Azizm Sanat E-Dergi Nisan 2009

Page 1

Azizm Sanat E-Dergi Nisan 2009 Sayı 18

Dosya: Köy Enstitüleri ve Sanat Söyleşi: Adnan Binyazar Gus Van Sant ve Elephant

Sinemamızda Güldürü

1


Editörden Sıklıkla yinelediğimiz bir söylemdir “tarihimizle yüzleşmemiz” gerektiği. 12 Eylül, Susurluk, Sivas, Maraş, 6–7 Eylül, Bahçelievler, Tan olayları ve maalesef sayısı oldukça fazla olan karanlık süreçlerimizle yüzleşemediğimiz tartışmasız bir gerçeklik. Ancak öte yandan aydınlığımızı yeterince hatırlıyor ve yaşatıyoruz muyuz? Bu topraklar, bu halk, vahşeti gördü, ihaneti gördü, haksızlığı gördü ama unutmayalım ki Anadolu, aydınlığı da gördü, umudu da… İşte Köy Enstitüleri böyle bir aydınlığın, umudun, eşitliğin devrimi olarak 69 yıl önce kuruldu. Topraklarımızın köklü gericileri sayesinde ömrü kısa oldu ancak yeşermiş tohumlarıyla hala besleniyoruz, nefes alıyoruz. RTÜK adlı kurumun yönetici kadrolarına imamların atandığı, yeni seçilen belediye başkanlarının ilk icraat olarak “Aşk Yağmuru” adlı heykeli ahlaksızlık bularak yıktığı bir ülkede yüzleşmemiz gereken, hatırlayıp hatırlatmamız gereken aydınlığımızdır Köy Enstitüleri… Aydınlanma devrimcileri Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un bizlere armağanı olan Köy Enstitülerine adadığımız bu ayki çalışmalarımızda elbette enstitü mezunu değerli edebiyatçımız ve destekçimiz Adnan Binyazar çalışmalarıyla bizlerle. Anadolu’muzu halen besleyen enstitüler hakkında iki yazısının dışında kendisiyle yaptığımız keyifli, bir o kadar da öğretici söyleşiyi de röportaj bölümünde bulabilirsiniz. Köy Enstitüsünün yaydığı aydınlığın bir diğer simge ismi, Orhan Kemal Edebiyat Ödüllü değerli yazarımız Talip Apaydın, enstitü ruhunu sımsıcak bir şekilde okuyucularına aktardığı yazısıyla sayfalarımızda. Şiir bölümümüzde ise Köy Enstitüsünün kültür-sanat ortamında yetişmiş bir diğer düşün insanı Mehmet Başaran’ın dizelerine davet ediyoruz sizleri… Köy Enstitüleri hakkında farklı bakış açılarıyla yazılmış denemelerimizin yanında enstitülerden esinlenerek yaşama geçirilen Kibutzlar üzerine çalışmamız, yok ettiğimiz eğitim kurumlarımızın önemi bir kez daha hatırlatıyor. Sinema yazılarımızda ise en son Almanya’da bir okulda kendisini gösteren, tüketim toplumuna özgü nedensiz şiddet eylemlerinin işlendiği, usta yönetmen Gus Van Sant’in etkileyici filmi Elephant üzerine derinlemesine araştırmayı ve Türk sinemasında güldürü hakkında makaleyi bulacaksınız. Felsefenin dehlizlerine dalarak kırılan aynası konusunda Tanrıya yardımcı olurken, fotoğraf bölümümüzde yeni çalışmalarla sizlerleyiz. Aydınlanmanın söndürülemeyen ışığını, yarınlar için günümüzde hep birlikte ateşlemek üzere, sanatla kalın dostlar… 2


www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

Ön Kapak: Enstitülü Öğrenci Mandolin Çalıyor– İsmail Hakkı Tonguç Arşivi Arka Kapak: Akpınar Köy Enstitüsü Bandosu

3


İçindekiler Köy Enstitüleriyle Bir Bilgi Devrimi Yaratılmak İstenmiştir –Adnan Binyazar

s.5

Bayramda Çalışırız Bayramlar İçin – Talip Apaydın

s.9

Köy Enstitülü Yazarlar – Adnan Binyazar

s.12

Anadolu Rönesanssı: Köy Enstitüleri – Onur Keşaplı

s.16

Kaybolan Değerlerimiz – Selin Süar

s.23

Adnan Binyazar ile Söyleşi – Onur Keşaplı

s.27

Özgür Düşünceden Dogma ve Ezber Düzene – Melih Öncel

s.32

Köy Enstitülerini Anlamak – Erman Bazo

s.34

Görebildiğin Kadar Mavi: Mehmet Başaran – Duygu Yılmaz

s.36

Elephant Filminin Biçimsel Analizi – Ayla Yıldırım

s.46

Türk Kültürü ve Sinemasında Güldürü – Onur Keşaplı

s.66

Aynası Kırılan Tanrı – Ümit Hüseyin Girgin

s.83

Toplum ve Topluluk – Melih Öncel

s.91

Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! – Mustafa Balbay

s.93

Köy Enstitüleriyle Bir Bilgi Devrimi Yaratılmak İstenmiştir! 4


Adnan Binyazar Atatürk, Cahit Külebi’nin “Biz yoksul bir milletiz/ Gözlerimizde solgun ışıklar yanar,” dediği halkın önünde parlattı özgürlük ışığını. O halkın gözlerinde yanan solgun ışıklarla Anadolu bozkırına çağdaş uygarlığı getirdi. Okumasız yazmasızdı o halk, ama Nazım Hikmet’in dizeleriyle, “Topraktan öğrenip/ kitapsız bilendi, Hoca Nasrettin gibi ağlayan/ Bayburtlu zihni gibi gülen”di; Yani, içi bin yılların kültürüyle, erdemiyle dolu bir halktı. Atatürk, bu halkın yüreğindeki ağlayan narı, gülen ayvayı görmüştür; yüzyıllardır kapağı açılmamış uygarlık kitabının sayfalarını bir bir açtı; ona efendi dedi. Şimdi, köylüyü efendi sayma bir yana, ona efendi dedi diye Atatürk suçlanıyor! Köyde tutunamayıp büyük kentlerin çevresini sarmış bu efendiye(!) nerdeyse bir haşarat gözüyle bakılıyor. Ona böyle bakanlar, Atatürk’ün, özgürlük ışığını parlattığı Anadolu toprakları üzerine kurulup oturmuş Atatürk düşmanlarıdır. Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür,” diyordu. Cumhuriyet ise, Türk kahramanlığının, yüksek Türk kültürünün sonucudur. Atatürk, Cumhuriyet’i Türk kahramanlığına bağlarken, o kahramanların, gerçekte o yoksul millet olduğunu vurgulamak istiyordu. Cumhuriyet’in temelinin kültürlerle donatan, Nasrettin Hoca gibi ağlayıp Bayburtlu Zihni gibi gülen, bakışı içine doğru derinleşen Anadolu halkıydı. Atatürk, Cumhuriyet’i ilelebet payidar kılacak devrimini işte bu Anadolu halkıyla yaptı. Bilim adamlarının, Atatürk devrimlerini Anadolu İhtilali’ne bağlaması boşuna değildir. Bilgi devrimi bu halkla yapılacaktı. Onun için, Atatürk, savaşının dumanlı günlerini atlatıp kültürel kurumlaşmayı(Türk Tarih ve Dil Kurumları, Musiki Muallim Mektebi, Halkevleri, Konservatuar, Opera, Bale…) sağladıktan sonra, bir azınlığa özgü, üretimden yoksun eğitim alanlarına el attı. 1937 yılında Köy Öğretmenleri Yasası’nın çıkarılmasını sağladı. Eğitmen Kursları, Köy Öğretmenleri, Köy Enstitüleri bu yasanın getirdiği temel anlayışın sonucudur. Şerafettin Turan’ın Türk Devrim Tarihi’nde(Yeni Türkiye’nin Oluşumu 1923– 1938) (s.88) Köy Enstitülerini Atatürk’e bağlaması çok anlamlıdır. Köy Enstitüleri, gerçekten, Atatürk’ün temelini attığı bilgi devrimi toprağında boy vermiştir. Onu yaşama geçirenler ise, başta İsmet İnönü olmak üzere Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’tur. Köy Enstitülerinin kurulmasında temel amaç, köylüyü aydınlatmak, köydeki birikimi üretime dönüştürmektir. Atatürk, yüzde sekseni okur-yazar olmayan bir toplumun, çağdaş dünyada ancak bir sömürü halkı olarak kalacağının bilincindedir. Ayrıca, Atatürk, bir kesimi aydın, bir kesimi bilgiden yoksun 5


kalmış toplumlarda sosyal adaletin, demokrasinin, insan haklarının gerçekleşemeyeceğini çokça dile getirmiştir. Her türlü toplumsal bozulmanın, temeli bilgisizliğe dayalı gericilikten kaynaklandığı açık açık söylüyordu. Tarih boyunca, hangi ülkede olursa olsun, gelişmelerin önüne saplantılı dar kafalar dikilmiştir. Gerici, düşünce dumuruna uğramış kişidir. Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın her aşamasında bunlarla karşılaşmıştır. Öncelikle tarih, dil, bilim, sanat konularına eğilmesi bundandır. Gerici kafa, ancak bilimin varlığıyla etkisiz kalır. Uzağa gitmeye gerek yok; Batı’ya yönelişimizde de aynı tepkilerle karşılaşılmıştır. Atatürk’ün bir ayağı Cumhuriyet’te, bir ayağı Tanzimat’ta olmasına karşın. Atatürk devrimini, Tanzimat yenilikçiliğinin bir süreği saymamak gerekir. Tanzimat’ta ve sonrasında birçok kültürel kurum, Batı’daki benzerlerinin Türkiye şubesi gibidir. Batı, kurumlaşmayı, kendi ölçülerine uygun insan yetiştirmenin bir aracı saymıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk, bu yolda yetişmiş mandacıların yurtseverlikleri konusunda çok acı deneyimler edinmiştir. Bu deneyimler, Atatürk’ü Cumhuriyetçilik’e yöneltmiştir. Cumhuriyet ulusalcı ve halkçıdır. Oysa Tanzimat’ta halk Osmanlı’dır, Türk değildir. Atatürk, Anadolu topraklarında yaşayan her kesimi Türk varlığı sayacak denli çağdaş bir hoşgörü anlayışının öncüsü olmuştur. Bu bağlamda O’nun devrimciliği de bütün yönleriyle bir ulusu var eden kültür alanlarına, bilgi kaynaklarına yönelme anlamı taşır. Hakçılık ise, bir ülkenin ezilmiş çoğunluğunu tutsaklıktan kurtarma girişimidir. Onun için, Atatürk’ün devrimi gerçekte bir bilgi devrimidir. Ulusal kaynaklar araştırılarak, Türk varlığına çağdaş dünyada bir yer sağlanacaktır. İşte, Köy Enstitüleri de bu geniş alanlı devriminin bir parçasıdır. Köy Enstitüleri, yüzyıllarca itilmiş kakılmış halka kişilik kazandırma amacıyla kurulmuş, 7–8 yıl içinde gerçekleşmiştir. Eğitim tarihlerine geçecek denli etkili olan bu uygulamanın değeri ne yazık ki bilinmemiş, kendi toprağını düşünen çağdışı birkaç ağanın isteğini gerçekleştirmek için gericiliğe kurban edilmiştir. Köy Enstitülerinin kurulmasında temel amaç; yüzyıllarca hep bir yana itilmiş halkı aydınlatma olmakla birlikte, gelişme yoluna koyulmuş bir ülke insanını en kısa yoldan üretime geçirmektir de. Ayrıca, Köy Enstitülerindeki eğitim uygulamaları, tüketiciliğe karşı üretici eğitim de bir örneğidir. O da şudur: Kendinden beslenen, kendini üreten, beslendiği kaynağı var ederek ona kimlik kazandıran bir toplum yaratmak; bunu da en kısa yoldan gerçekleştirmek… Bu yönüyle, gerçekçi temellere dayanmakla birlikte, Köy Enstitüleri yabancıya Tonguç’un kafasında yaratılmış ütopik bir eğitim kurumu olarak görülmüştür. Yoktan var edilmesini en ucuz yolla insan yetiştirme yönünü, büyük yatırımlara alışmış kafaların kavraması kolay değildir. Köy Enstitüleri, birbirini üreten etkenlerin bir araya getirilmesiyle, bilgi ırmağını kaynağında bulma anlamı taşır. 6


Şöyle ki; çocuk köyden alınacak, köyü kalkındıracak yolda eğitilecek, yalnızca eğitmekle kalmayacak, eline bu bilgileri uygulayabileceği araçlar/gereçler de verilecek, haydi yolun açık olsun denecek, her alanda verimli bir üretimi sağlayarak, köylüyü kalkındıracak. Atatürk’ün Gazi Orman Çiftliği’ni örnek bir üretim alanı yapması gibi, Köy Enstitüsü’nü bitirip köye(köyüne) dönen öğretmen de yapıda, tarlada, kümeste, ahırda örnek alınacak başarılarının öncüsü olacaktı. Bu, Türk toplumunun son 30 yılını bir kurtarıcı beklentisine bağlamadan; toplumun her yönden kurtarıcısı, gericilikten, bilgisizlikten, yoksulluktan kurtarıcısı, köylünün kendisi olacaktı. Köy böylece kendi gövdesinden kendi sürgününü vererek çağdaşlaşacaktı. Onun için bu kendi içinden, kendi kendini üretim, fazla bir gideri gerektirmedi; Türkiye’yi ekonomik bunalımlara sokmadı. Örneğin enstitü binasını, yatakhanesi, yemekhanesi, sinema/tiyatro salonuyla, bir iki ustanın yol göstermesiyle, oraya okumaya gelen köylü çocukları yaptı. Sanki kötü bir şeymiş gibi, her gün doğayla diş dişe savaşım veren bu bozkır yüzlü çocuklara amele dediler! Yeni yeni açılan enstitülerde ise, artık ustaya da gerek görülmedi; yapıların ustası, çırağı bu çocuklar oldu. Onların eliyle Anadolu toprağının orta yerindeki boz ovalar, yaratmanın ve doğayı güzelleştirmenin ışıklarıyla donandı. Onu yok etmek isteyenler ise, bilgiden yoksun insanlarımızı cennet ışıklarına kavuşturma umuduyla avuttu durdular. Şimdi ise neredeyse cennetin anahtarını onların ellerine verecekler!.. İş bununla da kalmıyordu. Okulun temizliğini, düzenini öğrenciler sağlıyordu. Her hafta bir sınıf okulun yönetimini üstleniyor, her öğrenci çok kişili bir yuvanın bireyleri olarak sorumluluk yükleniyorlardı. Türk eğitim felsefesinin ilkesi sayılan bir yöntemle, insan, çekirdekten yetişiyordu. Töresi, geleneği, ahlaki ile yeni bir anlayış kök salıyordu enstitülerde. Bu üretici eğitim anlayışla birçok köy öğretmene kavuştu. Yazının çizinin girmediği yerlerde insanlar elde kitap dolaşır oldular. Köy Enstitüsü’nde öğrenciler Gogol’ları, Dostoyevski’leri, Balzac’ları, Shakespeare’leri, Dante’leri, Cervantes’leri okuyordu. İnsanlığın en büyük yapıtları, Anadolu bozkırında genç beyinlerle karşılanıyordu. Bu birikimlerle donanmış öğretmen doğup büyüdüğü yerleri bilinçle kavrayıp oraların gerçeklerini dile getirdi. Bu eğitim ocaklarından yazarlar, sanatçılar, bilim adamları, yetkin öğretmenler yetişti. Kimilerinin dudak bükerek sözünü ettiği köy yazını böylece doğdu. Köyün, birikimleriyle, kültürüyle, insanıyla toplumsal bir varlık olduğu bu çabalarla ortaya çıktı. Okuyan, düşünen, ülke sorumluluğunu onur sayan insanlar, yüzyılların unutulmuşluğuna uğrayan köylerden çıktı. Gerçek Anadolu’nun köy kaynaklı olduğu anlaşıldı. Kıyamet de o zaman koptu. Köyden yetişenlere insan olmayı bile çok gören egemenler, bu eğitim yuvalarını önce suçladılar, sonra ortadan kaldırmak için büyük bir güç 7


birliği oluşturdular. Böylece, sekiz on yıl içinde Türkiye’nin bilgi kaynaklarını çoğaltan Köy Enstitülerini ortadan kaldırdılar. Onlar, kafası özgürleşmiş insanlar değil, kendilerine biat edecek kullar istiyorlardı. Her fırsatta caddeleri dolduran gözü dönmüş kalabalıkları gördükçe o biat topluluğun nasıl oluştuğunu daha iyi anlıyoruz. Onlar da okullardan yetişiyorlar, ama nasıl okullardan?.. Eğitimde savurganlık, verimsizlik, üretimsizlik aldı başını gidiyor. Devlet, okul yaptırmak için sağa sola el açar duruma getirildi. Devlet okullarındaki verimlilik yüzde otuzların altına düştü. Paralı asker gibi, eğitim de paralı oldu. Parası olan okuyor, parasızlar, toplumun altta kalanları olarak her gün başka tür bir yaşam savaşı veriyor. Toplumda erdem kalmadı. Hatır gönül saymanın anısı bile kalmadı. Cahit Külebi’nin “Kara göklerin yıldızları” dediği köy öğretmenleri, öğretmenlik yapacak köy bulamıyorlar. Köyler, büyük kentlerin çevresinde köle çemberleri oluşturdu. Ne yaşamları yaşam, ne sağlıkları sağlık! Köylüyü çağdaş bilgilerden yoksun bırakanlar şimdi onun varlığından korkuyorlar. Kentlerin yaşam düzeylerini bozan bir haşarat gibi görüyorlar onları. Oysa Nazım Hikmet’in dediği gibi, “Onlar ki toprakta karınca/ suda balık,/ havada kuş kadar/ çokturlar.” Onların çokluğu Cumhuriyet’le anlaşılmıştır. Cumhuriyeti cumhuriyetliğinden edecekler ise onların yokluğunu hazırlıyorlar. Çok kısa bir süre sonra, eğitim tümüyle, gemisini kurtaran kaptan deyiminin mantığıyla kendi okulunu yapıp öğrenim görenlerin tekeline girecek. Her ilkesi sarsılan Cumhuriyet’in halkçılığı, devletçiliği de yok edilecek. O kavramları koruması gereken siyasal örgütler bile tam bir vurdumduymazlık içinde. Atatürk’ün mazlum diye nitelediği Türk halkı, 21. yüzyıla adım attığımız şu günlerde onu bilgisiz bırakanların yeni zulmüne uğruyor. Köy Enstitüleri her yıl geliştirilerek bugünlere getirilseydi, belki köyler boşalıp kentler yaşanmaz duruma gelmeyecekti. Eğitimde bir bütünlük olacak, kimi okullar insanı çağdaş bilgiyle donatacağına, Ortaçağ’ın kör anlayışını egemen kılmaya çalışmayacaktı. Kişi, beyniyle var olacaktı; kurnazlık, köşe dönmecilik, yalan dolan erdem sayılmayacaktı. Köy Enstitüleri bugüne getirilseydi, ulusal eğitim çağdışı kalmayacaktı… Bu yazı Adnan Binyazar’ın Pupa Yayınları’nda çıkan Ayna adlı kitabından alınmıştır.

Bayramda Çalışırız Bayramlar İçin 8


Talip Apaydın Kurban Bayramı tam kışın ortasına rastlıyordu. O günler bir soğuktu, bir soğuktu… Kar, fırtına, tipi… Eskişehir ovalarında papaz harmanı savruluyordu. Göz gözü görmüyordu dışarılarda. Sular donmuştu hep. Seydi Suyu iri buz parçaları akıtıyordu. Santral kanalı kapandığından, elektriklerimiz kaç gündür doğru dürüst yanmıyordu. Akşam seminerlerinde kitap okuyamıyorduk, ders çalışamıyorduk. Lambalar ikide bir usulca sönüveriyordu. Dersliklerde pelerinlerimizle oturuyorduk da, gene ısınamıyorduk. Musluklarımızdan su akmıyordu. Ellerimizi yüzlerimizi yıkamak için dere kenarına gidiyorduk. İçme suyumuz yoktu. Üç gün bayram izni vardı, ama bu soğukta nereye gidecektik? Köyü yakın olanlar gitti ancak. Bayram sabahı kampana çaldı. Dışarıda toplanılacak dediler. Başımızı gözümüzü sararak, büzülerek çıktık. Müdürümüz Rauf İnan merdivende bizi bekliyordu. Üstünde palto bile yoktu. Ellerini arkasına bağlamıştı. Boz urbaları içinde, yağız çehresiyle bir heykel gibi idi. Yere atlayacaktı sanki. Savrulan karlardan gözlerini kırpıştırıyordu. O halini gölünce usulca pelerinimizin yakalarını indirdik. Ellerimizi cebimizden çıkardık. – Arkadaşlar, diye başladı. Bir canlıydı sesi, bir heybetliydi. Önce yılgınlık psikolojisinin zararlarını anlattı. Korkan insanın muhakkak yenileceğini ve korktuğuna uğrayacağını söyledi. Bu hava soğuk, fakat siz isterseniz üşümezsiniz, dedi. Olduğumuz yerde birkaç kere sıçramamızı ve kuvvetli bir şekilde tepinmemizi istedi. Dediğini yaptık. Birden ısınmıştık sanki. Hoşumuza gitmişti. – Bugün bayram, dedi. Şimdi birbirimizi tebrik edeceğiz. Sonra yapacağımız iki iş var; Ya içeri girip tekrar sıralara büzülmek, mıymıntı mıymıntı oturmak, bu üç günü böyle faydasız, hatta zararlı geçirmek, can sıkıntısından patlamak. Boşuna içlenmek. Üstelik üşümek. Yahut da, kazmayı küreği alıp, yurdunu düşmandan kurtarmaya koşan bir asker heyecanı ile santral kanalını temizlemeye gitmek. Emin olun, gidenler kalanlar kadar üşümeyecektir. Çünkü inanarak çalışan insan ne soğukta üşür, ne sıcakta yanar. O yücelten, dirilten, kuvvetli kılan bir heyecan içinde her türlü güçlüğün üstüne çıkmıştır… Onu hiçbir kuvvet yolundan alıkoyamaz. Yeter ki bir insan yaptığı işin gereğine inansın. Bakın size bu savaşta geçen bir olayı anlatayım. Görün inanmış insanın gücü neymiş… Biliyorsunuz Alman birlikleri Norveç’i istila ettiler. Fakat Almanlar hiçbir yerde 9


Norveç’teki kadar kuvvetli karşı hareket görmediler. Çünkü Norveçliler yurtlarını seven insanlar. Hürriyetleri uğruna canlarını esirgemezler. Ve sıfırın altında kırk derece soğukta iki Norveçli askerin akıl almaz kahramanlığını anlattı. – Onlara bunu yaptıran güç yurtseverlikti. Aldıkları göreve bağlılıktı. Bir memleket işte böyle insanlar sayesinde kurtulur ve böyle insanların omzunda yükselir, diye bitirdi. – Ben şimdi kazmamı küreğimi alıp kanala gidiyorum, dedi. Çünkü kanal açılınca elektriklerimiz yanacak. Elektrik yanınca okulun işlerini yoluna girecek. Kitap okuyabileceksiniz, ders çalışabileceksiniz. Sularınız akacak, yıkanabileceksiniz. Şimdi şunu söylüyorum, bizim asıl bayramımız, yurdumuz bu gerilikten, bu karanlıktan kurtulduğu gün başlayacaktır. Şimdilik bize düşen milletçe çalışmak, çok çalışmaktır. Parolamız şu olmalıdır: Bayramlarda çalışırız bayramlar için! Ben gidiyorum. Gelmek isteyenler gelsin. Heyecanlanmıştık. Üşümemiz geçmişti. – Hepimiz geleceğiz, diye bağrıştık. – Bayramda çalışırız bayramlar için! – Bayramda çalışırız, Bayramlar için!.. Altı yüz kişi böyle bağırdık. Sonra da kazma kürekleri koyduğumuz işliğe doğru bir koşuşma başladı. İnsanların böyle canlanması, bir amaca doğru saldırması belki sadece savaşlarda görülür. Santral havuzundan başlayarak onar metre arayla su kanalına dizildik. Çıplak Hamidiye Ovası ayaz. Kırık Kız Dağı’ndan doğru zehir gibi bir rüzgâr esiyor. Pelerinlerimizin etekleri uçuşuyor. Kazmayı vurdukça yüzlerimize buz parçaları fırlıyor. Bazı yerlerde kar her yeri doldurmuş, kanal dümdüz olmuş. Nereyi kazacağız belli değil. Müdürümüz, öğretmenlerimiz başımızda dört dönüyorlar. Bir o yana koşuyorlar, bir bu yana. Öyle çalışıyoruz ki, boyunlarımızdan buğu çıkıyor. Bazen adam boyunda buz parçalarını elleyip çıkarıyoruz kıyıya. Kimisi bağırıyor, kimisi kazmalarla tempo tutuyor. Bu gürültü gidiyor kanal boyunca. Yeşilyurt köylüleri evlerinin önüne çıkmış, bize bakıyorlar. Böyle çalışmamıza alışkınlar ama bayram günü, bu soğukta nasıl donmadığımıza şaşırıyorlar. Yeşilyurtlu arkadaşımız Azmi- köyü yakın olduğu için izinli ya- bize evlerden bazlama ekmek taşıyor. Köylü ekmeğini özlemişiz, aramızda kapışıyoruz. 10


Yukarılardan, aşağılardan ikide bir sesler yükseliyor: – Bayramda çalışırız, bayramlar için! Arkasından marşımız: “Sürer eker biçeriz güvenip ötesine Milletin her kazancı milletin kesesine Toplandık baş çiftçinin Atatürk’ün sesine Toprakla savaş için ziraat cephesine Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.” Koca ova çınlıyor. Taa uzaktan Hamidiye’nin, Mesudiye’nin köpekleri ürüyorlar. Bu kış günü böyle seslere anlam vermiyorlar herhalde. Ayaz ovanın ıssızlığı yırtılıyor. Ogün kanalın yarı yerini açtık. Bir buçuk metre derinliğinde uzun, derin bir çukur karları yara yara gitti. Ertesi gün taa bende kadar tamamladık. Sonra merasimle suyu saldık. Nazlı bir gelin getirir gibi önünden ardında yürüyerek türküler, marşlar söyleyerek getirdik ve geç zamandı, santral havuzuna döndük, sonra bir baktık, okulumuzun balkonuna çakılı “Ç.K. E.” yandı (Çifteler Köy Enstitüsü). O zamanki sevincimi nasıl anlatmalı? Üşümüş ellerimiz alkıştan ısındı. “Yaşa, var ol!” Seslerimiz ufukları kapattı. Dünyanın en içten gelen, en çoşkun bayramı oldu belki. Hiç unutmam bir arkadaşımız kendi ellerini öpüyordu. “Aferin ulan eller,” diyordu, “bu elektriğin yanmasında senin de hissen var, yaşasın.” Sevinçten gözlerimiz yaşarmıştı. Müdürümüz bir tümseğe çıktı. Birkaç kelimeyle başarımızı tebrik etti. Her nokta koyuşta “Sağ ool!” diye bağrışıyorduk. – Şimdi, dedi, depomuza su dolacak; banyoyu yakacağız. Yıkanın ve çalışıp başarmış insanların huzuru içinde uyuyun. İşte gördünüz, inanarak çalışan yapar! Amacına ulaşır! Bu heyecanla çalışmaya devam edersek, biz Türkiye’yi de yükseltebiliriz! – Yükselteceğiz, diye bağırdık. – Bayramda çalışırız, bayramlar için! – Bayramda çalışırız, bayramlar!.. İçeri girdik, musluklardan şarıl şarıl sular akıyordu. Birbirimizi tebrik ediyorduk. Unutulmaz bir bayramdı. 11


Köy Enstitülü Yazarlar Adnan Binyazar Köy Enstitüleri kitap demekti. Enstitüye başlayanların çoğu daha ilk günden kitaplığa girer, bilimleri, sanatları, doğayı öğrenmiş olarak, hayata karışırdı. Enstitülerde hayatla düşünceyi kitap kaynaştırıyordu. Enstitülü için, kitapla donanmamış bir hayat “hayat” değildi. Öğrenciler enstitü ortamında kitapla soluk alıp veriyorlardı. Okuya okuya, o kitaptan bu kitaba geçe geçe, iyi kitabı kötüsünden ayırmayı yine kitapla öğreniyorlardı. Kitap adına beyni abur cuburla dolduran yayınlar enstitünün kapısından içeri girmiyordu. Böyle kitaplara gereksinim de duyulmuyordu. İyi kitabın ölçüsü belliydi; enstitünün en güzel yerlerinden olan kitaplığın raflarını Hasan Ali Yücel döneminde hızla basılan klasikler dolduruyordu. Böylece öğrenci, enstitüde, piyasa malı kâğıt yığınlarıyla değil, yüzyılların süzgecinden geçmiş soy yapıtlarla karşılaşıyordu. Bu kitaplar doğayı, insanı gerçek boyutuyla veriyordu. Atatürk, Türk insanını tanımlarken, onun zekâsını, çalışkanlığını, güzel sanatlardaki üstün yeteneğini öne çıkarır. On bir-on iki yaşlarındaki çocuklar, bir-iki ay içinde mandolin çalarak, ellerinde kitap düşürmeyerek bunu kanıtlıyorlardı. Çağdaş giyim, kişinin güdümlü yetiştirilmesini öngörmez. Tam tersine, kişiyi güdümlülükten kurtararak, onda düşünsel kişilik oluşmasına yol açacak ortamı hazırlamayı amaçlar. Bu amaç, öğrenciye gerçeği kavratarak yerine getiriliyordu. İnsan, öğretilen değil, öğrenendir. Okulun işi, öğrenciye öğrenme ortamı yaratmaktır. Böyle okulların öğretmeni ezberletici değil, düşündürücü, duyumsatıcı olmalıydı. İsmail Hakkı Tonguç’un “iş içinde eğitim” yöntemi bu gerçeklerden beslenmişti! En sıradan bir aracı kendi eliyle yapan, onun değerini daha çok bilir. Topraktan kendi elimizle ürettiğimiz ürünün tadı başka olur. Köy Enstitülerinde öğrencinin ayağı toprakta, eli işteydi. Nazım, Türk köylüsünü anlatırken, “O, topraktan öğrenip/ kitapsız bilendir” diyor. Köy Enstitülü topraktan öğreniyordu, “kitap”la biliyordu. Çağdaşlığın yolunu toprağı sürerek, Mayakovski’nin deyişiyle “beynini kitabın eğesiyle perdahlayarak” besliyordu. Enstitüde, ayağı topraktan kesilmemiş öğrenci, bilgi alanlarına bilinçle yöneliyordu. Bugün gücü elinde tutanlar, nice yaratıcı beyni kendi ilkel beyninin tutsağı etmenin bir yolunu buluyorlar. Günümüzde insan güdüm altında tutulmak isteniyor. Kişinin diniyle ilişkisi onun özgürlük hakkıdır. İslamlığın temel felsefesine göre, dinin yuvası, tek tek bireylerin vicdanıdır. Kimse kimsenin dini üzerinde bir baskı yaratmaya kalkışamaz, kalkışmamalıdır. Oysa kafaları güdümleyerek belli bir biçime sokmak isteyenler, amaçlarını gerçekleştirmek 12


için dinsel duyguları kullanıyorlar. Gerçekte sorun dinsel değildir, aydınlığı cehaletle bastırmaya kalkışma eylemidir. Kitaptan yoksun toplumlarda bunun daha kolay olacağı tartışılmaz. Erasmus, “Hayvan, hayvan olarak doğar; insan, insan olarak doğmaz; oluşturulur,” diyor. “Oluşturulma”nın aracı kitaptır. Toplum, medyanın da etkisiyle gittikçe kitaptan kopuyor. Oysa enstitülerde aydınlanmanın ışığı kitapla yakılmıştır. Yazar, geniş bir okuma kültürünün ürünüdür. Köy Enstitülerinde yoğun okuma süreci yaşandığı için kısa sürede yazarlar ortaya çıktı. Mahmut Makal, köy notlarını yazmaya başladığında on yedi yaşlarındaydı. Bir delikanlı çıkıyor, yurdunun sorunlarını topluma duyuruyor! Makal’ın yaşı küçüktü, ama köyden getirdiği ses binlerce yıllıktı. Hititler’den bu yana insan yerine konmamış bir halkın sesiydi bu. Anlattıklarında, Anadolu insan arkeolojisinin tarihi gizlidir. Türkiye’de 1950’lerde bir iktidar çökmüşse, bunda Bizim Köy’ün etkisi büyük olmuştur. Makal, CHP düzeninin köylüye el uzatır gibi görünen içtensizliğini ortaya koymuştur. Makal köy yazmıştır. Köyü yazarken, anlatımından gelen yalın ironiyle, insanımızın özündeki varlığı görmezlikten gelen, onu savsaklayan bir anlayışın eleştirisini yapmaktan da geri durmamıştır. Hiçbir hükümet, desteklediği bir düşüncenin muhalefetini hoşgörüyle karşılamaz. Köy Enstitülerinin yıkılmasına yazarların bu muhalefeti yol açmıştır. Bellek yanılır, tarih yanılmaz; Köy Enstitülerini ortadan kaldırma projelerinin o zamanın CHP’si tarafından hazırlandığı unutulmamalıdır. Atatürk, Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un yarattığı bu eğitim devrimi halkımıza çok görüşmüştür. Can Yücel, Berlin’de yaptığı bir konuşmasında, CHP’nin, Köy Enstitülerini, bir oy deposu yaratmak amacıyla kurduğunu, umduğunu bulamayınca altı-yedi yıl sonra ortadan kaldırmanın yollarını aradığını söylemişti. Belgesiz bu kanıta gerçek gözüyle bakılamazsa da, Köy Enstitüsünden yetişenlerin başına gelenler, bu kanı üzerinde düşünülmesini gerektiriyor. Makal, Köy Enstitülerinde okuduğu kitapların, Anadolu insanındaki yaratma gücünün ürünüdür. Başaran’dan aktardığım şu satırlara ilginizi çekmek istiyorum: (Sabahattin Eyuboğlu’nun) “Her gelişi ayrı bir muştu, yeni bir işin başlangıcı oluyordu… Dergi Kolu’na uğruyordu önce. Yirmi enstitüden gelen yazıları gözden geçirip 16.500 basan Köy Enstitüleri Dergisi’ne girecekleri seçiyorduk. Sanat çevrelerinden haberler veriyordu bize. Yeni yapıtlardan söz açıyorduk. Kendi basımevimizi kuracaktır yakında. En uzak köşelerden derlemeler yapabilir, en zengin folklor belgeliğini kurabilirdik. En yakın zamanda Pertev(Naili Boratav) Bey’le gelmeyi düşünüydu. Dergi Kolu’nun 13


düzenlediği kitap tanıtmaları, konferanslar değerlendiriliyordu. Kişiye kendini bulduran, güven veren bir havası vardı öğretmenimizin. Onunla konuşurken tadılmadık hazların, ‘delinmedik incilerin’ yolları ışıyordu gözümüzde.” (Sabahattin Eyuboğlu ve Köy Enstitüleri, Papirus Yayınları, İstanbul 2001, s.20). Böyle bir ortamda nasıl yazar olunmaz?.. Mehmet Başaran’larla, Talip Apaydın’larla üreyen bir birikimin kaynağından besleniyordu Mahmut Makal. Fakir Baykurt, Emin Özdemir, Dursun Akçam, Osman Şahin ve adı öne çıkmamış onlarca yazar kendilerini var etmenin savaşımını vererek, Anadolu’nun kalın karlarından yüzünü ışığa uzatan bir kardelen tazeliğinde toprağın canında can buluyordu. Burada bir ayraç açarak 16.500 basılan bir dergiyi, bu dergiyi öğrencilerin çıkardığını; enstitüye Sabahattin Eyuboğlu, Pertev Naili Boratav, Bedri Rahmi Eyuboğlu, Vedat Günyol gibi nice ünlü düşünürün erdem saçtığını belirtirken, aydınların elinden gaspla alınıp hırsız çetelerine teslim edilen, Atatürk’ün kendi öz malı Türk Dil Kurumu’nun başına gelenlere ilginizi çekmek istiyorum. 16.500 dergi on beş milyonluk İstanbul’da bile okunmaz, ülkenin güvencesi sayılması gereken bilim adamı hırsızlık sanığı olarak yargıç önüne çıkarsa nasıl batmaz bu ülke! Yazını gerçekler, sorunsallık ve o sonsuz insan-doğa-hayvan sevgisi besler. Yazar, bu sevginin oluşturduğu anlatma becerisiyle kendini var eder, yarattığı dille gerçekleştirir bunu. Köy Enstitüsünden yetişip adı öne çıkmış yazarları bir bir ele alın; – onların küçümseyici bir dille “köylü yazar”, “köy yazarı” diye ananların düştükleri kompleksi bir yana bırakalım–; aynı kaynaktan yetişmelerine karşın hiçbirinin üslubu birbirine benzemez. Talip Apaydın, Anadolu insanı gibi yalın anlatımıyla, Mehmet Başaran betimsel örgülü diliyle; Fakir Baykurt insanımızı konuşturma gösterdiği beceriyle; Emin Özdemir, nesnel dilde vardığı kavram yoğunluğuyla; Osman Şahin, olayların derinliğindeki “şiir”i yakalama çabasıyla… yazın toprağında yurt tutmuştur. Her yazar, yetiştiği ortamı yazar; yazdığı ortamın gerçeği ülkesinin, giderek dünyanın gerçeğine dönüşür. Yaşar Kemal Stendhal’ı, Faulkner’i, Tolstoy’u Çukurovalı sayarken bunu belirtmek istiyor. Her yazarın bir dili, bir milliyeti, bir ülkesi vardır; gene de ülkesiz, milliyetsiz, dil’siz bir kişiyle karşılaşmak isterseniz, karşınıza yine “yazar” çıkar. Albert Camus, “Ülkem Fransız dilidir!” demişti. Onun anlatmak istediği, yazarın, 14


yüreklerin, duyguların, düşünsel yaratıcılığın dilini kullandığıydı. Yazar, dili, düşünceyi, duyguyu, milliyeti, ülkeyi bütün insanlığın dili milliyeti, düşüncesi, duygusu, ülkesi sayarak, alır kalemi eline. Adı “milliyetçi”ye çıkmış kişilerin karşı çıkışları bu evrenselliğe bağlanabilir. Köy Enstitülü yazarlar “yerel” sayılmışlardır. Aralarında yerelliğin tuzağına düşmüş olanlar bulunabilir, ama bu “yerellik” içinde bile, ülkemizin sorunlarını insanlığın sorunlarından, insanlığın sorunlarını ülkemizin sorunlarından soyutlamamışlardır. Enstitülü yazarın hedefi, aydınlanmacı düşüncenin temel ilkesi olan evrensel bir söylem yaratmaktı. Kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde görev yapmalarına karşın, bunu kendi çemberlerinin içine sıkışarak, doğa koşullarının acımasızlığına boyun eğip daraltarak yapmamışlar, Sait Faik’lere, Sabahattin Ali’lere, Nazım Hikmet’lere, Rıfat Ilgaz’lara, Aziz Nesin’lere, Orhan Kemal’lere, Sadri Ertem’lere, Yaşar Nabi Nayır’lara, Orhan Veli’lere ulaşmışlardır. Onlar gibi yazmamışlardır, ama beslendikleri kaynak, onların damarlarında dolaşan özsudur. Köy Enstitülü yazarlar ürün vermeye başladıklarında, Nazım Hikmet yasaklıydı. Sabahattin Ali’yi katletmişler, toplumun üzerine korku yaratarak, onun ölüsünü bile bulamışlardı. Aziz Nesin işlerden atılıyor, mahpushaneden mahpushaneye dolaştırılıyordu. Genç kuşak Reşat Nuri’yi modası geçmiş sayıyordu. Ortada yalnızca özentili aşk romanları dolaşıyordu. Bugün adları bile anılmayan yazarlar gazetelerde tefrika ediliyor, filmler onların aşklarıyla renkleniyordu. Enstitülü yazarlar, kurulu düzenin bu alışkanlıklarını yararak, topluma unutturulmak istenen Sabahattin Ali’ye, Nazım Hikmet’e ulaşmışlardı. O boşluk doldurulmadan bir ülkede yazınsal beraberliğin yaşanmayacağını biliyorlardı. Bu yola koyulunca, öncekilerin başına gelenler onların da başına geldi. Başaran’a, Makal’a, Fakir Baykurt’a öğretmenlik yapacakları sınıfları dar ettiler. Köy Enstitülerinde erdem, düşünmekti, yazmaktı, gerçekleri duyumsamaktı. Yazarlar bir yandan öğretmenliklerini yapıyorlar, bir yandan soruşturmalarla boğuşuyorlardı; ama hiçbir zaman geri adım atmadılar, içlerine korku nedir sokmadılar. Mahpushanelere, okula gider gibi, erdemli filozofların gülüşlerini yüzlerinden eksik etmeden girdiler. Bugün, mahpusluklarının onların onuru olması, Türk siyasası için kara bir lekedir! Bu yazı Adnan Binyazar’ın Pupa Yayınları’nda çıkan Ayna adlı kitabından alınmıştır. 15


Anadolu Rönesanssı: Köy Enstitüleri Onur Keşaplı

Dünyanın liberallikten en uzak liberallerini barındıran ülkemizde Cumhuriyete ve Atatürk devrimlerine yapılan en çok yinelenen eleştiri “halk bunları istemedi, bunlar halka sorularak yapılmadı, tepeden inme devrim olmaz” sözleridir. Hep unutulan, devrimin zaten ani değişimleri içerdiğidir. Devrim her zaman ilericidir bu bağlamda sıklıkla dillendirilen İran İslam Devrimi yanlış bir tanımlamadır. Bu olsa olsa karşıdevrim olarak tanımlanabilir. Devrimler için evrim sürecinin hızlandırılmışı da denilebilir. Bu anlamda Kemalist devrimlerin ve cumhuriyetin birçok alanda 200 yıl denilebilecek bir geri kalmışlıkla boğuşan güzel Anadolu’muzu ileriye taşıdığına ve çağa ayak uyduracak, hatta öncülük edebilecek hale getirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Böyle bir süreçte “halka sorulmadan halka karşın yapıldı” eleştirisine şu soruyu yöneltmek gerekir: Ortada halk var mı? Yoksa “kitle”mi var? Siz bu topraklara matbaayı getirmezseniz, bilimsel çalışmalara olanak tanımazsanız, fetihçi zihniyetten kurtulamazsanız, bölgesel gelişimlerin önünü tıkarsanız, insanların değil bir ailenin-hanedanın ülkesi olursanız, Rönesans-Reform-Sanayi Devrimi benzeri süreçleri yaşayamazsanız geride kalırsınız ve halk olamazsınız. Mustafa Kemal’in devrimleri bu açığı kısa sürede kapatmanın sürecidir. Ancak Büyük Devrimci şunu herkesten iyi bilmekteydi; yapılanların özümsenmesi için, kitlelerin toplumsallaşması için, sürekli ilerlemenin-gelişimin sağlanabilmesi için sonraki kuşakların bu düşünce, idealler ışığında yetiştirilmesi gerekir. Büyük kentlerden kırsal kentlere sanat, kültür, eğitimi taşıyan Halk Evleri ve Halk Kütüphaneleri bu amaç uğruna yurdun dört bir yanına yayıldı. Kemalizmin en parlak yıldızı olarak nitelendirdiğimiz Köy Enstitüleri ise bu düşüncenin en somut ve etkin örneği olarak ortaya konmuştur. Eğitimdeki 16


eşitsizliği, kent-köy ayrımını ortadan kaldırmayı hedefleyen ve halkın bir bütün olarak gelişimini, ilerlemesini amaçlayan bu devrimci eğitim kurumları dünyanın birçok ülkesindeki eğitim reformlarına örnek oluşturabilecek kadar evrensel bir devrimci düşüncenin ürünüdür.

Dünyada eşi benzeri olmayan Köy Enstitüsü modelinin yaratıcı ve uygulayıcıları Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’tur. Atatürk’ün idealini özümsemiş ve ilerletmek için çaba harcamış bu gerçek yurtseverler İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığında gerekli desteği alarak 1940’ta Köy Enstitülerini açmışlardır. Hasan Ali Yücel adeta Aydınlanma Bakanlığına dönüştürdüğü Milli Eğitim Bakanlığında aralarında hem doğunun hem batının eserlerini içeren 496 dünya klasiğinin Türkçeye kazandırılmasına sağlamıştır. Devlet resim heykel sergilerini açmış ve Ankara Devlet Konservatuarını kurmuştur. Türk dilinde ilk kez Türk yazarları tarafından hazırlanan ansiklopedilerin ortaya konmasını sağlarken dilin yabancı unsurlardan arındırılması için uğraş vermiştir. Mesleki ve teknik eğitimin geliştirilmesini sağlamasının yanında ilk özerk üniversite reformunu da gerçekleştirmiştir Hasan Ali Yücel. Bunların yanı sıra Türkiye’nin UNESCO’ya girişini sağlamış, Eski Eserler ve Müzeler Müdürlüğünü yeniden düzenlemiş ve Eğitim Şurasıyla Türk Yayın Sergisikongresini toplamıştır. Öncelikle İlköğretim Genel Müdürü sonrasında Köy Enstitülerinin fikir babası, bir numaralı kuramcısı olan İsmail Hakkı Tonguç ise eğitimbilimcisi olarak ideallerini enstitülerin kısa ömründe bir nebzede olsa Anadolu’nun harcına katmıştır. Enstitülü öğrencilerin hitabıyla, Tonguç Baba’nın devrimci düşünce yapısını şu sözlerinden daha iyi anlayacağımızı 17


düşünüyorum: “Köylüye bir şey öğretebilmek için, ondan birçok şey öğrenmeli. Kanımızı ve iliklerimizi isteyerek köyün içine akıtmadıkça, kırk bin köyün kenarına münevver (aydın) insanın mezar taşı dikilmedikçe, bu köyün sırlarını anlayamayız. Köyü anlayabilmek, duyabilmek için onunla kucak kucağa, nefes nefese gelmek lazımdır. Onun içtiği suyu içmek, yediği bulguru yemek, yaktığı tezeğin ifade ettiği sırları sezebilmek ve yaptığı işleri yapabilmek gerekir. Bizim köyün ne olduğunu evvela büyük âlimler, artistler değil kahramanlar anlayacaklar, sonra âlimlere ve sanatkârlara anlatacaklardır. Türk köyü, daha belki yirmi beş yıl âlim değil, kahraman isteyecektir. Bataklığı kurutmak, sıtmalıya kinin rejimi yaptırmak, trahomlunun gözüne ilaç damlatmak, okul binasını yapmak, yaralının yarasını sarmak, gebeye çocuğunu doğurtmak, pulluğun nasıl kullanılacağını veya tamir edileceğini öğretmek, bozuk köprüyü yapmak, ıslah edilmiş tohumu tarlaya saçmak, fidan dikerek onu büyütmek ve step köylüsünün ‘dal’ diye adlandırdığı ağacı hakikaten ağaç haline getirmek; ulemanın (âlimin) işi değil, kahraman teknisyenler ordusunun işidir. O (köylü), bu kahramanları kendi içinden yetiştirmeğe mahkûm. Bütün felaketlere katlanarak, ıstırabı zehir gibi yutarak çalışan ve başlarının üstünde şereflerle örülü birer taç taşıyan bu kahramanlar köyü dile getirecekler. O zaman yeni sesler duyacağız. Bu seslerden ürkmeden onları dinlemek lazımdır. Köyden yeni renk ve seda getirenleri saygı ile karşılamak gerekir.”

“İş için, iş içinde, işle eğitim” ilkesiyle hareket eden Köy Enstitülerinde öğrenciler kültür-sanat, matematik, fizik, tarih, Türkçe dersleri dışında ziraat ve teknik dersleri uygulamalı olarak görmekteydiler. Dostoyevski okuyan bir öğrenci aynı gün saz ya da piyano çalıyor sonrasında ise arıcılık, tarım derslerini uygulamalı olarak görüyordu. Öğrenciler derslerin ve enstitünün işleyişi konularında söz hakkına sahiptiler. Kendi okul binalarını yapan, kendi yemeklerini pişiren, kendilerine verilen araziyi tarıma elverişli hale getiren 18


öğrencilerin yönetimde söz sahibi olmaması zaten düşünülemezdi. Shakespeare oyunlarını sahneleyen, Anadolu halk oyunlarını oynayan öğrenciler gösteri yaptıkları binaları dahi kendileri inşa edebilecek eğitimi almaktaydılar. Mezun olan öğrenci modern tarım, arıcılık, hayvancılık donanımıyla birlikte kültür sanat birikimiyle, kısacası aydınlatmaya hazır bir aydınlanmacı olarak köylerin, yurdun kalkınmasında eğitimci olarak mücadelesini veriyordu. Kırsalın dogmalarına, feodal artıklar olan ağalık düzenine karşı duruşun simgesi olan aydınlanmacı gençler elbette kısa sürede gericilerin bir numaralı düşmanları oldular. Köylüyü topraklandırma reformunun da habercisi olan bu gelişmeler toprak ağalarının canını fazlasıyla sıktı. Kızlı-erkekli karma eğitim modelinin uygulandığı eşitlikçi bu kurumlara hemen komünist yaftası vuruldu. Hatta fuhuş ihbarlarının ardı arkası kesilmedi. Tek parti CHP’sinde sağ kanadın giderek güçlenmesi ve 1946 seçimlerinde dine göz kırpan Demokrat Parti’ye karşı oy endişesi yüzünden ortaya çıkan baskılara boyun eğen İnönü, Hasan Ali Yücel ve Tonguç Baba’nın görevlerinden uzaklaştırılmalarını engelleyemedi. Sağcı vekillerin enstitü mezunları kendilerini Atatürk sanmaya başladılar şeklinde alaycı yaklaşımlarına “Bu çocukların her birinin birer Atatürk olması temenni edilir” diyerek yanıtlayan Hasan Ali Yücel aynı yıl parti içerisinde sindirildi. Verilen tavizler sonucunda enstitülerin devrimci eğitim programı klasik anlamda ezberci eğitime indirgendi. Niteliğini yitiren Köy Enstitüleri, parti kurucuları bizzat toprak ağaları olan Demokrat Parti iktidarında tümüyle yok edildi ve 1954 kapatıldı. Yücel ve Tonguç ise yaşamlarının sonuna dek sürgünlere, baskılara, yıldırmalara, dışlanmalara maruz kaldılar.

19


Enstitülerde orkestra, halk oyunu, resim dersi, tiyatro… Kapatılmasalardı ne olurdu sorusu sıklıkla akla gelir. Doğu-batı, kırsal-kent ayrımının en azından bu denli keskin olmayacağı, eğitimde eşitsizliğin yaşanmayacağı, içeriksiz-sığ tartışmalarla geçen siyasal gündemlerimizin yerine fikirlerin, tezlerin, projelerin konuşulacağı, İmam Hatiplerden yayılan dinciliğin yerine Enstitülerden yayılan akılcılığın sardığı bir Türkiye’nin olacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Küçümsediğimiz “köylü”, tam altmış yıl önce Büyük Devrimcinin söylediği gibi “Milletin Efendisi” olmaktayken, dünya klasiklerini okuyup, keman çalabilen elleriyle evrensel ölçeklerin dahi ötesinde tekniklerle toprağı işlerken günümüzde “kentli”lerimiz bile bunların hiç birini yapamamakta. Anadolu Rönesans’ı olarak tanımladığımız Köy Enstitüleri yaşayabilseydi ülkemiz 2000li yıllarda halen töreyle, feodal artıklarla, ırk-din temelli siyasetlerle, bilgi dağarcıkları ortaokul kapasitesinde kalan siyasetçilerle harcanmazdı. Eğer kapatılmasalardı Diyarbakır’dan eli silah-taş tutan çocuklar yerine geleceğin Adnan Binyazarları olacak çocukları konuşuyor olacaktık. Eğer kapatılmasalardı orta Anadolu bozkırlarımızdan düşünceler fışkıracaktı hurafeler, şoven sloganlar değil ve elbette bir “Toplum”umuz olacaktı, “kitle”lerimiz değil. Yarım kalmış, engellenmiş Rönesansımızı tekrar yaşama geçirmek, dünyanın merkezi, halkların-insanlığın kaynaşma noktası olan Anadolu’yu ileriye taşımak artık bizlerin, hepimizin görevi. Bizden sonra gelen kuşakları şimdiden hazırlamak, aydınlığın sonraki taşıyıcılarını yaratmak da bizlerin, her daim gençlerin görevidir. Köy Enstitüleri ve aydınlanma devrimcilerimiz hakkında daha fazlası için Alev Coşkun’un “Hasan Ali YücelAydınlanma Devrimcisi” adlı güçlü yapıtını ve Engin Tonguç’un “Bir Eğitim Devrimcisi İsmail Hakkı Tonguç-Yaşamı, Öğretisi, Eylemi” adlı kitabını öneriyorum aziz dostlar. Şimdi sözü Hasan Ali Yücel’in oğlu büyük şairimiz Can Yücel’e bırakmanın zamanı, aydınlık geçmişimizi geleceğe taşıyabilmek ve devrimcilerimizi, umutlarını, ideallerini yaşatabilmek adına bu dizeler Hasan Ali Yücel’le birlikte tüm aydınlığımıza yakılmış bir ağıttır… 20


Hasan Ali Yücel Enstitülü öğrencilerle

BEN HAYATTA EN ÇOK BABAMI SEVDİM Ben hayatta en çok babamı sevdim Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk Çarpı bacaklarıyla -ha düştü ha düşecek Nasıl koşarsa ardından bir devin O çapkın babamı ben öyle sevdim Bilmezdi ki oturduğumuz semti Geldi mi de gidici - hep, hep acele işi Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi Atlastan bakardım nereye gitti Öyle öyle ezber ettim gurbeti Sevinçten uçardım hasta oldum mu, Kırkı geçerse ateş, çağırırlar İstanbul'a Bi helallaşmak ister elbet, diğ'mi oğluyla! Tifoyken başardım bu aşk oynunu, 21


Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu, En son teftişine çıkana değin Koştururken ardından o uçmaktaki devin, Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için Açıldı nefesim, fikrim, canevim Hayatta ben en çok babamı sevdim. Can YÜCEL

Can Yücel babası Hasan Ali Yücel ile

22


Kaybolan Değerlerimiz Selin Süar Büyük alışveriş merkezleri, devasa binalar, arabalarla tıklım tıklım dolu olan yollar, hafta içi işine koşuşturan büyükler, yarınının ne olacağını bilmeden şuursuzca okula yetişen küçükler ve hem büyüklerin hem küçüklerin en ufak bir aksilikte bile tahammül derecelerinin neredeyse sıfırlanması… Kimsenin işine gelmiyor ne beş dakika gecikmek, ne de rahatını engelleyecek bir sebep… Büyük şehirlerin ‘büyük’ olarak nitelendirilmesine %100 katkıda bulunan nüfus çoğunluğu, gelişmişlik göstergeleri ve modern insanın postmodern davranış biçimleri. Bunları yazarak başlamak istedim, çünkü geçen gün bol şiddetli Amerikan filmleri izlemekten vazgeçip hiç yoksa 5 senedir kitaplık rafında bulunan Can Dündar’ın Köy Enstitüleri adlı eseri yine elime geçtiğinde aslında bunu “keyfim kaçtığı için”, “bir değişiklik olsun diye” yeniden okumak istediğimi utanarak söylemeliyim. Utanarak söylemeliyim çünkü “yapacak hiçbir şeyi” olmayan şehir insanının, sırf “keyfi kaçtığı için”, keyfini yerine getirsin diye kendi tarihinden bir bölümü yeniden okumak istemesi, utanç duygusundan daha başka bir şekilde tarif edilemezdi sanırım. Köy Enstitülerinin, Mustafa Kemal Atatürk ve CHP önderliğinde ilk doğum işaretlerinin belirmesi ve ardından İnönü’nün tam desteğiyle dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdür Vekili İsmail Hakkı Tonguç önderliğinde resmen KÖY ENSTİTÜLERİ adıyla 21 bölgede kurulan yerler, köylü çocuklara da eğitim hakkı tanıyacak, öğretmen yetiştirecek ve aynı zamanda köylerin kalkınmasına yardımcı olacaktı. Politikacılara göre genel olarak asıl amaç köylü-kentli uçurumunu yok etmek olsa da o zamanın çocuklarının ve bu işe gönül verenlerin nasıl canla başla çalıştığını okuyunca ister istemez yine duygulandım. Böylesine özgür bir ortamda ve bilgiye, sanata erişim olanaklarının artırıldığı bir zamanda ve de eğitimde eşitlik söylencelerinin altında o zamanın çocuklarının bizden kat be kat eğitimli, sabırlı, becerikli ve her birinin sanatkâr olduğunu yeniden hatırladım. Belirlenen yerlerde binalarını kendileri yapmışlar, matematik, fizik, kimya vb derslerinde öğrendiklerini ziraatte, mühendislikte, tekstilde bire bir uygulamışlar, çoğu kez yemek yeterli olmamış, aç kalmışlar ama şimdiki bazı üniversite öğrencilerimiz gibi ‘Dostoyevski’yi futbolcu zannedecek kadar sığ olmayıp pek çok ünlü düşünürün yazılarıyla yetişmişler. Oysa biz en son, kartondan ev yapmaya çalışmış hatta eminim pek çoğumuz bunun için de sabredemeyip derhal ‘hazır olanları’ istemişizdir… 23


Kızlı erkekli gruplarla akıllıca bir iş bölümü ve herkesin eşit söz hakkına sahip olup en ufak bir haksızlık gördü mü öğretmenine bile usturuplu bir şekilde kafa tutabileceği, her haftanın bir günü oluşturulan mecliste derdini anlatabileceği kadar cesur, mezun olanların belki de karın bile doyurmayacak bir para karşılığı kendi köylerinde 20 yıl zorunlu hizmet yapma mecburiyetlerine rağmen bugün bile Köy Enstitüsü çıkışlı büyüklerimiz aç kalmıyor, pratik zekâlarıyla her işin üstesinden gelebiliyor ve o günleri çok özlüyorlar. Taht kavgalarında dillendirilen sağ-sol çatışması ve ailelerin düşüncelerine fitne sokularak, Köy Enstitülerine komünist yuvası denmesi, kızlı erkekli yaşam stilinde aileler tarafından savunulan bazı değerlerin kaybolacağı endişesi dönemin karışıklığı içinde enstitüleri de bu kaosun içine alarak onların kapanmasına neden olmuştur.

Can Dündar’ın Köy Enstitüleri kitabında, köy enstitüsü çıkışlı Talip Apaydın şöyle demiş: “Gerçekten çok çalıştık, itiraf ederim. Ama köyde olsaydık çalışmayacak mıydık sanki? Hiç değilse biz Köy Enstitülerinde başkasına ırgatlık yapmadık, kendimiz için çalıştık. Kendi yaptığımız binalarda okuduk, kendi diktiğimiz fidanların meyvesini, kendi yetiştirdiğimiz sebzeleri yedik, başkasının değil. Yani bunu bir ırgat gibi, başkalarına hizmet eder gibi çalışmak anlamadık hiçbir zaman, öyle görmedik.” 24


Şimdi belki de pek çoğumuza yeniden canlandırılması imkânsız gibi gelen Köy Enstitüleri, aslında Türkiye için, Türk kimliğinin şahsiyeti, bilinci ve önemi için yapılacak en önde gelen vatan borcu olmalıydı bence. Tarım ve hayvancılıkta en ileride olmamız gerekirken, et fiyatlarının oldukça yüksek olması yüzünden evine et girmeyen binlerce aile varken, sulama tekniklerinin gelişmesiyle bütün ülkenin hem tarım cenneti hem de yemyeşil bir cennet olması gerekirken, her ilimizde dünyaya aşık attıracak zekaya sahip binlerce çocuğumuz varken ve Türkiye’nin o en yoksul zamanlarında bile böyle bir projeyle ilerlediğine, toprakların canlandığına, işlendiğine şahit olmuşken hâlâ neden birilerinin ‘ırgatı’ olduğumuzu sormamak elde değil. Suçlanacak kişi çok, ama enstitülerde olduğu gibi her birey diğer bireylerle birleşerek nasıl çok güzel işler ortaya çıkardıysa, bir günah keçisi aramaktansa işe kendimizden başlamak en akıllıca olandır. Köy Enstitüsünün bir benzeri: Kibutzlar 1948 yılında bağımsızlığını ilan etmesinin ardından Köy Enstitülerinin bir benzerini bugün bile yürütmeye devam eden İsrail’i o verimsiz topraklarda kendi kendine yetebildiği için tebrik etmemek elde değil. Kibutzlarda aynı Köy Enstitülerindeki gibi iş bölümü, tarım ve hayvancılığı geliştirme esasları ve aynı zamanda eşit söz hakkı kuralları geçerli olup, ülke çapında belirlenen ortak kanunla çerçevesinde yürütülen komün bir yaşam şekli mevcuttur. Kibutzların kendine ait eğitim ve sağlık kuruluşları bulunuyor, Kibutza katılan her birey kendisine verilen görevi yerine getiriyor, Kibutzdakilerle beraber aynı zamanlarda yemek yiyor, kendine ait olan program çerçevesinde ülke gelişimine katkıda bulunuyor, iş öğreniyor, orada yaşıyor, orada yetiştirilen ürünlerden faydalanıyor, sanat öğreniyor ve daha pek çoğu…

25


Biz, cenneti çöle çevirirken, İsrail çölü cennet haline getirdi. Savaş politikaları ne olursa olsun, iki ülke arasında kendi vatanımıza ve toprağımıza verdiğimiz değerle onların vatan sevgileri karşılaştırıldığında, onların genç nüfusunun boş laf ve milliyetçilik naraları atmaktansa var güçleriyle çalıştıkları düşünülürse bu işte trajikomik bir taraf görmemek mümkün değil… Tüm bunları yazdıktan sonra milletçe kartondan evlerimizi kolumuzun altına alıp Amerikan filmlerimize geri döneceğimizi ve yine az gelişmişliğe dem vurmaya devam edeceğimizi, olmayan ideolojimizle karşıt düşüncemizde olduklarını varsaydıklarımızı topa tutacağımızı, ırgatlık yapmayı sürdüreceğimizi bilmek… İşte bu en kötüsü…

26


Adnan Binyazar ile Söyleşi Onur Keşaplı “Aydınlanma Yuvalarıydı Köy Enstitüleri...” Adnan Binyazar Köy Enstitüleri, 2007 yılında manifestomuzu yazıp Azizm’i kurarken bize ilham kaynaklığı etmiş sanatın, kültürün, üretimin toplumun her kesimine yayılmasını amaçlamış eğitim devriminin adıydı. Gericilerin yok ettiği ve daha da acısı yok saymayı başardığı Enstitüler yıllar sonra bile bizleri aydınlatmakta ve sanattoplum arasında köprü görevini yürütmeyi hedefleyen örgütümüzü ateşlemektedir. Geçtiğimiz yıl iletişime geçtiğimiz ve bizden önce davranıp teklif etmemize fırsat tanımadan çalışmalarıyla bizi destekleme kararı alan değerli aydınımız, yazarımız Adnan Binyazar kendisinin “aydınlanma yuvaları” olarak tanımladığı Köy Enstitüsünden mezundur. Sanat yaşamı boyunca Orhan Kemal Edebiyat Ödülü başta olmak üzere birçok ödülün sahibi, öykü-denemeeleştiri türlerindeki gücünün yanı sıra romanda da yetkin olduğunu kanıtlayan, her hafta Cumhuriyet’te, bunun yanısıra çeşitli dergilerde ve elbette aylık yayın organımız www.azizm.org da yazıları yayınlanan Adnan Binyazar, manifestomuzdaki “her daim genç” tanımının vücut bulmuş hali adeta. Kendisiyle yaptığımız kısa ancak öğretici söyleşiden dilerim sizler de en az bizim kadar keyif alırsınız…

Öncelikle Dicle Köy Enstitüsüne başlama sürecinizi öğrenebilir miyiz? Aileniz, köyünüz enstitüyü nasıl karşıladı? İlk gün hissettiklerinizi okurlarımızla paylaşabilir misiniz? 27


Masalını Yitiren Dev adlı anı romanımda yer alan “Köy Enstitüsü” bölümünde ayrıntılı bilgi var. Yine de, özetle anlatayım: Anam Elazığ’ın Ağın ilçesindendir. İlkokulu o yıl bitirmiştim. Köy Enstitüsüne öğrenci aradıklarını duydum. İlçenin meydanında bizi bir arabaya doldurup Diyarbakır’ın Ergani ilçesinin güneyindeki tren istasyonuna yakın bir yere kurulan Dicle Köy Enstitüsü’ne götürdüler. Ertesi gün sınava girdim. Sınavı kazandım. Ama doğum yerim kent (Diyarbakır) olduğundan kaydımı yapamayacaklarını söylediler. Bir öğretmen aracılık etti. Ergani’ye 30 km uzaklıktaki bir köye gittim, eski deyimle nakl-i mekân yaparak (yer değiştirerek ) bir gecede köyde oturuyor görünmeye başladım. O zamanlar aileler pek bir şey düşünmezdi. Enstitü, okuyacağım tek seçenek. Enstitüde okumak da, öğretmen olup maaşa bağlanmak anlamına geliyor. Komşu kadınlar, daha okula girmeden, “Öğretmen olup ilk maaşınla bana entari alacaksın mısın?” demeye bile başladılar. İlk gün, toprağımdan, arkadaşlarımdan, ayrılmanın hüznünü duydum. Geldiğim yere nasıl bir özlem duymuş olmalıyım ki, bir hafta boyunca, bizim oraların beyaz toprağıyla tozlanmış ayakkabılarımı silemedim. Kısa sürede yeni arkadaşlarla kaynaşınca her şey yoluna girdi. Enstitüdeki eğitimin bizlerin alışık olduğu tekdüze eğitimden oldukça farklı olduğunu biliyoruz ancak detaylı bir şekilde sizden öğrenmek isteriz. Örneğin ders programı, işleyişi nasıldı, öğrencilere tanınan haklar nelerdi? Farklılığı şu: Öğleye değin tarih-coğrafya, Türkçe gibi kültür dersleri görüyorsunuz, öğleden sonra tarlada tarım, atölyelerde marangozluk, demircilik, inşaat dersleri. Eğitimin temel yöntemi, yaparak, iş içinde üreterek öğretim. Müzik dersinde yalnız şarkı söylemiyorsunuz, mandolin, keman, akordeon, piyano da çalıyorsunuz. Öğrencinin hakkı diye bir şey yok. Hak, çalışmak! Her hafta bir sınıf, derslere katılmadan sınıfların, yemekhanenin, yönetim yerlerinin işleyişinden, temizliğinden sorumlu oluyor. İşler tıkır tıkır, her taraf çiçek gibi... Öğrencilik yıllarınıza dair unutamadığınız anılarınız elbette vardır. Bazılarını dinleyebilir miyiz? Örneğin Tonguç Baba ya da Hasan Ali Yücel’le ilgili bir anınız var mı?

28


Benim enstitüye girdiğim 1950 yılında Tonguç’la Hasan Âli Yücel dönemi sona ermişti. Ancak onlara ilişkin duyumlar vardı. Bir yıl önce İsmet İnönü enstitüyü ziyaret etmiş. Her öğrenci, İnönü’nün fotoğrafını cebinde taşıyor. Anı sayılırsa, her genç gibi ben de sigara içmeye özeniyorum. Yatakhanenin lavabosunda ilk deniyorum sigarayı. Dumanı ağzıma doldurdum. İçime çektim çekeceğim. Tokadı çevik bir öğretmenimiz vardı, benim sigara içeceğimi düşünemiyor. Yanaklarımın zurnacı yanağı gibi iki yanlı şişkinliğini görünce tokadı patlatıyor. Patlatmasıyla duman yüzüne püskürüyor... Öğretmenin haline gülmeyeyim diye kaçmayı göze aldım. O güldü mü, daha da kızdı mı, göremedim. Hasan Âli Yücel’e ilişkin anım yok, ama oğlu Can Yücel’in, Berlin’de bir toplantıda ağzından duyduğum bir sözü aktarayım: “CHP, köylerde oylarını artırmak için militan öğretmenler yetiştirmek için kurmuştur Köy Enstitülerini. Ama oradan çıkanlar, onların istediğinin tam tersine kendi düşüncelerini yaratacak bilinçte aydınlar olmuştur.” Köy enstitüleri politik-toplumsal-kültürel-ekonomik anlamda neyi temsil etmekteydi? Karşı duran ve yıkmayı başaran kesimlerin amacı sizce neydi? Köy enstitüleri, yerinde üretimi, yoksul halk çocuklarının güç sahibi olmasını temsil ediyordu. Şimdi çoğunlukla para babalarının temsil ettiği parlamentoya o zaman toprak ağaları egemendi. Köyde göreve başlayan öğretmenler, toprak ağalarının sömürgenliğini dile getirmeye başladılar. Köylüde uyanış belirtileri sezilmeye başlayınca, bir ucu mecliste olan ağalar, CHP’nin de gönüllü desteğiyle bu çağdaş eğitim kurumlarını ortadan kaldırmışlardır. Azizm olarak Kemalist Devrimin en parlak yıldızı şeklinde tanımladığımız köy enstitüleri kapatılmamış olsaydı sonraki on yıllar ve günümüz Türkiye’si nasıl şekillenirdi? Sorunuz varsayımlar üretmeyi gerektiriyor. Somut olan şudur. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü, bir köy üniversitesinin habercisi olabilirdi. Gericilik bu boyutlara varıp, Türkiye’nin çözümsüz sorunlarından biri olmazdı. Bakıyorum, Türkiye’deki aydınlanma çabası, şimdi bu, bize evrenin en uzaktaki yıldızları kadar uzak... Bugünkü durumda, Atatürk’ün en önemli gördüğü tehlike gerçekleşmiş, yurdumuzu şeyhlerle onların müritleri sarmıştır.

29


Klasik bir soru ancak bize göre Anadolu’muzun geleceği adına son derece önemli, Köy Enstitülerini 21. yüzyıla uyarlamak mümkün mü? Mümkünse bu nasıl bir anlayış ve nasıl bir programın sonucunda gerçekleşebilir? Köy enstitülerini 21. yüzyıla uyarlamak olanaksız. Savaşı kaybeden subay Napolyon’a yüzlerce neden ileri sürmek üzere söze başlarken, “En başta, barut yoktu,” deyince, Napolyon, subaya “Sus!” der. Öyle ya, barut olmayınca silah ne işe yarar. Elli yıldan bu yana da köylerde insan kalmadı. Kimi toplayıp da köy enstitüsüne götürecekler! İmam-Hatipler, bir tür kentte kurulan köy enstitüleridir. Durum ortada. Kentte olsun, kent dışında olsun, çağdaş yerleşim yerleri oluşturulup orada işe ve üretime dayanan öğretim kurumları oluşturulursa, yoksul kesimin çocuklarına özgür öğrenim yolu açılabilir. Bugünkü koşullarda bunu hayal edenlere ancak gülünür... Her daim genç bir aydın olarak sizin durmadan ürettiğinizi görmek biz gençleri daha iyisini yapabilmek adına her gün ateşlemekte. Son aylarda 2 yeni kitabınız çıktı ve bunlar denemelerinizi içermekte. Ancak biz sizin ne kadar güçlü bir öykücü olduğunuzu biliyoruz. Önümüzdeki dönemde Adnan Binyazar’ı bir öykü kitabı ya da romanla görebilecek miyiz? Gözünüzden kaçmış olmalı; öykü kitabım Şah Mahmet (Can Yayınları) Ocak ortalarında çıktı. Masalını Yitiren Dev’de çocuklukta yaşadıklarımı, Ölümün Gölgesi Yok’ta erken yaşlarda yitirdiğim eşimi yazdım. Kendimi yazmasam geride eksiklik bırakacağıma inanıyorum. Önümüzdeki yazı bir devirelim; sonbahar devşirme dönemidir, o gücü bulursam başlarım... Cumhuriyet tarihimizin Kültür Bakanlarının birçoğundan daha üretken olduğunuzu eminim herkes kabul edecektir ancak yine de son olarak Azizm’in klasik sorusunu sormak istiyoruz size. Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanı olsaydınız yapacağınız ilk iş ne olurdu? Türkçede “dışarıdan gazel” diye bir deyim vardır. Bir deyim de, “doğmamış çocuğa don biçmek”. Olasılıklara göre düş kurmak gereksizdir. Hele, benim gibi, bürokrasiden, siyasetten uzak durmaya çalışan bir kişiye, düşlemlere dayanarak düşünce üretmek yakışmaz. Onun için bu soruyu siz sormamış olun, ben de hatır için bir şeyler söylemiş sayın...

30


Sorunuzda bir ironi de sezmiyor değilim; kültür bakanları kültürle uğraşmış olsalardı, ileriden çok şeyler bekleyen gençler de sanırım böyle bir soruya gerek duymazlardı... Söyleşiyi bir espriyle bitireyim: Ahmed Arif’e “Hangi rengi seversiniz?” diye sormuşlar, o da, “Ben artist değilim!” demiş. Çehov’un bir öyküsünde, evlenen gençler, düğün konuşmasını öğretmenlerinden isterler. Öğretmen de, “Şimdi evlendiniz, artık bekâr değilsiniz,” deyip kürsüden iner. En iyisi, bana yönelttiğiniz soruyu kültür bakanına sormak: “Kültür bakanı oldunuz; kültürle de ilgilenmeyi düşünüyor musunuz?” diye...

31


Özgür Düşünceden Dogma ve Ezber Düzene

Melih Öncel Devrimin ilk olmasa bile hedeflenen sonuca varmak için atılan en önemli adımlardan biriydi Köy Enstitüleri. Eğitim, kültür ve bilinçle temellendirilmek istenen Cumhuriyetin en güçlü ayağı belki de. Ve hizmet verdiği dönem boyunca en çok tartışılan, en çok karşı çıkılan, sonuçlarının kalıcı olmasından en çok korkulan kurumlar olmuşturlar. Türk Devriminin önünü kesmek ve başarısızlığa uğratmak için kesilen ilk ayak. Köy Enstitüleriyle kalıcı bir aydınlık yaratmak isteyen Cumhuriyet, belki de tüm varlığı boyunca acısını hissedeceği bir kaynaktan olmuştur. İlerlemeyi ve devrimi sürekli kılacak ve girilemeyen en karanlık köşeleri bile görünür kılacak bu aydınlığa günümüzde hala ihtiyaç duymaktayız. Hatta Köy Enstitülerini merak etmiş, araştırmış ve anlamış birçok insan bu eğitim ağının önünün kesilmesini Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük kaybı, karşı devrimin önünde aldığı en ağır yenilgi ve adeta sorunları başlangıcı olarak görmektedir. Bilim, sanat ve kültür üreten enstitülerden geriye halen varlığını sürdüren feodalite ve toprak ağalığı, aydınlığa karşı bir korku, insanlar üstünden getirim sağlama, bitmek tükenmek bilmeyen “düşünce suçu” cezaları, sansür, türban tartışmaları ve hatta yobazca ve ya faşistçe bir şiddet kalmıştır. Okuryazar oranımızı arttırsak da sorgulama, çevresiyle iletişim içinde olma ve sürekli ilerleme düşüncesindeki bireyler yaratmakta başarılı olamadık bir daha. Karşı devrim ve ya çıkarlarını korumaya çalışan iç ve dış güçler açısından bir değişiklik yok aslında. Köy Enstitüsü meşalesi taşıyanlara o günlerin, içinde hakaret barındıran söylemi “komünist” yakıştırması günümüzde yerini “dinsiz”e bıraktı. Karşı durulan şey hep aynı kaldı: okumak, sorgulamak, düşünmek, başkasının şahsi çıkarları için değil kendi ve ya toplum için üretmeye başlamak. Öte yandan kayıp, cumhuriyeti daha da yüceltmek isteyenler; Atatürk’e ve devrimlerine gerçekten bağlı insanlar ve ellerinde salt bir güç barındırmak yerine aydınlık bir toplum hayali kuranlar için oldu. Eğitim, cehaleti ortadan kaldırmak ve sanat, özgürlüğe ulaşmak için kullanılan birer araçtı. Oysa bizlere geriye sadece ezberlemek, önümüze bakmak, büyüklerin yanında konuşmamak, cinsiyet bir suçmuş gibi okula gidememek ve her şeye alışmak kaldı. Tamamen özgün bir anlayışla kurulan ve işleyen Köy Enstitüleri birçok ülke tarafından incelenmiş ve örnek alınmıştır. Bizse adeta elimizin tersiyle itmişiz bu eğitim yuvalarını. Geçmişten günümüze uzanan sorunların temeline indiğimizde birçoğunda en altta eğitimin ve aydınlığın olmadığı bir katman çıkar 32


karşımıza. Alaşağı edilmiş ve aşağılanmış bu eğitim projesinin önemi daha iyi anlaşılır o zaman. Ve bizlerse ancak kapatılmasalardı bugünlere yapacakları etkiyi tahmin etmeye çalışıyor ve iç çekiyoruz ne yazık ki. Her gerici eylemde, satılan her karış toprakta, ölen her işçide içimiz acıyor. Günümüz “modern” eğitim sistemiyle yetişen çoğu gençse köy enstitülerinden bihaberler ne yazık ki. Bu kurumlarda ne yapıldığını, kimlere ne amaçla eğitim verdiklerini bilmiyorlar. Tıpkı amaçlanan gibi sadece önüne bakan ve gördüklerinin tek ve doğru bilen bireyler oluyorlar. Günümüzde toplumsal gelişimin eğitimle doğrudan bağlantılı olduğu artık son derece açıktır. Bağımsız düşünce üreten, bilimi takip eden, çevresiyle ilişki kuran ve öz-bilinç sahibi bireyler yaratmaktır ilk amaç. Bunu başarmak toplumu ve ülkeyi geliştirmenin anahtarıdır. Ne yazık ki cumhuriyetin ilk döneminden sonra Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla başlayan süreç sürekli değişen dünyaya ayak uydurmakta oldukça zorlanmamıza neden oluyor. Ezber ve dogmalarla yetişen bireyler düşünce üretmekten çok düşünceye karşı çıkmaya başlıyorlar. 1945 sonrası ülke yönetimini elinde bulunduran politikacılarında çanak tutmasıyla dünyayla rekabet etmemiz gerekirken sanata, laikliğe, özgürlüğe saldıranlar, insanları yakanlar, öldürenler ortaya çıkıyor. Şu anda 85 yaşında olan Cumhuriyet, kurulduğu ilk yıllarda sanat üreten, müzik aleti kullanan, edebiyat tartışan köy çocukları yaratırken, günümüzde; heykelleri meydanlardan toplatıyor, sinema salonlarını ağzı bozuk halk kahramanları sayesinde doldurabiliyor, bilime kendi kurumlarında sansür koyuyor. Daha önce de dediğim gibi her sorunun altında eğitim yatıyor. Tabi ki de her gelişmenin altında da. Köy Enstitüleriyle ve eğitimle yaratmak istediğimiz yeni toplum, şu an bulunduğu noktaya da eğitimle gelmiştir. Dinci temele sahip bir eğitimle! Enstitülerin kapatılması, ilahiyat fakülteleri, imam hatipler, türban simgesi, laiklik karşıtlığı… Günümüz Türkiyesi’nin sorunları bir anda ortaya çıkmamıştır ve ne yazık ki ezber ve dogma eğitimin doğası gereği bu yapıyı bozmak da kolay değildir. Türkiye’nin 1945 sonrası süre gelen siyasi yapıyla da desteklenen sistem, geleceğimiz için en büyük tehdittir. “Tanrı için” insanları katletmeye kadar giden, bağımsız düşünmeyi tamamen yok sayan dini eğitime dayalı bu yapıyı, bilimsel eğitimle yer değiştirmek başlıca hedefimiz olmalıdır; çünkü ancak eğitimle kalıcı bir hal alır her şey. Atatürk ve arkadaşlarının yapmak istediğini ne yazık ki şu ana kadar Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan gerçekleştirmişlerdir. Köy Enstitüleri, kapanmalarının üzerinden uzun yıllar geçmiş olsa da bizler için hala önemlidirler ve hala birer örnek durumundadırlar.

33


Köy Enstitülerini Anlamak Erman Bazo Yazıma öncelikle Köy Enstitüleriyle ilgili, çok detaya girmeden, birkaç genel bilgi vererek başlamak istiyorum. Mustafa Kemal Atatürk’ün düşünsel önderliği ve ilk hamleleri doğrultusunda, İsmet İnönü’nün aynı yolda attığı adımlarla, Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un süregelen projeye şekil ve aslen can katmasıyla, 1940 yılında dünya eğitim tarihinde devrimsel nitelikteki yerini almış ve kapandığı tarih olan 1954 yılına kadar, kültür birikimi oluşturulmuş, zirai ve teknik anlamda yetiştirilmiş 17,341 köy öğretmeni yaratmıştır. Eğitimin bu beyaz sayfası kimi yabancı komisyonlarca incelenmiş, esin kaynağı olarak ele alınmıştır. Aynı zamanda UNESCO gelişmekte olan ülkelere Köy Enstitüleri projesini halen önermektedir. Konuyu bu açıdan daha fazla ele almamın anlamı olduğunu düşünmüyorum, internet çağında yaşıyoruz ve kitaplara alerjisi olan bir insan bile, eğer isterse, enstitülerin yapısı, yaşam süreci ve üretkenliğiyle ilgili internetten daha ayrıntılı bilgi edinebilir, edinmelidir. Gelelim benim asıl olarak sizlerle paylaşmak istediğim yaklaşıma. Bir toplum, bir ülke varsayın ki; eğitimi, bilimi, sanatı, tekniği, üretmeyi esas almış ve haritada bulamadığımız, yeri geldiğinde kardan kıştan dünyayla iletişimi kopan bir köyünde bile eğitim devam ediyor, ezberlemek değil düşünmek teşvik ediliyor, ulusal ve evrensel romanlar, şiirler tartışılıyor, akordeon, mandolin, keman çalınıyor, sanat, insanın güzel duygularını besliyor, insan insanı değerli kılıyor, seviyor, doğayı daha verimli duruma getirmek için yeni teknikler ve zirai yöntemler aranıyor, uygulanıyor, üretkenlik anlayışı zenginleşmeyi getiriyor. Bir diğer toplum ve ülke varsayın ki; eğitim düşünmeyi değil ezberlemeyi esas alıyor, kızlar zaten okula gönderilmiyor (uzay çağında bile), giden erkek çocukları da en fazla birkaç sınıf okuyor okumuyor, hemen ağaya, şeyhe hizmet, itaat esası anlayışıyla boyunduruk altında yaşama mahkûm ediliyor, sormuyor, soramıyor, sormak ne demek belki bilmiyor, insan insanı insanlığından ötürü insanlığa aykırı bir şekilde ayırıyor, sanat şeytanın ürünü olarak kalmaya devam ediyor, kimi durmadan üretiyor ama sofrasında zenginleşme olmuyor ağanınkinin aksine, kimisi de üretmek kelimesinden bihaber tüketerek kan dolaşımını sağlıyor. Bugün Türkiye dengeli bir şekilde gelişmiyor, kuzeyinden güneyine, batısından doğusuna herhangi bir standart gelişimden bahsetmek söz konusu değil. Eğitim 34


bir tuğla adeta, kimi köyde okul yok, okul olan köyde öğretmen yok. Sanat, insanlar birbirini sevmesin ve olabildiğince fazla yelpazede birbirini ayırsın birbirinden uzaklaşsın diye Anadolu’nun neredeyse her yerinde önemsizleştirilmiş. Dünyanın en verimli toprakları üretkenlikten uzaklaştırılmış. Sizce hangi varsaydığımız toplum ve ülkeye benziyoruz? Köy Enstitüleri, feodal yapının ve cemaat anlayışın kişisel ve ekonomik çıkarlarının önünde yükselen bir duvar olarak can kazandığı için, dönemin ağalarının ve şeyhlerinin kendilerine ve günümüzdeki neo-ağa ve neo-şeyhlere karşı bir tehlike olarak görmesi nedeniyle siyasi güçlerinin baskılarıyla kapatılmıştır. Bu öğretim sistemi ve yöntemi dünya eğitiminde dev bir beyaz sayfadır. Dolayısıyla ülkemizin kaybı çok büyüktür, kaybın boyutlarını algılamak için geçmişten günümüze dikkatlice bakmak, Köy Enstitülerini anlamak gerekir.

35


Görebildiğin Kadar Mavi: Mehmet Başaran Duygu Yılmaz Sürebildiğin kadar toprak Sarabildiğin kadar kadın Bu dünya Güvenebildiğin kadar dost Düşünebildiğin kadar güzel Yaşabildiğin kadar Dünya Mehmet Başaran, Türkiye’nin Köy Enstitüleriyle kazandığı en değerli isimlerindendir. 1926-Kırklareli (Lüleburgaz-Ceylanköy) doğumlu olan şair, eğitimci, yazar Başaran, Kepirtepe ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü bitirmiştir. Uzun seneler öğretmenlik yapmış ve Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın kuruluş aşamasında çalışmıştır. Direnişi, umudu ve toplumcu düşünceleri konu alan şiirleriyle Adam Sanat, Gösteri, Kıyı, Varlık, Yansıma, Yazko Edebiyat, Yeditepe, Yeni Biçem, Yeni Ufuklar, Yücel gibi dergilerde yer buldu.

YAPITLARI ŞİİR Ahlat Ağacı (1953-1976) Karşılama (1958) Nisan Hatırası (1960) Kocakent (1963-1981) Pıtraklı Mehmet (1969-1994) 36


Gök Ekin (1975) Meşe Seli (1982-1983) Günler Tuz Rengi (1986) Sis Dağının Başında Borana Bak Borana (1990-2000) Koca Bir Troya Dünya (1997) Pir Sultan Ölür Dirilir (2002) ANLATI Çarığımı Yitirdiğim Tarla (1955) Aç Harmanı (1962)[Çarığımı Yitirdiğim Tarla’yla, 1973] Zeytin Ülkesi (1964) Yüreğin Sesi Zeytin Ülkesi (1983, 1993, 1999) Sürgünler (1970) Öğretmeni Acıya Sürgün (Genişletilmiş Baskı, 1998) Elif Diye Bir Türkü (1976) Mehmetçik Memet (1979, 1990) Dilsiz Oyunu (1983) Yasaklı (1987, 2003) Hoşça kal Dünya (Hazırlayan: Mehmet Başaran, 1990) Giz Kokan Suskunluk (1991) Kalın Mavi Bir Ses (Seçme Öyküler, 1992) Eylülün Kızgın Soluğu (1996) Kuşatılan Yaşam (2006) Günaydın Aşk (2006) Trakya Rüzgârı (2007) EĞİTİM ÜSTÜNE Tonguç Yolu (1974-1999) Özgürleşme Eylemi Köy Enstitüleri (1990-1999) Devrimci Eğitim Köy Enstitüleri (1999) Sabahattin Eyuboğlu ve Köy Enstitüleri (1990) Eğitim Emekçisi Ferit Oğuz Bayır (2002) DİL ÜZERİNE Dilim Dilim Ana Dilim (2001) ÇOCUK KİTAPLARI Kuş Dili (1968) Akça Kız (1970) Aç Kapıyı Bezirgân Başı (1974) 37


Evvel Evvelken Deve Tellalken (1974) Boyalı Irmak (1979) Yağmur Gelini (1975, masal-şiir) Armutlu Tarla (1979, masal-şiir) Söğütler Ses Verince (1981,masal-şiir) Çiçeklerin Dili (1992, öykü) Güneşin Türküsü (1992) ÖDÜLLERİ 1970 TRT Edebiyat Ödülleri Öykü Başarı Ödülü (Elif Diye Bir Türkü) 1973 Sabahattin Ali Öykü İkincilik Ödülü (Ayrılanmak) 1979 Orhan Kemal Roman Ödülü (Mehmetçik Memet) 1993 Sabahattin Ali Kültür Günleri Onur Ödülü 1996 Rıfat Ilgaz Onur Ödülü 1997 Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü 1998 Truva Kültür Sanat Edebiyat Ödülü ŞİİRLERİ SORGUCULAR "Onların ilkesi emektir. Önlerinde ise emeğe göre düzenlenmemiş, çoğu kez emeği sömürerek rahata kavuşmuş, Ortaçağ artığı bir düzen yatıp duruyor..." Ceyhun Atuf Kansu Bir yanım Tanrılar otağı Kazdağı Bir yanım Kurtuluşçulara arka veren Madralar Kuşanıp çifte fişeklikleri Şurdan yürümüş Ayvalık'a Gömeç'li Edremit'li Kuvayı Milliyeciler Amerikan süttozu dağıtılıyor Cumhuriyet, Gazi, Ali Çetinkaya okullarında Ne kadar uzak şimdi o günler Ovada üç milyon zeytin ağacı Vurmuş gövdelerine damgasını 38


Sabit Bey Eminzade Karagözoğlu Ve onbinlerce tayfanın Düşleri zeytin acısı Nerde yoksul evlere Muştular götürecek güvercin Hâlâ söylenceler renginde Suları Kazdağı'nın Yamaçlarda Türkmen köyleri Bir gün Narlı bir gün Şapçı Bir gün Kocadağ bir gün Biller Uykusuz gözler gibi Issızlığı öğretmen odalarının Dolaşır durur Gezici Başöğretmen Dolaşır durur yanında İmrallı Adamı Ökkeş, İnegöllü Remzi Lo lo looo Görünmez dikenleriyle Pirenlik kırı Günaydın zeytin ülkesi Çamlarının dibinde Homeros'un İlyada'yı yazdığı yerler Nasıl bir saldırıda Yarım kaldı okullar Sızlayan ne kesik bir kol gibi Hektor'u sürüklüyor şimdi Tahta At'tan çıkanlar El sallıyor Havran'dan Koca Seyit Görse şaşardı Homeros bile Dudakları uçuklardı Aşil'in Öyle işler gördü Çanakkale'de Zeytinyağı fabrikasında hamal O'ydu Kurtuluşçular'la En önde İzmir'e giren Ne kadar uzak şimdi o günler 39


Köylerde Enstitülü 20.000 öğretmen Kuşatılmış Troya Sanki her biri Yangından yıkımdan çıkmış 20.000 ana Kök salmış toprağa 20.000 yediveren gülü Dayan Koca Seyit dayan Zeytinler narlar dikmiş Yayaköy'de Refik Cevahir Bunlar açacak diyor Pençe atsa da göğsümüze Zeus'un korkunç kartalı Kulak ver Madralara Bu günler geçecek diyor Gül parmaklı şafak dağlara değdiğinde Geline döndüğünde, "Bol pınarlı İda" Salınıp Körfez'e indiğinde Sarıkız Çocukların dilinde Çağla tadı kazandığında sözcükler Tahta At'tan çıkar gibi geldiler Çok giyilmiş ayakkabıların Tabanlarına benziyordu yüzleri Evime ülkeme doluştular "Emir kuluyuz" diyordu biri Soruyordu üç Bakanlık Müfettişi: "Manifesto okutuluyor muydu Enstitülerde Belletiliyor muydu Nazım'ın şiirleri Sık sık gelir miydi Hasanoğlan'a Sabahattin Ali? Toplayıp açık hava tiyatrosuna Tonguç size neler demişti?..." 40


Kimliğim mi? Türkiye dedim Doğumum mu? 17 Nisan Sorun beni Bedreddin'den Yunus'tan Karacaoğlan emmimdir Dedem Pir Sultan Yolum Tonguç'un yolu Sorgucular heyy sorgucular Bilir misiniz Koca Seyit'i Sırtında 210 okkalık mermi Neyi savunmuştu Çanakkale'de Sorun beni Seyit'ten Sorgucular heyy sorgucular Durdurabildi mi dünyayı Engizisyon yargıçları Neyi aydınlatır bilir misiniz Yakılan yasaklanan kitaplar Sorgucular heyy sorgucular Okuyun Fontamara'yı Sırça Köşkü Küfr ile dünya durur Zulm ile durmaz demiş risalesinde Sorun beni Koçu bey'den YORULMAZ İŞÇİLERİYİZ AŞKIN Bütün gün kırlara bakmışım Başaklarla kımıldanan O bitek yalnızlığa Burnumda gökyüzünün ince kokusu Bütün gün sana bakmışım Derin mırıltılarla ırmağa karışan Çakıntılı gövdene senin Uzanmışım terli toprağa Yanına gözlerinin Çıplak gecelere dokunuyorum 41


Yazın ve düşlerin sıcak kıvrımlarına Denizi başlatıyor dudaklarının tuzu Yüreğim konuşuyor şavkından Ellerim böğürtlen moru Yorulmaz işçileriyiz aşkın Soluk soluğa ıslak taylar Ürkek sokulmaların... Ormanları uyandırıyor kanımın gürültüsü Başdöndürücü yerlerindeyim dağın Kollarımdan akan ırmak, Sonsuza tamamlanıyorum CAN YOLDAŞI Sen hürriyetin türkülerin kızı Sen sıcaklığı kanımın Şu koskoca dünya üzerinde Yoldaşı kimsesiz canımın İşte gözgöze geldik bu akşam İnandım aşılırmış Kaf dağları da Kollarında bakir toprak lezzeti Yanıyorsun bir damla ter kadar güzel Sarışın tarlaları mı kucaklamışım ben Ne bu çiçek kokusu ekin kokusu Deli bir rüzgâr geçiyor gönlümden Yıldızlar ışıyor gözlerin gibi Böyle konuştukça avucun sıcak sıcak Karşımda ıslak dudaklar titrer Başım üstünde yeni doğmuş ay Altın tınazlar gibi savrulur içim 'DENİZ' DEDİK ÖPÜP BAŞIMIZA KODUK TUZU EKMEĞİ İlk günlerindeki gibi Troya'nın Usulca dokundu mor yamaçlarına Gül parmaklı şafak İda'nın Işıdı sonyaz'ın gergin karnı 42


Kuytularda ince bir rüzgar Okşadı küçük mavi çiçeklerini sevdanın Sürüp gidiyordu yaşamın gelgiti Sürüp gidiyordu doğumlar ölümler Ardından ölümcül sancıların Sese dönüştü titreyen çiyler Baktım gözlerin söylence rengi Neydi o yumuk avuçlarında Bir giz gibi sımsıkı tuttuğun şey Görünce dünyamızı neden ağladın Söğütler yaprak döktü sular ürperdi İlk günlerindeki gibi Troya'nın Hangi korkularla kim demiş Bir kız doğunca dört duvar sızlar diye Sızlamadı genişledi duvarlar Tanelenen başakla geçmişten geleceğe Bakır taslarla içildi şerbetin Itırlar defnelerle ilk çeyizin kondu sandığa Nişanlandın yaşama beşik kertmesi Onarmış gibi duvarlarını kentin Dayanıklı olsun diye tüm acılara Tuzladık kaya tuzuyla bedenini Yuduk kırk bir çeşit ot katılmış sularla Ve güllerin ve dikenlerin ve kırların acemisi Kesilmesin diye dar geçitlerde soluğun En mavi sözcüklerle seslendik sana 'Deniz' dedik öpüp başımıza koduk tuzu ekmeği KOCA BİR TROYA DÜNYA Kaç kez kuşatıldı Troya Soldu ılgınlar acılaştı zeytin Karıştı toprağa hünerli eller Ne Helena ne Paris ne Aşil Karanlık çukurlarda ak kemikler Yere basarken ürperiyor insan Kırmızı açıyor hâlâ 43


Suskun örende gelincikler Güzlerin hüznü o yıkımdan Çağ değişmiş silahlar da Sürüp gidiyor hâlâ kuşatma Bu kez daha çılgın saldırgan Hey dağlar yaralı Rumeli dağları Bosna direniyor düştü Srebrenika Bebesini emzirirken vurulmuş gelin Yollara dökülen göçmenlerin Gözleri yanmış yıkılmış kentler Daha ne kadar sürecek talan Kazılırken böğründe toplu gömütler Senin ellerin mi bunlar Avrupa Çırpınırken her çalıda bir yürek Senin gözlerin mi bunlar Nasıl bakacaksın yüzüne tarihin Ah dünya koca bir Troya Yaşamı savunan Hektor'u sürüklüyor Her yanda kanlı araba Ne zaman insan olacak insan BİR AFŞAR BOZLAĞIYIM UZUNYAYLA'DAN Birşeyler koparılıyor göğsümden Hoyrat pençelerle İğne deliğinden geçiyorum acıların Dağılıp toparlanıyorum yeniden Beni yalnız komayan bozkırda Uzak düşler uzak düşler Yüreğimden mi tütüyor Sancının gökkuşağı Bir yanım akıp gidiyor sularla Taşlarla ışıyor bir yanım Ben ağrıyım ben acıyım Kapanmış bir okul kadar ıssız 44


Öğretmen Hatun Birsen Gözlerim ellerim soluğum Değişen filmler solgun raporlar Çukurlu ay yüzü dersi Akciğer röntgenlerim Bir Afşar bozlağıyım Uzunyayla'dan Uçan kuşlar uçan kuşlar Onarabilir mi yaramı İpildeşen yıldızlar Ben umudum ben özlemim Tümörüm, onmazım zehirli çiçek Canevimi dağlayan mavi ısırgan Neyi sızlıyorum bu sancılarla Bu mor ağrılarla yaşadığım ne Gittikçe daralıyor soluğum Bana mı sesleniyor Yitiklerimin diliyle toprak Patlayan tohumlar patlayan tohumlar Duyuyor musunuz kırılıyor kabuğum Ben de yeşereceğim sizinle Ben sevgiyim ben, yaşamım

45


Elephant Filminin Biçimsel Analizi Ayla Yıldırım

1) Anlatı Yapısı Yönetmenliği ve senaryosu Gus Van Sant’a ait olan “Elephant”, Amerika’daki okul cinayetlerinden esinlenerek, bu cinayetlerin toplumsal alt yapıdaki nedenlerini sıradan günlük hayat üzerinden vermiştir. Colombine Lisesi katliamından esinlendiği film, sıradan gençlerin şiddet kullanmalarıyla sona eren sıradan yaşamlarına odaklanıyor. Amerika'da bir lisenin içindeki okul çağının klasik önemli olayları çerçevesinde geçen film, lisede deneyimlenen arkadaş edinme ve sosyalleşme çabaları karşısında yalnızlık temasını da anlatıyor. Aynı zamanda gençlerin suça itilmelerine sebep olan toplumsal hayatı içeriden bir bakışla resmediyor.

46


1.1. Sergileme: Bu bölümde film, John’un, babasıyla okula gidişi sırasında aralarındaki tartışmayla başlar. İlk bakışta ana karakter olarak algıladığımız John’un, aslında zamanla gerçek ana karakterin ortaya çıkmasıyla filmde bir diğer ana karakter olduğunu görürüz. Öncelikle bu bölümde karakterlerle ilgili, uzun çekimli sekanslardan görüntülerle ve aralardaki tanıtıcı yazılarla tanımaya başlarken, aynı zamanda olaylarında gelişmekte olduğunu görürüz. Karakterler sıradan hayatlarını yaşarken, yönetmen de sanki oradan geçen ve konuşmalarına kamerasıyla tanık olan biri gibi karakterleri bize tanıtıyor. Filmin bu bölümünde genellikle John’u takiple, o birkaç saat içerisinde olacak olayların başlangıcını ve çatışmaya kadar olan kısmını görmekteyiz. Aynı zamanda daha öncede belirttiğim gibi bu bölümde genellikle yan karakterler ve onların günlük, sıradan konuşmaları tanıtılmaktadır.

1.2. Çatışma: Filmdeki ilk çatışma ana karakterlerden biri olan lise öğrencisi Alex’e, ders esnasında kâğıt vb. şeylerin fırlatılarak, Alex’in ezik, toplum dışına itilmiş, sosyal fobisi olan ve okulda arkadaş ortamı olmayan bir lise öğrencisi olduğunu görmemizle başlar. Daha sonra Alex’i okulun yemekhanesinde bir takım incelemeler yaparak not aldığını görürüz. Ayrıca yemekhanede bir takım notlar alırken, diğer öğrencilerin kendisine bakışı ve ona 47


karşı sert tavırları Alex’i rahatsız eder. Başını ellerinin arasına alarak ortamdaki insanların konuşmalarından duyduğu rahatsızlığı da görebiliriz. Bu rahatsızlıkta çatışmayı oluşturan etmenlerden biridir.

1.3. Gelişme: Filmin bir sahnesinde John okuldan çıkarken Alex ve Eric’i komando kıyafetleri, sırt çantaları ve ellerinde silah çantalarıyla okula girerlerken görür ve yönetmen burada filmin tamamında olan ve karakterlerin hayatlarını kesiştirerek kullandığı parçalı kurgu yöntemiyle bize filmin başında bir ipucu vermektedir, daha biz Alex ve Eric hakkında bir bilgiye sahip değilken. Daha önce diğer karakterlerin hayatlarının yalnızca görülebilir ve ‘dikizlenebilir’ parçalarına tanık olmuştuk, ama bir noktadan sonra Alex ve Eric’in ev ortamlarında buluruz. İşte, tam bu noktadan itibaren Alex ve Eric’i, bir çölde saf saf gezinen karakterleri vurdukları bir video oyunu oynarken, televizyonda Hitler ve Naziler üzerine bir belgesel izlerken, internette ateşli 48


silahlar hakkında sayfalar karıştırırken, piyanoda Ayışığı Sonatı’nı çalarken (Alex) ya da daha da kötüsü, katliamı gerçekleştirecekleri günün sabahı duşta birbirlerini öperken izliyoruz.

Alex, kargonun eve getirdiği paketi imzalar ve sonra Eric’le paketi açarlar. İçinden silah çıkar. Silah siparişini onlar vermiştir ve denemek için depoya giderler. Üst üste yığılı odunlara ateş ederek denerler. Yine yönetmenin parçalı kurgu üslubuyla okulda Elias ve John’un selamlaştıkları ve Michelle’in kütüphaneye doğru koştuğunu kamerayla takip ederiz. Her şey sıradanmış gibi görünür ve kimse az sonra olacakları tahmin edemez. Alex ve Eric’i duştan sonra hazırlanırlarken görürüz. İşte tam bu noktadan sonra Alex ve Eric’i yaptıkları

planla

ilgili

konuşurken

görürüz.

Katliama

ilk

nereden

başlayacaklarını, patlayıcıları nerelere yerleştireceklerini, insanları nereye toplayacaklarını anlatır Alex. Bu konuşmalar esnasında arlarda flashforwardlarla yaptıkları planın uygulandığı anın görüntüleri gelir. Daha sonra arabaya binip okula doğru, yanına aldıkları silah vb. malzemelerle giderler. Yine daha önce John’un açısından görmüş odlumuz Alex ve Eric’in okula girişlerini 49


şimdi onların açısından görürüz ve her şey artık bu noktadan sonra başlar… John ne olacağını sezer ve çevresindekileri okula girmeme konusunda ikna etmeye başlar.

1.4. Doruk Nokta: Okuldaki katliam başlamıştır. Alex’in ve Eric’in ellerinde birer silah vardır ve önüne gelen herkesi vurmaktadırlar. İlk önce koridorları dolaşarak öğrencileri ve hocalarını öldürmeye başlarlar, daha sonra farklı taraflara ayrılırlar ve cinayetler devam eder. Daha sonra Benny’yi görürüz ve Benny’yi takiple olayları anlamaya çalışırız. O sırada John dışarıda babasını bulur. Daha sonra tekrar içeriye döneriz. Kamera hala Benny’yi takip eder ve bu sırada asıl kahramanın Benny olduğunu düşündüğümüz anda Eric, Bay Luce’yle beraberken, Benny’yi görür ve onu da vurur.

50


1.5. Sonuç: Artık okuldaki birçok insan ölmüş ve bazıları da dışarıya kaçabilmişlerdir. Eric, Bay Luce’yi vurmuş, Alex ise insanları öldürmenin verdiği tebessümle ‘bakalım başka birileri kamış mı’ der. Boş koridorlarda yürümeye devam ederken uzaktan Nathan ve Carrie’yi görür. Onlar kaçarken Alex’te arkalarından yürür, kantine gelir, boş kantinde, bir sandalyeye oturur. O sırada içeriye Eric girer. Alex kendisiyle işbirlikçi olan, ona sonuna kadar sadık kalan ve aralarında duygusal da bir ilişki bulunan Eric’i de orada hiç acımadan öldürür. Daha sonra kantinin mutfak bölümünden gelen bir sese doğru gider. Mutfağın dondurucu bölümüne saklanmış olan Nathan ve Carrie’yi görür. Silahını onlara doğrultur, biz silah sesi duymadan gökyüzü görüntüsüyle film biter.

1.6. Ana Karakterler: Filmin ana karakterleri Alex ve John’dur. Olayların gelişmesiyle bir diğer ana karakter olarak düşündüğümüz Eric, aslında önemli bir yan karakter olmakla beraber Alex’in de işbirlikçisidir. Alex, Eric ile ilk 51


başlarda aralarında duygusal bir ilişki olan ilk görünüşte saf, ezik ve iyi aile çocuğu olan bir karakterdir. Ama daha sonraları tüm bu olayların (sosyal çevresi olmayan, okuldaki öğrenciler tarafından dışlanan ve ezilen), içindeki öfkeyi ve şiddet isteğini dışarı çıkarması için bir neden olduğunu görürüz. Onu şiddete iten nedenler… Beethoven’ın ‘Ay ışığı Sonatı’nı çalarken önceleri sakin bir biçimde ve sonra ise şiddetle piyanonun tuşlarına basarak bitirir parçayı. Gus Van Sant, filmdeki diğer karakterleri sadece okul içerisinde takip ederek tanıtırken bize, Alex ve Eric’in evinin kapılarını açarak, ev ortamında tanıtır. Alex piyano çalar, internetten ateşli silahlarla ilgili sayfalara bakar ve okuldaki katliam için planlar kurar. Katliamı gerçekleştirene kadar ve gerçekleştirdikten sonraya kadar, hiçbir şekilde pişmanlık duyduğu görülmez ve tüm bunları yaparken hiç tereddüt etmeden yapar. Bu noktada Alex’in ya çok cesur olduğunu, ya da okulda onu dışlayan, sosyal ortamlarına almayan öğrencilerin ve onu pek dikkate almayan hocalarının ona karşı davranışlarının, Alex’te yarattığı öfkenin geçmiyor olması ve intikam isteğinin bir türlü bitmiyor olduğunu düşünebiliriz.

52


Filmin bir diğer ana karakteri, Alex’le aynı lisede olan John, Alex’e göre daha filmin ilk sahnesinde karşımıza çıkıyor. Babası John’u okula bırakırken, yolda John babasının kötü araba kullanması sonucu direksiyonu babasının elinden alır. Bu sahneden itibaren John’un ergen bir genç olmasına rağmen babasından daha fazla sorumluluk sahibi olduğunu görürüz. Hemen ardından okula vardıklarında babasına emir verir tavırla arabada kalmasını ister. Babasına çocuk gibi davranıyor ve sanki rolleri değiştirmişler gibi düşündürüyor. Burada hala ailede daha genç bir çocuk olmasına rağmen John’un sözünün geçtiğini görürüz. John okula girdiğinde ise arkadaşı (sanırım) Paul’a telefon açıp babasıyla başının dertte olduğunun, onunla ilgilenmek zorunda kaldığını ve onu almaya gelmesini söylüyor. Buradan da John’un olgun bir kişiliği ve sorumluluk sahibi olduğunu çıkarabiliriz. Daha sonra okulun bir salonuna giderek ağlar bu da John’un duygusal kişiliğini ortaya çıkarır. Aynı zamanda Alex ve Eric’in daha sonra 53


okula silahlarla girdikleri sahnede ise John neler olacağını sezer ve insanları okula girmemeleri konusunda uyararak duyarlı kişiliğini sergiler. Sorumluluk sahibi, duyarlı, duygusal ve kızlar tarafından beğenilen John, filmde tamamen olumlu bir kişiliktir. 1.7. Yan Karakterler: Filmdeki hemen hemen bütün yan karakterler sıradanmış gibi görünseler de hemen hepsi aynı önemde yan karakterlerdir. Ayrıca bütün bu yan karakterlerin hepsinde günümüz gençlerinin yaşadığı sorunları, günlük insan ilişkilerini, deneyimlerin hepsini ayrı ayrı karakterlerde bulmaktayız. Eric, Alex’in yakın arkadaşı olan, Alex kadar olmasa da Alex ile hemen hemen aynı problemleri yaşayan bir lise öğrencisidir. İçindeki öfkeyi ve intikam sarılı şiddet isteğini, çölde gezinen insanlara ateş ettiği video oyununda bastırır bir nebze. Eric’in, Alex’le işbirliği yaparak okulda terör yaratmasının nedeni Alex’inkiyle tamamen aynı değildir. Daha çok silah kullanma isteği, insanları korkutmak, ego tatmini, öfke, eğlence gibi isteklere dayandırabiliriz. Bir diğer yan karakter olan Elias, fotoğrafla ilgilenen, okulla ilgili sorumluluklarının farkında olan, bunun için proje hazırlayan yine olumlu kişiliğe sahip yan karakterlerden biridir. John ile olan samimi konuşmalarından John’un yakın arkadaşı olduğunu anlayabiliriz. Elias da diğer yan karakterler gibi gündelik hayatın sıradan işleriyle meşguldür. Aynı zamanda bence yakışıklılığı ve James Dean’e benzemesiyle dikkat çekmektedir.

54


Michelle ise içine kapanık, bir takım hormonal durumlardan dolayı okuldaki diğer kızlardan farklı görünen ve bu yüzden beden derslerinde şort giymekten kaçınan bir kızdır. Diğer kızlara benzemediği, onlar gibi bakımlı olmadığı için onlar tarafından dışlanır. Yani yine bir takım nedenlerden dolayı toplum dışına itilmiş ama olumlu bir kişiliktir Michelle. Ve bir de okulun kütüphanesinde çalışarak gelirine katkıda bulunmaya çalışır. Nathan ile Carrie ise sevgilidirler. Okuldaki birçok kız Nathan’ı beğenmektedir. Nathan, sporla ilgilenen, hemen hemen olumlu bir karakterdir. Ama okulda Alex’i davranışlarıyla tahrik eden ve onun suça yönelmesine neden olan karakterlerden biri de Nathan’dır. Çünkü ders esnasında Aleex’e bir şeyler fırlatarak onu dışlayanlardan biridir. Carrie ise diğer kızlarla hemen hemen aynıdır ama Nathan’la çıkıyor olması diğer kızlara karşı bir üstünlük sağlamış olduğu düşüncesini veriyor. 55


Bir diğer karakter olan Acadia, filmde üstünde çok durulmayan bir karakter. John’un okuldaki bir salonda ağladığını görüp, yanına gidip ne olduğunu sorar ve onu yanağından öper. Bu sahnede Acadia’nın John’a karşı bir şeyler hissettiğini ve onunla ilgilendiğini görürüz. Filmdeki bütün yan karakterlerin bir işlevi vardır ve yönetmen, bu yan karakterler aracılığıyla izleyiciye gündelik hayatımız içerisinde sıradan olduğunu düşündüğümüz ya da sadece kendimizin böyle şeyler yaşıyor olduğumuz düşüncesinden uzaklaştırarak, aslında bizim problemlerimizi bir nevi dile getirmiştir. 1.8. Tema: Filmin ana teması, toplumsal ve sosyal çevrenin gençlere yönelik olumsuz taraflarının, gençler üzerinde ortaya çıkardığı şiddet uygulama isteği. Filmin yan teması ise, gündelik hayatın o kakar da basit tutulmaması ve lise çağındaki gençlerin her birinin ayrı ayrı sorunlara sahip olduğunun göz ardı edilmemesi gerektiği.

2. Sinematografi 2.1. Kamera Hareketleri: Gus Van Sant sinemasının kamera kullanımı açısından vazgeçilmez tavrı Fil’de de devam ediyor. Steadycamle uzun planlı çekimler, takipler, mekânlar arası geçişlere sıkça rastlanır. Tüm bu kesintisiz takipler, sanki onlar hayatlarını yaşarken oradan geçen ve konuşmalarına tanık olan birisi gibi kamerasıyla onları takip ederek karakterleri bize tanıtması ve olaylara yaklaşmamızı sağlamak...

56


Van Sant, kamerayı nereye koyması gerektiğini çok iyi bilen bir yönetmenin özgüveniyle (doğru yere doğru kelimeyi bulmakta çok iyi olduğunu bilen bir yazar gibi) izleyiciyi en baştan itibaren filmin içine çekmeyi başarıyor. Burada sadece iyi planlanmış kamera açılarını da anlamamak gerek: Karakterlerin hayatlarına derinlemesine girmeden (Eric ve Alex’inki dışında ki bunun nasıl bir problem yarattığına aşağıda değineceğim), sanki onlar hayatlarını yaşarken oradan geçen ve konuşmalarına tanık olan birisi gibi kamerasıyla onları takip eden yönetmen, ışığın ve mizansenin ustalıkla aktığı uzun plan sekanslarla ve izlediğimiz oyuncu dışındaki her şeyi odağın dışında bırakıp bulanıklaştıran tercihleriyle bu etkiyi daha da kuvvetlendiriyor.

Gus Van Sant, steadycamle takip sahnelerini hemen hemen her karakterde kullanmış ve bunu onları ve çevreleriyle ilişkilerini tanımamız ve anlamamızı sağlamak için yapmıştır. Neredeyse bütün sekanslar steadycam sayesinde bölünmemiş birer çekim niteliğindedir. Kamera sahneleri kesintisiz aldığı için bu sahneler içerisinde kameranın her türlü hareketini görebiliriz. Takip edilen karaktere bağlı olarak çevrinme, kameranın kendi etrafında dönmesi, karakteri arkadan takip ederken karakterin önüne geçene kadar yavaşlatılmış görüntüye başvurması ve önüne geçtiğinde de tekrar normal görüntüye dönmesi… Uzun bir çekim olan, Nathan’ı takip sahnesinde, Nathan ilk önce dışarıda hantbol oynar. Sonra oyunu bırakıp içeriye doğru yürür, içeri girer, kamera arkadan takip eder. Daha sonra okulun bir diğer kapısından çıkar ve okulun başka bir bölümüne geçer, yine içeri girer. Kamera bu çekimde hep takip halindedir ve hiç kesme olmaz. İçeri girdiğinde okulun şımarık ve havalı 3 kızıyla karşılaşır. Bu sahnede kamera Nathan’ın özneline geçer, yavaş çekimle, kızların yanından geçerken, çevrinmeyle dönüp onlara bakar ve bir yandan 57


Nathan’ın öznelinden çıkarken bir yandan da Nathan’ın önüne geçer ve Nathan’ı önden takip etmeye devam eder. Bu çekim Nathan’ı ve çevresiyle ilişkisini, çevresi tarafından nasıl göründüğü açısından izleyiciyi aydınlatır. Acidia’nın toplantı salonuna girişiyle, bir çember kuran hocanın öğrencilerin ortasına kurulmuş kameranın yavaş çevrinmesiyle kendi etrafında 180 derece döndüğünü ve ortamdaki insanları omuz çekimde tanıttığını görürüz. Burada yine kesme yapmadan olduğu yerde kameranın insanları tek bir çekimde bir bütün olarak tanıttığını görmekteyiz. Neredeyse bütün karakterlerin önden, arkadan, yandan, kesintisiz, kamera açılarının değişerek takiplerin devam etmesiyle karakterleri izleyiciye tanıtma yöntemi kullanılmıştır. Ayrıca birçok sahnenin de farklı kamera açılarıyla çekilip, parçalı kurgu yöntemiyle daha sonraki sekanslarda izleyiciye sunulması etkileyici ve izleyiciyi şaşırtan bir yöntem olmuştur. 2.2. Çekim Ölçekleri: Fil’de Gus Van Sant, liseli gençleri, yaşadıkları sorunlar ve çevresiyle ilişkileri üzerinde oldukça fazla durmuştur. Genellikle orta, orta yakın çekim ölçeklerine başvurmuştur Gus Van Sant. Filmde en çok kullanılan, takip sahnelerinde göğüs ve bel çekimlerdir. Bunun nedeni ise karakterleri tanımak, yakın çevreleri ve okuldaki diğer öğrencilerle aralarında olan ilişkilerini ön plana çıkarmak olarak düşünülebilir. İç dünya ile dış dünya arasındaki ilişkiyi vermek. Aynı zamanda bel ve göğüs çekimlerle karakterlerin davranışları, karakter yapıları da ortaya çıkmaktadır. Orta ve orta yakın çekimlerden sonra en çok kullanılanların, yakın çekimler olduğunu görüyoruz. Orta çekimlerle karakterlerin yapılarını ve davranışlarını gördükten sonra, omuz ve baş çekimlerle karakterleri daha yakından ve daha güçlü ifadeleriyle tanırız. 58


Gus Van Sant, cinayetler sırasında okuldaki gençleri baş çekimlerle daha çok gösterebilseydi eğer, onların tepkilerini ve mimiklerini, yaşadıkları şoku daha iyi anlayabilirdik. Ama bunu, yönetmenin bu filmdeki tavrına bağlayabiliriz. O da şu olsa gerek: dışardan bir gözlemci gibi sadece onları izlemesi ve taraf tutmama tavrı. Daha sonra ağırlık verdiği bir diğer çekim ölçeği ise boy çekimdir. Bunun nedeni ise; çevrenin algılanabilirliğini ve izleyicinin oyuncuya fiziksel yakınlılığını sağlamak.

Gus Van Sant, uzun planlı çekimlerle karakterleri izlerken görüntüye hiç müdahale etmemiş, yalnızca kamerasıyla karakterleri takip etmiş ve yapması gereken çekim ölçeklerini bu uzun planlı çekimler içerisinde yapmayı başarmıştır.

3. Mizansen: 3.1. Çerçeveleme: Gus Van Sant, Fil’de uzun planlı çekimler kullanmış olması ve kamerayla sürekli bir takip söz konusu olmasına rağmen çerçevelerini 59


hiç bozmadan başarıyla çekimlerini tamamlamıştır. Hem karakterleri hem de çevreyi tanıtırken her şeyi muntazam ve devamlılığı sağlayacak şekilde yerleştirmiştir çerçeveye. Karakterleri mizansene büyük bir ustalıkla oturturmuş. Örneğin John’u takip ederek onu ve olayları tanırken, Elias’la karşılaşırız ve selamlaşırlar, konuşurlar… O sırada zil sesiyle birlikte yanlarından Michelle geçer. Biz bunu ilk önce kamera John’un gözünden görürüz. Biz su sahneyi daha sonra Elias’ın ve Michelle’in gözünden de çerçevedeki hiç bir şey değişmeden, oyuncuların konumlarının ve hareketlerinin aynı kaldığı şekilde görürüz. Ayrıca bu parçalı kurgu aynı şekilde başka sahnelerde de tekrar edilmiş ve yine yönetmenin usta mizansen düzenlemesiyle oturtulmuştur. Mizansenin ustalıkla aktığı uzun plan sekanslarla ve izlediğimiz oyuncu dışındaki her şeyi odağın dışında bırakıp bulanıklaştıran tercihleriyle bu etkiyi daha da kuvvetlendiriyor. Filmin başında, ortasında ve sonunda mavi-yeşil arası gökyüzünü kirleten grikara bulutlarla anlatılmak istenen kaos, bu gibi metaforların çerçeveye konulmasıyla daha etkileyici hal almıştır. Alex ve Eric’in tüm hazırlıklarını yaptıktan sonra okula gitmek için malzemelerini arabaya koyup gittikleri sahnede, kamera arka koltuktadır, Alex ve Eric ise ön koltuktadırlar. Arabanın dikiz aynasına bağlı, şeytan suratlı, kötü bir yüz ifadesiyle gülen bir süs vardır. O anda çerçevede bulunan bu simge kötülüğün ve aynı zamanda şiddetin yaklaşmakta olduğunu göstermektedir. Çerçevelerin Gus Van Sant’ın ustalığıyla temiz, düzgün ve kesintisiz olması filmin etkileyiciliğini arttırmakla beraber, estetik yönden de etkiyi arttırmıştır. 60


Bütün olaylar, sakin, düzgün ve estetik çerçeveler içerisinde gelişme göstermektedir. 3.2. Aydınlatma: Fil, hem iç mekân hem de dış mekânlarda geçen bir film olduğu için farklı aydınlatmalara başvurulmuştur. Ama Gus Van Sant, bu filmde çok fazla aydınlatma yapmaktan kaçınmıştır ve iç mekânlarda da olsun genellikle doğal aydınlatmadan yararlanmıştır. Filmin tamamı da gündüz geçmektedir. Okulun Uzun koridorlarında yürüyen karakterlerin takibinde ise neredeyse tamamen doğal aydınlatmalardan yararlanılmıştır. Bunu takip esnasında John’un ya da diğer karakterlerin bahçe kapısına yaklaştıklarında, pencerelerin önünden geçerlerken yüzlerinin aydınlanmasından fark edebiliriz. Aynı şekilde kapılardan ve camlardan uzaklaştıkça, koridorların karanlıklaştığını, karakterin ise sadece yüzlerinde çok az bir aydınlığın olduğunu görmekteyiz. Bunun dışında toplantı salonunda ve fotoğraf odasında düz bir aydınlatma yapılmıştır. Filmin büyük bir bölümü aydınlıkta geçmektedir. Bütün bunların dışında dikkat çekici bir nokta da okul koridorlarında karakterleri takip ederken, karakterler dışarı çıkıp, okula ait başka bir binaya girerler. Dışarı çıkarken ya da içeri girerken diyafram değerinin değişmesine rağmen görüntü yönetmeni, bunu izleyiciye hiç sezdirmeden ustaca başarmıştır. Görüntülerin bazı yerlerinde dışarıdan gelen ışığın yarattığı patlamalar olsa da, sahnelerin akıcılığı ve estetik çerçeveler bunu görmemize engel olur. 3.3. Dekor ve Kostüm: Gus Van Sant’ın, ünlü Colombine Lisesi katliamından esinlendiği filmin neredeyse tamamı,

bir lisede geçmektedir. 61


Yalnızca filmin ilk sahnesi olan, John ve babasının arabayla okula gittikleri ve Alex ve Eric’i evlerinde gördüğümüz sahneler okul dışında geçmektedir. Fil, zaten Gus Van Sant’ın çok küçük bir bütçeyle çekmiş olduğu bir filmdir. Okuldaki mekânlar da kendi içinde ayrılır. Uzun koridorlar, sınıflar, fotoğraf stüdyosu, toplantı salonu, ofisler, spor salonu ve okul bahçesi gibi. Bunlar zaten her okulda olan mekânlar olduğu için, bunları düzenlemek için yönetmenin ekstra yapacağı bir şey yoktur. Karakterlerin yapı olarak bulundukları mekânlara uyum sağladıkları da görülmektedir. Alex, sosyal fobinin onda yarattığı olumsuz sonuçlar dışında, özünde düzgün, iyi aile eğitimi almış bir çocuk olarak düşünülebilir ve kişiliğinin bu düzgün tarafının yaşadığı mekânda, yani evinde yansımasını görürüz. Evinin toplu, düzenli olması; hatta çalabildiği bir piyanosunun olması onun sakin ve iyimser tarafını sergilemektedir. Kostüm konusunda da Gus Van Sant çok zorlamamıştır kendisini. Çünkü ele aldığı karakterler, 2003’ün sıradan gençleri olduğu için, onları sadece sıradan ve doğal gençler gibi yansıtabilmiş kostüm seçimiyle. 4. Kurgu: Gus Van Sant sinemasında en çok ön plana çıkan, kurgudaki üslubudur. Parçalı kurgu yöntemiyle olayları ve karakterlerin kesişen hayatlarını etkileyici bir biçimde vermiştir Fil’de. Bütün hayatların nasıl da birbiriyle kesiştiğini, her şeyin rastlantılar ve seçimler yoluyla nasıl öyle ya da böyle olduğunu ve sonunda da gündelik hayatın basitliğini, güzelliğini ve yoğunluğunu bize hissettiren parçalı kurgu. Yönetmen bütün sahneler için bu kurgu yöntemini uygulamış ve her sahne değiştiğinde aynı olayları farklı bir karakterin gözünden görüyoruz. 62


Burada yine yukarıda verdiğim örneğin aynısını verebilirim. John’u takip ederek onu ve olayları tanırken, Elias’la karşılaşırız ve selamlaşırlar, konuşurlar… o sırada zil sesiyle birlikte yanlarından Michelle geçer. Biz bunu ilk önce kamera John’un gözünden görürüz. Biz su sahneyi daha sonra Elias’ın ve Michelle’in gözünden de çerçevedeki hiç bir şey değişmeden, oyuncuların konumlarının ve hareketlerinin aynı kaldığı şekilde görürüz. Ayrıca bu kurgu aynı şekilde başka sahnelerde de tekrar edilmiş ve yine yönetmeninin izlediği ve ustaca kullandığı parçalı kurgu yöntemidir.

Yönetmen gerçek anlamda kurguya çok fazla yer vermemiş, sahneler değişmedikçe çekimlerin sürekliliğini kesmemiştir. Çok fazla kesme ve özel geçişler kullanmayarak kurgunun yerini kameranın devamlılığına bırakıyor. 5. Ses: Dış mekânların zor koşullarına rağmen, kontrollü ses kullanımı yapılmıştır. İç mekânlarda ise, özellikle koridorlarda yankılanan sesler, koridorların uzun ve boş olmasıyla ses derinliği vererek bunu izleyiciye 63


hissettirmektedir. Silah seslerinin, gençlerin çığlıklarının bu koridorlarda yankılanmasıyla, koridorların verdiği o derinlik etkisini daha gerçekçi bir hale getirmiştir. Filmde Beethoven’ın Ay Işığı Sonatı sıkça kullanılmış, bir yandan izleyiciye durgunluğu, durağanlığı anlatırken, bir yandan da görüntülerle beraber dışa vurulmayan öfke ve şiddeti anlatıyor. Gri gökyüzünün göründüğü sahnelerde arkadan gelen gök gürüldemeleriyle, kaosun şiddeti ve gerilimi daha da arttırılmıştır. Ve filmin sonunda, Beethoven’ın Ay Işığı Sonatı ve gök gürüldemeleriyle, Fil’in artık içindeki bütün öfkeyi şiddeti dışa vurduğunu anladığımız sahnede krediler akmaya başlar…

64


Türk Kültürü ve Sinemasında Güldürü Onur Keşaplı Güldürünün Temelinde Doğa mı yatmaktadır Kültür mü? Gülme eyleminin tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte insanlığın başlangıcından beri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak daha sonraki çağlarda düşün insanları gülme eylemi üzerine kafa yormaya başlamışlardır. Bununla beraber gülme bir eylem olmaktan öteye geçip adeta bir olgu haline gelmiştir. Gülme konusu çeşitli sanat dallarında etkin olmaya başlamıştır. Örneğin sinemada gülmeyi merkeze alan güldürü filmleri ayrı bir türe dönüşmüştür. Hatta güldürü filmleri farklı türlerdeki yapıtlara dahi sızmayı bir şekilde başarmıştır. Tüm bunların sonucunda ise neden güldüğümüz sorusunun yanıtı net olarak verilememiştir. Ancak üç ana bölümde gülmenin nedenleri aranmıştır. Bunlar üstünlük, rahatlama ve zıtlıktır. Peki, ama bizler güldüğümüzde, gülmemize sebep olduğunu düşünülen bu üç durumda doğal bir sürecin içinde mi yer alırız yoksa kültürel bir sürecin mi? En başta da dediğimiz gibi gülme eylemi başlangıç olarak insanoğlunun başlangıcına kadar uzanabilir. Böyle bir durumda daha toplumlar ve beraberinde kültürler de oluşmadığından gülme eylemini doğal bir durum olarak gösterebiliriz. Ancak doğal olarak başlayan bu süreç sonraki çağlarla birlikte kültürlerinde etkisinde kalmıştır. Günümüzde ise bu iki durumun gülme eyleminde ayrı ayrı payları olduğunu düşünebiliriz. Neden güldüğümüzü incelerken değindiğimiz üstünlük ve rahatlama kavramları doğal olarak işleyen kavramlardır. Örneğin üstünlük hissi uyarılarak güldüğümüzde bu bir kültürün yarattığı sınırlar içinde değildir. Rahatlama hissiyle gülmek de kültürlere ayrılamayacak bir boyutta doğaldır. En başından beri olan bir durum olmasa da 65


insanlık ilerledikçe rahatlama hissinin gülerek oluştuğu öğrenilmiştir. Öte yandan zıtlık olgusu daha çok kültürel duruma yakındır. Evrensel değerlerde zıtlıkların güldürüsü vardır ancak bu da ortak kültürdür. Ayrıca her toplumun kendi değerleri bağlamında oluşan zıtlıklara gülebilmesi de bu durumun kültürel olduğunu destekler niteliktedir. Bir toplumun güldüğü bir zıtlık komedisine başka bir kültüre ait olanlar gülmeyebilir. Sonuç olarak güldüğümüzde doğal süreçlerle başlayan gülme güdüsü zamanla kültürün de etkisi altına girmiştir. Günümüzde güldüğümüz zaman bu iki tarafında etkisini görebiliriz. Rahatlama ve üstünlük daha çok doğal sürece yakın dursa da zamanla kültürün etkilerine de açık kalmışlardır. Zıtlık ise burada biraz farklı durarak evrensel kültür ve yerel kültürler olarak doğallıktan sıyrılmıştır.1 Türk Kültüründe Güldürü Güldürü tarih boyunca hemen hemen tüm kültürlerde daha aşağı bir tür olarak görülmüştür. Komedi oyunları saray zümresinin seçkinci yaklaşımı altında çoğunlukla halkın beğenisi kazanmıştır. Doğası gereği insanları eğlendiren bu tür, özellikle ortaçağ Avrupa’sının skolâstik rüzgârı altında daha da küçük görülmüştür. Gülmek, kahkaha atmak her zaman bir zayıflık olarak, kontrolsüz davranış şeklinde karşılanmıştır. Günümüzde bu kadar kesin kalıplarla ve neredeyse püritenizme kayan tarzda olmamak kaydıyla komedi halen daha aşağıda görülmektedir. Özellikle entelektüel kesimin her daim hâkim kaldığı sanat dalları ve çevrelerinde güldürü ikinci planda kalarak “kolay sanat” tarzı bir yakıştırmaya maruz kalmıştır. Örnek olarak her ne kadar şaibeli de olsa Akademi Ödülleri, Oscar’ı gösterebiliriz. Komedi filmleri ve oyuncuları asla 1

Bu sayfa Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Öğretim Görevlisi Nazlı Bayram’ın Güldürü Filmleri dersi notlarından yararlanılarak yazılmıştır.

66


büyük ödüllerde kendilerine bırakın kazananlarda adaylarda dahi yer bulamazlar.

Bu ve benzeri bir yaklaşım Türk kültüründe ve Anadolu’da güldürünün yeri konusunda da benzerlik göstermektedir. Örneğin Osmanlı’da saray, halkın anlamakta güçlük çekeceği ağırlıkta bir dille divan edebiyatını yüceltirken sokakta, Anadolu kırsalında halk bambaşka şeylere ilgi duymaktaydı. Bir anlamda ezilen ve hor görülen halkın kendi içinden çıkardığı güldürü unsurlarıyla kendisine tepeden bakanlara karşı bir duruşa sahip olduğu söylenebilir. Keloğlan bir masal kahramanı olarak güldürünün bu topraklarda ki ilk ciddi boyutlardaki temsili denilebilir. Türk masal kahramanı olarak bilinmekle beraber, aslında doğu olarak tanımlanabilecek bir bölgenin masalıdır Keloğlan. Arap, İran, Kafkasya, Orta Asya ve hatta Rus masallarında dahi karşımıza çıkabilen kahraman, her ülkede kendine özgü bir anlatım içerisinde yerini alır. “Keloğlan yaşlı annesiyle yaşayan öksüz ve yoksul bir delikanlıdır. Üstün nitelikli kişilerden değildir. Yoksulluğunu ve kimsesizliğini kurnazlığı, 67


yardımseverliği ya da cesaretiyle unutturur. Başlangıçta miskince oturan, annesinin zoruyla istemeyerek iş tutan, aptallığı ve unutkanlığı yüzünden yaptığı işi eline yüzüne bulaştıran biridir. Beklenmedik bir anda, güç durumda kalmış bir insan ya da hayvana yardım ettiği için onlardaki olağanüstü güçlerin desteği ile talihi döner. Keloğlan’ın yazgısı kıyıcı, acımasız, haksızlık yapmayı huy edinmiş kimseler karşısında kurnaz ve akıllıca davranışlarıyla değişebilir. Her iki durumda da Keloğlan varlıklı, güçlü bir insan olur ve annesiyle birlikte mutlu bir yaşama kavuşur. Bu yönüyle Keloğlan tipi ve Keloğlan masalları halkın yoksulluktan kurtulma, varlıklı ve güçlü olma, zulmedenlerden öç alma özlemlerini dile getirmektedir.”2 Keloğlan, masalları dışında halk hikâyelerinde ve sonrasında ortaya çıkan Hacivat Karagöz oyunlarında ve ortaoyunlarında yan karakter olarak kendini gösterir.

Türk kültüründe güldürünün bir diğer önemli unsuru belki de en çok bilineni Hacivat Karagöz oyunlarıdır. “Gerçekte yaşayıp yaşamadıkları bile kesin olmayan bu ikili, rivayetler üzerine yer etmiştir kültürümüzde. Bu rivayetlerden 2

Temel Britannica, Cilt 10, 1992. s. 153

68


en çok tercih edileni ise Orhan Gazi döneminde Bursa’daki Cami inşaatında çalışan ve atışmalarıyla herkesi güldüren Hacivat ve Karagöz’ün, işi yavaşlattıkları gerekçesiyle idam edilmeleridir. Bu rivayetin devamında ikilinin idamına çok üzülen Şeyh Küşteri’nin Hacivat ve Karagöz’ün kuklalarını yaparak perde arkasından onları oynattığını görürüz. İşte ünlü gölge oyunumuz ve kimilerine göre sinema tarihinde dahi yer etmesi gereken ışık-gölge mizanseni bu şekilde ortaya çıkmıştır.” Karşılıklı konuşmalara-atışmalara ve taklide dayanan bu oyunda Hacivat daha çok düzeni ve sarayı yakın duruşuyla da seçkim zümreyi temsil etmektedir. Az çok okumuşluğundan dolayı yabancı sözcüklerle konuşur. Kişisel çıkarlarını ön planda tutan Hacivat, bu uğurda Karagöz’ü kullanıp çalıştırarak O’nun üstünden geçinir. Bunun karşısında oyunun asıl kahramanı olan Karagöz’ü görürüz. Hacivat seçkin zümrenin temsilcisiyse Karagöz de o denli halk adamıdır. Patavatsızlığı zaman zaman başına dert olsa da Hacivat ya da başkalarıyla alay ederek işin içinden sıyrılmayı bilir. Çoğu zaman geçim derdinde olan Karagöz’ün saflığı izleyicinin kendine O’na daha yakın hissetmesine yol açar. Cinler ve benzeri Şaman inancının doğaüstü olaylarının oyundaki temsilcisi olarak da görülebilen Karagöz dışında oyunda Keloğlan, Zenne, Arap, Frenk, Çelebi, Yahudi, Beberuhi gibi yan karakterler de vardır. Ev, bahçe, meyhane gibi mekânlarda geçen oyun “mukaddime(giriş), muhavere (karşılıklı konuşma), fasıl ve bitiş olarak dört bölümden oluşur. Oyunun başlayışı nareke denen basit bir üflemeli çalgının eşliğinde bu göstermeliğin kaldırışıyla belli edilir. Ardından perdeye şarkı söyleyerek Hacivat gelir. Bitiminde sözlü olarak gazel okur ve dua eder. Sonra Karagöz’ü perdeye getirmek için türlü sözler söyler. Bu patırtıya kızan Karagöz, sağ üst köşeden başını uzatarak birkaç kez Hacivat’ı uyarır. Sonuç alamayınca aniden üstüne atlayarak kavgaya girişir. Hacivat’ın kaçmasıyla kavga biter. Bir süre sonra geri gelmesiyle muhavere bölümü başlar. Bu bölüm Karagöz’ün 69


Hacivat’ın sözlerini yanlış anlamasına dayanan güldürücü konuşmaların yer aldığı bölümdür ve seyirciyi gösteriye ısındırmayı amaçlar. İkili perdeden çekildiğinde fasıl başlar. Bu bölümde oyunda yer alan tipler teker teker Karagöz’ün karşısına gelir ve ağız farklılığı, kültür farklılığı gibi nedenlerle ortaya güldürücü konuşmalar çıkar. Bazen Hacivat da gelip olaylara karışır. İyice düğümlenen olaylar genellikle ‘sarhoş’un ortaya çıkıp herkesi korkutması ve düğümü kendince çözmesiyle son bulur. Bitiş bölümü en kısa bölümdür. Perdede sadece ikili vardır ve atışırlar. Sonrasın karagöz Hacivat’a saldırır. Hacivat ‘yıktın perdeyi eyledin viran, varayım sahibine haber vereyim hemen’ sözleriyle perdeyi terk eder. Oyun Karagöz’ün ‘her ne kadar sürç-i lisan ettikse affola’ diyerek izleyicilerden özür dilemesi ve gelecek oyunu bildirmesiyle son bulur.”3

3

Temel Britannica, Cilt 10, 1992. s. 33-34

70


Karagöz oyunuyla ciddi benzerlikler taşıyan ve kimi rivayetlere göre geçmişi Selçuklulara dek uzanan ancak son şeklini 19. yüzyılda alan ortaoyunu güldürü kültümüzün en önemli öğelerinden biridir. Klasik anlamda tiyatronun aksine, bize özgü diyebileceğimiz bir tarzda, sahnenin her tarafı seyirciyle dolu ve dekor babında neredeyse hiçbir şey yoktur ortaoyununda. Seyircinin oyuna karışabildiği, karşılıklı konuşmalarla etkileşimli bir şekilde ilerleyen oyun, sözel kültürün daha baskın olduğu bir kültür olarak bizde ortaoyunu önemli bir sosyal etkinlik olagelmiştir. “Klasik bir ortaoyunu Karagöz oyunundakine benzer biçimde giriş (mukaddime), karşılıklı konuşma (muhavere), fasıl ve bitiş bölümlerinden oluşurdu. Alana önce çalgı eşliğinde oyunun iki ana tipinden biri 71


olan Pişekâr girer, baş çalgıcı sayılan zurnacıyla kısa bir konuşmanın ardından, oyunun adını söyleyerek gösteriyi başlatırdı. İkinci ana tip olan Kavuklu'nun gene çalgı eşliğinde alana girmesiyle başlayan karşılıklı konuşma bölümü kendi içinde ikiye ayrılırdı. Kavuklu ile Pişekâr'ın birbiriyle tanış çıkmalarıyla sonuçlanan ilk bölüm arzbâr adıyla anılırdı. Bunun ardından Kavuklu'nun, sonunda rüya olduğu ortaya çıkan bir öykü anlattığı tekerleme bölümü gelirdi. Sarıbaş oyunundaki gibi asıl oyunla ilgisi olmayan karşılıklı konuşma bölümü izleyicileri gösteriye ısındırmayı amaçlardı. Asıl oyunun yer aldığı fasıl bölümünde Kavuklu sürekli olarak alanda kalır, oyunun konusuna göre sahneye çıkan çeşitli tiplerle güldürücü konuşmalar yapardı. Bu bölümde zaman zaman Pişekâr da alana gelerek ya yeni tipleri Kavuklu'yla tanıştırır ya da oyunun akışını yönlendirirdi. Oyundaki düğüm genellikle, Karagöz oyununda olduğu gibi sarhoş tipinin ortaya çıkmasıyla çözülürdü. Çok kısa olan bitiş bölümünde Pişekâr ile Kavuklu karşılıklı birkaç söz söyledikten sonra, Pişekâr’ın oyunun son bulduğunu açıklaması, işlemiş oldukları kusurlardan ötürü özür dilemesi, gelecek oyunun adını, yerini ve zamanını açıklamasıyla oyun son bulur, Kavuklu ve Pişekâr müzik eşliğinde alandan çıkarlardı. Ortaoyununda yer alan bütün tipler Karagöz oyununun tipleri gibidir. Ama Karagöz perdesinde gösterilme olanağı olan doğaüstü yaratıklarla, hayvanlar, sandal, araba gibi binek araçları ortaoyununda yer almaz. İki ana kahramanı vardır. Pişekâr kültürlüdür; Arapça, Farsça kelimelerle konuşur. Kavuklu ise onu yanlış anlayarak komik durumu ortaya çıkarır. Kadın rolünü de erkekler oynar ki buna Zenne denir. Ortaoyunu; Karadenizli, Rumelili, Kayserili, Ermeni, Rum, Yahudi, Sarhoş, Bekçi vb. kendi şiveleri ve kılıklarıyla zengin tip çeşitliliğine sahiptir. Ortaoyunun ana tipleri olan Pişekâr ile Kavuklu Hacivat ve Karagöz'ün karakter olarak aynısıdır. Ama Pişekâr ile Kavuklu canlı kişiler olduklarından sözlerini vücut hareketleriyle, yüz mimikleriyle güçlendirmek olanağına 72


sahiptirler. Karagöz metne daha çok bağlı kalmak zorundayken ortaoyunu oyuncuları oyunun akışına göre metinde çeşitli değişiklikler yapabilirler ve yeni espriler üretebilirlerdi.”4 Geçtiğimiz yüzyılda ise değişen sanat anlayışı ve klasik Batı tiyatrosunun Anadolu’da yer edinmesiyle birlikte ortaoyunu kaybolmaya başlamıştır. Bu geleneğin son temsilcilerinden İsmail Dümbüllü’nün ölümüyle artık adı dahi anılmayan bir kültürel gerçeklik halini alan ortaoyunu, günümüzde İsmail

Dümbüllü’nün

geleneğinden

gelen

Rüştü

Asyalı’nın

Devlet

Tiyatroları’nın başına geçmesiyle birlikte tekrar canlandırılmaya çalışılmaktadır. Anadolu kültürünün bu üç büyük güldürü temsili dışında, halkın keskin mizah anlayışına değinmek açısından Bektaşi Fıkralarından da söz etmek gerekir. 1300lerin sonunda Hacı Bektaşi Veli’nin inanç grubunun mensuplarıyla başlayıp zamanla halk ekseni üzerinde daha geniş alana yayılan bu fıkralar dinin sadece dış görünüşünü önemseyenleri mizahı bir dille eleştirmektedir. İnce bir dille hiciv içeren bu fıkralar çoğu zaman bağnazlığa, yobazlığa ve tutuculuğa karşı duruş içermektedir. Ve bu duruşu ince alaylarla yapmaktadırlar. Ayrıca bu fıkralar Bektaşi kimliği üzerinden Anadolu halkının hazır cevaplığını yansıtmaktadırlar. Bu fıkralara örnek olarak şunları gösterebiliriz: — Bektaşi’nin biri bir gün nasıl olduysa oruç tutmuş. Bir adam da “Bir gün oruç tutmadım, bunu nasıl ödeyeceğim” diye hayıflanıp duruyormuş. Bektaşi de adama “Üzülme o tutmadığın bir günü biz tuttuk” diyerek karşılık vermiş. — Hocanın biri “Abdest dinin temelidir” deyince Bektaşi “Bu nasıl temeldir ki, bir osurukta yıkılır” karşılığını vermiştir. — Bektaşi’yi yine ramazanda öğle vakti yemek yerken yakalayıp sıkıştırmışlar: “Neden oruç yiyorsun?”. Bektaşi karşılığında “Ulan, aç gezerken kimse bir şey sormuyor; bugün yiyecek bir şey buldum, hepiniz üstüme geliyorsunuz!” demiş. 4

Temel Britannica, Cilt 13, 1992. s. 226

73


Türk Sinemasında Güldürü Her ne kadar Keloğlan masalları, Hacivat Karagöz Gölge oyunları ve ortaoyunu gelenekleri artık kaybolmaya yüz tutmuş olsalar da, sinemamızdaki güldürü temsillerinin neredeyse hepsini etkilemişlerdir. Yukarıda da değindiğimiz Rüştü Asyalı’nın Keloğlan canlandırması uzun yıllar boyunca sinemada etkili olmuştur. Günümüzdeyse ne yazık ki sadece Ramazan Bayramlarında hatırlanan yapıtlar şekline bürünmüşlerdir. Diğer tüm türlerde uluslar arası sinema dünyasının gerisinden gelen ülkemiz komedi türü söz konusu olduğunda kendi kültürüne has özellikleri barındıran karakterlerle ilerlemiştir. Güldürü filmlerinin iktidarlarca da desteklendiğini ve ne yazık ki halkı uyutma aracı olarak kullanıldığını da unutmamak lazım. Zaten güldürü sinemamızın en büyük karakterlerinin hemen hepsi üç darbenin yaşandığı ve neredeyse iç savaşın gerçekleştiği 1960–1980 yılları arasında olmuştur.

Bu sürecin ilk büyük komedi siması Feridun Karakaya’nın canlandırdığı “Cilalı İbo” karakteridir. Karakterin adını taşıyan ilk filmde Cilalı İbo casuslar 74


arasındadır ve Almanya’ya giden kahramanımız yine Feridun Karakaya’nın canlandırdığı Hitler tarafından yakalanır. Cilalı İbo film boyunca Hitler’le olan benzerliğini kullanarak kaçmaya çalışır. Oyuncunun müthiş taklit yeteneğinin görüldüğü bu film 1971’e kadar sürecek serinin ilk filmidir. Fakat karakterin ortaya çıkışı “Berduş” isimli filmde oldu. Tesadüflerle dolu olay şu şekilde gelişir: “1957'de devrin Sanat Güneşi Zeki Müren'in sinemada da parladığı yıl oldu. Osman Seden bir gün Feridun Karakaya'yı çağırarak Zeki Müren'le tanıştırdı. Berduş isimli bir film çekilecekti ama bir eksik vardı. Komik adam rolleri için seçilen Münir Özkul hastalanmıştı. Osman Seden de başrol oyuncusu Zeki Müren'e Münir Özkul yerine Karakaya'nın oynamasını önermişti. Müren, yeni oyuncunun şöyle bir yüzüne bakıp, başını yana çevirerek ‘‘Ama bu meşhur değil ki’’ diye itiraz etti. Osman Seden sesini çıkarmadı. Zeki Müren, Karakaya'ya dönerek yüzünü bir müddet izledikten sonra ‘‘Peki, ne diyelim olsun bari’’ deyince iş tamam oldu. Berduş'ta Zeki Müren'in yanında bulunan boyacı İbrahim rolünde Feridun Karakaya olağanüstü bir başarı gösterdi. Siperliği yukarı kalkık şapkanın altına tebeşirle Cilalı İbo yazmışlardı. Bazı sahnelerde kendiliğinden oluşturduğu mizansenle Zeki Müren'i bile gölgede bıraktı.” Aynı olayı Feridun Karakaya söyle anlatmakta: “Kim oynasın diye düşünülmüş. Osman Seden de, bizim Feridun'u oynatalım demiş. Yarı şaka söylüyor benim adımı. Zeki Müren de bakmış, "İyi ama şekerim, meşhur değil ki" demiş, neyse ki hemen arkasından da "Ama olabilir, niye olmasın," diye eklemiş. İşte bu "olabilir" lafı benim hayatımın anahtarı oldu. Zeki Müren bu yüzden benim velinimetimdir. Allah tarafından bana gönderilmiş bir nimettir. Her şeyimi onun iki dudağından çıkan bu "olabilir" lafına borçluyum.”

5

Komik, saf, temiz yürekli, yardımsever bir Türk doğal olarak halkın tuttuğu bir karakter olmuştur. Doğaçlamaya sıklıkla başvuran bu karakter şapkasıyla, 5

http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2002/12/14/221103.asp

75


yamalı pantolonuyla adeta Türk Chaplin’i gibidir. Özellikle taklit yeteneğiyle öne çıkan karaktere günümüzde Mehmet Ali Erbil gibi sözde komedyenlerin özendiğini de görmekteyiz. Yine 60lı yıllarda ortaya çıkan ve Öztürk Serengil’in tiplemesi olan “Adanalı Tayfur” dönemin halk arasında en çok tutulan güldürü unsurlarının başında gelmektedir. En ünlü filmi olan 1964 yapımı “Adanalı Tayfur Kardeşler” kalabalık oyuncu kadrosuyla da göz doldurmuştur. Kendine has üslubu ve yeni Türk argosunu şekillendirmesiyle bu karakter halkın ve hatta dönemin başbakanı İsmet İnönü’nün bile konuşma dilinde kendisine yer edinmiştir. Aynı dönemin bir diğer önemli güldürü karakteri hiç şüphesiz Sadri Alışık’ın unutulmaz tiplemesi Turist Ömer’dir. Tıpkı Cilalı İbo gibi öncelikle bir filmin yan karakterlerinden olup seyirci tarafından tutulması üzerine hikâyenin merkezinde olduğu seri filmlere kavuşmuştur. Hızla ilerleyen düzene ayak uydurmakta zorlanan bir şehirliye hayat veren Turist Ömer, horlandıkça iyimserliği pekişmiş alt kesimin bir yansımasıdır adeta. Komedisinin içinde bir nebze de olsa duygusallığın katıldığını söyleyebiliriz. Yamyamlar arasında, İspanyada, Uzay Yolu’nda hatta kendi şehrinde bile turisttir, yabancı gibidir. Bize durum tespiti niteliğindeki esprileriyle oraları tanıtır Turist Ömer. Türk insanının kıvrak zekasını serinin tüm filmlerinde görebilmekteyiz. Karakter o kadar başarılı olmuştur ki günümüzde bile en büyük komedyen olarak adlandırılan Cem Yılmaz’ın gişe rekorları kıran filmi “GORA”da Arif karakteri Turist Ömer’in tıpatıp aynısı olup film de “Turist Ömer Uzay Yolunda”nın geliştirilmiş hali gibidir.

76


Ertem Eğilmez Karakter merkezli güldürü filmlerinin ağırlının yanı sıra Yeşilçam’da o yıllarda Ertem Eğilmez ustanın ekolü de varlığını fazlasıyla hissettirmektedir. Oldukça kalabalık bir ekiple Arzu Film çatısı altında çalışan Eğilmez Türk aile yapısını, mahalle-komşu ilişkilerinin işlendiği dramatik yapısını da esirgemeyen eserlerle bir döneme damgasını vurmuştur. Türk kültürünü çok iyi analiz etmiş olan 77


Eğilmez, halk bir ağlatan bir güldüren ve halen aynı sıcaklıkla izlenen filmlerin altına imzasını atmıştır. Ülkemizin halen pek alışık olmadığı “ekol” sistemi şeklinde çalışan Arzu Film, sinemamızın sonraki süreci için yepyeni yıldızları, ikilileri, jönleri yaratmıştır. Ve güldürü sinemamızın tartışmasız en büyük karakteri, Kemal Sunal’ın canlandırdığı “İnek Şaban” bu ekiple birlikte ortaya çıkmıştır. Modern bir keloğlan hatta Karagöz olan İnek Şaban hor görülen, aşağılanan köylünün temsilcisidir. Halkın içindendir. Sakardır, saftır ve hep aşağılanır. Filmin sonlarında ise bir şekilde sorunları ve O’nu ezenleri alt edip mutlu sona ulaşır. Sağ-Sol çatışmasının giderek şiddetlendiği 75 ve sonrasında halkın hem olumsuz ülke koşullarından kaçmak adına hem de yüzyıllardır yaşadıkları ezilmenin modern bir dışavurumu anlamında İnek Şaban karakterine ve filmlerine çok büyük ilgi göstermişlerdir. Özellikle toplumun alt kesimi Şaban’ın komik mücadelesini ve her türlü olumsuzluğu o cin gibi zekâsıyla alt etmesini “İnek bile yapabiliyorsa bizler de yaparız” tarzında bir mantıkla umutlandırıyordu. Halen Kemal Sunal filmleri TV’lerde gösterildiklerinde halkı kendine çekebilmektedir. 30 yıldır bıkmadan usanmadan izlenen bu karakter hakkında Kemal Sunal şunları söylemekte: “Kemal Sunal filmlerinin yüzüncü kez seyredilmesinin tek nedeni, halkın gülmek istemesidir. Ekonomik baskı altında zor günler geçiren vatandaş, evine geldiği zaman dışarıda yaşadıklarını unutmak istiyor. İktidarlar bugün ayakta kalabiliyorlarsa Kemal Sunal sayesinde oluyor. İnsanlar benim filmlerimi gördüğü zaman dertlerini unutup, neşeleniyorlar. Dolayısıyla ben insanların stres ilacıyım. İnsanların stresini alıyorum. Diğer yandan Kemal Sunal filmlerinin vermiş olduğu mesajlar bugün bile geçerliliğini koruyor. Bu açıdan bakınca halkın benim filmlerime sarılması bir anlamda çok üzücü. Bu Türkiye'nin bir adım bile ileri gitmemiş olmasının bir göstergesidir.” Oldukça samimi açıklamada görüleceği üzere bu durumun insanların tepkilerini rahatlıkla dile getirmelerini ve sivil örgütlenmeyi 78


engellemesi gibi bazı dezavantajları da vardı ancak, Türkiye gibi az gelişmiş ve birey olma güdüsünün bastırılmış olduğu korkak toplumlarda bundan iyi bir ince protesto yolu da olamazdı. Zaten Kemal Sunal sineması her ne kadar kitlelerin kaçış noktası olarak görülse de göç, başlık parası, sosyal olarak aşağılananlar, işsizlik, ağalık düzeni gibi Türkiye’nin sorunlarını konu edinmekteydi.

79


Günümüz Türk Sinemasında Güldürünün Yeri Diğer her konuda ve sanat dalında olduğu gibi güldürü sinemasında da günümüzü konuşurken değinmeden geçemeyeceğimiz olay 12 Eylül faşist darbesidir. Kemalistten Komünistte sol yelpazenin tüm renklerini silindir gibi ezen darbe yarattığı korku ortamıyla halkı iyice sindirmeyi başarmıştır. Sansür ve yasaklar o kadar etkili olmuştur ki günümüzde bu yasakların kalkmış olmasına rağmen toplumda ve sanatçı kesimde olağanüstü güçte bir oto sansür durumu ortadadır. Kemal Sunal’ın başrolünü oynadığı ve birçok eleştirmene göre halen en güçlü komedi filmimiz olan “Züğürt Ağa” bu yönetimce yasaklanmıştır. Darbeyi yapanlar muhalefetin en küçüğüne dahi izin vermemekteydiler. Örgütlenmenin yasaklandığı ve olumsuzlandığı bir süreçte kitlelere siyasetten uzak durmaları öğüdü verildi demek yanlış olmaz. O sebeple günümüz güldürü sineması da toplumun hiçbir sorununa ya da ülkenin her hangi bir sosyolojik yapısına değinmeyen sabun köpüğü filmler şeklindedir. Faşist darbenin yurtiçine getirdiği Türk-İslam sentezi dış politikada Neo-Liberal şeklini aldığın ülkemiz Özal’ın özel katkılarıyla Amerikan filmleri cennetine 80


dönüşmekteydi. Menderes’in 50lerde hedef belirlediği “küçük Amerika” olma hayaline iyice yaklaşmaktaydık. Diğer tüm film türlerinde olduğu gibi Amerikan komedi ve gençlik filmleri de yeni kuşağın gözünün içine sokuldu adeta. Günümüz gençlik komedilerinin tümüyle Amerikan soslu olmasının sebebi budur. Ertem Eğilmez’in ve Arzu Film ekolünün yapıtlarını soğuk yeniden çevrimlerle mahveden günümüzün güldürü yönetmenleri yine de son fenomenimiz “Recep İvedik”in yanında masum kalmaktadırlar. İki-üç dakikalık televizyon skeçlerinin kahramanı bu tiplemeyi sinemaya taşıyan Şahan Gökbakar, kendine has

argosu

ve hazır cevaplığıyla eski

güldürü

tiplemelerimizin günümüz temsilcisi olarak görülebilir. Ancak hiçbir toplumsal, sosyolojik alt metne inmeyen, küfür temeline dayalı bir absürtlük içeren bu tipleme halkın özdeşleşebileceği ya da en azından git gide kötüleşmekte olan ülke gündeminden kaçabileceği bir sığınak değildir. Sadece ve sadece apolitikliğin yeni lejyonu olarak görebileceğimiz ortaokul-lise gençlerinin saçma ergen zamanlarının “zamane” figürü olabilir. Halka içtenlikle ulaşabilecek her şeyi iktidarlarına potansiyel tehdit olarak algılayanlar, halkın gerçekliğinden tümüyle kopuk, saçma güldürülerle uyutulmasından son derece memnundurlar. Ve bu memnuniyet halk tarafından sarsılmadıkça ya da “box Office”lere gömülmedikçe Türk Sinemasının yüz akı olmuş güldürü türü içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulamayacaktır.

81


KAYNAKÇA

- Temel Britannica, Cilt 10, 1992. s. 153 ve s. 33-34 - Temel Britannica, Cilt 13, 1992. s. 226 - www.azizm.com adresinde “Hacivat ve Karagöz Elbette Öldürülür” yazısı - http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2002/12/14/221103.asp

82


Aynası Kırılan Tanrı Ümit Hüseyin Girgin Günümüzdeki çağdaş sanat anlayışı ve tanımlamaları hakkında düşünmeden önce sanatın ne olduğuna ve bu duruma nasıl geldiğine ilişkin kısa bir yolculuk yapmalıyız. Sanat en genel anlamıyla, yaratıcılığın ve/veya hayal gücünün ifadesi olarak anlaşılır. Tarih boyunca neyin sanat olarak adlandırılacağına dair fikirler sürekli değişmiş, bu geniş anlama zaman içinde değişik kısıtlamalar getirilip yeni tanımlar yaratılmıştır. Antikiteden bu yana hem sanatçılar hem de felsefeciler sanatın tanımını yapmaya uğraşmaktadırlar. Birçok sanatçıya göre sanat görüngülerden ibaret bir temsil etme işlemidir. Gerçekliği temsil etmek ancak Theodor Adorno’ya göre sanat tanımlanması muğlâktır bunu başarabilmek zordur çünkü o tarihsel olarak değişen bir uğraklar kümesidir. Yani günümüzde olduğu anlamı ile bundan yüzlerce yıl önceki durumu hem özdeksel hem bilinçsel düzeyde değişikliklere uğramış sanatın bir zamanlar ne olduğuna dair düşünerek başlayabiliriz. Antik Yunandan itibaren insanlar sanatçılar vb için gerçeği aramak gerçeği anlamlandırabilmek hep bir sorun olmuştur. Öncelikli postulat sanat üzerinden temsili gönderenlerle yani duyum araçları ile gerçeği yeniden bir halüsinasyon kuramı üzerinde inşa ederek anlamlandırabilmektir. Bu aslında son derece paradoksal olan duruma bazı eleştirile gelmektedir. İnsanlar gerçek hayatlarında bakmadan geçtikleri şeylere bir bakıma kopya edildikleri zaman neden bu kadar büyük bir hayranlık duymaktadırlar? Ancak bunu yaparken nesnenin kendisini kullanarak biçimin ötesine geçmeye çalışmak modernite tarafından yıkılmıştır. Biçimden biçimsizliğe, soyut olandan soyut olmayana geçiş bu dönemde gerçekleşmiştir. Platon’a göre de temsil etmek verili olmayan bir gerçeğin simulakrını üretmektir yani zaten nesnenin kendisi temsil etmektedir. Yani bu yolla gerçekliğe nasıl ulaşılabilinir ki? Aslında temsil edilenin doğruluğuna inanmak kendi duyularımızın güvenilirliğinden hiç kuskusuz ki emin olduğumuz anlamına gelecektir. Modernizme kadar olan tüm bu süreçlerde Hegel’in sanatı öldürmesine kadar olan tüm bu klasizm, barok vs sanatlarda gerçeği nesnelerin üzerinden duyulmayabilmemiz ve ruhun her bir dönem bittiğinde yer değiştirerek içkin bir hale gelmeye çalışması halen devam eden bir süreçtir. O zaman sanatta estetiğin ve zevkin insan duyularına ait olduğunu söyleyen 83


Aristoteles ve zevkin insanda sanat eserinden bağımsız var olan öncelenmiş bir şey olduğunu söyleyen Kant’la aynı çizgiye gelinmiş olur. Ampirik gerçekliğin (duyumsal, görünümsel) gönderge rolü oynamasının tek nedeni hiç kimsenin insanın dünyada olduğundan dünyanın insana sunulduğundan ve varlığa kenetlendiğinden şüphe etmemesinden dolayıdır. Sanatın işlevi gerçekliği imgeye dönüştürmek midir? Sanat hangi gerçeklikleri yansıtır? Peki ya dünya bir yansıma mıdır? Nietzsche’nin söylemi ile tanrı, kendisini izlemekten sıkıldığı anda dünyayı yaratmıştır. Kendi özlerini kendi üzerinden çeker ve dünyayı yaratır. Oysaki sanat yine tanrı edimine karşı çıkıştır kendi hayatımızın gündelik ve sıkıcılıklarına karşı bir tepkidir ve yine bu tepki bizi sonsuzluğa götürecektir. O zaman sanatın ölmediğini vücut değiştirdiğini ayrıca batı da ki sanat kavramları ile aynı paralellik de gitmeyen doğu da sanatın ölmediğini ve belki be bu ilhamla beraber sanatın doğurganlığından bahsedilebileceğini ileri sürebiliriz. Sanat, eserinin birincil amacının pragmatizm olup olmadığı da tartışmalı bir konudur ayrıca bu durum Duchamp’ın ve Andy Warhol’un “ready made”lerini sunma tarzından sadece faydalılık ölçüsünde ayrılacaksa o zaman sanat eserini gündelik nesneden farklı kılan ne diye de sorulabilir. Başlangıç ile ilgili sorularımızı bitirdiğimize göre olayı daha derinden almak adına sanat kavramına ve sorunlarına belli bir giriş yapabiliriz diye düşünüyorum. Sanat ve işlevi her dönemde farklı algılanmıştır. Ancak tam da bu sebeple zamanın akışı nasıl gerçek olanı değiştiremiyorsa sanatın ruhunu da değiştirememektedir. En muhteşem sanat eserleri, öznede beğeni estetik ve zevk kavramını başarı ile canlandırabilen sanat eserleri dahi her zaman varlığı ile bir eksikliğe işaret eder. Bu eksiklik varlığın özünün eksik olmasından gelir. Ve bunun kaynağı daha derinden teolojik ve dünyevi kaynaklara bağlanabilir. Nietzsche’ye göre tanrı dünyayı yaratmıştır. Çünkü kendi üzerinden gözlerini çekmek istemiştir. Çünkü tanrı o kadar eksik ve iğreti görünür ki kendi gözüne bu aşkınlığı anlamlı kılabilmek için kendisine dışarıdan bakabilmek için dünyayı yaratır. Bu, onu biraz daha katlanabilir kılacaktır. Dünya tanrının aynasıdır ancak her ayna gibi dünyada kişiyi kendisine güzel gösterir aynalar öznelliğin, kendine himayenin eserleridirler. O yüzden tanrının saplantılı bakışı her defasında ayna düzleminde bir halüsinasyonu meydana getirir. Ve Platon’a göre de görünen nesneler sadece gerçeğin bir simulakrını yaratmaya yarar. Bu yüzden insanın yaptığı sanat gerçekliği kurmak adına ikincil bir yalan söylemekten ileri gidemeyerek, tanrının varlığına erişebilmek için bir simülasyon daha yaratarak varlığa ulaşabilmeyi hayal edeceklerdir. Antikiteden beri var olan bir şeyi temsil 84


etmek ve temsil edilenle temsil eden arasındaki ilişki Platon’a göre yanılsamalıdır. İmge sade nesnenin yerine geçerek onu temsil eder. Bir sanrı yaratır bir bakıma mağaranın içersinde yaşayan ve gözleri yavaşça görüntüleri seçmeye başlayan insanın hikâyesinde ise duyularımıza olan güveni yeniden tartışma ihtiyacı hissediyoruz. Temsil ederken orada olmayan bir nesneye gönderme yapıyoruz. Yani gerçekliği bir yalan üzerinden üretiyoruz. Ve daha sonra da buna hayran oluyoruz. Gerçek hayatımızda dikkatimizi dahi çekmeyen nesneler, mesela bir üzüm bir sepet vb sanatçı tarafından resmedildiğinde neden bu kadar değerli oluyor gözümüzde… Belki de sanatın o zaman tanrının yerine konulabileceği düşünülüyordur kim bilir? Ampirizme dayalı bir anlayışta gerçeklik gönderge rolü oynar. Çünkü duyularla anlaşılan keşfedilen bir dünya olduğundan ve duyulara güvenimiz kesin olduğundan bu durum oluşmaktadır. Neden gerçeğe ulaşmak için sanat eserleri üretilmektedir. Sonuçta gerçek hiçtir. Nietzsche’nin de dediği gibi gerçeklik bizi hiçliğe götürecektir. Ancak gerçeklikten dolayısıyla hiçlikten kaçmanın yegâne temeli gerçeği maskeleyerek sanata sığınmaktır. Çünkü sanat aynı tanrı örneğinde olduğu gibi içinde yaşadığımız dünyaya katlanabilmemizi sağlar. Bugün modern sanatın içinin boşaltılmasının eleştirelliğinin ve karşı çıkışının yerini çağdaş sanatların ve paranın almasının nedenlerinden biriside budur. Tüketim toplumunda Andy Warhol gibi sanatı para ile özdeşleştirerek değerli kıldığını zanneden ancak her ikisini de değersiz kılan ucuzlaştıran sanatçıların yaptıkları sanat eserlerini kitschleştirmek hazır eşya haline çevirmek. Ve imzalarını satmak olmuştur. Sanatın romantizmden sonra hiçbir kalıba oturmaması varlığını hiçbir bedende bulamaması modern sanatların eleştirel yaklaşımını doğurmuş bu eleştirel yaklaşımda içi boşaltılmış post modernist anlayış tarafından ele geçirilmiştir. Çağdaş sanattaki eserler varlığın ne kadar tiksindirici olabileceğine bizi ikna ederler. Çünkü her şeye rağmen hiçliğin değil de varlığın olduğunu kanıtlarlar… İlk dönem sanat düşünürlerinden Aristo’ya göre sanat dünyadaki varlıkları taklit etmektir. Yani ne kadar iyi taklit edilirse tanrısal olana o kadar çabuk ulaşılabilir. Tabi ki bu yargının içerisinde ne Kant estetiği ne de modern sanatlara özgü eleştirel yaklaşımı bulabilmek mümkün değildir. Gerçektende doğayı taklit etmek bizi gerçeğe yaklaştırabilir mi? Moderniteyse bunun tersine bize görülür olanın görülmesi ve görülür olanın aşılmasını gerektiğini söyler. Yani doğa birebir taklit edilmemelidir önemli olan nesnelerin altında yatan anlamı bulabilmek belki de Rönesans düşünürlerinden ve ressamlarından da olan Da Vinci‘nin dediği gibi sanat eserini sanatçı içinde anlamlandırmalı ve gördüğünü değil hissettiğini yapabilmelidir. Ancak Kantcı 85


zevk kavramına ilişkin olarak bu da yetersiz kalacaktır. Estetik olan güzel olan öznenin bakış acısından da geçerli notu alabilmelidir, yoksa her zaman eksikli olarak kalacaktır… Sanatçı gerçeğe en yakın biçimle eserini yaptığında onun altında yatan neden nesneyi hiç görülmediği ve sanatçının bakış acısıyla değiştirerek özüne indiği, özünü biçimlendirdiği bir şey olarak ele alabiliriz. Pascal gerçeklerine dönüp bakmadığımız nesnelerin benzerleri için hayranlık yaratmaya çalışan resim sanatı ne boş bir şey demiştir. Tam da bu noktada aslında üretilen nesnelerin tanrıya bir öykünme bir borç ödeme olabileceğini gözden kaçırıyoruz… Dünyayı tanrının yaptığına benzetmeye calışma, neden hep bir eleştiri alıyor? Gerçeklerine dönüp bakmıyoruz çünkü tanrının onları bizim için yarattığını biliyoruz. Ve onların çözümüne ulaşabilmeyi ancak resmederek yapabiliyoruz. Çünkü bir nesneyi sanat haline getirdiğimizde onun tözünü belli bir kalıba hapsedebildiğimizi düşünüyoruz oysaki nesnenin kalıbı çok daha geniştir ki bunu Hegel’in sanat tarihi anlatısında da kendisini gösteren sanatın kendisine bir biçim bir nesne bulamaması ile ölümünün gerçekleşmesinden anlayabiliriz. Biz insanoğlu hâkimiyet alanımızı kendimiz seçebildiğimiz süre içerisinde şeyler hakkında keskin kararlar vermeye başlıyoruz. Eğer sanat olmasaydı bu bakımdan dünyayı anlamlandırabilecek bir fırsatta olmayacaktı. Gerçek sanatın amacı eğlence grubuna girmemiş, insanın kendisi ve çevresini anlamlandırabilinmesi açısından geçerli olan bir şeydir. Mesela sinema salonuna giren izleyici ile filmden çıkan izleyici arasında belirgin bir fark yaratabilmek nesneye yani filme bakarken özneyi yani seyirciyi yeniden inşa edebilmektir sanatın görevi. Yani sadece nesneler değil özneler ve onların bakışları da sanat eserinde ve gerçekliğe ulaşabilmede önem arz eder. Varlık dramatik bir karakterdir. Herkes yalnız olarak doğar yalnız olarak büyür yalnız ölür, (ilk başta anneden koparak dünyaya gelmiş olduğumuz için her zaman bir eksiklik yaşarız bedenimizde ve ruhumuzda) dünyada bir kopuştur, güneşten kopmuştur yâda dünyanın tanrının bir yansıması olduğunu ancak kaynağın, tanrı uzamsal olanın dünya olduğunu ve dünyaya ait her nesnenin ve kişinin kaynaktan ayrı bir varlığa sahip olduğunu belirtebiliriz. Yani her şeyin kaynağı birdir ancak kaynağın dışına çıkan her uzam kendisini farklı olarak ontolojik anlamda değerlendirir. İnsanın eleştirelliği ve tanrıdan kopuşu da burada başlar ilkçağ döneminden Plotinus’a göre sanat yapmak dünyada tanrıyı tasvir etmek demektir. 86


Bir nesneyi sanat eserine dönüştüren temsil etme, insanların duyularından deneye dayalı deneyimlerinden yaralanır. Yani insanın bakışına odaklanır. Sanat bir görüntüdür ve gerçeği söyleyebilmek adına başka bir görüntü yansıtır… Oysaki Hegel’e göre sanat sadece görüntü olamaz eğer öyle olsaydı sadece duyulara dayalı bu sanat eseri gerçeği ne kadar iyi tasvir ederse o kadar gerçeğe yaklaşabileceğini söyleyebilirdik. Oysaki Zeuxis’in üzüm tablosunda olduğu gibi kuşları kandıran bu tablonun taklitten başka hiçbir işlevi yoktur. Sadece doğanın bir simulasyonunu üretirler. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir zaten dünyanın görünen yüzüne karşı çıkışta burada başlar. İnsan toplumsal bir varlıktır ve gördüğü şeyleri üretmek onun bu yaşantısındaki deneyimlerinin de bir yansımasıdır. Ve bu açıdan bakıldığında dünyadaki gören göz sayısı kadar görüngü evreni nasıl varsa, sanat yapan üreten sanatçıların her biri kadarda farklı ruhsal durumlar, tözlerin ortaya konuş biçimleri ve farklı sanat anlayışlarının olduğunu söyleyebilmek mümkün… Rönesans dönemi sanatçıları taklitten ziyade sanatçının iç görüsünü öne çıkarttılar. Öyle ki Leonardo Da Vinci gerçeği ortaya çıkarmak için, eseri yorumlamak, bize yansıması için içimizde yankılanmasına izin vermek ve eseri yansıtmak gerekir der. Görüntü aşıldığında bu görüntüyle etkilenen kişiye belli belirsiz sezilen bir gerçeğin izleri kalır. Oysa bugün çağdaş sanatlar gerçeği çarpıtır ve haz imgesini doyurmak amacıyla sanat eserini tüketim nesnesine dönüştürür. Eğer görüntü son bulursa yüzeysel olan derinleşir.(sanat, fargo) Buna paradoksal bir Nietzsche söylemi ile de karşı çıkabiliriz. Kişi dibini görmediği kuyuyu derin zanneder! Nietzsche’ye göre yalan söylemek ve gerçeğe maskelenmiş bir biçimde ilerleme olanağı vermek için sanattan iyisi yoktur. Varlığın en büyük gerçeği hiçliktir. Sanat insanı varlığın ifşasından onun umut kırıcı boşluğundan ve anlamsız keyfiliğinden koruyan etkili bir yalandır. İnsan gerçekle yüz yüze gelmekten gerçeğin sırrını ortaya çıkarmaktan ölesiye korkar ve gerçekle yüz yüze gelmediği için dünyadaki görüntüler evreni içinde saklanmaya devam eder çünkü görüngüler evreni kişiye sonsuz bir haz ve yalanın getirmiş olduğu edilginlik duygusunun yanında güvenlik ve varlığını idame ettirme şansı da verir her zaman… Eğer gerçekliğin dibi derin bir uçurumsa en büyük bilgelik kati surette yüzeyde kalmaktır. Yapılan her türlü sanat eseri ve kurulan uygarlıklar tanrıya ulaşma birliği içerisindedir. Antik Yunan tarafından psikolojinin terimlerine giren oidipal 87


karmaşaları, yani Oidipus gibi kimselerin yaşadıklarını gerçek olarak adlandırmalarından bahsetmiyorum bunu karıştırmamak gerekir… Her nedenin altında yatan esas bir temel vardır çünkü… Doğayı taklit etmek, belli bir ideal çerçevesinde yapılmalıdır. “Bir den yayılan hareket güneşten yayılan ışık gibidir. Akılla kavranabilen bütün doğa bir ışıktır. Akılla kavranabilirin zirvesinde ve ötesinde egemendir. Ve yayılan ışığın kendi dışına çıkmasına izin vermez. Işınlar merkezle benzeşmemelerine rağmen ondan da ayrılmazlar” der Plotinus. Çemberin her noktası merkezi kendi içinde barındığı hatlar kendilerini özelliklerini merkeze aktarırılar. Bizim bir parçamız olan bu öğe üzerinden tanrı ile temasa geçmiş ve onda var olmaya başlamış oluruz. Yani tanrı ile bütünleşmemizi engelleyen tek şey görüngüler dünyasıdır. Aslında bu açıdan bakıldığında bugüne kadar gelen sanat akımlarının ve onların üzerine bu kadar kafa yormanın ruhun özünü kendi içinde doğada bulmak yerine devamlı görüngüsel evreni gerçeklik düzleminden ayırarak sanata bakmanın getirdiği olumsuz sonuçlar bugün sanatı hazır nesnelere dönüştürmüştür diyebiliriz. İnsanoğlunun her zaman kendisini ve yaşadığı hayatı yeniden oluşturmak gibi huzursuz bir yapısı var. Bu yapı içerindeki eleştirileri genelde yapıcı olmaktan uzak bir şekilde yıkıcı olmaktadır ve bu da bizi kaosa götürmektedir denilebilir. Bu eksikliğin ana nedeni arzudur ve arzu nesnesi dünyadaki hiçbir nesne ile giderilemez. Arzu nesnesi, ancak ölümle tanrıya ulaşılabilirse giderilebilecek bir şeydir… Buna rağmen insan, tanrının içinde eriyip gitmeyi reddeder. Doyumsuz arzulara bağlı olmak bir yana, güzellik deneyimi maddi arzulardan kurtulmayı sağlar. Yani günümüzde sanat eserlerinin tüketim toplumunun kitschleri “ready made”leri haline gelmesinin de öznenin estetik güzelliği göremeyecek kadar kendisini arzularına teslim ettiğini söyleyebiliriz. Gerçi arzu her ne kadar tüketim toplumunda farkındalık ayrıcalıkları ile sunulan ve arzu ettiğimizi bize düşündüren ancak gerçekte sadece bize verilen komutlara göre arzuladığımız bir şey olmasına rağmen insan sadece bugün böyle arzular. Sistemler arzulama nedenlerini, davranışları değiştirse de son ümidin kaldığı yerde insanın özüne ve mucizevî gerçeğine olan inanç yok olmayacaktır diye düşünüyorum… Bugün tanrı kendi yarattığı evrende uçları kendisine bağlı bir dünya tarafından çekiştirilmektedir. Asansör kapısına sıkışmış kolunuz nasıl artık sizden bağımsız hareket ediyorsa bugün tanrıdan çıkan ve tanrıya dönecek olan her şeyde tanrıdan bağımsız olarak bilinçdışı biçimlenmeleri ile yönetilmektedir. Bu anlamda sadece sanatın sonu değil, tanrının da ölümünün gerçekleştiğini söyleyebiliriz. En azından yara aldığını, çünkü ondan çıkan öz artık onun gibi değildir. Belki tam da onun gibidir kim bilir bu yüzden dünya 88


artık tanrıya kendisini olduğu gibi göstermiyor. Birçok düşünce ve yozluk su yüzüne çıkmış bulunmakta. Püriten ahlakın yerini hazcılık almış durumda. Bugün tanrının kurallarına “-miş” gibi uyan bir dünya düzenindeyiz ve bu perspektifte Tanrı kendisini aynadan artık tek taraflı göremez bu yüzden aynası kırılmıştır. Bu paradoksal bir durumdur ve Schelling’e göre de tüm paradokslar tek gerçek olan mutlağı yansıtır. Tanrının içinde var olacak ve orada eriyip gidecektir. Tabi tüm eleştirel bakışlar, kapitalist sistemin gerilimden ve israftan beslendiği gibi tanrı da ikili bir diyalektiğin olumsuzlanmasından, iyiden ve kötüden varlıktan ve yokluktan, tinden ve bedenin karşıtlıklarından beslenir. Ve en büyük paradoks olarak tanrı varlığı yeryüzündedir ve kendisini ancak burada gizleyerek var olabilir. Mutlak özne ile öznenin özdeşliğidir ve bu her ikisine de aşkındır. “Gerçeklik gerçeğin akılla kavranabilir özüdür ve zaman koşullarına bağlı değildir” o zaman; zaman kavramı dünyadaki ile aynı değil evrende yani tanrının zaman kavramı bizimkinden farklı büyük ihtimalle. Bizler dünyayı kendimiz dönüştürdüğümüz ölçüde tanrının varlığına dair çıkarsamalar yapabiliriz ancak. Çünkü yönetildiğini ve bağımsız olmadığını düşünmek istemez insanoğlu aksi takdirde hayatın ne kadar dayanılmaz olacağını düşünecektir. Bu anlamda sanat insanını bencilliğidir tanrının ne düşündüğünü nasıl bir hayat düzeni kurduğunu ve ne için beklediğini bilmez ama kendi adına devamlı monologlarla tarihe, dine ve haddi olmayarak tanrıya bile kalıplar biçer çünkü bu onu daha uç, sıra dışı ve özgür kılmaktadır. Zavallı hayatının ucubeliğine bakmaksızın… Ancak bilimler ve sanatlar ancak ve ancak bu şekilde gelişebilmişlerdir. Belki de bu yüzden tüketim toplumuna rağmen tanrı ölmemiştir ve belki de aynası da kırılmamıştır, sadece görüngüler evreninde olduğumuzu unutmadan, yaşamayı arada bir düşünmeliyiz. Belki de tanrı ölümden sonra bizi kucakladığında masmavi bulutların üzerinde kızının saçlarını parçalanmamış(!) bir ayna karşısında usulca tarayan ve karşısındaki aynaya gülümseyen bir anne olacaktır. O kız çocuğu da biz yani tüm insanlar… Kaosa dönmek tanrının varlığını inkârdan çok kabulleniş anlamına gelecektir… Kaos ve huzur arasındaki incecik fark da bu ayrından ibaret gelmektedir… Hegel’e göre tanrının tini sonsuzdur bizimki değil o halde yapılan eserler sonludur diyebiliriz. Ancak gönül adamı bunu da kırar; ruh geçişi devam ettiği sürece bir nesne üzerinde onun yokluğunu tanımlamak mümkün değildir. Sepet sırlar dolu kamışla sağlamlıkta hayranlık bırakan ince ayıt dallarından yapılır diyor… Kamış kâh ney olur cana seslenir kâh sepet olur beşik olur insanların işlerini görür. Yani sanat ve sanat eseri batı dünyasındaki gibi biçimlere ve 89


statülere ayrılmamıştır diyor. Hayatın her anında kullanabileceğimiz nesneler dahi bize bir şeyler hatırlatabilir özümüze ilişkin, bu bir bebek arabası da olabilir bakkala uzatmak için attığımız bir sepette ya da bir kuş yuvası... Sanatı çözümlerken yaşanılan hayatın dışından bakmak ruha yeni açılımlar getirmek adına kendi içimizdeki ruhu yine belli kalıplara hapsetmek gerekmemektedir. İşte Senem Gezeroğlu’ndan neyin sırrı “Ney ki, tektir, birdir, Elif’tir, vahdettir. Üzerindeki dokuz boğum ile insanın misafir olacağı dünyaya dokuz ayda yolculuk ettiğine, yedi nota perdesi ile de insan-ı kâmil olma yolunda baş edilmesi gereken yedi kat nefse işaret eder. Ney, aslen nâydır ve ‘nây’ Farsça’da olumsuzluk anlamı bildiren ‘yok’ manasına gelir. ‘Yok’tur, ‘hiç’tir. Sufînin lûgatında, fena erbabının varlığından soyunup bütünüyle yok olmasına delalettir. Ney ki, kâmil insanla arasında macera ortaklığı olan tek musiki aletidir. Çünkü ney de yanar insan da. Kamış ham iken yanmakla sınanmıştır gurbet diyarında. Neyin kemale ermesi ve Allah’ı zikretmesi için kızgın demirlerle dağlanır yüreği. Sonrasında vücudunda delikler açılır. Nefes nefes üflenir neye. Cümle âlem, kâmil âdem kulak verir bu sese. Ney ki, Neyistân’dan ayrılmış ve o andan itibaren şikâyete başlamıştır. Hikâye işte o vakit dillere dolaşmıştır. Her

kim aslından ola dûr ü cüdâ

Rüzgâr-ı

aslından eyler muktedâ

Ney ki, içi boştur. Her nevi kirden, pürüzden, engelden temizlenmiş ve uzaklaştırılmıştır. Özü bir kuru kamış olan ney, sedasını neyzene, neyzenin nefesine, neyzenin sesine borçludur. Kamışa değil neyzene aittir çıkan nağme…” Sanat bu yüzden yaşamaktır hayatın her anında her alanında yalansızca, yeniden inşa etmeden, sistemler gelip geçicidir çünkü önemli olan özdür eğer bir gün tüketim toplumunun sonu gelirse, sanat için söylenen tüm düşünceler, fikirler geri mi çekilecektir hayat ve sanat tekrar mı canlanacaktır? Öz asla değişmez. Hegel‘in de dediği gibi tanrının tini sonsuzdur ve tek egemen olan sistem de yine tanrının sistemidir, bu sistem tüketim toplumuna bile karşı gelebilecek bir sistemdir belki… Ve bugün tüm olumsuzluklara rağmen hala bir insan doğabiliyor hala bir varlık gülebiliyorsa sanatta yok olmuştur diyemeyiz. Sadece yapılması gereken Amerikalıların Kızılderiler’i soykırıma uğratmaya başladıkları dönemlerde birbirleri arasındaki anlaşmazlıkları hiç sayarak birleşmeleri gibi bir birlik oluşturmak ve insana özgü olan, tinsel olan ne varsa bunu paraya ve sisteme yenilmemeye çalışarak ayakta tutmaktır… Bunun sonucunda kaybedilse bile özün varlığı bu savaşı kazanacaktır… 90


Toplum ve Topluluk Melih Öncel “eğer oy vermek sistemi değiştirebilseydi, yasadışı ilan edilirdi.” Theodore Adorno Demokrasinin bize sunduğu en temel ve en önemli haklardan biridir oy kullanmak. Ve biz de oylarımızı geleceğimiz için attık sandıklara bir kez daha. Açlığın, şiddetin, işsizliğin arasından kalkıp gelip oy kullandık. Kimimiz “cip”lerle geldi, kimimiz sadece bir sembol görüp “evet” bastı. Bazı gençler, apolitik hayatlarında kulaktan duyma bir şeylerle kullandı hakkını. Takım tutar gibi tuttuğu partinin bir maç kazanmasını daha isteyerek gidenler oldu sandığa. Kimisi oy kullanmamakla birlikte bundan da marifetmiş gibi gurur duydu. Verilmeyen oylar gibi verilenler de boşa gidenler oldu tabi. Kesilen elektriklerin yerini alıp, çevreyi aydınlatsın diye yakıldılar örneğin. Oy kullanmanın, politikacılara göre sayısal bir üstünlük elde etmek odaklı olmanın dışında sanki bir alt metni daha var. Bir simge gibi halk için. Ülkenin bir parçası olmak, gidişata müdahalede bulunmak, “ben buradayım” demek. Peki, artık bu özelliklerini ne kadar hatırlıyoruz bu temel hakkımızın? Sadece gidip oy kullanma eylemi, sandığa bir zarf bırakmak belki de oy hakkının en küçük parçasıdır. Asıl güçlü olduğumuz an mühür bastığımız değil mührün peşinden eyleme geçtiğimiz andır. Oylarımızı atıp geri çekiliyoruz çoğu zaman. Bizim yerimize ülkeyi yönetecek vekilleri Ankara’ya gönderip ya da yaşadığımız şehri idare etmeleri için oy kullanıp kendi hayatımıza devam ediyoruz. Sonra da oturduğumuz yerden hataları görüp eleştiriyoruz. Hatta bazısı bunu bile yapmıyor artık. Bu insanlara karşı çıkıp: “e değiştirelim o zaman” dediğimizde “ben ne yapabilirim ki?”yi yapıştırıveriyor hemen. Peki, bir şey yapabilme ölçüsü nedir? Bir şey yapabilen ve değiştirme gücü olan insan kimdir? Bizim onlardan ne gibi eksiklerimiz var? Bizim görevimiz sandıkta bitmemeli, verdiğimiz oyların arkasında durmalıyız. Hatta vermediklerimizin bile… İktidar kendi seçtiğimiz parti değilse ne olmuş? Bizi yönetiyorsa eğer onlara da müdahale etmeliyiz. Zaten eğer biz sesimizi çıkartmıyorsak onlardan değişmelerini bekleyemeyiz ki. Sesimizi duyurmalıyız, toplanıp yürümeliyiz, mektuplar yazmalıyız. Siyasal iktidar ve ya muhalefet, halkı her an ensesinde hissetmeli. Eğer bunu yaparsak bir toplum olabiliriz işte. Yapmıyorsak eğer ne yazık ki bir topluluktan öteye geçemeyiz. “Ben ne yapabilirim ki?” diyenler işte bu topluluğun üyeleridir ancak ve bu düşünce devam ettikçe asla topluma dâhil olamayacaklardır. Bir şey yapmanın, bir şey 91


yapabilen insan olmanın sınırıdır bu. Bu çizgiyi geçerek kendimize koyduğumuz kısıtlardan kurtulmamız gerekmektedir. Yerinde oturan insan asla bir şeyler yapamaz ve her ne kadar kendini toplumun bir bireyi olarak görürse görsün, sayısal bir bütünlükten ileriye gidemez. Sorgulayan ve hakkını arayan bu anlayışın temellendirdiği bir siyasi yapı kendini sürekli olarak geliştirmek ve yenilemek zorunda kalacaktır. Ve bu hem Türk siyaseti hem de Türkiye için oldukça yararlı sonuçlar doğuracaktır. Halktan gelen baskıyı hissettikçe yıllardır koltuklarında oturan “liderler” artık kalkmak zorunda kalacaklardır. Gerçekten oy kullanan insanlar oldukça hiçbir bakan karısı çıkıp “Rüyamda Rabbim ‘Cleveland’ dedi” diyemeyecektir; çünkü bunun karşısında cebinde “yumurta parası” olmayan vatandaşların SSK kuyruklarından yükselen gür sesleri olacaktır. Sadece kendilerine çalışan siyasetçiler karşılarında bir direniş bulup ya yollarını ya da mesleklerini değiştirmek zorunda kalacaklardır. Ve bizler toplum olmak istiyorsak yan yana olmalıyız. Toplum gibi yönetilmek istiyorsak bizi yönetenlere bunu hatırlatmalıyız.

92


Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir. *** Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: “Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!” Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. 93


Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz… *** Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli… Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister… Not: Mustafa Balbay tutuklu olduğu için bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Sayın Serdar Kızık’ın izniyle yayınlıyoruz.

94


95


www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

96


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.