[Belgeden bir alıntı veya ilginç bir noktanın özetini yazın. Metin kutusunu belge içinde herhangi bir yere konumlandırabilirsiniz. Kısa alıntı metin kutusunun biçimlendirmesini değiştirmek için Metin Kutusu Araçları sekmesini kullanın.]
Azizm Sanat E-Dergi Nisan 2008 Sayı 6
Jim Sheridan Filmlerinde Daniel Day-Lewis
Dizeleriyle Murathan Mungan
Sabahattin Ali ve Sarhoş
1
Editörden Cumhuriyetle birlikte Aydınlanma Devrimini yaşamış güzel Anadolu’muzda, Aydınlanma Bilgesi İlhan Selçuk’a yapılanlar son derece düşündürücüdür. Geldiğimiz noktada aydınlanmacı her bir bireye daha büyük işler düşmekte. Azizm olarak, karanlığa karşı sanat cephesinde duruşumuzu kararlılıkla sürdürdüğümüzü belirtmek isteriz. Bu ay büyük edebiyatçımız Sabahattin Ali’nin katledilişinin 60. yıldönümü. Aydınlarımıza, sanatçılarımıza yapılan hain saldırılardan ilki olma özelliği taşıyan bu korkunç olayın üstünden 60 yıl geçmiş olmasına rağmen günümüzde de aydınlarımıza yapılanlar ortada. Sayfalarımızda Türk Edebiyatının büyük isminin, Sarhoş adlı öyküsü üzerine bir çalışmayı bulabilirsiniz. Ayrıca bu ay sizlerle iletişimimizi daha da etkileşimli hale getirmek amacıyla forum bölümümüzü açmış bulunuyoruz. Bundan böyle sitemiz üyeleri istedikleri konuda görüşlerini, eleştirilerini bizlerle paylaşabilecekler ve de sitemizin gelişiminde söz hakkına sahip olabileceklerdir. Bu ay şiir bölümümüzde ise çok yönlü sanatçımız Murathan Mungan’ın dizelerini sizlere sunuyoruz. Sinema yazılarımızda ise Clint Eastwood’un etkileyici filmi Million Dolar Baby üzerine ödüllü bir makaleyi bulabilirsiniz. Ayrıca geçtiğimiz Şubat ayında En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını alan ünlü oyuncu Daniel Day-Lewis ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ını alan Javier Bardem hakkında detaylı incelemeleri sayfalarımızda bulabilirsiniz. Diğer sinema yazılarımızda İspanyol yönetmen Pedro Almadovar hakkında çalışmanın ikinci bölümünü, efsanevi oyuncu Robert De Niro’nun kelimenin tam anlamıyla döktürdüğü Raging Bull filmi hakkında yazıyı ve başrolünü Nicholas Cage’in oynadığı Lord of War filmi üzerine politik bir incelemeyi sizlere sunuyoruz. Elbette deneme yazılarımız da bu ay yine sizleri beklemekte. Ayrıca video, sergi, fotoğraf ve karikatür bölümlerimizde, yeni çalışmalarla karşınızda olduğumuzu da belirtmekteyiz. Azizm olarak sanatın, sanatçının, aydınlanmanın yanındaki duruşumuzun ilerleyen zamanlarda daha da güçleneceğini şimdiden siz sanatseverlere duyuruyoruz. Aydınlık üzerinizde olsun dostlar. 2
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
Ön Kapak: Babam İçin (1993) – Jim Sheridan Arka Kapak: Milyonluk Bebek (2004) – Clint Eastwood
3
İçindekiler Savaş Tanrısı’nın Mabedi – Onur Keşaplı
s.5
De Niro ve Raging Bull – Caner Uğur Lermi
s.11
Boks Üzerine Bir Film: Milyon Dolarlık Bebek – Burçin Can
s.15
Paralellikler Sineması Yönetmeni Pedro Almadovar 2 – Ceyda Şahinoğlu
s.24
Jim Sheridan Sinemasında Daniel Day-Lewis – Onur Keşaplı
s.31
Bir Sabahattin Ali Öyküsü: Sarhoş – Utku Aktunç
s.46
Dizeleriyle Murathan Mungan – Duygu Yılmaz
s.53
Karalamalar – Gökhan Baykal
s.62
Ayrışma, Kutuplaşma, Bölünme (karikatür) – F. Utku Deniz
s.64
Kayıp Sesini Bulma Baladı – Duygu Yılmaz
s.65
4
Savaş Tanrısı’nın Mabedi Onur Keşaplı
Geçtiğimiz Mart ayının 7’si ve 8’inde gazetelerin dış haber sayfalarında, belki de birçoğumuzun gözünden kaçan küçük bir haber vardı. Haberin içeriği, ölüm taciri lakaplı Viktor Bout’un silah kaçakçılığı suçundan Tayland’da yakalandığı şeklindeydi. Kim olduğu hakkında en ufak bir fikrimiz olmayan bu şahıs, 2005 yılında ülkemizde de ses getiren Andrew Niccol’un yönettiği Lord of War filminde, Nicholas Cage’in canlandırdığı Yuri Orlov’un ta kendisidir. Masum olduğunu iddia eden bu şahısın hayatından yola çıkarak çekilen bu belgesel-vari yapıt, yönetmen senarist Niccol’un dünyada hâkim olan düzene dair muhalif bir tavrı olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Senaryosunu yazdığı ve başrolünü Jim Carrey’nin oynadığı The Truman Show’da, medya ve tüketim toplumuna son derece güçlü eleştirilerde bulunduğunu hatırlıyoruz Niccol’un. 5
Burada kurmaca bir senaryodan çok gerçek bir hayat hikâyesine yaslanan yönetmen, eleştirisini de daha açık ve direk olarak yansıtmaktadır izleyiciye.
“Yuri Orlov” rolüne Nicholas Cage ve Viktor Bout Özellikle Soğuk Savaş sonrası oluşan “dengesiz” dünya düzeninde gücüne güç katan silah tüccarlarının ve şirketlerinin üzerine eğilen film, yukarıda da belirttiğimiz gibi belgesel tadında bir anlatıma sahiptir. Filmin başlangıcında boş kurşun kovanlarının üzerinde adeta kayarcasına ilerleyen kamera, bizleri bunların tepesinde, sanki görüntüdeki her şeyin efendisiymiş gibi duran “Savaş Tanrısıyla” baş başa bırakır. Nicholas Cage’in canlandırdığı Yuri Orlov karakterini ilk kez gördüğümüz bu sahnede, yönetmen kamerayı göz hizasına getirir ve karakterin gözlerimizin içine bakacak şekilde bizimle konuşturarak izleyiciye filmin bir kurmacadan öte gerçeklerden bahsedeceğini hissettirir. Orlov’un sözleriyle birlikte karakterin nasıl biri olduğunu hemen anlarız. Dünyada beş yüz elli milyon ateşli silah bulunduğunu ve her 12 kişiden birine silah düştüğünü söyleyen Orlov, tek sorunun kalan 11’i nasıl silahlandırmak olduğunu belirtir. Ve hemen sonrasında yönetmen kamerasını bir kurşunun yolculuğuna çevirir. Uzun ve ilgi çekici bu sekansta kurşunun yapım aşamasını, namluya uzanana kadar geçirdiği “zorlu” yolculuğu ve sonunda üretilme amacına uygun olarak Afrikalı çocuk askerlerden birinin kafasına ulaşmasını görürüz. Yönetmen, bu ilgi çekici ve dehşet verici karede müzik seçimi olarak görüntülere tümüyle zıt koşan keyifli bir şarkı kullanmıştır. Filmin ilerleyen bölümlerinde de bu tercihi görürüz. Örneğin Orlov’un dünyanın en kanlı ününe sahip piyade tüfeği kalaşnikof’un özelliklerini uzun uzun anlattığı bölümde yönetmen, Tchaikovsky’nin dünyaca ünlü Kuğu Gölü balesinin derin duygusal tonlarını kullanır. Adeta Orlov ve kalaşnikof arasındaki derin duyguları ya da O’nun silaha duyduğu hayranlığı gözler önüne sermektedir bu müzik seçimi. İkinci Dünya Savaşı’nda Alman otomatik tüfekleri karşısında bağımsızlıklarını kaybetmeye yaklaşan Sovyet askerlerinin, bir daha bu duruma düşmemeleri ve vatanlarını daha güçlü savunabilmeleri için kendiside bir gazi olan 6
Kalaşnikof’un kendisi bile ürettiği bu silaha karşı bu kadar hayranlık duymamaktadır. Yine bir diğer sahnede Orlov’un en büyük rakibini öldürdüğü ki bu O’nun “temiz” ellerinin ilk defa kirlenmesidir, adeta kırılma noktası yaşadığı andan sonra yine yönetmen oldukça neşeli bir müzik tercihinde bulunmuştur. Bu zıt anlamlar içeren müzik kullanımı akla Stanley Kubrick’in belki de en sarsıcı filmi olan Full Metal Jacket’ı hatırlatır. Orada pompalı tüfekle intihar sahnesi, gerilimin doruk noktasına ulaştığı bir andır ve Kubrick bu gerilimi an ve an işleyerek izleyiciyi tümüyle olayın içine sokmuştur. Böyle bir sahnenin hemen ardından gelen bölümde ise oldukça neşeli bir müzik ve komik derecesine kadar uzanan fahişe pazarlığını görürüz. Andrew Niccol’un yer yer başvurduğu bu tarz sinemasal öğeler filmi belgesel olmaktan kurtarmaktadır. Yine bu öldürme sahnesinden sonra Orlov’un girdiği yarı gerçek atmosfer “sinema” filmi izlediğimizi bizlere hatırlatacak kadar ustaca işlenmiştir. Soğuk mavi tonlar eşliğinde Orlov, kendi barutuyla kafayı bulmuş bir şekilde ilerlemektedir Afrika’nın keşmekeş ortamında. Bu sahnelerde kâbuslar da vardır ancak en etkileyici olan kısımları iki küçük kız ve iki vahşi sırtlanla yüzyüze geldiği bölümlerdir. Kızlardan biri “Beyaz adam bilir O’na sor” diye seslenir ve Beyaz adamın bilmesi beklenen şey diğer kızın muhtemelen çatışmalar sonucunda kaybettiği kolunun bir daha uzayıp uzamayacağıdır. “Beyaz adam”ın Afrika’da yaptıkları ve yaptırdıklarının küçücük ve masum örneği üzerinden yönetmen, emperyalist politikalara ve elbette Yuri Orlov’a sert bir darbe indirir. Çünkü filmde tüm bunların vücut bulmuş halidir O. Devamında neredeyse leşe dönüşmek üzere bir halde olan Orlov iki sırtlanla karşılaşır. Sırtlanlar muhtemel bir ziyafetten vazgeçerler çünkü Orlov bedenindeki insanoğlu, acımasızlığı ve vahşiliğiyle leşinden dahi uzak durulması gereken bir yaratıktır adeta.
7
Yönetmenin ısrarla politik olmadığını sadece gerçekleri gözler önüne serdiğini söylediği bu film, ister istemez ideolojik göndermelerle doludur. Bunlardan birçoğu filmin kendisi belgesel tadında olduğundan apaçık ortadadır. Ancak bazıları satır aralarında kalabilecek detaylardır. Onlardan biri, bizleri film boyunca vahşetiyle ve dengesizliğiyle ürperten Liberya diktatörü Baptista’nın seçimlerde hile karıştırdığı için batılı devletlerce sıkıştırılmasına isyan ederken verdiği cevaptır. Bu konuyu Orlov’a anlatırken gazetelerden bir haberi gösterir ve haberde Amerika’nın 2000 yılındaki başkanlık seçimlerinde Bush’un Al Gore’u Florida’da şaibeli bir şekilde yenmesini görürüz. Baptista bundan sonra Amerika’nın kendisine demokrasi dersi veremeyeceğini belirtir. Yönetmen burada, küçük de olsa Bush’a ve batının ikiyüzlü politikalarına karşı duruşunu belli eder. Bir diğer politik durum ise Ethan Hawke’ın oynadığı dürüst ve idealist İnterpol Ajanı Valentine’nın karakterinde yansıtılır. Orlov’un peşinden ayrılmayan Valentine bütün suçları apaçık ortadayken Savaş Tanrısını yakalayamaz. Sebep olarak yasalardaki açıklar gözükse de sistemin işine yaradığı sürece hiçbir suçluyu kendi güvenlik teşkilatı olan İnterpol’e teslim etmeyeceği gerçeğidir işin aslı. Tüm bunların dışında filmde “insan”ın ta kendisinin ve bu dünyada kaybedişinin işlenmesini görüyoruz. Bu durumu karakterler üzerinden yoğun bir şekilde anlatmaktadır yönetmen. Örneğin Orlov’un eşinin, kocasının ne işler yaptığını öğrendiği ve O’nu bunlardan vazgeçirmek üzere dil döktüğü sahnede kurduğu cümle anlamlıdır. Karşısında istediği hayata, kadına, paraya her şeye ulaşmış “başarılı” bir koca dururken, işinde, genel olarak hayatında başarısız olduğunu ancak “insanlığında” başarısız olmayacağını dimdik bir ifadeyle söyler. İnsanlığın beyazperdede işlenişinde, Orlov’un kardeşi Vitaly’i canlandıran Jared Leto’nun performansı filmin zirve 8
noktalarını oluşturmaktadır. Filmin başlarında, çalıştığı mutfağın girişine köpeği olmadığı halde “Dikkat Köpek Var” tabelası astığı için abisi tarafından alaya alınan Vitaly, o tabelanın kendi içindeki köpeği yani hayvanı unutmaması ve insan olmaya devam etmesi anlamını taşıdığını söyler. Her insanın içinde bulunabilen kötülükle mücadele etmek isteğini hissettiğimiz bu karakter abisi tarafından “insanın temel ihtiyaçlarını karşılama” adına kötülüklerinin bir parçası haline getirilir. Ancak ne var ki Vitaly, abisi Yuri gibi bu işte tutunamaz çünkü o Savaş Tanrısı değil İnsandır. Beyrut’taki bir sahnede küçük çocukların kurşuna dizilmesini gören Vitaly, şoke olmuş gözlerle olaya müdahale etmek isterken abisi uçuşan paracıklarını toplamakla ve kardeşine bunun onların savaşı olmadığını anlatmakla meşguldür. İlerleyen süreçte Yuri, işinde soğukkanlı bir şekilde uzmanlaşırken kardeşi uyuşturucu bağımlısına dönüşüp çözülmeye başlamıştır. Bu süreçte abisini “sattıkların insanın içini öldürüyor” diyerek uyarmak ister. Hatta kendisini insanlığın karanlık yüzünde duran abisinden kurtarmayı da başarır. Ancak tekrar aklına giren Yuri sonuç olarak kardeşinin ölümüne sebep olur. Ne ilginçtir ki Yuri’nin geçici de olsa yakalanmasına neden olan kanıt, kardeşinin ölü bedeninde duran, Savaş Tanrısının kurşunudur. Yönetmen, günümüz değerlerinde insan olmanın nasıl ezildiğini, başka bir karede son derece etkileyici bir şekilde verir. Noel akşamıdır ve Yuri’nin oğlu ilk adımını atar. Ancak Orlov bunu görmez çünkü o sırada televizyonda Gorbaçov Sovyetler Birliğinin dağıldığını ilan etmektedir. Savaş tanrısı için inanılmaz bir fırsattır bu ve oğlunun adımını görecek hali yoktur. Günümüz dünyasında, bir insanın ömründe atacağı en küçük ama önemli adım bir silah tüccarının atacağı en önemli adım altında ezilmektedir.
Antik Yunan’ın Savaş Tanrısı Ares’i herkese özletmeyi başaran günümüz Savaş Tanrılarının mabedine dönüşen dünyamızda, Lord of War filminde Orlov’un “Barış görüşmeleri olabilecek en kötü şey” demesi normaldir. Zaten filmin sonunda gördüğümüz üzere dünyanın en çok silah ticareti yapan 5 ülkesi, Amerika, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’in, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyeleri olmaları Orlov’un korktuğu şey olan barışın 9
gerçekleşmesini neredeyse imkânsız kılmakta. Film hakkında olumsuz olarak bahsedebileceğimiz en önemli detay, amacını ve muhalif duruşunu net bir şekilde ortaya koysa da Yuri Orlov karakterini sempatik ve ilgi çekici göstermesidir. Bu konuda yönetmenin bir söyleşide bahsettiklerine kulak vermeliyiz. Filmde gösterilecek silahlara ulaşabilmek için gerçek silah kaçakçılarıyla muhatap olan Andrew Niccol’un onların oldukça keyifli ve neredeyse iyi insanlar olduklarını utanarak söylemesi, gerçekçi bir film yapmak isteyen yönetmenin tanık olduğu kaçakçılardan yola çıkarak keyifli bir Orlov portresi çizmesine sebep olmuştur. Filmde Orlov’un kendisini kurtaran sistemle ilgili kurduğu cümleler önemlidir. “Beni bugün kurtarmaları yarın günah keçisi seçmeyecekleri anlamına gelmez” ve “Ben giderse yerime bir başkası gelir” diyalogları akla Victor Bout yakalandığına göre yeni “Savaş Tanrımız kim?” sorusunu getirmektedir. Bu ay değişiklik yapıp kitap yerine Michael Moore’un Oscar Ödüllü belgeseli Benim Cici Silahım’ı, silahsız bir dünyanın hayal olmaktan çıkacağı günleri görme özlemiyle, siz sevgili sanatseverlere tavsiye ediyorum.
10
De Niro ve Raging Bull Caner Uğur Lermi
“Kızgın Boğa” filmi Robert De Niro için önemli bir filmdir. Bu filme baktığımızda Robert De Niro’nun oyunculuğunu da anlamış oluruz. En iyi erkek oyuncu Oscarını, orta sıklet boks şampiyonlarından Jake La Motta'nın fırtınalı yaşam öyküsünün anlatıldığı, Martin Scorsese'nin "Kızgın Boğa" filmiyle kazandı.(1980) De Niro, rolün hakkını verebilmek için yaklaşık otuz kilo almaktan çekinmemişti. Sinemada daha önce görülmemiş bu olağanüstü performansıyla dünya çapında beğeni topladı. Aktör, oyunculuğun sınırlarını adetan baştan çiziyordu.
11
Filmin giriş sahnesinde kamera sabitken, Robert De Niro geçmişini anlatmaktadır. Burada da aynen Marlon Brando gibi nesne kullanarak bu anlatmasını sürdürür. Bu sahnede yönetmen Robert De Niro’yu serbest bırakmıştır. Sigara ağzında konuşmasını sürdürür, elindeki çakmağı kullanır. Bir ara konuşmasını keser sigarasını yakar ve konuşmaya devam eder. Robert De Niro konuşmasını gerçekleştirirken beden hareketini iyi kullanıyor. El hareketi onun anlatı tarzını öne çıkarıyor ve mimikleriyle de bunları destekliyor. Yine bir sahnesinde Robert De Niro yemek yerken nesne kullanılışı sırasında oyununu sergilemektedir. Yine beden ve vücut hareketini kullanarak oyunculuğunu sergiliyor. Robert De Niro’nun bir diğer özelliği de normal bir konuşma anında aniden çok mutlu ya da çok sinirli bir karaktere bürüne bilmesi. Yani bu geçiş aşamasını bu kadar hızlı gerçekleştirebilen bir oyuncudur. Bu onun oyundaki karakterine bürünmesi ve onu hissetmesinin bir göstergesidir. Bunu o yemek sahnesinde görmekteyiz. Yapmış olduğu maçla ilgili yorumunu yaparken, sadece bifteğinin geç gelmesi yüzünden masayı devirmesi ve ardından sinirli haline geçişini görebilmekteyiz.
12
Robert De Niro sadece ön çekimlerdeki görüntüsünde, mimik kullanarak karakterinin psikolojik durumunu gösterirken, arkadan çekildiğinde yani yüzünü görmediğimizde bile oyunculuğunu göstermekte ve bize ruh halini arkadan bile yansıtabilmektedir.
Ayrıca Robert De Niro filmlerinde bakışlarını çok iyi kullanabilen bir oyuncudur. Özellikle bu filmde bir kıza (Cathy Moriarty) olan ilgisini gösteren bir bakışla bakar. Ama kızla ilgilenen başka birinin olduğunu görünce bakışlarıyla onu takip eder ve yapmış olduğu bakışlarla filmin ileriki sahnelerinde bir şeylerin olacağının haberlerinin de bize vermiş olur. Robert De Niro’nun hoşlandığı kızla (Cathy Moriarty) konuştuğu sahnede sanki bir kızla ilk kez konuşuyormuş gibi o utangaçlığını ne diyeceğini bilemeyen bir tavrını çok iyi yapabilmektedir. Hem sonuçta bir boksördür ve o boksör karakterinden yani güçlü kızgın karakterden aniden romantik, utangaç tavırlara bürünmesi onun büyük oyunculuğunun bir olayı olsa gerek. Bu romantiklik 13
anında çocukluğundaki utangaçlık döneminin uzun sürmesinin de bir payı olduğunu düşünüyorum. Robert De Niro kıskançlık olayını da bu filmde iyi yansıtmaktadır. Örneğin eşi ile (Cathy Moriarty ile evlenmiştir.) dışarı çıktıkları bir sahnede, eşinin birisini öpmesi üzerine De Niro‘nun eşini sorgu sualine tutması ve bakışlarını kullanarak adamlara; bak ben buradayım ve her an kötü bir şeyler yapabilirim demeye getirmesi onun bakışlarının bile bir şeyler anlattığının göstergesiydi.
Kıskançlığın hastalık boyutunu da yansıtan bu film Robert De Niro’yla birleşince oyunculuğunun yüksekliğini ve neden Robert De Niro’nun tercih edildiğinin göstergesini oluşturmaktadır. Kıskançlığın yavaş yavaş büyümesini ve Robert De Niro‘nun da bunu mükemmel bir biçimde yansıtışını görmekteyiz.
14
Boks Üzerine Bir Film: Milyon Dolarlık Bebek Burçin Can
ÖZET Kadının sinemadaki yerinin, kadının boks yapmasıyla ilişkilendirilmesi. Erkek sporu olarak tabu haline gelmiş olan “boks”un kadın dünyasına girmesi ve bir kadının boksta başarılı olarak erkek egemen topluma karşı zaferi.
Şiddete
eğilimli karakter tiplerinin irdelenmesi ve buna bağlı olarak 2004 yapımı Clint Eastwood’un yönetmenliğini yaptığı “Milyon Dolarlık Bebek” filmindeki kadın karakter Maggie’nin incelenmesi. Tek çaresi boks yapmak olan bir kadının ve sadece ‘kadın’ olduğu için onu çalıştırmak istemeyen bir antrenörün hikâyesi özelinde, şiddeti yaratan unsurlar, bir kadını şiddete yönelten unsurlar ve kadının bu unsurlar karşısında yarattığı çözümler, erkeklerin bu duruma olan bakış 15
açıları ve sinemada sporun (boksun) ve sinemada kadının alternatif (cinsel obje olmaktan öte) temsilinin genel değerlendirmesi. ÇALIŞMAYA İLİŞKİN ANAHTAR SÖZCÜKLER Boks, sinemada boks, şiddet, kadın. GİRİŞ Bir spor olarak kabul gören ve büyük bir izleyici kitlesi ve katılımcısı bulunan ‘boks’, ilk defa Eski Yunan’da ve Roma’da ortaya çıkmıştır.
Ancak o
zamanlarda, “çok acımasızca yapılan bu spor, oyunculardan birinin ölümüyle sonlandığı için kimi zaman yasaklanmıştır”. (1) Günümüzde de bu durum değişiklik gösterse de bazı boksörlerin hayat oyununun hastanede sonlandığı bilinmektedir.
Milyon Dolarlık Bebek:
Maggie’nin boks serüveni de hastanede ölümle noktalanmıştır. Tümüyle şiddet içeren bu spor dalı, genelde bir “günah çıkarmak, öfkeyle acılardan arınmak” olarak görülür. Boks ringinde dövülen rakip değil, acılardır. Bakıldığında erkek sporu olarak tabu haline gelmiş olan boksun sert yumrukları, Milyon Dolarlık Bebek filminde ağırlıklı olarak bir kadın tarafından atılıyor. “Kadın ve şiddet” kavramlarını bir araya getiremeyen bir antrenör ise filmin başlarında anti-feminist bir tavır gösterse de zamanla kabuğunu kırmayı başarıyor. Çalışmamın amacı, filmdeki kadın karakter Maggie’yi konunun nesnesi kabul ederek sinemada kadının yerini, kadının şiddete yönelmesini Maggie üzerinden anlatarak, kadının boks yapmasına karşıt düşünceleri film üzerinden tartışmak.
16
1. KADININ SİNEMADAKİ YERİ “Bireyi, kurulu sisteme rahatlıkla eklemleyebilen ve çağımızın en etkili sanat dallarından biri olan sinemada kadının temsili ideolojiyle uyumludur.” (Öztürk, 2000, 69). Kadın, her sanat dalında olduğu gibi, sinemada da seyreden ve seyredilen durumunda bırakılmıştır. Bu, kadının cinsel kimliğini vurgulayıcı bir tutumdur. Tarih boyunca bilindiği gibi, ister bir Rönesans dönem tablosunda olsun, ister erotik bir dergide kadın her zaman ressama veya objektife kur yaparcasına bakar.
Çünkü kadın seyredildiğini veya seyredileceğini bilmektedir.
Dolayısıyla böyle bir durumda kadının cinsel bir obje dışında farklı bir şekilde düşünmek zorlaşmaktadır. Christine Mohanna’ya göre de bu durum böyledir: “1971’e kadar, kadın ve erkek rolleri yüzyılın başında sinemanın başlamasından beri hemen hemen aynı, belli, kesin ve kırılmaz kalıplar içinde kalmıştır. Erkekler hala başarılarıyla, güç ve eylemleriyle, kadınlar ise erkeklerle olan ilişkileriyle tanımlanmaktadır. Klasik Hollywood filminin, kadınları “zapt etmek” için geleneksel biçimde temsili bir sistemi kullanmak isteyen ataerkil bir tarza sahip olduğu kesindir. Tecimsel film eleştirisi, kameranın, kadını kurban konumuna indirgeyen, bakışın nesnesi yapan, seyirlik hale getiren bir araç olduğunun ortaya çıktığını ima eder.” (Kaplan, 1983, 164). Kadın, sinemada çoğunlukla erkek yönetmenlerin ideolojileriyle yansıtılmıştır beyaz perdeye. Kimi zaman kadın yönetmenlerin kadın yanlısı filmleri olsa da, bu durum, genel izlenimi değiştirmek için yeterli olmamıştır. “Sinemada kadın olmak, çoğu zaman anlaşılması zor, edilgen, bağımlı ve cinsel bir nesne olmak, 17
kimi zaman da bağımsız, özgür ve güçlü bir kadın olmak anlamına gelir.” (Öztürk, 2000, 221). Söz konusu ikinci durum, sinemada kadının var olabilme alternatiflerinden biriyse eğer, bu, erkek egemen bir toplumda, erkeklerin dövüştüğü bir ring’te bir kadının boks yapması demektir ve bu durum, erkek bir yönetmen, üstelik maço filmleriyle popülerleşmiş olan Clint Eastwood’un 2004 yılında yönettiği Milyon Dolarlık Bebek (Million Dollar Baby) adlı filminde açıkça görülmektedir. Filmdeki Maggie karakteri, filmin başlarında yalnız, ezik, çaresiz bir kadın olsa da, filmin ilerleyen sahnelerinde adeta bir güç abidesine dönüşerek umutları için savaşan bir kadına dönüşür. 2. KADININ ŞİDDETE YÖNELMESİ Tüm dünyada şiddet, kadınlarda pek kabul görmeyen ve sık karşılaşılmayan bir kavram olmasına karşın şiddete en çok maruz kalan cinsin kadınlar olduğu da yadsınamaz bir gerçektir; örneğin aile içi şiddette mağdur durumda olan çoğunlukla kadındır. Zaten günümüz koşullarında bir erkeğin kadını dövmesi bir haber/olay niteliği taşımazken, bir kadının erkeği dövmesi haber/olay niteliği taşımaktadır. Kadınların, fiziksel yapıları gereği daha narin, daha güçsüz olmaları nedeniyle “şiddet” ve “kadın” kavramları bir arada inandırıcı ve ciddi bir bütünlük olarak kabul görmez. Oysaki bir erkek, doğası itibariyle daha saldırgan, daha güçlü olarak tabusal bir biçimde olgulaştırıldığı için “şiddet” ve “erkek” kavramları birbirini doğurmuştur diyebiliriz.
18
Bilindiği gibi, kadın, toplumda ve sanatta hep ikincil konumdadır. Gerek iş hayatında, gerekse özel hayatında sözlü veya fiziksel şiddete maruz kalmaktadır. Ancak burada üzerinde duracağımız fiziksel şiddettir. Kadın doğası, şiddete karşı tutumuyla birlikte, kimi zaman yaşam koşullarının veya çekilen acıların patlamasıyla değişiklikler gösterebilir. İşte sözü geçen bu değişiklikler, “Kadın ve şiddet” kelimelerini yan yana getiren Milyon Dolarlık Bebek filminde açıkça görülmektedir. Milyon Dolarlık Bebek: Maggie de (Hilary Swank), yaşadığı acılardan ve içinde bulunduğu hayat şartlarından dolayı, en çok da para kazanmak için boksör olmaya karar verir. Yumruklarının sert olduğunu ve bu sporu yapabileceğine olan inancı yüzünden sıkı sıkıya bağlıdır arzusuna. Nitekim Maggie, daha sonra bokstan kazandığı parayla ailesine bir ev alır. Maggie, ailesinden uzakta tek başına yaşamaya çalışan 30 yaşında genç bir kadındır. Hayatın ona yaşattıkları (açlık, yoksulluk, sevgisizlik) onu insani özel duygulardan (ikili ilişkiler) uzak tutmuş, tabiri caizse onu yabanıllaştırmıştır. Maggie’nin ailesi aç ve fakirdir. Para kazanmak ve karınlarını doyurmak, onlar için hayatın tek anlamı olduğu için vahşileşmişlerdir ve sevgiden uzak kalmışlardır. Böyle bir aileye sahip Maggie’nin de tek derdi kendini ve ailesini bu fakir hayattan kurtarmak ve refaha kavuşmaktır. Bu unsurlar çerçevesinde, kahramanımız şiddete yönelir. Bir kafede çalışan Maggie’yi kazandığı para doyurmaz ve Frankie’nin (Clint Eastwood) sahibi olduğu jimnastik salonuna gider ve Frankie’ye onu çalıştırması, onu boksta geliştirmesi ve yarışlara sokması için yalvarır.
Bu 19
yalvarışlar günler sürer ve cesur Maggie’nin azmine karşı koyamayan Frankie sonunda onu çalıştırmayı kabul eder. Sonunda Maggie, kadın temsilimiz olarak şiddetle buluşur.
Ama onun şiddetinden yansıyan yumruklar acılara atılır.
Çektiği bütün yoksulluklara, yaşadığı ezikliklere, hayal kırıklıklarına, bütün her şeye, hayata bir umutla atılır yumruklar. Maggie’nin amacı iyi ve başarılı bir sporcu olmak değil, gözyaşlarının sebebini dövüp nakavt etmek, para kazanmak, ün yapıp bir nevi tarih olmaktır belki de. “Denedin, yenildin.
Yine dene, yine yenil.
Daha iyi yenil!” der Samuel
Beckett. Beckett kahramanlarının tamamına yakını bir sakatlık, bir özür sahibi olmalarının yanında ya aileleri olmayan ya da aileleriyle arası iyi olmayan ve böylece
dünya
ile
olan
bağları
zihinsel/düşünsel
boyuta
indirgenen,
kurtuluşlarını, daha doğrusu var oluşlarını adım adım yaklaştıkları yok oluşlarına bağlayan psikolojik açıdan sorunlu bireylerdir. Bu yüzden hemen her şeyi sorgular, hep bildiklerini okurlar ve küçük şeylere sarılıp derin bir acı içinde, yavaş yavaş sürüklendikleri ölümlerini manidar kılmaya çabalarlar. Çünkü Beckett’ın da dediği gibi “Çürümek de yaşamaktır”. (2) Yukarıda bahsi geçen karakter/kahraman tasviri aslında Maggie’nin bir tasviri ve filmin sonunu baştan görmek gibidir. Bizim kahramanımız Maggie de, ailesi açısından problemlidir ve o da küçük bir şeye, boksörlüğe ve antrenörü Frankie’ye sarılıp derin bir acı içinde, yavaş yavaş sürüklendiği ölümünü manidar kılmaya çalışmaktadır.
Acılarıyla şiddete yönelen Maggie, boksör
olunca, büyük başarılara imza atar, bir kadın olarak erkek meydanında ününe ün katar ancak her filmin bir doruk noktası olduğu gibi, bu film de doruk noktasına ulaştığında Maggie’ye rakibi tarafından atılan yumrukla sona doğru yaklaşır. 20
3. KADININ BOKS YAPMASINA KARŞIT DÜŞÜNCELER Boks, başta da belirttiğim gibi bir erkek sporu olarak neredeyse tabulaşmıştır. Çoğu şeyde olduğu gibi, boks da erkeklerin dünyasına ve alanına girmektedir. Örneğin, “Rocky” filmlerinde bildiğimiz, tipik, güçlü, kaslı, yenilmez ve daima zafer kazanan bir erkeğin öyküsü anlatılır. Bunu kimse yadırgamaz, çünkü boks erkek işidir. Böyle bir konumda bir kadının boks yapması, bir çok çevreye göre bir erkeğin çocuk doğurması kadar olanaksız ve gülünç bir durumdur. Maçoist bir yönetmen olan Clint Eastwood, 132 dakikalık “Milyon Dolarlık Bebek” filmiyle aslında böyle düşünen insanlara gönderme yapmış gibidir. Farklı bir açıdan bakacak olursak, Clint Eastwood’un kendisini de sorguladığı düşünülebilir. Filmde, kahramanımız Maggie’nin boks yapma tutkusu başlarda Frankie için alay edilecek bir durumdur. Çünkü Maggie, her şeyden önce bir kadındır. Ancak Maggie, kendini ispatlamaya kararlıdır. Her gece sabahlara kadar havayı yumruklar ve çalışır. En sonunda Frankie pes eder ve onu çalıştırmayı kabul eder. Frankie’nin Maggie’yi çalıştırmayı kabul etmesi yalnızca onun azmine olan hayranlığı değildir.
Frankie yıllardır görüşmediği kızını daha çok anımsar
Maggie’yle ve bu yüzden ona daha yakın olarak bir nevi kendini avutmaya ve kızından esirgediği babalığı Maggie için yapar. Frankie’nin zamanla Maggie’ye karşı olan tutumu değişir. Sert kabuğundan çıkan Frankie, Maggie’ye boks maçlarında kullanması için bir lakap takar. 21
Maggie, lakabın anlamını sorar ama Frankie söylemez. Ta ki, Maggie komaya girip hastane odasında bir yatağa mahkûm olana kadar. Lakabın anlamını filmin sonunda öğrenen izleyicinin kafası karışır adeta.
Çünkü Maggie’ye taktığı
lakabın anlamı, “Sevgilim”dir. Bu da haliyle, Frankie’yi babacan tavırlarıyla tanıyan izleyiciyi şaşırtır.
Maggie de, kelimenin anlamını öğrenir, duymuş
mudur duymamış mıdır bilinmez. Maggie, Frankie’den ötenazi ister. Frankie ötenaziyi gerçekleştirir ve Maggie’nin zaferi Frankie’nin eliyle son bulur. Sonuç itibariyle, nereden bakılırsa bakılsın, filmlerde veya gerçek yaşamda kadına karşı, özellikle bir kadının boks (erkek sporu) yapmasına karşı olan tutumlar, ancak erkeğin kadından hoşlanmasıyla, etkilenmesiyle değişmektedir. Yine de, sonunda her iki taraf da kazanan olmuştur… Hem Maggie erkek egemen toplumda yumruklarını konuşturmuş ve zaferini ilan etmiştir, hem de Frankie tabularını yıkmış ve sevmeyi öğrenmiştir. 4. SONUÇ Sinemada
kadının
temsili
çoğunlukla
dişi,
cinsel
obje
olarak
gerçekleştirilmektedir. Bunun anti-tezi ise çok nadir olarak Milyon Dolarlık Bebek filminde de olduğu gibi kadını güçlü ve başarılı göstermektir. Bir kadının şiddete yönelmesinin altında, kadının içinde bulunduğu yaşamın koşulları, acıları ve çaresizliği yatmaktadır.
Acılarına karşı gelmek isteyen
kadın şiddete yönelim gösterebilir ve Maggie (Hilary Swank) gibi boks yaparak, hayatı yumruklayabilir. Ancak her tür şiddetin götürüsü olduğu gibi (maddi ya da manevi) Maggie de bu şiddetten payını alır ve çaresiz, umutsuz ve yoksul yaşamını şiddete kurban eder. 22
Erkeklerin dünyasından kadınlara, şiddet içeren spor (boks) yapan kadınlara karşı bakış açısı ise, çoğunlukla ancak havayı yumruklamaktır.
Frankie
gibileriyse, hayata karşı, kadına karşı tutumunu sorgulayarak kendini değiştirip, tabuları yıkarak kadının ruhuna dokunabilme ayrıcalığına varırlar. KAYNAKÇA (1) http://tr.wikipedia.org/wiki/Boks (2) Tunç, E. (2004). Daha İyi Yenil!. http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=906
Kaplan, E. A. (1983). Women&Film “Both sides of the camera”. Great Britain: Methuen & Co. Öztürk, S. R. (2000). Sinemada Kadın Olmak. İstanbul: Alan Yayıncılık.
23
Paralellikler Sineması Yönetmeni Pedro Almadovar 2 Ceyda Şahinoğlu Geçtiğimiz ay kapılarını Paralellikler Sineması Yönetmeni Pedro Almadovar adlı yazıyla giriş yaptığımız Almadovar sinemasına kaldığımız yerden devam ediyoruz. Başka bir yönden mutlaka başka yönetmenlere ait siyah beyaz filmlere yer verir bunu öyle güzel yapar ki kendi filminin öyküsünü bunlarla destekler ve izleyicinin dikkatini çekmeyi başarır.
Mutlaka siyah beyaz kareler yer alır. Bunlar yoksa siyah beyaz fotoğraflar ya da gazetelerden alıntılarda bulunur. Kameralarla yaptığı oyunlar sahne olan bir karede oyuncu yere yığılır ve yönetmen zemin mekan da algılamamızda dengemizi bozar.Farklı bir film karesinde de yine kamerayla karakterin hissettiklerini bize yansıtır.Diğer bir filminde de karakterin ruh halindeki bunalımı bize yansıtır.Kişiliğinde ki çatışmayı görüyoruz.
24
Almadovar’ın filmlerinde yer verdiği diğer biçim ise ayrıntı yakın çekimlerdir. Konuyu parçadan bütüne anlattığı bir tekniği vardır.
Bu sahneler çok güzel bir örnektir: Kötü eğitim, Bensiz Hayatım.
25
Burada kullandığı yeşil ve yağmur karakteri rahatlatmakta ve zeminden karakteri ayırmaktadır.Yönetmen sanki karelerini bir ressam gibi düzenlemektedir.Mekanları kalabalıktır ve cıvıl cıvıl renklerle doludur,bazen karakterler mekanla iç içe geçer.kapıları açıktır böylece rahatlıkla alan derinliği apar. Mekanlarını sokaktan çok karaktere ait evler ve alanlardır.Böylece karakteri tanımlamak daha kolay olmaktadır.Bazen bir arada bırakma hali karakteri bir şeylerden soyutlamak için onları bir çerçevede bırakır.
Karakterler öyle gerçekçidir ki hislerini ama yinede filmi film gibi izleriz. Sanki yaşam içinde birden çok yaşam. Seçilen mekan boyut bide bu yaşamın içinde yaşamın devamlılığını görüyoruz ve karakterin sözleriyle, hareketleriyle bazen sadece duruşlarıyla hikayelerini dinliyoruz ve bizde öykünün bir köşesine girmek için uğraşıyoruz. Bazen seçtiğimiz bir karakterle o nereye giderse dolaşıyoruz. O oyunu bizde oynuyoruz.
26
Aynı karenin bir benzerini Yüksek Topuklarda Rebekka karakterinde de görürüz. Desenler de renkler kadar önemlidir bunlara mekânlarda ya da karakterlerin kıyafetlerinde görmekteyiz. Parça parça resimlerin bulunduğu arka dekor. Bu da desen gibidir.
Resim yapan iki farklı karakter ve iki farklı film şimdi.
27
İnsanların ruh halini yansıtan aksesuar ve nesneler. Ünlü bir kadın ve onun boğulmuş ruh hali, diğer yandan annesine hayran bir çocuk ve onun zihninden geçen karmaşıklığı ve hızı anlatan oyuncak. O kadar renkli ama sonuçta çocuk babasını öldürebiliyor ve ileriki yaşamında kocasıyla da yaşadığı çatışma ve ölüm.
Yönetmenin filmlerinin daha ilk girişinde olacakları tahmin etmeye başlarsınız aslında. Diğer yandan yönetmen çok güzel geçişler kullanmaktadır. Aslında kahramanların arasında geçen bir olayı tek bir sahneyle bize anlatır. Döllenen bir yumurta her şeyi ele verir. Çöp tenekesinin içinden bir tünel görüntüsü verebilir ve izleyici yadırgamaz olayda kopmaz ve izlemekten zevk alır.
Almadovar geleneklere bağlılığı da olan bir yönetmendir. Bazı filmleri Bunuel’in filmlerine ya da Fellini’nin yapıtlarına uygun sahneler. Sinir eşiğindeki kadınlar filminde sevdiği adamla bir türlü konuşamama durumu vardır. Bunuel’in Burjuvazinin Gizemli Çekiciliği adlı filminde olay tamamen 28
farklı olsa da oradaki karakterlerde bir türlü yemek yiyememektedir. Fellini’nin Sity of woman adlı filminde kadının kalçalarının büyümesi ve giderek tünele dönüşmesi her ne kadar farklı bir yönetmene ait olsa da Konuş Onunla filminde kadının büyümesi ve adamın küçülmesi benzer olarak düşünmekteyim. Karakterlere yönelişimiz renkler ve diyaloglarla sağlanmaktadır. Yönetmenin filminde gösterilen hiçbir nesne ya da karakter anlamsız ya da işlevsiz değildir.Fotoğraflar geçmişe dair anıların bir göstergesi ve geçmişin belgeleri. Saatler bitmesi istenmeyen zaman ve bittiğinde onlar durduğunda yaşamın duracağı. Telefon ulaşılmak isteneni karakterle bağımlı kılan. Ancak bu nesneler renklerle farklı bir dilde de konuşurlar. Sanki karakterler kendi yaşadıklarını bazen başkalarını hayatı gibi uzak kalabiliyorlar. Aynı mekân birçok kişi olduğunda sanki birbirinden bağımsız gibi olabiliyor ve karakterler birbirlerinden anlık da olsa kopuyor ancak kopuş mekânda olmuyor mekânda bütünlük var. Yönetmen o an bizim kime odaklanmamızı itiyorsa ona odaklanıyoruz. Önce renkler sonrasında karakterin yaptığı garip bir hareket bizi ona itiyor. Sinir Eşiğindeki kadınlarda başrol karakterimiz evine gelenlerle konuşurken ortada ciddi bir konu geçerken başka bir karakter intihar etmeye kalkıyor ve izleyicinin dikkati ona kayıyor. Zaten tiyatro sahnesi gibi ana karakter öne çıkıp belirginleşiyor.
Almadovar filmleri her anlamda birbirine iç içe geçmiştir. Dekorları her yerde kalabalıktır ve rengârenktir bu bir taksi bile olsa aynı düzenlemeyi uydular.
29
Almadovar’ın bu düzenlemesinde camlar iki karakteri ayırır yine renklerde onlara farklı anlamlar yükler. Camdaki suretler birbirine karışır burada
yönetmen karakterlerin ne kadar iç içe olduğunu ve paylaşımlarını verir. Kırmızı giyen karakterimiz mavi giyen için önemli bir şey yapacaktır. O mavilinin dış dünyayla olan bağıdır. Almadovar bu dalgalanmalı hareketli yani yamulmuş görüntüleri sevmektedir. Annem Hakkında her şeyde de serum poşetinin görüntüsü, yazılar bulanık gibidir. Konuların ve karakterlerin ruh halini bu görüntülerle de bağdaştırabiliriz. Daha çok ikili konuşmalara ver topluluk içindeyse bile ikili konuşmalara yer verir. Karakterlerini es geçmez. Karakter nereye bakıyorsa bizde oraya döneriz resmen düşler âleminde yolculuk yaparız. Gerçekçi konular ama anlatım tamamen filmsel yönetmende bunu ister.
30
Jim Sheridan Sinemasında Daniel Day-Lewis Onur Keşaplı 1957 Londra doğumlu, Oscar’lı oyuncu Daniel Day-Lewis, birçok otoriteye göre tüm zamanların en iyi oyuncularından biri olarak gösterilmektedir. Sanatçı bir ailenin biraz hırçın çocuğu olan Day-Lewis sıkı bir tiyatro eğitimiyle birlikte büyük bir oyuncuya dönüşmüştür. Bu iki özelliğini O’nun çıkış filminde görebilmekteyiz. Stephen Frears’ın ünlü filmi Benim Güzel Çamaşırhanem de ırkçı fakat eşcinsel eğilimleri olan bir İngiliz rolünü, yönetmen O’na, yeterince sert olmadığı için vermediğinde cevap olarak yönetmene yazdığı mektupta “Bu rolü bana vermezsen senin bacaklarını kırarım!” diyerek almayı başarmıştır. Sonuçta bu filmdeki rolüyle Daniel Day-Lewis ilk ciddi çıkışını yapmıştır. İngiltere’nin De Niro’su olarak tabir edilen Day-Lewis tam anlamıyla bir karakter oyuncusudur. Irkçı ve eşcinsel rolüne büründükten sonra Day-Lewis, Çek yazar Milan Kundera’nın romanı Varolmanın Dayabılmaz Hafifliği’nin uyarlamasında çapkın ve hayatın ciddiliğini pek umursamayan doktor rolünden, Oscar ödülünü aldığı film olan ve sadece sol ayağını oynatabilen yazar rolünde oynadığı My Left Foot filmine kadar birbirinden tümüyle bağlantısız karakterlere bürünmüştür. Tabi büyük gişe yapan iki tarihi filmde önce The Last of the Mohicans’da beyazlar tarafından büyütülen bir cesur ve onurlu Kızılderili rolünde oynayıp sonrasında yaşayan en büyük yönetmenlerden Martin Scorcese’nin Gangs of New York’unda acımasız Kasap Bill rolünü unutulmazlar arasına sokmayı başarmıştır. Ve elbette son olarak There Will be Blood filmiyle ikinci Oscar’ını almayı başarmıştır başarılı oyuncu.
31
Birbirinden farklı bunca karaktere başarıyla hayat vermeyi başarmış DayLewis’in belki de en akılda kalıcı oyunculukları, İrlanda-İngiltere sorunlarının anlatıldığı In the Name of the Father ve The Boxer filmlerindekiler olmuştur. Bu iki film birbirinin devamı değildir fakat karakter oyunculuğunda kusursuz DayLewis, bu iki filmde adeta bir “kişiliğe” dönüşmüştür. İki filmde de İrlanda sinemasının en önemli yönetmenlerinden Jim Sheridan’la çalışan Day-Lewis, kariyerinin doruk noktalarına hep aynı ismin yönetmenliğinde ulaşmıştır. En iyi erkek oyuncu dalında Oscar aldığı film olan My left Foot’un yönetmeni de Jim Sheridan’dır. Birçok eleştirmene göre en iyi performansı olan In the name of the Father filmindeki rolüyle de aynı ödüle aday gösterilmiştir. Aynı şekilde Sheridan da kariyerindeki zirve noktalarını Day-Lewis’i başrole yerleştirdiği filmlerde yakalamıştır. En iyi yönetmen Oscar’ına My Left Foot ve In the Name of the Father filmleriyle iki kez aday gösterilmiştir Sheridan.
IN THE NAME OF THE FATHER Özet: Babası Giuseppe’nin tüm endişelerine rağmen Belfast’lı Garry bütün hayatı içmek, sarhoş olmak ve eğlenmek üzerine kuruludur. IRA’yla başının belaya girmesi üzerine babası O’nu İngiltere’ye gönderir. Ancak yanlış zamanda yanlış yerde bulunan Garry masum olmasına rağmen terörist saldırıda bulunmaktan dolayı tutuklanır, suçunu itiraf etmeye zorlanır ve sonunda da ömür boyu hapis cezasına çarptırılır. Kendisiyle aynı kaderi paylaşan babası Guiseppe ile birlikte demir parmaklıkların ardında Garry yavaş yavaş her şeyin göründüğünden faklı olduğunu keşfetmeye başlar. Kendini işine adamış hırslı bir avukatın yardımıyla masumiyetini ispatlamak, babasının adını temize 32
çıkarmak ve tüm zamanların en utanç verici hukuki uygulamalarından birinin arkasındaki gerçekleri açığa çıkarmak için ölümüne mücadeleye girişir. Film 1974 yılında İngiltere Guildford’daki barın IRA tarafından bombalanmasıyla birlikte suçsuz oldukları halde İngilizler tarafından hapse atılan ve Guilford Dörtlüsü olarak anılan başta Garry Conlon olmak üzere 4 masum insanın 1989 yılında serbest kalmalarını anlatan gerçek olayları aktaran bir yapıttır.
Filmde Daniel Day-Lewis’i ilk kez bir evin çatısında hırsızlık yaparken görüyoruz. İngiliz askerleri tarafından keskin nişancıya benzetilince ortaya çıkan kovalamacada İrlandalılar İngiliz askerlerine bağımsızlık mücadeleleri amacıyla saldırırken Day-Lewis’in canlandığı Garry karakteri oldukça umursamaz bir hal sergilemektedir. Olayın ciddiyetinden uzak olduğu yüz mimiklerinden konuşma tarzından belli olmaktadır. Ayrıca babasıyla ilk karşılaştıkları ve IRA’nın gazabından babası sayesinde kurtulduğu sahneden sonra ikilinin yürürken konuşmaları ikilinin hiç iyi anlaşamadığını izleyiciye daha ilk konuşmadan yansıtılmaktadır. Garry’nin bu kadar ciddi bir durumdan sonra babasının önünden umursamazca yürümesi ve seçtiği ters cümlelerdeki yaptığı tonlamalar bu durumun hissedilmesine katkıda bulunmaktadır. Bir sonraki sahnede babası O’nu İngiltere’ye uğurlamak üzere gemiye doğru götürürken ilk sahnedeki gibi ikilinin yürürkenki halini görürüz. Baba oğluna bir şeyler anlatmaktadır fakat Garry pek de oralı değildir. Bu durumu en net gemiye binmeden önce babaoğlun son konuşmasında görürüz. Oğlunu sıkkın bir şekilde uğurlayan baba son öğütlerini verirken Garry umursamazlıktan da öte alaycı bir ifadeyle O’nu dinler, ya da en azından öyle gözükür. Daniel Day-Lewis özellikle gözleriyle Garry Conlon’un babasıyla hiç de iyi anlaşabilen bir baba-oğul olmadıklarını izleyiciye ustaca gösterir. Konuşma sırasında gözleri bir oraya bir diğer tarafa sürekli hareket etmektedir. Londra’ya vapurdaki arkadaşıyla birlikte indiğinde kendi ağzından duyduğumuza göre aradığı tek şey aşk ve esrardır. Hippi 33
topluluklarının arasına giren Garry yaşamdaki hiçbir konuyu umursamayan son derece ciddiyetsiz halini teyzenin evinde de sergilemeye devam eder. Belfast’taki bombalama eylemlerinin Londra’ya taşınmış olması Garry Conlon’un umurunda değildir. Babası telefonda bombaları sorarken Garry ukala bir tavırla sadece sesleri duyduğunu söylemektedir. Suçlandıkları bombalamanın olduğu gecede Garry aslında bir fahişenin evini soymakla meşguldür. Sonrasında aldığı yeni hippi kıyafetleriyle baba evine geri döner ve fondaki zamanın hippi ruhunu yansıtan şarkılarıyla beraber savaş ve yıkımın hüküm sürdüğü Belfast sokaklarına oldukça aykırı durmaktadır. Tavırlarıyla ise hayatın sadece eğlence olduğunu düşünen bir insan portresi çizmektedir. Bu durum televizyonda Guildford bombalamasını duyduğunda ve hippi giysili insanların tutuklandığını gördüğünce biraz değişmeye başlar. Daniel Day-Lewis’in yüzünde filmin başından beri olmadığı kadar ciddi bir ifade vardır. O’nu ve arkadaşını sevmeyen birinin ihbarı yüzünden uykusunda basıldığında Garry Conlon’un yüzünde donuk bir şaşkınlık vardır. Bu sıradan gibi gözüken uykuda baskın sahnesinde Daniel Day Lewis çoğu oyuncunun yapacağı üzere bir anda şaşırıp bağırıp çağıran bir oyunculuk yerine uykusunun çok büyük ve ani bir gürültüyle bölünmesi sonucu uyandığında olup bitenlerin gerçek mi hayal mi olduğunu daha kavramamanın verdiği donuk-şaşkın ifadeyi kullanmıştır. Bu ifade İngiliz özel timinin aracına bindirilene kadar sürer. Durumun gerçekliğinin farkına uyku sersemliğiyle varamayan birinin yavaş yavaş uyanması ve tepkilerinin normalleşmesi bu karelerde görülür.
İlk sorgu sahnesinde önce Garry Conlon karakterinin yorgun düştüğünü fakat sonunda olup bitenlerin farkında olduğunu görürüz. Uzun süren sessizlik ve karşılıklı bakışmalar sırasında Daniel Day Lewis karakterinin umursamazlığı ve şımarıklığının yavaş yavaş beliren panik ve endişeyle nasıl iç içe geçtiğini ustaca aktarır. Gözleri durumun ciddiyetinin farkına varıp birazda korkuyla 34
bakarken ağzı yine alaycı ve ukala tavrını korumaktadır. Fakat bu kareden bir anda başlayan işkence sahneleriyle birlikte oyuncunun karakteri nasıl bir anda bambaşka bir boyuta götürdüğünü görüyoruz. İşkence sahnelerinde acı dolu ifadeleri abartısızdır ve gerçek hissini izleye verir fakat burada asıl etkileyici olan şey Garry Conlon’un süratli değişimidir. Artık yüzünde umursamazlığı yansıtacak hiçbir belirti kalmamıştır ve yerini ses tonu ve bakışlarıyla çok iyi yansıttığı zavallılık almıştır. Çaresizlik, bakışlarına ve vücudunun odadaki psikolojik baskıyla ezilmiş olmasına ve özellikle ses tonuna fazlasıyla yansımıştır. Garry Conlon şaşkınlığını daha üzerinden atamadan maruz kaldığı bu fiziksel ve psikolojik baskı altında yavaş yavaş sesini dahi çıkaramayacak hale gelmiştir ve sonunda filmin başlarında gördüğümüz karakterin asla yapamayacağını düşündüğümüz ağlama noktasına ulaşmıştır. Sonrasında arkadaşının kendisi gibi maruz kaldığı işkenceler sonrasında O’nun suçlu olduğu yalanını söylemesini duyduğunda yüzündeki perişan olmuşluk ve tüm bu olup bitenlere inanamama çok net okunmaktadır. İzleyici bile Daniel Day-Lewis’in oyunculuğunda adeta Garry Conlon’la özleşleşmiştir ve olup bitenlerin süratine ve yanlışlığına akıl erdiremeyip yıkılmaktadır. Hatta yer yer Garry’e atılan tokatların acısını izleyici dahi hissedebilmektedir. Tüm bu sorgu sahnesinde belki oyunculuğun doruk noktası omuzları çökmüş, ağlamaktan yüzü tümüyle değişmiş Garry’nin ajanlardan biri kulağına babasını öldüreceğini fısıldadığındaki ani ve sert değişimidir. Biranda adamın üstüne atlayıp sonrasında zorlukla zapt edilen Garry bağırarak ağlamakta ve çaresizlik yanında korkuyla sarsılmaktadır. Bu kadar umursamaz ve eğlence düşkünü bir karakterin aniden maruz kaldığı bu son derece gerçek ve ağır durum Garry’i pes ettirecek noktaya getirmiştir. Hapishaneye geldiğinde aynı korkaklığı ve çaresizliği bu sefer yürüyüşünde ve vücut dilini kullanışında görürüz. Omuzlarının düşük olması, hafif kambur durması hapishane ortamında nasıl sindirildiğini belirtmektedir. Sonrasında babasının da oraya getirildiğini duyup gördüğünde Garry buna inanamaz. Sadece göz hizasındaki bir aralıktan babasını görebilen Garry korkuyla ve ona bir şey yapmamaları konusunda bağırmaktadır. Daniel Day-Lewis tüm bu duyguları seyirciye sadece gözlerinin göründüğü bir açıdan vermiştir. Adeta gözleri oynamıştır. Sonraki çekim ise belki filmin ve Daniel Day-Lewis’in oyunculuk açısından en etkileyici performansına sahne olmuştur. Baba-oğlun birbirleriyle konuşmalarına izin verilmiştir küçük bir odada. Bu duruma hiç inanamayan Garry babasının ilk sorduğu sorunun bu işi gerçekten yapıp yapmadığını öğrenmek üzere sorulduğunu duyunca sinirlenir fakat asıl patlamasını babasının ve teyzesinin de aynı saldırıdan dolayı suçlandıklarını ve buraya gönderildiklerini duyunca yaşar. Daniel Day-Lewis oynadığı karakterin 35
tüm geçmişini ve babasıyla olan ilişkisini birkaç dakikada sesini, yüzünü ve bedenini tümüyle kullanarak inanılmaz bir beceriyle seyirciye aktarır. Kelimenin tam anlamıyla döktüren oyuncu babasına olan öfkesini çocukluğundaki ilk anılarından itibaren hararetle anlatmaya başlar. O kadar öfkelidir ki başlarda izleyici de tıpkı babası Giuseppe gibi neyden bahsettiğini anlayamadığımızdan şaşkına döneriz. Fakat başına gelen bu akıl almaz ağırlıktaki olayın yaşattığı şok etkisi ve baskısı babasına olan öfkesiyle birlikte sonunda çaresizliği ve sindirilmişliği bırakıp açığa çıkar. Bunu Daniel Day-Lewis kusursuz bir tonlamayla ve saniye saniye kabarıp tüm bedeni saran bir isyanla canlandırır. Bu olaydaki çaresizliği, uğradığı büyük haksızlık ve kendini ifade edememe, geçmişinde benzeri duyguları kendisine yaşatan babasının varlığında ortaya dökülmüştür. Bu bir anlamda içini boşaltma-arınma sekansından sonra Garry o sürekli nefret ettiğini söylediği, filmin başlarında umursamadığı, adeta dalga geçtiği ve son karede iğrenir gibi davranışlarda bulunduğu babasına bir oğul gibi sarılır ve omzunda ağlamaya başlar. Bu karakteri ve babasına olan duygularını net bir şekilde ortaya koyma anlamındaki son derece önemli sahneyi Daniel Day-Lewis adeta tek başına sırtlamış ve büyük oyunculuğunu Garry Conlon’un karakterinde muazzam bir şekilde sergilemiştir. Sonraki karede baba-oğlun ailenin diğer fertleriyle konuşmalarına izin verilen bir yerde Garry’nin aileyi bu işe bulaştırdığı için ne kadar üzgün ve öfkeli olduğunu görürüz. Zorla imzalattırdıkları ifadede babasının da adı vardır ve annesi bu konuda oğluna kızmaktadır. Sonuçta dava günü gelir ve Garry’nin bu süreçte belki de tümüyle yalan ve iftira olan bu sözde suçtan ceza almadan kurtulmaya olan inancından dolayı başlardaki karakterine geri dönüşler görürüz. Mahkeme salonunda gülme krizleri ve çeşitli oyunlar sonucunda Daniel Day Lewis yine umursamaz ve gerçeklerden uzak karakteri geri getirir. Mahkemede konuşma sırası kendine geldiğinde ise son derece rahat ve ukala tavırlarla kendini savunmaya çalıştığını görürüz. O gece bir fahişeyi soyduğu ortaya çıktığında ise adeta yaramaz bir çocuğun pekte pişman olmayan üzgün ifadesi gibi bir mimikle görürüz Garry’i. Duruşmaya ara verildiğinde filmin başlarında gördüğümüz baba-oğul diyaloglarını hatırlatan bir sahne vardır Garry ve Giuseppe arasında. Babasına oğluna neden bu kadar umursamaz ve alaycı olduğunu sorduğunda Garry O’nu dinlemez bile. Fakat son konuşmalar yapıldığında ve karar anı esnasında Garry Conlon biranda ciddiyete bürünmüş ve başına gelebilecekleri tahmin edebilen bir hal almıştır. Suçlu oldukları söylendiğinde tıpkı ani bir baskınla yakalandığında olduğu gibi inanılmaz olan şokun etkisiyle Garry adeta donup kalmıştır. En büyük suçluların kaldığı hapishaneye babasıyla birlikte gönderilen Garry bu ortamda yine ezilmenin ve korkunun verdiği sindirilmişlik hissini yaşar. Fakat 36
bu karamsar ortamda bile hippi ruhuna sadık kalmayı sağlayabilecek bir grup arkadaş edinir. Eğlenceye, umursamazlığa tekrar kavuşan Garry yine babasıyla tartışır. Babası dua ederken ve umudunu sıcak tutmaya çalışırken Garry uyuşturucunun da etkisiyle kahkahalarla gülmeye başlar. Babasıyla tartıştıktan sonra O’nun ısrarları sayesinde bir daha uyuşturucu kullanmayacağına dair söz verir fakat bu sözü verirken bile ukala mimikleri izlenilmektedir. Karamsarlığı üstünden atıp kurtuluş umudunu sildiğinde orayı benimsemeye çalışır fakat diğer suçlulardan korktuklarından odalarından çıkamazlar. Bu sırada Guilford olayının asıl sorumlusu IRA(İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu) lideri hapishaneye gelip onların aksine herkesin içinde yemek yemesi ve kavga çıkartan İngilizlere aynı güçle karşılık vermesi Garry’i etkiler ve içinde tuttuğu hatta bir süredir unutmaya başladığı öfkesini tekrar hissetmesini sağlar. Garry teröriste yardım ederek kavgaya girer. Bu karelerde Daniel Day-Lewis karakterindeki mücadele etme isteğinin, öfkenin ve başına gelenlere karşı nefretinin su yüzüne çıkmasını yakın plan çekimlerde özellikle gözleriyle seyirciye ustaca yansıtır. Hapishane sahnelerinde çeşitli duyguları bu kadar ustaca hissettirmesi belki de oyuncunun role hazırlanışıyla ilgilidir. Daniel Day-Lewis daha çocukken ilk tiyatro deneyiminde bir siyah çocuğu oynayacağını duyduğunda tüm vücudu siyaha boyamış bir oyuncudur. Metot oyuculuk kişiliğine daha ilk oyununda farkında olmadan işlemiştir. Daniel Day-Lewis bu filmdeki karakterine hazırlanmak içinde birkaç ayını gerçek hapishane ortamında suçlularla geçirmiştir. Hapishane havasını gerçekten koklaması ve o şartlarda yaşamış olması oyuncunun filmdeki hapishane sahnelerindeki ifadelerini seyircinin gözünde gerçek kılmasına neden olmuştur.
IRA liderinin hapishaneye gelmesi ve mücadelenin sadece kanlı ve sert bir şekilde olabileceği konusunda Garry’nin beynini yıkaması Giuseppe’yi rahatsız 37
eder. Ama Giuseppe’yi asıl rahatsız eden bir teröristin onlara yardım etmekten bahsetmesidir. Bu konuda Garry’le tartışırlar ve ikisi de kendi mücadele yöntemlerini uygulamaya karar verirler. Bu sırada başgardiyan Barker’la mücadele etmeleri gerektiğini söyleyen IRA lideri bu konuda öncelikle İngiliz mahkûmları kontrol altına almayı planlarlar. Garry’de arkasına alarak en güçlü İngiliz mahkûmu ailesini öldürmekte tehdit eder. Daniel Day-Lewis özellikle Garry’nin IRA liderinin adamın ailesini öldürmekten bahsederkenki dehşete düşüp şaşkına dönmüş halini son derece başarılı yüz mimikleriyle çok iyi yansıtır. Barker’a karşı verilen mücadelede bir süreliğine hücrelerinden gardiyanları atan mahkûmlar Conlon ailesinin özgürlüğüyle ilgili mesajlar yazıp duvarlara astıklarında zaten yalanları ortaya çıkma tehlikesi gören İngiliz polislerinin operasyonu tarafından sert bir şekilde bastırılırlar. Bu olaydan sonra Conlon’ların davasını üstelenecek olan cesur avukat bayan hapishaneyi kontrole gelen heyetle birlikte orada bulunur. Gelenin hem bir kadın hem de avukat olması ayrıca özellikle Guiseppe’yi sorması ve ilgilenmek istemesi Garry’i şaşırtır ve rahatsız eder. Aynı zamanda meraklanmasını sağlar. Daniel DayLewis bu kısa sahnede bu üç duyguyu da yüzüne yansıtmayı başarmıştır. Bakışlarındaki duygular sonraki karede avukatla görüşen Garry’nin tüm hareketlerine yansımıştır. Sigarayı yakışı, dumanı içine çekişi Daniel DayLewis’in nesneleri de karakterini bir parçası haline getirip o anki duyguyu yansıtmada ne denli ustaca kullandığını gösterir. Çünkü Garry burada sigarasıyla adeta avukata gözdağı vermektedir. Babasına boş yere özgürlük umudu vermemesini söyler. Fakat karşılığında babasını O’nun kendine olan inançsızlığının öldürüyor olduğunu duyduğunda öfkesi daha da artmış bir şekilde hücresine geri döner. Bu sırada IRA lideri Joe, Barker’ın işini bitirmek için plan yapar ve O’nu film izleme sırasında yakar. Bu görüntüde Garry inanılmaz bir nefret hisseder Joe’ya karşı. O’nun yöntemini tam da o an kesinlikle terk ettiğini Daniel Day-Lewis gözü yaş ve nefret dolu bakışlarla ifade ettiğini görürüz. Gözlerinde ve konuşmasının tonlamasında yapılan şeye karşı hissettiği nefreti seyirci bariz bir şekilde hisseder. Ve Garry bu olaydan sonra gözyaşları içinde gitgide sağlığı bozulan babasının yanına gelir. Bu durum ve Garry yansıttığı tavır artık mücadelede babasının yanında olmaya başlayacağı izlenimini uyandırır. Zaten bir sonraki sahnede Garry kampanyaları için mektuplar yazmakla uğraşan babasının yanına gidip elini O’nun omzuna koyar. Yüzünde belki de Türkçe adı Babam İçin olan bu yapıtta baba sevgisi duygu yüklü bir ifadeyle bu karede görünür. Garry babasına kampanya için yardım edeceğini söyler. Avukatın her şeyi O’na anlatması fikrini de eline ses kayıt cihazı aldığında kabul eder. Sonraki sahnede filmin başından beri sıklıkla gördüğümüz baba-oğul diyaloglarından birini daha görürüz. Tek bir farkla: Garry bırakın babasını dinlemeyi konuşmadaki keyifli sohbeti de bizzat 38
yürütmektedir. Babasıyla ilk defa keyifle ve mutlulukla konuştuğu bu sahnede Daniel Day Lewis artık karakterini bambaşka boyutlara taşımıştır. Artık O’nca mücadeleden sonra Garry Conlon son derece iyimser, ilgili, mücadeleci ve sevgi dolu biri haline gelmiştir. Filmin başlarını hatırladığımızda Daniel Day-Lewis’in oyunculuktaki başarısını bir kez daha görürüz. Bu konuşma sahnesinde babası O’na her gün düşlerinde annesiyle olduğunu anlattığında ve yakında öleceğini söylediğinde umursamazlığı hayatını mahveden mahkemede bile görülen Garry adeta sarsılmış bir haldedir. Babasını umursadığı belli olmaktadır. Sonraki sahnede yatağında sakince sigarasını tüttüren Garry babasından nefes sesi gelmediğini duyar ve nasıl olduğunu sorar. Cevap alamayınca panikle Giuseppe’ye bakmaya gider ve babasının nefes alamadığını görür. Panikle yardım ister babasını yatağından kaldırır. Odasında beklerken babasının öldüğünü öğrenir. Ve tüm hapishane Giuseppe için pencerelerinden kâğıtlar yakarak adeta bir cenaze töreni düzenlerler. Garry bunu camdan izler. Daniel Day-Lewis, Stanislavski’nin oyunculuk kuramında bahsettiği gibi geçmişinden bir anı yakalayarak karakterine katması gerektiğinde bu duygu yüklü sahnelerde pek zorlanmamış olsa gerek. Çünkü bir tiyatro oyunu sonrasında çocukluğunda babasını elini tutarken kaybetmiş biridir Daniel Day-Lewis. Babasının ölüşünü görmek gibi acı bir deneyimi küçük yaşta yaşayan oyuncu, bu sahnede babasını kaybeden Garry’nin paniğini, telaşını ve büyük üzüntüsünü bu sebepten dolayı seyirciye son derece gerçekçi bir şekilde yansıtmıştır. Ve yine tıpkı kendisi gibi oynadığı karakter Garry de babasıyla daha çok vakit geçirebilmiş olamamanın üzüntüsün yaşamaktadır. Daniel Day-Lewis ileri oyunculuk tekniklerini bu karelerde o ünlü metot oyunculuğuyla birleştirmiştir. Babasını kaybettikten sonra Garry ve kendilerine sahip çıkan avukatın da desteğiyle babasının başlattığı mücadeleyi büyük bir güç ve istekle sürdürmeye başlar. Burada hücrede öyle bir sahne vardır ki Daniel Day Lewis kendi dış sesinden hapishane hayatını ve özlediği babasını anlatır. Bu sırada son derece donuk adeta hipnoza uğramış bakışlarla duvara bakar. Ve saniye saniye çıldırmaya başlar. Yıllardır haksız yere hapis yatmanın verdiği dayanılmaz acı Garry’nin vücudundan artık çıkmaktadır. Bu patlama anındaki çılgınlığı Daniel Day-Lewis’in son derece inandırıcı bir şekilde oynamasında oyuncunun önce de belirttiğim gibi bu film için aylarını hapishanede geçirmiş olmasının payı büyüktür. Bu sırada ele geçen yeni kanıtlar dava nihayet tekrar görüşülmek üzere mahkemeye gelir. Davasına ve özellikle babasının mücadelesine sahip çıkan Garry Conlon ilk davadaki şımarık, umursamaz tavırlarından tümüyle arınmış adeta bambaşka bir insana bürünmüş bir şekilde oradadır. Çok ciddidir ve savaşmaya gelmiştir. Duruşma sırasında yer yer nefreti zor zapt eden bir görüntüyle yer yer ise alaycı bir gülümsemeyle duygularını ifade etmektedir. 39
Tam 15 yıl sonra haklılığı açıklandığında, özgür kaldığında salondaki sıraların kapaklarında yürüyerek ön kapıdan çıkmaktadır. Bu karelerde Daniel Day Lewis’in vücudunu sert ve keskin hareketlerle kullanması, mücadelesinden zaferle ayrılmış birinin adeta güç gösterisi gibidir. Yüzündeki sert, güçlü ve sağlam ifade dışarı çıkıp kameralara o unutulmaz sözleri söylediğinde de devam etmiştir. Yüzündeki heyecan, mutluluk, öfke gibi duyguların hepsi Daniel DayLewis’in sesini, vücudunu, gözlerini ve mimiklerini ustaca kullanması sayesinde bir arada görülebilmektedir. Tıpkı gerçekte Garry Conlon’un değişimi gibi filmin başında olduğundan tümüyle farklı birine dönüşmeyi başarmıştır. ,Kendi geçmişini ve oyunculuk yeteneğini büyük oyunculuk yöntemleriyle birleştiren Daniel Day-Lewis, Jim Sheridan’ın bu ünlü filminde sinema tarihinin en başarılı performanslarından birini çıkartmıştır. THE BOXER Özet: Filmde gençliğinde parlak bir boksörken IRA bağlantısı olduğu anlaşılan ve bu yüzden İngiliz hapishanelerinde 14 yıl yatan Danny Boy Flynn’in tekrar ringlere dönmesini ve ardı ardına aldığı galibiyetlerle kuşatma altındaki Belfast kentine ve kendine umut aşılamasını izliyoruz. Hapisten çıktığında aslında tek istediği şey huzur olan Danny, çocukluk aşkını gördüğünde bu aradığı duygulara yaklaştığını hisseder. Fakat yaşadıkları toplumdaki tabular onların ortak hislerine izin vermez ve hayatlarına mal olabilecek bir mücadeleye başlarlar. Sheridan-Day-Lewis ortaklığının üçüncü halkası olan The Boxer güçlü dramatik yapısı ve IRA-İngiltere mücadelesinin hayatı güçleştirdiği Belfast’tı anlatımıyla son derece başarılı bir filmdir. Ayrıca Jim Sheridan’ın bu yapıma hazırlanırken Scorcese’nin De Niro’yla olan işbirliğinin önemli parçalarından olan Raging Bull filmini defalarca izlemesi de ilginç bir detaydır. Zira Daniel Day-Lewis otoriteler tarafından İngiltere’nin De Niro’su olarak tanıtılmaktadır.
40
Filmin açılışında In the Name of the Father’da olduğu gibi Daniel Day-Lewis’in oynadığı karakteri uzaktan görüyoruz. Boksör Danny Flynn hapishanenin avlusunda yumruklarını sallayarak idman yapmaktadır. 14 yıl sonra serbest bırakıldığı gün yüzündeki sert ifadede hiçbir değişim olmaması ve gardiyanın “14 yıl sana yetmedi mi?” sorusu izleyiciye Danny’nin haksız yere 14 yıl hapiste kalmadığını hissettirmektedir. Sadece binadan çıktığında bir gülümseme vardır fakat bu gülüş gözlerindeki sert ifadenin altında ezilmektedir. In the name of the Father’ın sonunda 15 yıl hapis yatıp çıkan Garry’i oynayan Day-Lewis burada daha filmin başında 14 yıllık hapis hayatından kurtulmaktadır. İki filmin sonu ve başı itibariyle bu kadar benzerlik taşıması ilginçtir. İzleyiciye Sheridan-Day Lewis -IRA olaylarının devam ettiği hissi uyandırmaktadır. Danny sert ve ifadesiz bakışlarla yemeğini yiyip evsizler barınağına gittiğinde eski antrenörü olduğunu öğrendiğimiz dostuyla karşılaşır fakat yıllar sonra gördüğü bu tanıdık yüz bile ifadesini pek değiştirmemiştir. Bunun nedenlerinden birinin kendisine uğruna hapis yattığı IRA’nın sahip çıkmamasıdır. Ertesi sabah eski dostuyla kahvaltı yaparlarken Danny’nin genel hatlarıyla yüzünde o filmin başından beri gördüğümüz sert imaj durmaktadır fakat gözlerinde sertlik yerini 41
sıcaklığa bırakmaktadır. Daniel Day-Lewis’in gözlerini ne kadar etkili kullanabildiğini gösteren karelerden biridir burası. Sahnenin devamında Danny şehirdeki büyük bir patlamayla kafede bulunan herkes gibi sıçrar. Daniel DayLewis tüm vücudunu ve yüzünü bu zorlu karede inanılmaz bir yetenekle kullanmıştır. Gerçekte ne gördüğü ne duyduğu ne de hissettiği patlamanın olduğu karedeki sıçrayışı ve yüzündeki panik ifadesi o kadar gerçekçidir ki bir insan aynı şartlarda ancak bu kadar sarsılabilir. Sonrasında takındığı ifadedeyse olaya lanet okumanın da ötesinde öfke ve korku görülür. IRA liderlerinin bulunduğu apartmandaki dairesine gittiğinde ise orada tanıdığı militanlarla karşılaşır. Soğuk bakışlarla adeta onları kendinden uzak tutar. Daha sonra eski spor salonunun olduğu yere gittiğinde yine sadece gözleri ve kaşlarıyla konuşan Danny’nin ne kadar hüzünlü olduğunu görürüz. Daniel Day-Lewis bu karelerde az diyalog çok ifade tarzında bir yöntemle karakterine hayat verir ve izleyiciye O’nu tanıtmaya başlar. 14 yıldır görmediği eski sevgilisi Danny hapisteyken başkasıyla evlenmiştir ve “mahkûm eşi” sıfatıyla hiçbir erkeğin O’na yaklaşabilmesi olanaklı değildir. Danny O’nla karşılaştığında sadece gözleri değil tüm yüzü gülmektedir. Bir anlamda karşısındaki insanı yanında isteyip istemediğini sadece gözlerine bakarak anlamaktadır izleyici.
Danny Flynn, eski aşkıyla kafede oturduğu sahnede Daniel Day-Lewis karakterin neden donuk olduğunu, neden az konuştuğunu etkileyici bir şekilde aktarır seyirciye. 14 yılın ilk dönemini, aşkını görmeyi beklemekle geçirdiğini sonrasında duyabildiği tek sesin kendi sesi olduğunu ve daha sonra kendi sesinin bile insana yabancı geldiğini tek gerçek dostunun bu donuk sessizlik olduğunu söyleyen Danny, mimikleriyle ve bakışlarıyla adeta o zorlu yılların özerini yansıtmıştır. İlk boks karşılaşmasında geldiğinde ise gerek ringdeki hareketleri olsun gerek attığı-yediği yumruklar olsun gerekse o sahnelere kadar gördüğümüz idman sahneleri olsun Daniel Day-Lewis gerçek bir boksörü 42
andırır. Burada oyuncunun ilk tiyatro oyunundaki rolü için kendini siyaha boyamasından itibaren içine işlemiş olan metot oyunculuğun karaktere katkısını görürüz. Jim Sheridan bu filmi yönetmeye hazırlanırken nasıl Scorcese’nin Raging Bull’unu izliyorsa Daniel Day-Lewis de çok uzun bir süre profesyonel boks eğitimi alıp ciddi ciddi maç yapar hale gelmiş. Film için tıpkı Danny gibi gerçek bir boksöre dönüşen Day Lewis, filmin maç sahnelerinde izleyiciye adeta bir spor müsabakası izlettirmektedir.
Danny ve Maggie arasındaki ilişki buluştukları sahnelerde iyice yoğunlaşmaktadır. In the Name of the Father’ı anımsatan yürüyüş esnasındaki çekimlerde Day-Lewis karakterinin mutluluğunu dışa vururken Maggie’ye olan büyük sevgisini zorlukla bastırabilmektedir. Aynı zamanda bu büyük sevgiden dolayı endişe ve korku da hissetmektedir. Bu uzun konuşma sahnesinde büyük oyuncu, ses tonlamasıyla ve özellikle bakışlarıyla tüm bu duyguları başarıyla yansıtır. Sevdiğinden hapse atılarak koparılmış ve O’nsuz uzun bir süre yaşam geçirmiş yaralı fakat güçlü bir karakteri yaratırken Day-Lewis’e Garry Conlon rolüne hazırlanırken yaşadığı hapis hayatı deneyimi oldukça yararlı olmuştur. Katolik ve Protestanları bir araya getirip IRA’nın bölge patronu olan Maggie’nin babasının da desteklediği barış görüşmelerine katkıda bulunmak için maç ayarlayan Danny’nin, kazandığı maç sonunda O’nu geçmişte hapse düşüren militanların bombalı saldırı yaptığını anlayınca bir anda yüzü değişir. Zaferini kutlayan gülücüklerden sonra çok keskin bir öfkeyi ve nefreti barındıran 43
bakışlara geçer. Bu bakışlar daha sonra Maggie’nin O’na buradan gitmesini söylediğinde tekrar belirir. Bu durumun da aynı militanlar tarafından yaratıldığını bilen Danny ilk defa duygularını sadece gözleriyle değil adeta her şeyiyle aktarır izleyiciye. Sanki 14 yıl biriktirdiği öfke ve acı o sahnede patlamıştır ve Daniel Day-Lewis filmin önceki bölümlerinde sadece gözlerinden okuyabildiğimiz duygularını tüm bedeniyle en uç noktada göstermiştir. Danny Boy burada tükürükler saçarak adeta kükreyerek duygularını ifade etmektedir. Bu sahnenin devamında Maggie’nin söyledikleri ve âşık olduğu kadını 14 yıl sonra öpmesi O’nu biranda tekrar sakinleştirir. Day-Lewis karakterinin bu çok kısa zamanda yükselişini ve düşüşünü son derece başarılı ve her şeyden önemlisi inandırıcı bir şekilde izleyiciye sunmuştur. Sonrasında Londra’da yaptığı gösteri maçında rakibini yumruklarıyla adeta yerle bir eden Danny daha önce kendisini yeniden yaşıyor gibi hissettirmesini sağladığını söylediği ringde yaptığından ve yapılanlardan tiksinircesine arenayı terk eder. Bakışlarıyla bu duyguyu gerçeğe dönüştüren Day-Lewis Maggie’nin babasına eski çalıştırıcısının ölüm haberini aldıktan sonra gittiğinde yaptığı konuşmada bu sefer sadece gözlerini değil tüm mimiklerini kullanır. Durdurabildiği tek şey gözyaşlarının akması olan Danny buna rağmen takındığı sert ve kararlı ifadeyle IRA patronunu kızına duyduğu sevgi konusunda ikna etmeyi başarır. Son karelerde ise ölüm korkusuyla burun buruna gelen Danny adeta filmin başındaki gibi ifadesiz, donuk bir hale bürünmüştür. Maggie’nin babası sayesinde kendisinin yerine O’nu hapse düşüren militanın öldürüldüğünü gördüğünde ölüme bu kadar yaklaşıp geri dönmenin verdiği şokun etkisiyle yüzünde ifadeye yer kalmaz. Bu sırada Maggie’nin yanında belirmesi Danny’i hayata döndürür. Daniel Day-Lewis bu son karede donuk bir ifadeden yavaş yavaş umut ve mutluluk taşıyan bir ifadeye bürünmüştür ve bunu yine sadece gözleriyle yapmıştır.
44
Sanatçı bir ailenin çocuğu olduğundan birçok insan Daniel Day-Lewis’in şansı sayesinde oyuncu olduğunu iddia etmektedir. Fakat çok küçük yaşta tiyatroya başlayan ve daha ilk oyununda metot oyunculuğun sinyallerini veren Day-Lewis gerek vücut dili gerekse yüz mimikleri olsun yeteneğiyle tüm zamanların en iyileri arasında yerini almıştır. Bir ırkçıdan özgürlük savaşçısına, masum bir suçludan acımasız bir katile hemen her rolü büyük bir başarıyla canlandıran Day-Lewis karakter oyuncusu olduğunu net bir şekilde göstermektedir. İrlanda’nın adeta sesi haline gelmiş ünlü yönetmen Jim Sheridan’ın sinemasında Day-Lewis, aynı kişilikleri canlandırmasa da sinemada “İrlandalı” dendiğinde ilk akla gelecek kült karakterlere hayat vermiştir. Özellikle gözlerini çok iyi kullanan oyuncu küçük yaşında farkında olmadan edindiği metot oyuncu tekniğini bu iki filmde de kullanmıştır. “In the Name of the Father”da hapishane yaşamını ve insan psikolojisine yaptıklarını birebir yaşayan oyuncu “the Boxer” filminde de adeta gerçek bir boksöre dönüşmüştür. Zaten en iyi oyuncu dalında Oscar aldığı ve yine Jim Sheridan’la çalıştığı “My Left Foot” filminde tüm çekimler boyunca karakterini gerçekten yaşayan ce sadece sol ayağını oynatan Day-Lewis bu teknikte ne kadar başarılı olduğunu kanıtlamıştır. Karakterlerine kendi hayatındaki tecrübelerini de katan oyuncu böylece gerçekçi olabilme ve izleyiciye kendini inandırma anlamında çok başarılı olmuştur. Belki de bu yüzden Daniel Day-Lewis’e “İngiltere’nin De Niro’su” diyenler şimdilerde Robert De Niro’ya “Amerika’nın Day-Lewis’i” demeye başlamışlardır.
45
Bir Sabahattin Ali Öyküsü: Sarhoş Utku Aktunç
Yaşamı ve Yapıtlarıyla Sabahattin Ali 25 Şubat 1907'de Gümülcine / İğridere'de doğdu. İlköğrenimini Üsküdar, Çanakkale ve Edremit'te yaptı (1921). Balıkesir Muallim Mektebi'ni bitirdi (1927) ve aynı yıl Yozgat Cumhuriyet İlkokulu’na öğretmen oldu. Milli Eğitim Bakanlığı bursuyla 1928'de Almanya'ya gitti, 1930 yılı Martında yurda döndü, Aydın ve Konya'da öğretmenliğini sürdürdü. Nazım Hikmet'le tanışarak, onun çalıştığı Resimli Ay'da öykülerini yayımlamaya başladı. Hey anavatandan ayrılmayanlar Bulanık dereler durulmuş mudur? Dinmiş mi olukla akan o kanlar? Büyük hedeflere varılmış mıdır? Asarlar mı hâlâ hakka tapanı? Mebus yaparlar mı her şaklabanı? Köylünün elinde var mı sabanı? Sıska öküzleri dirilmiş midir? Cümlesi belî der Enelhak dese, Hâlâ taparlar mı koca terese? İsmet girmedi mi hâlâ kodese? Kel Ali'nin boynu vurulmuş mudur? 46
Koca teres kafayı bir çekince .................... İskendere bile dudak bükünce Hicabından yerler yarılmış mıdır? Dizeleriyle Atatürk'e hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklandı( 1932), bir yıla hüküm giydi, Konya ve Sinop Hapishanelerinde yattı, 1933'te memuriyet kaydı silindi. Cumhuriyet'in onuncu yıl dönümünde çıkarılan afla hapisten çıktı(29 Ekim 1933).
1937'deki askerliğini takiben, önce Ankara Musiki Muallim Mektebi Türkçe öğretmenliğine, ardından çevirmen, öğretmen ve dramaturg olarak çalışacağı Devlet Konservatuarı'na atandı (1938). 1945'de Yeni Dünya gazetesinin, 1946'da Marko Paşa'nın neşrine katıldı. Marko Paşa'daki yazıları yüzünden çeşitli kovuşturmalara uğradı, bunlardan birinden yedi aya hüküm giydi. 1948'de Zincirli Hürriyet'teki bir yazısından dolayı yine hakkında kovuşturma açılınca nakliyeciliğe başlayan Sabahattin Ali, 2 Nisan 1948 tarihinde yurt dışına kaçma girişimi sırasında öldürüldü, cesedi öldürülüşünden iki buçuk ay sonra (16 Haziran 1948) bulundu. Öldürüldükten 2 buçuk ay sonra cesedinin bulunması bana göre bu büyük yazara karşı ölümünden sonra bile yapılan en büyük hakarettir. Yaşadığı dönem boyunca dış güçler (!) tarafından devamlı taciz edilen Sabahattin Ali, kendi düşünceleri ve yazdıkları yüzünden hapislerde yatan ve çıktıktan sonra da 47
işsizlikten açlığa mahkûm edilen Türkiye’de pek de kolay yetişmeyecek bir değerdi. Yazdığı öyküler, romanlar ve şiirler günümüzde de herkes tarafından büyük bir hayranlıkla okunmaktadır. Kim bilir yaşasaydı daha Türk Edebiyatı’na neler kazandıracaktı. Hatta kendisini öldüren katiline büyük yardımları da bulunmuştur. Fakat memleket sevdası (!) daha baskın çıkan bu kişi, odunla yüzüne vurarak büyük üstadın bu dünyadan göçmesine sebep oldu. Benim incelediğim öyküde Sabahattin Ali’nin yazdığı Sarhoş öyküsüdür. Bu öyküyü, görsellik, ışık ve mekân kullanımı açısından inceledim. Zaten bu öyküyü okumuş ve gözünüzde canlandırmışsınızdır. Bir de bu yönden bakın. Herkese iyi okumalar diliyorum ve zamansız kaybettiğimiz büyük üstadı Azizm olarak tekrar saygıyla anıyoruz.
SARHOŞ Öykü, küçük bir kasabanın taşra bir meyhanesinde başlamaktadır. Mekânda loş bir aydınlatma vardır. Karşımıza ilk önce başkarakterimiz Kanuni Kamil çıkmaktadır. Kamil, varoş meyhanede çalışan bir karakterdir. Diğer karakterimiz meyhanedeki erkeklerin ilgisini çeken güzel bir kadın olan Muhsine’dir. Kamil Muhsine’ye âşıktır. Muhsine ise kimseyle ilgisi olmayan bir erkek gibi içki içip sarhoş olan bir kadındır. İlk görüntülerde Muhsine ve Kamil, loş mekânda görülebilen tepe aydınlatma yapılan masada oturan bir karakterdir. O loş mekân, orada çalışanların lambaları söndürmesi ile tamamen karanlık olmuş ve karakterler bu karanlıkta kaybolmuştur. Kamera, sokağı görüntülemektedir. İlk dikkati çeken bekçi, polis ve salkım söğüdün altına yıkılıp kalan kunduracı 48
çırağını gösterir. Kamera meyhanenin camından karanlık mekânın içindeki karakterimiz Kamil’i gösterir. Gazino sahibi, birden kapıyı açar ve polislerin yanına gider. Sokakta sadece sokak lambasının ışığı vardır ( rembrandt aydınlatma yapılmıştır ). Sokaktan meyhaneye yansıyan ışık, Kamil’in yüzünün belirli bir kısmını aydınlatmaktadır. Bu durum, Kamil’in iç dünyasını bize yansıtır ( Kamil böyle bir mekânda çalışmaktan mutsuzdur fakat onu oraya bağımlı kılan Muhsine orada olduğu için oraya bağımlıdır ). Kamil ve Muhsine, büfeden vuran aydınlığa bir masa çekmişler ve karşı karşıya oturuyorlardır. Karakterlerin ( Muhsine ve Kamil ) yüzlerindeki ifadeleri belirginsizleştirecek bir aydınlatma yapılmıştır. Masada net olarak görülen sadece bir şişe rakıdır. Bu şişe bu iki karakteri birbirine bağlayan en önemli imgedir. Kamil, önüne bakmaktadır. Kadının ( Muhsine’nin ) yüzü biraz daha aydınlatılır. Yüz ifadesi daha belirgindir. Gülümseyişi ve dudaklarının kımıldayışı görünmektedir. Kamil’in suratı da yavaş yavaş aydınlatılmakta, aklından geçen düşünceleri izleyiciye vermek
için
böyle
bir
yöntem
kullanılmaktadır.
Görüntü,
Kamil’in
düşüncelerindeki diğer kadındadır ( Muhsine). Karanlık bir odada camın kenarında oturan Kamil’in karısıdır. Kadının yüzünü aydınlatan sokak lambasından gelen zayıf ışıklardı. Birden görüntü, Kamil’dedir. Yüzü net bir şekilde aydınlatılmaktadır. Ürkmüş bir ifadeyle elini yüzüne götürüp şaşkın bir ifade yapar. O sırada, görüntüye gazinocuda katılır. Ortam daha aydınlıktır. Üç karakterde ( Kamil, Gazinocu ve Muhsine ) hayallerinden sıyrılmış gerçeklerin içindedir. Muhsine ve gazinocu ayaktadır. Muhsine’nin omuz üstünden Kamil’in yüz ifadesi verilir. Görüntüde üç karakter arkadan verilir. Meyhanenin bahçesinde yürüyorlardır. Ortam karanlıktır. Burada işitme öğelerinden yararlanılarak, gıcırtı seslerinden yerlerin kum olduğunu anlıyoruz. Kamera, 49
ayrıntı çekim yaparak Kamil’in elini ve kolunun altındaki siyah kılıflı kanununu gösterir. Kamil, o kadar sarhoştur ki ve ortamın karanlık olmasından da kaynaklanarak göremediği ağaca kanunu çarpmıştır. Ortam karşıdan gelen arabanın ışığı ile loş bir şekilde aydınlıktır. Karakterlerin (Kamil, Gazinocu ve Muhsine) yüzü yine belirsiz ama olaylar rahatlıkla görülebilir şekildedir. Kamera ilk önce arabaya ilk binen Muhsine’yi gösterir. Arabanın içindeki Muhsine’nin yüzü arabanın içindeki ışıkla daha belirgindir. Muhsine’nin suratında durgun bir ifade vardır. Yanına Kamil oturmak ister. Fakat gazinocu her gün olduğu gibi binmesine izin vermez ve kolundan tutarak kenara çeker. Kamera, gazinocunun kolunu çekip geri itmesi gösterir. Ve gazinocu Muhsine’nin yanına oturmuştur. Kapıyı çeker ve araba hareket eder. Kapı çarpması, ortam tamamen karanlıktır. Karakterimizin orada belli belirsiz bir varlığı görüntülenir (burada Kamil’in silik bir karakter olduğunu anlamaktayız. Kamil ne Muhsine için ne de gazinocu için önemlidir). Kamil, yolun ortasında öylece kalmıştır. Sarhoşluğun verdiği o sallantı kamera hareketiyle izleyicilere gösterilir (Her akşam böyle arabaya ayağını atarken itilmek, sokakta yalnız kalınca düşünmek adetiydi, Kamil’in). Karakterimiz yolda öyle tek başına yalnızlığını paylaştığı ve her zaman kolunun altında olan kanunuyla kalakalmıştı. Kamil, birden irkilir. Sarhoşluğunda verdiği o naif havayla karanlığını içine doğru kanunuyla beraber yürümeye başlar. Görüntüde Kamil’in arkadan görünüşü ve kanununa nasıl sıkıca sanki bir dost gibi sarılması vardır. Daha sonra görüntü alt açıyla Kamil’in karısı ve çocuklarıyla kaldığı 4 (dört) katlı oteli gösterir. Kamera, en üst penceredeki belli belirsiz yüze odaklanır. Sadece ses duyuluyordur; “ Çingene! Alçak çingene. Bahçe dağılalı 1 (bir) saat oluyor. Gene o Muhsine dedikleri kaltağın peşindeydin değil mi?”. Kamera üst açıdan Kamil’in yüzünü gösterir. Ayakta kalmakta zorlanan Kamil, dengesini kaybederek oraya yuvarlanır. Her zaman O’na tek destek olan 50
kanununa sarılır ve ayakta kalmayı başarır; “ Ne bağırıyorsun gece yarısı be! Hesap görüyorduk”. Bu diyalogların arasında kamera bir kadını bir karakterimiz Kamil’i göstermektedir. Ağlayan bir çocuk sesiyle Kamil, kendine gelir ama dengesini sağlayamaz ve tekrar yere yuvarlanır. Siyah kılıflı kanunu, dostu da yerdedir artık. Ayağa kalkar ve kapıya doğru yönelir. Binadan sesler gelmektedir (cam şıngırtıları). Görüntüde otelin en üst katındaki Kamil’in ve ailesinin kaldığı o loş oda görülür (çıkan sesler bu odadan gelmekteydi. Kadın içeri çekilmek isterken, pencereye çarpmış ve pencerenin kenarındaki değnek düşmüştür. Ağır çerçeve bütün yüküyle kadının başına inmiştir) . Görüntüde, sarhoş haline rağmen merdivenleri hızla çıkmaya çalışan karakterimiz Kamil vardır. Ara görüntü olarak karakterimizin yaşadığı otelin, hizmetçinsin odasıdır. Oda aydınlık, karakter iç çamaşırlarıyla kapıya yönelir. Kapıyı açar ve her zaman böyle şeyler olduğunu düşünerek hiçbir şey söylemeden geri odasına doğru yönelir. Kamil, o loş odadadır artık. Emektar dostu olan kanunu bir duvar kenarına dayar ve yatak ile pencere arasında daha karanlık görülen salıncağa yönelir. Orada avazı çıktığı kadar ağlayan çocuğuyla ilgilenir. Görüntüde sadece çocuk ve Kamil vardır. Oda karanlıktır fakat Kamil ve çocuk aydınlıktır (rembrandt aydınlatma kullanılır). Bu karanlık ortam ile Kamil’in karısı ve demin çıkan sesler unutturulmak istenmektedir. Çocuğu kucağına alır ve belli belirsiz şeyler mırıldanmaya başlar. Ninni söyler ve sonra da bir an karısı aklına gelir ve sarhoşluğun, Muhsine’ye olan aşkının ve biraz önce yaşadığı tartışmanın etkisi söylediği ninni ye yansır. Bir gün İstanbul’a gitsek, ninniii Şu karıyı başımızdan savsak, ninniii O zaman sende kurtulursun, bende, ninniii..!
51
Birden oda aydınlanır. Çocuk susmuştur. Kamil kendine gelir. Artık karınsın sesini duymuyordur. Birden içini bir korku kaplar. Kamera Kamil’in gözleri olur ve odanın içerisinde çevrinme yapar. Kamil’in gözleri karısını aramaktadır. Çünkü odaya geldiğinden beri karısı ona bağırmıyordur ve saçını başını yolmuyordur. Birden bir kahkaha sesi ve derin bir sessizlik olur. Kamera pencereye yönelir. Kadın diz çökmüş, başı pencerenin dışında öylece duruyordur.
Kamil
hala
olayların
farkında
değildir.
Hala
karısına
söylenmektedir. Kamera yakın çekimde yüzünü alır. Yarı kapalı gözlerle söylenen Kamil’in gözleri, büsbütün açılır. Kamil bir adım kadar ilerler ve orada kalır. Olayların farkına varmıştır. Oda hala aydınlıktır ( bu ışıklandırmayla, bütün olayları ve karısının başına gelenleri fark ettirmek içindir ). Kamil, hala kırılan ve düşen pencereyi fark edememiştir. Fakat, yerde biriken karısının kanları görür. Bu kanlar pencerenin kenarından başlıyor ve duvarda bir nehir gibi iniyordu (kamera ile kanın nereye indiği yakın çekimde takip edilir. Kanın kırmızı rengi bize orada ölüm olduğunu anlatmaktadır). Kamil, hiç sesini çıkarmadan yavaş yavaş geri çekilir. İçinde kirli çamaşırlar bulunan çamaşır sepetinin üstüne oturarak karısına doğru uzun uzun ve boş bir şekilde (hiçbir şey düşünmeden) bakar. Sabaha kadar öylece oturur ve sabaha kadar da bu şekilde oturur. Sabahın ilk ışıkları Kamil’in yüzüne vurmaktadır. Yüzünün net görünmesine rağmen, karısının ölümüyle Kamil daha silik bir insandır artık. Yazar Sabahattin Ali, öyküsünde karakterleri betimlerken fiziksel özelliklerine hiç yer vermemiştir. Daha çok, onların psikolojik yönlerini sunmaya çalışmıştır. Öyküyü karanlıkta başlatıp, sabahın aydınlığına rağmen onları psikolojinin derinliğine gömmüştür.
52
Dizeleriyle Murathan Mungan Duygu Yılmaz
“Kitabı açtığınızda durur bildiğiniz vakitler, başka türlü akmaya başlar saniyelerin toplamı. Yürek göçünüz başlar nefeslerden kelimelere, farklı dünyalara ilerler adımlarınız. Artık eskisi gibi değildir hiçbir şey, siz eskisi gibi değilsinizdir. Peki, bir yazar, bir şair bu kadar bu kadar değiştirebilir mi dünyayı? Evet, değiştirir; yedekleri olsa bile, kaderini yanıltmak içindir, bizzat söylemiştir…” “Şairlerin dünyaya hâkim olacakları saatler, herkesin uyuduğu saatlerdir…” Murathan Mungan, 21 Nisan 1955 İstanbul doğumludur. Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Tiyatro Bölümü’nü bitiren sanatçının ilk kitabı bir üçleme olan Mahmud ile Yezida 1980’de yayımlanmıştır, daha sonra üçlemenin diğer parçaları Taziye ve Geyikler Lanetler’le birlikte Mahmuh ile Yezida farklı kitaplar halinde yayımlanmıştır. .Sahnelenen ilk oyunu Bir Garip Orhan Veli,1981’de sahnelenmiş,1993’te kitap olarak basılmıştır. Hikâye, 53
roman, oyun, şiir, senaryo ve şarkı sözleriyle tanınan yazarın, bazı şiirleri Kürtçeye çevrilmiştir. (Kalbimin Doğusunda-Li Rojhilaté Dilé Min ve Yılan Yastığı-Balgifa Mar)Yapıtları arasında Dünya Edebiyatı’ndan seçtiği eserleri bir araya topladığı, Ressamın İkinci Sözleşmesi, Çocuklar ve Büyükleri, Kadınlığın 21 Hikâyesi ve dünya yazarlarının “Niçin Yazıyorum?” sorusuna cevap veren denemelerini bir araya getirdiği Yazıhane de yer almaktadır. Radyo oyunları arasında Ölümburnu ve Dört Kişilik Bahçe vardır. Film senaryolarından Dağınık Yatak 1984’te Atıf Yılmaz tarafından filme alınmış, Dört Kişilik Bahçe ve Başkasının Hayatı da kitaplaştırılmıştır. Karışık eserlerini, Meskalin 60 Draje, Soğuk Büfe, Bir Kutu Daha eserlerinde toplamıştır. Onun dışında çeşitli dallardaki eserlerini Murathan 95 ve Elli Parça’da toplamıştır. Şair 2000’den önce yazdığı tüm şiirlerini 13+1’de ve Doğduğum Yüzyıla Veda’da, diğerlerini de Eteğimdeki Taşlar’da yayımlamış, şarkı sözlerini ise Söz Vermiş Şarkılar’da toplamıştır. 2007’de Taş Kâğıt Kumaş adlı oyun kitabını ve sinema yazılarından derlediği Kullanılmış Biletler adlı kitabını yayımlanmıştır. Yazarın, bu eserlerin dışında, Erkekler için Divan, Yüksek Topuklar, Timsah Sokak Şiirleri, Çador, Cenk Hikâyeleri, 7 Mühür, Yaz Geçer, Beşpeşe(5 yazardan biri Murathan Mungan’dır), Yabancı Hayvanlar, Metinler Kitabı, Üç Aynalı Kırk Oda, Yedi Kapılı Kırk Oda adlı eserleri de yayımlanmıştır.
54
*Yaz Geçer’den KADIRGA Senelerce,senelerce evveldi; Bir deniz ülkesinde… ve belki de Birbirine aktardığım defterlerin hepsinde Bu şiir vardı: Senelerce,senelerce evveldi; Biz seninle orada,o deniz ülkesinde tanıştık Uzak denizler,uzak yakınlıklar içinde Bir kadırgada iki korsan Tarih,yarın,ütopya dolu sandıklar arasında Birbirimizi yaralarından tanıdık Dışı korsan,içi iç denizlerde yaşayan çocuklardık Konuşamadıklarımız bir bulut kalınlığında Duruyordu aramızda Oysa konuşsak,ya da dokunsak birbirimize 55
Çekip gidecekti içimizdeki o korkunç noksanlık Batık gemilerin deniz diplerini saran Umutsuzluğu vurmuştu yüzümüze Birbirimizden ve aşkın keşfedilmemiş gizlerinden ürküyorduk Bir definenin ikiye paylaştırılmış haritasında Bilmeden birbirimize doğru ilerliyorduk. Kara görünmüyordu yokluğumuzda Kara çok uzakta Sahillerce millerce Uzaktaydı birbirimizin yokluğunda Neyimiz vardı öfkeli bir gençlikten Mağrur inceliklerimizden Ve geceler boyu kısık yıldızlar altında anlatılan İhanetlerin kara bilgisinden başka Biliyorduk geldiğimiz yer Atlantis O yitik ütopya Gittiğimiz yer de ora Senelerce,senelerce evveldi; Sen yoktun bu aşk başladığında Senelerce,senelerce evveldi; Sen yoktun Ben de yoktum Bu aşk başladığında Bizi yola çıkaran ne varsa, Yol üzerindedir Öyledir sanıyorduk, Geleceği seçmeye çalışıyordu kısılmış gözlerimiz Adasız denizlerin ufkunda Bilge ve hırsız.Çocuk ve katil.Ölüm ve oğul oluyorduk Denizler,meydanlar,kavgalar ortasında Fırtına bilgisi yoklarken Çözülmemiş zamanların altın bilmecelerini Bir daha hiç çıkmadık daldığımız karanlıktan Kara ruhların büyük bayramlarından sonra Aşk giz tutmuş tuğra Aşk 1988 Bir yıldır yoldayız Aşkımız sağlam sularda Aşk 1988 Gideceğimiz yer Atlantis 56
O ütopya sıla Ayrılsak bile biliyoruz Başka bir anlamda Senelerce,senelerce sonra Sağlam,ödeşmiş,mutlu aşıklar için Bir randevudur aynı yolculukta kadırga Aşk 1992 Ayrılık 1992 Şimdi biliyor muyuz Gömülüp gideni batıklarda Kaç kıyıdan toplanmış taşlarla Batıyordu dibe Şarap fıçılarıyla,zeytin dallarıyla Yarım kalmış bir gravürde Yelkenleri sönen kadırga batıyordu Sarışın hurmalar,gümüş paralar Uzak otlar,ipek topları,amber kokularıyla Çıkmamak üzere bir daha Bir başka mürekkebin kıyılarına Daldığımız solgun gravürden Birbirimize baktığımızda Diriliyordu deniz diplerinde Boğulmuş beyaz kentlerden Geçilen yolculuk Aynı takım yıldızların altında Dünyaya gelen aşkların benzerliği gibi Başka çağları haber verir kimi denizler Yoksa nereden çıkardı bu rüzgar Bu zeytin dalları,baş döndüren şarabın kokusu Ağzımızdaki bu hurma tadı İpeğine uzandığım bu amber nereden Yüreğimdeki dövme çok eski bir gravürden Buluşurdu sessizliğimiz Okuduğumuz sayfaların derinliğinde Ne zaman sussak Aramızdan geçerdi hayalet gemileri Karşılıklı kıyılarda aynı denize bakan İki koltuk,iki lamba,iki ay Aynı pencerenin derinleştirdiği gecede Gemilerin ıslığını dinlerdik 57
Tek bir söz bile etmeden konuşurduk saatlerce Kapkara hayalet gemileri geçerdi Geçmişten gelen Sessizliğin yarattığı sis içinde Kapkara hayalet gemileri Geçerdi gözlerimizin önünde Gecenin içinden Yeniden döndüğümüz sayfaların derinliklerinde Dilsiz kırılganlığıyla dip iklimi Yüzeydeki çalkantılarını unuttururdu Gömüldüğümüz denizin Som bir bütün içindeydik Koltuk,lamba,kitap Sayfasını kapatırken Kahramanı olduğumuz şiirin Ay sönerdi penceremizde Hayalet gemileri geçerdi uykularımızın içinden Uzun denizlerde yorulmazdı gözlerimiz Birbirimizin güneşine baktıkça En yeni yerlerimizi birbirimize borçlandık Çünkü aşıktık ,kararlıydık,haklıydık Bir denize kaç dalga sığarsa Gün denizini ayıran halatlar Yaz denizinden geniş melankolisi Issız bir adaya düşecek olsan Hangi şiirleri alırdın yanına Hangi mevsimleri,ikindileri Çarşafını değiştir denizin sevgilim Tropikal yaprakların,ayın Yüzüne düşen perçemlerini kaldır Hafızandan bütün lekeleri sil Alışmak çürütür gövdenin derinliğini Hangi denizi seçtiysen o türlü Varlığın kıstırıldığı seyir defteri Yaz denizini güz denizinden Ayıran halatlar gibi Çözülür adaların dağınık belleğinden Savat gece çakıllarda şarkısı Ay ışığıyla ayrılır denizin ipeği ikiye Yalınlığın vurgununda çözülen derinlik 58
Gövdenin uykulu tarihi Aydınlanır karasına vurduğu sahile Avucunda tenimin taç yaprakları Kalbimde kalabalık yeminler Vahşiyim,vahşiyiz bu defne günlerinde Çıplaklığımızla dağlıyoruz birbirimizi Gökle karışıyor tenimiz Kumun zamanlarıyla Suyun yeniden elde edilmesi Bulutun dumanı Yağmurun kırbacı Yaprağın buharıyla Sevişmek için değil Yaşamak içindir çıplaklığın önemi Tanımlara zorlanmış itiraflardan Firar ediyor gövdelerimiz Bir ejderha uyuyor ay ışığında Ay ışığında uyuyoruz ilk defa Kendiliğinden yolunu bulan hayvanlar gibi Ateş,hava,su,toprak ve aşk Birbirimize çıkıyor her defasında Kendiliğinden yolunu bulan Birbirimizin kollarındaki ejderha Gecenin bütün burçları İnmişti sahile ürperen kumların üzerinde Hiç görmedikleri bir sabah gibi bakıyorlardı yüzümüze Gecenin göğsümüzde unuttuğu Bir avuç ay ışığı Senin göğsünde bıraktığım En derin uykumdu Orada kaldım Orada kaldı Ne kadar tutkunduk birbirimize Ufuk daralırdı tenimizin yankısından O kaçak sahil köyü,Kadırga Şimdi iki ayrı yaz kaldı bize Birlikte geçirdiğimiz o büyük yazdan Solak defterlerde uğru Erkek denizlerde mitoloji Korsan haritalarında define kalbim 59
Bir senden birçok aşık edindi Zamanı bizden ayrı parlayan bir şeydi Kanımda kımıldayan tutku Gecenin sözleşmesindeki mürekkep Her şeyi aşka ve ateşe dönüştüren derin bir ayindi Sen gittin Buluştuğumuz körfezler şimdi başka denizlerin çekiminde Sen gittin Ama doksan dokuz adın kaldı kalbimde Ne kadar gitsen de uzağa Vücudumda dolaşıyor zincirin Kurduğun bütün tuzakları tapınak bildim Tenim çöl tenim çöl tenim çöl Bedenimi lincine bırakıp çekip giderim çekip giderim Giderim tenim çöl Aysberg tül Ne zaman dondu pusula Ne zaman geldik bu iklime Aramızdaki siste kaybolmuş buzkıran gemiler Kaybolmuş kelimeler Sen yoksun ben de yoktum Kutuplar kadar yalnızız ikimiz de Rüyamızı emanet etmedik Hiç uyumadık sığda Ölümün uykusuna güvenir gibi Bırakırdık kendimizi Birbirimizin düşlerinin yastığına Aşktı bu,beraberlikti,yol arkadaşlığıydı Ve daha binlerce kelime Aşk bitmiyor bitmeden Denizi tükenmemiş Kadırga Bir çifte vav yokuşundan aşağı Doksan dokuz adımın En güzeli sevgilim Yeniden bulmanın suları Denizi geçenlerin adımlarından sonra Taş kadar kör taş baskısı gravür Diri mürekkep Kör aşk,kör levha Büyük bir fırtınada yıkanmış aydınlığıyla 60
İniyor hat,güvercin dönüyor bir dal zeytinle Aşk bitmiyor bitmeden Tükenmemiş deniziyle Masalına dönüyor Kadırga Bir türkü Meyve bile dalına güvenir Meyve kadar hükmüm yoğ imiş Bir dize Denizim ben batık aşklarla dolu Bir fotoğraf Şiirde görünmüyor Ve görünmeyen nice ayrıntı Kim bilir ne zaman kendini yazmaya başlamış Başka şiirlere taşmış Taşırmış içindekileri Seyir defterinin kazalara uğradığı kadırga Yeni dalgalarla yamıyor Yarıldığı denizi Gönderinden ithafını kazıdığı tarihi Gönderme yaptığı başka denizler yarattı kendine Kimi zaman başka şiirlerin gövdelerinde Denize açılarak sürdürdü,sürdürüyor kendini Duruyor yürekteki define,korsanlar yaşlandı Deniz zamansız Ne sen,ne ben,ne şu mai deniz Ne de melali anlamayan diğerleri Senelerce,senelerce evveldi Senelerce senelerce evvel bir sonraki…
61
Karalamalar Gökhan Baykal Yeni bir ayda yine merhaba aziz dostlar. Bir gece saat 4.30 da yatağımda mışıl mışıl uyurken bazı tıkırtılar duymaya başladım. Birden telaşa kapıldım, aslında bunun için sebebimde yoktu ne 83 yaşındaydım ne de Cumhuriyet Gazetesi başyazarıydım. Yoksa ben kapatılan Refah Partisi Eski Genel Başkanı mıydım? Ee öyle bir durum olsa telaşa kapılmak için bir sebebim olmazdı, bana yapacakları şey en fazla uyduruk bir ev hapsinden öteye gidemezdi. Eski RP’li olduğumu düşünüp tekrar uyumaya başladım ve sabah gayet zinde uyandım yalnız aramızda birkaç ufak fark vardı, eski
RP’li
olsaydım
benimde
trilyonlarım
olabilirdi
(ama
bunları
kaybetmeyeceğime adım gibi eminim) ama maalesef böyle bir durum mümkün değil aziz dostlar. Beni içeri atarlarsa şayet, en fazla bu yazdığım yazılar yüzünden atarlar kaybolmuş trilyonlar için değil. Ya bu Ergenekon ne menem bir mevzuymuş ya herkesi alıveriyorlar içeri, yok o adam şunu yapmış yok bu bunu yapmış, derin devletmiş falanmış filanmış. Bırak ya bu dümenleri arkadaş! Sağ olsun medya güzel güzel kafayı şişiriyor Ergenekon’la, tarafsızız diye geçinen kalemler ve seslerin kimlerin adamı oldukları gayet ortada, Amerikalı Prens’ten aldıkları emirlerle gündemi şişirmekten başka bir işe yaramıyorlar, zavallı halkımda bunların haberlerini mecburen yiyor ya da yiyormuş numarası yapıyor ama numara olsa böyle % 47 ile geçmezlerdi herhalde başa zat-ı muhteremler.
62
Ergenekon soruşturması kapsamında İlhan Selçuk ustanın gözaltına alınması gerçekten vahim bir durum her şeyi geçtim uygulama bakımından zaten yüz karası bir olay. Gecenin 4.30’unda 83 yaşındaki bir adamın evine baskın yapılıyor sanki adam ülkeyi terk etmeye hazırlanıyor da son anda yakalayacaklarmış gibi; yahu adam evinde uyuyor bir yere kaçtığı da yok. Bu nasıl bir gözaltına alma aşkıymış ki gecenin köründe baskın yaptırıyormuş adama, 4 saat daha bekleseler de adabıyla gözaltına alsalar olmuyor sanki. Benim yazdıkça yazasım geliyor ama burada söylenememesi gereken laflar kullanırım ve beni de Ergenekoncu bu diyerek içeri alacaklar diye korkuyorum. Neyse aziz dostlar bu aylık benden bu kadar, yazının çok kısa olduğunun farkındayım ve hepinizden özür diliyorum bir dahaki aylarda telafi etmek ve görüşmek dileğiyle. Kendinize iyi bakın ve Cumhuriyet’inize sahip çıkın.
63
Ayrışma, Kutuplaşma, Bölünme F. Utku Deniz
64
Kayıp Sesini Bulma Baladı Duygu Yılmaz “Hangi yıldızlardan düşüp birbirimizi bulduk biz?” Bir an düşüyor aklıma. Sen, yıldızlardan düşüyorsun. Kirpiklerimin tam üzerine, titreterek gözbebeğimdeki ışığı, en kuytu ormanın en kuytu ağacından düşüyorsun. Yalnızlığımdan geliyorsun aslında ve yalnızlığıma gidiyorsun. Öyle yabancısın ki düştüğün yere, gözlerinin derininde ince bir sızı gurbet türküsü. Sılanda nasıldır geceler, gündüzler nasıl doğar, unutmuşsun, bilmiyorsun. Sevgiler var ellerinde, büyük aşklar taşıyorsun. Yolculuklardan kalma değil elindekiler; çünkü bu kadar zamandır yollarda değildin, biliyorsun. Ellerin beyaz, ellerin alabildiğine büyük, ağrılı, kırgın. Ama güçlü parmakların en az sevdaların kadar. Bir aşkı tutup gökyüzünü kederiyle boyayacak denli umutlu, günün ilk ışığıyla aydınlanacak kadar mutlu. Ellerin, ellerim kadar. Ellerin, özgür martılar kadar… Hayat gibidir sesin, bir gün fırtına kokar filizleri, sel getirir yağmur yağdırır fikrimin en paslı yerine, ülkemin nem bilmez topraklarına, kimi zaman da kurutur ıslattığı her şeyi kavuran güneşiyle, yanık teniyle. Şimdi duysam bir kere daha, duraklamasıyla, yankısıyla, yine çekerim aynı kalp ağrısını, evvelki gibi… İlk duyduğumda sesini, bir kış günüydü. Unutmaktan bahsediyordun türkülerin diliyle. Unuturum, diyordun, daha tanımadan unuturum seni. Kıştı ama yeşildi ağaçlar, bilemedim nasıl olduğunu ama yeşildi kalbim. Yabancıydım ayaklarımın bastığı yerlere, yabancıydım yüzüne. Yabancıydın sen de, köklerin kilometrelerce uzakta can çekişiyordu, biliyordum. Gözlerinin içindeki yeşil, umutlarım kadar güzel kokuyordu, benim de köklerim o yeşilin dibinden geliyordu… Gittin sonra, sesini ilk duyduğum o kış geçti. Bahar geçti üzerinden ve yazlar geçti. Saçımdaki tek beyaz tel gibi kaldın aylarca aklımda. Bana ait değildin ama benden ayrı da değildin. Koparıp atsam çoğalacaktın şüphesiz, bıraksam yaşlandıracaktın yıllarımı saymadan. Koparmaya kıyamadım; unutmaya doyamadım… Bir gün ellerime düştü o tek beyaz tel aniden, sen ellerime düştün. Bembeyaz bir kâğıda yıllar önce dökülmüş notalardı kelimelerin. Bir Mayıs günü, sol anahtarı koydum dilinin ucuna ve düştün düşlerimden yüreğime… 65
Sen geldin ya, ellerinde gözyaşı tutmaya alışmış yanaklarım şaştı önce. Nehirlere susamış dudaklarım heveslendi sonra gözbebeğinde oturup kalan o bir damla ab-ı hayat’a. Nicedir kuraklık bildi her mevsimde çünkü şimdi ise ne yaz, ne kış onun beklentisinde... Beklemek aşkın ta kendisidir sevgili, ben bildim, bekledim. Güzel kirpiklerinin her teli yüreğimin ortasına acıtarak batana dek bekledim. Bir gün, güneş batarken bir kıvılcım düştü bedenime. Bir bir kapılar kapandı içimde, karanlıklar doldu hücrelerime. Yokluğun ilk acı verdiğinde bir akşamüstüydü, sana yandım. Adına çıkan bütün yollara, geleceğini bildiğim bütün günlerin tutkalını sürdüm, sana uyandım. Şimdi, avuçlarımda gözlerinin iziyle düşürüyorum adını dilime, hüzünlerimden bir sol anahtarı yapıyorum yaşımın sırça sarayının türküsüne, ömrümce susma diye. Akşamlar bana inat uzun, gündüzlerse yolunu gözleyen kelimelerime borçlu heyecanını. Gelmeyişine, özletişine kızmam, biliyorum hangi denizlerde umutların ve nicedir yollarda her defasında seni bana getiren ayakların… İçimdeki at dörtnala koşuyor şimdi ve içimdeki nehir doldurdu tüm küplerini sabır iklimlerinin. Bir hayat güzelleşemez bu kadar, bir şarkıya bir kelime bu kadar yakışamaz. Adının adıma kattığı anlamı; ömrüme, gençliğim bile katamaz. Gitmiyorum, bekleyeceğim. Gözlerinin içine bakarak, dünyadaki en güzel işi sana anlatmadan, bir adım ötene bile geçmeyeceğim. Aşk bu kadar büyütülecek bir şey değilse eğer, ben ömrümün bu deminde, bildiğim tüm büyüklüklerden vazgeçeceğim…
66
67
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
68