Azizm Sanat E-Dergi Mayıs 2010 Sayı 31 Dosya: 27 Mayıs ve Sinema Söyleşi: Theo Angelopoulos Edvard Munch Azizm Sanat Örgütü 3 Yaşında
1
Editörden Üç yıl önce, Azizm Manifestosunu yazarken, tarihin 27 Mayıs olduğundan haberdar değildik. Giderek benimsediğimiz ve örgütümüzün kuruluş tarihi olarak kabul ettiğimiz o tarihte, yıllar önce, 1960’da bir başka “manifesto” yayınlandı. Bu manifesto Türk siyasi tarihinde her şeyi değiştiren ve daha sonra “alışacağımız” askeri müdahalelerin ilkinin habercisiydi. 50. Yıldönümünde, üzerine kafa yorduğumuz 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi, alışıldık müdahalelerden değildi. Günümüzde karşıtlarının çok olmasıyla birlikte o tarihte halk tarafından bayram havasında kutlanan ve halen birçok kişi tarafından “devrim” olarak nitelendirilen başka bir “darbe” var mıdır diye merak ediyor insan. Tüm hatalarına rağmen 27 Mayıs’ı özel kılan sebeplerin başında bu toprakların gördüğü tartışmasız en demokratik, özgürlükçü anayasa olan 61 Anayasası ve bunu takiben ülkede sol siyasetin önünün açılmasıyla beraber işçi sınıfının haklarına kavuşması geliyor. Bu alışılmadık müdahaleyi 50. yılında, örgütümüzün 3. kuruluş yıldönümünde alışılmadık yazılarla ele alıyoruz. 27 Mayıs’ın ve 61 Anayasası’nın özgürlükçü rüzgârını arkalarına alarak devrimci mücadelelerini Tam Bağımsız Türkiye idealinde ölümsüzleştiren Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ı, onları eskiden boğma çabasında olanların boğulduğu yenilerinin ise heykellerine saldırdığı günümüzde, katledilişlerinin 38. yıldönümünde destansı savunmalarını yayınlayarak anıyoruz. Devrimcilerimize bile faşist diyebilenlerin türediği bir ülkede, o zihniyetin önde gelenlerinin İsmet İnönü’ye faşist demeleri şaşırtıcı gelmiyor. Ama yıllar yılı her fırsatta göğsünü gere gere şeriatçıyım diyenlerin, emperyalizmin Irak işgaline ortak olmak için kendini paralayanların, bu ülkede demokrasi inşası için en büyük adımı atan ve insanlığın en kanlı savaşından türlü emperyalist oyunlara rağmen Türkiye’yi uzak tutmayı başaran İnönü’ye faşist demelerini kaile almamak gerek; tıpkı “başbakan uçurumdan atlasa biz de atlarız” diyerek koyun olduğunu resmen ilan eden vekillerin kendilerinden olmayan herkesi demokrasi karşıtı olarak görmelerini kaile almayacağımız gibi. Bunlar, iki yıl önce “ayaklar baş olamaz” diyerek aşağıladıkları, “orantılı şiddet uygulayacağız” diyerek tehdit ettikleri emekçilerimize 1 Mayıs’ta Taksim 2
alanını açarak tükürdüklerini yaladılar ve şüphesiz tüm bu sözlerini de yalayacaklardır, kaile almamak gerek. Hıdrellez ateşiyle dilekler dilediğimiz bu “devrimci” ayla birlikte, örgütümüzün 3. kuruluş yıldönümünde dünya sinema tarihinin en önemli simalarından, Yunan yönetmen Theo Angelopoulos ile yaptığımız keyifli söyleşiye çağırıyoruz sizleri. Ressam-yazar Bedri Baykam’ın bizleri dünyaca ünlü ressam Edvard Munch’un tuvaline götürdüğü bu ay, değerli edebiyatçımız Adnan Binyazar aydınlanmanın peşinden sürüklerken, Cumhuriyet gazetesi yazarı Turgay Fişekçi ve Birgün yazarı Doğan Tılıç ise sosyalizm ve solun peşinden sürüklüyorlar. Edebiyatçı ve eğitmen Engin Taş’ın denemesinin yanı sıra çeşitli konular üzerine yazı, şiir ve öykülere davet ediyoruz sizleri. Azizm Sanat Örgütü, siz değerli sanat yoldaşlarının destekleriyle, önümüzdeki yıllarda da 27 Mayıs 2007’de tarihe düşülen manifestosu doğrultusunda çalışmalarla mücadelesini sürdürecektir. Sanatla kalın değerli dostlar… Azizm’in Notu: Haziran ayı çalışmalarımız için dilediğiniz konuda inceleme, deneme, eleştiri, şiir, öykü, fotoğraf, karikatür, resim ve videoyu 4 Haziran 2010 tarihine kadar editörümüze iletebilirsiniz dostlar.
3
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
Ön Kapak: Susuz Yaz (1964) – Metin Erksan Arka Kapak: Şafak Bekçileri (1963) – Halit Refiğ
İçindekiler Aydınlanmanın Erdemi – Adnan Binyazar
s.5
Sosyalizm Tartışmaları – Turgay Fişekçi
s.8
Solcu Kişilik – L. Doğan Tılıç
s.12
27 Mayıs ve Sinema – Onur Keşaplı
s.15
Hıdrellez – Selin Süar
s.23
Munch’un Anti-Çığlığı Paris’ten Duyuldu – Bedri Baykam
s.28
Theo Angelopoulos ile Söyleşi – Selin Süar
s.33
Demek Böyle Ölünürmüş (şiir) – Abdullah Rıdvan Can
s.40
Eleştiri Üzerine – Engin Taş
s.43
Yezid’in Gözyaşları – Abdullah Rıdvan Can
s.47
İsveç’ten 1 Mayıs Notları – Melih Öncel
s.49
Türk Siyasal Hayatında Ordu – Onur Keşaplı
s.53
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! – Mustafa Balbay
s.56 4
Aydınlanmanın Erdemi Adnan Binyazar Aydınlama çağı, aydınlatıcı ışığını yaymadan önce, karanlığın gizlediği pislikleri temizlemeye yöneldi. Yapıyı sağlam temele oturtmanın kuralı da budur: Kayalar parçalanacak, bataklıklar kurutulacak, cüruf kaldırılacak, çatı çatıldıktan sonra odaların döşenmesine geçilecektir. Cervantes’in Don Quijote’si aydınlanma olgusuna iyi bir örnek oluşturur. Don Quijote, aydınlanma düşüncesinin bol alüvyonlu anlatı ırmağıdır, beyni safsatalarla doldurup insanlığı eylemsiz kılan boş hayalciğin sonunu getiren ironisidir.
Miguel de Cervantes Kendini hayallere kaptıran insan, yanlışı doğru, doğruyu yanlış görür. Hayalcilik, ruhsal sarsıntıdan da kötüdür; kişinin gözünde, ömrü domuz ahırlarında geçen sıradan bir köylü kadınını kontes de yapar, yel değirmenlerini devlerin ordusuna da dönüştürür… Öyle ki, Don Quijote, karanlıkta düşman baskınına uğradığı korkusuyla kılıcını sağa sola sallarken, tavandaki şarap tulumlarında birini delip, oradan, kan 5
sandığı şarabın tepesine aktığını görünce, en büyük düşmanını ortadan kaldırdığı düşlerine kapılır. Bu yanılsamayla, hayalci bir dünyanın sona erişinin anlatı tarihi başlamıştır. Başta köyün rahibiyle berberi, Don Quijote’nin yakınları bir araya gelip, beynini çürüten kitaplardan kurtarmak isterler onu. Rahip az çok bilgisiyle, berber ve yakınları onun dediklerine inanarak, sakıncalı buldukları kitapları yakılmak üzere avluya atarlar. Yararına karar verdiklerini de yakmayıp bir yere gizlerler. O günün koşullarında kitap, kişinin bilgiyle donatılmasını öngören aydınlanma düşüncesinden intikam almak için yakılıyordu. Kuşkusuz, kitap yakmak insanlık suçudur. Hiçbir çağda bir çözüm de getirmemiştir. Nazi Almanya’sında, kitapları yakılan yazarlar bile, Hitler’in Kavgam(Mein Kampf) adlı eserini yakmayışları, aydınlanma hoşgörüsünün sonucudur. Bu örnek, özellikle 12 Mart’ın tarihe nasıl bir utanç sayfası eklediğini açıklamaya yetiyor! Yine de, 12 Mart sonrası iyi kitaplar yok edilirken, çöplük malı kitapların devlet eliyle kitaplıklara gönderildiği o kara günlerde, okumanın erdemine inanmış kişiler, ekmeğinden kesip parasını kitaba yatırmıştır. Bireysel bilinçlenme budur. Şu günlerde, yasama-yürütme-yargı erkinin birbiri içinde etkisiz kılınıp tek kişi yönetiminin devreye sokulmak istendiği günler yaşanıyor. İnsanımızın, aklını kılavuz eyleyerek cesaretle arayışa yönelmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu, kişinin kendini bireysel bir varlık olarak algılamasına, bilgiyle donatarak aydınlanmanın erdemine ermesine bağlı bir olgudur. Aydınlanma da, “kişinin, kendi aklını başvurmaksızın kullanması” değil midir?
bir
başkasının
kılavuzluğuna
6
Immanuel Kant Kant’ın şu saptamasını derinliğine kavrama sorumluluğu, sanırım ülkemizde hiçbir dönemde bugünkü kadar önem taşımamıştır: “Doğa, insanı, dışarıdan yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmıştır. Buna karşın, korkaklık ve tembellik nedeniyledir ki, çoğunluk, yaşamları boyunca yetkinleşmemeyi kendi gönlüyle yeğlemiştir. Bu yetkinleşememe durumu, onların başına niteliksiz gözetici ve yöneticilerin gelmesini daha da kolaylaştırıyor.” Yetkinliğe erememiş bireyler, ne yazık ki, onu her alanda düşünsel eylemsizliğe sürükleyen en kötü durumların ayırımda bile olamıyorlar…
7
Sosyalizm Tartışmaları Turgay Fişekçi Geride bıraktığımız yirminci yüzyılın en çok konuşulup tartışılan konularından biriydi sosyalizm. Hemen her toplumda bu geçiş sürecinin nasıl yaşanacağı üzerine kafa yoruluyor, devrimin seçimler yoluyla mı, yoksa zor kullanılarak mı gerçekleşeceği üstüne kuramlar üretiliyordu. 1989’da önce Berlin Duvarı’nın yıkılışı, ardından da Sovyetler Birliği’nin çöküşü, sosyalizmi bir anda insanlık gündeminin üst sıralarından düşürdü. Çöktüğüne göre işe yaramaz bir sistemmiş duygusu uyanmış olmalı bir anda. *** İnsanoğlu ölen bir kuşunu ya da kedisini bile hemen unutmazken, sosyalist düşünceden bu denli hızla soğuması kolay açıklanabilir bir olgu değil. Ardında kişisel, toplumsal, ruhbilimsel binlerce neden olmalı. Yine de asıl anlaşılmaz olanın insanların bir düşünceyi savunmaktan tem karşıtına geçerken, bırakın başkalarını, kendilerine bile bir açıklama yapma gereği duymamaları. Bu tavır değişikliği üzerinde düşünme ve tartışmayı gereksiz bulmaları. *** Romancı Kaan Arslanoğlu, bu bağlamda ülkemiz düşünce hayatı bakımından bir sıra dışı tutumun temsilcisi. Yayımladığı düşünce kitaplarında insansosyalizm ilişkisi üzerine özgün düşünceler geliştirdi.
8
Kaan Arslanoğlu Bu düşüncelerin temelinde, “insan doğası”nın yapısı ile sosyalizm düşüncesi arasındaki karşıtlık yer alıyor. İnsanın yeryüzündeki evrim sürecini tamamlayamamış bir varlık olduğunu, bu nedenle kendisi için iyi olanla kötü olanı ayıramadığını öne sürüyor. Kaan Arslanoğlu’nun geçen günlerde yayımlanan yeni kitabı Evrim Açısından Devrim (İthaki Yayınları), sosyalizm tartışmalarına ilişkin yazarın son dönem çalışmalarını bir araya getiriyor. Bu yeni kitapta yazarın ilgisi insan doğasının yapısından daha güncel tartışmalara kaymış. Kitapta bir geçmiş, iki de günümüz yazarının sosyalist düşünce ve eyleme ilişkin görüşleri irdeleniyor. Birinci bölümde ülkemiz sol tarihinin önde gelen kişiliklerinden Hikmet Kıvılcımlı’nın kitaplarından yola çıkılarak görüşleri yazarın bakış açısıyla yeniden değerlendiriliyor.
9
Hikmet Kıvılcımlı İkinci bölümde güncel bir çalışmanın, Kemal Okuyan’ın Stalin’i Anlamak (Yazılama Yayınları) adlı çalışması çevresinde, sosyalist uygulamanın belki de en tartışmalı ismi Stalin üstüne düşünülüyor. Üçüncü bölüm ise Marksizmi günümüz deneyimleriyle yorumlamasıyla dünya çapında öne çıkan Japon düşünür Kojin Karatani’nin Transkritik (Metis Yayınları) adlı yapıtındaki görüşler üzerine eleştirel bir yaklaşım. Kitabın son bölümlerinde de güncel sosyalizm tartışmalarına ilişkin yazarın kendi yazıları yer alıyor. *** Böylesi düşünce ve tartışma kitapları neden önemli? Sonunda yaşayabileceğimiz yeryüzünden başka bir alan yok ve bu alan artık bütün insanlığın ortak malı. Sınırlar, diller, ırklar giderek hiçbir önem taşımıyor. İşte İzlanda’da patlayan yanardağ, koca bir kıtayı felç edebiliyor. Nükleer 10
silahlardan, çevre yıkımlarına, yoksulluktan insanoğlunun başında binbir bela dönüp duruyor.
savaşlara,
dünyanın
ve
Bu yüzden dünyanın ve insanlığın geleceğini düşünmek, bireysel kaygıların çok ötesinde yakıcı, güncel bir sorun. Hem dünyayı yıkıma sürükleyen kapitalizmden kurtulmak, hem de insanların kendilerini özgür ve mutlu hissedecekleri yeni bir toplum düzeni yaratmak zorundayız. Bunun yolunu bulmak için de daha çok düşünmek, tartışmak, denemek gerek.
11
Solcu Kişilik L. Doğan Tılıç Necmi Erdoğan’ın “Sinik-sözde solcu kişilik nedir?” yazısını okuyabildiniz mi, bilmiyorum. Kaçırdıysanız, bir zahmet dönüp baştan itibaren okuyun. Necmi’nin, “Liberal kişilik nedir?” yazısının devamı sayılabilecek bu yazısı da önemli. Kişiliklerde kendini gösteren negatif örneklerden hareketle kaleme alınmış ufuk açıcı kuramsal denemeler… Umarım Necmi bir yazı daha kaleme alır ve bugün gündelik hayat içinde örneklerine, ne yazık ki, daha az rastlayabildiklerimiz “ ” üzerine de düşünmemizi sağlar. Benim devrimci kişilikten anladığım; özüyle sözü bir olan, konuştuğu gibi yaşamayı becerebilen, en azından kendi çevresinde iz bırakan değişimler yaratmaya çabalayan, dayanışmayı ve paylaşmayı bir ahlaki değer olarak hayatının merkezine koyabilen insanlardan olmak. Necmi’nin, “… devrimci hareketin geleneğindeki dervişane ve kendini adamış tavır ile yeni zamanların ‘esnek’ ve ‘kendine mesafeli’ tavrını yeni bir solcu kişilikte eklemleyip ‘koruyarak aşabilen’ ve yeni bir devrimci gelenek icat edebilen bir yol olacaktır. Böyle bir yolu açmak için mücadele eden, hayatı ve kendisini samimiyetle dert eden ve çok çeşitli yapısal engellerle karşı karşıya olmakla birlikte yeni zamanların devrimci kişiliğini yeşertmeye çalışan insanların ve onların geliştirmeye çalıştıkları bir ‘hareket’in olması ümitlenmemiz için yeterlidir. TEKEL işçileri bir ateş yaktığı gibi, yetmiş küsur gün onlarla beraber sabahlayan insanlar ve onların sahici kişilikleri de bizi yanlarına çağıran bir ateş yakmıştır. Bu çağrı, başkalarının yanı sıra, yukarıda 12
tartıştığımız kişiliğe de bir çağrıdır” satırlarında, o hasretle aranan kişiliğin izlerini görüyorum. Keşke, beş on atımlık barutlarımız olsa da sağa sola salvo atışları yapabilsek. Beni kahreden, kendilerini solcu sayıp sadece bir atışlık barutları olanların, onu da solculara ve kendi geçmişlerine b.k atmak için kullanmaları. Şimdi, bugün, burada en genel sol değerlere dönük saldırılar varken, bu saldırılara karşı çıkmayı bile “demokratikleşmenin önünü kesmek” sayanların nasıl bir kişilik sahibi olduklarını Necmi’nin yazılarından çıkarmak mümkün. Başbakan Erdoğan, 1 Nisan’da tekrar Ankara’ya gelen TEKEL işçileri için “Siz niye geldiklerini anladınız mı? Gelenler kimlerdir, bunlara baktınız mı?” diye sorup, olup bitenleri “ülkede başlayan güzel sürece gölge düşürmek” olarak niteledi. Galiba, “sinik-sözde olmayan” bir solcu kişiliğin bugün bunları dert etmesi gerek.
“Neden
geldiklerini
anlayamadık,
Sayın
Başbakan.
Gerçekten
anlayamadık! Çünkü anlatmalarına izin verilmedi. 3000 TEKEL işçisi 5000 polis tarafından havadan helikopterle yönlendirilen operasyonlarla kovalandı. Kendi evlerine gitmeleri, orada neden geldiklerini anlatmaları engellendi. Otobüsleri Ankara dışında durdurulup, teker teker kameraya alınarak fişlendiler. Gazlandılar, coplandılar. ‘Ağustos’a kadar taleplerimiz kabul edilmezse, geri dönmemek üzere geliriz’ dediklerini duyabilmemiz o kadar zor oldu ki, neredeyse neden geldiklerini hiç öğrenemeyecektik” demek gerek. Başbakan’ın sözleri de, polisin işçilere tavrı da 1 Nisan şakası gibiydi. Kötü bir 1 Nisan şakası gibi. 1 Nisan’da yapılan 1 Mayıs provası gibi!
13
Başbakan’ın “Gelenler kimlerdir?” iması, daha önce yardımcısının işçiler arasında provokatör, PKK’lı arayan sözlerini andırıyor. Hükümetin, üstelik “ülkede güzel bir süreç başlamışken”, ekonomi yüzde 6 büyüme ile şahlanmışken böyle tahammülsüz olması, nasıl bir demokratik açılım yapıldığını da gösteriyor. Biber gazlı demokratik açılım! Bizde ekonomi şahlanmışken hükümetin tahammülü bu kadar, oysa gazetelerde “Erdoğan, Yunan ekonomisini kurtarıyor” diye 1 Nisan şakaları yapılan Yunanistan’da, kriz ülkeyi şiddetle sarsarken, yüz binlerce insan polisin uzaktan izlediği
gösteriler
yapıyor
başkentte.
Caddeler
günlerce
kesilebiliyor
göstericilerce. Erdoğan, Yunan ekonomisini kurtarır belki, ama sokaklara dökülen Yunanlara ne olur, Yunan “solcu kişilikler” yapılanları ne kadar alkışlar, işte onu kestiremiyorum.
14
27 Mayıs ve Sinema Onur Keşaplı Askerin yapacağı her müdahale kötü müdür? 27 Mayıs 1960 ülkemizde darbeler çağını açtığı için kötülerin kötüsü müdür? Bırakın desteklemeyi, olumlu taraflarını ortaya çıkaranlar “aşağılık darbeciler” midir? Bu gibi soruları uzayıp gidebilir. İki kesimden duruma bakılabilir, biri müdahaleye maruz kalan ve liderleri idam edilen taraf; ötekiyse müdahaleyle indirilen iktidarın yıllar boyunca zulmüne maruz kalan taraf. Bir taraf, ne yaptıysa yapmış olsun Adnan Menderes ve arkadaşların idam edilmelerinin 27 Mayıs’ı suçlu yapmaya yeteceği görüşündedir. Diğer taraf idamların yanlışlığını kabul etmekle birlikte Menderes iktidarının sivil diktaya dönüştüğünü, baskıcı gücüyle çiçeği burnunda demokrasiyi rafa kaldırdığını, bu yüzden de askerin artık var olmayan demokrasiye müdahale etmediğini, tam tersine demokrasiyi inşa ettiğini söylemektedir. Her iki görüşün de haklı olduğu yerler var. Şartlar ne olursa olsun bir insanın canına kıymak kabul edilebilir bir durum değil. Her ne kadar 27 Mayısçılar arasında tek bir oy farkla bu karar çıkmış olsa da idam, kabul edilemez. Öte yandan sadece idamları konuşup Menderes’in yaptıklarını görmezden gelmek ne kadar samimidir? Devletin kuruluş felsefesiyle daha ilk günden çatışma içinde olmak, ilk icraat olarak ezanı tekrar anlamadığımız dile çevirmek, toprak reformunu engellemek, Köy Enstitülerini ve Halk evlerini kapatmak “Demokrat Parti” adıyla yeterince ters düşmektedir. Fakat bu yetmezmiş gibi muhalefete oy veren Kırşehir’i ilçeye dönüştürmek, Malatya’yı ikiye bölmek, muhalefet lideri İsmet İnönü’ye linç girişimlerini örgütlemek, halkı Vatan Cephesi ve ötekiler diye ayrıştırmak, gayri Müslimlere 6-7 Eylül olaylarında haince saldırıları düzenlemek, basın özgürlüğünü tümüyle rafa kaldırmak, muhalefet partilerinin malvarlıklarına el koymak, meclise bile danışmadan ülkeyi NATO üyesi yapıp batının kucağına tümüyle oturtmak, 1957 seçimlerinin sonuçlarına bariz müdahale etmek, oy yüzdesi olarak iktidarı garantileyen muhalefet partilerinin koalisyonuna yasak getirmek demokratlığın ne demek olduğu hakkında soru işaretleri getirmekte. Son olarak öğrencilerin öldürülmesi ve muhalefet partilerini kapatmak üzere kurulan, tüm yetkileri tek elde, tek partide toplayan 15
Tahkikat Komisyonu’nun kurulması demokrasiye, çağdaş ve çoğulcu yönetime inanan hiçbir aklıselimin savunabileceği şeyler değillerdir. İşte günümüzde “Demokrasi Yıldızı” haline getirilen, uçak kazası sonrası kendisini “Mesih” ilan eden Adnan Menderes’in siyasi yaşamının yıldızları! Tüm bunlara karşın askerin müdahalesi doğru muydu? 27 Mayıs olmasaydı ilk seçimlerde Cumhuriyet Halk Partisi’nin iktidara geleceğine kesin gözle bakılıyor ancak diğer bir ihtimal, bu partinin kapatılmış olacağı ve ülkede seçime “tek parti” olarak DP’nin girebileceği de unutuluyor. 27 Mayıs’ın ülkemiz ve dünyada alışılageldik askeri darbelerden farkları var. Örneğin müdahale subaylar hatta yüzbaşılar tarafından örgütlenmiştir, müdahale halkı coşkuyla sokağa dökmüştür, yine diğer darbelerin tersine 27 Mayıs’ta CIA’in bilinen bir desteği yoktur. NATO ve CENTO’ya bağlılığını ilk başka ilan eden 27 Mayıs’çılar dış politikanın daha bağımsız olması için hamlelerde bulunmuşlardır. Örneğin Sovyetler Birliği’yle Atatürk döneminden sonra ilk kez anlaşmalar imzalanmaya başlamıştır. Diğer darbelerin aksine 27 Mayıs’çılar iktidarı en kısa sürede bırakmayı hedeflemişlerdir ve anayasa yapma işini bu işi bilenlere bırakmanın yanında kurucu meclise gayri Müslim yurttaşlarımız, işçi ve köylüler dâhil toplumun tüm kesimlerini davet etmişlerdir. Bu toprakların gördüğü tartışmasız en demokratik, en özgürlükçü ve en çağdaş anayasayı Cumhuriyetimize kazandıran ne ilginçtir ki askerler olmuştur(elbette 61 Anayasası’nı oluşturan metnin 1959’da CHP’nin yayınladığı “İlk Hedefler Beyannamesi”yle neredeyse aynı olduğunu hatırlamak gerekir). Günümüzün ateşli liberal demokratlarının bu kadar çileden çıkması da belki bundandır. Tüm askeriyeyi 12 Eylülcü zannedenler işçiye grev hakkını, toplusözleşme, sendikalaşma hakkını, ideolojileri özgürce dile getirme hakkını, sivil toplumunu çağdaş bir şekilde ortaya çıkmasını sağlayan bir “darbeyi” elbette zihinlerinde canlandıramazlar. Askeri katı devletçi, statükocu olarak gören gençler ve onların çürümüş fikir önderleri 27 Mayıs’ın üniversitelere, TRT’ye, yargıya devlet karşısında özerklik tanıdığını algılamakta elbette güçlük çekerler. Seçim sisteminin, temsilin yüzde yüze varmasını sağlayanlar da yine 27 Mayısçılardır. Türk solunun önünü açan anayasa değişiklikleriyle birlikte demokrasi tarihimizin yüz akı Türkiye İşçi Partisi işte bu barajsız temsil sisteminde 15 milletvekilini meclise gönderebilmiştir. DP’nin devamı Adalet Partisi’nin tüm 16
gericiliğine ve fiziksel saldırılarına rağmen sosyalizm TBMM’de dile getirilmiştir. 27 Mayıs’ın baskın eğilimini, ruhunu anlamak için müdahalenin önde gelenlerinden Orhan Erkanlı’nın sözlerine göz atmakta fayda var: “ Demokratlar, ekonomik ve toplumsal alanlarda ülkeyi bir felaketin eşiğine getirdiler. On yılda dünyanın en yoksul ülkelerinden biri hakine geldik. Milli Birlik Komitesi, toplumsal adaletle uyuşmayan ve herhangi bir beden ya da kafa emeğinin sonucu olmayan her türlü geliri hukuk dışı sayar. ‘Her mahallede 15 milyonere karşı 1500 aç insan’ nakaratını artık duymak istemiyoruz. Sermaye ve emek arasında mutlaka bir denge kurulmalı.”1 Bunca siyasetin arasında sanata, sinemaya ne kadar yer kaldı peki? Sansürleri yeni anayasaya karşı gelerek uygulamayı sürdüren özgürlük düşmanı savcıları saymazsak yıllar boyu yasaklı kalmış eserlerin çevirileri bu dönemde yapılmıştır. “Vatan Haini” büyük ozanımız, yurttaşımız Nazım Hikmet’in dizeleri yine bu dönemde basında yer alabilmiştir. Gerici saldırılara ve bu saldırıları onların yanına bırakan AP’nin “demokrat” iktidarına rağmen 60lı yıllarda tiyatro ve sinema eleştirel, politik ve sınıf siyasetini işleyen sol yapıtlar ülkenin hemen her yerinde sahnelenmiştir. Sinemada Toplumsal Gerçekçilik akımını, Türk Sinematek’inin kuruluşunu, Yılmaz Güney’in devrimci sinemasını 27 Mayıs’ın özgürlük ortamında ayrı düşünebilir miyiz? Şimdiki sözde özgürlükçü ortamda asla çekilemeyen filmlerin 60larda beyazperdede boy göstermelerini neyle açıklayabiliriz? Sinemamızın altın çağı olarak adlandırılan o yıllardaki büyük atılımını, muhalif sinemanın yükselişini sanatçılarımızın dehasıyla birlikte 27 Mayısçıların özgürlükçü, ilerici tavırlarında da aramak gerekir. Fakir Baykurt’un büyük ses getiren unutulmaz romanı Yılanların Öcü’nü, gericilerin türlü saldırısına rağmen beyazperdeye aktaran yönetmen Metin Erksan’ın yapıtını sansürcülere karşı bizzat koruyan ve gösterime girmesinde katkı sağlayan kişinin 27 Mayıs’ın bir numaralı ismi, cumhurbaşkanı Cemal Gürsel olması sizce de çarpıcı değil mi? Gürsel’in filme ilgili Erksan’a söyledikleri de bir o kadar önemli: “Filmi çok beğendim. Memleketin bize kapalı kalmış gerçeklerini çok iyi aksettirmişsiniz. Köylerimiz hakikaten böyledir. Hatta gerçek buradakinden çok daha acıdır. Siz bu gerçeği biraz yumuşatmış ve 1
Aslı Daldal, 1960 Darbesi ve Türk Sinemasında Toplumsal Gerçekçilik (İstanbul: Homer Yayınları, 2005) s. 80.
17
cilalamışsınız. Bizim memlekette eskiden beri her türlü meselelere, bilhassa köy meselelerine karşı bir münevver taassubu vardır. Bunlar gerçeklerin örtülü kalmasını isterler; gerçekler söylendiği zaman bağırır çağırırlar. Hâlbuki bu gerçekler kapalı kaldığı müddetçe; görülmediği, teşhis edilmediği müddetçe tedavisi de mümkün olmaz…”2
Metin Erksan ve “Yılanların Öcü 2
A.g.e s. 100.
18
Ülkesinin sanatçılarını ve yapıtlarını, gericilere karşı bizzat koruyan bir cumhurbaşkanı, sırf sivil değil de asker diye lanetlenmeli mi? Bu sözleri sivillerimizden duyabildik mi acaba? 27 Mayıs’ın iktidar tarafına söz verdikten sonra şimdi dönemin sinema dünyasındaki önemli isimlerinin sözlerine göz atalım dilerseniz. Ulusal sinema akımının önde gelen ismi, sinemamızın en büyük yönetmenlerinden Halit Refiğ, 27 Mayıs ve sinema üzerine bakın neler demiş: “… 1961 Anayasası, yeni kurulan siyasi partiler ve seçimler toplumumuzun çeşitli meselelerine göre değişik görüş açılarından bakmaya uygun bir ortam yarattı. 27 Mayıs ertesinin meydana getirdiği bu siyasi canlılık sinemada da etkisini göstermekte gecikmedi. Zaman zaman ‘toplumsal gerçekçilik’ diye tanımlanan, toplumumuzun yapısını, bu yapı içinde çeşitli katlardan insanların birbirleriyle münasebetlerini anlatmaya çalışan bir akımın doğmasını sağladı…”3 Dönemin önemli senaryo yazarlarından, halen yazım hayatında üretimini sürdüren değerli aydın Vedat Türkali ise 27 Mayıs’ın getirdiği özgürlüğe, demokrasiye sinemacıların nasıl sahip çıkacağı konusunda şunları söylüyor: “Bizim o zaman yapmaya çalıştığımız bir şey oldu… O da Türkiye’nin demokratikleşme sürecine katkıda bulunmaktı. Ve yığınlara belli bir demokratik mesaj vermekti. 27 Mayıs belli yasalar getirdi. Ama halk daha bu yasaları benimsemiş değildi. Mesela sendikalar yasası. Çoğu, benzer ülkelerden benzer yasaların getirilmesi biçiminde oldu. İşçi sınıfı bunları, Batı işçi sınıfının kanlı mücadelelerle elde etmesi biçiminde elde etmedi. Bu gelen kanunların hayata geçirilmesini sağlamak için sinemacılara düşen bir görev vardı. Ben genellikle filmlerimde bunları yapmaya çalıştım. Demokratik haklara sahip çıkılmasını savundum.”4
3
A.g.e s.57.
4
A.g.e s.113.
19
Halit Refiğ ve Vedat Türkali Anayasa tartışmalarının sürdüğü şu günlerde, hayalimizdeki anayasa taslağının da ötesinde bir metni bu ülkenin gördüğünü, yaşadığını hatırlamak daha da önem kazanıyor. 27 Mayıs 1960 müdahalesi sonrası bunu gerçekleştirenin, Türkiye’yi en demokratik, özgürlükçü hale getirenin askerler olması konuya bakışımızı değiştirmeli mi? Portekiz’de faşist Salazar diktatörlüğünü Karanfil Devrimi’yle sonlandıran subaylara kötü mü demeliyiz sırf asker oldukları için? Her olaya, yapılan her eyleme hangi meslek grubunun ürünü olduğuna bakarak önyargılı mı olmalıyız? Örneğin bir imam tartışmasız gerici midir? Eğer öyleyse 1960’larda Türkiye İşçi Partisi Muğla il başkanlığı yapan “aydınlanmanın imamı” lakaplı din görevlisi İbrahim Mersin’e ne demeliyiz? 27 Mayıs sadece siyasal anlamda değişimler getirmekten öte sanat ve düşün dünyasına da katkılar sağlamıştır. 27 Mayıs sayesinde beyazperdede işçiyi, köylüyü gerçekçi olarak gördük, solu sinema salonunda izleyebildik. Yılanların Öcü(Metin Erksan, 1962), Susuz Yaz(Metin Erksan, 1963), Şafak Bekçileri(Halit Refiğ, 1963), Suçlular Aramızda(Metin Erksan, 1963), Gurbet Kuşları(Halit Refiğ, 1964), Bitmeyen Yol(Duygu Sağıroğlu, 1965), Karanlıkta Uyananlar(Ertem Göreç, 1965) ve hatta Umut(Yılmaz Güney, 1970) bizlere 27 Mayıs’ın getirdiği özgürlükçü ortamın eşsiz armağanlarıdır.
20
Yazımızın başında sorduğumuz soruları tekrarlayalım; askerin yapacağı her şey kötü müdür? 27 Mayıs ülkemizde darbeler çağını açtığı için kötülerin kötüsü müdür? Bırakın desteklemeyi, olumlu taraflarını ortaya çıkaranlar “aşağılık darbeciler” midir? 27 Mayıs’ın getirdikleri üstü örtülmeye, tartışmasız yanlış olan idamları öne sürerek silinmeye çalışılsa da ortadadır. 27 Mayıs’ı gerici, faşist bulanlara cevabı dünyaca ünlü Marksist düşünür Eric J. Hobsbawn makalelerinde veriyor aslında. 1967’de kaleme aldığı yazısında Hobsbawn askeriyenin, ordu biriminin devrim karşıtlığını, gericiliğini örneklerle anlattıktan sonra yazısına “Her şeye rağmen, az da olsa ele alabileceğimiz sahiden yenilikçi 21
askeri rejimler vardır. Nasır yönetimindeki Mısır ve 1960’dan bu yana Atatürk’ün Türkiye’si böyle örneklerdir.”5 diye devam ediyor. Daha fazla söze gerek var mı?
5
Eric J. Hobsbawn, Devrimciler, çev: Hatice Pınar Şenoğuz (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2005) s. 216.
22
Hıdrellez Selin Süar Sıcakların henüz çöreklenmediği, ılık esintilerin insanın içine huzur verdiği aylardan Mayıs’tayız. Bulunulan iklime göre değişir elbet, ama buralarda papatyalar çoktan açtı, gelincikler kıpkırmızı renkleriyle yeşilin üzerinde kavislendiler. Doğa, içinde barındırdığı bin bir rengin her tonunu kendisini izleyenler için sergilemeye başladı. Biraz cesaret edebilsek geçen sene yaptığımız gibi durgun sularıyla bizi çağıran denizde bile birkaç kulaç atacak, ardından güneşe sırtımızı dönüp tir tir titreyen bedenlerimizi o sıcaklığa emanet edeceğiz, ama bu sene, bu hafta bunu yapamasak da her sene kimine göre eğlence, kimine göre oldukça kutsal olan ve her ne şekilde olursa olsun yüzlere büyük bir gülümseme koyan HIDRELLEZ’i kutlamayı unutmayacağız. Unutmak ne mümkün… 6 Mayıs akşamı sokaklar çocukların sesleriyle dolmaya başlar. Çer çöp, mobilya parçası, kırık sandalye, insanın burun kanatlarından günlerce kokusu çıkmayan patlak lastikler, belki yırtık bir çarşaf, ama mutlaka bir iki odun parçasıyla o akşama hazırlanılır. Ateşler hava kararmaya yüz tutarken yakılmaya başlanır ki akşamın ortasında göğe en çok yükselen alevin üzerinden atlanabilsin. Büyük şehirlerde yapılan eğlenceler, kırsal kesime nispeten daha az olsa da özellikle Türk Devletlerinde yaygın olan Hıdrellez’in kutlanışı, Türkiye’de de kendini gösterir. 6 Mayıs yaklaşmadan önceki hafta büyük bir ev temizliğine girişilir. Temiz olmayan evi Hızır Peygamber’in dolaşmayacağı, ziyaret etmeyeceği varsayılır. Yiyecekler hazırlanır, piknik yapmak için önceden sarmalar yapılır, yufkalar açılır ve pikniğin olmazsa olmazı mangal bir köşede, kullanılacağı günü bekler. Bazı yerlerde bayramdan farksız kutlanan Hıdrellez günü için yeni elbiseler ve ayakkabılar bile alınır ki verimi bol olan doğa ananın yaşama yeniden kavuşması tertemiz karşılansın… Doğu’ya özgü bu kutlama, diğer dinlere de yansımıştır. Ortodoks Hıristiyanların Agios Yorgi, Katolik Hıristiyanların Saint George günü olarak kutladıkları Hıdrellez, Hızır ve İlyas Peygamberlerin senede bir kez yeryüzünde buluşmasından ötürü bu isimde kullanılmaktadır. Yazın gelişini, doğanın uyanışını simgeleyen bu günde kimi yörelerde kuzu eti yeme, otluk alanlardan yılın ilk otlarını toplayıp kaynatma ve suyunu içme âdeti de vardır. Bu şekilde 23
hastalığına derman bulacağına inananlar olduğu gibi uyanışı, canlanmayı simgeleyen Hıdrellez’de bazı yörelerde 5 Mayıs gecesi kısmetlerinin açılmasını isteyen kızlar bir dere kenarında veya yeşil bir alanda bir araya gelir, içinde su bulunan bir kaba kendi yüzüklerini koyarak kabın ağzını tülbentle bağlayıp gül ağacının dibine koyarlar. Sabah olduğunda gül ağacının yanına giderek niyetlerinin olması için dua ederler ve bunun ardından kabın içine attıklarını çıkarmaya sıra gelir. Maniler, Türküler söylenerek yapılan bu niyet işinde kısmetin açılması için dua edilir ve gerisi Hızır’a bırakılır. Şansların açıldığı, dertlere derman arandığı, temiz kalpli insanların dileklerini kabul edeceğine inanıldığı Hıdrellez bütünüyle yeniden vücuda gelişi simgelemektedir. Celal Beydili, geniş kapsamda hazırladığı Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük adlı eserinde Hızır’dan şu şekilde bahsetmektedir: “Efsanelere göre karanlık dünyadaki ‘Dirilik Suyu’ndan içip daimi yaşayan ve ölüp-dirilebilen doğayı sembolize ederek ebediyetin göstergesiyle çevrilen mitolojik varlık. Orta Asya Türkleri ona ‘Kıdır’ derler. Onun adına ayrıca ‘Hızır Ata’ denilir ve dara düşüldüğü zamanlar ondan yardım istenir.”6 Türk mitolojisinde peygamber, evliya, ata gibi isimlerle anılan Hızır’ın önemli bir yeri vardır. 6 Mayıs gecesi gül ağacının dallarına kâğıtlara yazılarak dilekler asılır veya bu dilekler denize atılır, ufak taşlarla gül ağacının altına istenilen dileğin şekli çizilir, yine gül ağacının dibine sembolik bir miktarda para konulur ve bir dahaki Hıdrellez’e kadar bu para cüzdanda saklanır ki bereket ve bolluk eksik olmasın. Tüm bunlar 8 Mayıs’ı 9 Mayısa bağlayan geceye kadar gül ağacında bırakılır. Böylelikle Hızır’ın gelip evleri dolaşırken bu dilekleri görüp kabul edeceğine, bunları Tanrı’ya ulaştıracağına inanılır. Bereket getireceği inancı nedeniyle bazı yörelerde ‘koç katımı’ denilen ve çobanın güttüğü sürünün bereketinin artması için koça kına yakılır, süslenir ve koyunların arasına, sürünün içine bırakılır ki o sene bol bol ve sağlıklı kuzucuklar olsun. Hızır’ın monoteizmdeki (tek tanrılı dinler) yeri de oldukça eskilere dayanır. Denir ki Hızır’ın ne yapacağı belli olmaz. Musibet getirebilir gibi görünse de 6
Celal Beydili, “Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük”, Çev: Eren Ercan, Yurt Kitap-Yayın, Ankara, birinci baskı, Şubat 2005, s.238.
24
olayın sonucunda mutlaka bir hayır bulunur. ‘Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez’ sözü, bir kişinin başı sıkıştığında hiç beklemediği bir yerden gelen yardım sonucunda ‘Hızır gibi yetiştin’ türü deyişler hep Hızır’ın zor durumda kalanın imdadına yetişmesi söylencesi yüzdendir.
“ ‘Hızır’ın kıyamete kadar yaşayacağı söylenir. ‘Hızır’ın adı bazı Alevi-Bektaşi şairlerinin şiirlerinde ‘Ali’yle birlikte kullanılır. Bazı Kızılbaş rivayetlerinde de ‘Hızır’ın rolü açık bir şekilde ‘Hazreti Ali’ye verilir. Bazı Alevilere göre, ‘Hazreti Ali’nin adlarından biri de ‘Hızır’dır ve dünyada bu adla yaşar. Pir Sultan’a ait olduğu düşünülen bir şiirde, ‘Bin adı vardır, bir adı da Hızır’ denilmektedir. Kuranı yorumlayanlar, Kehf suresindeki hikâyenin ‘Hızır’a ait olduğunu kabul ederler. İslam âlimleri, onun peygamber, evliya veya melek olduğu hakkında çeşitli fikirler yürütmüşlerdir. Kuran tefsircilerinin birçoğunda, ‘Hızır’ın onlara görünüp, yol gösterdiğini hatta ‘İsm-i Âzam’ı öğrettiği söylenir. O, genellikle İslam dini sistemindeki bütün peygamberlerin ölümlü, ‘Hızır’ınsa ölümsüz olduğundan, ölümün Hak’tan geldiğini kabul eden İslam dini sisteminin dışında kalır. ‘Hızır’ın ‘Dirilik Suyu’ içip, ölümsüzleştiği ve ebedi yaşadığını kabul edenlere göre, O, Hazreti Âdem’den beri yaşamaktadır, Nuh Tufanından sonra, Hazreti Âdem’in, o zamana dek korunan cesedinin defnine yardım etmiş, Muhammed Peygamber ve Hazreti Ali’yle de görüşmüştür. Azerbaycan’da yolculuk yaparken ‘Hızır Zinde’ adında bir piri ziyaret eden E. (Evliya) Çelebi, oradaki türbede yatan ‘Hızır’ adında birinin ilk günkü gibi tazeliğini koruduğunu yazmış. Tasavvuf kaynaklarına göre, Musa Peygamber’in ilahi sırlar ve gerçekleri anlamasını ‘Hızır’ sağlamıştır. Bu ilahi varlık, kimin karşısına çıkarsa, onun gözünde varlığın sır perdesi aralanır. Bu kaynaklarda ‘Hızır’ şekilden şekle girip, bazen çocuk, bazen de yaşlı biri olur, bazen kuş gâh tavşan kılığına girer. Bir göz açıp kapanıncaya kadar çok uzak mesafelere gider. Havada dolaşır, su üstünde yürür. Doğadaki tüm varlıkları kendi emrine alabilir. Ölenleri bile 25
diriltmeye gücü yeter. Birçok din adamına göre, ‘Hızır’ın ölümsüzlüğüyle ilgili en güçlü kanıt, Kuran-ı Kerim’in El Enbiya suresinin 34. ayetinde verilmektedir. ‘Biz senden önce hiçbir insana ölümsüzlük vermedik.’ “7 Hıdrellez ismi Hızır ve İlyas Peygamberin senede bir kez görüşmesinden dolayı kaynaklandığı söylenmektedir. Hızır ve İlyas’ın kardeş olduğu da söylenir. Hızır’ın kendini belli etmedikçe tanınmasının olanaksız olduğu belirtilmektedir. Bir İsrailoğulları peygamberi olduğu Tevrat’ta geçen İlyas Peygamber için onun Ben-i İsrael kabilesine gönderildiği belirtilmektedir. Kuranda ise insanları Tanrı’ya inanmaya çağırdığı belirtilir ve diğer peygamberlerle beraber iki surede ismi geçer. Buna rağmen ‘Hızır’ın mitolojideki veya eski inançlardaki varlığı daha eskilere dayanır: “Genellikle mayıs ayının ilk pazarı ya da belli tarih olarak 6 Mayıs’ta düzenlenen Hıdrellez şenlikleri özellikle Doğu inanç ve mitolojilerinde rastlanan ‘Hızır-İlyas’ ikilisine dayandırılmaktadır. Halk arasında yaygın ‘Hızır Aleyhisselam, Hızır Nebi, Hızır Peygamber’ gibi sözler, Hızır’ın peygamber sayıldığı inancını göstermektedir. Ancak bu, İslam dışındaki inançlarda da yaygındır. Gılgamış’ın arkadaşı Endigu’nun ölümü üstüne üzüntüye kapılıp, ırmakların ağzında oturan ve kendisine ebedi yaşam bağışlanan atası Utnapiştim’i (Hasisatra) bulmak, ölümsüzlük sağlayan otla ilgili bilgi almak için çıktığı yolculuk öyküsünde, yine İskender’in ölümsüzlük arayışı öyküsünde ve İlyas ile Haham Yaşua Ben Levi’nin yolculuklarına ilişkin Yahudi söylencesinde birbirine çok yakın özellikler görülmektedir. …”8 Arapça’da ‘yeşil’ anlamına gelen Al-Hazir sözcüğünden türediği9 varsayılan ve Farsça’da ölümsüzlük simgesi olan kayın ağacından geldiği öne sürülen Hızır, suyla özdeşleştirilir. Hızır ve İlyas için deniz kenarında, ırmak kenarında buluştuklarının rivayet edilmesi hep Ab-ı Hayat’tan kaynaklanır. Ab-ı hayat, yani ölümsüzlük suyundan içtiği için Hıdrellez’de yapılan her şeyin bereket timsali olduğuna ve Hızır’ın elinin değdiği her yere iyilik, şifa, bolluk 7
A.g.e, s. 238, 239.
8
Yurt Ansiklopedisi. (1984). Türkiye/Genel. Cilt: 11, İstanbul: Anadolu Yayıncılık A.Ş., s.8896
9
A.g.e, s.8896
26
geleceğine inanılır. Bağbozumuna, Paskalya’ya benzeyen Hıdrellez şenliklerinin önemi azalsa ve kutlamalar yalnızca çocuklara kalmış gibi görünse de Hıdrellez’in önemini bilen, Hızır’a inanan ve dilek dileyen pek çok kişi günümüzde hâlâ mevcut. Sıkıntılı bir süreçten geçen Türkiye için belki de bu sene ‘Yetiş ya Hızır’ diyenlerin sayısı artacak. Kim bilir… Yine de neşeyle ve hep bir umutla geçen yaza merhaba şenliklerinin güzel bir yansıması olan Hıdrellez hepimize bu sene de kutlu olsun ve Hızır Aleyhisselam bolluğuyla, bereketiyle gelip dileklerimizi kabul etsin…
27
Munch’un Anti-Çığlığı Paris’ten Duyuldu!
Bedri Baykam Yobazlarla ve “Kararanlar”la savaşımdan arta kalan zamanlarda, mesleğimi hatırlayıp sergilerimle uğraşıyorum! Bu akışı sizlerle paylaşmak, ortaçağ tartışmalarımızın göbeğinde her birimize dünyanın esas konularını hatırlatmak açısından faydalı…
Edvard Munch, Norveç’in “milli” ressamı, en büyük gururları. Gauguin ve Van Gogh’la beraber modern sanat tarihinde dışavurumculuk akımının üç öncüsünden biri olarak kabul edilen efsanevi sanatçı, yoğun dramları ve kişisel gerilimleri tuale taşıyarak “ilk dışavurumcu resmi yapan adam” olarak da tanıınyor. Tabii bir de ünü, ressamını sollayan bir yapıt var ortada: “Çığlık”. Munch, Mona Lisa ve Guernica ile beraber dünyada en çok tanınan iki-üç başyapıttan biri olan bu resmin, tüm diğer yapıtlarını gölgeleyecek kadar yaygın bir evrensel üne kavuşmasına acaba üzüldü mü? Onu bilemem. Bildiğim, Paris’te Şubat ayında “Pinacotheque de Paris” Müzesi’nde açılan “Edvard Munch: Anti Çığlık” sergisinin, bu duruma el koymak istediği. Müze müdürü 28
Marc Restellini sergiye bu adı vererek, resmin geri kalan başyapıtları gölgelemesini engellemek istediğini açıklıyor. Restellini, “Çığlık” dışında kalan resimlere de özel önem vererek, Norveçli efsanevi sanatçının kariyerinin bu yeni bakış açısıyla okunmasını sağlamış oluyor.
Çığlık (1893) 29
Restellini ve yönettiği Pinacotheque de Paris, açtığı bu büyük ve tarihi sergilere paralel olarak, günümüzde yaşayan bir sanatçıya “açık çek” vererek ondan bu serginin yorumunu istiyor. Restellini, bu vesileyle sorumluluğu on ay öncesinden dünyadaki yeni dışavurumcu akımın onca ismi arasından benim omuzlarıma yükleyince, son altı ayda Munch’la yattım, Munch’la kalktım!
Okuduğum onlarca kitaptan topladığım bilgilerin üstüne kara kışın göbeğinde, Norveç’e giderek hem Munch Müzesi’ni gezdim, hem yeni kitaplar aldım, hem de ünlü sanatçının en sevdiği yer olan küçük balıkçı kasabası Aasgarstrand’ı ziyaret edip, orada bu mevsimde bana özel olarak açılan evini gezdim. Belki toplam kırk metrekarelik bir evde, hayatın her zerresindeki zorluklarla boğuşan bir sanatçının işine nasıl yoğunlaştığını iliklerimde hissettim. Daha önce Munch Müzesi’nde sanatçının en değerli özel defterlerinin benim için korumalı arşiv odasından alınıp önüme konmasının ardından, bu sefer de dünya şekeri bir özel rehber, Adelita, Munch’un hayatıyla ilgili hiç bir yerde bulunamayacak bilgileri yatağının yanıbaşında bana aktardı. Sonunda hayatına dair yoğun bilgilerle yüklenmekten, okuduğum kimi yeni kitaplardaki hataları bile ortaya çıkarmaya başladığımda “bu kadarı yeter” diyerek araştırmaya bıraktım ve “4-D” yapıtları gerçekleştirmeye koyuldum. Geceli gündüzlü süren uzun çabalardan sonra 13 yapıt ortaya çıktı.
30
Gözü Yaşlı Çıplak (1913) Geçen Perşembe Paris’te sergi açılırken, her ne kadar artık ayakta duracak halim kalmamış olsa da, dünyanın dört bir yanından, California’dan, New York’tan, İsviçre’den, Lüksemburg’tan, Türkiye’den gelen birçok yakın dostum ve sanat insanının varlığı bana yorgunluğumu unutturdu. Bu tarihi sergiyi hazırlarken tam olarak neler çektiğimi öğrenebilmeniz için ise, benim otobiyografimin üçüncü cildini yazmam, sizin de okumanız gerekiyor. Ancak o zaman, buna benzer önemli sergilerde hangi son dakika aksaklıklarının nasıl uzatmalarda giderildiğini ve “geriye sayım” denilen illetin nasıl acımasızca yaşama hükmettiğini öğrenirsiniz! Açılışa Türkiye’nin Paris Büyükelçisi Sn. Tahsin Burcuoğlu, UNESCO daimi delegemiz Büyükelçi Sn. Gürcan Türkoğlu’na ek olarak, Komet, Ömer Kalesi, Onay Akbaş, Pat Andrea, Chambas gibi sanatçı meslektaşlarım, galerici Dağhan Özil, Türkiye’den özel gelen koleksiyonerlerim ile birçok Fransız ve Amerikalı eleştirmen, gazeteci, galerici ve koleksiyoner katıldı. Bu 31
sergi ile Fransızlar’ın lens yüzeyine gerçekleştirdiğim “4-D”leri ve yarattığı derinlikleri ilk defa keşfetmesi, yine çok ilginç sahneleri beraberinde getirdi. Şimdi neler yapıyorum? Paris’te bir yandan “yaşayan” sergimin işlerini yürütürken, bir yandan da Volkan beş gün daha erken patlasa, sergimin “yetişemeyecek”ler listesine girecek olması riskini limitte atlattığını düşünüp dehşete düşüyorum! Yani anlayacağınız, yalnız siyasi yaşamımızda değil birçok sanatsal yaratım ve organizasyonda da dünya tesadüfen dönebilmeye devam ediyor. Taaa ki bir volkan patlayana kadar!
32
Theo Angelopoulos ile Söyleşi Selin Süar Önce sinemayla ilgilensin veya ilgilenmesin, herkesi bir heyecan aldı, “Kitara’ya Yolculuk, Ağlayan Çayır gibi sinema tarihine yazılmış filmlerin dünyaca ünlü Yunan yönetmeni Theo Angelopoulos İzmir’e geliyor!” diye. Yunanistan’da bulunan Ege Üniversitesi’nden Sinema Teorisi ve Görsel-İşitsel Sanatlar alanında görev yapan öğretim üyesi Irini Stathi geldi; onun filmlerini, kullandığı sembolleri, konuları ve tarzını büyük bir ciddiyetle ve saatler boyunca bıkıp usanmadan birkaç gün süreyle Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi konferans salonunda açıkladı. Derken dünyaca üne kavuşmuş olan yönetmenden, Atina, El. Venizelos havaalanından uçağa binecekken bir haber geldi: “Çıkışıma izin vermiyorlar, domuz gribi olmuşum…” Yakın adalardan, anakara Yunanistan’dan İzmir’e gelip onu görmek isteyen, ona yaptıkları eserleri göstermek isteyen Yunanlılardan tutun da onu sabırsızlıkla bekleyen Türklere kadar herkes şaşkınlık içinde kaldı. Her şey hazırken Theodoros Angelopoulos karantina altına alınmıştı. Aradan aylar geçti, grip sendromu ve aşı furyası dünya gündemini uzun süre meşgul etti, bahar geldi, grip bitti derken Angelopoulos da söz verdiği gibi nihayet çıkıp geldi. DEÜ Güzel Sanatlar Fakültesi Prof. Dr. Özdemir Nutku Sahnesi'nde DEÜ Rektörü Prof. Dr. Mehmet Füzün, Angelopoulos'a onursal doktora belgesini takdim etti. Bu güzel karelerin ardından yüksek lisans öğrencilerinin ertesi gün yapılacak Efes ve Meryem Ana gezisine davetli olduğunu öğrendik ve o gün Angelopoulos’u fazla oyalamadan hem Film Tasarımı bölümünün yüksek lisans öğrencileri hem de Azizm Sanat Örgütü’nün üyeleri olarak bir röportaj yapmak için çok keyifli geçen geziye katıldık. Ufacık bir başarıdan dolayı kendini Tanrı gören ünlüler veya ünsüzlere nazaran gerek Efes gezisinde, gerekse yemek ve şarap için gittiğimiz Şirince’de Angelopoulos çiftinin yakın ve içten davranışları uluslararası bir üne ve başarıya sahip olmanın içinde taşıdığı karakter özellikleri hakkında da biz genç sinemacılara yol gösterdi. Gündelik hayatın getirdikleri ve dostça paylaşımları kendimize saklayıp 33
merak ettiğimiz soruları Angelopoulos’a köpüklü Türk kahvesi eşliğinde kendi dilinde yönelttik. Sitemiz editörlerinden Onur Keşaplı’nın bildiği iki Yunanca kelime birbirine karışınca yönetmenin “Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum, çok keyifli bir röportajdı, çok teşekkür ederim.”sözüne cevaben verdiği Efharisto (teşekkür ederim) yerine Endaksi (Tamam) demesiyle beraber hepimizi güldürmesi de günün keyfine eklenen bir başka olaydı. Yunanistan şimdilerde oldukça karışıkken, neredeyse haftanın her günü ülkede çoğu kez genel grev varken ve halk, paranın eşit dağılımının olmamasından, işten çıkarılmaktan, Avrupa Birliği’ne girildiği için en ufak bir şey bile üretememekten ve önceki hükümetin borçlarını ödemek zorunda bırakılmaktan muzdaripken Türkiye ve Yunanistan’ın asi çocuğu sinema ve sinemacı bir Yunanlının gözünde Türkiye ve Türkler hakkında yaptığımız röportajı dilerim beğenirsiniz.
34
Herkesin yaşadığı olaylar ve düşünceleri birbirinden farklı ama sizin bakış açınıza göre Yunan halkında oluşan ‘Türk’ imajı bundan seneler önce nasıldı ve zaman geçtikçe bu imaj değişikliğe uğradı mı? Theodoros Angelopoulos - Sizin de iyice bildiğiniz gibi tarih bazen bir sürü düşmanlık yaratıyor. Mesela burada Yunanlılar varmış, sonra da Küçük Asya felaketi oldu ve hepimizin bildiği gibi bütün bunlar bir düşmanlık oluşturdu... Yani burada binlerce Yunan varmış ve pek çoğu acı çekmiş veya burada ölmüş ya da buradan giderlerken yolda ölmüş ve kesinlikle Yunanlılar açısından kötü şeyler olmuş. Savaş varken böyle oluyor, fakat buradaki insanlar –Yunanlılar- burada yüzyıllar boyunca yaşıyordu, ama oldu ve bitti. Sonra Anadolu’dan gidenler kaybolan bir ülkenin özlemini içlerinde taşıyarak Yunanistan’a geldiler. Onların sayısı 1,5 milyon gibiydi ve onlar o zamanki nüfusu 5 milyon kadar olan bir ülkeye; Yunanistan’a geldiler. Bu demek oluyor ki, şu andaki Yunanistan nüfusunun büyük bir kısmı onların torunlarıdır. Buna rağmen şu anda, sadece şu andan bahsediyorum, çünkü benim için en önemli olan şey şu an hakkında konuşmamızdır veya geleceğimiz için konuşmamızdır; Türk halkı üzerindeki fikrimiz onların dostumuz olduğu yönündedir ve şahsen ben de öyle düşünüyorum ki, Türkler dostlarımızdır... E, tabii her zaman bir olay oluyor, mesela sonra Kıbrıs meselesi oldu. Bazen özellikle de politika ile ilgili olaylar oluyor, ama halkın düşüncesinden tamamen farklı olaylar bunlar… Halk aynı fikirde değil, anladınız mı? Ve bana göre her gün rastlanan normal Türk ve Yunan insanlarının arasında fark yok şu anda... Filmlerinizde göç teması, acılar ve geri dönemeyenler var. Neden Antik Yunan karakterlerini, kuzeyli göçmenleri filmlerinizde sık sık görüyoruz ama 1922’de Mikra Asya’da yaşanan büyük göç dalgasını filmlerinize koymak istemediniz? Hmmm... Neden 1922 üzerinde bir film yapmadım... ‘Thiasos’ adlı filmimi yaptıktan sonra (The Travelling Players- 1975), sanırım Türkiye’de izlenmemiş 35
bu film, Yunanistan’da büyük başarı oldu. Biliyorsunuz, cuntanın döneminden çıkıyorduk o zaman. Benimle görüşmek için Türk bir çift geldi İsveç’ten; solcu olduğu için İsveç’e kaçmış ve bana söyledi ki ‘Bay Angelopoulos, yaptığınız filmi İsveç’te izledik...” Ve bana neden Mikra Asya felaketi üzerinde bir film yapmıyorsunuz diye sordu, Dido Sotiriou’nun kitabı üzerine... ‘Evet’ diye cevap vermiştim, ‘Bunu yapmak isterdim, çok ilginç bir konu, ama daha önemli ve daha güncel konularla uğraşmak istiyorum.’ Ve o zaman da en önemli konu Yunanistan’da yer alan olaylardı... Bu nedenle böyle bir film yapmadım. Yani o zamanlarda bizzat yaşadığım tarihi olaylarla ilgilendim, daha önceki tarihle fazla uğraşmadım ben... 1935 yılından sonraki dönem diyebiliriz… Günümüzde farklı tarzlar, farklı yaklaşımlar denemek isteyen sinemacılarımız var, ancak sinema bir iş olarak oldukça pahalı ve yorucu olduğundan yapımcılar genellikle popüler olan yapımlara şans tanıyorlar. Siz sinemanızı yaparken ne tür engellerle karşılaştınız ve bu yolda hayal kırıklıklarınız oldu mu? Bakın… Öncelikle ben şanslıydım. İlk filmimi yapmak istediğim zaman bir yapımcı bulmuştum. Çok ucuz bir filmdi, ‘Anaparastasi’ (Reconstruction- 1970) adıyla ve kimse para almadı aslında... Ama o zamanlar gençtik, ideallerimiz vardı ve istediğimiz şeyi yaptık... O film çok başarılı oldu ve ikinci filmimin gelmesine yardım etti. İkinci filmde başka bir yapımcım vardı, o beni buldu... Çok acayip bir şey, gariptir ben hiçbir zaman yapımcı aramadım… Her zaman onlar bana geliyordu! Nasıl böyle oldu bilmiyorum, belki önemli bir şey yapabileceğime herkes inanıyordu. ‘Thiasos’a kadar böyle oldu, ama tabi bundan sonra işler zorlaştı. Kardeşim bana yardımcı oldu ve iki filmde o yapımcı oldu. Sonra çok ünlü oldum, her yerde, her zaman yapımcı para vb. kolay buluyordum. Kısacası şanslıydım... Hem de çok. Bir Akdenizli olarak güneşli havalar ve mutlu insanlar yerine filmlerinizde neden mekân (τόπος) olarak ‘Kuzey’i tercih ediyorsunuz ve neden genellikle yağmurlu, kasvetli havaları kullanıyorsunuz?
36
(Gülümsüyor) İlk olarak havanın insanları mutlu ya da mutsuz kılmasını kabul etmiyorum. Mesela yağmur benim çok hoşuma gidiyor. Aslında su sesini duymak çok hoşuma gidiyor. Az önce burada, hemen aşağıda akan çayın sesini duydum. Hemen dedim kendi kendime, haydi aşağı inip bir göreyim onu… Bütün filmlerimde su var. Nehir, deniz, göl, yağmur var... Tam nedenini bilmiyorum, belki de burcumla ilgili bir şey. Kova burcuyum ben. Bilmiyorum… Su ile bir bağlantım varmış gibi... Yunanistan, aynı Türkiye gibi askeri darbeyi ve sansürü yaşadı. Ancak Türkiye’de darbe amacına ulaştı ve sorgulamayan, amaçsız yaşayan, sürekli olarak tüketime (para harcamaya) yönelen bireylerin oluşmasına neden oldu. Türkiye’de buna ek olarak darbeciler bırakın yargılanmayı, oldukça rahat bir şekilde yaşıyorlar. Türk sinemasında ise bu tür konular hala sansüre uğratılıyor veya darbeye yönelik güzel bir film yapılamıyor. Yunanistan’a baktığımızda bunun tam tersi bir manzarayla karşılaşıyoruz. Sizce Yunan ulusu bunu nasıl başardı ve bu başarıya ulaşmada Yunan sinemasının bir etkisi var mı? Siz... Nasıl söyleyeceğim… Devletin söylediklerini daha kolay kabul ediyorsunuz, ama Yunanlılar böyle değil. Onlar daha kanunsuz bir şekilde yaşıyorlar... Bu yüzden çok kötü şeyler de oluyor, ama bunun iyi bir yönü de var. İyi olan şey, hiç bir zaman eğilmemektir. Kolayca ‘evet’ demiyoruz... Ama söylediğim gibi bu aynı zamanda kötü de bir şey, çünkü bazen disiplin gerekiyor. Aslında Yunanlıların disiplini yok ve bu çok sorun getiriyor; özellikle de siyaset sahnesinde. Özellikle bu dönemde Yunanlıların bu disiplinin gerektiğini anlaması gerekiyor; hem iş hem de ekonomik alanda… Şu anda bulundukları zor durumdan çıkabilmek için bunu anlamaları gerekiyor. Yunanistan bir demokrasi ve özgürlükler ülkesi. İnsana verilen değer kadar sanata verilen değer de çok büyük. Yine de röportajlarınıza baktığımda sizin bile iktidarı eleştiren bir film yapmak istediğinizde veya filmleriniz için bütçe gerektiğinde devletten yardım alamadığınızı ve destek görmediğinizi
37
belirttiğiniz olmuş. Bu durum uluslar arası bir ününüz olsa bile hala devam ediyor mu? Evet. Bazen bende de zorluklar var, çünkü insanlar tarafından kolay kabul edilen filmler yapmıyorum ben... Kimseyi pohpohlamak istemiyorum; ne hükümetleri, ne siyasetçileri… Tek bir doğruya inanıyorum, istediğim şeyi yapmak istiyorum... Eğer benim inandığım şey faydalı olabilirse bu elbette en güzeli, ama bazen bunu siyasetçiler kabul etmiyorlar. Sıkça siyaset ve siyasetçilerle ilgili zorluklarım var, ama inandığım şeye devam ediyorum. Yunanistan’da gençlerin sinemaya bakışı nasıl ve Yunan sineması son yıllarda daha çok hangi türlerde örnek veriyor; komedi, aksiyon, dram…? Sanırım şu anda Yunan sinemasında yeni bir kuşak var. Özellikle gençleri çok önemli ve ilginç buluyorum. Onların çoğu ilginç filmler çekmeye başladı ve gerçekten de umarım, yarın sinema alanında önemli bir kuşağı oluşturacaklar. Aynı toprağın, aynı denizin çocukları olsak da birbirimizden oldukça farklı olduğumuz kesin, ama yine de Türkçe’de bir deyim vardır: Üzüm üzüme baka baka kararır. Türk sinemasını nasıl buluyorsunuz, takip ettiğiniz yönetmenler kimler? Sizce hala birbirimizden öğreneceğimiz çok şey var mı ve Türk-Yunan ortak yapımları, ortak senaryolar, filmlerin sayısı artmalı mı? Türk sinemasından en çok Nuri Bilge Ceylan’ı beğeniyorum ve filmlerini fırsat oldukça izliyorum. Semih Kaplanoğlu’nun Berlin’de Altın Ayı alan filmi, Bal’ı da izlemeyi düşünüyorum. Söylediğiniz şeye kesinlikle katılıyor ve çok inanıyorum; sinema alanında Türk-Yunan arasında işbirliği olabilir. Çok fazla ortak yapım olabilir; fikirlerin alışverişi ve aynı festivallere katılım sağlanması… Sanırım işbirliği yapabiliriz ki bu hem Yunanistan’a hem de Türkiye’ye faydalı olabilir.
38
39
Demek Böyle Ölünürmüş! Abdullah Rıdvan Can Kavgalar, Sürgün edilir (aciz) fikrinden… Hiç bilmediğin hayaller, Tutuklanır gönlünde. Avlularda beklersin geri dönmeleri, Geri dönmeler… Çoktan kalmışken mahşere…
Pembe dudakların gençliğe inat, Titrek… Acı… /türküler söyler o vakit./ Alnın bir kelebeğin ömrüdür ya belki sonu, Gözlerin sır(at)a denk bir geçit…
Salkım taneleri gibidir g/öz torbacıkların. Ellerine (kirli) yarasalar yuva yapmıştır. Bedenin, Zor bir denklem değilmiş aslında, 40
Dizlerin, ufacık bir ağrıda çözülür kalır.
Kaybolursun susuşlar içinde /kaybolunca zikrin./ Bir zamanki sözlerin yüzünden (ilmek ilmek) asılırsın. Söyleyeceklerinin hevesi varken içinde, Belki… /Çoktan/ Unutulmuştur bile yasın.
Dert başta uçuşur… /bir karga sürüsü gibi.../ Derman çölde… /bir avuç kumda saklanır./ Düşme peşine, düşme… Bir damla seraptır göreceklerin. Her ‘’Mecnun’um’’ deyişine de bir Leyla yas/aklanır.
Yol acıtır canını… Korkutur puslu iklimler. 41
/Bir mucizeye bile/ Kalmamıştır artık geri dönüş. Bir mayıs akşamı, Bedenine zemheri iner, Dersin ki: ‘’demek böyle ölünür/müş…’’
42
Eleştiri Üzerine
Engin Taş Bilindiği gibi eleştiri, bir sanat ya da düşünce eserinin özünü, yapısını anlatan; onun değerli ve değersiz yanlarını, toplumun sanat ve düşünce gelişimi içindeki yerini, gerektiğinde belgeler ve örneklerle belirten yazıdır. Tanımı açtığımızda, eleştirinin, şu noktaları içermesi gerektiği çıkıyor karşımıza: l) Eseri düşünsel ve teknik açıdan incelemek, değerlendirmek, 2) Toplumun sanat ve düşünsel gelişimini barındırmak, 3) Eserin, toplumun sanat ve düşünsel gelişimi içindeki yerini saptamak 4) Belgelere yaslanmak, örneklerle somutlaştırmak Bütün bunları içermesi gereken eleştiri, elbette bunları bilen yetkin insanlar tarafından yapılabilir. Eleştirmen yetkin değilse, yazı ya övgüye ya da yergiye dönüşür. Övgüye ve yergiye dönüşmüş olan şeye de eleştiri demek mümkün değildir; çünkü bu tür üretimler, toplumun gelişmesine hiçbir katkıda bulunmaz. Konumuz olan eleştiri, toplumsal gelişim konusunda işlev üstlenen eleştiridir. Böyle bir eleştiriyi ise yaşama dair söyleyecek sözü olan, aksaklıkları gören ve gösteren, olumluyu olumsuzdan ayırabilen, toplumu yeniden kurma projesi geliştirebilen, projesinin gerçekleşmesi için sorumluluk üstlenebilen insanlarca yazılabilir. Dikkat edilirse, bu özellikler, bir karşı duruşu, tavır almayı ifade etmektedir. Bu anlamda eleştiri, bir toplumsal sorumluluk üstlenme sorunu çıkarmaktadır karşımıza. Kendini, topluma /dünyaya karşı sorumlu hissetmeyen ve sorumluluk hissini yaşam felsefesi haline getirmeyenlerin üstesinden gelebileceği bir yazı türü değildir eleştiri. Nitelikli eleştirmenlerimizin sayıca az olmasının nedeni işte budur. “(…) Anladığıma göre eleştiri, felsefe ve tarih gibi, akıllı ve meraklı ruhlara uygun gelen bir çeşit romandır.” (1) derken Anatole France, “akıllı ve meraklı ruhlu” olmayı eleştiri için ön koşul kabul etmektedir. Çünkü Anatole France, eleştirinin, özünde bir güç taşıdığını biliyor: Değerlendirme ve yargılama gücü. Bu güçleri doğru bir biçimde kullanmak, işe yarar hale getirmek, yani sorunları kavramak, değerlendirmek, çözmek akılla mümkün. Meraklı ruh ise, keşif yapmaya yarar. Demek ki, eleştiri için, alternatif bir yaşamı keşfe çıkmış bir ruh ve keşfedilenleri çözümleyen, sistemleştiren bir akıl gerekmektedir. Yine France’e göre eleştiri, “Anıları zengin, hiç şüphesiz gelenekleri de uzun olan pek uygar bir topluma son derece uygun düşer. Özellikle meraklı, bilgili, eğitilmiş 43
bir insanlığa yaraşır. Gelişmesi için bütün öteki edebiyat türlerinin gerekseme duyduğu kültürden daha çok kültür ister. (…) Kaynağını hem felsefeden hem tarihten alır.”(1) Eleştiri türünün edebiyatımızda geç gelişmeye başlamasının açıklaması France’ın söylediklerinde saklı. Toplumumuzun zengin bir anı birikiminin, sağlam bir geleneğinin olmadığını biliyoruz. Orta Asya’da başlayan tarih serüvenimize ait yazılı belge yok denecek kadar az. Ayrıca İslamiyet etkisindeki yaşamımızın Arap ve Fars yaşam tarzı tarafından işgali, Tanzimat sonrası yaşamımızın ise Batı endeksli oluşu, anılarımızın zengin, geleneğimizin uzun olmadığını göstermeye yetiyor. En azından, başka toplumların etkisine girmemizi engelleyecek kadar güçlü olmadığını gösteriyor. İşte bu durum, anılarımızın ve geleneğimizin kesintilere uğradığını, bu nedenle uygarlaşma yolunda geç kaldığımızı, bilgilenme ve kültürlenme sürecimizin sekteye uğradığını, çelişen ve çatışan anlayışlarla eğitilmeye çalışıldığımızı göstermektedir. Zaten, dilini işgal ettirmiş bir toplumun düşünce eseri üretmesi ve felsefi birikim açısından gelişmesi mümkün değildir. France’in, “Eleştirinin kaynağı felsefe ve tarihe dayanır.” savından hareket edersek, eleştiri kültürümüzün gelişmesine kaynaklık edecek bir felsefi, düşünsel birikim bulamayız. Eleştiri için ön koşul kabul edilen meraklı ruh ise, ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) sürecinde hastalanmış, din tarafından narkozlanmış, darbelerle sakatlanmıştır. Böylece, otoriteye kayıtsız şartsız boyun eğen, her şeyi bir kurtarıcıdan, devletten bekleyen, araştırmayan, seçenek üretmeyen, üretilen seçeneklere de körü körüne karşı çıkan, eleştirmeyen, sorgulamayan, nemelazımcı bir insan kütlesi yetiştirilmiştir. Böyle bir kütle, eleştiri yapmanın sorumluluğunu bilebilir ve üstlenebilir mi? Elbette hayır. Eleştiri başlığı altında yazılan yazıların övgüye ve yergiye dönüşüyor olması sanırım bu sorunun yanıtını içeriyor. Yani, eleştirmen bildiklerimizin de böyle bir sorumluluk üstlenmedikleri sonucu çıkıyor karşımıza. Oya Baydar, bir yazısında “Türkiye’nin tahlilini yapan hareketler, Türkiye’yi ya olduğundan daha ileri ya da daha geri göstermişlerdir.” diyor. Sorunlara gerçekçi bir gözle bakamadığımızın, gerçeğimizin farkında olamadığımızın tespitini yapıyor Baydar. Yani herkes kendini haklı çıkarmak adına bir şeyler üretiyor, ürettiğini sanıyor. Gerçekten üretenlerin ise sesi duyulmuyor. Meydan, bilgileri bilince dönüştüremeyen, bu nedenle de omuzlarının üzerindeki kafanın kendine ait olup olmadığını dahi sorgulayamayanlara kalıyor. Laf kalabalığından öte bir anlam taşımayan yazılara imza atan bu zevatın yazdıkları, kendilerini haklı çıkarmak telaşıyla, komplekslerine, bencilliklerine dayanıyor. Oysa üretim, nesnel gerçeklerden hareketle, insanlıktan yana yapma güzelliğine, 44
insan olabilme onuruna dayanmalı. Elbette bu bir uygarlaşma sorunu. Uygarlıktan yeterince nasiplenmemiş olduğumuz için de, nesnel birikime dayalı öz ölçütlerimiz yok. Bu nedenle de, ya kitabi bilgileri ki kitapları da pek sevmeyiz, ya çarpık sistemin çarpık değerlerini ya da kendimizi ölçüt alma yanlışlığına düşüyoruz. “Bir kitap okudum hayatım değişti.” saçmalığı, soyut kitabi bilgileri ölçüt almanın genel yanlışlığını; sistemin ölçütleri, uygarlığın inkârını; kendimizi ölçüt almak ise başkalarına saygısızlığı içeriyor. Bilimsel kuşkucu bir tavırla sormalıyız kendimize: Acaba karşımdaki gerçekten yanlış düşündüğü için mi ben ona yanlışsın diyorum; yoksa ben yanlış düşündüğüm için mi doğruları yanlış diye damgalıyorum. Kendimizi üretime böyle katarsak omuzlarımızın üzerindeki kafanın bize ait olup olmadığını da sorgulamış oluruz. Böyle bir yaklaşım, toplumsal ilerlemeye, toplumsal ilerleme de bizim ilerlememize katkıda bulunur. Unutmamak gerekir, sahibine ait olan kafa, bilgileri bilince dönüştüren ve bu bilinçle de yeni bilgiler üretebilen bir kafadır. Böyle bir kafa, haklı çıkma adına tahrifata girişmez, intihallere yönelmez, üretimi tekele almaya çalışmaz, sorumluluktan kaçmaz, kolaycılığı seçmez. Böyle bir kafa, yaşanılan koşulları kavrayamayanların ve bu koşulların gereğini yapmayanların içinde bulunacakları geleceğin onlara ait bir gelecek olmayacağını bilir. Böyle bir kafa, değerlerin değişiminin, değişimin değeri olduğunu unutmaz. Bu nedenle de, doğru olarak kabul edilmiş ve yaşanmış ama artık geçerliliğini yitirmiş değerleri değiştirmeyi, onların yerine yenilerini üretmeyi toplumsal bir işlev sayar. Yani gerçek bir eleştirmen sorumluluğu üstlenir. “Schopenhauer’in kayan yıldızlar, gezegenler, yıldızlar benzetisi, eleştirmenler için de geçerlidir. Kayan yıldızlar, çarpıcı, gösterişli bir anlatımla okuyucuda anlık etkiler uyandırma çabasında olan magazin yazarlarıdır. Gezegenler, yaşadıkları döneme ışık tutan eleştirmenlerdir. Yıldızlarsa olağanüstü bir duyarlık ve sezgi gücüyle yalnız yaşadıkları dönemi değil, geleceği de görebilen, sezebilen büyük eleştirmenlerdir.”(2) diyor, Zehra İpşiroğlu. Yanıt burada işte. Hangisi olmak istiyoruz? Bu bir tavır sorunu. Topluma, hayata, kendimize karşı nasıl bir tavır içerisinde olmalıyız, neleri göze almalıyız, hangi bedelleri ödemeye hazırız? Eleştirmenlerin pek sevilmediği gerçeğini de unutmadan yanıtlamamız gerekir bu soruları. Vereceğimiz cevaplar, kayan yıldız, gezegen ya da yıldız olmamızı sağlayacak. Kolay değil elbette yanıtlamak. Hele bir tavır alma da söz konusu ise. Üretim fakirliğimizi aşmamız gerekiyor öncelikle. Nedenin nedenini sorarak ve en baştaki nedene ulaşmayı amaç edinerek yola çıkmak iyi bir başlangıç sayılabilir. Birilerini küçük düşürerek onun düşme seviyesine göre kendimizi büyük görme ilkelliğinden kurtulmaya çalışmak da 45
iyi bir başlangıç sayılabilir. Birey yaratmak yerine, bireyi ezen, sıradanlaştıran bir geleneğe sahip olduğumuz gerçeğini kabul etmek ama artık asla buna müsaade etmemeyi amaç edinmek de iyi bir başlangıç sayılabilir. Bütün bu başlangıçların devamındaki doğru tavır tutarlılıklarına göre de herkes, kayan yıldız, gezegen ya da yıldızlardan biri sayılabilir, gelecek nesillerce. 1) Cevdet Kudret, Örneklerle Edebiyat Bilgileri, ll.cilt, S.385 2) Zehra İpşiroğlu, Eleştirinin Eleştirisi, S.31
46
Yezid’in Gözyaşları Abdullah Rıdvan Can İçimdeki sırça umutların tezadında soluklanan güdük hayallerim acınası halini pazar ettikçe yüreğim sıkışıyor. Yüzüm ekşiyor bedenimin bu isyanına. Susmak en iyisi işte… Çıkıp gidilmesi gerekse, gidilmeli. Yanmak gerekse yanılmalı. Yanılmak gerekse… Defalarca girdap tümcelerin anlamsız şatafatında yarı baygın buldum kendimi ya kâfi gelir bu haletim o talebe, kanımca. Sevmek mi? Evet ben de sevdim. Ben de sevmiştim demek gerek aslına bakılırsa. Dört mevsimi beş bildiğim ergen zihnimle oynaşırken… Beni, anamın kucağına leyleklerin bırakıp da başka bahar memleketlerine uçuştuğu yalanına inandığım vakitlerde… Ben de sevmiştim. Dört… Yok yok üçtü. Üç koca yıl geçivermiş. Hatıratımın en dip notuna göz gezdirdim az evvel: beşinci ayın beşi… Ben hayal gemisine binmişim. Kaptan bellemişim sevdamı. Bir damla su alıverince kazan dairesi, tüm ateşi eridi sevda katarımın. Sanılır ki ateş erimez… Erirmiş. Erirmiş ergen zihnim, bil bunu. Mevsim…? Mevsim güzdü. Vaktinde açılır söz. Biz sallantılı bir devrin çocuğuyuz. Her zerresiyle işlemiş içimize o durum. Seversin gider. Söversin gider. Döversin gider. Ölürsün, öldürürsün… Gene mi? gene gider. Bilmem ki gitmek ne demek? Sahi gitmek ne demek bilinir mi? Tabiri kadar kolay mıdır bu eylem. Ya da harfleri kadar ahenkli midir her gidiş? Gitmek, mastarını çıkarıp seslenilince o kadar kabaysa ve mastarı olsa da olmasa da, gidecekse gitmek isteyen, o halde ne bu laf kalabalığı? Ne bu acziyet? Ne bu ikram? Ne bu nezaket? Ne? Ne? Ne…? Git işte. Git denir gidecek her kimse. Hala içinde kalmak gibi bir taraf varsa… Muhalif bir his sarmışsa gitmek isteyen bir gönlü, bir tebessüm eklenir kal deyişlerin yanına, dekoratif olsun diye maksat. Kal denir. Emir makamında mı? Hâşâ! Ne hakla? Kal denir. Göz göze gelinince, nemlenmiş bir camdan dışarıyı görmeyen bir çift göz gibi, görülmez mahal tutulmaz zapt. Bu cinnetin tarifi zor olur bu cinnetin faili meçhul… Ve artık gayri meşru olmuştur masumiyet. Anası olmasa bir öksüz denir. Ya babası? Babası yoksa bu eylem piçtir. 47
Piç… Piç kaldı “kal” demelerim. Ağaç yaş iken eğilmiş. Yaşa hürmetsiz bir hali vardı gitmek isteyen gönlünün karşısında tenimin. Rükûda kalmıştı altına sığındığım ağaç. Secde ettim ey yar, secde ettim seni Yaradana ki, gönlüne ferah bir nefes üflesin Hızır, Cibril dokunsun ormanlar kadar koyu, ormanlar kadar kalabalık saçlarına. Ki bir his insin kalbine: Kal! Kal! Kal(ma) ya da… Kalma. Kal da kalmamış hissine kapılayım. Kal burada öylece nefretim. Kalk hadi sevdam. Tüm tümcelerimizi alıp şiir aşımıza gidelim. Bir dolu isyan şiiri yazılır oysa değil mi kalmayıp da giden sevdanın ardından? Bağırılır çağırılır değil mi? Taşlara vurulur içinde davullar gümbürdeyen kafayı, unutturmak için ezbere binmiş gözleri, yüreği, elleri, dudakları… Ben yanılmadım ey sevdam! Ben yandım. Gittin. Gitmek fiilini döktün eyleme ya sen, ben o gün bugündür kaldığım yerde kaldım. Ve bir damlasını bile akıtamamıştı hiçbir kul bu Yezid’in. Sen başardın! Nil’den Tuna’ ya, Amazon’dan Fırat’ a, Dicle’ den Asi’ye… Hadi yar “Şet-tül Arap”* olsa ya gözyaşlarımız, ne yani bir Basra da bize bulunmaz mı şu koskoca arzda? * Şet-tül Arap: Fırat ve Dicle nehirleri Irak sınırları içerisinde birleştikten sonra Basra körfezinden okyanusa dökülür. Birleştikleri zaman ise bu isimle anılırlar.
48
İsveç’ten 1 Mayıs Notları Melih Öncel 1 Mayıs 1977’de Taksim’de katledilen emekçilerin anısına... İnsanlar, meydanda bir araya gelerek kalabalığı gitti gide arttırıyorlar. Kalabalık insan öbekleri ya da birkaç kişilik küçük guruplar yürüyüşün başlayacağı alanda toplanıyorlar. Ellerde bayraklar ya da pankartlar var. Bayrakların çoğu kırmızı ya da siyah renklerde de olsa insanların çoşkusu, ortamın enerjisi ve neşesi, tüm bu olanları çok daha renkli bir hale getiriyor adeta. Bir iki hafta önce asılmaya ve dağıtılmaya başlanan afişlerde ve bildirilerde şehir merkezindeki meydanda saat 11’de toplanılacağı ve yürüyüşün buradan başlayacağı yazıyordu. Saat 11’i biraz geçiyor, buluşma noktasındayım; ama yürüyüşün başlamasına biraz daha var gibi gözüküyor. Yürüyüş başlamadan çevremi ve diğer katılmcıları gözlemleme fırsatını yakalayabildiğim için sevinçliyim. Meydandaki sıcak hava beni bir festivale gelmişim gibi karşılıyor. Ne yana bakasam genç yüzler görüyorum. Açıkçası, böyle bir gün için pek de alışmış olduğum bir kalabalık değil. Ellerde biralar, yüzlerde gülümsemeler var. Kısa bir süre sonra guruplar ellerindeki pankartları daha da havaya kaldırıp slogan atmaya başlıyorlar. Derken alanın diğer bir ucundan perküsyon sesleri yükseliyor. Bir gurup, beraberlerinde getirdikleri vurmalı çalgıları çalmaya başlıyor. Kalabalıktaki çoşku daha da artıyor. İstanbul’da neler oluyor diye düşünüyorum ben de. İster istemez geçen senelerde yaşananlar aklıma geliyor. 1977 1 Mayıs’ını düşünüyorum. Ne kadar da büyük bir acı.
49
Alanın girişinde bulunan merdivenlere çıkıp olan biteni biraz daha yukarıdan izlemek istiyorum.üst basamaklara çıktıkça bu fotoğrafta eksik birşeyler olduğunu düşünmeye başlıyorum. Şu ana kadar hiçbir polisle karşılaşmadım. Merakla etrafıma bakınıyorum. Alanın diğer ucuna doğru, meydanın bitip yolun başladığı yerde bir polis aracı görüyorum. Yolu yürüyüş için kapatmış, başında da üç tane polis bekliyor. Evet, bu kesinlikle alışık olduğum bir sahne değil. Kalabalık, hareket etmeye başlıyor yavaş yavaş. İnsanlar, bir kortej oluşturup yürüyüşe başlıyorlar. Ben de yürüyen insanların arasında yerimi alıyorum. Kalabalığın geçeceği yollar kapatılmış; ama ben hala polis görmüyorum. İnsanlar, savundukları şeyler uğruna slogan atmaya devam ediyorlar. Perküsyon çalan gurup, ritimlerine yürürken de devam ediyor. Yaklaşık kırk ila elli dakika süren yürüyüşün son durağına doğru ilerlerken kraliyet ailesinin yaşadığı sarayın önünden geçiyoruz. Atılan sloganların, söylenen sözlerin çoğunu anlamıyorum; ama bu sefer hedefin ne olduğunu anlayabiliyorum. Kraliyet sarayını görmeye gelen turistler kalabalığın fotoğraflarını çekiyorlar bir yandan. Sarayın önünden geçip gittiğimiz sırada ben de nasıl olurda burada bile sadece on, on beş kadar görevli polisin olduğunu düşünüyorum.
50
Yürüyüşe başlamadan önce merak ettiğim şeylerden biri de katılımcıların ve polisin tutumlarının ne olacağı, aralarında ne gibi şeyler yaşanabileceğiydi. Ve şu anda dar sokaklarda yürüyüşe devam ederken sokak başlarında duran polislere daha da yakın bir şekilde ilerliyoruz. Ve bırakın kavga dövüşü onca insan arasında dönüp polislere bakan bile olmuyor. Yürüyüş, başka bir meydanda son buluyor. Şimdi sıra konuşmalarda. Konuşulanları anlamadığım için kalabalığı incelemeye devam ediyorum. Yine kalabalığın çok büyük bir kısmını gençlerin oluşturduğunu fark ediyorum. Küçücük çocuklarıyla gelen genç çiftler bile var. İşte şurada dans eden yaklaşık dört yaşlarında bir kız çocuğu. Gerçek bir bayrak havası! Bir kaç sendika pankartı görüyorum; ama yine de etrafta benim bildiğim anlamda hiçbir emekçi göremiyorum. Festival bir yandan devam ediyor. İnsanlar çalan şarkılarla dans ediyorlar. O sırada kendi ülkemde neler olduğunu merak etmeye başlıyorum yine. Bu yıl daha da önemli olan bu günde neler yaşandığını merak ediyorum. Geçen seneler geliyor aklıma; kavga dövüş, orantılı orantısız her türlü güç ve kaba kuvvet gözümde 51
canlanıyor. Ümit ediyorum ki bu sene sadece bir bayram olarak kutlanıyordur herşey. Bulunduğum ülkede etrafımdaki kalabalık, belki de her sene kutlamaya alışık oldukları gibi bir kez daha yaşıyorlar bu günü.
Eğitimim için bulunduğum İsveç, Stockholm’de 1 Mayıs günü gözümün önünden geçen sahneler ve aklımdaki düşünceler böyleydi. Bugüne yaklaşım, bugünden beklentiler, davranışlar ve hatta kitleler arasında ki biçimsel farklar ve derin uçurumlar beni şaşırtmaktan çok hüzünlendirdi sanıyorum. Bu farkların nedenlerini bir bakışta anlayabilmek, tek bir başlık altında toplayabilmek tabi ki de olanaksız. Bu yazıyı, bu nedenleri anlamaya çalışmaktan daha çok burada ki gibi bir ortamın özlemiyle yazdım. Bayramın gerçekten bayram olmasının özlemiyle, emeğin ve hakkın korunmasının özlemiyle, politikacıların kendi çıkarlarındansa toplumun yararını düşündükleri bir düzenin özlemiyle.
52
Türk Siyasal Hayatında Ordu Onur Keşaplı Türk siyasal hayatından konu açıldığında, en önemli aktörlerden biri olan orduya değinilmemesine imkân yoktur. Bu durum, bizim asker millet oluşumuzdan gelmez. Ordunun bu topraklarda yaptıklarının günlük hayatı, bazen olumlu bazen olumsuz ama her zaman etkilemesinden kaynaklanmaktadır bu durum. Ordunun bu özel konumunun nerden geldiğini anlamak için, Genç Cumhuriyetimizin de öncesine uzanıp Osmanlı’nın son dönemlerine göz atmalıyız. Osmanlı çöküş döneminde bazen Avrupa’nın zorlamasıyla bazen de kendi isteğiyle bir takım modernleşme hareketleri başlattı. Bu ilerleme çabalarının merkezine orduyu getirdi çünkü fetihçi zihniyetten arınamamış Osmanlı, gerilemeyi engellemenin yolunun da askeriyeden geçtiğine inanmaktaydı. İşte böyle bir süreçte ordu yenilikçi, ileri hatta devrimci akımların merkezini oluşturmaya başladı. Osmanlı, sanayileşme sürecine, asla giremediğinden toplumsal tabakada ilerici duruşlara rastlanamıyordu ve bu boşluğu ordu doldurmaya başladı. İşte bu nedenlerdir ki Mustafa Kemal önderliğinde, emperyalistleri Anadolu’muzdan kovan ordu, kurtuluşu gerçekleştirdikten sonra kuruluşta da neredeyse her şeyi yapmıştır. Osmanlı yönetimi, Anadolu halklarının gelişimine asla izin vermediğinden, kuruluş sürecinde atılan büyük adımları ve yapılan büyük devrimlerin hepsini ordu ya da ordudan ayrılmış siyasiler yapmıştır. Ve elbette bu devrimler başka türlü olamayacağına göre tepeden inme olmuştur. Atatürk’ün daha sonra “ya kışla ya meclis” tavrıyla beraber ordu, siyasetten uzak tutulmaya çalışılmıştır. Tek parti döneminde ordu, Cumhuriyet Halk Partisi’nin genç cumhuriyeti bir bütün olarak kalkındırma hamlelerinde kendine düşen görevleri üstlenmiştir. Özellikle köy ve kasabalara hizmeti sağlayan ordu olmuştur. Bu süreç devam ettikten sonra çok partili rejimle birlikte, 1950’de Demokrat Parti iktidara ele geçirince ordu da bir şaşkınlık olmuştur. Adeta izleme sürecine giren ordu, DP iktidarının yaptıklarını uzaktan izler bir hal almıştır. Ülkenin git gide sağa kayması ve Atatürkçü devrimlerin çiğnenmeye başlanmasıyla birlikte DP’nin tek parti diktası, adeta somut bir hal aldığında, 1960 yılının 27 Mayıs’ında ordu 53
daha sonra görmeye alışacağımız müdahalelerinden ilkini yapmış olur. Ancak demokrasiyle ülkeyi teslim alıp muhalefet partilerini kapatmaya teşebbüs eden, tahkikat komisyonunu kuran bir parti iktidarını düşünürsek bu darbe pek de demokrasi karşıtı bir darbe sayılmayabilir. Sonuç olarak bu müdahalede emir komuta zincirini kıran subaylar hatta yüzbaşılar tarafından gerçekleştirilmiştir ve bu süreçle ortaya çıkan 1961 Anayasası halen bu toprakların gördüğü en demokratik anayasadır. Ülkemizde, özellikle DP döneminde başlayan solu ezme hareketlerine karşılık bu anayasa, Türk Solunun önünü açmıştır. Ne var ki Atatürk’ün tamamlayamadığı devrimi olan toprak reformunu ve ağalık düzeninin tasfiyesi gibi hedeflerini yaşama geçiremeyen müdahale Menderes’lerin idamını gerçekleştirerek belki de yaptığı olumlu-ilerici tutumunu gölgede bırakmıştır. Yine bazılarına göre bu müdahale olmasaydı devamında olması beklenen seçimlerde CHP tek başına iktidar olacak ve DP’yi tarihe gömecekti. Ancak bunlar tahminden öteye gidemeyecek görüşlerdir. 27 Mayıs’la birlikte ordu ülkenin yönetiminde biraz daha söz sahibi olma gereğini hissederek ekonomiye de el atmıştır. OYAK’ı kurarak bankacılığa el atan ordu, Senatoyla birlikte siyasal alanda yerini sağlamlaştırmıştır. Siyasal hayatta etkin ancak devrimci kimliğini terk etmeyen ordu 1971 yılına gelindiğinde Soğuk Savaşın da etkisiyle, bir nevi kutupların çekişmesine sahne olur. İki müdahaleci gruptan sağcılar galip çıkarak 12 Mart’ta ikinci kez darbe yaparlar. Buna karşılık Kemalist ve sol çizgideki grupların tasfiyesine başlanır. Uzun bir süre orduya hâkim olacak sağcı yapı böylelikle tamamlanmış olur. 61 Anayasasıyla önü açılan sol siyaset ise git gide güçlenmiştir ve 70lerin sonuna gelindiğinde CHP çatısı altında adeta bir denge durumuna erişmiştir. Böyle bir süreçte 12 Eylül faşist darbesi olur. Ortanın solundan en radikaline kadar tüm sol kanadın ezilmesi de bu süreçte gerçekleşir. Ülkede adeta ordu terörü başlatan bu müdahale elbette 61 anayasasını yerle bir eder ve kendi baskıcı rejimini sağlamlaştıracak 82 anayasasını halka kabul ettirir. 12 Eylül faşist bir darbedir ancak bir ideoloji olarak faşizm burada sadece yurtsever, Kemalist, solcu kesimleri ezmek için kullanılmıştır. Ortaya çıkan ideoloji, ABD destekli Türkİslam temelli vahşi kapitalizm kıskacında bir rejimdir. Büyük Devrimci Mustafa Kemal’in adını ağızlarından düşürmeden darbeyi yapan generaller, 12 Eylül’le birlikte Atatürk’ün vasiyetini çiğnemiştir, tüm siyasal partileri kapatmıştır, dinci 54
güçlerin önünü sonuna kadar açmıştır. Ordudaki bu gerici akımlar 90’lı yıllara kadar egemen olmuşlardır. Ancak sonrasın ordu, kendi yarattığı canavarla yani dinci akımlarla baş başa kalmıştır ve bunların iktidarı ele geçirmesi sonucunda 28 Şubattaki bazılarının post modern olarak adlandırdığı müdahaleyi yapmıştır. 8 yıllık eğitim gibi ileri bir ülkede olmazsa olmaz bir sistemi getiren de bu müdahale olmuştur. Genel itibarıyla baktığımızda ülkemiz ordusunun başka bir açıdan özel olduğunu görmekteyiz. Ordumuz bir organizma gibi belirli bir içgüdü ya da ideal peşinde olmamıştır. İlerici olma görevini yerine getirdiği gibi gerici de olabilmiştir. Kendi yaptığı devrimlerin karşı devrimini yapan da ordu olmuştur zaman zaman. Hatta kendi yarattığı gerici güçleri temizlemekle uğraşan yine aynı ordu olmuştur. Sonuç olarak ordu bir kurumdur ve bu kurum yaptıklarıyla incelenmelidir. Kayıtsız şartsız ordu sevdalısı olmak ya da karşıtı olmak pek doğru bir yaklaşım değildir. Türk siyasal hayatında orduyu olumlu olumsuz tüm yaptıklarıyla irdelemeliyiz.
55
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir. Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: “Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!” 56
Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz… Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli… Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister… Not: Mustafa Balbay tutuklu olduğu için bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Sayın Serdar Kızık’ın izniyle yayınlıyoruz.
57
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
58