmalara rastlamak neredeyse mümkün değildir. Oysa sadece esnaflar zanaatkârların değil toplumla iç içe olan insanların topluma yön veren insanların bir şekilde kayıt altına alınmaları gerekir. Bu bir çeşit hafızadır. Ben sizin evinize gidip ailenizin bütün fotoğraflarını alıp yok etsem ailenin hafızası yok olur. Bazı eşyalar olmadığı zaman onların yerine yenilerini getirebilirsin ancak dedenden kalma bütün aile fotoğrafların yok oldu. Bu bir daha nasıl yerine gelebilir? Senin ailenin tarihi, görsel hafızası yok oluyor. İşte bu çalışmada görsel hafıza oluşturmaya yönelik ender çalışmalardan birisi. Batıda çok yaygın bir şey olmasına rağmen Türkiye’de maalesef fotoğrafı 54
sadece kendimizi narsist durumumuzu tatmin edebilmek için, ben de ordaydım diyebilmek için kullanıyoruz. Aynı zamanda eğitmen olduğunuzu biliyoruz. Gençlerin fotoğrafa olan ilgisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Üniversitelerde verilen fotoğraf derslerini yeterli buluyor musunuz? Gelenek haline gelen bir durum vardır. Her nesil, kendinden sonra gelen nesilden her zaman şikâyetçidir. Bu bir anlayıştır. Ben bununla ilgilenmiyorum. Bilardo oynamaya meraklı insanlar da var, fotoğraf çekmeye meraklı insanlar da var, tiyatroya meraklı olanlar da var. O kadar karamsar değilim. Bardağın her zaman dolu tarafına bakarım. Bu işe her zaman merak saran insanlar var. Biz de belki toplumsal koşullar bu işe uygun olmayabiliyor. Bu koşulları sağlamamız gerekiyor. Bunu yapamadığımız zamanda insanlar kendini yalnız hissediyor. Yapabilmek için kendi başımıza büyük çaba sarf etmemiz gerekiyor. Ben iyi bir okulda iyi hocalarla okudum ama benim kuşağım biraz farklıydı. İnsanlar vatanını kurtarabilmek için kendini ölüme atıyordu. Polis copu yememiş insanların sayısı parmakla gösterilebilecek kadar azdı. Öyle bir ortamda senin fotoğrafçılıkla uğraşman çok absürd bir şey. Onu yapabilmek için çok büyük çaba göstermen gerekiyor. Her şeyi unutup zihnini boşaltıp fotoğrafa yöneleceksin. Bütün sınıf arkadaşlarım mitinglerde orda buradayken sen eline makine alıp fotoğraf çekiyorsun. Bunları yapmak kolay değil. Şimdi de başka bir şey var. Her yer kafe dolu, o kafelerden sıyrılıp fotoğraf derneğine gelen kaç kişi var. İçinde bulunduğun şartlar olarak bu çok zor. Bazı gençler bu durumun farkında ama kendini orada çıkaramıyor. Oradan çıkabildiğin zaman mesafe alabiliyorsun. Fotoğrafçılık, teknolojiye bağlı olarak çok çabuk değişti ve gelişti. Cep telefonları bile fotoğraf çekiyor. Bu iyi bir durum ama bunu kendi lehine çevirmek gerekiyor. Bu işlere biraz kafa yormak gerekiyor. Nerede olursa olsun herhangi bir şekilde fotoğraf eğitimi almak gerekiyor. Türkiye’de yılda ortalama 5 bin kişi fotoğrafçılık okuyor. Benim “Fotoğrafa Başlarken” kitabım şuan fotoğrafçılık kitapları içinde en çok takdir gören kitaplardan birisi ve bu kitabın 2 bin baskısı tükendi, şimdi 2 bin daha tükeniyor. Burada bir çelişki söz konusu. Fazla kitap var, satılıyor meselesi değil. Hem okutanlar açısından hem de öğrenciler açısından tuhaf bir durum var. İnsanlar kitaptan okumadan bilgilenme durumundalar. Kendi öğrencilerim var, fotoğraf kitabı almıyor. Kitap satılsın diye demiyorum ama bir şeyi kitaptan öğrenemezsen nereden öğreneceksin. Böyle teknik bir süreci de yazmak gerekiyor. Bizim zamanımız da uğraşıp da, okuyarak çabalayarak bir şeyler yapanlar başarılı oldular. Şimdi sınıflar dolusu öğrenci okuyor ama ne hocalar ne de öğrencileri daha kitapları bilmiyor. Bu 55
yüzden fotoğrafçılık nasıl 20 yıl önce kötü durumdaysa hala kötü durumda. Birileri gelip fotoğrafla uğraşıyor, 3 sene sonra unutuluyor. Bir dönem İstanbul’da sergim vardı. Büyük fotoğraf sergileri var, sanat için milyarlık yatırımlar yapmışlar. Ama İstiklal Caddesi’nin ortasında satılan kitaptan haberleri yok. Kastamonu’daki adam duymayabilir ama sanatla ilgili olup da İstiklal Caddesi’nde satılan bir kitaptan haberdar olmamak bana biraz garip geliyor. Dünyanın en önemli kitapların haberleri yok. Çok acı bir durumla karşı karşıyayız. Fotoğrafçılık gelip geçici bir heves olarak kalıyor. Bu zamana kadar bu işi geçici heves olarak yapan insanları hiçte ciddiye almadım. Ülkemizde sanatçıya verilen değerle ilgili olarak ne düşünüyorsunuz? Kültür Bakanı olsanız neler yapardınız? Türkiye’nin olumlu özelliklerinin yanında olumsuz özellikleri de var. Büyük bir genç nüfus var ve bu genç nüfustan korkmamak gerekiyor. Yaratıcı bir toplum olduğumuzu düşünüyorum ve gittiğim birçok yabancı ülkede de bu düşüncemin doğru olduğunu fark ettim. Fakat bu yaratıcılığımızı sistemli bir şekilde götüremedik. Fotoğrafta güzel bir şeyler sunmak için aylarca uğraşman gerekebilir. Belki sanatın her dalında bu böyledir. Toplumda buna saygı duyulmuyor mu duyuluyor. Ancak fotoğraftan ekmek yiyebiliyor musun diye sorarsanız hayır yiyemiyorsunuz. Belki de insanların bu işi bırakmasının en büyük sebebi budur. Telif hakları kanunu var ama işlemiyor. Anadolu Üniversitesi’nin bana sağladığı imkânlar olmasa “Meslekte 40 Yıl”ı basamazdım. Kültür bakanlığı diye bir yer var orayla temasa geçemiyorsunuz. Sordunuz ‘bakan olsanız ne yaparsınız’ diye işte ben bakan olsam bu işlerin kapısını açmaya çalışırım. Elbette o koltuğa çıktığınızda durum başka görünüyordur. Türkiye bu meseleleri aşacak ama çok zaman alacak. Fırsatlar ülkesindeyiz. Biraz zor oluyor ulaşmak ama ulaşabiliriz. Batıda aklın matematiğin öne çıktığı ülkelerde insanlara bir şey anlatınca ne olduğunu anlıyorlar. Biz de ise kitap çıktığı zaman insanlar fark edebiliyor. Büyük bir sorunumuz da bu aşamada ortaya çıkıyor. Bu anlamda da model oluşturmak zor oluyor. Biz de model olarak bazılarını kendimize model almalıyız. Her anlamda bu ülkede bir şeyler gelişiyor. Bu toplumun yapısında göre de iş yapmamız gerekiyor.
56
Piponun Ucundaki Yaşam: Pavese Çağırıyor Ceyda Şahinoğlu Sevgili aziz dostlarım. Bu ay ki yazımda sizlere yaşamını kendi avucunun içinde yaşayan, nefes alışını kendi eliyle durduran büyük yazar Cesare Pavese’den kendi dilimce bahsedeceğim. Hayatını bir kitap içinde bize sunan Pavese başucunuzdan ayırmamanız gereken bir yazardır. Sayfalar arasında yaptığınız sohbetlerle yaşamın derinliklerinde kendinizi bulursunuz. İşte Pavese çağırıyor aziz dostlarım…
Mavi gözlü Pavese’yim ben, küçük bir kuştu yüreğim ve gözlerimdeki parmaklıklara inat uçuruyordum onu maviye. Yaşamı yargılıyordum ve dilimlere ayrılmış parçalar oluyordu insanlar satırlarımda. Heyecandan, tonunu seçemediğim bir edayla hangi parçaydı benim payıma düşen diyerek sesleniyorum, dumana bürünüyor yüzüm. Uyanıyorum, koşarak aynanın
57
karşısındayım sabaha kadar oturuyorum. Elimde hiç bırakamadığım günlüğüm, açıyorum ve herhangi bir sayfasını çeviriyorum. Başlıyor benimle konuşmaya... “Görünmez hücrenin insana yaşattığı duygu, kişiyi barındıran o insanı ortama bile bir geçicilik kazandırıyor. Kim bir hücreden ev yapar ki kendine?” Rüyalarım diyorum. İlk soruyu ben sormalıydım. Cevaplar değil miydi bu satırlar? Sorguluyor sözcükler tüm yaşamımı. Bense, yaşatıyorum herkes den izinsiz tüm bedenleri ve korkuyorum biliyorlar mıydı düşündüklerimi. On beş yaşındaydım, kumsalda ölü bir kuş, boğazında takılı duran bir kırmızı ip vardı... Susturuyor beni günlüğüm ve tekrar konuşuyor. “ Bir şeyden, onu görmezlikten gelerek değil, ancak onu yaşayarak kurtulabiliriz.” Gözlerim ağırlaşıyor, aynanın çerçevesinin küçüldüğünü hissediyorum, hayır kaçmıyorum cevabım var, ama... Nasıl oluyor da hatırlıyor bunca kelimeleri, bu beyaz sayfalar. Kırışmış kapağın ardında dimdik duruyor acılarım, kadınlarım diriliyor her çevirdiğim sayfada. Küçücük bedenimde diriltmiştim onları, kırmızı fularlar takarak ayrılmışlardı yüreğimden.
Uzak diyarlara götürdükleri yüreğimi,
sorgulamadan attılar uçuruma şimdi ise yoklar… Yığılmış
bedenler
saman
demetleri
olmuş,
kamyonetin
arkasına
yerleştiriliyordu. Kırmızı elbiseli kadına takılıyor gözüm. Elinde tuttuğu kapağı parçalanmış kitapla karışmış bedeni diğerlerinden çok ama çok farklıydı. “ Başkalarına ait olan kadınlarla ne yapacağımı bilmiyorum.” Güneş rengini almış bu cümlenin. Duyuyorsun beni değil mi? Kaçma diyorum benliğime, kendim ve o kadını aynı parçaya koyduğumu hissediyorum. Kadınlar, sevilmeyi hak etmiyorlar diyenler yalan söylemiş. Ben sorguluyorsam yaşamı, onlardır beni böyle kendime döndüren ve görebilmemi sağlayan düşlerimi. Acımazsız olmayacağım, ah Dostoyevki diyorum. Günlük yaşamı nasıl taşıyordu 58
cümlelerine. Düşündüklerini yazmaktan korkmuyordu. Yine günlüğümden bir sayfa açıyorum, “Çok acı çekmiş olmanın karşılığı, sonradan köpekler gibi ölmektir.” Neler yazıyorum böyle, acıyı bu kadar sevişim neden? Yaşamın doğuşu acıdır diyorum kendime. Doğarken gözyaşlarıyla geldiğim bu dünyadan hiçbir beklentim yoktu ki benim. Ah yine kadınlar sarıyor bedenimi, dokunamadığım kollarını hissediyorum ruhumda. Düşündüklerimi eyleme dönüştürmek tüm isteğim, acımı kadınlarda eylemleştirdim. Şimdi sıra başka ruhlarla olan savaşlarım. “Günlüklerdeki yolculukla ilgili sayfalar nasıl anlatılmaz bir can sıkıntısı yaratıyor sende.” Ne garip, yalnızlığımda beni kendimle baş başa bırakmış bu satırlarımda. Başka insan oluyorum, seslenişim yine kendime, hissediyorum sözcüklerim titriyor yine günlüğümün bedeninde. Hayatı sorgulayanlardanım. Bazıları gibi hayatı sorgulama merakımdan kısacık ömrümü yaşayamaya vakit bulamıyorum. Nadiren yaşadığım mutlu anları hatırlarken bile mutsuzluğa teslim oluyorum. Yavaş yavaş çevrendeki bedenlerden uzaklaşıp kendi dünyamın zamanında yolculuğa çıkıyorum. Yolculuğa yalnız çıkmaktan hoşlanmıyorum ve kadınlarımı da götürüyorum. Farkında olmadan her kadın bir erkek getiriyor yaşamıma ve bir hayalet oluyorum çiğ bedenlerin arasında. Değmez diyorum kadınlara, onlarsız da yaşamın içindeyim. Sonra fark ediyorum, acıyı, bir terk edilişte yüreğim. Ben, Pavese, yenik, kendi hayatıma anlamlar bulurken, bu acının katili, gösteriş meraklısı yaşam hırsızlarına da anlamlar yüklemek zorunda kaldım. Kabul ediyorum, onların ruhlarında yaşam buldum kimi zaman. Yine çeviriyorum sayfalarını yaşamımın, göster diyorum artık hangi parçasındayım. “ Artık iyice yitip gitmiş bir geçmişte ilk olarak gördüğüm şeyler. Onları ilk kez görmek beni sevindirmeye yettiyse onları yeniden görmek yeni bir anlam getirmeli. Nasıl bir anlam?” Eylemlerimdi onlar, terk edişlerinde kelimeler olmuştum. Geldiklerinde 59
yine döneceğim eylemlerime. Kelimeler çığlığım olsa da ulaştırmadı hiçbir kadına beni. Binlerce ruhun dili oldum şiirler yazdım, metinlerimde ne mutluluklar anlattım. Hiçbir kadına duygularımı anlatamadım, aşkımın yerine kalan acımı alıp zamanın dibine çakıldım. Şimdi pişman olduğum tek şey aşkı hep içimde yaşadım. Yine Dostoyevski’nin cümleleri beliriyor satırlarımda. “ Onun kitaplarındaki kadın kahramanlar talipleri arasından hangisini seçeceklerine hiçbir zaman karar veremezler.” Düşünüyorum da tüm erkek karakterler benim bedenimde yeniden diriliyorlar. Çatışıyorum kendimle, hangi hayatı seçmeliyim yaşamak için. Kadınların tercih ettiği erkekleri mi, yoksa terk edilenleri mi? Bilemiyorum. Bu konudaki başarısızlığımın sebebi karşılık beklemede sevdim onları…
Varlığımı devam ettirmeyi istiyor ve bunu başarıyorsam, istediğim zamanda yaşamıma son çizgiyi ben atabilirim.”Tanrıya yaklaşmak için insanın acıyı özlediğini bir kez daha anlıyorum.” Sayfalara özenle yerleştirdiğim her kelime, başka bir insanın ruhuyla dizilmişler. Korkuyorum kendimden, ölümden 60
korkmayışımdan, bedenimin kendini sergilemek istemeyişinden. Hayat mutlu anlardan kalan artık gibidir yaşamımda. Gerçekten ölümle karşılaşmak istediğimde,
yanımda
getireceğim
yüreğimdeki
tüm
kadınlardır.
Ben
sorgulayışlarımda ölmek için bir şeyler ararken onlar, çantalarında taşıdığı ölümden kurtulmak için tüm yüreklerin orospusu olurlar. Yüzlerine ait olmayan gülücükler maskelerinin en sırıtan kısımlarıdır bedenlerinde. “Bir aşağılanmanın derinliklerinden şu iki çığlık duyulur. Ya “görüşürüz, ey dünya!” ya da “Seni sevdiğimi bilmiyor musun?” Mavi gözlerimden sıyrılan uykumun arasından koşarak gidiyorum salondaki aynanın karşısına. Sehpanın üzerindeki kitabımı alıyorum. Aralıyorum sayfaları, Pavese’nin acıları dökülüyor içinden.” İyi bir başlangıç noktası kişinin kendi geçmişini değiştirmesidir.” Hangi parçanın dilimindeyim, yüreğimi uçurduğum renk mavi mi? derinliklerine
Yaşamı sorgulamadan, yaşamayı öğrenmeden, zamanın
yolculuğa
çıkmayı
hak
etmiyorum.
Başlangıcı
aynanın
karşısındaki mavi gözlerime inat ben Pavese’yim diyerek yapıyorum. Tüm kadınları çağırıyorum, Dostoyevski yoldaşım oluyor ve sözcüklerle koşmaya başlıyorum. Son kez Pavese’yi rahatsız ediyorum,
çünkü onun sözlerini duymanızı
istiyorum. “Bir şey yaratacaksak, düş kurmak için boş zamanımızın olması zorunluluğu bu yüzdendir. Bu durumda can sıkıntısı düşünce olarak billurlaşır.” İşte pipomu alıyorum, dumanını aynaya son kez üflüyorum. Oradaki bedenime inat ruhumu yeniliyorum. Yeniden doğuyor ve Pavese oluyorum…
61
Din ve Psikiyatri Melih Öncel “Tanrılar tarafından yaratılmış olmaktan ziyade, rahatımız için tanrıları yarattığımız son derece açıktır, üstelik filozofların yazının icadından beri dikkat çektiği üzere onları kendi suretimizde yaratmış bulunuyoruz.” Irwin Yalom, Din ve Psikiyatri (Merkez Kitaplar, 2006) Deniz kenarında oturmuş bir şeyler içiyordum. Etrafı seyrederken gözüme tek başına yürüyen biri takıldı. Türbanlı bir bayan... Son zamanlarda, tesettür elbiseleri, şıklıkları ve özellikle günümüzde artan kendilerine güvenleriyle sokakta daha farklı yürüyen türbanlı bayanlar beni zaten şaşırtırken bu sefer daha da farklı olduğunu düşündüm bu durumun. Sıkmabaş, boynunu kapatan bir triko, sıkıca düğmelenmiş bir ceketle alıştığımız tarzının yanı sıra bir de etek vardı üstünde. Öyle uzun yerlere kadar da değil. Bileklerinden neredeyse iki karış kadar yukarıda bitiyordu ve açık topuklu ayakkabılarıyla hiçte zorlanmadan yürüyordu. Düşündüm de iyi ki de saçlarını bizden saklıyor; ama yine de o etek ve topuklu ayakkabıları beni biraz şaşırttı. Bir saç telini bile görmek biz erkekleri cinsel açıdan etkilerken, onun vücudunun bir parçasını hala görüyordum. Hem de son moda, çok şık bir çift ayakkabıyla. İyi ki bu tip şeylere zaafı olan insanlardan değilim; keza günaha girmek işten bile değildi! Yürümeye devam etti ve gözden kayboldu. Ben de biramdan bir yudum daha aldım ve düşünmeye devam ettim. İnsanlar inançları gereği başlarını örterken hayatlarının geri kalanı hakkında ne düşünüyorlar acaba? Sayılarında gözle görünür bir biçimde büyük bir artış olan inançlı(!) insanlar, tesettür içine girip, kendilerini sokağa atarken acaba her şeyi tanrıları ve inançları için mi yapıyorlar? Düzenlenen türban defileleri, bir ibadet mi? Yoksa amaçları: kapitalizmin, cebini parayla doldurmak isteyen insanlara büyük lütfü olan moda ve tüketim çılgınlığından yararlanmak mı? Erkeklerin gözleri önünden kaçmak isteyen bu insanlar yaptıkları onca makyaj ve batının modasına uygun kıyafetlerle kimin gözüne girmeye çalışıyorlar? Başlarını örterek destekledikleri ve ekmeklerine yağ sürdükleri insanlar sayesinde, onlar da günümüz yaşantısından hiçte uzak kalmıyorlar artık. İnternetin son modası feysbukta bile rakı sofrasına oturan türbanlı arkadaşları görmek mümkün oldu. Başörtüsüyle gelen saadet; alış-veriş merkezlerinin kendi adına kapatılıp binlerce lira harcamaktan, makyaja; lükslerle dolu bir hayattan, yapılan yeni iş anlaşmalarına kadar birçok yerde boy gösteriyor.
62
Peki, inancı sömüren bu düşünce yeni bir sistem mi, yoksa insanlar dini çıkarları için daha önce de kullanmışlar mı? Laiklik kendiliğinden mi ortaya çıkmış, yoksa eşit bir toplum düzeninin en önemli gereksinimlerinden birisi mi? Tabi ki de inançları ya da dini sorgulamak bana düşmez. Binlerce yıllık insanlık birikiminin geldiği noktayı inkâr edemeyiz. Hele ki dinin bir ihtiyaç olduğunu, insan ruhunun bir şeye inanmaya gereksinimi olduğu gerçeğini bilirken. Sevmek, âşık olmak, nefret etmek gibi inanmakta insana ait bir duygu. İnsanoğlunun kendisine bir çıkış noktası yaratmak için geliştirdiği bir düşünce sistemi. Kendi hayatımız dışında ki belirsizlikler, doğa olaylarında ki bilgisizliğimiz, çaresizliklerimiz, kayıplarımız ve özellikle de ölüm insanlığın inanç ve din yaratma içgüdüsünün en büyük tetikleyicilerinden olmuştur. İnancımızı yaşamak en doğal hakkımızdır elbette. Belki de zorluklara karşı ayakta durmamızı sağlayan en güçlü destektir. Varoluşumuzu bir nedene oturtmak, cennet için yaşamak, doğruluk için savaşmak ya da üstüninsana ulaşmaya çalışmak. Elbette ben de herkes gibi bu duygularla yaşıyorum. Benim de bize sunulan tanrıyı inkâr edip kendi yarattığım(etraftan, inandığım düşüncelerden çekip çıkarttığım) tanrıya inanmam, bu dünya düzeninden, açlıktan, savaştan, şiddetten, haksızlıktan bıktığım ve eşit bir yaşam hayal ettiğim düşüncelerimi dengelemek için ve de kendime devam etme gücü aramamdandır. Duygu ve düşüncelerimizin farkında olmak, neyi neden yaptığımızı, hangi düşüncemizi ne için yarattığımızı bilmek her zaman yaşantımızı daha da kolaylaştıran bir düşünce yapısıdır. Bizi daha kolay ve rahat bir hayata ulaştırdığı gibi; bu düşünce yapısı ayrıca hatalarımızı görmemizi, kendimizi ve çevremizi sorgulamamızı ve doğruya biraz daha yaklaşmamızı sağlar. Nietzsche’nin özbilinç kavramıyla bize anlatmaya çalıştığı şeylerde olduğu gibi. Ne yazık ki hala yaşantımızda kendi farkındalığımızı yaratmaktan çok uzağız. Ezbere yaşıyoruz sanki. Kendimizi karanlığa gömüp bunu bir özgürlük olarak değerlendiriyoruz. Alkol kullanmayıp, insanları sömüren yeni fabrikalar açıyoruz. Sadece para kazanmak için yaşarken, hepimizi insan olarak yaratan tanrının artık bazılarımızı ayak, bazılarımızı baş olarak yarattığını düşünüyoruz ve sırtından para kazandığımız o ayakları dövüp yerlerde sürüklüyoruz. İnancımızla övünüp, vakitlice yazıp çizip 14 yaşında ki kızlara tecavüz ediyoruz. Peki, tanrı bizi izlediği yerde hakkımızda ne düşünüyor acaba? Amerika’da oturup hocaefendilik yapar görünürken aklımızdan geçenleri bilmiyor mu gerçekten? Banka hesaplarımızın ne kadar dolu, çocuklarımızın cepleri ne kadar şişkin bilmiyor mu sanki? Kapalı başlarımızın içi, sakallarımızın ardı ne kadar ahlaksız fark etmiyor mu? 63
Bayram mı Yoksa… Osman Bahar Basit bir gerçektir ki 1 Mayıs İşçi Bayramı’dır. Şöyle geçmişimize doğru dönüp baktığımızda aslında bunun pek de bayram olmadığını görmek zor olmayacaktır. Zira 1977 yılında yaşanan olayları bugün 50lilerinde olanlar gayet iyi biçimde hatırlamaktadır. Ancak sorun şu ki bugün itibariyle hem 50lilerinde olanların hem de 20lerinde olanların hafızalarına yeni bir 1 Mayıs kazınmıştır. 2008 yılında olduğumuz dönemde, yeni binyıla girmiş olmaktan 8 yıl geçmiş olmasına karşın Türkiye’nin hala 1977 yılında kalmış olması ne acı verici bir durum. 31 yıl öncesinden tek farkımız bu sefer kimsenin ölmemiş daha acı bir tabirle öldürülmemiş olmasıdır. Şimdi hiç sevmediğim bir şeyi yapıyorum. Varolanı başka bir şeyle kıyaslayacağım. 2008 yılında 1 Mayıs Almanya’da 30 Nisan gecesinden itibaren atılan havai fişekler eşliğinde kutlanmaya başladı. Türkiye’de ise emekçiler hala 1 Mayıs’ta Taksim’de yürüyebilmek için izin almaya çalışıyor. İnşaatta çalışan bir ustanın veya bazıları tarafından değersiz görülen bir çöpçünün, bilmem ne şirketinin genel müdürüne karşı saygın olmak istediği belki de tek gündür. Ama siz ona bu fırsatı bile vermiyorsunuz. Bunun, o işçi için ne kadar acı olduğunu kim tahmin edebilir ki? Efendim neymiş 1 Mayıs’ta Taksim’de yürümeyecekmiş. Neden yürünmesin? Eskişehir sokaklarında yürünüyor, Ankara’da, İzmir’de her yerde yürünüyor da neden İstanbul’da yürünemiyor. O gün, polis tek bir müdahale etmese, insanlarımıza Taksim’e çıkıp dertlerini söyleme şansı verilseydi hiçbir sorun olmadan öylece geçip gidecekti. Sendikaların orada yürüme arzusunun sebebi belki de 31 yıl önce yaşananlardan daha güzel 1 Mayıs’lara adım atmak istemeseydi. Ama onları orada yürütmeyenlerin hiçbir amacı yoktu. Gönül isterdi ki bizzat tanık olduğum Şişli’deki o olayların yaşanmış olmasaydı, kimsenin Almanya’daki gibi havai fişeklerle kutlayacağını da sanmıyorum ama keşke emekçilerimize o hakkı da verebilseydi tepemizdekiler. Şunu da söylemeden edemeyeceğim. Birkaç hafta öncesine kadar 1 Mayıs’ı resmi tatil yapalım diyen başbakan, bu yaptırdıklarıyla ne kadar samimi olduğunu bizlere bizzat gösterdi.
64
65
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
66