Azizm Sanat E-Dergi Mayıs 2012 Sayı 55 Dosya: Aydınlanma Azizm Sanat Örgütü 5 Yaşında
1
Editörden Günümüzden çok uzağa değil, beş yıl öncesine bakacak olursak değişim ve dönüşümlerin ne yönde olduğunu daha net görebiliriz. Beş yıl önce Azizm Sanat Örgütü, "Sanat Aydınlanma İçindir" düşüncesiyle kurulduğunda, ülkemiz ve dünyada Aydınlanmaya ve beraberinde modernizme karşı, başını liberallerin çektiği bir grup tarafından postmodernizm sevdasıyla açılmış bir savaş vardı. Henüz mevziler kaybedilmemiş ancak sanat dallarının birçoğunda postmodern örtüsü altında gerici sapmalar gözle görülür bir hal almıştı. Ülkemizin klasik gericiliğinde ise değişen bir şey yoktu. Bugün geldiğimiz nokta ne yazık ki o günleri parlak gösterecek kadar karanlık. Sinemadan edebiyata tüm sanat dallarında evrensel ölçekte bir yıkım söz konusu. Aydınlanma, doğduğu topraklarda, Avrupa'da bile son sürat geri çekiliyor. Bizdeyse durum daha da kötü. Yasakçı, gerici yığınlar tutarlı biçimde saldırılarını sürdürürken sanat dallarımızda ilerici çıkışları arayan yaratıcılar ülkeyi terk etmek zorunda kalmaya başladılar. Ancak hiç şüphesiz en kötüsü, klasik gericilerimizin "entelektüel" düşünceye sızma gayesi. Ne olduğunu hatta olup olamayacağını bile kimsenin bilmediği "muhafazakâr sanat" dedikleri kavram kargaşası altında yıllar yılı televizyondan başlattıkları sığ ve gerici beğenilerini, başta tiyatrolar üzerinden yaygınlaştırmanın mücadelesine giriştiler. "Milli manevi değerler" söyleminin dayanılmaz gericiliğiyle sanat alanının yeniden şekillendirilme savaşını başlattılar. Azizm, 5 yıl önce kurulduğunda, kendini yavaş yavaş belli eden bu gidişata dur demek amacındaydı. Gücümüzü, akla, deneye ve bilime yaslanarak bireyi, toplumu ve tüm insanlığı dogmalardan kurtarıp özgürleştiren, yılmayan ilerici duruşunu ekonomiden sanata, siyasal ve ahlaksal değerlere kadar her alanda gösteren Aydınlanma felsefesinden alıyorduk. Çünkü Aydınlanma,"bilgiyi geniş çevrelere yaymak, halka indirmek ve bilimin ödevinin de toplumu aydınlatmak olduğunu açıkça ileri süren"(Christian Destain, Aydınlanma, Cumhuriyet Yay. s.9) düşünürlerce yaratılan bir akımdı. Günümüzde sadece Türkiye'de değil, dünyada da insanları aydınlatmak, topyekûn ileriye taşımak, sanat için örgütlenmek geçerliliğini kaybetmiş gibi gözüküyor. Yeni dünya düzeni buna izin vermiyor. Duruma bu yönden bakarsak Azizm Sanat Örgütü'nün beş yılda başarısız olduğunu pekâlâ söyleyebiliriz. Ancak başarısızlık yenilgiye dönüşmeden, beş yılda durdurmayı başaramadığımız "entelektüel" gericilik karşısında bundan böyle amacımızın direniş değil zafer olduğunu haykırmalı, Aydınlanmanın öncü düşünürü Immanuel Kant'ın dediği gibi "aklını kullanma 2
cesareti gösterenler" olarak bizlerin, Azizm'in, modernist sanat anlayışı ve Aydınlanmanın ilerici tavrıyla beraber, daha güçlü biçimde mücadelemizi daha geniş alanlarda sürdürmeli ve ilerici bir dünya yaratımında öncü görevimizi üst seviyeye taşımalıyız. Her yıl, sizlerin katılımı ve yaratımlarıyla birlikte daha da büyüyen ve derinleşen örgütümüz, karanlığa inat, geleceğe umutla ve aydınlıkla bakıyor... Manifestomuzun yazılışının beşinci yıl dönümünde birbirinden değerli kalemler, Adnan Binyazar, Ahmet Çınar, Osman Bahadır ve İbrahim Kılıç, makalelerinde Aydınlanma öğretisininin geniş repertuvarını yazdılar. Bu ay, alanlarında iki büyük aydın ilk kez Azizm'de. Değerli yazar Ergin Yıldızoğlu "muhafazakâr sanat" denilen ucubeyi deşifre ederken, değerli akademisyen, yazar Hakan Savaş, yılın sinema olayı, Nuri Bilge Ceylan'ın "Bir Zamanlar Anadolu'da"sını derinlemesine inceliyor. Özgür Keşaplı Didrickson bizleri, Alaska'nın eşsiz doğasına bu kez başka bir yoldan götürürken, yazarımız Selin Süar yeni öyküsünün ilk bölümüyle sayfalarımızda. Sergi bölümümüzdeyse fotoğraf sanatçısı DelilaWoolf'un sıradışı kadrajının yakaladığı estetik güce davet ediyoruz sizleri. Bu ay ayrıca "Yastık Adam" oyununun incelemesinin yanı sıra şair Can Ceylan'ın sağlık emekçilerinin haklı mücadelesini destanlaştıran dizeleri, ressam Süleyman Çete'nin, bu dönemde susturulmak istenen sanatçıların niçin konuşmaları gerektiğini anlatan yazısı yer alıyor. Azizm'le ve sanatla kalın dostlar, Sanat Aydınlanma İçindir... Azizm'in Notu: Kuruluşumuzun beşinci yıl dönümünü iki büyük etkinlikle kutlayacağız. Öncelikle 27 Mayıs Pazar akşamı tarihi Konak Sineması'nda, dünya prömiyeri bu ay Cannes Film Festivali'nde gerçekleşecek olan kısa filmimiz "Soluş" başta olmak üzere son bir yılki çalışmalarımızın gösterimi ve söyleşisi olacak. 28 Mayıs Pazartesi akşamı ise İzmir Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde, birbirinden değerli konuşmacıların yer alacağı Aydınlanma, Jakobenlik ve Modernizm konulu bir panelimiz olacak. Her iki etkinlikle ilgili detaylı bilgileri önümüzdeki günlerde paylaşacağız değerli dostlar. Haziran güncellememiz için dilediğiniz konuda çalışmalarınızı 6 Haziran 2012 tarihine kadar editörlerimize ulaştırabilirsiniz.
3
azizm.sanat@gmail.com www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
Ön Kapak: İzlenim, Gün Doğumu (1873) – Claude Monet Arka Kapak: Sainte Victoria Dağı (1904) – Paul Cezanne
4
İçindekiler Aydınlanmanın Erdemi - Adnan Binyazar
s.6
Aydınlanmaya Dair - Ahmet Çınar
s.9
"Muhafazakâr Sanat" Tartışması Üzerine İlk Notlar - Ergin Yıldızoğlu
s.16
Aydınlanma, Bilimin Eseridir - Osman Bahadır
s.22
Aydınlanma - İbrahim Kılıç
s.27
Bozkırın Tezenesi: Bir Zamanlar Anadolu'da - Hakan Savaş
s.31
Su Üzerinde Alaska'ya Yolculuk - Özgür Keşaplı Didrickson
s.43
Pastane (öykü, birinci bölüm) - Selin Süar
s.51
Geri Kalmışlığın Muhteşem(!) Nedenleri - Onur Keşaplı
s.61
Kapitalist Böcekler Her Zaman Haklıdır! - Melih Öncel
s.71
Evvel Zaman İçinde (şiir) - Can Ceylan
s.75
Sanatçı Niçin Konuşur? - Süleyman Çete
s.76
"Yastık Adam"ın Çocuk Kehanetleri - Semra Polat
s.77
Kaçmak İçin Bir Sebep (şiir) - Gökhan Soysal
s.80
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! - Mustafa Balbay
s.81
5
Aydınlanmanın Erdemi Adnan Binyazar Aydınlama çağı, aydınlatıcı ışığını yaymadan önce, karanlığın gizlediği pislikleri temizlemeye yöneldi. Yapıyı sağlam temele oturtmanın kuralı da budur: Kayalar parçalanacak, bataklıklar kurutulacak, cüruf kaldırılacak, çatı çatıldıktan sonra odaların döşenmesine geçilecektir. Cervantes’in Don Quijote’si aydınlanma olgusuna iyi bir örnek oluşturur. Don Quijote, aydınlanma düşüncesinin bol alüvyonlu anlatı ırmağıdır, beyni safsatalarla doldurup insanlığı eylemsiz kılan boş hayalciğin sonunu getiren ironisidir.
Miguel de Cervantes Kendini hayallere kaptıran insan, yanlışı doğru, doğruyu yanlış görür. Hayalcilik, ruhsal sarsıntıdan da kötüdür; kişinin gözünde, ömrü domuz ahırlarında geçen sıradan bir köylü kadınını kontes de yapar, yel değirmenlerini devlerin ordusuna da dönüştürür… Öyle ki, Don Quijote, karanlıkta düşman baskınına uğradığı korkusuyla kılıcını sağa sola sallarken, tavandaki şarap tulumlarında birini delip, oradan, kan sandığı şarabın tepesine aktığını görünce, en büyük düşmanını ortadan kaldırdığı 6
düşlerine kapılır. Bu yanılsamayla, hayalci bir dünyanın sona erişinin anlatı tarihi başlamıştır. Başta köyün rahibiyle berberi, Don Quijote’nin yakınları bir araya gelip, beynini çürüten kitaplardan kurtarmak isterler onu. Rahip az çok bilgisiyle, berber ve yakınları onun dediklerine inanarak, sakıncalı buldukları kitapları yakılmak üzere avluya atarlar. Yararına karar verdiklerini de yakmayıp bir yere gizlerler. O günün koşullarında kitap, kişinin bilgiyle donatılmasını öngören aydınlanma düşüncesinden intikam almak için yakılıyordu. Kuşkusuz, kitap yakmak insanlık suçudur. Hiçbir çağda bir çözüm de getirmemiştir. Nazi Almanya’sında, kitapları yakılan yazarlar bile, Hitler’in Kavgam(Mein Kampf) adlı eserini yakmayışları, aydınlanma hoşgörüsünün sonucudur. Bu örnek, özellikle 12 Mart’ın tarihe nasıl bir utanç sayfası eklediğini açıklamaya yetiyor! Yine de, 12 Mart sonrası iyi kitaplar yok edilirken, çöplük malı kitapların devlet eliyle kitaplıklara gönderildiği o kara günlerde, okumanın erdemine inanmış kişiler, ekmeğinden kesip parasını kitaba yatırmıştır. Bireysel bilinçlenme budur. Şu günlerde, yasama-yürütme-yargı erkinin birbiri içinde etkisiz kılınıp tek kişi yönetiminin devreye sokulmak istendiği günler yaşanıyor. İnsanımızın, aklını kılavuz eyleyerek cesaretle arayışa yönelmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu, kişinin kendini bireysel bir varlık olarak algılamasına, bilgiyle donatarak aydınlanmanın erdemine ermesine bağlı bir olgudur. Aydınlanma da, “kişinin, kendi aklını başvurmaksızın kullanması” değil midir?
bir
başkasının
kılavuzluğuna
Immanuel Kant 7
Kant’ın şu saptamasını derinliğine kavrama sorumluluğu, sanırım ülkemizde hiçbir dönemde bugünkü kadar önem taşımamıştır: “Doğa, insanı, dışarıdan yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmıştır. Buna karşın, korkaklık ve tembellik nedeniyledir ki, çoğunluk, yaşamları boyunca yetkinleşmemeyi kendi gönlüyle yeğlemiştir. Bu yetkinleşememe durumu, onların başına niteliksiz gözetici ve yöneticilerin gelmesini daha da kolaylaştırıyor.” Yetkinliğe erememiş bireyler, ne yazık ki, onu her alanda düşünsel eylemsizliğe sürükleyen en kötü durumların ayırımda bile olamıyorlar…
8
Aydınlanmaya Dair… Ahmet Çınar Son zamanlarda “sol”, “sosyalist” ve “aydınlanmacı” konumlanışa sahip bazı gazete, dergi ve yayın organlarında ilgimi çeken bir durum var. Bu yayın organlarında kendilerine yer / köşe açılan ilahiyatçı kökenli yazarlara ve akademisyenlere rastlıyoruz. Bu yazarların temelde söylediği şu: “Bugün AKP ve cemaat çevresinde palazlanan kesimlerin islamiyetle, Kur’an’daki ayetlerle, peygamberin hadisleriyle ilgisi yoktur. Onlar İslâm’ı kullanmaktadırlar. Oysa İslâm öyle yüce, öyle ideal bir toplum öngörür ki, AKP ve cemaat bu yoldan uzaklaşmıştır. Eski mücahitler müteahhit olmuştur, ihale peşinde koşmaktadır.” Çok kabaca özetlenecek olursa, denilen budur. Bu yazar ve akademisyenler, söylemlerini kanıtlamaya çalışırken de, elbette referans olarak Kur’an’daki ayetleri ve peygamberin hadislerini almaktadırlar. Kaynaklarıysa, gökten indiğine inanılan ayetler ve peygamberin söylediği varsayılan hadislerdir. Sosyalistlerin, komünistlerin, aydınlanmacıların, sermaye sömürücülüğünü sergilemek için, kutsal kitaplara gereksinimi yoktur.
sınıfının
Sosyalistlerin, komünistlerin, aydınlanmacıların, sermaye sınıfının siyasal örgütü AKP’yi ifşa etmek için ve AKP karanlığının çelişkilerini ortaya koymak için de kutsal kitaplara gereksinimi yoktur. Sosyalistler, komünistler, aydınlanmacılar, din olgusunu elbette önemserler, ciddiye alırlar, dinin toplumu nasıl bir belirlenim altına aldığını gözlerler, sınıflı toplumlarda dinin nasıl bir işlev gördüğünü bilirler. Dinsel duyguları, egemen sınıfların ve partilerin nasıl kullandığını saptarlar. Ve dine, “toplumsal bir olgu” olarak sosyolojik bir pencereden bakarlar. Pek çok AKP’linin “Kârun gibi” yaşadığını, AKP’ye yakın işadamlarının “deveyi hamuduyla götürdüklerini”, AKP’li belediyelerdeki ihale yolsuzluklarını tabi ki göreceğiz, ifşa edeceğiz, sergileyeceğiz. Ama bunları gösterirken “İşte kapitalizm budur”, “İşte ücretli emek sömürüsü böyle işler”, 9
“İşte ilkel sermaye birikimi böyledir”, “İşte artı değer sömürüsü bu menem bir şeydir”, “İşte liberal ekonominin barbarlığı böylesine karanlıktır” diyeceğiz. Sömürüyü, eşitsizlikleri, adaletsizlikleri “bilimsel sosyalizmin” penceresinden savunmak böyle olur. Yoksa Kur’an’dan ayetler sıralayarak, peygamberden hadisler naklederek AKP’yi köşeye sıkıştırmak, sosyalistlerin ne işidir, ne de misyonudur! Böyle bir yaklaşım, olsa olsa “dinsel gericiliği” aklamaya yarar! *** Tüm bunların da ötesinde… Kur’an’daki ayetleri veri alacak olsak bile, orada savunulan “yoksul sınıfları ortadan kaldırmak”, “sınıfsız bir toplum yaratmak” değildir. Kur’an’da da, hadislerde de hep “fakiri fukarayı gözetmeyi”, “onlara yardım etmeyi”, “sadaka vermeyi” emreder. Yani tam da AKP’lilerin yaptıklarını emreder. Bugün AKP zihniyeti de “sadaka kültürünü” yerleştirmeye çabalamıyor mu? Kendine bağımlı yoksullar yaratmaya çalışmıyor mu? Aslında tam da Kur’an’da ve hadislerde önerilen sistemi yerleştirmeye çalışıyorlar. Kur’an’da ticaretle ilgili pek çok ayet vardır ve bu ayetlerin bizi götüreceği yer “serbest piyasa ekonomisidir”, “liberalizmdir.” Siz hiç herhangi bir dinin kutsal metninde “sınıfları ortadan kaldırmayı”, “eşitliği”, “eşitliğin sağladığı özgürlüğü”, “aklın özgürleşmesini” vaaz eden bir ayet gördünüz mü? Kutsal kitaplar ve hadisler, olsa olsa en fazla vicdanlı ve insaflı olmayı öğütlerler. *** Liberal ekonomiyi ve serbest ticareti savunan bir dindir İslamiyet. Bugünkü AKP’nin öncüsü, o dönemin siyasal İslamcısı Erbakan hakkında, 1973’te Doğan Avcıoğlu şunları yazar, “Oysa MSP devletleştirmeye ve hatta devlet müdahalesine kesinlikle karşıdır. Devlet fabrikalarını özel girişime satmaktan yanadır. Erbakan 19 Ekim 1973’te devletleştirme sözü ağza alınınca yerinden sıçramış, ‘Asla! Biz devletleştirmeden hayır geleceğine inanmıyoruz. Biz özel teşebbüsçüyüz. Ticarette bir takım devlet müdahalelerinin fayda getireceğine inanmıyoruz. Fabrikaların sahibi devlet olmasın istiyoruz. Biz dış ticaretin mümkün olduğu kadar serbest olmasını istiyoruz’ demiştir. Görüldüğü üzere, renksizlerin karma ekonomiciliğinden çok daha aşırı bir özel teşebbüsçülük söz konusudur. Aşırı özel teşebbüsçülük, aşırı sömürü demektir. Bu nedenle Erbakan’ın ‘faize karşıyız’ sloganı gibi, ‘sömürüye karşıyız’ sloganı da boşlukta kalmaktadır.” İşte bugün AKP, Erbakan’ın 40 yıl önce söylediği sözlerin, savunduğu değerlerin temsilcisidir. Bu damar, siyasal İslam damarıdır; referansı Kur’an’dır, 10
hadislerdir. Bu damara mensup kişiler, sohbetlerinde sık sık peygamberin ticaret ehli olduğunu, rızkın onda dokuzunun ticarette olduğunu, işçinin ücretini alın teri kurumadan vermek gerektiğini vurgulayıp alım-satımı / ticareti / serbest piyasayı kutsarlar. *** Sosyalistler, komünistler, aydınlanmacılar ise kamuculuktan, planlı ekonomiden yanadırlar; fabrikaların, tarlaların ve siyasi iktidarın işçi sınıfı devletine ait olmasını isterler. Bunu isterlerken de, referansları kutsal kitaplar, ayetler, hadisler değildir. Materyalist dünya görüşüdür, bilimdir, sosyalizmdir. Dolayısıyla AKP’yi, Tayyip Erdoğanları, Abdullah Gülleri, çevrelerindeki iş adamlarını, para babalarını, lüks yaşamlarını, pahalı ciplerini, milyarlık villalarını, havuzlu köşklerini, mücevherlerini, gemiciklerini, servetlerini eleştirirken; eleştiri noktası ve referans olarak ayetleri, hadisleri, peygamber döneminde yaşananları almamızın hiçbir anlamı yoktur. Sosyalistler, komünistler, aydınlanmacılar, bugünkü sömürü düzenini, tekeller sistemini, emperyalizmi bilimsel olarak eleştirecek yeterli kaynağa sahiptirler. 1844 El Yazmaları’ndan Ücretli Emek ve Sermaye’ye kadar, Kapital ciltlerinden Grundrisse’ye kadar, Engels’in ve Lenin’in yapıtlarına kadar pek çok kaynak, zaten sömürü çarkının, emperyalizmin ve kapitalizmin ipliğini pazara çıkarmaktadır. AKP’yi ve Tayyip Erdoğan’ı ayetler ve hadislerden yola çıkarak eleştirmenin sonu, çıkmaz sokaktır. Çünkü… Sosyalistlerin, aydınlanmadır.
komünistlerin,
bilimsel
sosyalizmi
savunanların
işi,
*** Geçen hafta bir takım AKP’li de hiç utanıp sıkılmadan 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü kutladı. Oysa ki “Dindar bir nesil yetiştirmeyi” programına alan AKP’nin, Emekçi Kadınlar Günü’nü kutlaması ikiyüzlülüğün en somut örneğidir. Çünkü AKP’nin hedeflediği “dindar neslin” yaşamında özgür kadına yer yoktur. Bunu ben söylemiyorum. Kur’an’daki ayetler ve peygamberin hadisleri gayet açıktır: 11
1-Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar. İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da “gayb”ı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün. (Diyanet İşleri Çevirisi) 2-Eğer, (velisi olduğunuz) yetim kızlar (ile evlenip onlar) hakkında adaletsizlik etmekten korkarsanız, (onları değil), size helâl olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın. (Diyanet İşleri Çevirisi) 3-Eğer kocalar barışmak isterlerse, bu durumda boşadıkları kadınları geri almaya daha fazla hak sahibidirler. Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler. (Diyanet Vakfı Çevirisi) 4-Allah, size, çocuklarınız(ın alacağı miras) hakkında, erkeğe iki dişinin payı kadarını emreder. (Diyanet İşleri Çevirisi) 5-Kadınlara danışmayın, onlara muhalefet edin. Kadınlara muhalefet edin, zira kadınlara muhalefet berekettir. (Kadınlara Dîni Bilgiler 44,45 Suyuti, Leali II, 147; İbn Arrak, Tenzihü’ş Şeria II, 210) 6-Namazı bozan şeyler kara köpek, eşek, domuz ve kadındır. (Sahihi Müslim, Salat 265; Tirmizi Salat 253/338 Ebu Davud, Salat, 110/720) 7-Kadınlara yazıyı öğretmeyin. Dikişi ve Nur Suresini öğretin. (İbnü’l Cevzi, Mevzuat II, 269) Yukarıdaki ayet ve hadisler ortada dururken, “dindar nesil” yetiştirmeyi hedefleyen AKP’nin Kadınlar Günü kutlaması ikiyüzlülük değil de nedir? Öyle ya… Ya “dindar nesil” yetiştirirsin, ya Emekçi Kadınlar Günü’nü kutlarsın. İkisinin bir arada olması olanaklı değildir! İkisini bir arada yapıyorsan ikiyüzlüsündür! Sözü “kadın”a getirmemin nedeni şu: AKP’yi, Tayyip Erdoğanları, Abdullah Gülleri eleştirirken Kur’an’dan ayetler / peygamberden hadisler getiren ilahiyatçı kökenli yazarlarımız, her nedense Kur’an’ın kadına bakışından dem vurmazlar. Kur’an’ın miras hukukunda erkek çocuğa iki kız çocuğun hakkı kadar miras verilmesi gerektiği ayetini pas geçerler. Eğer ortaya çelişkiler konulacaksa, çelişkilerin tamamı konulmalıdır. ***
12
Bazı yazarlar Türkiye’de toplumu dinselleştirme / tasavvufa yöneltme operasyonlarını, genellikle 1946’daki Demokrat Parti iktidarıyla başlatırlar. Oysa bu coğrafyada toplumu dinselleştirme çabaları 1930’ların ortasında başlamıştır. Tam bir restorasyon dönemidir. Fevzi Çakmak Paşa’nın damadı Burhan Ümit Toprak, Güzel Sanatlar Fakültesi’nin müdürlüğüne getirilmiş, Mevlana ve Yunus Emre’yi adeta yeniden “icat etmiştir.” Sadece icat etmekle kalmamış, propaganda da etmiştir. Yunus Emre, ümmiliğin, okuma yazma bilmemenin, eğitimsizliğin, boyun eğmenin, itaat etmenin “tasavvuf sosuyla servis edilen” bir figürüdür. Aynı şekilde Mevlana da, daha üst düzeye ses yönelten ama sonuçta “ne olursan ol gel”in, “gerici pasifliğin”, “itiraz etmemenin”, “şükürcülüğün” sembolüdür. Her ikisi de yoksullara “Her türlü mal mülk, zenginlik onların olsun / size Allah yeter, cennet yeter” demektedir. İtirazsızlığın, pasifize olmanın, itaat etmenin faziletlerini “dindar nesillerin” ve “yoksul kitlelerin” bilinçaltına yerleştirme operasyonudur hepsi. Ve dikkat edilirse Yunus Emre de, Mevlana’da “çöküş” ve “kaos” dönemlerinde çıkagelirler. Her ikisi de bir çöküş devrinde, Anadolu’daki Moğol istilası döneminde palazlanmıştır. Yunus Emre ve Mevlana, yine Anadolu’da başka bir kriz, çöküş, dekadans döneminde, yani mütareke döneminde çıkagelmiştir. O dönemde, yani 1918’de Yunus Emre’yi Fuat Köprülü yeniden dolaşıma sokmuştur. Yunus Emre adeta yeniden keşfedilmiştir. İhtiyaç keşfin anasıdır. Çünkü Yunus Emre, Mevlana gibi figürlere ihtiyaç duyulmuştur. Hiçbir şekilde ilericilik adına Yunus Emre ve Mevlana savunulamaz. Hem dinci gericileşmeyi bir tehlike olarak görüp, hem Yunus Emre’yi savunmak çelişkinin daniskasıdır. Şimdilerde AKP zihniyetini eleştiren bazı “sol” referanslı yazarlarımız, politikacılarımız, eleştirilerini dillendirirken Yunus’tan ve Mevlana’dan örnekler verip dizeler okuyarak AKP’yi mat etmeye çalışmaktadırlar. Oysa ki AKP’nin yetiştirmek istediği nesil, tam da Yunus Emre ve Mevlana takipçisi bir nesildir: Herkese ve her kesime aynı hoşgörüyle bakan, itiraz etmeden boyun eğen, diyalog ve empatiden beslenen, her naneden pozitif enerji çıkarabilen, sürekli gülümseyen, devamlı şükreden, sağ yanağına tokadı yiyince sol yanağını da uzatan, uyumlu ve de eğimli, her iktidara lâzım evladiyelik bir nesil! *** Hayır hayır… 13
Sosyalistlerin, komünistlerin işi, aydınlanmadır! Aydınlanma ise insanlaşmakla, aklı kullanmakla, düşünmekle, soru sormakla, itiraz etmekle, hayır demekle, gerektiğinde öfkelenmekle eşanlamlıdır. Deneyle, sınamakla, deneyip yanılmakla, bilimle eşanlamlıdır. Matematikle, fizikle, tarihsel materyalizmle eşanlamlıdır. Aydınlanmacılar, kimsenin kişisel inancına, ibadetine karışmaz; ama yaratan, üreten, düşünen, paylaşan, dayanışan, mücadele eden, kendini gerçekleştiren “yeni insanı” yaratmaktan da bir adım bile geri durmaz. Madem ki işimiz aydınlanmadır, işimize bakalım…
14
15
“Muhafazakar Sanat” Tartışması Üzerine İlk Notlar Ergin Yıldızoğlu Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, Edebiyat Profesörü Mustafa İsen, "Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa, muhafazakâr demokrasi diye bir şeyden bahsedebiliyorsak, o zaman 'muhafazakâr estetik' ve 'muhafazakâr sanat' diye bir şeyden de bahsetmek, bunun normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz."demiş. AKP Hükümeti döneminde hızlanan “toplum mühendisliği” sürecinin, “4+4+4” ile bir “ruh mühendisliği” aşamasına geldiğine işaret etmiştim. Bir adım sonra sıranın sanata gelmesi son derecede olağan bir gelişme. Estetik, bedenle dış dünyanın ilişkisine ilişkin bir kavram, dolayısıyla “biyopolitik” konusuyla yakından bağlantılı. Bu bağlamda estetik ürünler üretme etkinliği, aşağıda değineceğim gibi eğitim, “yeni insan” yaratma, onu kontrol etme, yönlendirme, baskı altına alma, ya da özgürleştirme sürecinin ayrılmaz bir parçası. Bu yüzden estetik ürünleri toplumun eğitiminde kullanmak isteyenlerin, bunların üretim sürecini de yakından denetlemeleri gerekiyor. Bu bir seri kuralların ve ilkelerin, ölçütlerin yerleştirilmesi, en önemlisi, insanlara bir yapıtı estetik ürün olarak tanımalarına, üzerinde konuşmalarına olanak veren dilsel kodların, simgelerin, Rancière’in deyimiyle bir “estetik rejimin” toplumda egemen kılınmasını gerektiriyor. Bugün “muhafazakar sanat” talebiyle gündeme gelen yeni “estetik rejimin” sınırlarının ise iki parametre tarafından belirleneceğini kolaylıkla söyleyebiliriz: Kutsal “Mesaj”a sadakate dayalı bir “hakikat rejimi” ve sermaye birikim süreci. Genel Sekreterin giriş paragrafında aktardığım saptamalarına sağ kesimden gelen katılmalar, yorumlar, İskender Pala’nın 20 maddelik manifestosu bu iki parametrenin, yoğun bir sağ popülizmle, “halkın manevi değerleri”, “kültürel birikim” ve “gelenek” gibi aslında içi boş, bir hegemonya mücadelesiyle doldurulmayı bekleyen kavramlarla destekleneceği anlaşılıyor.
16
Buna karşılık, burjuva sınıfının, “eleştiri dinin eleştirisiyle başlar”, “her şey aklın eleştirisinin hedefi olacaktır” gibi Aydınlanma ilkeleri düşünülünce, bu “estetik rejimin”, “toplumsal eleştirinin”, felsefi düşüncenin önünü keseceği hatta bunları suç haline getireceği de anlaşılıyor. Tüm bunlar, sanatın nasıl siyasi bir etkinlik, siyasi mücadelenin önemli, kaçınılmaz bir bileşeni olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Geçtiğimiz yıllarda, sanat-siyaset ilişki tartışmalarında, bizleri “sanat komiseri” ilan eden post-modern ve liberal eleştirmen ve sanatçılarla epey uğraşmıştık. Onlara “sanat sanat içindir” sloganının aslında ahlaki ve siyasi bir slogan olduğunu, dün içeriği nasıl burjuvazinin feodalizme obskürantizme (dinci gericiliğe) karşı mücadelesiyle dolduysa, bugün de içeriğinin ancak kapitalizme ve metalaşmaya karşı bir direnişle doldurulabileceğini anlattık durduk. Genel Sekreter “muhafazakar sanat” istediklerini açıkladıktan, sağcı yazarlar bunun içini doldurmaya başladıklarından bu yana elimden geldiğince izlemeye çalışıyorum ama, dün “ sanat sanat içindir”, “sanata siyaset karıştırmayın”, “sanat komiseri misiniz?” diyenlerden henüz bir itiraz geldiğine şahit olmadım. Yine cevaplar bizim taraftan (örneğin, bkz. Yiğit Günay, “’Muhafazakâr sanat' meselesi üzerine 5 düşünce”) geliyor. Genel Sekreterin ve sağcı yazarların, “muhafazakar sanat” tartışmasını gündeme getirmiş olmaları, yukarıda değindiğim adımlar bağlamında bir kültürel meydan okuma anlamına geliyor, daha önce görülmeyen bir öz güveni yansıtıyor. Bu meydan okuma liberal demokrasiye ve komünist harekete büyük bir tehdit oluşturuyor. Ama bu meydan okuma, aynı zaman da büyük bir olanak açıyor diye düşünüyorum. Bu bağlamda, hem muhafazakar görüşlerle polemik yapmak, hem gelmekte olan “estetik rejimin” burjuva – liberal özgürlükleri bile hedef alan büyük bir saldırı anlamına geldiğini göstermek, bu alanda (!) geniş bir entelektüel muhalefet ve direniş inşa etmek olanağı doğuyor. Ek olarak, hem “sanat” deyince özgürlükleri kısıtlayan her şeye eleştiri ve muhalefet anladığımızı, bu işlevi yerine getirmeyen estetik ürünlerin sanat değil, propaganda, meta, nihayet Kitch olduğunu vurgulama, sanatla özgürlük mücadelesinin, kapitalizmin karşıtlığının ilişkisini yeniden ortaya koyma şansımız olacak; hem de bu kültürel meydan okumayı kabul ederek “boyumuzun ölçüsünü” de almış, bu mücadeleyi taşımaya devam edip edemeyeceğimizi, eksikliklerimizi güçlü yanlarımızı görmüş olacağız. Ben bu meydan okumayı 17
heyecanla kabul ediyorum. Kendi hesabına tartışmaya başlıyorum, hem de en başından... Platon – Aristo paradigması Özel mülkiyetin, sınıfların ve devletin toplumunda (Platon’a atıfla Kısaca “Site” diyeceğim) estetik ürün üretme etkinliği ancak iki durumdan biri olarak var olabilir. Birinci durumda, estetik ürün üretme etkinliği, Site üyelerinin; Site’yi, Site dışını, Site’nin değerlerini, kutsalını “tanımalarına” ve bu Site’nin içine ve dışına göre konumlarının ve varlıklarının anlamlarını öğrenmelerine hizmet eder. Birinci durumda, estetik ürün üretme etkinliğini “kozmolojik bir eğitim” ve “propaganda” kavramlarına göndermeyle tanımlayabiliriz. İkinci durumda, estetik ürün üretme etkinliği, Site üyelerine, Site’nin yapısına ve dünyasına karşı çıkma, onunla mücadele etme olanağı ve olasılığı veren bir düşünce ve eylem alanı açar. Bu durumda, estetik ürün üretme etkinliğini, “özgürlük”, “kurtuluş” paradigmalarının bir parçası olarak düşünmemiz gerekir. Bu ikilemle sistemli bir biçimde ilk önce Platon’un (MÖ 423 – 347) karşılaştığını söyleyebiliriz. Platon bu ikilem üzerinde uzun uzadıya düşündükten sonra, ikinciyi dışlayacak, birinciyi koruyacak bir yol ve yöntem bulamadığından, estetik ürün üreticisinin Site’nin sağlığı (bekası) için Site dışına sürülmesi gerektiğine karar verir. Aristoteles, (MÖ 384-322) Büyük İskender’in hocalığını yapmış, Site’nin egemenlerine hizmet vermiş bir filozof olarak, bu ikilemden kurtulmanın yolunu, ikincisinin yapılma (sanatı tanıma ve konuşabilme) kurallarını ayrıntılı bir biçimde tanımlamakta bulur (Bu kuralların metni Poetika kaybolur, ancak 1535’de yeniden keşfedilir). Horace’ın (MÖ 65 – 8) Ars Poetika “şiirinde” kimi farklarla adeta bir reçete haline getirilen bu kurallar, kapitalizm oluşmaya, burjuva sınıfı şekillenmeye başlayana kadar, Roma İmparatorluğu’nda, feodal toplumlarda Kilise tarafından da onaylanarak kabul edilir. Estetik ürün yaratma etkinliği böylece, “Site” düzeninin egemenlerinin hizmetine, insanının eğitilmesinin (öznelliğinin üretilmesinin) hizmetine bu kurallar sayesinde verilir. Burjuvazi ve Modernizm
18
Burjuva sınıfı şekillenirken, feodal toplumun ahlak ve dünya anlayışına, birey tarifine, kozmolojisine, kendi yaşam faaliyetini (kapitalizmi), eylemini sınırladığı için karşı çıkarken, onun estetik ürün üretme kurallarını da özgürlük adına reddetmeye başlar. Bundan böyle estetik ürün üretme etkinliği kendi dışında hiçbir kurala hiçbir dini, ahlaki, siyasi işleve bağlı kalmayacaktır: “Sanat sanat için” yapılacaktır. “Sanat sanat için” sloganı burjuva sınıfının eski rejime, onun ideolojik egemenliğine estetiğine karşı bir başkaldırının, bir özgürlük talebinin kısacası burjuvazinin devrimci refleksinin ifadesidir. Burjuva entelektüellerin ağzından dile getirilen bir savaş çığlığıdır. Ama burjuva iktidarı yerleştikten sonra, kapitalizm ve piyasa yaşam dünyasının tek belirleyicisi olmaya başlarken, birbirine paralel iki sürecin de doğduğunu görüyoruz. Birinci süreç: “Sanat sanat için” sloganıyla, eski rejimin efendilerinden, estetiğinden özgürleştiklerini düşünenler, bu kez, metalar dünyasının, sermayenin ve piyasanın tahakkümü altında girdiklerinin ayırdına vardılar. Kendi sınıflarından kopmaya, “sanatı sanat için” yapabilmenin tek yolunun onu kapitalizmin ve piyasanın tahakkümü altına sokan metalaşma sürecine karşı korumaktan, kapitalizmle mücadelenin aracına dönüştürmekten geçtiğini düşümeye başladılar. Burada ilk ve en kestirme yol, estetik ürün yaratma etkinliğini, kapitalizmden kaynaklanan “özgürlük yokluğu”, “yabancılaşma” duygularının biçimlendirilmesine, içerdeki “bunaltıyı” ve “bulantıyı” anlatmaya, dışlaştırma çabalarına tabi kılmaktı. Estetik ürün yaratma etkinliği ancak o zaman, yeniden bir özgürlük talebine dönüşebilirdi. Ancak kapitalizmden özgürlük talep eden, ona ahlaki siyasi eleştiriler yönelten estetik ürün üreticileri yalnız değildi. Sanayi, tarım ve hizmet alanlarında üreten çok geniş bir üreticiler kitlesi tarih sahnesine çıkmıştı, kapitalizme karşı mücadele etmeye başlamış, ilk eylemlerini özellikle sanayi sektöründe daha 19. Yüzyıl’ın ilk çeyreğinde ortaya koymaya, giderek Anarşist, Komünist akımların ortaya çıkışının maddi zeminini oluşturmaya başlamışlardı İkincisi süreç: Burjuva sınıfı giderek eski rejimle ittifaklar oluşturmaya, 19. Yüzyıl boyunca, 1848 ayaklanmalarında, Paris komünü, Belçika Genel Grevleri’nde, son derecede baskıcı, “katliamcı” refleksler sergilemeye başlamıştı. Aynı anda burjuvazi, bir taraftan, neo-klasizme, “estetizm”e dönerek, sanatın “birinci durumdaki” eğitim ve propaganda özelliklerini geri kazanmaya 19
çabalıyordu. Diğer taraftan, Aydınlanma rasyonalizm karşıtı eğilimler özellikle Paris Komünü’nün yarattığı travmanın da etkisiyle (Nietzche tipik örnek olarak görülebilir) hızla canlanıyordu. Bu iki süreç 19. Yüzyıl’ın son çeyreğinde çok özel koşullarda kesişmeye başladı. Bu özel koşulları kısaca şöyle özetleyebiliriz: 1. Tekelci kapitalizmin doğuşu, ilk finansallaşma, (emperyalizm) aşaması. Sömürgecilik vahşeti.
küreselleşme
2. Ekonomik kriz, büyük durgunluk, ve I. Savaş. 3. Finansal kriz ve II. Savaş. 4. Burjuva liberal bireyin kimlik krizi Bu koşullarda, bu iki süreç kesişerek “Modernist” hareketi oluşturdu. Bu iki sürecin varlığına bağlı olarak da Modernizm, çelişkili, Janus yüzlü bir akım olarak şekillendi. Roma Tanrısı Janus gibi Modernizmin bir yüzü geleceğe dönüktü, kitle hareketine, sınıf mücadelesine, kapitalizmin aşılması olasılıklarını aramaya ilişkindi. Öbür yüzü geçmişe, “Bolşevik barbarlığın” “Yahudi komploların” tehdidi altındaki “Avrupa uygarlığını” kapitalizm öncesi dönemin değerlerine dayanarak yeniden kurma fantezisine dönüktü (Bu bağlamda, Eliot’un “Çorak Ülke” şiirini, Pound’un Kanto’larını düşünebiliriz). Geleceğe bakan yüz, komünist harekete yaklaşırken, geçmişe bakan yüz Faşizme, Falanjizme ve Kralcılığa yaklaşmaya başladı. Bugün, Türkiye’deki “muhafazakar sanat” arayışına bakınca da Modernizmin geriye bakan, karanlık yüzünü görüyoruz. Bu yüz toplumun karşı karşıya olduğu ekonomik ve jeopolitik sorunlara, finansallaşmanın, “küreselleşmenin” getirdiği belirsizlik, alt üst olmuşluk duygularına, bunları derinleştiren “hedonist” (hazlara odaklanmış) tüketim tarzının, bu tüketim tarzıyla birlikte gelen imajların, kültürel kodların, toplumun dokusunda, aile, ahlak sistemleri üzerindeki yıkıcı etkilerine geçmişe bakarak direnmeye çalışıyor. Bu “akım” toplumu “geçmişinden kopararak zayıflattığına” (Eliot’un deyimiyle “duyarlılığını kırdığına”) inandığı Cumhuriyet geleneğinden, Aydınlanma olayının etkilerinden kurtarmak için, bunların öncesine, Osmanlı ve İslam kültürüne dönmeyi, buradan toplayıp geldikleriyle bugünü yeniden yapmayı amaçlıyor. Bu akım, Modernizmin geçmişe bakan, faşizmin totaliter özlemlerini taşıyan karanlık yüzüne ait bir 20
refleks olarak karşımıza çıkıyor. Bu “karanlık yüze” cevap vermek de Modernizmin geleceğe bakan aydınlık yüzü olarak, komünist harekete, sola ve hatta eğer bel kemiğinde hala biraz kemik kaldıysa “liberal demokrasiye” düşüyor.
21
Aydınlanma Bilimin Eseridir Osman Bahadır Christian Thomasius (1655–1728), Aydınlanma düşüncesinin Almanya’da yayılmasında çok büyük katkıları olmuş bir düşünürdür. Thomasius, bilimin bir aydınlanma işi olduğunu ileri sürerken bilimin, bilimsel düşüncenin ve felsefenin ülke çapında gelişmesinin ancak halkın aydınlanmasıyla mümkün olabileceğini düşünmüş ve yaşamı boyunca da bu uğurda yılmadan mücadele vermiştir.
Christian Thomasius Thomasius, Aydınlanma düşüncesinin halk içinde yayılabilmesinin ancak kendi döneminde geçerli olan Latince yerine, Almanca ile sağlanabileceğini düşünüyor ve Almanya’da bilimin ve felsefenin Latince yazılıyor ve okutuluyor 22
olmasını şiddetle eleştiriyordu. (Thomasius, 1687’de Leipzig Üniversitesi’nde derslerini Almanca vermeye kalkıştığı için üniversiteden çıkartılmıştı.) Bir ülkedeki bilim, o ülkedeki aydınlanma düzeyinin yüksekliğinden dolayı da gelişiyorsa, bu, bilimin aynı zamanda bir aydınlanma işi de olduğunu gösterir. Gerçekten de bu nitelikte gelişmelere sahne olmuş ve olmakta olan ülkeler vardır. Örneğin 18. yüzyıldaki büyük Aydınlanma hareketinin yaygınlığı ve kuvveti, bilimsel gelişmeleri beslemiş ve yükseltmiştir. Aydınlanma fikirleri, 17. yüzyılda bilimsel gelişmelere büyük engeller çıkartan özellikle teolojik baskıları hafifleterek, bilimin daha uygun koşullarda ilerlemesinin yollarını açmışlardır. Türk devriminin eseri olan Aydınlanma da benzer bir etki yaratmış ve ülkemizde bilimin daha önceki tarihsel dönemlerde görülmemiş ölçüde yükselmesine yeni imkânlar yaratmıştır. Bütün bunlarla birlikte, tarihsel olarak bilim bir aydınlanma işi değil, fakat aydınlanma bir bilim işidir. Başka bir deyişle, gerek özgün bir tarihsel hareket olarak 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız Aydınlanma hareketi, gerekse genel bir düşünsel gelişme tarzı ve aşaması olarak aydınlanma, bilimin, bilimdeki gelişmelerin ve bilimsel devrimlerin eseridir.
23
John Locke İngiliz
Aydınlanması,
John
Locke
(1632–1704)
ile
başladı.
Locke,
düşünceleriyle Kıta Avrupa’sını da etkiledi ve onun fikirleri tüm Avrupa’da büyük bir yaygınlık kazandı.
d’Alembert
24
18. yüzyıl Fransız Aydınlanmasının en büyük başarı ve zirve noktası ise, d’Alembert
(1717–1783)
ve
Diderot
(1713–1784)’nun
öncülüğündeki
Ansiklopedi’nin 1751–1780 yılları arasında 35 cilt olarak yayımlanmasıdır.
Diderot Aydınlanma
asrını,
Locke’nin
eserlerini
vermeye
başladığı
tarih
ile
Ansiklopedi’nin son cildinin yayın tarihi arasındaki yaklaşık bir asırlık dönem olarak alırsak, görülecektir ki bu asır, Avrupa’daki büyük bilimsel devrimin taçlanmasını izleyen asırdır. Avrupa’daki büyük bilimsel devrimin, 1543’te Kopernik’in Göksel Kürelerin Dönüşü Üzerine adlı eserinin yayımlanmasıyla başladığı ve Newton’un 1687’de Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri adlı eserinin yayımlanmasıyla taşlandığı kabul edilmektedir. Büyük
Aydınlanma
hareketi,
Kopernik’in,
Kepler’in,
Galileo’nun,
Descartes’ın, Huygens’in, Harwey’in, Newton’un ve daha başka büyük
25
bilimcilerin çabalarıyla gerçekleşmiş olan işte bu büyük bilimsel devrimin ardından ortaya çıkmıştır. Bu dönemde sağlanan büyük gelişmeler, insanların, aydınlanma düşüncesinin temelinde yer alan, insan aklına güvenme düşüncesinin temelini oluşturmuştur. İşte böylece ve ancak bu nedenle ve imkânla, Aydınlanma düşünürleri, doğayı ve yasalarını tanımayı başaran insan aklının, her türlü dogmatik düşüncelerin esaretinden kurtulmaya da yetenekli olduğunu ve insanlığın özgür aklını kullanarak kendi özgürlüğünü ve eşitliğini de sosyal bakımdan inşa edebileceğini ileri sürebilmişlerdir. Bilimsel gelişmeler ve devrimler olmadan, Aydınlanma düşüncesi ve hareketi olamazdı. Burada, “Rönesans düşüncesi v atılımı olmasaydı bilimsel devrimler de gerçekleşemezdi” denilebilir. Bu, elbette doğrudur. Fakat unutmamalıyız ki eski Yunan’daki ilkçağ bilimi doğmamış olsaydı, köklerini ilkçağ biliminden alan Rönesans düşüncesinin gelişmesi de imkânsız olurdu. Akla güvenme ve Aydınlanma, tarih boyunca bilimin yaratıları ve başarıları üzerinde yükselmiştir.
26
Aydınlanma İbrahim Kılıç Barışmasını bilmeyen hiç kavga etmesin. Aydınlanmayı bilmeyen hiç karanlıkta cehaletle kavga etmesin. Ama kavgayı başkalarına mı bırakmak gerekir? Karanlık; soğuktur, ürkütücüdür, korkutucudur, ölüm kokar, donuktur, riya, esaret, yalan, cehalet, sahipsizlik, kokudaki kokusuzluk, bilimsizlik, ışıksızlık, olumsuzluk, çapsızlık, sessizlik, şekilsizlik gibi ilk anda akla gelen kavramlar karanlığı tamamen açıklamaya yetemiyor. Karanlıklardan çıkmaya aydınlığa ulaşmaya dönük bir çaba söz konusudur. Aydınlık karanlığı örttüğünde örtünün altındaki yaşanmışlık örtü dışında bir başka yaşanmışlığa geçmiş oluyor. Önce düşünce vardı, sonra eylem koştu, hedef yerinde duruyordu. Güneş battığında karanlıkta küçük yıldızlar göz kırpar büyük yıldızlara yer gösterirken. Karanlıkta yer bulmak zor olduğundan teşrifatçılar el fenerlerinin ayarlarını yapıp ışığı topluyorlardı. Karanlıkta yürüyen karıncanın ayak seslerini duyan bir hassasiyet, örümcek ağına takılan bir DNAyı gören göz, kendine dokunduğunda tenindeki kuruluğu, gözündeki yaşları, çiçek tomurcuğundan çıkarken ortaya çıkardığı ses ve renk, bu ve bunun gibi şeyler karanlığı dışsal etkilerden arındırarak, içsel gerekçelerindeki yine de var olan kendi dinamizmini bir parça açıklar. Karanlık insanın içini karartır sesi ise soğuktur. Karanlığın ellerinde mahkum kalmak yobaz, köhne, cahil anlayışların yer bulması her ne kadar bizim suçumuz değildir desek bile yine bizi ilgilendirdiğinden yarınki karanlıklardaki nedenlerden biri olmuyor muyuz? Karanlık özür dilemeye hazır mısın? Verdiğin harabiyet, yıkıntı, mutsuzluk, olumsuzluk sana ne kazandırıyor? Sensizken de mutlu olabiliyorlar. Sensiz de tanımlanabiliyor bir çok şey. Bu nedenler seline dahil olmamak için; karanlıktan kurtulan aydınlanan ışığı ellerinde tutup her yöne veren döndüren ışığın aydınlatıcı özelliğinde kalıp sürekli göz kamaştıran, bakılan yerde bir şeylerin seçilemeyeceği nitelik kazanması ışığın fayda yerine zarar getireceği, kontrolsüzlüğün kimseye fayda sağlamayacağı açıktır. Aydınlık, seçilebilirlik, seçkinlik, gözün gönül gözünün görmesi, karanlıktaki ışık, yolun yürünebilir olması, yolun niteliği, eğitimin insana yüklediği sorumluluk, bilgelik, bilinç, dokunmak, görmek, iyilik, güzellik, koşmak, durmak, bulunmak, bulmak, bakmak, anlamak, algılamak ve bunlarda olmak, soruların cevaplarını bulmak ve bu cevapları buldukça da tekrar karanlığa 27
dönmek, orada tekrar aramak ve tekrar bulmak bir şeyleri gerekli olsa da gerekli olmasa da. Alında akan terin kuru bir ısıya yer bulmadan boncuk boncuk şekil alması. Emeği aydınlatan yüreğin evreni kaplaması evren durdukça durmayan bu aydınlık tüm varlıklar üzerinde üretken niteliğini de bürünerek yarınlardaki bilenlerin üzerinde olacaktır. Evrendeki bilgi sarhoşluğu, bilgisizlik gündeme geldiğinde bilgi kendim içtiğinden ona da belli estetikte sunarak onu da sarhoş edecektir. Cehalet yeri bilgiye bıraktıkça çirkinlik yerini güzelliğe bıraktıkça düzenin amaçları araçlarına uyumlu olmaya başlayıp idealler dünyasına doğru gittikçe mükemmeliyet ağırlık kazanacaktır. Hatasızlık eksiksizlik istense de gerçekçilik zemini bulamadığından limitsel düzeydeki değerleri olabildiğince yaşamak daha tutarlı. Yaklaşık kelimesi bunu betimleyen en güzel ve en sade kelimelerden biri olsa da o bile yetersiz kalabilir. Karanlıkta çalan gitarın sesi bir insanın kulağına nasıl gelir? Her karanlık loşluk olumsuz mu? Birçok karanlık olumlu olabilir mi? Sıra dışı karanlığın sessizliğindeki sesi insan kendi kulaklarında nasıl hissedecek? Karanlıkta el yordamıyla piyano çalınır mı? Karanlıkta tarihsel kritik yapılamaz, tarihin karanlık sayfalarında aydınlatıcı ışıkları serpiştirirken sırlar kendini keşfetmeyi bekliyor, kâşifler kollarını sıvazlayıp bir an önce işe başlayabilmenin heyecanı içindeler. Sırtlarını gerçeklere dönmeksizin gerçeklerin içinde yol alırlar. Suyun üstünde yürürken çıkan sesler, suyun üzerindeki izler karanlıkta hissedilmezler ve kalıcı da olmazlar. Ancak bu da su üzerinde yürünmediği anlamının taşımaz. Suyun üzerinde yürünmüştür izleri kalmasa bile, suyun üzerinde yürünmüştür sesi duyulmasa bile! Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından zevk alır. Güzellik yaşamın her aşamasında aranması ve bulunması gerekli hedeflerden biridir. Her şeyde bir güzellik, her güzellikte bir anlam bulmak mümkün. Yine bunu karanlıkta değil ancak ve ancak aydınlıkta bulmak mümkün olacaktır. Estetiğin tüm değerlerini aydınlanmış beyinlerde, aydınlanmış gözlerde, aydınlanmış düşüncelerde, aydınlanmış duruşlarda, aydınlanmış emek ve üretimlerde, aydınlanmış başkaldırılarda, aydınlanmış sanatta, aydınlanmış değerlerde, aydınlanmış estetikte bulmak olanaklıdır. Aydınlanma, aydınlatma, aydınlanan, aydınlatan etken ve edilgen konum. Hangi durum olursa olsun, istenen hangi şartta gerçekleşirse gerçekleşsin, istenen hep o, hep ışık, hep aydınlık. Cesaretin varolduğu, başkaldırının varolduğu, isyan eden yüreğin dile gelmesi, eğitilmiş olgunluğun yön bulduğu, aydınlık yolunda iken ayaklarını yere vurduğunda çıkan sesin bile bir ahenginin olduğunu bilmek 28
bize coşku veriyor. O yolun kenarındaki gelincikler kendi hallerinden memnun ve gelip geçenlere yolun güzelliğine verdikleri katkıların bilincinde olup bu güzelliğin sonsuza kadar sürmesini, kırmızı olan renklerinin aydınlık yolunu ayrıca neşelendirmesini istemektedirler. Bilgiyi aydınlatmak gerekir. Bilgi ham karanlık ise insanlığa fayda yerine zarar getirecektir. Potansiyel bilgiyi hareketli hale dönüştürüp oluşacak yapıyı faydalı bir şekilde en hızlı ve en yaygın düzeyde insanlığın hizmetine vermek yine bilginin tarihsel görevidir. Peki, potansiyel bilgiyi kinetik hale dönüştürmek zorunlu mu? Potansiyel faydalı bilgi harekete geçmeden fayda unsurunu üzerinde taşımaz mı? Mutlaka taşır, buradaki amaç zamanı en uygun şekilde kullanmak olduğu için hareket yine de zorunlu şart haline dönüşüyor. Aydınlanmanın kendisi dönüşerek farklılaşarak değişiyor. Fayda unsurunu başkaları zorlamasa da kendisinin doğal görevi olarak görüp yerine getiriyor. Aydınlanma sürekli kendini yenileyip, değiştirip, cilalanıp, makyajını tazeleyip, sunuşunu canlı ve istekli yapıp, kabul göreceği ortamlarda yerini sağlama almaktadır. Özgür düşüncenin aydınlanmanın motoru olduğu şartta; güzel bir gülüşün hiç eksik bırakılmadığı derin düşüncelerin üstünde her zaman üst yorum gücü ile kendisini ve kendisi dışındaki her şeye bakan gözün göreceklerinden yine de yorum sorumlu olacaktır. Cehaletle kavgada en önemli araçlardan biri aydınlanma. Geçmişi aydınlatanlar geçmişteki sorumluluklarının bilincindeydiler. Şimdiyi aydınlatanlar günümüzün olaylarını ve değerlerini yorumluyor ve çağdaş olmanın zorunluluğunu ifade ediyorlar. Geleceği aydınlatanlar şimdiye kadar yapılanların yeterli olmadığı şimdiye kadar olan aydınlanmanın olması gereken aydınlanmanın yanında çok az olduğunu düşünenlerdir ve bunu her şartta bıkmadan usanmadan yerine biz getirebiliriz diyenlerdir. Aydındaki ertenlik, özlem, sevgi, emek; bedel ne olursa olsun geri dönülmeyecek, bu yolda mücadele etmenin zorunluluğu bu yola çıkan herkesin bilincinde olacaktır. Bu boşluk kabul etmeyen özenin eksildiği yerde karanlığın ortaya çıkacağını bildikleri için aydınlık yoluna girenler her zaman tetikte bekleyip dolu dolu kendilerini inançlarını tazeleyerek karanlıkla kavgalarını daha çok yapmak zorundadırlar. Aslında baktığımızda, gördüğümüzde bir başka şeylerin farkına varabiliyoruz. Bir başka bakışta karanlık ile aydınlık arasında fark da kalmayabilir. Her ikisinin de sonuçlarına yöntemlerine bakarak değerlendirebiliriz. Işıl ışıl parlayan yıldızlar ancak karanlıkta kendilerini belli edebilirler. Mağara diplerinde yaşayanlar ancak aydınlıkta kendilerinin karanlıkta olduğunu bilirler. Demek ki 29
her şartta cıvıl neşeyle uçuşan kelebeklerin kanat çırpışındaki heyecan, ışığa yönelme ihtiyacı kendinde bunu istemesinden kaynaklanan güçten almaktadır. Söylediği şarkıya, çizdiği resme, yaptığı kahramanlık heykeline kendisi inandığı için ya önder olup kendisi yolu gösterecektir ya da kendi gibi düşünenlerle aynı yolda yürüyecektir veya bir başka birinin önceden çizdiği aydınlık yolda kendisi tek başına yürüyecektir. Ona aydın dediklerinde; bu yolda birçokların olması gerektiğini sabırla anlatmaya eyleminde estetikle sunmaya kabul etmeye açmasını karşı tarafa ifade edecektir. Aydın olmanın yüksek maliyetinde o yola girenler inanılmaz özgüvenleri ile başkalarıyla birlikte veya yalnız dönüşü olmayan bu yolda kendilerini feda etmeye her an hazırdırlar. Düşünen insanların kendi tercihlerinde aydınlanmanın zorlayıcı motor görevi kendilerini sorumlu görmeleri için yeterlidir.
30
Bozkırın Tezenesi: Bir Zamanlar Anadolu’da Hakan Savaş
"Drama, sıkıcı bölümleri atılmış hayattır" diyen Hitchcock'a göre "sinema bir hayat dilimi değil, bir pasta dilimidir." Oysa bir zamanlar bir Anadolu kasabasında hayattan atılacak, çıkartılacak sıkıcı bölümler yoktur çünkü orada hayatın tamamı, bütünü bir büyük sıkıntıdır! Bunu anlamak için filmin yalnızca iki cümleden oluşan fakat derdini gayet güzel anlatan özetini okumak bile yeter: "Kasabalarda hayat, bozkırın ortasında sürdürülen yolculuklara benzer. Her 31
tepenin ardında 'yeni ve farklı bir şey' çıkacakmış duygusu, ama her zaman birbirine benzeyen, incelen, kıvrılan, kaybolan veya uzayan tekdüze yollar..." Bu coğrafyanın, bu bozkırın hamurundan karnı tok olanın ağzını tatlandıracak pasta çıkmaz belki ama açları doyuracak ekmek, buğusu üzerinde, sıcacık, gerçek bir bazlama çıkar.
Sinemayı yalnızca hoş vakit geçirmenin, eğlenmenin amacı olarak görenler ya da pasta dilimi bekleyenler için "Bir Zamanlar Anadolu'da" "iki buçuk saatlik estetik sıkıntı"dan ibaret olabilir. Dramatik olanın tanıma, eylem ve yaratıcılığın (teorik-pratik-poetik) birleşimi olduğunu bilenler ve bu üç temel etkinliğin de insanın kendisini tanımasını, varoluş nedenini anlamasını sağlayan etkinlikler olduğunu görenler, sinemaya biraz da bu gözle bakanlar içinse kışkırtıcı bir açlık söz konusudur. Gerçeğe-gerçekliğe değilse de hakikatin (doğru-yanlış) bilgisine, adı insan olan o dipsiz uçurumun kuytu, karanlık doğasını anlamaya, varoluşumuzu, ahvalimizi anlamlandırmaya yönelik bir tutku, bir açlık... “Ne olursa olsun, yalnızca bir meta olarak ‘tüketilmek’ istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz, kendine ve çevresine, hayatın ve insanın varlığını açıklamak, yani insanoğluna gezegenimizdeki varoluş nedenini ve amacını 32
göstermek olmalıdır. Hatta belki de hiç açıklamaya bile kalkmadan onları bu soruyla karşı karşıya getirmelidir.” diyen Tarkovski'yi hatırlayalım. "Gerçek dramatik değildir, drama dramatik olmayan öğelerin belli bir biçimde biraya gelmesiyle oluşur" diyen,
sinemanın Dostoyevski'si olarak tanınan Robert
Bresson'u ve sinemayı saniyede yirmi dört kare gerçek olarak tanımlayan Jean Luc Godard'ı da hatırlayalım. İnsanı daha bir insan yapan, zenginleştiren, çoğaltan bu yoksunluk, insanın bilme isteğinden kaynaklanan bu açlık gerçeğin dramatik olmadığını görmekle başlıyor. Gerçeğin dramatik olmaması demek, kendi başına bir anlamı olmaması, "anlamsızlık" demek… İki buçuk saatlik estetik sıkıntıdan kurtulmak, filmin yarısında çıkıp gitmek ya da bu sıkıntıyı hiç yaşamamak mümkünken doğanın, sonu ölüm olan hayatın, gerçekliğin anlamsızlığından duyulan sıkıntıyı, kaygıyı (angst) azaltmak mümkün değil. Öte yandan bu sıkıntıyı duyan, bu kaygıyı yaşayan insanlar iyi ki var. Hermann Hesse'in dediği gibi "...bu hoyrat anlamsızlığın karşısına dikilip, onu anlamlı bir nitelik kazanmaya zorlayabiliriz. Bu, insanın üstesinden gelebileceği en yüce ve biricik şeydir. Geri kalan şeyleri hayvanlar insanlardan daha iyi başarır. Anlamsızlık, nasıl bir solucan için bir üzüntü kaynağı oluşturmuyorsa, insanların çoğu için de asla bir üzüntü kaynağı sayılmaz. Ne var ki, bu üzüntüyü duyup bir anlam arayışına soyunan az sayıdaki insan, insanlığın anlamını oluşturur."
33
Nuri Bilge Ceylan ile onun filmini sonuna kadar izleyen, hatta tekrar tekrar izlemek isteyenler arasındaki ortak bağ öyle sanıyorum ki aynı "sıkıntı"yı paylaşmaları. Taşranın ve taşradaki yaşamın payı var elbette bu sıkıntıda ama yalnızca İstanbul'dan, Cihangir'den Anadolu'ya bakanların gördüğü anlamda bir "taşra sıkıntısı"na indirgenemeyecek, ısrarla büyüyen, giderek çoğalan, farklılaşan, zamana yayılan, mekâna sinen, nabzının atışını ancak ayrıntılarda duyabileceğimiz bir sıkıntı bu... Belki Turgut Uyar'ın dediği gibi, insanı sevincin o amansız, o aşağılayıcı bönlüğünden koruduğu için sevilen bir sıkıntı... Belki de Enis Batur'un bir başka şairin (Archibald Mcleish) "şiir bir şey göstermemeli, olmalı" sözüne dayanarak, Turgut Uyar şiiri için söylediği gibi, sıkıntıyı anlatmayan, betimlemeyen, açıklamaya, kanıtlamaya çalışmayan sıkıntının kendisi "ol"an bir poetik duruş. Nuri Bilge Ceylan'ın ustalığı ise yalnızca bir zamanlar değil, tüm zamanlar Anadolu'da varolan, içinde yaşadığımız gerçek hayata ilişkin duyumsadığımız, sezdiğimiz, paylaştığımız bu duruşa, bu sıkıntıya kurmacanın alanında, yani sinematografik zaman-mekânda, perdede varlık kazandırmasıdır diyebiliriz.
34
Tüm zamanların Anadolu'sunun, giderek coğrafyadan bağımsız ve evrensel olan "insanlık durumu"nun bir parçası olan o sıkıntının, aynı zamanda bizim öyküler anlatma ve dinleme ihtiyacımıza neden olan sıkıntı olduğunu da söyleyebiliriz. Hayatın akıp giden bir ırmağa benzetilmesi boşuna değildir. O ırmağın doğduğu yeri, kaynağını ve nereye doğru aktığını, nerede sonlandığını bilmek isteriz çünkü ancak bunu bilirsek bir ırmağa benzettiğimiz hayatımız anlamsız boş bir akış, sürükleniş olmaktan çıkar ve ona istediğimiz gibi yön verebiliriz. Oysa hayatın başlangıcı ve sonu yoktur; ne ırmağın doğduğu yeri biliriz ne de nihai olarak döküldüğü yeri... Bu nedenle gerçek, gerçeklik dediğimiz şey hikâye anlatmaz ya da gerçeklik dediğimiz şey hikâye anlatmadığı içindir ki bizler hikâyeler anlatır dururuz. Ve hem anlatmayı hem de dinlemeyi en çok sevdiğimiz hikâyeler "şimdi ne olacak" ya da "bundan sonra ne olacak" diye sorduğumuz hikâyelerdir. Daha doğrusu eskiden böyleydi. İspanyol düşünür Ortega Y. Gasset'e dayanarak "eskiden" diyorum, çünkü Gasset, modern sanatın gereklerine, ölçütlerine göre değerli sayılan anlatıların bizi merak dolu bir bekleyişin içine değil, bir "atmosfer"in içine sokan, o atmosferi 35
duyumsamamızı isteyen anlatılar olduğunu ve bu tür anlatıların "tıpkı bir manzara resmi gibi içinde çok az hikâye olan daha değerli bir şey" olduğunu söylüyor. Nuri Bilge Ceylan'ın filmleri, son iki filmini (Üç Maymun ve Bir Zamanlar Anadolu'da) saymazsak, hikâye anlatmayan (ya da çok az anlatan) ama bir yandan hayatın olabildiğince dolaysız bir gözlemini sunarken bir yandan da izleyicisini içinde şiirsel anların, dokunuşların nefes alıp verdiği lirik bir atmosferin içine çeken filmlerdir. Bir Zamanlar Anadolu'da ise ilk bakışta ya da görünüşte diyelim, o eskiden beri bildiğimiz, sevdiğimiz, alışkın olduğumuz türden bir hikâye anlatıyor. Ancak uzun metraj bir film için sinema endüstrisinin uygun gördüğü sürenin yani yaklaşık doksan küsur dakikanın dışına çıkmayı göze alan ve tam iki saat otuz yedi dakika süren bir film bu! İşin ilginç yanı ise şu: Filmin hikâyesini oluşturan olay örgüsü iki buçuk saat şöyle dursun, iki üç dakikada, hadi bilemedin beş ok dakikada anlatılacak kadar kısa. Nihayetinde, ortada bir cinayet ve öldürüldükten sonra nereye gömüldüğü belli olmayan bir maktul var. Sanığın kim olduğu da belli, tutuklanmış ve soruşturmanın tamamlanması, maktulün bulunması için keşif yapılması gerekiyor. Sanık ve cinayetin işlendiği gece sanığın yanında olan kardeşi, devlet tabibi, savcı, komiser, jandarma eşliğinde keşfe çıkılıyor. Keşiften önce sanığı sorgulayan komiser bu işin fazla uzamayacağından emin, çünkü katilin öldürdüğü adamı nereye gömdüğünü iyi bildiğini sanıyor. Oysa cinayetin işlendiği gece sarhoş olan katilin hatırladığı tek şey bir tarlanın yakınındaki top gibi ağaç ile bir çeşme... Bozkırın tekdüze boşluğunda ve farların aydınlattığı gece karanlığında birbirine benzeyen mekânlar, çeşmeler arasında gidip gelerek süren arama beklenenden çok uzun sürer ve maktul ancak bu yorucu, uzun gecenin sabahında bulunur. Gerekli rapor hazırlanır ve otopsi yapılır. 36
Aslında bu özet de gösteriyor ki, Bir Zamanlar Anadolu'danın hikâyesini oluşturacak olay örgüsü bile yok çünkü örecek kadar olay yok! Yalnızca iki olay söz konusu ki bunlardan ilki, filmin üçte ikisini oluşturan ve tüm gece süren keşif, ikincisi de aynı gecenin sabahında yapılan otopsi. Peki, içinde çok az hikâye olan bu film neden değerli? Bu soruya farklı açılardan yaklaşılarak yanıt verilebilir. Nitekim filmdeki gerçekçilik duygusunu çok güçlü bulanlar olduğu gibi, oyunculuğu ve yaratılan karakterleri, senaryoyu başarılı bulanlar, hemen her Nuri Bilge Ceylan filminde olduğu gibi her karenin fotoğraf güzelliğinde olduğunu savunanlar, hatta maktulü Recep İvedik'e benzeterek bu benzerliği çok ilginç ve anlamlı bulanlar olabilir ve bu bakış açılarının her biri (İvedik benzetmesi dışında) haklı, sağduyulu gerekçelerle temellendirilebilir. Filmin resmi tanıtımında yer alan iki cümlelik özetine misilleme olarak tek bir cümle ile ifade etmek istersek, Bir Zamanlar Anadolu'da, erkeğin ıssız-yalnız coğrafyasında, tek ışığı kadınla aydınlanan-kararan bozkır güzelliğine yakılmış bir bozlak olduğu için değerlidir diyebiliriz. Tezenesiyle; yani kiraz ağacından yapılmış mızrabıyla önce Anadolu insanına sonra bu coğrafyanın sınırlarını aşan, insan ruhunun evrensel acılarına, sıkıntısına değen, dokunan bir bozlak olduğu için değerlidir. Daha önce yalnızca kelimelerle anlatılabileceğini sandığımız ve edebiyatın alanına ait olduğunu düşündüğümüz o kısacık "an"ların, zaman-mekân algımızı altüst eden dokunuşların kelimeler yerine insanın halini, insanlık hallerini betimleyen görüntülere bırakması sarsıcıdır, şaşırtıcıdır. Geceden başlayalım. Gündüzler çuvala mı girdi ki, gece keşfe çıkılıyor, böyle saçmalık olur mu diye düşünenler olabilir. Kaldı ki yönetmen için de kolay iş değildir yarısından çoğu uçsuz bucaksız bir bozkırın karanlık boşluğunda geçen bir film çekmek. Bu koşullarda aydınlatmayı düzenlemek, 37
ışığı kullanmak çok zordur ama Bir Zamanlar Anadolu'da, tıpkı bir Rembrandt tablosunda olduğu gibi ışıktan çok karanlığın, aydınlıktan çok gölgelerin değerli, anlamlı olduğu bir filmdir. Işığın sürekli, eşit, yaygın kullanıldığı bir düz aydınlatma içinde nesneler nereden bakılırsa bakılsın aynı, birbirine benzer ve tek boyutlu görünür. "İnsan yaşadığı yere benzer / o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer / ... göğüne benzer ki gözyaşları mavidir / Denizine benzer ki dalgalıdır bakışları" der ya Edip Cansever Mendilimde Kan Sesleri'nde, bu filmde de yalnızca nesneler değil, özneler de; yani insanlar da ruhlarının, kişiliklerinin kuytularını dolduran karanlıkla, gölgede kalan yönleriyle önemli oldukları için, gece elzemdir. Bir o kadar elzem olan İç Anadolu'dur, hatta Keskin ilçesi ve bu ilçenin çevresindeki bozkırdır çünkü taşra sıkıntısı ve bürokrasi Anadolu'nun herhangi bir yerinde, söz gelimi Karadeniz'in bir ilçesinde de anlatılır ama orada taşa toprağa sinmiş tekdüzeliği, yavanlığı, ıssızlığı, yalnızlığı bulamazsınız. Zaman ve mekân, yani gece ve bozkır insanda, insan ruhunda birleşerek bir büyük sıkıntı yaratır. Ancak bu sıkıntı, sıradan bir can sıkıntısı değil bir boğuntudur; sürekli uyanık tutulan bir ölüm bilinciyle bulantının eşlik ettiği bir "varoluş kaygısı"dır. Absürt (uyumsuz) olan ise bu kaygının yanı sıra adına hayat gailesi dediğimiz gündelik telaşın, yaşama uğraşının sürüp gitmesidir. Sanık ya da katil (Fırat Tanış) kendi derdine düşmüşken Komiser Naci'nin (Yılmaz Erdoğan) marketten aldığı yoğurdun kaymaksız oluşuna kızması, manda yoğurdunun üzerindeki iki buçuk santimlik kaymağı övmesidir. Şoförün, yani Arap Ali'nin (Ahmet Mümtaz Taylan) arabanın bagajına ite kaka sığdırdıkları cesedin yanına tarladan aldığı bir kaç kavunu sıkıştırıvermesidir. Muhtarın (Ercan Kesal) köyün neden bir morga ihtiyacı olduğunu savcıya anlatıp, onu morgun inşasına yardım için ikna etmeye çalışırken lafın arasına kokusuna rağmen kuzu etinden başka şey yemediklerini sıkıştırması ve etten söz ederken gözlerinin ışıldamasıdır. Savcı Nusret'in 38
(Taner Birsel) ceset gömüldüğü yerden çıkartıldıktan sonra raporu yazdırırken "...maktul turuncu gömlekli, lacivert pantolonlu, bıyıklı... Clark Gable görünüşlü... Ya sen de yazıyorsun yaa!" deyişidir. Otopsi için doktora yardımcı olan, daha doğrusu otopsiyi yapan sözümona idealist, yaptığı işi iyi yapmak isteyen görevlinin (Kubilay Tunçer) bir yandan işini yaparken bir yandan da "Bak hocam bu testerenin elektriklisi var. Şarj ediyorsun iki saat o kadar. Ondan sonra istediğin kadar kes, dağda bayırda kes..." diye yakınmasıdır. Absürd olan ya da kara mizahı yaratan şey hayat gailesine ilişkin bu sıradan, küçük ayrıntıların, doğal insan hallerinin ölümle, cinayetle, ihanetle, suçla, vicdan muhasebesiyle ve tüm bunların biraraya gelerek oluşturduğu o büyük sıkıntıyla, kaygıyla yanyana, içiçe oluşudur. Söz konusu bu kaygıyı, sıkıntıyı en çok Doktor Cemal'in (Muhammet Uzuner) yüzünde, bakışlarında görürüz. Filmdeki tüm karakterler içinde en az bilgi sahibi olduğumuz karakter Doktor Cemal'dir. Eşinden ayrılmış olduğunu ve tayinle taşrada görevlendirildiğini, "gençsin, kaç kurtar kendini buradan" diyen komiser Naci'ye verdiği "nereye?" cevabına bakacak olursak, ulaşmaya çalıştığı bir şey, gerçekleştirmeyi istediği bir hedef olmadığını biliriz. Doktor Cemal, filmdeki öbür karakterlerin tersine küçük çıkarların, hesapların peşinde olmadığı için bürokrasiden, alt üst ilişkisinden kaynaklanan irili ufaklı iktidar çatışmalarının da dışında, uzağındadır. Belki de bu nedenle, Komiser Naci de, Savcı Nusret de, katil de doktorla daha rahat iletişim kurar, dertlerini ona açmaktan, onunla konuşmaktan çekinmezler. Bildiğimiz bir başka şey de doktorun taşraya ait olmadığı, kendisini olabildiğince her şeyden, herkesten uzak tutmaya çalışarak, geceye tanıklık etmeye çalıştığıdır. Ve biz de izleyici olarak en çok onun gözünden, onunla birlikte tanıklık ederiz fakat bu tanıklığın bedelini filmin son ayrımında, otopsi sırasında doktorun yüzüne sıçrayan kanla öderiz. Evet, o kan lekesi doktorun olduğu kadar bizim de yüzümüze yapışır kalır. Maktulun henüz 39
ölmeden önce, yani canlı canlı gömüldüğü otopsi sırasında açığa çıkar ama Doktor raporda tahrifat yaparak bu durumu gizler. Amacı belki de katilin çocuğunu sakınmak, o çocuğun gelecekte omzuna yüklenecek olan ağırlığı biraz da olsa hafifletmektir. Aklıma Bilge Karasu'nun "Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı"nda anlatının kahramanlarından biri olan İoakim'in ağzından söylediği şu cümle geliyor: "Tanrı adına da olsa insanlar, adaleti kendi ölçüleri içinde dağıtıyorlar." Doktor belki vicdanının, yani içindeki adalet duygusunun sesine kulak vererek yapıyor bunu, ama bu yaptığının "kendince" adaleti sağlaması dışında bir anlamı var mı? Sonra Albert Camus'nün "Düşüş"ünden kendisini sevimli bir ikiyüzlü, cezalı yargıç olarak tanımlayan Clamence'e söylettiği şu cümle geliyor aklıma: "Başkaları hakkında verdiğimiz hüküm dosdoğru gelip kendi yüzümüze çarpar ve orada bazı yaralar açar sonunda." İzleyici hüküm vermeyi, kendi yüzüne sıçrayan lekeyi düşünedursun, yüzünde kimi zaman iyiden iyiye belirginleşen bir başka yarayla yaşayanlardan birisi de Savcı Nusret'tir. O açıkça varoluşçu "kötü niyet"in (mauvaise foi), yani kendi kendisine söylediği yalanın kurbanıdır. Savcının gafleti bir başkasını, karısını kandırması-aldatması değil, karısının durup dururken, neredeyse sebepsiz yere kalp krizinden ölmüş olduğuna kendisini inandırmasıdır. Yalan, insanın doğruyu bilerek çarpıtması, gizlemesi ve böylece karşısındakini kandırmasıdır ve herkes şu ya da bu nedenle yalan söyleyebilir. Başkasına söylenen yalanın telafisi de bir şekilde mümkün olabilir fakat insanın kendisine söylediği yalanın, yani kötü niyetin telafisi yoktur. Jean Paul Sartre "dürüst-olmama" diye adlandırdığı kötü niyeti şöyle açıklar: "... dürüst-olmama fenomen olarak yapısında yalanı taşır. Ancak dürüst-olmama durumunda hakikati (doğruyu) bu kez 'kendimden' gizlersem, durum bambaşka olur. Burada aldatan ile aldatılan ikiliği (dualite) ile karşı karşıya değilizdir artık. Tersine dürüst-olmama tek bir bilincin birliğini 40
(bütünlüğünü) içerir. Dürüst-olmama insan gerçeğine dıştan gelmez, kişi onun acısını çekmez, kişiye (dışarıdan) bulaşmaz, bir durum değildir o." Kötü niyet kişinin bilinçsizce ya da bilincinin uyuşukluğu sonucunda ortaya çıkan bir tasarımdır. Savcı Nusret'i bu uyuşukluktan çıkartan ise Doktor Cemal'e sorduğu "Bir insan gerçekten başkasını cezalandırmak için kendini öldürebilir mi doktor bey? sorusu ve doktorun bu soruya verdiği cevaptır: "Zaten tüm intiharlar bir başkasını cezalandırmak için değil midir?" Bu soru-cevap, Savcı Nusret'in içindeki ölüyü ortaya çıkaran kazma-kürek gibidir... Başka bir deyişle, her ne kadar aranan ve ortaya çıkartılan tek bir maktul olsa da, aslında bu filmde birden fazla maktul olduğu söylenebilir ki, onlardan birisi Savcı Nusret ise birisi de Komiser Naci'dir. Cep telefonunun melodisini "love story"e ayarlayan, belki romantik bir aşkın özlemi içinde olan ama o telefonun öbür ucunda karısı tarafından terslenen, özürlü çocuğunun nafakası için sevmediği işi yapan, eziklik duyan komiser de yaşayan ölülerdendir. Ve bu karakterlerin her biri kendi küçük dünyalarının büyük sorunlarıyla, iktidar mücadelesiyle, kompleksleriyle, bürokratik gerekçelerle hayat gailesi içinde kaybolurlarken (ağır ağır ölürlerken) ya da tıpkı dalından düşüp yuvarlanan elmalar gibi yuvarlanıp gider, sürüklenirlerken onları bekleyen kaçınılmaz son hep oradadır: Ölüm. Mesele ölmek değildir; o mutlak, kaçınılmaz sona diri olarak ulaşmak, yani gerçekten yaşamış olarak varmakla zaten ölü olarak varmak aynı şey olamaz. İnsana insan olduğunu, rüzgâra maruz kalan otlar, naylon poşetler gibi savrulmadığını ya da dalından düşen elma gibi yuvarlanıp sürüklenmediğini hatırlatan şey ne olabilir? Nuri Bilge Ceylan'ın bu soruya verdiği yanıtlardan birisi vicdan ise diğerinin de kadının
varlığıyla
somutlaşan
"güzel"
olduğunu,
güzellik
olduğunu
düşünüyorum. Bunu düşünmeme neden olan şey ise elbette o boğucu gecenin sabahına karşı muhtarın evinde yaşananlar. Bu sahneye ilahi, mistik anlamlar yüklemenin filmin iletisine, özüne zarar verebileceğini görmemiz gerekiyor. 41
Muhtarın kızının gaz lambasının ışığında aydınlanan yüzü ve o yüzdeki duru, saf güzellik beraberinde önce bir şaşkınlığı sonra bir ürperişi ve uyanışı getiriyor. Katilin gördüğü sanrıya neden olan ve onu çözülmeye, itirafa iten şey belki de karşısındaki yüzün o duru güzelliğinde kendi aczini, kötülüğünü, çirkinliğini görmesinden başka bir şey değil. Tam da bu noktada "bu film erkek filmi, neden hiç kadın yok bu filmde..." şeklindeki eleştirilere de bir yanıt verilebilir sanıyorum. Filmdeki her ana karakterin, her erkeğin içinde taşıdığı maktul gibi, yine içlerinde taşıdıkları bir kadın mutlaka var. O kadın belki de Doktor Cemal'in bugününe, taşradaki görevine, içine düştüğü anlamsız boşluğa neden olan eski karısı; o kadın Komiser Naci'yi hayattan soğutan, bezdiren eşi; o kadın Kenan'ın uğruna cinayet işlediği, maktulun ise bir çocukla dul kalan karısı Gülnaz... "Bir şiir, o şiire giren kelimelerle olduğu kadar bir de girmeyen kelimelerle yazılır" diyor ya Salah Birsel, bu film-şiiri yazan da çerçevenin kıyısında, dışında, kör uzamda (off screen) duran kadın... "Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey" diyor ya şair "bir acı kavun yalnızlığı"nın dünyayı doldurduğu, varoluş kaygısını unutup hayat gailesine kapıldığımız yerde, ölümün olduğu kadar yaşamın nedeni olan, umut olan şey kadın... Bir Zamanlar Anadolu'da ve Anadolu ile birlikte tüm zamanlarda ve her yerde... Bir Zamanlar Anadolu'da tezenesi bozkır olan bir bozlağa benziyor demiştim. Bizde bozlaktan sonra söylenen acı türküyü, uzun havayı, oyun havasına bağlamak adettendir. Ancak Nuri Bilge Ceylan'ın bozlağını oyun havasına bağlayacak bir şey yok ne yazık ki! Belki de tek bir şey var, o da bunca şeyin içinde "masum" olduğundan emin olduğumuz tek varlık; çocuk... Gülnaz'ın küçük oğlu Adem. Filmden bir alıntıyla noktalarsak: "Herkes yaptığının cezasını çekiyor, çocuklarsa büyüklerin günahını!" 42
Su Üzerinde Alaska’ya Yolculuk Özgür Keşaplı Didrickson Sizi bilemem ama bence su üzerinde yapılanı, yolculukların en güzeli. Dar, havasız ve kimi zaman uğultulu bir alana hapsolarak ya da denizin kokusunu içinize çekerek, rüzgârının saçınıza yaptığı dans teklifini kabul ederek yolculuk etmek… Boynunuzu ne kadar döndürürseniz döndürün, cama ne kadar yapışırsanız yapışın, otobüs penceresinde bir anda beliren bir yırtıcı kuşa teğet geçmek ya da teknenin pruva dalgasında yüzmelerini uzun uzun izlediğiniz yunuslardan biriyle göz göze gelmek… Ne yazık ki üç yanı denizle çevrili ülkemizde su üzerinde yolculuk yapma olanaklarımız çok sınırlı. Yazılarında denize sıklıkla yer veren, halâ bir deniz bakanlığımızın olmayışını eleştiren değerli aydınımız Sayın Mümtaz Soysal, 25 Haziran 2011 tarihli Cumhuriyet gazetesi’nde yayımlanan “gemisiz kıyılar” başlıklı yazısında “Boğazlardan geçenleri, uzak ülkelere gidip gelen tankerleri, şilepleri, tek tük kosteri ve devasa yabancı turist gemilerini saymayın, Türkiye’nin binlerce kilometrelik kıyıları baştan aşağı gemisizdir. Plajlarda saatlerce otursanız da, kıyı boyu açıktan geçen hatırı sayılır büyüklükte hiçbir yolcu ya da yük gemisi göremezsiniz. Bütün yolculuklar otobüslere, trenlere, uçaklara ve yük taşıyan kamyonlara kaymıştır” diyerek bu üzücü gerçeğin altını bir kez daha çizmiştir. Balinaları, yunusları, deniz kuşları eksik olmayan ülkemizin denize böyle uzak kalışı; denizlerimizin keyfini en çok yatı, teknesi olanların çıkarışı gerçekten çok üzücü ancak bu yazıda sizleri üzmek gibi bir niyetim yok. Tam tersine sizleri keyifli bir yolculuğa çıkarmak istiyorum. Martılar, balinalar bir yana, ayı ve geyik bile görebileceğiniz bir deniz yolculuğuna… Nereye mi gidiyoruz? Tlingit kabilesi kuzgun-koho somonu klanından eşim Jno’nun memleketi Güneydoğu Alaska’ya… Buzullarla anılan Alaska’nın tava sapına benzetilen bu bölgesinin yaklaşık %80’i ılıman yağmur ormanı ile kaplı. Hiç dinmeyeceğini düşündürten yağmuru, binlerce gölü, nehri, buzulları ile bu bölge benim için kısaca “su” demek. Su, bu coğrafyada ulaşım açısından da yaşamsal önem taşıyor çünkü 43
pek çok şehrine karayolu ile ulaşım yok! Burada ulaşım hava ve su yoluyla sağlanıyor. Hem bölge içi ulaşımda, hem de turistik geziler için sıklıkla kullanılan yüzen uçakların da suya gereksinim duyduğu düşünülürse Güneydoğu Alaska’da yaşamın suyla ne denli iç içe olduğu anlaşılır. Pek çok ülkede her türlü taşıt ile sayısız yolculuk yapma şansım oldu. Ancak en keyifli, en büyüleyici yolculuğun hangisi olduğunu sorsalar bir an bile düşünmeden Alaska’ya yaptığım uzun feribot yolculuklarını söylerim. Sizlerden de Alaska’yı gezme şansı olanlara kesinlikle bu yolculuğu öneririm. Alaska’nın bölgesinde deniz taşıtlarının işlediği su yolları sistemine “Alaska Marine Highway System - Alaska Deniz Otoban Sistemi” deniyor. Dünyanın en büyük ılıman ormanının aralıksız yeşilinden, karla kaplı görkemli dağlara; buzullardan balinalara müthiş bir görsel şölen sunan bu yolculuk yalnızca yabancı turistleri değil, Amerikalıları da çekiyor. Bu nedenle özellikle kamarada kalmak isteyenlerin biletlerini oldukça önceden AMHS internet sitesine girerek alması gerekiyor. Seattle’ın kuzeyindeki Bellingham şehrinden kalkan feribot önce Kanada kıyılarını geçiyor, sonra Güneydoğu Alaska’da bazı noktalarda konaklayarak Skagway’e kadar gidiyor. Sözünü ettiğim güzergahı şu adresten inceleyebilirsiniz: www.dot.state.ak.us/amhs/routes.shtml
Bellingham’dan Alaska’nın başkenti Juneau’ya yolculuk yaklaşık 2,5 gün sürüyor. Yolculuk sırasında feribot, yaklaşık 2000 adadan oluşan Alexander Takımadası’nda ilerliyor. Bu adacıklar açık denize göre görece korumalı bir alan yarattığı için bu su yoluna ayrıca “iç geçit” deniyor. Buzullardan ve çeşitli tatlı su sistemlerinden beslenen bu iç geçidin suları okyanusa göre daha az tuzlu. Bu yolculuğun güzel yanlarından biri de feribotun belirli yerlerde belirli sürelerle konaklaması. Böylelikle birkaç yer daha gezip görme şansınız oluyor. Feribota ve mevsime göre farklı güzergâhlarda gidilmesi nedeniyle her yolculuk farklı olabiliyor. Yine de her feribot Ketchikan, Sitka gibi güneydoğu Alaska’nın belli başlı şehirlerinde konaklıyor. Feribotların duraklarda kalış süresi gelgitlere göre ayarlanıyor. Kimi zaman feribotu terk edemeyeceğiniz kadar kısa oluyor molalar, kimi zaman oldukça uzun bir şehir turu yapmaya yetecek kadar. Örneğin bir seferinde Ketchikan’da 8 saat konakladığımız için yüzün üzerinde toteme sahip bu güzel şehri doya doya gezebilmiştik.
44
İsimlerini buzullardan almış AMHS feribotlarının hepsinin ayrı bir karakteri var. Örneğin turistlerin en çok kullandığı hatlarda seyreden Columbia feribotu döşeniş şekli, lokantası ile “şık”. Daha çok Alaskalıların yolculuk ettikleri hatlarda kullanılan Taku feribotu ise çocuk oyun alanı ve bir taşıtta ilk kez karşıma çıkan “yazı odası” ile “samimi”.
45
Feribotun her sınıftan yolcusu oluyor. Gençler başta olmak üzere birçok kişi “solaryum” denilen, benim feribotun hosteli olarak adlandırdığım güvertedeki bölümde kalıyor. En ucuz, en havadar ve en eğlenceli yolculuk biçimi bu. Bu biletle solaryumdaki şezlonglarda, halıyla kaplı yerde ya da feribotun içerisindeki gecelemeye izin verilen yatar koltuklu salonlarda uyuyabilirsiniz. Güvertede çadır da kurabilirsiniz. Akşamları güneş batışına karşı gitar çalanlar, şarkı söyleyenler ile feribotun bu en renkli kısmı geceleri de sesli olabiliyor. Zor uyuyan ve sesten çok etkilenen biri olmama rağmen yine de yıldızların altında suda ilerleyerek uyumaktan henüz vazgeçemedim.
46
Uyumak!!! Kuzeyin upuzun günlerinde, bir feribotla okyanusta ilerlerken insan zaten huzurla uyuyabilir mi ki? Örneğin orka balinalarıyla (Orcinus orca) ünlü Kanada’nın İngiliz Kolombiyası’ndan geçerken, Hawaii’de üreyen kambur balinaların (Megaptera novaeangliae) beslenmek için yaz aylarında besince zenginleşen bu sulara geldiğini bilirken! Bu durumda hava kararmaya başlar başlamaz uyku tulumunun içine girip seslere kulağınızı tıkayarak uyumaya çalışmanız gerekiyor çünkü ilk ışıkla tulumunun içinden firladığınızda bütün gün sürecek gözlem için enerji dolu olmalısınız. Şimdiye kadar 4 kez yaptığım bu yolculuk sırasında fırtınaya denk geldiğimiz biri dışında hepsinde Kanada sularında orka gördük. Talihsiz olarak katil balina olarak adlandırılan bu tür okyanustaki besin zincirinin en tepesinde yer alıyor ama bu durum onları katil yapmıyor tabii ki. Ayrıca orkalar balina olarak anılsalar da aslında yunuslar. Yunus ailesinin en büyük bireyleri olan orkaları gözlemenin keyfi çok başka. Siyah beyaz renkleri ve büyük sırt yüzgeçleri ile ayırt etmesi çok kolay bir tür olduğu için gözlem yaparken “Acaba hangi tür?” gibi sorular sorarak kısa sürebilen gözlemde hayvanın orasına, burasına dikkat etmeye çalışmıyorsunuz. Kısa gözlem sürenizi bir de rehber kitaba göz atarak daha da kısaltmıyorsunuz. Çoğunlukla birbirine çok bağlı aile gruplarında yaşadıkları için genellikle aynı anda birden fazla birey görüyorsunuz. Hatta grup yakınınızdaysa onları gözlemenin keyfine dürbünsüz bile varabiliyorsunuz. Suyu hızla ama büyük bir zarafetle ardı ardına yaran sırt yüzgeçleri feribot yolculuğunun en keyifli anlarından oluyor. 47
Bahar ve yaz döneminde hava iyi olduğu sürece kesin görebileceğiniz diğer balina türü ise sözünü ettiğim kambur balina. Yüzgeçleri toplam boyunun üçte birine (yaklaşık 5m!)ulaştığı için bu türün Latince cins ismi “büyük kanatlı” anlamına gelen “megaptera” . Balinaların su yüzeyine çıkınca verdikleri nefes genişleyip yoğunlaşıyor ve bir süre için havada asılı kalıyor. Kambur balina gibi bazı balina türlerini görebilmek için denizi tararken, öncelikle nefes bulutu gözlemi yapmak gerekiyor. Nefes bulutunun yerini tespit ettikten sonra balinanın sırtını ve dalmadan önce suyun üzerine çıkardığı kuyruğunu görebilmek daha kolay. Şanslıysanız kambur balinanın ünlü sıçrayışını görmeniz bile mümkün. 2008 yılında Alaska’yı ziyaret ettiğimizde eşim memleketini 7 yıl aradan sonra görmüştü. Feribotumuz Juneau’da iskeleye yaklaşırken bir kambur balinayı sanki bize “hoş geldin” dercesine yüzgeçlerini sırayla su yüzeyine çarparken görmek çok hoşumuza gitmişti. Balinanın bu davranışı iletişim amaçlı yapıyor olabileceği düşünülüyor ancak biraz düş gücü ile hem bilimin hem de bilim adamının yaşamının daha renkli olduğuna inanan biz ” Hoş bulduk!” demiştik. Feribot yolculuğunun en hoş yanlarından birisi balina görüldüğü zaman duyuru yapılması. Banyoda olsanız bile duyuru size ulaşıyor! Bu duyuruda saatler ve günler geçtikçe balina gözleminde bir dayanışma içine giren yolcuların payı büyük. Duyuru merkezi balinayı görmediyse yolculardan birisi onlara haber veriyor. Feribotun ön tarafında camla kaplı gözlem bölümleri var. Soğuk ve rüzgârlı günlerde o bölmede oturarak denizi taramaya devam edebiliyorsunuz. 48
Yüzlerce çift gözün verdiği gözlem gücü sayesinde balinalara teğet geçmek nerdeyse imkansız. Gözleriniz denizi taramaktan yorulduğunda biraz dinlenmek de bu yüzden mümkün oluyor. Okyanusta ilerlerken balinaların yansıra yunus, deniz aslanı, fok, somon ve deniz kuşları başta olmak üzere bir çok kuş türü görmek mümkün. Feribot adalar ile ana kara arasında ilerlerken kimi zaman kıyıya o kadar yakın geçiyor ki böyle durumlarda ayı, geyik gibi kara memelerini de görme şansınız var. Yaban hayatını gözlem deneyimi olmayanlar haklı olarak bu türleri nasıl göreceklerini düşünebilirler. Alaska gezisine dürbünsüz çıkmamak yolculuğun güzelliklerine teğet geçmemenin bir yolu olabilir. Ancak dürbüne ayıracak paranız yoksa ya da yaban hayat gözlemi tutkunuz değilse üzülmeyin. Kuşları iyice görmek ve tanımlamak için çoğu kez dürbün gerekse de balina gibi büyük türleri dürbünsüz izlemek de mümkün. Kaldı ki örneğin bir grup balinayı yakından gördüğünüzde dürbünün dar açısına hapsolarak gözlem yaparsanız olan bitenin bir kısmını kaçırabiliyorsunuz. Bir tek gezi için Amerika’da görülen türlerle ilgili (kuşlar, memeliler vs) tüm rehberleri almanız da tabii ki anlamlı olmayabilir ancak bunun için de üzülmeyin. Bu yolculuk sırasında görülen türlerle ilgili oldukça kapsamlı ve ucuz doğa rehberini feribottaki dükkândan edinebilirsiniz. Ayrıca feribotlardaki ücretsiz bilgi panoları, broşürler ve gösterilen belgeseller yardımıyla da bilgilenebilirsiniz. Bölge hakkında oldukça donanımlı olan gemi mürettebatı da gerektiğinde size yardımcı olacaktır. Feribotlarda ücretsiz ulaşılan bilgi kaynakları arasında en çok Taku kafeteryasındaki, üzeri rehber kitaplar gibi hazırlanmış masalardan etkilendim.
Ülkemizde de hem çeşitli feribot seferlerinde hem de şehir içi vapurlarında çeşitli kuş türlerine, yunuslara rastlamak mümkün. Bu yolculuklarda ne zaman gözlem yapsak çevremizdeki insanların ilgisi ve soruları ile karşılaşıyoruz. 49
Bizim taşıtlarımızda da Taku feribotundaki masalar gibi özenle ve dikkat çekici bir şekilde hazırlanmış bilgiler yer alsa çocuklar başta olmak üzere herkesin ilgisini çekeceğine eminim. Ülkemizin sularında balina olduğunu bilmeyenlerimiz var (Kanatlı Balina grubumuzun internet sayfasından ülkemizden görülen türleri öğrenebilirsiniz). Sınırlı deniz taşımacılığının büyük bölümünün denize ve denizdeki zenginliğimize uzak taşıtlarla yapıldığı ülkemizde bu durum biraz da doğal değil mi? Sizi bilmem ama ben güvertesine çıkılamayan hızlı deniz taşıtları ile yapılan yolculukları da pek yolculuktan saymıyorum. Bizi bir yerden diğerine taşıdıkları doğru ama su üzerindeki yolculuktan insan sadece bu kadarını mı bekler? Hele yakın tarihimizden mitolojiye sayısız öyküye sahip; balıkları, balinaları, deniz kaplumbağaları ile benzersiz denizlerimizde!
Pasifik Okyanusu üzerinde çıktığım büyüleyici yolculuğun benzerlerine en kısa sürede kavuşmak ve denizlerimizin öykülerini dinlemek dileğiyle…
50
Pastane* Selin Süar Pencerenin köşesinden sızan belli belirsiz bir ışık altında, nerede olduğumu bilemediğim, hayatımda daha önce hiç görmediğim köhne odanın gri duvarlarından birinin dibine sinmiş derinden gelen telefon sesinin bana ulaşmasını bekliyordum. Biliyordum ki o telefonu açtığımda yine önemli bir görevle yüz yüze gelecek, gece gündüz dur durak bilmeden çalışacak ve gücümün tükendiği noktada çalışma arkadaşlarımdan birinden yardım almak isterken hepsi benden uzaklaşacaklardı. Telefon birden sustu. Yine aynı derinlikten gelen tanımadığım sesler bana ulaşmaya çalışıyordu. Birden, arada bir perde veya duvar varmış da o kalkmışçasına sesler doğrudan bana ulaşmaya başladı ve duvarın ardından bir el omzuma dokundu. Korkumdan sıçradım. Gözlerimi araladığımda pencerenin köşesinden sızan aydınlığın gri tonlarından kurtulmuş olup doğruca üzerime geldiğini fark ettim. Annemin varlığı odaya hızlıca girmiş, girdiği gibi de odadan çıkmıştı. ‘Kalk artık’ diyen emri ise üzerime yeni düşüyordu; ışık huzmesinin içinde görülen sihir taneciklerinin üzerime üşüşmeleri gibi… Uykuya dalmak da uyanmak da büyülü anlardı. Çocukluğumdan beri hissettirmeden gelen boyut değişimlerinde her zaman bilinçli kalmak ve bunun nasıl gerçekleştiğini an be an öğrenmek isterdim, ama hiçbir zaman yapamadım. Yönettiğim, ‘şöyle olsun’ dediğim rüyalarım oldu; aksiyon filmlerine taş çıkaracak rüyalarım, çok sıkılıp ‘uyanayım artık’ dediğim ve uyandığım rüyalarım, çok mutlu olduğum veya gözyaşları içinde gözkapaklarımı araladığım, uyandıktan sonra da ağlamaya devam ettiğim rüyalarım, dudak uçuklatacak kâbuslarımdan gecenin bir yarısı aniden sıçradığım ve yeniden 51
uyuduğumda kaldığı yerden devam eden korkunç saatlerim de olmadı değil. İşte yine nerede olduğumu bilemediğim, meçhule uzanan bir mekanda gerçek yaşamdan gelen seslerin etkisiyle kendime gelmiştim. Bir Piton’un avına sarılmışçasına kıvrım kıvrım olmuş haline benzeyen pikem, bacaklarımın arasından geçip belime dolanmış, belimden kolumun altına gelmiş ve sırtımdan kavis alarak enseme ulaşmış; açıkta kalan kolumun üzerinden uzanıp belimin altına doğru yeniden girmişti. Yatağımda olmadığım için ince uzun kanepenin genişliğini tam kestiremeyip pikeden kurtulmak isterken yere düştüğümde yine annemin ne zaman geldiğini fark etmemiş ve alaycı kahkahalarının havada çınlamasına kulak kabartmıştım. “Delisin sen, küçüklüğünden beri usturuplu uyumayı öğrenemedin gitti.”dedi, düğümlenmiş Piton’u çözerken. Peşi sıra koridorun duvarlarında yankı yapan sesi duyuldu dedemin; “Bir, ki, üç, hadi…” ‘İdman’ yapıyordu dedem her sabah uyandığında ve her yemekten sonra. Uyanışlarım hep böyle olurdu. Özellikle de yemeklerin ardından dile getirdiği ‘yemeğin ardından ya yan gelip yat ya da kırk adım at’ sözü hiçbir zaman aklımdan çıkmadı. Nasıl çıksın? Anneannemin gündoğumundan hemen sonra uyandığında evi çınlatırcasına tüm şarkı repertuarını dile getirmesi, o kadar şarkı bilmesine rağmen hepsinin en az bir yerini mutlaka uydurup yanlış söylemesi, dedemin emekli olduğu halde hayat şartları yüzünden hafta içiyse işe yollanma ritüelleri, hafta sonuysa “Zaten bir günüm var, yat veya sessiz ol, gözünü seveyim!” naraları, anneannemin kaynamaktan zift gibi olan çayın kararmasının tek sorumlusunun bizler olduğuna yönelik şaşmaz suçlamaları ve daha pek çoğu… Annem ve babam çalıştığı için bu evde kalmaya çok alışkındım okula gittiğim zamanlarda. Hatta öyle çok gidip geldim ki bu eve, asıl ailem benim
52
için her zaman birer arkadaş, dedem ve anneannem ise benim annem ve babam gibi olmuşlardı. “A! Ne yapıyor yerde o?” Dedem rölantide koşuyordu veya geçmiş yaşının ağır hareketleri nedeniyle koştuğunu, kendi deyimiyle ‘idman’ yaptığını zannediyordu. Annem durumu gülerek anlattıktan sonra dedem istifini hiç bozmadan ardına döndü ve koridorda ilerlerken geç saatlere dek yattığım için serzenişte bulunmayı da ihmal etmedi. Herkes benden çok önce kalkmış olduğundan bir şeyler atıştırmıştı. Kahvaltı masasında ısınmış peynirler, erimek üzere olan tereyağı, anneannemin dediği cinsten zift gibi olmuş çay, siyah siyah parlayan zeytinler, pörsümeye yüz tutmuş söğüş domates ve salatalık, biraz bal, iki çeşit de reçel beni bekliyordu. Üniversitedeyken kahvaltı yüzü pek görmediğimden gözümü açtığım gibi kahve içmeye çok alışmıştım. Dedemler görse ‘mideni deleceksin’ diye başımın etini yerlerdi mutlaka. O yıllardan kalan iştahsızlık ve uyandığım gibi hiçbir şey yiyememe özelliğimi üzerimden atamamış, iştahsız çocukların mamasını ağzında saatlerce tutup yutmamasına benzer şekilde oldukça yavaş ve isteksizce çiğnediğim lokmaları yanaklarımın kenarlarına sıkıştırıvermiştim; dedem, masanın diğer ucunda gazete okurken. En çok eriyen lokma, sırası geldikçe yavaş yavaş içeri doğru süzülüyordu. Dedem, gazetenin her iki sayfasına da sımsıkı sarılmış, bir çarşafı geriyormuşçasına gazeteyi havada tutup okuyordu. Gözlüğünü almamıştı anlaşılan; gözlüğü olmayınca hep böyle okurdu, kelimeleri, harfleri yere düşürüp kaybetmemek istercesine satırları, sayfaları gererdi boşlukta. İlk sayfa hep aynıydı, sözel saldırılarla birbirine aşık atan politikacılar, milletine bakmaktan bihaber bakanlar; onun hemen altında üniversitelilerin eylem yaparken geri püskürtülüp vatanı bölme gibi trajikomik suçlamalarla şiddet görmesi, biraz altında olmazsa olmaz zamlar, açlık 53
grevlerinin devam etmesi, özelleştirmeler, tarihi değerlerin oldubittiye getirilip yok edilmesi, köken/aidiyet çatısında ülkenin parçalanıp parçalanmayacağı kaygıları, dünyada önemli bir olay –afet, savaş, patlama, saldırı, kutlama- varsa onun fotoğraflı haberi, biraz daha altta ve köşelere serpiştirilmiş olarak tüm günü ve önemli köşe yazılarının ilk satırlarını tek sayfaya sığdırma gayretinde olan minik minik ünlemler, mutlaka okuyunlar, reklamlar… Hatırlıyorum, çocukluğumda eve giren gazete sayısı dörtten fazlaydı. Dörtte takılı kaldığı da olurdu, ama o sayının altına asla düşmezdi. Okumayı gazetelerden öğrenmiştim. Anneannem ve dedem öyle çok ilgilenmişlerdi ki benimle; bana yemek yedirirken bile gazetelerin sayfalarını açar, ansiklopedileri açar, resimler ve fotoğraflar üzerinden her birinin ne anlattığını bana okurlar, okurken de harfleri, kelimeleri birer birer fiziksel özelliklerine göre tanımlayıp, ‘bak, bu küçük be, bu da küçük de. Birinin göbeği var, diğerinin poposu” gibi tariflerle dillendirerek bende göz aşinalığı yaratırlardı. İlk olarak ‘b’ ve ‘d’ harflerini öğrenmiştim, çünkü ikisini aralarından su sızmayan iki arkadaş gibi hayal etmiştim her zaman. Zaman geçtikçe ülkenin maddi durumu geriledi, işsizlik arttı, maaşlar düştü, düşmese de zamlar çok can yaktı ve eve giren gazete sayısı son olarak birde takılı kaldı. Üniversite sınavına girmeden önce bu gibi endişeleri, her yeni gün değişen dengeyi çok umursamıyordum. Müslüman Türk toplumunda adam olmak için gereken üç şart olan sünnet, askerlik ve evliliğe sanki bir madde daha eklenmişti; üniversiteye kapağı atmak. Tek derdim o korkulu yarışta galip gelip ailemin yüzünü kara çıkarmamaktı. Arkadaşlarıma istediğim yeri kazanmam hakkında hava atabilmek ve yoluma daha özgüvenle devam edebilmekti. Bu yolda savaştığım ve kâbuslarla uyandığım her gece insan yaradılışı bana cesaret vermişti. Benimle beraber aynı sınava girecek olan milyonlarca kişiyi düşününce, birbirleriyle yarış edip yumurtaya doğru koşan ve birinin; yalnızca 54
birinin bu yarışta öncül olduğu, yaşama yeni bir can vermeye hak kazandığı o minicik elsiz kolsuz yaratıkları düşününce hırsla çalışmaya devam ediyordum. En nihayetinde istediğim yeri, istediğim bölümü kazandım; notlarım da hiçbir zaman baş aşağı gitmedi, ama mezun olunca o yarışın ikinci aşamasında şans faktörünün veya Türkiye’deki açılımıyla ‘amca, dayı, akraba, tanıdık, eş dost, arka, torpil’ anlamlarına gelen şans faktörünün bu denli önemli olabileceğini hiç düşünmeyince manşetlerdeki olaylar, ideolojiler, tarihsel süreçler kafama dank etti. “Baba ben gidiyorum, dönüşte bir şey ister misiniz?” Anneannem fizik tedavi görüyordu. Annem de dedemlere yardımcı olmaya gelmişti ve mezun olmamdan bu yana iki sene geçmiş olmasına rağmen türlü işler deneyip ‘bizde söz senettir’ gibi ağzı çok laf yapan işverenlerle çalışıp paramı alamayınca o yerlerden ayrıldığımdan işsiz statüsündeydim ve annem, kafamı dağıtırım iknalarıyla beni de buraya getirmişti. İkisi de büyük şehir olsa bile, İstanbul’un karman çorman havasına ek olarak farklı bir güzelliğinin olması ve büyüdüğüm yer olması açısından yaşadığımız yerden buraya gelirken çok da ikilemde kalmadım; kız arkadaşımın ‘barda, diskoda çok sürtme’ homurdanmalarının beni oturduğumuz şehre bağlaması dışında. Dedem, gazeteyi hışırtıyla indirip dikkatli olmalarını söyledi. Bense bakışlarımı tek nesneye sabitlemiş, öylece bakıyordum ve geviş getirmeye benzer bir hızda ağzımdakileri çiğnemeye çalışıyordum. Gerçekten de geviş getiren koyunların bakışından ve duruşundan çok da farklı görünmüyor olsam gerekti, çünkü en az onlar kadar sabit, anlamsız bakıyor ve yalnızca alt çene kasım hareket ediyordu. Annem, üzerimdeki sıkıntıyı anlamış olacak ki elini omzuma koyup, “Çık sen de bugün biraz. Evde oturasın diye getirmedim ben seni buraya.”dedi. Başımı hızlıca ‘tamam’ anlamında salladım. İçinde bulunduğum duruma depresyon diyorlardı, peşine de ekliyorlardı; modern çağın 55
hastalığı… “Suç sizlerde değil, sizleri bu hale getirenlerde.” sözünü duymaktan usanmıştım. Bazen içimden büyük bir şiddet dalgası yükseliyor, aklımı yitirecekmiş gibi oluyor, bizi bu hale getiren her kim varsa yedi ceddini yeryüzünden silmek istiyordum. Bazen kız arkadaşımla bir yerlere istediğimiz kadar gidemediğimiz, hak ettiğimizden daha düşük yerlerde olduğumuz, ne kadar çabalasak da kapana kısılmış gibi hissettiğimiz bu yaşam içerisinde kinimizi, hayal kırıklığımızı hiçbir suçu günahı olmayan ülkemize yükleyip, ona türlü küfürler savurup yurtdışına çıkmaktan bahsediyor, sonra yurtdışının da bizi kollarını açarak beklemediği gerçeğini hatırlayıp yine oturduğumuz yerde demlenmekten başka çare bulamıyorduk. Çevremde tanıdığım hemen her yaşıtım ilaç kullanıyordu. Güvensizlikten, sorunlardan, kaygılardan kaynaklanan aşırı uykusuzluk, aşırı uyuma, birden ağlama, aşırı duyarlı olma, aşırı yeme veya aşırı iştahsızlık gibi aşırılarda dolaşan çizgilerde yeni sorunlar edinmişti herkes kendine. Bir şey yapmalı diye bağıran Bulutsuzluk Özlemi’nin Nejat’ı kulağıma her çarptığında o bir şeyin ne olduğunu, aşırı bastırılmışlığın zindanlarından çıkmak için aklıyla ve gücüyle nam salmış bu toplumun işverenlerinin, yönetiminin,
dayılarının,
babalarının,
amcalarının
zaten
uyumaya
ve
köleleşmeye hazır olan kitleyi kendilerine şükretmeleri için, hayali zorunluluklar ve minnettarlıklar yaratıp, onları muhtaç hale getirip, kendi yanlarında olanlara sadaka fırlatırmışçasına yaşam, iş ve refah olanağı tanıması ayıbını nasıl sileceklerini bulmaya çalışıyordum. Her seferinde başım eğik sıyrılıyordum düşüncelerimden, çünkü herkes kendini kurtarmaya gayret ettiğinden, sadaka almaya, Tanrıya değil; kendisini bu çıkmazdan kurtarana tapmaya ve şükretmeye alışmıştı. Ne zaman bu konu açılsa “Biz ne günler gördük, bu da geçecek…”diyen anneannem ve dedem, benden gizli benim üzülmeme ağlıyorlar,
“Yazık
bu
gençlere,
yazık”
diye
kapalı
kapılar
ardında
homurdanıyorlar ve ‘bizi bu hale getirenlerden’ beddualarını eksik etmiyorlardı. 56
Annem kapıyı yavaşça çekip çıkmış, kilide asılı anahtarların çıkardığı şangırtı bir süre havada asılı kalmıştı. Dedem istifini bozmadan gazete okumaya devam etti. Sayfayı çevirdi ve yine aynı iştahla gazetesine asıldı. Bu kez en arka sayfaya takıldı bakışlarım. Gazetenin ilk sayfası ne kadar iç karartıcıysa arkası da o kadar ondan alakasız ve o gazetenin anlattığı dünyadan bütünüyle bağımsız duruyordu. Moda, manken, dünyada olup biten komik olaylar en arka sayfaların konusu oluyordu hep. Bilmem ne markasının bilmem ne defilesinde bilmem hangi mankenin ayağı kaymıştı, sonrasını okuyamıyordum, dedemin eli engel oluyordu. Küçükken serçe parmağımın ancak kavradığı güçlü ellerin daha esmer, daha susuz ve buruş buruş olmasına bir de büyüklüğü yer yer değişen kahverengi benler eklenmişti. Damarlarının mavi ve mor renkleri buruşan derisinin altında belli belirsiz seçiliyordu. Kendimi bildim bileli var olan siyah taşlı yüzüğü yine parmağındaydı; büyük dedemden kalmaymış; öyle demişlerdi. Dedemin saati de annem yaşındaymış, üf, ne pahalıya almışlar Kıbrıs’tan; tık dememiş bugüne kadar. Şimdiki saatler iki yılda bozuluyormuş; bugünün gençleri gibiymiş hepsi; çürük… Dedemin kolunun hızla ileri geri atılışıyla saatin şakırtısına eşgüdümlü gazetenin hışırtısı hâlâ buharı tütmekte olan çaydanlığın buharında yankılandı. “Vah vah…”dedi, dedem ikinci vahın a’sını uzatarak. Sonra üç kez ‘cık’ tonlaması yankılandı diliyle damağının arasından. “Görüyor musun, bak?” Göremiyordum elbet, ama kim bilir yine ne olmuştu da dedem onu söyleyecekti. Gazeteyi masaya doğru indirdi. Gözlüksüz okurken gözlerini kısmaktan tek çizgi haline dönüşen ve göz çevresindeki buruşuklukları iyice belli olan duruşunun yerine kaşlarının çatılmış tedirginliği geldi. “Yahu, ben küçükken bile vardı orası…”
57
Çocukluğunda, ilk gençliğinde, anneannemi tavladıktan sonra, maaşına zam geldiğinde, terfi ettiğinde, çocukları doğduğunda, torunları olduğunda, ilk emekli ikramiyesinde; kısacası hayatının her şekerli anında tatlıların en güzellerinden nasiplenmek için doğup büyüdüğü yerde dedem daha dünyada yokken açılan pastane, yeniden yapılandırılan mekânlar projesi bahanesinin altında hayatının son günlerini yaşamaya hazırlanıyordu. Dedem, okuduğu habere inanamamış gibi gazeteyi bana uzattı. Dediği doğruydu, bir tarihi emanet daha, bu şehri iyi bilenlerin hatırlarında olmazsa olmaz yerlerden birinin daha ölüm fermanı hazırlanmıştı. “ Bak ne diyor, yeniden yapmak için, rostre mi neyse, onu yapacağız diyorlarmış, ama sonra yeniden açılmayacakmış. Yıkacaklarmış pastaneyi!” Gözbebeklerindeki aydınlık sönüverdi birden. Başını önüne eğdi. Belki kıyıda köşede kalmış bir anı geldi aklına, belki çocukluğunda yediği leziz tatlıların dilinde bıraktığı unutulmaz tat yayıldı damağına… Her neyi duyumsadıysa gözlerinin dolu dolu olmasını engelleyemedi. “Ah Kirkor Efendi…” dedi ve teker teker küçüklüğümden beri binlerce kez dinlediğim, yüzlerini bir kez bile görmesem de sanki çocukluğumdan beri tanıdığım kişiler mutfakta, yanı başımızda belirivermişti o an; “…Apostol Efendi, Madama, Ümit dayı, Frankocuk, Aysel yenge, Albert.” Daha fazla sayamadı, gazeteyi masaya bıraktı, yavaşça ayağa kalktı ve çaydanlığın altını kapattı. Göz göze gelmek istemiyordu benimle. Masadaki reçeli alıp mutfak tezgâhına koydu. “Hadi gel seninle dede torun bir tatlı daha yiyelim orada. Veda edelim asırlık çınara…”dedi. Reçeli tezgâhın üzerinde bırakıp mutfaktan çıktı. Çok üzülmüştüm, ama onu kendinden veya anılarına bu denli ev sahipliği yapan pastanenin müdavimi olan yaşıtlarından başka kimse daha iyi anlayamazdı. Bilinçsizce hareket ediyor gibiydi veya zaman kazanmıştı, reçeli öylece bırakıp 58
başka hiçbir şey yapmayarak. Masada bulunanları hızlıca buzdolabına koydum. Kirli tabağımı -gerçi kirli de sayılmazdı- ve masadaki kırıntıları öylece bırakmıştım. Üzerime valizden aldığım bir kazağı ve markasına oldukça para harcadığım
kotumu
özensizce
giyiverdim.
Soğuk
olmasına
rağmen
vazgeçemediğim ve giyilmekten kenarları eğri büğrü olmuş spor ayakkabılarım beni kapıdaki ayakkabılıkta bekliyordu. Dedem ise benim tam aksime yarım saatte hazırlandı. Tıraş oldu, kokular süründü, takım elbisesini ve ceketini giydi. Dolapta her zaman ütülü ve üzeri poşetlenmiş şekilde iki üç takım elbisesi hazır bulunurdu. Onların bu özenine hayran kalırdım, ama annem onlar kadar özenli değildi. Olsa da bu zamanda kim bu denli özenirdi ki? Ay taşından yapılıp ona seneler önce hediye verilen ve bileğinden çok nadir düşürdüğü tespihi yine aynı yerinde, yorgunluktan yığılıp kalmış gibi halsizce asılı duruyordu. Yoldayken çıkır çıkır onunla oyalanacaktı muhakkak. Gideceğimiz yer öyle çok uzak olmasa da şehrin trafiği insanın uzak kavramının değişmesine neden oluyordu. Deniz seferleri, raylı ulaşım ve dahası, insan yükünü azaltmayı başaramamış, bu görkemli çatının altındaki devasa nüfusun dağılımını dengelemek, ne kadar uğraşılırsa sanki o kadar ters tepiyormuş gibi görünüyordu. Şehir gün geçtikçe çoğalıyor, kendi evlatlarının, renkli kişiliğini çok iyi tanıyanların ve yıllar önceki saflığına şahit olanların göç edişini izliyordu hüzünle. Doğu, Batı’ya; Batı, Güney’e ve kıyılara yoğunlaşıyordu ortasından deniz geçen rüya şehrin boğuculuğuna daha fazla dayanamayıp. Korna seslerinden insanın kendi düşüncelerini bile duyamadığı ve her baktığımda bir kez daha etkilendiğim şehri, etrafındaki cisimlere ve ışığa hayretle bakan bebekler gibi karşılıyordum. Burası dedem ve anneannemle bütünleşmişti benim için. Yılların yorgunluğu ne kadar okunsa da yüzünden; her zaman dik durmayı bilen, insanlığın güzel yüzü kadar aydınlık olan, her daim 59
deniz kokan, farklılıkların mutluluk bahşeden yıllanmış dostluklarından bugüne uzanan fotoğraf karelerinde hep ön saflarda bulunan, üzüntülerin koyu gölgesinde bile şen şakrak bir kahkahayı çevresinden esirgemeyen divane memleketti burası. Umutsuzluk barındırmazdı avlusunda, kör karanlıklarda yanan minik bir kandili olurdu daima… Oysa bugün o dinginlik, o coşku yoktu dedemin solgun suretinde. Bugün, ışıltılı kanatlarını maviliğe sürgün eden gök kubbenin ferahlığı yoktu hüsran dolu bakışlarında. Yol boyunca hatıralarına dair bir iki soru sorsam da her zaman neşeyle cevap veren gür sesli, yay kaşlı, ayak bastığı yerler kendisine aitmiş gibi torununa buraları gururla gezdiren dev adam, kısa cevaplarla yetiniyordu sadece. Pastaneye doğru yaklaştıkça onu orada bulamayacağından mı korktu, bilinmez, endişeli hali kendini iyice göstermeye başladı...
* Devam edecek...
60
Geri Kalmışlığın Muhteşem(!) Nedenleri Onur Keşaplı Günlük konuşmalar ve entellektüel tartışmalar arasında en çok benzeşen konu başlığı "geri kalmışlığımız"dır. Herkesin kendine göre bir sebep öne sürdüğü bu durumun aksini iddia eden ise pek yok gibidir. Kitlesel olarak hem fikir olduğumuz
geri
kalmışlığın
sebeplerinden
çok
sonuçlarını
her
gün
yinelemekten, "koyun" tipi bir millet oluşumuzu sert ses tonuyla sık sık vurgulamaktan büyük haz duyarız adeta. Aslında geri kalmışlık dünyamızda "Batı" dışında konumlanan, insanlık medeniyetinin "Doğu" ve "Güney" noktalarında yakın tarihte hep konuşulagelmiştir. Batı bu farkı ne zaman yarattı? Niçin İngiltere, Fransa, ABD'nin kültürel, düşünsel, bilimsel ve beraberinde gelen emperyal gücüne karşın doğuda İran, Çin, Japonya veya Türkiye tüm bu alanlarda bir güç olarak ortaya çıkamamıştır? "Batı rönesansı, reformu, sanayi devrimini yaşadı da ondan" cümle öbeği, sürecin bir bölümünü aydınlatma konusunda yeterli ancak "Rönesans, Reform, Sanayi Devrimi niçin Doğuda değil de Batıda oldu?" sorusuna verilecek yanıt hiç kuşkusuz bizleri daha çok aydınlatacaktır. Tarih derslerinde çağların başlangıç bitiş konularını işlerken hiç kuşkusuz Türk olmanın o eşsiz gururunu yaşamışızdır, zira insanlığa çağ atlatan bir değil iki olayı biz gerçekleştirmişiz. Bunlardan birincisi, Hunların (biz Hunlara kısaca Türkler diyoruz) uzak Asya steplerinden domino etkisiyle sürdüğü barbar (bunu niteleme Batıya ait) kavimlerin kıta Avrupa'sını istila etmesi ve deyim 61
yerindeyse bilinen herşeyin yerinden oynaması, ikincisi ise İzmir Güzelyalı'dan bile küçük hale dönmüş ve sadece 7.000 asker tarafından savunulan İstanbul'un 300–500 bin arası değişen bir askeri güçle Sultan Mehmet tarafından 2 ay gibi kısa(!) sürede fethedilişi. (İkincisine inanmak için elbette Amerika ve diğer uzak kıtaların beyazlar tarafından yeniden keşfinin, matbaanın ortaya çıkmasıyla skolâstik aklın Reform ve Rönesans kuşatmasıyla yenilgiye uğratılması gibi dönüm noktalarının insanlığın tarihsel dönüşümünde tek bir şehrin ele geçirilmesinden
daha
az
önemli
olduğuna
kendinizi
inandırmanız
gerekmektedir.) Biz öncelikle birincisine, gerçekten sonuçlarıyla tüm dünya tarihini ilgilendiren ve "Neden Batı?" sorusunun cevaplarını barındıran Kavimler Göçü'ne dönelim. Dönemin ve o güne kadar insanlığın oluşturduğu en büyük ve köklü imparatorluğu olan, yıkılmaz olarak adlandırılan Roma İmparatorluğu'nun yerleşik düzene yabancı ve bu sebeple düzensiz, ancak Roma lejyonları karşısında hantal olmak bir yana, atak olan kavimler karşısında yenilgiye uğraması ve çöküşü salt bir imparatorluğun sonu olarak görülmemeli. Sonrasında kıta Avrupa'sında o çapta bir imparatorluğun ortaya çıkmamasına sebep olacak kargaşa ortamı, önce Hıristiyanlığın hızla yayılması ve Roma'nın yerine yine Roma içindeki Vatikan'ın (Kilisenin) öne çıkması, sonrasındaysa şehir
devletçikleri
halinde
feodal
derebeyliklerin
bölgesel
güçleriyle
egemenliklere ortak olması sonucunu doğurdu. Roma İmparatoru Batı'nın gördüğü son "Tanrı Kral" idi. Sonrasında imparatorluk adıyla ortaya çıkanların tümü Kiliseye biatları oranında Tanrının gölgecikleri olabiliyordu ancak... Dünyayı titreten Tanrı Kral yerine bir sürü küçük Tanrı Kral'cıkların türemesi Batı'yı önce Ortaçağ karanlığına ve sonrasında Doğu (Osmanlı) karşısında askeri hezimetlere kadar götürdü. 62
Yukarıda sıraladıklarımızla birlikte Batı için olumsuz bir tablo çizen Roma'nın çöküşü, uzun vadede Batı'daki yığınların tarihsel süreç içinde bireylere, oradan da toplumlara evrilmesinin önünü açtı. Tanrı Kralların öncelikle sayıca çoğalması, her bir bölgenin ekonomik ve üretim merkezli kuvvetlenmesine ve çekim merkezi halini almasına yok açtı. Bu derebeyler, yine de dağınık olmaktan kaynaklanan zayıflığı geç de olsa 13. yüzyılda farkedip birleştiler ve Tanrı Krallığın resmen bitişi anlamına gelen Magna Karta'yı İngiliz Kralı'na imzalattılar. Böylece zaten görünürde hakimiyetleri git gide güdükleşen kralların yetkilerini, güçlerini resmen başka güçlerle paylaşmak zorunda kalması resmileşti. Her bir bölgenin ekonomik olarak güçlenmesi ve artı değeri üretmesi derebeyliklerin zamanla(oldukça kanlı bir zamanla) bir araya gelerek ulusdevletler çatıları altında örgütlenmelerine yok açtı. Kentsoylular ve yeni yeni palazlanan Burjuvazi, üretimden aldığı güçle zaten Rönesans ve Reformla iktidarı kırılmış olan Kilise ve Magna Karta örneğinde olduğu gibi mevzi kaybeden Krallara karşı ayaklanmış ve toplumsal bir harekete dönüşüp gerçek(!) anlamda çağ açıp kapayacak olan Fransız Devrimi'yle yeni egemen sınıf olarak tarih sahnesinde yerini almıştır. Sanayileşme ve makineleşmeyle birlikte derebeylerin topraklarını süren çiftçi ve köylülerin şehirlerdeki fabrikalara "işçiler" olarak uzanan evrimleri ise bu kez Burjuvazinin karşısına, ekonomik çarkın dönüşünün başat sebebi olduklarının yavaş yavaş farkına varan Proletaryayı çıkarmıştır. Kralın ve Tanrının gücünü Avrupa'dan silen iki toplumsal sınıf, yakın dünya tarihini de bir nevi birlikte kaleme almışlardır. Görüldüğü üzere adeta gerçeküstüymüşcesine okuduğumuz Rönesans, Reform, Sanayi Devrimi ve hepsinin toplamında gelen Aydınlanma düşüncesi tebaların bireyselleşmesi ve beraberinde toplumsallaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Doğuya döndüğümüzdeyse Rusya, Çin, İran, Japonya ve bizim gibi önde gelen medeniyetlerin Tanrı Krallarından 20. yüzyıla kadar kurtulamamış olduklarını 63
görüyoruz. Rusya ve Çin işçi-köylü sınıflarının devrimleriyle, Japonya 2. Dünya Savaşı sonrası Batı'nın zorlamasıyla, İran'da İslami dönüşümle ve bizdeyse içinde Bujvazi, Millici, bir nebze de işçi-köylü güçleri barındıran 1923 devrimiyle sona eren Tanrı Krallıklar, görünürde tükenmiş olsa da yüzyıllar boyu bu boyunduruk altlarında teba olarak yaşayan yığınlar için değişim olgusu aynı sürette işlememiştir. Ülkelerin her birini ele almak bu yazının kapsamı açısından mümkün olmadığından biz direk kendi geçmişimize dönelim. Aynı coğrafyayı paylaşmamız bağlamından hareketle Osmanlı İmparatorluğu'na dönelim. 600 yıl boyunca Anadolu merkezli olmak üzere balkanlardan, kafkaslara, Arap Yarımadasından Kuzey Afrika'ya kadar bir nevi Roma İmparatorluğu topraklarında hüküm sürmüş, yukarıda sıralanan süreçler sonucu dağınık durumdaki Avrupa devletçiklerine ve komşu Türk-Müslüman devletlere karşı askeri anlamda büyük zaferler kazanan Osmanlı, belli bir noktadan sonra dünyadaki
gelişmelere
ve
değişimlere
ayak
uyduramayak(matbaanın
yasaklanması, ticaret yollarının coğrafi keşiflerle değişmesine karşın herhangi bir hamlede bulunmaması, ekonomik yapısını değiştirmemesi, bilimsel ve sanatsal gelişimleri bariz biçimde engellemesi) zamanla askeri gücünü de yitirerek süratli bir gerileme, çözülme sürecine girerek Batı tarafından tarih sahnesinden silinmiştir. 600 yıllık egemenliğinden geriye kalan ise üretici ve eğitimli kesimi hemen hiç olmayan, başkent İstanbul dışında gelişmişlik açısından dünyayla uyumlu tek bir bölgesi olmayan, cami-türbe-çeşmeleri saymazsak bilimsel ve sanatsal hiç bir eser veya isim bırakmamış, tek bir fabrikası veya sanayi yapısı olmayan bir posadır. Tarihsel süreçte bu geri kalmışlık konusunda getirilen sebep-sonuç ilişkileri genellikle belli temel noktalarda yoğunlaşmıştır ve matbaa konusu bunların başında gelmektedir. Batıda Kilisenin gücünün kırılmasında ateşleyici rolü bulunan ve beraberinde Aydınlanmayı mümkün kılan matbaanın, Osmanlı tarafından "Şeytan icadı" 64
olarak yasaklanması, beraberinde zaten sınırlı sayıda olan bilimsel araştırma yapma gayesindeki kurumların imha edilmesi hiç kuşkusuz "olaylar aksi yönde gelişseydi bu geri kalmışlık olmazdı" dedirtecek kadar önemlidir. Fakat değerli biliminsanımız Erdal İnönü, "300 Yıllık Gecikme" adlı kitabında konuya farklı bir açıdan eğiliyor: “Matbaa, mevcut bilginin yayılmasını sağlar, bu bakımdan çok etkilidir. Ama asıl önemli olan, insanı doğaya egemen kılan bilginin üretilme yolunun bulunmasıdır. Bu ilerleme 1600’lü yıllarda Orta ve Batı Avrupa’da, gözleme ve deneye dayanan matematiksel ifadelerden yararlanan bilimsel araştırma ve geliştirme yönteminin birkaç araştırıcı tarafından uygulanmaya başlamasıyla gerçekleşmiştir. Osmanlı dünyası ise bu yeni yöntemle hiç ilgilenmemiştir. Bilimsel araştırma yöntemi bir devlet politikası olarak Türkiye’ye ancak Cumhuriyet döneminde 1930’lu yıllarda geldi. Biz hâlâ bu üç yüz yıllık gecikmenin doğurduğu olumsuz etkileri ortadan kaldırmaya çalışıyoruz.”1 Bu yorum matbaa bu topraklara aynı dönemde gelse dahi, bu gelişmenin hakkını verebilecek bir sistemin, sosyo-ekonomik ve kültürel bir yaşantının dolayısıyla matbanın hakkını verebilecek bireylerin henüz yaşam alanı bulamamış olduklarını gösteriyor. Benzer bir eleştiri üzerinden yola çıkan Doğan Kuban, Osmanlı'da
resmin,
İmparatorlukta
heykelin,
"insanı"
anlatan
matbaanın bir
metnin
yasak bile
olmasının ortaya
ötesinde
konmadığını
söylemektedir. Bırakın Osmanlı "halkını", Padişahların dahi kişiliklerine, karakter özelliklerine inilmeden tarihe not düşüldüğünü söyleyen Kuban bunun Tanrı Kral'a (yazısında padişaha) kul olma durumundan kaynaklandığını söylemektedir.
1
Aktaran, Mustafa Balbay, Erdalizma, Cumhuriyet, 24 Mart 2011.
65
"Osmanlı'da kişi yoktur. Kul vardır. Osmanlı insanı ne resmini, ne heykelini, ne de yazılı tanımlamasını bilmediğiniz bir varlıktır. Sadece toplumsal işlevini (vezir,kadı,beylerbeyi, ağa, yeniçeri, ehl-i hırfet'ten biri) biliriz. Giysisi hakkında da çokluk yabancı ressamların çizdiklerinden bir şey öğrenmek olasıdır. En büyük sanatçımız Sinan'ın insan kimliğine ilişkin bir şey biliyor muyuz?... Osmanlı toplumu insanı merak etmemiş. Bunun nedenini anlamaya çalışmamız gerek. Bunu söylerken bu toplumun doğa ile ilgilenmediğini de fark ediyoruz. Dünya bilimine de hiçbir katkıları yok... Osmanlı'nın insan ve dünya bağlamındaki ilgisizliği bugüne de yansıyor. Biz bilim üretiminde fazla varlık gösteremiyoruz..."2 Osmanlı'nın geri kalmışlığı üzerine bir diğer klasik eleştiri de çoğrafi keşifler sonrası Osmanlı'nın elinde tuttuğu ticaret yollarını önemini yitirmesi ve imparatorluğun ciddi bir ekonomik çöküntüye uğramış olduğu yönündedir. Bu tartışmasız doğrudur ancak eksiktir, zira Osmanlı'nın yeni keşfedilen yollara oranla çok daha kısa ve pratik olan ticaret yollarının denetimini haraç almaktan öteye götürememesi, insancıllaştıramaması tüccarların uzun da olsa daha az dertli yolları tercih etmelerine sebep olmuştur. Tam da bu noktada araştırmacı yazar Erdoğan Aydın şunları söylüyor: "İşin püf noktası daha önce çok daha büyük bir dış girdi avantajı olan merkezi bir
imparatorluğun,
bu
avantajlarından
hareketle
meta
ekonomisini
yaratamamış, birilimlerini genişleyen bir üretim düzenine çevirememiş olmasıdır. Buna karşın Avrupa'nın, üstelik Osmanlı'yla kıyaslanamayacak kadar küçük siyasal yapılarına rağmen bunu başarmış olmasıdır. Bu durumda, Avrupa'da yürürlükte olan üretim tarzının, Osmanlı'dan ayrımla sanayileşmeyi
2
Doğan Kuban, Gerçeği Görmekte Neden Zorlanıyoruz?, Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, 6 Mayıs
2011.
66
doğuracak içsel bir dinamizme sahip olduğunu, buna karşın Osmanlı düzenini, devasa avantajlarına rağmen buna izin vermediğini kabul etmek zorundayız.... Dolayısıyla ticaret yollarının Anadolu dışına çıkması, tarımdaki zayıf ticarileşmeyi iyice zayıflatan artı bir faktör olarak değerlendirilmelidir."3 Yukarıdaki alıntıların hemen hepsinde sözü edilen zihniyet, sistem, yönetim yapısının ortaya çıkışı aslında bizim açımızdan geri kalmışlığın da özeti olarak görülebilir. İslamiyet öncesi Türkler, "eşitler arası birinci" olarak adlandırılan ve göreceli demokratik sayılabilecek bir yönetim biçimiyle, Kurultay Geleneğiyle yönetimlerini sürdürmekteydiler. Bu uzun vadede sürekli imparatorluklar kurmalarına engel olmakla beraber güç erklerinin tek bir kişinin elinde toplanmasına da engel olmaktaydı. Türklerin İslamiyetle tanışması ve yüzyıllar boyunca zorla İslamizasyona tabi tutulmalarıyla beraber egemenliklerini kaybeden Türkmen topluluklar, Arap ordularının askeri gücü halini aldılar. Akıncılar adı altında gayri müslim topraklara ilk gidenlerin Türkler olması Anadolu'nun ve dolayısıyla Osmanlı'nın Türk geleneğiyle şekillenmesine yok açtı. Selçuklu'nun dağılmasıyla birlikte o dönem için Batı'yla aynı yönetim şekillerine yani beyliklere(derebeyliklere) ev sahipliği yapan Anadolu, kısa sürede Osmanlı Beyliği'nin egemenliği altına girmeye başladı. Başlangıçta Kurultay geleneğinden uzaklaşmayan Osmanlı, İslamiyetten aldığı gaza geleneğini de gayri müslim Bizansa komşu olması vesilesiyle doğal olarak kullanarak diğer beylikler arasından sıyrılıp imparatorluğa doğru evrilmeye başladı. Bu süreç İstanbul'un fethiyle zirve noktasına çıktı ve Osmanlı, Roma'nın devamı olan ve çağın gerisinde kalmış Tanrı Krallık yapısıyla Bizans'ın yerini aldı. Biçimsel olarak gözüken bu durum Fatih Sultan Mehmet'in zaten zayıflayan Kurultay Geleneğini sonlandıracak olan beyliğin kuruluşundan o
3
Erdoğan Aydın, Osmanlı Gerçeği, İstanbul, Cumhuriyet Kitapları (Sekizinci Basım), 2006, s. 262.
67
gününe sadrazamlığını yapan Türkmen Çandarlı ailesini tasfiye etmesiyle birlikte içselleştirildi. Bölgesel güçlerin üretim temelli yükselmesinin önüne geçilerek merkezin ve dolayısıyla Padişah'ın yetkileri arttırıldı. Bu doğaldırki Osmanlı'nın iktidarı için doğru bir karardı ancak Batı Magna Kartayla tek bir kişinin elinde toplanan yetkileri yavaş yavaş başkalarına paylaştırırken Doğu'nun göreceli de olsa birden fazla kişinin sahip olduğu yetkileri tek bir kişide toplaması tarihsel ilerleme açısından sıkıntılı bir eylem olmuştur. Biat kültürünün yaygınlaşması, dolayısıyla kulluktan çıkamayarak bireyliğe ve beraberinde toplumsala dönüşememek bu noktadan itibaren başlamıştır. Tüm ekonomik sistemini ve gelişimini zorla gaspedilen(fethedilen) topraklar ve halktan toplanan haraçlara bağlayan bir Tanrı Krallığın Rönesans, Reform, Sanayi Devrimi ve Aydınlanmayı yaşamaması, bir başka deyişle derebeyliklere dönüşüm geçirmeyen bir kitlenin burjuvazisinin ve proletaryasının olmayışı şaşırtıcı değildir. Yazımızın başlığına referans olan "Muhteşem Yüzyılın" Osmanlı'nın en büyük ekonomik buhranını yaşadığını dönem olduğunu bilmek Viyana kapılarına erişmiş olma övüncünün gölgesinde kalsa da tarihsel gelişim o gölgede saklıdır. Günümüzdeyse geri kalmışlık ve gündemi takip eden herkesi çileden çıkartan gelişmeler ve söylemler neyseki küreselleşmiş dünyanın hemen her yerinde, özellikle Batıda görünmektedir. Sovyetler Birliği dağıldığında salyalarını akıtarak sevinenlerin ve "Tarihin-Savaşların-İdeolojilerin sonu geldi" diye çığırından çıkanların, şimdiki zamanda halkların artık ideolojiler yerine ırk, din, mezhep farklılıkları üzerine çatışıyor olmaları konusunda sessiz kalmaları manidardır. Dünyanın hemen her ülkesinde din ve etnik köken farklılıklarının kavga-çatışma-savaş sebebine dönüşmesi, tek derdi etnik, dinsel, mezhepsel farklılıkların ortaya konulması ve özgürleştirilmesi(!) olan Batı entellektüel gericiliğinin biricik eseridir. Bunun "postmodernizm" adı altında yapılması ve 68
aynı Batının insanlığın evrimine kazandırdığı Aydınlanma ve bilimsel akla küresel ölçekte savaş açmış olması ise dikkat çekicidir. Proletaryayı ve Sosyalizmi yenen Batı, geçtiğimiz yüzyılın başlarında ölmüş olan burjuvazi ve kapitalizmin yerine mutasyona uğramış bir sistem olarak, Baudrillard'ın nitelemeleriyle "Tüketim Toplumunun Sessiz Yığınlarına" dönüştürürken egemenlik alanını sistematik açıdan sürdürme gayesiyle kültürel saldırısını postmodernizm adı altında sürdürmektedir. Konuya ilgili olarak Merdan Yanardağ şunları söylüyor: " Durum böyle olunca, bir önceki çağın kültürüne, ideolojisine iltica ediliyor. Din yeniden keşfediliyor. İnsan aklı, kutsal metinlerle yeniden teslim alınmaya ve toplumlar bunun üzerinden (dinle) yönetilmeye çalışılıyor. Bu olgu günümüz dünyasında sadece Türkiye, Ortadoğu e genel olarak Güney ülkelerinde değili bir bütün olarak yeryüzünde kapsayıcı bir eğilime işaret ediyor... Tarihsel ve kategorik olarak kapitalizmi aşamayan toplumlar, 'ilerici' bir çözüm üretememenin bedelini; felsefi, ideolojik ve politik planda 'gerici dayatmalar ve 'çözümlerle' ödüyor. İnsan aklı bir önceki döneme, Ortaçağ'a iade edilmek isteniyor. Toplumlar çözülüyor; özgürlük anlayışı cemaatlerin, aşiretlerin, mezheplerin, dinsel ve etnik toplulukların serbestisine indirgeniyor... Postmodernistlerin, liberallerin ve yeni muhafazakarların aydınlanma ve modernite eleştirisi, bu tarihsel dönemi aşmayı değil, mevcut olanın, kurulu düzenin mutlaklığına insanlığı ikna etmek ve bir önceki çağın zihniyet dünyasını devralarak kapitalizmi tahkim etmek amacını taşıyor."4 Sonuç olarak insanlık tarihini çağlara ve savaşlara bölecek olursak Batı-Doğu ayrımı yapmak yerine İlericiler-Gericiler ayrımı yapmak daha doğru olacaktır. Antik Yunan, Mısır ve Mezopotamya, kendilerinden önceki dönemlere göre 4
Merdan Yanardağ, 1. Cumhuriyetin Sonbaharı, İstanbul, Destek Yayınları, 2011, s. 14.
69
insanların akla ve bilime önem verdiği, güç dengesini gözettiği ilerici bir dönem olurken ardından gelen Ortaçağ, Skolastik düşünceyle birlikte Antik dönemin tüm birikimini reddederek kitlererin düşünmek yerine sadece ve sadece dua etmelerini emretmiş ve gerici bir dönem olmuştur. Ardından gelen Aydınlanma, İslamiyetin Altın Çağı sayesinde diri tutulabilmiş Antik dönemin ilerici damarının Avrupa'ya taşınması sonucunda Rönesans ve Reformla Kilisenin ve onun dayattığı skolastik düşüncenin sonunu getirmiş, meydana getirdiği devrimler Aydınlanmayı ve Akılcı düşünceyi egemen kılarak ilerici olagelmiştir. Şuan içinde bulunduğumuz süreç ise henüz adlandırılamayacak kadar yenidir ve muhtemelen bizler bu kesin adlandırmayı yapamadan zamanımızı dolduracağız. Ancak şu bir gerçek ki bu yeni dönem tarihsel süreçte gericiliğin hanesine yazılacak bir çağ olacaktır, zira kendine entellektüel kılıf giydiren düşünceler, akla ve bilime karşı gelerek insanları teknolojiyle süslü dogmatik ortaçağ düşüncelerine yönlendirirken tarihselin aksine toplumları önce bencilleştirerek bireylere oradan da kulluğa geri döndürmeyi hedeflemektedirler. Küresel gerici güçlerin ittifakı karşısında aklımızı açık tutmalı, soğukkanlı olmalı, tarihsel birikimimizi yadsımadan ileriye dönük teorik ve pratik tezler hazırlamalıyız. Ancak bu şekilde günümüzde dillendirilen "Gerici Cumhuriyet İlerici Osmanlı" safsatasına ve küresel gericiliğin Türkiye ayağı olan Ilımlı İslam ve Yeni Osmanlıcılık oyunlarına karşı dik durabiliriz. Ancak bu şekilde ülkemizde şuan olup biten kepazeliklerle büyüyen fakat kökleri bin yıllara uzanan gerici birikimi yıkıp halkımız ve tüm dünya halkları için daha güzel bir gelecek inşa edebiliriz.
70
Kapitalist Böcekler Her Zaman Haklıdır! Melih Öncel Dogma, fikir oluşumunda akılcı düşünceden ziyade otorite talep eder... Bertrand Russell Kapitalist düşünce her zaman kendini haklı görür. Belki de diğer tüm akım ya da teorilerden en belirgin şekilde farklı olduğu noktalardan biri de budur. Sorgulamaya kapalıdır, farklı bir yola sapmaz ve yenilenmeye ihtiyaç duymaz. Kapitalist düzen her zaman haklıdır! Ve çıkarcıdır! Kendi çıkarlarını korumak adını kılıktan kılığa girer; her ortama ayak uydurur. Asla durmaz; daha da ileri gider ve içine girdiği ortamı kendi doğrularına göre değiştirmeye başlar. İnsanları etkiler ve onları kendisini hayatta tutacak şekilde yaşamaya zorlar. Ve sen tüm hayatını bu doğrular ışığında yönlendirmeye başlarsın. En sonunda unutursun... Farklı bir yolu var mıydı yaşamanın? Etrafımızda yanlış giden bir şeyler var mıydı? ...Doğru görünmeye başlar her şey; her şey ezber olur çıkar... Kapitalist sistemin bu dogma yapısı hepimizi ele geçirir. Tepeden tırnağa, tüm yaşamlar artık bu sisteme göre hareket eder. Hikayemiz, yazarın da içinde bulunduğu bir dünyada geçiyor. Böceklerle dolu bir dünya. Farklı ulusların, ırkların ya da düşüncelerin olmadığı; sadece tek tipte böceklerin yaşam sürdüğü küçük bir dünya. Elbette farklı karakterler de var bu dünyada. Yazarımız, hikayenin kolay anlaşılır olması için böcekleri karakter özellilerine göre adlandırmaya karar veriyor. Örneğin en yaygın olan böcek tipine “tek-doğru böceği” ismini veriyor. Bu karakter yapısındaki böcekler, hayattaki tek doğrunun her zaman kendileri olduğunu düşünür ve buna sonuna kadar inanırlar. Kendilerinden sonra ise sevdikleri insanlar ve onların doğrularını savunmaya değer bulurlar. Hikâyemizdeki tek-doğru böceği uyanıyor ve banyoda aynaya bakıyor. Aynadaki görüntüsünü o kadar beğeniyor ki! Çok yakışıklı ve karizmatik. Yeni aldığı kıyafetleri geçiriyor üstüne. Daha da çekici hissediyor kendini. Bu dünyadaki kıyafetler ve moda anlayışı her zaman aynı tasarımcı böcekler tarafından tasarlanıyor olsa da, o kendini hemcinslerinden biraz daha üstün 71
görüyor. Son hazırlıklarını da tamamladıktan sonra işe gitmek üzere evinden çıkıyor. İşte yeni bir gün daha. Yazara göre birbiri ile aynı olan diğer günlerden hiçbir farkı yok. Zaten artık günler arasında bir fark olup olmadığı sorgulanmıyor bile. Bu dünyada ekonomik düzen “kapital böcekler” tarafından düzenleniyor ve yönetiliyor. Geriye kalanlar, kapital böceklerinin belirlediği iş tanımları içinde (ya da dışında –başka bir değişle onlar ne derse-) onu yapıyorlar. Kapital böceklerinin gücü banka hesaplarındaki para arttıkça daha da artıyor. Bu güç, onların kendi doğrularını etraflarına daha da baskıcı bir şekilde kabul ettirmelerine ve kendilerini sorgulanamayacak bir konuma getirmelerine yardımcı oluyor. Yazarımızı bu hikâyeyi anlatmaya iten sebep ise kendisini artık sadece tekdoğrular ile çevrelenmiş olarak hissetmesidir. Nereye baksa sosyal yaşantıda kimseyi umursamadan hareket eden bu böcekleri görür. Kurallar onlar için önemsizdir ve diledikleri gibi hareket etmelerini engelleyici hiç bir koşul adeta yoktur. Sosyal veya kurumsal değerler toplum tarafından yaratılmış olmanın yerine sanki başkaları tarafından yönlendirilmiştir. Böcekler hayatlarını adeta bir katalog üzerinde yaşarlar. Davranışları, âşık oldukları insanlar ya da geleceğe dair planları ve hayalleri bireysel olmaktan çok ana görüşe odaklı belirlenmektedir. Yine de her şey o kadar da iç karartıcı değil. Yazar, çevresinde hayatlarını devam ettiren farklı düşünce yapılarının da olduğunu bilmekte. Bu karşıtböcekler her şeye rağmen farklı bir hayat arama düşüncesiyle başlarlar her yeni güne. Okur, tartışır, karşı çıkar ve fikir üretirler; romantik bir biçimde hayalini kurdukları yaşama kavuşmak için. Buna rağmen hayatta kalmak için birer işe gereksinimleri vardır. Tıpkı hikâyemizdeki karşıt-böceğin sadece yaşama tutunmak için hayallerini bir kenara bırakıp kapital-böceklerden birinin bünyesi altına girmesi gibi. Tek-doğru çalıştığı binanın önünde karşıt-böceğe rastlıyor. Pek hoşlanmıyor bu yeni tipten. Öncelikle dış görünüşü modern yaşamın standartlarına hiç de uymuyor. Küçümser bakışlarla bu eski tasarım kıyafetleri nerden bulduğunu merak ediyor. Sadece dış görünüşüyle bile saygıyı hak etmiyor diye düşünüyor. Ve tek-doğrunun karşıt-böceği tamamen yok sayması ve konuşmaya değer bulmaması için bu yetiyor. Ama yine de aynı yerde çalışmak durumundalar ve zoraki bir şekilde selamlıyorlar birbirlerini. 72
Günün sonuna doğru “kapital” tüm çalışanları bir araya topluyor ve onlara çalışma saatleri ve günleri ile ilgili olarak yaptığı yeni düzenlemelerden bahsedeceğini söylüyor. Bugüne kadar çalışma koşulları ile ilgili bazı sorunlar olduğunu kabul ederek söze başlıyor. Kendinden emin bir şekilde herkesi mutlu edecek bir takım düzenlemeler yaptığından bahsediyor. Yeni düzenlemeden bahsederken kimse sesini çıkartmıyor –yazar bugüne kadar kapitale karşı kimse sesini çıkartmış mı bilmiyor-. Çoğu çalışma ortamı gibi burası da genelde tek-doğrularla dolu. Ancak yine de birkaç tane karşıt var ve hikâyemizde ki karşıt böcek artık dayanamayacağını hissediyor. Peşinden kimse gelir mi bilmiyor ancak bir şeyler söylemek zorunda olduğunu hissediyor. Neredeyse kapitalin sözünü kesip başlıyor konuşmaya. Yapılan değişikliklerin yeterli olmadığından bahsediyor ve eksik kalan yönlere dikkat çekiyor. Tek-doğrular şaşırmış halde görünüyorlar. Ama kapital hiç de hazırlıksız yakalanmışa benzemiyor. Öncelikle bu ilk dalgayı sakince geçiştirmeye çalışıyor ve kendi bildiği doğruda cevaplar veriyor. Bunları yeterli görmemiş olacaklar ki iki üç karşıt daha söze atlıyor ve tartışmaya katılıyor. İşte bu nokta da kapital sinirleniyor. Artık sakin bir tavır sergileyemiyor. Ses tonu yükseliyor ve diğerlerinin konuşmasına fırsat tanımadan arka arkaya bir dizi neden sıralıyor ve örnekler veriyor. Kapitalin verdiği örneklere sadece daha önceden yapılan yanlış uygulamalardan ibaret. “10 yıl önce” diyor, “10 yıl önce bu koşulların hayalini bile kuramazdınız!”. Yeni talepler karşısında iyice sinirleniyor ve devam ediyor. “Bu koşulları siz kabul ettiniz. Ve şimdi gelip şikâyetçi oluyorsunuz! Burası bir işyeri ve çalışmak zorundasınız!”. Bu söylemler normal bir bireyi daha da kızdırmalı diye düşünüyor yazar. Eski ve yanlış bir uygulama üzerinden savunma yapmak ve bu konuda ne kadar da haklı olduğundan bahsetmek yetmezmiş gibi diğer tüm herkesi zorlayıcı bir tavırla şükretmeye yöneltmesi kabul edilemez görünüyor. Ancak kimseden ses çıkmıyor. Bu sabah ayna karşında kendini beğenen tekdoğru söze giriyor. Kapitalin ne kadar da haklı olduğunu ve daha fazlasını istemenin doğru olmadığı dile getiriyor. Yazar bu noktada midesine giren ağrının bu düzene karşı olan sinirden mi yoksa bu tek-doğrunun yaptığı yalakalıktan mı olduğunu tam kestiremiyor. Ancak bu sözlerden daha fazla bir şey de ortaya koyan olmuyor. Kimseden ses çıkmıyor. Kapital arkasına bile bakmadan çekip gidiyor.
73
Kapitalist düzen sorunlarını hep işçi sınıfına yüklemiştir. Her zaman yukarıdan aşağı doğru itilmiştir sorunlar. Bu düzenden pay alanlar, aldıkları paydan en ufak bir parça bile kaybetmek istemezler. Zengin daha da zenginleşir, fakir daha da fakirleşirken ne yazık ki bizler sesimizi çıkartamaz ve bize biçilen rolde yaşama tutunmaya çalışırız.
74
Evvel Zaman İçinde Can Ceylan -Türkan Saylan’a, Ersin Arslan'a ve yitirdiğimiz tüm değerlereYiğit insanlar vardı Toprağına sevda eken Hür kandılar, Türkan’dılar Arslan’dılar, İnan’dılar, Çoğaldılar Deniz kadar Memleketti her şey Onlar için Kavgaydı Uyku tutmaz geceleri Karaydı Budaktan sakınmadıkları gözleri Razıydı Taşın altına girmeye elleri Bu yüzden dalgalanırlar Yüreğimizin başkaldıran yerinde Bu yüzdendir Mayıslarda Başımıza taç etmemiz “Gülünün solduğu akşamlar” Acılara yığılıp Kırmızı gül dikmemiz…
75
Sanatçı Niçin Konuşur? Süleyman Çete İlgi alanlarına giren konularda sanatçılar, çekinmeden bazen riski de göze alarak konuşurlar. Bu konuşmaların bedellerini ağır cezalarla ödediklerine de şahitiz. Onların bu sabırsız çıkışlarını, toplumda gündeme girebilmek için olay çıkaranların tavırlarına benzetenler de vardır. Kendilerine özgü yaratılışlarını bilmeden, sanatçıların konuşmalarını sağlıklı bir şekilde yorumlayamayız. Sanatçılar; özel yeteneklerle donatılmış olarak doğan, toplumda sanıldığından az bulunan farklı insanlardır. Diğer insanlardan daha duyarlı, ileriyi görebilen, sezgi gücü ve yaratıcı zekâ avantajları ile çağın ilerisinde yaşarlar. Sanatçılar, sadace yaşadıkları topluma değil, tüm insanlığa ışık tutan kişilerdir. Bu özellik onlara evrensel olmanın sorumluluğunu da yüklemiştir. Onlar ayrıcalıklı kişilikleriyle daima topluma önder ve örnek olurlar. Özel yaşamları ile topluma örnek olamayan sanatçıların ise sadece sanatları kabul görmüştür. Sanat, sanat için yapılmakla birlikte dışarıya vurulunca toplumla paylaşılır hale gelir. Arı da balı kendisi için yapar. Biz o balın çoğunu toplum için kullanır, çok azını arıya bırakırız." Bal." dendiğinde artık arı değil, değerli bir besin maddesini hatırladığımıza göre, sanatı da toplumdan ayıramayız. Sanatçının önemli özelliklerinden biri de kendi iç dünyasını dışarıya vurma arzusudur. Bu arzu tatmin edilmezse sanatçı bunalıma girer, yaşayamaz. Bu nedenle sanatçılar sürekli üretirler. Böylece iç dünyalarını dışarıya vururlar. Üreterek boşalır ve rahatlarlar. Yaratıcının verdiği bu özellik olmasaydı, her türlü riske rağman sergilenen fikirlerden mahrum kalacaktık. İşine geldiği gibi yazıp çizen, suya sabuna dokunmadan yaşayabilenlerin sanatçılığı tartışılır. Uygar toplumlar, yukarıda belirtilen özelliklerinden yararlanmak için sanatçılara özgürlük tanırlar. Gerçekten de bu çok akılcı bir yol. Ancak yönetimler de "sapla- samanı" ayırabilecek yeteneğe sahip olmalı ki; Yanıltmalar olmasın. Günümüzde, gerçek sanatçılardan çok, sanat şarlatanlarının konuşuklarını teşhis edebilmeliyiz. Kaynak:Yukarıdaki metin 20.YY. sanat felsefesi ve estetik verileri ışığında hazırlanmıştır. 76
“Yastık Adam”ın Çocuk Kehanetleri
Semra Polat Yazan: Martin Mc DONAGH Çeviren: Yusuf ERADAM Yöneten: İlham YAZAR Dekor Tasarımı: Zeki SARAYOĞLU Oyuncular: Tolga TEKİN, Mesut TURAN, Murat ÇİDAMLI, Buğra KOÇTEPE Çocukluğu öldüren, öldürürken düşündüren masumane bir şenlik tasviri olarak ‘’YASTIK ADAM’’ Ne zaman hayatın çetrefilli ve kaotik durumundan kurtulmayı istesek, dilimize pelesenk olan en elzem laflardan biridir ‘’keşke çocukluğuma geri dönebilsem!’’ Ya da ‘’keşke çocuk kalabilseydim’’ ‘’Yastık Adam’’ tam da bu konuların ele alındığı dahiyane bir başyapıt. Orijinal adı The Pillowman olan oyunun yazarı İrlandalı Mc Donagh. Oskar ödüllü film yönetmeni ve senaristi Mc Donagh, 2003’te kaleme aldığı Yastık Adam oyunuyla 2004 Laurence Olivier Award’ta ‘’En İyi Oyun’’, 2005 New York Drama Critics’te ise ‘’En iyi Yabancı Oyun’’ ödülü kazanmış. *** Oyun Afişi: ‘’Hayal gücünün sınırlarını zorlayan bir yazar! Yazılan öykülerde kurgu ve gerçek karışıyor. Bu öyküler çocuklarınıza okumak isteyeceğiniz türden olmayabilir. Sanat, zekâ, polis şiddeti, çaresizlik ve masumiyet çatışıyor! Dengeler üzerine soluksuz izlenecek bir polisiye gerilim.’’ Baharın yaz havasını aratmadığı 14 Nisan günü, birkaç arkadaş bir araya gelerek AKÜN'de sahnelenen Yastık Adam oyununa gittik. Ankaralılar bilir; AKÜN sahnesi mekan olarak oyun seyirliği için en ideal yerdir. Tolga Tekin, Mesut Turan, Murat Çidamlı, Buğra Koçtepe'nin oynadığı oyun saat 20.00'da başladı. Koltuklarımıza oturduk ve oyunun başlamasını bekledik. Karanlık sahnede başlayan oyun, sislerin sahneyi kaplamasıyla birlikte başlamış oldu.
77
Oyun Hakkında Oyun kahramanı Katurian öykü yazarıdır. Yaşadığı şehirde tıpkı yazdığı öykülrle örtüşen şekilde öldürülen çocuk cesetleri bulunur. Katurian sorgu sırasında masum olduğunu ne kadar savunsa da, dedektif Tupolski ile polis memuru Ariel kendisine inanmazlar. Katurian, aile içi şiddeti ve bu şiddetin toplumsal yansımalarına dikkat çekerken, izlekleri de kendi iç sorgularına doğru uzun bir yolculuğa çıkarıyor izleyiciyi. Şiddetin nerede başladığına, anne babaların yanlış davranışlarının çocukları ileride nasıl azılı birer katile dönüştürdüğüne tanık oluyoruz oyunu seyrederken. Yastık Adam, izleyenleri tam anlamıyla içine çeken, epik, gerilimlere sokan ve çocukluk hesaplaşmalarına geri döndüren bir zaman makinesi gibiydi. Oyun afişine neden 13+ kriterini koyduklarını o zaman anlamış olduk. Oyun, şiddet karşıtı olduğu halde ironiyi en iyi şekilde içinde barındırıyordu. Katurian, oyunda çok sayıda öykü okudu ve bu öyküler polislerin insanları korkuttuğu, totaliter devlet otoritesinin insanları nasıl birbirinden ayrıştırdığını ve ötekileştirdiğini izleklere gösterdi. Oyunun en can alıcı sahnesi ise, bacaklarından askıya alınan Murat Çidamlı’nın dakikalarca baş aşağı vaziyette öykü anlatması idi. Murat Çidamlı, Yastık Adam’da performansının doruklarında, profesyonel bir oyunculuk sergiledi. Oyunun adının neden ‘’Yastık Adam’’ olduğunu ise seyrin ortalarına kadar anlayamadık. Zira isim başlığı hakkında oyunda geçen en ufak bir emare ve belirti bulunmamaktaydı ta ki Katurian, kardeşi Michal’e Yastık Adam öyküsünü anlatana kadar: ‘’Bir varmış bir yokmuş… Bir adam varmış, normal insanlara benzemiyormuş. Üç metre boyundaymış… Ve o pofuduk pembe yastıklardan yapılmışmış; kolları yastıkmış, bacakları yastıkmış, bütün vücudu yastıklardan yapılmaymış; parmakları minik minik yastıkmış, başı bile yastıkmış, kocaman yusyuvarlak bi’ yastık. İki tane düğme gözü varmış., bir de ağzı varmış, her daim gülümsüyormuş ve dişleri görünüyormuş hep, onlar da yastıkmış. Küçük beyaz yastıklar. Yastık Adam böyle görünmek zorundaymış, yumuşak ve güven verici görünmeliymiş, işi yüzünden. Çünkü işi çok üzücü ve çok zor imiş… Yastık Adam’ın işi çok acıklıymış çünkü Yastık Adam’ın işi…’’ *** 78
Yastık Adam sadece bir oyun değil aynı zamanda Mc Donagh’ın edebiyat, sanatın kalıcılığı ve gücünü yan tema olarak izleyenlere sunduğu harika bir başyapıtıdır. Zira Mc Donagh’a göre ‘’Hayat kısa ve acımasızdır. Ama öykülerin (edebiyatın) sonsuza kadar yaşama şansı vardır.’’ Sanatçı ahlaki açıdan kusursuz değildir. Onun da zaafları vardır; o da suç işleme potansiyeline haizdir. ‘’Sanatçıya üzerinden kalkamayacağı anlamlar yüklenmemelidir’’ mesajı da veriliyor Yastık Adam ‘da. Oyuna dair çok fazla sır vermeyeceğim zira oyunun sihri kaçabilir... Bu itibarla; Otoriteyi sorgulayan her kalıcı eser erkler için tehlike arz eder. Çünkü okuyan, sorgulayan, seyreden, dinleyen bireyler düzenin içindeki çapraşık hadiselere başkaldırır ve direnmeye başlar. Görünenin altındaki asıl gerçeği kavrayan bireylerden oluşan toplumlar, egemen iktidarlar için her zaman tehlike arz ederler. Bu nedenledir ki; tarih boyunca bilim adamları, filozoflar, düşünürler, bilim adamları ve sanatçılar biteviye sansürlenmiş, dışlanmış yok edilmişlerdir. Oyun bittiğinde bütün salon ayağa kalkarak dakikalarca alkışladık. Oyunu en önde seyretmenin keyfini çıkarırken, aksiyon dolu oyundan çıktıktan sonra iki gün boyunca üzerimdeki gerginliği atamadım. Düşündüren, düşündürürken sorgulayan ve kimi zaman güldüren muhteşem bir oyundu. Son zamanlarda seyrettiğim en iyi oyunlardan biriydi ve çok nadir olarak rastladığımız şekilde büyün koltuklar doluydu. Oyuncuları, sahnesi, makyajı, efektleri, kurgusu ve izlekleriyle harikalar yaratan bir oyun seyretmenin inanılmaz hazzını yaşattı Yastık Adam. Kapalı gişe oynamasına şaşmamak lazım. Gerçi sahneyi dolduran sis dumanı benim gibi bir astım hastasını günlerce öksürttü. Sisi biraz daha az kullansalar iyi olur derim. Murat Çidamlı’nın usta oyunculuğu ile NHKM (Nazım Hikmet Kültür Merkezi) Tiyatro Atölyesi’deki hocalığından dolayı da ayrıca kutluyorum. Daha nice güzel başarılara…
79
kaçmak için bir sebep Gökhan Soysal Yağmurdan sonra toprak Senden sonra yalnızlık kokusu Yağmur yağar hani toplanmıştır zaten kapkara bulutlar yavaş yavaş ıslanmak güzel dersin ama yağmur yağar aniden bardaktan boşanırcasına beklenmeyen anilikte ıslanıp kaçmak için bir sebep yokken ortada kaçamazsın ya sırılsıklam ıslanmaktan Seni görünce yalnızlığımdan kaçamıyorum ben de
80
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir.
***
81
Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: “Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!” Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz…
*** Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli…
82
Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister… Not: Mustafa Balbay tutuklu olduğu için bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Sayın Serdar Kızık’ın izniyle yayınlıyoruz.
83
azizm.sanat@gmail.com www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
84