Azizm Sanat E-Dergi Nisan 2014 Sayı 76
Söyleşi: istanbulimpro Batı Sinemasında İran
Şiir ve Bilim
1
Genel Yayın Yönetmenleri Onur Keşaplı Selin Süar
Yayın Kurulu Can Önen Fırat Tunabay Gökhan Baykal Osman Bahar Özgür Keşaplı Didrickson
Ön Kapak: Büyük Diktatör (1940) – Charles Chaplin Arka Kapak: Geçen Yıl Marienbad'da (1961) – Alain Resnais
azizm.sanat@gmail.com www.azizmsanat.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
2
Editörden Sanatta rönesansı, dinde reformu, kültürde Aydınlanmayı, üretim ilişkilerinde sanayi devrimini ıskalayarak moderniteyi kaçıran fakat Batının düşünsel gerileyişinin bir tür dışavuru olan postmoderniteye eklemlenen bir coğrafyada seçimlerden ilerici bir tavır beklemek ölü bir heves gibi. Modern, akılcı ideolojilerin üzerinde örülü olan orta çağ artığı, ilkel/modern olarak da tanımlayabileceğimiz deforme bir zihniyetin gündelik hayatı şekillendirdiği ülkemizde, buna karşı direniş doğru cephelerde verilmeli. Söylemsel olarak postmodernitenin, geç kapitalizmle beraber dayattığı basit ve karşılıksız başlıklarda savaşmak yerine sistemin temeline inmeli ve orada eleştirel bir söylem geliştirmeliyiz. Serbest piyasa ekonomisinin kendisini ideolojiler üstü gördüğü, kitleleri seçeneksizliğe ittiği günümüzde muhalif olmanın tek koşulu da ekonomi politiği üzerine söylemlerden geçmeli. Bu basit gerçekliğe rağmen ülkemizde kendisini muhalif olarak niteleyen örgütlerin büyük çoğunluğunun insanlığa ve akla başlı başına bir hakaret olan serbest piyasa ekonomisine boyun eğerek görece az önem taşıyan tartışmalara savrulmalarının bedelini bu coğrafyanın azınlıkta bırakılmış Aydınlanma birikimi ödüyor. Ülkemizdeki gerici, faşizan, emek düşmanı egemen yapının yegane temeli ve bu temelde doğan küresel desteğinin ardında yatan sebep serbest piyasa ekonomisine bağlı oluşudur. Bunu tersine çevirmeyi, eşitlikçi, özgürlükçü bir yapının temellerini atmayı düşünmeyen bir oluşum sistem karşıtı olamaz ve muhalif olarak adlandırılamaz. Hele de ülkemizde seçmenlerinin büyük çoğunluğu solcu olduğu halde sosyalizmi ve Aydınlanmayı yok hükmünde sayarak kapitalizme kayıtsız şartsız teslim olan yapıları alaşağı etmek, Türkiye'de köklü bir dönüşüm için yapılması zorunlu bir hamledir. Kitleleri topluma dönüştürmek istiyorsak içinde yaşadığımız ekonomi politiğinin insanlığın varacağı son nokta olmadığını, başka bir dünyanın mümkün olduğunu, Aydınlanmacı ve Sosyalist bir Cumhuriyetin insanlığı gündelik yaşantısından başlayıp tüm ömrüne olumlu etkide bulunacak şekilde bir bütün olarak ileriye taşıyacağını aktarmak 3
zorundayız. Haziran Direnişi'nden bu yana devam edeceğini haykırdığımız mücadeleyi sürdürürken, yukarıda saydığımız hamleleri yapmayanları eleme konusunda daha fazla zaman kaybetmemeli. İnsanlığın tüm kazanımları küresel ölçekte tehlikedeyken atağa geçmenin tam sırası...
Nisan sayımıza ön kapak olarak Chaplin'in benzersiz meydan okuması Büyük Diktatör'ü seçmemizin sebebi balkondaki gölgelerin heybetinden ürkülmemesi gerektiğini hatırlatmaktı. Arka kapaktaysa geçtiğimiz ay kaybettiğimiz Alain Resnais'nin başyapıtlarından "Geçen Yıl Marienbad'da" filmi, modernizmi ıskalamış zihinlerimize
modernizmi
aşılamak
amacıyla
seçildi.
Nisan
sayımız,
şiirin
bilimselliğinin araştırıldığı ufuk açıcı bir makaleye ev sahipliği yapıyor. Sinema yazılarımızda ise yakın dönem Batı sinemasının İran'ı hangi imajlarla kadraja aldığına bakıyoruz. Şiir ve denemelerin yanısıra, oyuncu Burak Tamdoğan ve sahne sanatlarında doğaçlamayı ülkemizde yeniden canlandıran tiyatro topluluğu istanbulimpro ile gerçekleştirdiğimiz derinlikli söyleşi de bu ay Azizm'de.
Savaşıma akılcı yöntemlerle devam etmek için sanatla kalın dostlar...
Azizm'in Notu: Manifestomuzun yazılışının ve örgütümüzün kuruluşunun yedinci yılını kutlayacağımız Azizm Sanat E-Dergi Mayıs 2014 sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, resim, video ve fotoğrafı 2 Mayıs tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com e-posta adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
4
İçindekiler
Pesah'ın Aydınlığı - Selin Süar
s.6
Yeni Oryantalizm Bağlamında 2000 Sonrası Batı Sinemasında İran'ın Sunumu - Onur Keşaplı
s.8
Söyleşi: istanbulimpro & Burak Tamdoğan - Fırat Tunabay
s.24
Şiir ve Bilimin Yol Arkadaşlığı - T. Ayhan Çıkın
s.34
Bahadır'ın Türküsü - Oral Toğa
s.68
Berkin Elvan: Bir Çocuk Anısına - Özge Gül
s.75
Gündem Dışı- zannedilir- Sanat Tarihi Bölümü -diye okunur!- Nur Gözde Yılmaz s.77
5
Pesah'ın Aydınlığı Selin Süar
Şüphesiz ki son haftaların en yoğun gündemini oluşturan konu yerel seçimlerdi. Yazıyı yetiştirmeye çalıştığım şu saatler içerisinde gerek sosyal medya üzerinden, gerekse kanalların Anadolu Ajansı ve Cihan Haber Ajansı olarak ayrılan sonuçları çerçevesinde “sandıkları terk etmeyin” uyarısı yapılmakta. Ülke genelinde yerel seçimler için siyasetçilerin kıyasıya yarışı bir kenarda dursun, özellikle büyük şehirlerde cenazelerden, eylemlerden, halk arasında çıkan kavgalardan hemen herkes nasibini aldı. Bundan önce her birimiz kahvaltımızı eder oy kullanmaya gider ya da etmeden oy kullanmaya gider, ailecek veya arkadaşları toplayarak dışarıda kahvaltı eder ve akşamına kim önde gelmiş diye sonuçları takip ederdik.
Bu kez hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Elektrik kesintilerine, sahte oylara, yapılacak hilelere karşı gencinden yaşlısına herkes vatan savunması yapar gibi kendi saflarında durdu. Mutlaka ki halktan her kesimin bilinçlenmesi kayda değer bir durum, ancak diğer taraftan birçok kişinin birbirine karşı tahammülsüz ve güvensiz hale getirilmesi insanlığımızda hangi noktaya geldiğimizi sorgulatır oldu. Başta sokaklarda, sonra okullarda birbirinden farklı düşüncelere sahip olan kişiler ne söylediklerini dahi dinlemeden küfürlerle birbirlerine saldırır oldular. Bu da yetmedi fiziksel şiddete döndü olay. Metrobüslerde çekilen bıçaklar, seçim araçlarının yakılması, en yakın dostlukların siyasi seçimler nedeniyle büyük bir kine dönüşmesini gördükçe tarih sayfalarında yazan “hiç sorun olmadan yan yana yaşayan” halkların savaşa itildiği gerçeklerini hatırlamamak elde değil.
Halktan bazı kesimlerin kazan kaldırmasının en büyük nedenleri arasında mutlaka ki özgürlüklerin kısıtlanması, yaşam hakkına müdahale, düşüncelerini dile getirenlerin 6
fişlenmesi, işsizlik, adaletsiz gelir dağılımı gibi konular başı çekti. Olayların hız kazanması ise Cemaat ve İktidarın birbirine ters düşmesi sonucu üstü kapatılan bazı şeylerin ifşa edilmesiyle gerçekleşti. Son aylar içerisinde her yeni gün yepyeni skandallara uyandık. Seçimleri kim kazanırsa kazansın bundan sonraki dileğim düşmanlıkların, haksızlıkların, ayrılıkçı söylemlerin, adaletsizliğin ve insanların birbirine düşmesinin sonlanmasıdır.
Şartlar içerisinde tüm bunlar imkânsıza yakın görünse de yakın zamanda kutlanacak olan Pesah’ın ışığının hepimiz üzerinde olmasını umut ediyorum. En karanlık zamanlarda bile haksız düzeninin bir gün mutlaka yıkılacağını, insanlığın doğruya kavuşacağını, adaletin kazanacağını anlatan Pesah, benim de umut ışığını daima barındırmama neden olmuştur. Bu vesileyle şimdiden karanlık günlerin aydınlığa kavuştuğu, özgürlüğün yüce kanatlarının esaret zincirini kırdığı nice bayramlar diliyorum.
7
Yeni Oryantalizm Bağlamında 2000 Sonrası Batı Sinemasında İran'ın Sunumu Onur Keşaplı
GİRİŞ Sanat yapıtlarında Batının Doğuyu gerçekliğinden koparıp, kendi algısını merkez alarak temsil etmesi, geçmişi yüzyıllara dayanan ancak Aydınlanma Çağı ve Moderniteyle birlikte daha sistematik bir hal alarak ilerleyen ve "oryantalizm" adıyla kavramsallaştırılmasıyla literatüre yazılmış bir gerçekliktir. Oldukça sorunlu, ön yargılı olan bu temsillerde ötekileştirilen Doğu, Batının onu görmek istediği şekilde yeniden yaratılmakta ve temsil edilmektedir. Batı çıkışlı bir sanat olan sinemada Doğunun temsilleri de benzer bir sunuma sahip olagelmiştir. Özellikle Hollywood'da, Batı için öteki olarak kodlanmış tüm halk ve kültürler oryantalist bir yaklaşımla temsil edilmişlerdir. Bu ötekiler arasında İslam ve Ortadoğu coğrafyası hem plastik sanatlar tarihinde oryantalist yaklaşıma en çok maruz kalan kültür olmakla beraber sinema tarihinde de "Arap" genellemesiyle sayısız filmde Batının onu gördüğü veya görmek istediği şekilde temsil edilmiştir. Bu çalışmada Ortadoğu coğrafyasının Arap yarımadasından farklı bir kültürel geleneğe ve farklı bir İslami yoruma sahip ülkesi İran'ın, 2000 yılından sonra Batı sinemasında nasıl sunulduğu üzerinde durulmaktadır. Diğer İslam ülkelerinin aksine İran'ın özgün kültürü ve tarihi, bölgeye getirilen klasik oryantalist bakış açısının dışında kalmaktadır.
"Klasik oryantalizm İslam'ın ve zayıf toplumların politik dinginciliği desteklediğini ileri sürer: İslami itaat, kaderciliğe, eleştiri eksikliğine ve despotizme uygunluk sağlar, bundan dolayı İslami evrimin
ve
modernleşmenin
temeli
olarak
görülen
topluluklar politik uygar
toplumu 8
geliştirememişlerdir. Bu önerme ise 1979 İran devriminde 'zayıf' bir toplumun devlet gücü kazanmasının sebebini göstermez. İran devriminden sonra yenilenmiş ve ıslah edilmiş oryantalistler yeni bir model geliştirirler."1
1979 yılında Batının müttefiki Şah iktidarının, başını imam Hümeyni'nin çektiği bir halk ayaklanmasının ardından devrilmesi ve yeniden inşa edilen devletin şeriat kanunlarıyla örgütlenerek İslam Cumhuriyeti olarak adlandırılan bir yönetim şeklini benimsemesi, Batı politikasında yarattığı sarsıcı etki kadar, kültür-sanat alanında klasik oryantalizmin yerini yeni-oryantalizme bırakmasına neden olacak bir sürecin köşe taşlarından olmuştur. Batı sineması bu yeni sürece öylesine hazırlıksız yakalanmıştır ki, öteki adı altında düşman ideoloji ve ülkeleri çoğu zaman olumsuzlayarak konu edinen Hollywood sineması, Soğuk Savaş'ın son dönemi boyunca İran'ı konu edinmemiştir. Dönüşüm geçiren İran'ı konu edinen ilk büyük yapım 1991 yapımı "Kızım Olmadan Asla" filmidir.
Evlendikten sonra eşiyle ve çocuğuyla İran'da yer alan Amerikalı bir kadının, rejimle eş güdümlü olarak şeriatçı ve baskıcı hale gelen despot Müslüman kocasından
1
Güliz Uluç, Medya ve Oryantalizm, Anahtar Kitaplar, İstanbul, 2009, s. 381.
9
kurtularak, kızıyla beraber özgürlüğe kaçışının anlatıldığı film, Batılı izleyiciye İran'ın Batıdan tümüyle nefret eden fanatikler ülkesi olarak sunulduğu ilk büyük yapım olma özelliğini de taşımaktadır. Ardından Irak ve Amerika öncülüğünde koalisyon güçleri arasında yaşanan 1. Körfez Savaşı, Batı sinemasında ortadoğulu öteki imgesini yine Arapların üzerine çekmiş, New York kentine 11 Eylül 2001'de düzenlenen saldırılar ve akabinde yine Amerika ve koalisyon güçlerinin Afganistan ve Irak'ı işgal etmeleri, İran karşıtlığının ve İran kültürünün ötekileştirilerek sinemada temsillerinin 2000'lerin ortalarına doğru gecikmesine sebep olmuştur.
Bu doğrultuda çalışma kapsamında 2000 sonrası Batı sinemasında İran temsilleri, Batı kültürünün iki ekolü Amerikan ve Fransız sinemasından örnekler olan "Syriana", "Soraya'yı Taşlamak", "Argo", "Persepolis" ve "Azraili Beklerken" filmleri üzerinden incelenmiştir.
SYRIANA Daha önce Meksika-Amerika sınırı üzerinden gerçekleşen uyuşturucu trafiğini birden çok öyküyü paralel kurguyla harmanlayarak işlediği "Trafik" filmiyle aktaran yönetmen Stephan Gaghan, 2005 yılında yönettiği "Syriana"da bu kez Amerika'nın petrol ve doğal gaz odaklı enerji politikalarının Ortadoğu'yu şekillendirme konusunda nasıl işlediğini benzer bir sinematografiyle ele almaktadır. ABD başkanı Bush döneminde 11 Eylül saldırılarının ardından şekillenen yeni Ortadoğu projesi, aynı zamanda kültürel ve sanatsal olarak da İslam ve Ortadoğu'ya dair yeni açılımları beraberinde getirmiştir.
"...11 Eylül'de kuleker 'Batı medeniyeti'ni temsil ederken, kuleleri tahrip eden terörizm genelde 'Doğu'nun, özelde ise 'İslam'ın temsilciliğini üstlendi. Böylelikle, oryantalizmin biline dilindeki
önemli bir farklılışma da iyice
belirginlik kazandı; İslam terörle, Müslüman ise teröristle özdeşleştirildi. 10
Oryantalizm bu yeni biçimiyle, Doğu'yu sadece bir takım 'yok(luk)larla', yani Batı'nın aynasında negatif bir imge olarak tanımlamakla yetinmeyerek, tehditkarlık, teröristlik ve düşmanlık gibi kategorileri de analiz araçları arasına kattı. Tarihi, Batı'nın zaferi olarak gören
ve gösteren, bu yolla da
Batı'ya özgüven aşılayan klasik oryantalizmin aynasındaki negatif Doğu imgesinin yerini, her bakışta tehlike ve tehditleri hatırlatan, dolayısıyla özgüven değil, bir tür histeri aşılayan, neo-oryantalizmin yarattığı yeni bir Doğu imgesi aldı."2
Bu doğrultuda "Syriana" filmi, ABD siyasetinin ve Batı ana akımının tutumuna eleştirel bir içerikle yaklaşıyor. Bir CIA ajanının, petrol-doğal gaz tekellerinin, Arap şeyhlerinin, Lübnan Hizbullah'ının, Pakistan'da medrese eğitimi görürken intihar eylemcisine dönüşen çocukların birbiriyle somut olarak kesişmeyen ancak teğet geçen öykülerinin aktarıldığı film mekan olarak ABD dışında Lübnan-Pakistan ve adı konmayan bir Arap şeyhliğinde geçiyor. Ancak filmin ilk sahnesinin İran'da geçiyor oluşu, CIA merkezinde "İran'ı Özgürleştirme Cemiyeti" adı altında öne çıkan bir 2
Uluç, a.g.e. s. 379.
11
teşkilatın varlığı ve yukarıda sayılan ülkelerin, İran'ın enerji ihracatının merkezi olan Basra Körfezi'ni çevreliyor oluşu filmin merkezine de İran'ı yerleştirmektedir. İran'ın filmde temsili noktasında ise açılış sahnesinde çarşaflı-peçeli kadınların iç mekandaki gizli eğlenceye girdiklerinde çarşaflarından kurtulmaları ve akabinde üstlerinde kalan kısa elbiseler ve topuklu ayakkabıya yapılan yakın plan çekimler oryantalist bakış açısında başvurulan öğelerde peçe motifini çağrıştırmaktadır. "Peçe, Batılı için 'öteki'nin gizli dünyasını perdeleyen, onun Doğu'nun sınırlarının içine sızmasını engelleyen bir unsurdur. Batılı göz her yerde, 'öteki'nin hayatının tüm öğelerinde peçeyi görür. Bir başka deyişle, peçe, Batılı öznenin bakmak ve sahip olmak istediği her Doğulu şeyi tek tek örter ve gizler."3 Öte yandan film, geçmişteki benzer örneklere göre peçeye ve kadının Ortadoğu coğrafyasındaki konumuna eleştirel bir söylem geliştirmektedir. Kadının arkadan yürümek zorunda bırakılışı, erkekler Batılı gibi giyinse bile kadınlar için bunun yasak oluşu filmde oryantalizmden uzak eleştirel bir söylemle dile getirilmektedir.
3
Uluç, a.g.e. s. 257
12
Filmin öne çıkan figür ise, halkın ve ordunun desteğini alarak ülkesini çağdaş ve demokratik bir noktaya yükseltmek isteyen, enerji politikaları bağlamında Batının çok uluslu şirketleri ve beraberinde Amerika'yı ülkesinden çıkartmayı amaçlayan, filmde Atatürk'le eşleştirien Arap Şeyhliğinin veliahtıdır. Babası ve kardeşinin bu fikirlere asla yanaşmayarak emperyalist politikaları sürdürecek konuma gelmeleriyle birlikte arkasında büyük halk ve ordu desteğiyle iktidara yürüyen veliahtın ailesiyle birlikte CIA tarafından uydudan yönlendirilen bir füzeyle öldürülmesiyle sonlanan film, liberal tondaki eleştirel yaklaşımına ve oryantalizme uzak tavrına karşın izleyiciye ideolojik açıdan yenilgi ve umutsuzluk aşılamaktadır.
PERSEPOLİS İran asıllı Marjane Satrapi'nin, Vincent Paronnaud ile birlikte yönettikleri 2007 Fransa yapımı "Persepolis", Satrapi'nin kaleme aldığı aynı adlı otobiyografik çizgi romandan içerik ve biçim olarak birebir uyanlanmış bir yapıttır. Şah diktatörlüğünün son yılında halk ayaklanmarıyla başlayan film, ayaklanmalar sırasında 6-7 yaşlarında olan Marjane'nin, direniş ile devamında gelen rejim değişikliğine ve Hümeyni iktidarıyla başlayıp halen devam eden İran İslam Cumhuriyeti'nin baskıcı rejimine karşı yaşadıklarını anlatmaktadır.
13
Yönetmenin yine filmde gördüğümüz ve mollalar tarafından idam edilen amcası Anuş karakterinden etkilenerek savunduğu sosyalist dünya görüşü filmin geneline nüfuz etmiştir. Zira film İran'ı topyekün kötülemek yerine Batının emperyalist politikalarının geçtiğimiz yüzyıl boyunca başta İran olmak üzere tüm coğrafyayı nasıl olumsuz etkilediğini ve başlarına gelen her kötü iktidarın yine Batının eseri olduğunu işlemektedir. "Persepolis" çizgiromandan uyarlama bir animasyon olmasına karşın İran'ı bir çok kurmacaya göre daha gerçekçi aktarmaktadır. Özellikle son sahnede filmin ana karakteri İranlı olmanın ne olursa olsun gurur verici bir duygu olduğunun altını çizmektedir. Film, kadim bir kültürel geleneğe sahip olan İran'ın bunun aksi şekilde
yalnızca
şeriatla
eşleştirilmesine
tepki
gibidir.
Filmin
adı
bunu
doğrulamaktadır. Yönetmenin "Eserine isim olarak 'Persepolis'i seçmesinin sebebi belki o toprakların bir zamanlar dünyanın en ileri medeniyetlerinden birine ev sahibi yapmış olduğunu hatırlatmaktır. Persepolis, milattan önce kurulan ve dönemin gelişmiş imparatorluğu Perslerin başkentidir."4
4
Persepolis'ten Dersler, Azizm Sanat (www.azizm.org), Mart 2008
14
Oryantalist bakıştan tümüyle uzak kalarak İslam eleştirisine Batı'nın emperyalizmini de katarak yer veren film, Hümeyni'ye ev sahipliği yapmış ve Tahran'da kitlelerin başına geçebilmesi için uçak tahsis etmiş Fransa ile ilgili bir söylem geliştirmeyerek eleştirel boyutunda boşluğa sebebiyet vermiştir.
SORAYA'YI TAŞLAMAK İran asıllı Amerikalı yönetmen Cyrus Nowrasteh'in senaryosunu yazıp yönettiği 2008 yapımı "Soraya'yı Taşlamak", Hümeyni döneminde recm ceasıyla taşlanarak idam edilen bir kadının hikayesini anlatmaktadır. Yönetmenin kendisi gibi İran asıllı Amerikalı bir gazetecinin, arabasının bozulması sonucu İran kırsalında bir köyde konaklaması ve orada ana dili gibi İngilizce konuşabilen bir kadının, önceki gün yeğeni Soraya'nın başına gelenleri ona anlatmasıyla ilerleyen film didaktik yapısı ve içerikle uyuşmayan parlaklıktaki renk skalasıyla zayıf bir seyirlik sunmaktadır.
"Filmin Soraya'nın hikayesinin bir türlü tam anlamıyla içine girememesinin en önemli sebebi dile getirdiği öykünün kültürel ve politik açılımlarını hiçe sayarak, Soraya'nın başına gelen acı olayları bir aldatılan kadın-katil koca denklemi içine yerleştirmeye çabalaması. Bu haliyle yerel öğelerle ve yerli duygularla ilişiğini keserek neredeyse düşük bütçeli bir Hollywood gerilimine dönüşen Soraya'yı Taşlamak, her ne kadar yaşanan olayları köyün içinden bir 15
kadının ağzından anlatıyor olsa da tam anlamıyla didaktik bir Batılı bakış açısına sahip. Dolayısıyla, filmin İran kökenli sinemacılardan oluşan kadrosuna rağmen pek de iyi niyetli olmayan, müsamere estetiğinde bir Hollywood yapımı olduğunu ve anlattığı hikaye ile hiçbir duygusal bağ kurmadığını ileri sürebiliriz." 5
Yönetmenin daha önceki filmlerinde Amerikan sağ politikasının olumlayacağı içerikte yapıtlar olduğu göz önüne alındığında, başkanlık seçimleri sürecinde gösterime giren bu filmin, ABD-İran gerilimi üzerine kurgulandığı görülmektedir. Zira çok daha fazla ve yaygın biçimde recm uygulamasının yaşandığı Suudi Arabistan, Sudan, Mısır vb. ülkelerle ilgili böylesine bir anlatıma gitmeyen Hollywood'un, recm uygulamasının hiç bir yaygınlaşmadığı ve hukuken gerçekleşmesinin de zor olduğu İran'ı, filmin neredeyse üçte birini kaplayacak süredeki vahşetin sömürüsü üzerinden karalamaya çalıştığı hissedimektedir. Kanlı olayın yaşandığı kasabada Soraya'nın teyzesi dışında yediden yetmişe her bireyin toplu katliama katılması ve tamamının canavarmışçasına sunumu, İranlıları olumsuz boyutta tek tipleştirmektedir. Filmde ABD'li gazeteyi oynayan Jim Caviezel'in, özellikle Batılı izleyici nezninde "Hz. İsa'nın Çilesi" filmindeki İsa rolüyle hatırlandığı düşünülürse, İsa'yı andıran benzer bir histerik vahşetle sonlanan filmde, vahşeti tetiklediği vurgulanan İslam'ın, Hristiyan karşıtlığının da
5
Ayşegül Kesirli, "Soraya'yı Taşlamak", www.beyazperde.com
16
hatırlatılması bilinçlidir.6 Sonuç olarak film, yukarıda değinilen 1991 yapımı "Kızım Olmadan Asla" tonunda, İran düşmanlığı üzerinden şekillenen bir yapıdadır.
AZRAİL'İ BEKLERKEN Marjane Satrapi ve Vincent Paronnaud birlikteliğinin ikinci eseri olan 2011 yapımı "Azrail'i Beklerken", 1950'lerde geçen, İslam Cumhuriyeti öncesi İran'ı anlatan bir Fransız filmidir. Başarılı ve tutkulu bir müzisyenin kemanının kırılması ve aynısını bulamadıktan sonra odaya kapanık kesintisiz uyuyarak intiharı denediği film, karakterin geçmişi ve geleceğine geriye dönüşlerle ilerleyen, yer yer gerçeküstü öğeler ve "Persepolis"te olduğu gibi animasyona başvuran bir yapıttır. İkilinin önceki filminde olduğu gibi, Batı tarafından İslam ve terörle kodlanan İran'ın, bu kodlamadan çok daha fazlası olduğunu göstermek bağlamında İran'ın şiir ve müzik geleneklerini öne çıkaran film Seray Genç'e göre ikna edici ve samimi olamamaktadır; "filmin aynı ruhla bize yansımamasının temel nedenlerinde biri de bu Farsi ruhtan farklı olarak oyuncuların ve dilin Fransız oluşudur. Bu durum filmin hayalperestliğinin özellikle Fransız izleyici için oryantalize eder. Oyuncular sadece Fransız değil aynı zamanda oldukça meşhur Fransız oyunculardır."7
6 7
Burak Göral, "Soraya'yı Taşlamak", Arka Pencere (www.arkapencere.com), Mayıs 2010, sayı:29, s. 13 Seray Genç, "Azrail'i Beklerken: Ölmeye Yatmak"i Yeni Film, Temmuz-Ekim 2012, s. 57.
17
Ana karakterin yaşama dair hissettiği hiçlik duygusunun sebeplerinin başında, geçmişte aşık olduğu ama bir başkasıyla evlenen İran adlı kadındır. Kendisiyle yapılan bir söyleşide yönetmen, filmin 1950'lerde geçmesi ve filmde ana karakterin en büyük içsel çatışmasına ve buhranına kaynaklık eden kadının isminin İran oluşunu şu şekilde açıklamaktadır; "50'lerde İran'da askeri darbe oldu ve bu darbe sadece İran'daki demokrasi umudunu yıkmadı, yakın coğrafyadaki diğer toplumlar için de bir hayal kırıklığı oldu. Burada onun metaforu var. Kaybedilmiş bir aşkla da ilgili film, ve bu aşkın adı İran. Bu benim sevdiğim ama kaybettiğim ve hala içimde olan bir ülke ile ilgili bir metafor."8 Buna rağmen filmde söz konusu darbeyle indirilen Musaddık ve kanlı Şah iktidarına dair bir söylem geliştirilmemektedir. İran'ı konu edinen Batı sinemasında özgün bir söylem olarak filmin sonunda, ana karakterin çocuklarının olası geleceğine dair sahnede yaşamlarının Amerika'da bir sitcom estetiğine büründüğü, torunlarının ise obezite ve aptal sarışınlıkla donanmış bir biçimde sürdüğü gösterilmektedir.9 İslam Cumhuriyeti sonrası ABD'ye yerleşen İran'lıların kültür yitimi ve hafızasızlığına açık eleştirel gönderme yapılan bu sahnelerde Batının estetiğine Batı eleştirisi amacıyla başvurulmaktadır.
ARGO Yönetmenliğini Ben Affleck'in üstlendiği, ve 2013 Akademi Ödülleri'nde En İyi Film dahil olmak üzere önemli Oscar ödülleri alan 2012 yapımı "Argo", 1979'daki rejim değişikliğinin ardından 1980 yılında Hümeyni taraftarlarının Tahran'daki ABD elçiliğini basmaları ve görevlileri rehin almaları sürecinde yaşanan bir gerçek hikayeye dayanmaktadır. Aynı saldırıda elçilik binasından kaçmayı başarıp Kanada elçisinin konutuna sığınan altı ABD vatandaşını kurtarmak için CIA'nın "Argo" adlı operasyonunu anlatan film, İran tarihi konusunda Persepolis filminin sinema dünyasında yarattığı etkiyi çağrıştıracak biçimde çizgiromanvari görüntülerle 8
Satrapi'den aktaran Seray Genç, Özge Özdüzen, Marjane Satrapi: Sonra Sinemaya Dokundum ve Dokunur Dokunmaz Ona Aşık Oldum", Yeni Film, Temmuz-Ekim 2012, s. 61. 9 Genç, a.g.e. s. 58.
18
başlamaktadır. Filmin açılış jeneriğini de kapsayan animasyon kısmında Musaddık'ın devrilip yerine Şah Pehlevi'nin getirilmesi konusunda ABD'nin desteği olduğunun altını çizilmesiyle eleştirel bir ton yakalanmaya çalışılmıştır. Bu ideolojik öz eleştiriyi filmin devamında oryantalist klişelere dair eleştirel bir söylem takip etmektedir. Rehine kurtarma uzmanı CIA ajanının planı doğrultusunda Ortadoğu'da çekilecek hayali bir film projesi yaratılıp, altı rehinenin de film ekibi olarak tanıtılmasıyla gerçekleşecek operasyonda yapımcılarla buluşan ajanlar, İran'ı Irak'la karıştıran kişileri ve bölgeyi yüzeysel oryantalist bilgilerle tanımlamaya çalışan uzmanlarla karşılaşmaktadırlar. Benzer şekilde ajanlar İran'daki yetkililerle film üzerine konuşurlarken, İranlı bürokrat filmde dansözler, yılanlar ve yine "Kızım Olmadan Asla" filmini çağrıştıracak şekilde İranlı bir erkekle evlenmiş ABD bir gelin olup olmadığını sormaktadır.
Bu özeleştiri ve oryantalizm karşıtı dokunuşlara rağmen "Argo", hem klasik oryantalizme hem de yeni oryantalizme varacak sahneler içermektedir. Filmin İstanbul'da geçen sahneleri, ilahiler eşliğinde cami görüntülerinden ibarettir. 19
Sultanahmet Cami'sinde geçen sahnelerin iç mekanında ise Ayasofya'nın Hristiyanlık döneminden kalma duvar süslemelerine yer verilmesi filmin dinsel hoşgörü çağrısı olarak okunabilmektedir. İran topraklara girişin ve çıkışın, alkol yasağıyla ilişkilendirildiği liberal tondaki filmin İran temsili ise çok daha sıkıntılıdır. İran halkının ve İran halkının sesinin yer almadığı filmde yediden yetmişe tüm İranlılar kötü olarak tek tipleştirilerek tek dertleri Amerikalıları ve sırf Amerikalılara benzedikleri için Batılıları linç etmek olan kişiler olarak resmedilmektedir. Sokaklarda görülen ve karakterlerle birlikte izleyicilerin de terörize olmasına sebep olan idam görüntülerinin bir çoğunun ses kanalında ezan sesi veya ilahiyi çağrıştıran sesler duyulmaktadır. "Argo"da Hümeyni'nin ve onun devrim muhafızlarının sunumu ise Hollywood tarihinde Hitler ve onun SS subaylarının sunumuyla aynı kamera açılarını ve sanat yönetimini içermektedir. Filmde görüldükleri her anda karakter ve izleyicileri terörize ederek filmin gerilim tonunu yükselten tehlikeli, fanatik ve sistematik devrim muhafızları, filmin bu bağlamda zirve noktası olan pasaport kontrol bölümünde ajanların verdiği storyboard çizimleri karşısında muhafızların çocuklaşması ve bu sayede kurtuluşun gelmesi, rejimin militanlarının kötü olmak dışında aptal olarak temsil edilmektedirler. Bu noktada iki ülke arasındaki gerilimin ABD'de yaşamakta olan İranlılar üzerinde yarattığı tahribatı göstermek amacıyla "Argo", bazı milliyetçi Amerikalıların İranlılar'a saldırdığı görüntüleri özeleştiri bağlamında vermektedir. Ancak filmin başından sonuna dek izleyici verilen İranlı sunumları ve onların ABD nefreti, aynı izleyicinin ABD milliyetçileri konusunda yaptıklarının yanlış olarak yorumlansa bile tepkilerinde haklı oldukları yanılsamasını doğurmaktadır.
Burçin S. Yalçın'ın tabiriyle eleştirel bir Pollack filmi olarak başlayıp Tony Scott filmlerinin yorucu ve kibirli havasıyla sonlanan10 "Argo", gösterime girdiği dönem göz önüne alındığında, Arap Baharı süreci ve devamında gelen Libya'daki ABD elçiliğinin basılışıyla elçinin öldürülmesi olayları neticesinde özgüven kaybına uğramış Amerikan 10
Burçin S. Yalçın, "Operasyon Argo", Arka Pencere (www.arkapencere.com), Aralık 2012, sayı: 162, s. 6.
20
halkına daha zorlu bir siyasi rehine krizinin tek bir kurşun sıkılmadan nasıl zaferle sonuçlandığını göstererek sinemasal bir arınma sağlamaktadır. Eleştirel söylemle beslenmesine karşın film, oryantalizm eski ve yeni kodlarını kullanarak düşmanlaştırıcı bir seyire dönüşmektedir. Filmde Farsçanın alt yazıyla bile çevrilmeyişi "öteki"leştirme noktasında filmin en şaşırtıcı tercihlerindendir.
SONUÇ Sinema tarihi boyunca "öteki" olarak kodladığı tüm halklara ve kültürlere karşı dışlayıcı, tek tipleştirici ve oryantalist bir dil tutturan Batı sineması, siyasal gelişmelerle paralel biçimde yükselen bir ivmeyle İran halkı ve kültürüyle de benzer bir etkileşime girmiş, fakat klasik oryantalizmin normlarını bozacak denli özgün İran deneyimi karşısında sinemasal üretkenliğini yitirmiştir. Bu noktada uzun yıllar başka konu başlıklarına eğilen Batı sineması ve özellikle Hollywood, 11 Eylül saldırıları ve Afganistan ile Irak'ın ele geçirilişinden sonra yeniden şekillenen politikalar ve oryantalizmle birlikte baş düşman/öteki İran'a olan ilgiyi arttırmışlardır.
Bu süreçte ortaya çıkan filmlerin Amerika ayağında, özellikle "Syriana"da eleştirel bir ton olduğu görülmekle birlikte "Soraya'yı Taşlamak" ve "Argo" filmlerinde eleştirinin 21
bir kılıf işlevi görerek düşmanlaştırıcı ve şiddet-terör sarmalında tek tipleştirici bir İran temsili ortaya konmaktadır. 2000 sonrası dönemde Fransız sinemasında öne çıkan örneklerde yönetmenin kimliğinden kaynaklanan bir aidiyetle birlikte İran temsillerinin
daha
gerçekçi
ve
ABD
örnekleriyle
kıyaslandığında
eleştirel
yaklaşımlarda daha samimi olduğu görülmektedir.
Sonuç olarak, başta Hollywood olmak üzere Batı sinemasının geçmişte Alman, Japon, Rus, Kızılderili, Afrikalı ve Arap temsillerinin çokluğuna bakıldığında İran'ın, siyasi gerginliğe rağmen görece az temsil edilen bir kültür olduğu görülmektedir. Çekilen filmlerde ise özellikle 1980'li yıllarda kaba propaganda tadındaki Soğuk Savaş dönemi filmlerine nazaran daha sanatsal ve eleştirel olduğu görülmektedir. Fakat "Syriana" ve "Argo" filmlerinin her ikisinin de yapımcısının George Clooney olduğu düşünülürse liberal ve eleştirel sinemacıların giderek şahin politikaları destekler noktaya geldikleri ve önümüzdeki dönemde İran temsillerinde ne gibi dönüşümler olabileceği konusunda belirsiz bir sürece girildiği görülmektedir.
KAYNAKÇA
KİTAPLAR ULUÇ, Güliz; Medya ve Oryantalizm, Anahtar Kitaplar, İstanbul, 2009, 478 s.
MAKALELER GENÇ, Seray; "Azrail'i Beklerken: Ölmeye Yatmak", Yeni Film, Temmuz-Ekim 2012 GENÇ, Seray - Özge Özdüzen; "Marjane Satrapi: Sonra Sinemaya Dokundum ve Dokunur Dokunmaz Aşık Oldum", Yeni Film, Temmuz-Ekim 2012
İNTERNET SİTELERİ "Persepolis'ten Dersler", www.azizmsanat.org, Mart 2008 22
GÖRAL, Burak; "Soraya'yı Taşlamak", www.arkapencere.com, sayı: 29, Mayıs 2010 KESİRLİ, Ayşegül; "Soraya'yı Taşlamak", www.beyazperde.com YALÇIN, Burçin S.; "Operasyon Argo", www.arkapencere.com, sayı: 162, Aralık 2012
23
Söyleşi: istanbulimpro & Burak Tamdoğan Fırat Tunabay Bir sahne düşünün. Modern dünyayı bilen, modern dünyaya doğaçlama tiyatroyu tanıtan… Bu sahnede, ideolojisi insan olan, arsız, muhtelif, interaktif ve eğlenceli, doğaçlamaya gönül vermiş bir mürettebat düşünün. Dünya’ya inatla “Son 50 yılın en modern ekolü olan doğaçlama tiyatro, bizim geleneksel tiyatromuzdur!” diyen istanbulimpro ile hayatı, tiyatroyu, gündemi ve yasakları konuştuk. Tahmin edeceğiniz üzere, tamamiyle doğaçlama bir sohbet oldu
24
Postmodernizmin özellikle sanatta birçok tabuyu yıktığını biliyoruz. Ama bir yandan da postmodernizm birçok durumun içini boşaltıp, anlam yitimine sebep olduğunu
da
biliyoruz.
Postmodernizmin
şekillendirdiği
tiyatroyu
nasıl
buluyorsunuz? Öncelikle
postmodernizm
tartışmasında
Terry
Eagleton’la
aynı
cephede
durduğumuzu söylemek gerek. Postmodernizmin, modernizmin devamından başka bir şey olduğunu düşünmüyoruz. Bu anlamda neomodernizm demek daha doğru olacaktır. Kapitalizmin tüketim döngüsü kendine de sirayet ettiği için süreklilikle kendini yenileme gereksinimi duymaktadır. Bu yenileme sürecinde tüm bilimsel, sosyal ve kültürel alanlarda gerekli kaynaklarını da yaratmaktadır. Örneğin kişisel, toplumsal bir çok alanda sıkıntılara yol açan ve klinik çözümler aranacak noktada ele alınan Voyorizm* kültürel bir araca dönüştürülebilmektedir. Büyük camekanların ardında bir yandan kendini teşhir eden insanlar, diğer yandan sokakta gezen insanları röntgenleyerek beslenmek gibi bir kültüre yönlendirilmektedir. Klinik bir sorun kar alanına dönüştürülmüştür. İnsanlara ellerinde hamburgerle ürünün ve fast food yaşam tarzının reklamını yaptırırlarken, diğer yandan teşhircilikle bu yaşam tarzının
hazını
bir
ürüne
dönüştürmekteler.
İşte
postmodernizm
yahut
neomodernizmin kültürel yanılsaması budur. Olmayan duvarlar aşılmış, ancak gerçek olmayan sığınaklar inşaa edilmiştir. Voyorizm gibi bilimsel bir klinik bulgunun hayat pazarlaması alanında kullanılması dehasıyla buluşuruz. Ne var ki bu bilimsel veri hayatımızı kolaylaştırmadığı gibi, ticari birer eşyaya dönüşümümüzü de derinleştirir. Yıktığı bir sürü köhne tabuyla, insan olarak var oluşumuz da aynı tüketim listesinde yerini almaktadır.
Sorunun yanıtını ekoller, biçim yahut içerik açısından vermek postmodernizmin ya da bizce adıyla neomodernizmin ruhuna aykırıdır. Sunumu açısından ele almak gerekir. Çünkü sunuluş biçimi sunulanı ve işlevini belirler. Işlev de varlık görünümüdür. 25
Sorunuza; bahsettiğiniz tiyatro sunumu yüzünden elde ettiği sonuç itibarıyla pornografidir** diyerek yanıt vermek istiyoruz. Partneriniz ile yaşadığınız cinselliğe bu adı neden veremediğinizle ilgilidir mesele. Birbirinize ve bize sunuşunuz, amacınızla yani.
Söz gelimi son dönemlerde ülkemizde çokça rağbet gören In-Your-Face*** akımını ele alalım. 1990’lı yıllarda İngiltere işçi sınıfının yaşadığı yerlerden doğup, ötekileştirilmişlerin tepkisini içselleştirmiş bir ekol olarak sahneye çıkan bu akım, bugün ülkemizde o işçi sınıfının satın alamayacağı fiyatlara satılan biletlerin karşılığında sahnelenmektedir. Yani tam da tepki gösterdiği kitleye haz vermek üzere sahnelenmektedir. Ötekileştirilmişlerin içine sıkıştığı sömürü ve metalaşmaya karşı hakaret niteliğinde bir başkaldırı olan bu zavallı akım, tam da sıkıştıran ve metalaştıranlar için bir eğlenceye dönüşmüş oluyor. Bu pornografi değildir de nedir? Sanata Devlet desteğinin gerekli olup olmadığı konusunda düşünceleriniz nelerdir? Serbest piyasa ortamında Tiyatro'nun sadece kar amacı gütmesiyle popülistleşmeşi konusunda endişeleriniz var mı? Sanata devletin desteği olmaz. Hiçbir zaman da olmamıştır. Devlet sanatı kontrol altında tutmak için destekler gibi görünür. Uyuşturucu satıcılarının ilk malı bedava vermesinden başka şey değildir. Farkındaysanız destek deyince aklımıza hibe edilen bütçelerden başka bir şey gelmiyor. O bütçelerin karşılığının nasıl alındığı, hangi bağımlılık ve bağlılıkların yaratıldığı, bütçeler karşılığında nasıl yönlendirildiklerini, ne amaçla kullanıldıklarını hiç düşünmüyoruz. Sonuç; Devletin sanata destek vermesine gerek yoktur. Ancak insanların vergileriyle alınacak silahların parasının, toplumun duygusal ve düşünsel gelişmişliğinin fahriye ablası olan sanata aktarılmasını gerekli görüyoruz.
26
Bir meslek ve geçim aracı olarak tiyatronun daha çok seyirci çekmek amacıyla popülistleşmesi çok doğaldır. Bizce mühim olan, hangi popülasyonun yani kitlenin ilgisine mazhar olmak için hareket ettiği ve nedenidir. Yanıt sadece geçim ve gelir elde etmek ise, sanat halka mal olmuş, lakin “a” şapkasını yitirmiştir. Daha da kötüsü sanat halka meal**** olma olma yetisini de kaybetmiştir. Endişeliyiz ama sanatın doğasına güveniyoruz. Tarih bu güvenimizin dayanağıdır.
Muhafazkarlaşmanın her alanda kendini hissettirdiği bir dönemde, sinema ve tiyatronunda giderek muhafazakar hale geldiğini söyleyebilir miyiz? Sanat arsız ve sorgulayan yapısıyla muhafazakarlaşma yetisine sahip değildir. Yani sanat muhafazakarlaşamaz. Ancak muhafazakarlar sanat yapabilirler. Siyasi arena ve toplum muhafazakarlaşıyorsa, sinema ve tiyatro da onu takip edecektir. Tüm dünyada popülerleşen tutumlar, kapital örgütlenmelerini gerçekleştirdikleri için geniş çapta yayılma imkanı bulmuşlardır. Dolayısıyla tutumlar ve ideolojiler kendilerini ifade eden eserleri desteklerler. (Bakınız Devletin Sanata Desteği konusunda verdiğimiz yanıt.) Ülkemizde muhafazakar sermaye, iktidar tarafından 27
önü açılmış finans olanaklarına sahip olmakla birlikte, henüz tüm ülkenin finans arenasını ele geçirmiş değildir. Özetle; çok oldular (!) , daha da çok oluyorlar ama henüz hepsi olamadılar. En azından biz, kendimize fiyat biçemediğimiz için, hepsi olamayacaklar.
Türkiye Sanat Kurumu (TÜSAK) yasa tasarısı hakkında görüşleriniz nelerdir? Devletin sanata destek olma çabasıdır. (Bakınız devletin sanata desteği ile ilgili yanıt.) Tasarım ve şık sunum kabiliyetleri olmadığından ne yeni ne de estetik olamayan bir tasma önerisidir. TÜSAK sadece iktiidarla mevcut pozisyonunu muhafaza etmek ve bundan kar etmek isteyenler için faydalı olacaktır.
Son dönemlerde peşi sıra gelen yasaklara karşı sanatın eleştirel gücünü bize biraz anlatabilir misiniz? Bugünden tarihe baktığımızda padişahların kendilerini övsün ve adlarına methiyeler dizsin diye besledikleri sanatçıların eserlerini (!) değil, erke karşı eleştirel tutumunu korumuş ve veya erkten beslenirken onu sorgulamış eserleri sanat olarak 28
hatırlıyoruz. Çinde Kabuki tiyatroları bir düzineden fazla hanedanın yıkılmasının sebebi olmuşlardır. Bizce eleştirmiyorsa, sorgulamıyorsa sanat mümkün değildir. Öyle olsa dondurma yalamak da sanat tarihinde yerini alırdı.
Biraz da grubunuz istanbulimpro ve oyunlarınız hakkında bilgi verebilir misiniz? Biz istanbulimpro olarak Anadolu’nun ve tüm dünya halklarının öz sanat biçimi olan doğaçlama tiyatro (improve) disiplinini benimsedik. Dünyaya da bunu, son 50 yılın en modern ekolü olan doğaçlama tiyatro bizim geleneksel tiyatromuzdur diyerek bunu duyurduk. Modern dünyayı biliriz. Modern dünyanın modern doğaçlama tiyatrolarını tanırız. Onlar da bizi tanır. 2007’den beri farklı ülkelerde yapılan bir çok festival katıldık, atölyeler aldık. Aynı festivallerde Anadolu Geleneksel Tiyatrosu’ndan ve sanat biçimlerinden yola çıkarak oluşturduğumuz yeni biçimlerin atölyelerini verdik. Doğaçlama, doğası itibarıyla önceden denetlenemez. Bu sebeple de arsızdır ve muhaliftir. Bu arsızlıkla, kendi yarattığımız gösteri formatlarıyla bir cok ülkede gösteriler yaptık. istanbulimpro olarak en büyük özelliğimiz, popüler olma kaygısı güttüğümüz kesimin öğrenciler, işçiler ve en geniş halk tabakası olmasıdır. Bu sebeple 29
Anadolu’nun geleneksel biçimlerini modern biçimlerle buluşturmak adına hareket ediyoruz. Anadolu’nun vazgeçilmez dili olan müzik ve şarkı, doğaçlama oyunlarımızın temel anlatım araçlarındandır. Oyunlarımız gibi müziğimiz ve şarkılarımız da orada, o anda doğaçlama olarak icra edilir. Beslendiğimiz toplumun ve bireysel olarak her birimizin bilinci, oyunlarımızda sahneye çıkar. Oyunlarımız ancak bizim kadar politik, eleştirel ve arsızdır. Seyirci kalan seyircilere değil, katılımcı olan konuklara oynarız. Oyunlarımız interaktiftir. Ne seyircinin, ne de bizim önceden kurguladığımız şeyler olur sahnemizde. Katılımcılarımıza “aldın biletini, ne varsa onu izleyeceksin” demeyiz. “Hadi bakalım bi’el atın birlikte yaratacağız” deriz. İdeolojik olarak tutumumuz gereği, mekansal ve makamsal tahakküm kurmayız. Yönetmen yoktur bizde. Katılımcılarımızın üstünde, yüksek bir sahnede oynamayız. Katılımcılarımız hem etken olsunlar, hem de sahneyi rahat görsünler diye bizden yüksekte otururlar.
Oyunlarımız: Ne Ala Temaşa: istanbulimpro’nun kurulduğu günden bu yana oynadığı oyunu. Katılımcılardan alınan yönelimlerden hareketle, kısa oyuncuklardan (Short Form) 30
oluşan bir doğaçlama kabaredir. Kayıp Oyun: Formatı bize ait olan ilk oyunumuz, doğaçlama çalınan iki dakikalık bir müziğe seyircinin yaptığı yorumlar üstüne kurulan uzun bir öyküdür (Long Form). Bir Zamanlar: Formatı istanbulimpro kurucularından Koray Tarhan ve kadim dostumuz psikolog Tolga Erdoğan tarfından oluşturulan, seyircinin bilinç altını sahneye çıkaran uzun oyunumuz (Long Form) Olay Rusya’da Geçiyor: Seyircilerden alınan yönelimlerin kılavuzluğunda, Çehovyen tarzda oynanan, Çehov’un yazmaya vakit bulamadığı bir uzun oyundur (Long Form). Bir Zamanlar Kadın: Bir Zamanlar oyunumuzun formatında, istanbulimpro’nun kadın oyuncuları tarafından kadın bakışıyla oynanan uzun oyunudur (Long Form). Davul Tozu: Formatı grubumuzun kurucularından Koray Tarhan ve Burak Tamdoğan’a ait, seyirci ile yol alan iki kişilik ve açık biçim uzun oyunudur (Long Form).
istanbulimpro’nu Kısa Tarihçesi -2007 yılında İstanbul’da Evren Gülseven, Evren Duyal, Koray Tarhan, Zeynep Özyurt Tarhan ve Burak Tamdoğan tarafından kuruldu. İlk gösterilerini bir yıl boyunca Beyoğlu’nda sonradan el değiştirip adı 2.Kat olan Rengahenk Sanat Evi’nde yaptı.
-2008 yılında Galatasaray Meydanı’nda kendi sahnesini, Beyoğlu Terminal’i açtı.
-13-20 Mayıs 2012 tarihleri arasında 1.İstanbul Uluslararası Doğaçlama Festivali’ni gerçekleştirdi. Amsterdam, Berlin, Chicago, Toronto gibi şehirlerde yıllardır düzenlenen Uluslararası Doğaçlama Festivalleri’nin bir benzeri Türkiye’de ilk defa istanbulimpro ve Akla Ziyan Oyuncular Topluluğu işbirliğiyle İstanbul’da hayat buldu. Festival sürecinde, Türkiye’den pek çok doğaçlama tiyatro grubunun yanı sıra,
31
Atlanta (ABD), Seatle (ABD), Chicago (ABD), Milano (İtalya)’dan pek çok sanatçıya ev sahipliği yaptı. -2013 yılında Beyoğlu’ndan Kadıköy’e, Halitağa Caddesi’ne taşınıp Kadıköy Terminal Sahnesi’ni açtı. 2.Uluslararası Doğaçlama Festivali, 2013 Mayıs’ında Kadıköy Terminal Sahnesi’nde gerçekleşti. istanbulimpro gösterilerini halen bu sahnede oynuyor. *Röntgencilik (Voyörizm)
Bu terim soyunurken, tuvalet ihtiyacını giderirken veya cinsel ilişkide bulunurken insanları gözetleme davranışı için kullanılır. Normal cinsel ilişkiye girme isteği veya gücü olmayan kişilerin, sevişen bir çifti veya soyunan birini seyrederek doyum bulması olayına röntgencilik denir. Şüphesiz ki bu olay çok yaygındır ve ılımlı düzeyde hemen bir çok yerde görülebilen nisbeten zararsız bir davranıştır. Gerçekten de karşı cinsin vücudunu veya cinsel organlarını görmek insanı seksüel yönden uyarır. Aynı şekilde soyunan bir kişiyi veya cinsel ilişkiyi seyretmek de kişiyi heyecanlandırır. Bu nedenle strip-tease gösterileri, göbek dansı, erotik filmler veya pornografik yayınlar insanların çoğunun ilgi gösterdiği şeylerdir. Yani şu ya da bu şekilde röntgencilik bir çok kişiyi tahrik eden bir olaydır. Aynı teşhircilik olayında olduğu gibi, her insanda biraz röntgencilik vardır denilebilir. Ancak röntgencilik kişinin tek ve en önemli cinsel tatmin yolu olup, normal cinsel ilişkinin yerini alırsa o zaman bir cinsel davranış bozukluğu söz konusudur.
Röntgencilik eğilimi çocukluk çağlarında çok daha açık bir şekilde görülür. Merak dürtüsü ile tuvalet kapısını gözleme olabilir. Ancak bu merak dürtüsü tatmin edilince gözetleme isteği de haliyle kaybolur. Teşhircilik ve röntgencilik madalyonun iki yüzü gibidir. Genellikle kastrasyon kompleksine dayanır. Ayrıca çocukluk çağında cinsel ilişkiye şahit olmanın yarattığı korku ve suçluluk duyguları da önemli etkenlerdir. 32
Daha önceki bölümlerde değinildiği gibi cinsel organlar ve cinsel ilişki hakkında verilecek doğru ve olumlu bilgilendirme ile ilerde bu gibi cinsel davranış sorunları önlenebilir.
**Pornografi witold gombrowicz'in aynı isimli yapıtında şöyle tanımlanıyor pornografi: "en basit biçimde açıklamaya çalışalım. insan, biliyorsunuz, mutlak olana, eksiksizliğe, gerçeğe, tanrı'ya, tam bir olgunluğa yönelir. her şeyi kavramak ve kendini bütünüyle gerçekleştirmek; uyduğu ahlâk buyruğu budur. oysa pornografi'de, bana kalırsa insanın kuşkusuz çok daha gizli, hattâ bir anlamda yasadışı bir başka amacı ortaya çıkıyor: tamamlanmamışa... yetkinsizliğe... düşmüşlüğe... duyduğu ihtiyaç..."
***In-your-face tiyatro: (İngilizce suratına ya da yüzevurumcu tiyatro), 90’lı yıllarda İngiltere’de ortaya çıkan bir tiyatro anlayışı. Son yıllarda Türkiye’de de örnekleri sahnelenen In-your-face, ana akım tiyatrodan içerdiği şiddet dozu, uyuşturucu kullanımı canlandırmaları ve cinselliğe yapılan vurgu, hatta çeşitli cinsel davranışların açıkça sergilenmesi üzerinden ayrılır.
Oxford İngilizce Sözlüğü’nün 1998 versiyonunda “in-your-face” ifadesinin anlamı, “açıkça saldırgan ya da kışkırtıcı, görmezden gelmenin ya da kaçınmanın mümkün olmadığı şey ya da olay” şeklinde verilir. Bu noktada “gerçeklerin yüzünüze ani ve ağır tepki uyandıracak bir şekilde çarpılması” olarak tanımlayabiliriz in-your-face tiyatronun amacını. Bu tiyatro akımını 2001 yılında "Suratına Tiyatro" (In-your-face Theatre: British Drama Today)
****Meal Her yönüyle aynen aktarılması mümkün olmayan bir sözün başka bir dile yaklaşık olarak çevirisidir. 33
Şiir ve Bilimin Yol Arkadaşlığı T. Ayhan Çıkın 1.GİRİŞ
Özetle bilimsel bulguların kültürel ortama yerleşmesine, kültür içinde bilimin kökleşmesine , böylece bilimin halk için daha çekici hale getirilmesine şiirin katkısı olabilir. Hem şiirsel ve hem de bilimsel kavramlar karşılıklı olarak birbirilerini zenginleştirebilirler. Bilim ve şiir tarih içinde, yan yana olmuşlardır. Ancak bilimin, teknolojiyi, teknolojinin ekonomik ortamı, hatta yaşam ortamını değiştirdiği dünyada , aşırı bir uzmanlaşma yaşanmaktadır. İster istemez sanallaşan bir kürede bilim de , şiirde soyutlaşmakta, “şiiri bilmeden bilimle”, “bilimi bilmeden şiirle” uğraşanlar, gerçeği sezmekte, algılamakta, onu açıklamakta eksik kalmaktadırlar. Bilim insanı ve şairler yaşamı açıklayıcı söz ve simgeleri, kavramları, araştırırken, bunun geniş kitlelere ulaşmasının da yolunu bulmalıdırlar. Şiirin kanatlarında bilimsel bilgiyi/bulguyu dokuyabilme, dizelerin titreşimi ile bilimsel ürünün kanatlanması ve çok daha fazla insanla buluşması sağlanamaz mı? Ya da bunu yapabilen toplumların gelişmişlik düzeylerinde bir farklılık var mı?
Şiir bilimi, bilim şiiri kucaklayabilirse, sanırım kültür bahçesinin çiçekleri çok daha farklı
renklenecek
ve
kokuları
tüm
evreni
kucaklayacaktır.
BİLİM11 -Bilim için gözlerini kırpmadan hayatını verenlereHades’lerin yurdunda Karabulutlara saklanmış yıldızlar 11
Adabelen Dergisi, Yıl :9, Sayı :29, Ocak 2014, s.8.
34
Karanfilleşir Akdeniz akşamlarında güneş Saklanır mor sisler ardına gerçekler Kuş bakışına almış tüm sorunları Çözecektir Bilim
Nasılda aşılmaz karanlıklar Bilimin ak sularında yıkanırken evren Çirkinlikler güzelliklerden mi alır hıncını Soracaktır her türlü soruyu Koyacaktır çözümünü Karanlık güçlerin önüne Bilim
Nasılda koşulmaz tarihin aydınlık yollarından Cehennem ateşleri mi yanıyor Anadolu kırlarında Sonsuzluğa ulaşacak insan aklı sormakla Mavi gecelerde saklı bilinmezlikleri Okutacaktır galaksilerde çocuklara Bilim
Bilgi ırmağında yıkanır karanlığın pusu Deney masalarında durulur şeriatın sesi Sormalı, binlerce kez sormalı : “neyi,nasıl ve nedeni?” Yankılanmalı yurdun göklerinde aydınlığın sesi Sorgulayacaktır bilinmezliklerin sis perdesini Bilim
35
Her sabah herkesle paylaşılan aydınlığı "Dünyada en hakiki mürşit ilimdir, fendir" Aştır, aşktır, ekmektir, yaşamdır bilgi Güneşin doğduğu yerleri karanlıktır ülkemin Aydınlatacaktır Bilim
Üretirken öğrenir insan kimliğini Bilgi üretmekle başlar uygarlığın abece’si Doğmalarla kararmış şarkın ufuklarında Yanlış değildir karanlığı sorgulamak En yüce ışıktır vahiylere Aydınlatacaktır Bilim
T. Ayhan ÇIKIN
Şiir bilimi, bilim şiiri kucaklayabilirse, sanırım kültür bahçesinin çiçekleri çok daha
farklı
renklenecek
ve
kokuları
tüm
evreni
kucaklayacaktır.
2. BİLİM VE BİLİMİN ÖZELLİKLERİ
Bilimi
tanımlamak
oldukça
karmaşık
bir
konudur.«Dictionnaire
Robert »,
19.yüzyıldan beri söylenen , en geniş kapsamlısından en dar kapsamlısına, bir düzineden fazla tanım vermektedir. Bunlardan en fazla itibar gören tanım şudur : « belirlenmiş bir yöntem ve bir nesneyle karakterize edilen ve doğrulanabilir nesnel 36
ilişkilere dayanan, evrensel bir değere sahip bilgilerin tümü''. Başka bir sözlüğe göre ‘bilim,
deneysel
yöntemlerce
gerçekleştirilmiş
ve yasalara/kuramlara
uyan
fenomenlerden elde edilen göreli bilgidir’. Ancak bilimin doğal ve maddi nedenlerden dolayı olayları incelemede sınırlı kaldığı da bir gerçektir .
Bilimin üç bileşeninden bahsedilir:
-
gözlem,
- deneme ve - yasalar. Yasalar : Gözlemlenmiş fenomenler bazında ölçülen miktarlar arasındaki değişmez ilişkileri ortaya koyduğu zaman, onlar arasındaki bu büyüklükleri bağlayan bir yasanın varlığından söz edilebilir. Örneğin Newton'un evrensel çekim yasası aşağıdaki gibi ifade edilir : “Her bir noktasal kütle diğer noktasal kütleyi, ikisini birleştiren bir çizgi doğrultusundaki bir kuvvet ile çeker.Bu kuvvet bu iki kütlenin çarpımıyla doğru orantılı, aralarındaki mesafenin karesi ile ters orantılıdır: F= G(m1.m2/r2)”.
Bilimin yanıtını aradığı ana soru: Nasıl? Dinlerin üzerinde durduğu temel soru : Niçin ?’dir.
Bir bilim adamı inanabilir mi ?
Özellikle bilimle din arasında bazı karşıtlıkların olduğu her zaman gündemde yer almıştır. Bir bilim adamı inanabilir mi ? Bu sorunun cevabını “evet” olarak veren pek çok insan vardır. Böyle bir davranış , a priori, din çürütülemez alanda kaldığı sürece , rahatsız edici bir durum değildir; çünkü dinsel inanışlar bilim alanı dışında kalan olaylardır. Bilim ile din arasında çelişkili duyguların yaşanmasına özel bir ilgi ve 37
dikkatle yaklaşılmalıdır. Bilim tarihi içinde pek çok büyük bilim insanın din kurumları ile içli/dışlı olduğu gözlemlenmiştir. Bu konuda Galileo’nin durumu tipik bir örnektir. Papanın yakın dostu olan Galileo’nin bazı dinsel dogmalara karşı çıkan, onları geçersiz kılan bilimsel çalışmaları, tarihi süetçe Din-Bilim ilişkisinin önemli bir dönüm noktasını teşkil eder. Bu konuda Darwin’in, vb…pek çok bilim adamlarının hayatları da tipik örnekler oluşturur.
Bugün bir çok ülkede (başta ABD’de) Kilise , Darwinizm’e alternatif olarak , Kutsal Kitap’larda anlatılan, -örneğin evrenin 7 günde yaratıldığı öyküsünden hareketleYaratıcılık teorisini araştırmaya ve öğretmeye çalışan bir bilim (!) meydana getirmeğe soyunmuştur.
Günümüzde Din, daha çok moral ve etik değerleri koruyarak, Bilim sınırının gerisinde kalır. Bununla birlikte bu sınırlar,bilim lehine, git gide hızla genişlemektedir.
Bilim, gözlemin olduğu her yerde, bu gözlemlerden itibaren bir yasanın/kuramın geliştirilmesi ve denemesinin yapıldığı her yerde bulunur.
Resmi bir bilim var mıdır ?
Bunun tarih içindeki en olumsuz ve tipik örnekleri :Naziler ve Yahudiler ve Burjuva bilimi- Sovyetik bilim (Lisenko olayı) örnekleridir.
Bilimi güvenilir kılan, uyguladığı yöntemdir. O nedenle bilim her zaman “yanlışlanabilir” olduğunu kabul eder.
38
3. ŞİİR VE ŞİİRİN ÖZELLİKLERİ Bilim , doğada var olan her şeyle ilgilenir… Hele insanı ilgilendiren, insanın ilgilendiği konularla daha yakından ilgilenir. Pek çok dost, “şiirle bilimin ne ilişkisi olabilir ?” dese de, şiir, insanı ilgilendirdiğine göre, bilimde onun “nasıl ve niçin”ini sorgulamalıdır. Tabii, böyle bir sorgulama bu yazının amacı değildir. Şiirle bilim arasındaki ilişkiyi, bir literatür taraması üzerinden kurmaya çalıştım. Çünkü bu satırların yazarı, profesyonel bir “şiir araştırıcısı” değildir.
Özellikle çalışma süreci içinde şiir olgusunu “ele avuca sığdıramadım”… O kadar farklı şiir anlayışı var ki? Onu tanımlamak neredeyse mümkün değil… “Şiir, özellikle koşuk olarak , seslerin, ritimlerin, armonilerin yoğun bileşimiyle en canlı heyecanları, izlenimleri, duyguları algılama ve çağrıştırma sanatıdır”
12
diye
bir tanım veriyor Larousse.
Başlıca şiir türleri : lirik, epik, kahramanlık şiirleri; dramatik şiir, pastoral şiir,vb Şairlerden şiirin on tanımı13 :
-
Şiirin
ne
olduğu
bilinmez,
ama
karşılaşınca
tanırız
onu.
(Jean L'Anselme)
- Şiir, bir insanda kilitlenmiş bir dünyadır (Victor Hugo)
- Şiir, hayali olan, düşler kuran, arzu eden ve ekseriya başa gelen şeydir. (Jacques Prévert)
12 13
http://www.larousse.fr/dictionnaires/francais/poésie/61960 Citations tirées de L'Agenda du (presque) poète, par Bernard Friot, Ed. La Martinière.
39
- Şiir, kulaklar ile görmeyi hizmet eder . (Jean-Pierre Depétris)
- Şiir, yağmur yağdığı zaman havanın güzel olduğunu ve hava güzel olduğunda yağmur yağdığını söylemeyi bilmektir. (Raymond Queneau)
- Şiir, dil içinde dildir. (Paul Valéry)
- Şiir, her insanın kendi içinde taşıdığı müziktir. (William Shakespeare)
- Şiir, insanın ancak beraber tasarımlayabileceği iki sözcüğün karşılaşmasıdır. (Federico Garcia Lorca)
- Şiir, sessizliğin konuştuğu zamandır. (Georges Duhamel)
* Şiirin bir faydası olup olmadığı, şairin niçin ve nasıl şiir ürettiği pek çok şiir ustası tarafından dile getirilmiştir. Öyleyse şiir için şu sorular sorulmalı mıdır14? - Şiir bir sanat mıdır?
- Şiir bir bilgilenme ve eylem aracı mıdır ?
- Şiir bir dil midir ? Bir “ruh şarkısı” mıdır ?
3.1. Şiir bir sanat mıdır ?
Şair Horace’dan beri, şiir genellikle, doğayı hoş bir şekilde temsil eden bir tablo gibi
14
Jean-Luc, “La valeur essentielle de la poésie”, http://www.etudes-litteraires.com/poesie.php
40
kabul edilmiştir15. En güzel şiir, yüksek kaliteli renklerle çalışılmış, gerçek bir resim türü eser olacaktır. Edebiyat tarihi, şiirin incelikleri , zengin ve güçlü parçaları ile doludur. Şiir, iyi söz söyleme, bir düşünceyi süsleme sanatı olduğuna göre, 17. ve 18 . yüzyıllarda şiir kavramında büyük bir dalgalanma görüldü. Felsefe koleksiyonlarını, tarihi eserleri, hatta matematik el kitaplarını bile manzumeler şeklinde yazanlar ortaya çıktı. Voltaire gibi bir şairin şiirlerinin uzun yıllar kütüphanelerin tozlu raflarında beklediğini söylemek gerekir.
Vigny’nin “La bouteille à la mer” (Denizdeki Şişe)’i okunduysa, Bilim ve Düşünce’nin gelecekteki zaferinde, şairin rolünde parlayan inancını okuyucusuyla paylaşmasını bilmesindendir16. Bu “dalgalar ve rüzgar” içinde şiirin güvenli bir limana ulaşmasında düşünceyi yer vermesiyle mümkün olabilecektir.
Şiir, sırça bir mücevher kutusu içinde, elmasın saflığı ve sertliği düşüncesini veren herhangi bir kimyacının büyük çalışması, dönüşümü olarak, edebiyatta istisna bir yere sahip olmuştur. Duyguların ve tutkuların müziği, ruhun bir çeşit şarkısı olarak şiir, yürekteki duyguların
ifadesi
olduğundan
,
yürekteki
duyguları
üreten
bir
çeşit
soybilimi(généalogie)’dir, denebilir.
3.2. Şiir bir bilgilenme ve eylem aracı mıdır ?
Bazı şairler ve düşünürler, şiiri bir eylem aracı olarak da bakabilmişlerdir : Onlar , Horace (Latincede Quintus Horatius Flaccus), bugün Güney İtalya’daki Vénosedans’da M.Ö. 65’de doğmuş ve M.Ö. 8’de Tibur’da ölmüş Romalı bir şairdir. 15
Alfred Victor, Vigny kontu, Fransız yazarı, romancısı, dramaturgu ve şairidir; Loches (Indre-et-Loire)’da 1797’de doğdu ve 1863’de Paris’te öldü. 16
41
çağdaşlarının hayranlığını veya öfkesini poetik bir biçimde yansıtmalarını istemişlerdir. Örneğin Louis Aragon’un “cennete inananlar ve inanmayanlar” arasında düşmana karşı birlikte kalk borusu çalan “Rose et réséda”(Gül ve Muhebbetçiçeği)’sı17. Resistance’dan doğmuş olan ve Napolyon’u eleştiren Victor Hugo’nun “Napoléon le Petit”deki
‘Châtiments’
(Cezalar)
şiirleri
bu
konuda
tipik
örneklerdir18.
Edebiyat gibi, büyük duygular üzerinden oynanan oyunlar ve polemikler, Baudelaire’in “Art romantique” (Romantik Sanat)’inde kınanmaktadır19 :
“Başka bir sapkınlık var…Tutku, gerçek ve moral sapkınlıkları kaçınılmaz doğallıklar içerdiğinden, öğretim sapkınlıklarından söz etmek isterim. Bir grup insanlar, şiirin amacının, herhangi bir eğitim olduğunu, mevcut bilinci güçlendirdiğini, görgüleri mükemmelleştirdiğini
,
nihayet
faydalı
bir
şeyler
göstermesi
gerektiğini
savunuyorlar... Şiir (…)kendisi dışında da başka bir amaca sahiptir.”
Giono’nun şu sözlerini anımsamakta yarar var : “Şair deneyimli bir öğretmen olmak zorundadır . Salt bu koşulda o, çalışan insanların yanında yer alır ve ekmek ve şarap hakkına sahip olur20.”
Şair, kendi mistik coşkunluğu içinde nihai gizi bozduğu için biraz kargışıktır (lanetlidir).
Şair genellikle , kendi okurlarını kesen anlaşılmaz, hermetik bir dil kullanır.
“La Rose et le Réséda” Louis Aragon’un bir şiiridir. Siyasi ve dini ayrımcılığı n ötesinde, Direniş içinde birleşmeye davet eder. 17
Victor Hugo, Napoléon le Petit, 1852 Charles Baudelaire, L’Art romantique, Œuvres complètes de Charles Baudelaire, Calmann Lévy, 1885, III. L’Art romantique (pp. 441-442). 20 Jean-Luc, “La valeur essentielle de la poésie”, http://www.etudes-litteraires.com/poesie.php 18 19
42
Deneyim, kişisel ve benzersiz olduğu için , en azından okuruyla iletişim kurma gerektiğinin farkında olmalıdır. Söyleyecek büyük şeyi olmayan şairin büyük ölçüde gizemin ardına sığındığını da söyleyenler vardır.
3.3. Şiir bir dil midir ? Bir amaç olarak şiiri tanımlamak zordur, zira o her yolun üzerinde bulunabilir. Claude şöyle diyor : “kullandığım sözcükler, her günkü sözcüklerdir, ve bunlar ayni şeyler değildir”21.
Bilhassa Ferdinand de Saussure ile başlayan ve 19. yüzyılın ikinci yarısından beri süren dil üzerindeki çalışmalar, bize dilin iki temel fonksiyonun olduğunu gösteriyor22.
Birincisi, dilin faydacı fonksiyonudur : dil başkaları ile iletişim kurmaya hizmet eder. Dilin ikinci fonksiyonu, sanatsaldır : dilin objesi daha çok dışsal ve duygusal realitedir, yani bizzat kendisidir. Genelde sanat, özelde şiir obje olarak bizzat dilin kendisini kullanır, seslerle ve anlamlarla
oynar,
güzelliğin,
zevkin
estetik
değerlerini
araştırır.
Şiir böylece irrasyonelliği çağırır; o büyük ölçüde sezgileri, duyarlılığı, bir şeyleri hayalde canlandırmayı konu edinir. Bu, faydacı amaçlarda kültürleşmenin her hangi bir arzusu dışında, dünyayı yeniden görmenin de başka bir yoludur.
Prévert’de, komik sözcüklerin birbirleriyle beklenmeyen ittifaklarını yaklaştıran veya ayrıştıran , rutinleşmiş kavramlardan uzaklaştıran, daha sonra yeni bir bakışı yeniden
21 22
Jean-Luc, agm. Jean-Luc, agm.
43
kurmak için gerçeği parçalara ayırırlar. Buna benzer örnekleri Türk şiirinde de görmek mümkündür. Örneğin Coşkun Karbulut’un şiirlerinde, farklı sözcükler arasında kurulan ittifaklardan rutinleşmiş kalıplardan uzaklaşmış yeni kavramlar/düşünceler çıkar. Örneğin:
NİYET
kırk tane huri verilirmiş yolu cennete düşene
kısmet olurda gidersem ben seni isterim bir tanem yalnızca seni
kırk değişik biçimde
Coşkun Karabulut
Henri Lemaître’in dediği gibi şiir, şairin dünyası ile duyarlılığı arasındaki anlaşmadır: “ Şiirin özü (…), ister farklı anlamlar, biçimler, renkler, sesler ve kokularımızın objeleri arasında olsun, isterse fiziksel evrenin ve moral dünyanın fenomenleri arasında veya doğal görünümler ve beşeri fonksiyonlar arasında olsun, gizli haberleşmelerin sürekli duygusu olabilir23.”
Valéry şöyle diyor : “şiirin özünün ne olduğunu, düşüncelerin farklı özelliklerine veya bizzat Tanrı’yla özdeşleştirilen sonsuz önemine veya hiç değerinin olmadığını dikkate alarak değerlendiriyorum. Şiir, ona atfedilen amaca göre tanımlanamaz, o her tanıma 23
Jean-Luc, agm.
44
meydan okuyor.”
Kuşkusuz burada şiir için bir tanım verme önerisinde bulunulmayacaktır. Şiir, bir imalat ürünü değildir, bir ilham /emek çabası sonucu ortaya çıkar. Her durumda şiirleşen ilham, bilgiyle desteklenirse , sağladığı haz daha da boyutluk kazanabilir. Bilgi üretme konusu ise bilimin konusudur. Özetle şiir ; bir duygu yumağı, bir duygu karmaşasıdır. 4. ŞİİR VE BİLİMİN YOL ARKADAŞLIĞI 4. 1. Konuya giriş Bilimin gelişmesi ile şiirin seyri aslında birbirine karşıt değildir. Dikkatle analiz edilirse, şiirle
bilimin
birbirlerine
tamamlayıcılık
özellikleri
de
vardır.
Öncelikle amaçları ortaktır :gerçeğin algılanması. Nesnel öğeleri ele alıp inceleyen bilim, nesnel olguları açıklar (bilimsel açıklama). Oysa şiir, gerçek öğeleri “anlamları” üzerinden giderek ele alır. Yani düşsel (l’imaginaire) bir açıklamadır onun ki. Evrende iki temel düşüncenin olduğu ileri sürülür : evreni oluşturan bilimsel düşünce; ve karakteri (kişiliği) oluşturan imgesel
düşünce. İmgesel
düşünce
çoğunlukla
içgüdüseldir : söylenir, konuşulur, yazılır. Sanat yaşamsaldır. İfade ediliş şekli önemlidir. Örneğin okul sıralarında öğrencilerin büyük bir kısmı, poetik bir olguyu ifade etmekte başarısızdırlar.
Duyguları, yaşanmışlıkları, özenli ve denetimli bir biçimde ifade etmek kolay değildir. Yaşamayı ve onu yeniden kurgulamada karşılaşılan güçlükleri kırmada şiirin/sanatın katkısı küçümsenemez.
Şiir, dilin gelişmesine katkıda bulunur. Zira dil sadece analiz, açıklama, iletişim, 45
vb..fonksiyonları ile değil, ayni zamanda poetik (mesaj) işlevi de geliştirir. Özellikle eğitim sürecinde öğrencilere verilecek derslerde, dilin tüm fonksiyonlarını kapsayacak ölçüde ve kayıtlı tüm şiirlerde duygu, mizah (humour), düşünce, imge, ritim, vb…bulunmasına özen gösterilmelidir. Bu çalışmada şiir ile bilim arasındaki ilişki, basılı yayınlardan ve internet üzerinde yapılan taramalardan derlenmiştir. Aslında şiirle, farklı bilim dalları arasında ilginç bir ilişki yumağı ortaya çıkmaktadır. Türkiye açısından birkaç makale dışında ciddi bir şiirbilim konusunu işleyen yayın çok sınırlıdır. Toplanan bilgiler sonunda şiirle bilim arasındaki bağlantılar üzerindeki yaklaşımlar şu başlıklar altında toplanabilir : genel olarak bilim ve şiir, doğa bilimleri ve şiir, matematik ve şiir, astronomi ve şiir, kozmolojik şiir, bilim-kurgu şiir, sosyal bilimler (özellikle psikiyatri ile şiir çok ilişkilendirilmektedir) ve şiir, vb… Ancak bu yazıda üç örnekolay ele alınarak konu işlenmeğe çalışılmıştır . Bunlar:
1. Genel olarak şiir, bilim ve teknoloji, 2. Matematik ve şiir, 3. Astronomi ve şiir..
konuları şiir ve bilimin yol arkadaşlığı konusunda örnekolaylar olarak sunulmuştur.. 4.2. Örnekolay 1 : Şiir bilim ilişkisi Şiir ve bilim ilişkisi üzerine ilk örnek olayda,
W. Eastwood’un 1961’de
yayınladığı “Bilim şiiri kitabı : Bilim ve teknolojinin şiirsel ilişkisi”24 adlı kitabının eleştirisini gündeme taşıyan John Lenihan’ın bir makalesi özetlenecektir25.
“Bugün bilim şüphesiz uzmanların işi, ancak günlük yaşam ile bilim arasındaki
24
W. Eastwood, 1961, A Book of science verse : the poetic relations of science and technology, London : Macmillan, 1961,xvi, 279 p. ; 25 John Lenihan, 2010, “Şiir Bilim İlişkisi”, in : Bilim İş Başında, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 10. basım, Ankara, s.101-109.
46
uçurumu koruyan başka nedenler de var. 18. yüzyıla kadarki çalışmalarda , bilim de sanat da ayni dili kullanıyordu. Günümüzde de, şairler ve bilim adamları , konuyla ilgili özel bilgi ve deneyimi olmayan insanlarla iletişim kurmanın zor olduğu soyut bir dünyada çalışıyor.
Bronowski’nin Eastwood’un antolojisindeki son denemede söylediği gibi , aradaki uçurum “sanatı ve bilimi, uğraş dışı
biri ile bilim adamının ortak bir
kavrayışta tek başına birleştirebilecek bir evrensel dil” ile kapatılabilir mi? Suçun büyük bir kısmını , uzmanlık alanını anlaşılır kılmak işini zor veya tatsız bularak kendisinin sorunun bu olmadığına inandıran bilim adamına mı yüklemeli ? Çoğumuz, bilimin tadını çıkarmak için gereken azıcık çabayı göstermeyecek kadar tembel miyiz yoksa?
Eastwood bu soruları “deneyimlerin düzene konulması ve hayal gücünün çok önemli olması açısından bakıldığında, şair ve bilim adamının birbirinden farksız olduğu” görüşünden hareketle aydınlatıyor. Şiir hayat ile ilgili olduğundan , bilim ve teknolojiden de söz etmelidir. Bu doğru ama örneklerine pek sık rastlanmıyor.
Antolojiyi hazırlayan tarımdan tıbba kadar geniş bir alanda dolaşıyor. Şiir ile nazımın ayni şey olduğunu kabul ederek çoğunlukla , Johnson’ın (“ölçülü söz dizisi”) ve Newton’un (“bir çeşit yaratıcı saçmalık”) yaptığı tanımları doğrulayan türden örneklere yer veriyor, ancak konuyla yakından ilgilenenler açısından bu doyurucu olmayabilir. Samuel Butler’ın gelişi güzel yazılmış , 14 sayfalık Aydaki Fil’i (sonunda teleskopun içinde bir fare olduğu ortaya çıkar) için söyleyecek pek bir şey yok. Oliver Wendell Holmes tarafından yapılan bir diğer anaokul şakası, Boston’lı bir hekimin mahvoluşunu anlatmak için stetoskopun içindeki bir sineği konu alır ve marazi ruh halinin izlerini taşır :
47
Başını salladı; - hastalık ciddiKorkarım ki yakında öleceksiniz; Sizden ricam,küçük bir otopsi, Geride kalanları sevindireceksiniz. Bunun gibi birkaç acayip şeyi bir tarafa bırakacak olursak, antoloji dört değişik şiir türü içeriyor. İlk olarak Lucretius, Dante, Shakespeare, Milton ve Pope’un fiziksel evrenin değişik yönleri üzerine , Caucer ve Ben Jonson’ın da simya üzerine yazdıkları yer alıyor. İkinci ve en uzun bölüm, bilim ve mühendisliğin esinlediği bazı konularla ilgili şiirler ve alıntılardan oluşuyor. Bu bölümde daha az ünlü şairler yer alıyor. Akenside’ın Bilime İlahi adlı şiirinde olduğu gibi, bu şairlerin şiirlerinin bir kısmı yalnızca güzel söz söyleme sanatı kapsamındadır :
Bilim ! güzel, coşkun bir ışınsın sen Zihnin aydınlık gündüzünden gelen… Şiir sanatı, diyor Wordsworth, bütünüyle bilimin çehresine sahip ateşli bir ruhtur. 1833 yılında Buharlı Gemiler, Viyadükler, ve Demiryolları’nı yazarken de benzer bir düşünceyi dile getiriyor :
Ne kadar bozsa da sizin varlığınız Doğa’nın güzelliğini, engel olamazsınız Aklın geleceği görme becerisine Bu beceri gösterebilir ruhunuzu size.
1844 yılında, Kendal ve Winderemere demir yolu planlandığında Wordsworth düşüncesini değiştirmiştir :
Bu düşüncesiz saldırıdan Nasibini almamış tek bir köşe kalmayacak mı? 48
Üçüncü olarak Eastwood gülünç manzumelerden örnekler veriyor. Whewell, 1919 yılında yayımlanan
Elementary Treatises on Mechanics ( Mekanik Bilimi
Üzerine Temel Yazılar) adlı kitabında farkında olmadan şöyle bir şey yapmıştı :
Öyleyse hiçbir kuvvet , ne kadar büyük olursa olsun, bir ipi bu kadar düzgün bir biçimde yatay bir çizgi boyunca tamamen düz olacak şekilde geremez.
James Watt, E.V. Knox’un , Alfred Noyes tarzının muzip bir parodisi olan Buharcılar adlı şiirinde görünür :
O büyük bir makine ustasıydı, o James Watt’tı Ve “Buhar” diye sayıklayıp çalışırken bile Yorucu saatleri cazip kılmak için şarkılar yazardı Ve sayfayı bölerdi küçük nota çizgileriyleEski Çin’de, uzak Çin’de Batı ışığı görmeden önce, Filozoflar buharı yoğunlaştırmanın Verimli bir yolunu bulamamışlardı. Elle çalıştırılan araçlarla İlerledikleri aydınlanmamış yolda; Çinliler anlamamıştı Piston çubuğunun yararlarını.26
E.V.Knox 1973 The Steam-givers in These Libertiees ( Özgürlükler, Buharcılar) Londra : Methuen (akt. J.Lenihan, 2010, agm, ) 49 26
… Antolojinin sonunda, modern şairlerin bilim ve teknolojinin egemenliği altındaki bir çevreye nasıl tepki gösterdiğine yer veriliyor. Eastwood’un seçtiği şairlere bakılırsa, modern şairler tepkilerini çok açık biçimde göstermiyorlar. C. Day Lewis, Parer ve McIntosh’un 1920 yılında Avustralya’ya yaptıkları destansı uçuşu anlatıyor. Stephen Spender, Bir Havaalanının Çevresinde adlı şiirde derin düşüncelere dalıyor. Patric Dickinson ise Jodrell Bank teleskopu ile ilgili şunları yazıyor :
Artık Gizli mesajlar alıyoruz Hayal bile edemediğimiz Uzayın derinliklerinden Çoktan sönmüş bir yıldız anlatıyor : Bir zamanlar ne aşk vardı ne de tanrı Ve yapayalnızdı insanlar.27
John Wain’in elektronik beyni kendisini yapan ile sert konuşur :
Bana senin bir parçan olduğumu söylüyorsun, Yalan söylüyorsun, Ben Kendimim. Beni yapma nedenin, yanlıştı. Kesinlik istedin : sayılar, şemalar, Oysa kesinlik gerçeğin bir parçasıdır, Gerçeğin parçası, ama onun kutsal gövdesi değil. Şimdi sana gerçeğin bir tane olduğunu öğretmeli miyim, 27
Patric Dickinson 1960 Jodrell Bank, The World I See (Jodrell Bank, (Gördüğüm Dünya) (Londra : Chatto and Windus ((akt. J.Lenihan, 2010, agm, )
50
Bütünlüğünün sabit bir merkezde toplandığını ?28
Sanatı ve bilimi birleştirecek ortak dil hiç bu kadar uzakta görünmemişti, ancak bu dilin peşine düşmek eğitici ve eğlendirici olabilir.”” 4.3. Örnekolay 2 : Şiir ve matematik Jerry P. King, Matematik Sanatı29 adlı kitabında matematik-şiir, matematikçişair hakkında bazı değerlendirmeler yapmaktadır . İşte bunlardan bazıları :
““En yüksek sanatın gösterebileceği kesin kusursuzluğa muktedir, yüce bir güzellik.”30 Bertrand Russel (Matematik için…) Matematikçiler kendilerini sanatçı olarak görseler de sanatçılar onları ayni gözle bakmazlar. Bir şairi resimleyen Diego Rivera, şairin fikirler ve sembollerle uğraştığını vurgulayan soyut bir tablo meydana getirmişti, ama fikirler ve sembollerle gerçekten de en üst düzeyde uğraşan kişi olan matematikçi için gerçekçi bir resim, çerçevesiz gözlük takmış zayıf bir insan resmi yapmıştı. (s.V)
Robert Frost bir ara Vermont’ta çiftçiler arasında yaşamış, onlar toprakla uğraşırken o da şiirle uğraşmıştı. Çiftçiler atların çektiği sabanlarla toprakta derin yarıklar çiziyor, Frost da beyaz kağıtlar üzerine bu yarıklar kadar düzgün satırlarla şiirler yazıyordu. Çiftçilerle ayni tarlalarda dolaşıyor, aynı karanlık ormanları seyrediyordu.
Ancak
çiftçilerden
farklı
bir
duygulanım
içindeydi.
Onların
göremedikleri ve değerlerini anlayamadıkları bir şeyler görüyordu. Çiftçilerin gerçekliği gördüğü yerde Robert Frost soyutluk ve mecaz görüyordu. Kıştan kalmış ufak karlı bir leke Frost için unutulmuş bir günden kalan bir gazete parçasıydı. Çim
28
John Wain 1956 A Word Carved on a Sill ( Bir Eşikte Yontulan Sözcük) (Londra : Rudledge and Paul). Jerry P. King, Matematik Sanatı, Çev. Nermin Arık,TÜBİTAK, Popüler Bilim Kitapları,:49, Ankara, 2003, s.IX-X 30 Bertrand Russel, Mistisizm ve Mantık, çev. Ayseli Usluata, Varlık Yayınları , İstanbui. 1972 29
51
biçicinin kesmeden bıraktığı bir öbek çiçek paylaşılan değerlerin bir sembolü oluyor, karanlık ormanlarda yağan kar dinsel boyutlu bir deneyime dönüşüyordu. Sıradan bir çayırlık karşı konulamaz bir çağrıya dönüşüveriyordu31.
Çayırdaki pınarı arındırmaya, Yaprakları tırmıklamaya gidiyorum. Beklemeye, suyun berraklaşmasını, Uzun kalmayacağım- gelir misin benimle?
Robert Frost sıradan şeylerde çiftçilerin göremediği şeyler görürdü. Görürdü, çünkü bakmasını bilirdi ve her gerçek sanatçı gibi gördüğünün bir gerçeklik değil, bir sembol ve mecaz olduğunu bilirdi. Matematikçiler de şair gibi mecaz ve benzeşimleri değerli bulurlar. Frost gibi onlar da mecazlarını beyaz kağıt üzerinde enine çizgilerle çizerler. (…) Matematikçiler şiirlerini “matematik” ile yazarlar.
(…) Görmeyi öğrenmek için bizim de Robert Frost gibi çayırlara gezmemiz gerekir.” … Lynn Sten şunları yazıyor : “sanat dünyasında hiç benzeri olmayan bir nesnelliğe sahip olmasına karşın , yaratıcı matematiğin güdüsü ve standardı bilimden çok sanatınkini benzer. Matematiksel teoremlerin sınıflandırılmasında estetik yargı hem mantıktan hem de uygulanabilirlikten üstün tutulur: matematiksel idelerin değerlendirilmesinde, kesin doğru olmasından ya da yararlı olma olasılığından çok güzellik ve zarafet etken olur32.” (s.96)
“ (…)Matematikle ilgili olarak “estetik duyarlı” hakkında yazarken Poincaré öğretimi düşünmemektedir.(…)Belki matematikte şiir olduğu gösterilirse şairlerde 31 32
Robert Frost, The Poetry of Robert Frost. New York : holt, Rinehart & Winston, 1969, s.1 ; akt. King, s. IX-X Lynn Sten (Ed.), Mathematics Today, s. 10; akt. King, s.96
52
matematik öğrenmeye yöneltilebilirler. Belki de beşeri bilimciler Poincaré’nin “matematiksel zarafet için doğal duygularımız” dediği şeyi kendi içlerinde geliştirebilirlerde, zorunlu matematik derslerinden asgari gerekliliklerden fazlasını alırlar.” (s.103).
“Nasıl ki şiirde bile güzellik, bir ölçüde içerdiği fikrin önemli olmasına bağlıysa, bir matematik probleminin “güzelliği”de, büyük ölçüde, onun ciddi oluşuna bağlıdır. (…) Güzellik ilk sınavdır. (s.106) … “Eğer sanatı, sanat dünyasının çekirdeğinde olan insanların gördüğü, işittiği gibi görüp, işitmek, sanattan onlar gibi hoşlanmak için zaman ve çaba sarfedecek olursak, bu dünyanın başlıca önemli faaliyetlerine
daha yakınlaşabileceğimiz
ortadadır. (s.134) … “Collingwood kendi “sanat teorisi”ni ileri sürerken şunları yazıyor33 : “(…) bir sanat eseri , deyimin tam anlamıyla, el yapması bir şey, sanatçı tarafından fiziksel olarak meydana getirilen veya algılanan bir şey değildir. O yalnızca sanatçının zihninde var olan , düş gücünün yarattığı bir şeydir ve de, yalnızca görsel ve işitsel düş gücünün eseri değil , genel bir düşsel deneyim bütünüdür. (…) Bir sanat eserinin gerçek nesne diyeceğimiz bir şey olması gerekmez; düşsel dediğimiz bir şey de olabilir. Sosyal bir karışıklık, bir bunalım, ya da bir savaş gemisi veya benzeri şeyler, gerçek dünyada yeri olan bir şey olarak ortaya çıkıncaya kadar yaratılmış değildirler. Ancak bir sanat eseri , yalnızca sanatçının kafasında yaratıldığında da tamamen yaratılmış olabilir (..) gerçek sanat eseri görülen ya da duyulan bir şey değil, zihinde canlandırılan bir şeydir.” (s.138)
… 33
R. G. Collingwood, The Principles of Art (Londra: Clarendon, 1938, s. 130.
53
(Robert Frost) “ilk kitabı olan A Boy’s Will (Bir Çocuğun İradesi)’deki son şiir olan “Reluctance”ı (Gönülsüzlük) okumuştu. Son altı dizede pırıl pırıl gözleriyle – yemin ederim- doğrudan bana bakıyordu :
Olayların sürüklenmesine bırakmak kendini, Zarafetle teslim olmak aklın yoluna, Ve kabullenmek, baş eğerek, Bir aşkın ya da bir mevsimin tükenmesini, Ah! Ne zaman daha küçük bir suç sayılmıştır İnsan yüreğine ihanetten ? (s. 245) … “Evet’ Matematik eğitimine yavaş yavaş estetiği katma zamanı gelmişti, Robert Frost kitlelere şiiri götürmüştü. Şimdi biz de onlara matematiği götürecektik . (:..). “Matematik , Robert Frost’unu bulamadı. (…) Matematiği doğru olarak öğretmek için galiba gerçekten bir şair gerekli. (…) Matematik eğitiminde bir devrim olacaktır, bu güneşin hergün doğması kadar kesindir. Ancak bu, ardından -daha önce değil- şiirin geldiği bir devrim olacaktır”. (s.248) .”” … Eastwood , daha önce bahsettiğimiz “Bilim Şiirleri Kitabı”nda gülünç manzumelerden örnekler veriyor. Bunların arasında , 1855’ten 1872’ye dek Glasgow Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapan Macquorn Rankine’in Aşık Matematikçi şiiri de var : Genç, çekici ve tatlı bir hanıma Delice aşık oldu bir matematikçi Uğraştı durdu, açılarla ve harmonik orantılarla İspat etmek için kadının kusursuz oranlarını ve eğrilerini
Matematikçi denklemleri başarı ile çözer, ancak kadın son dizede bir süvari ile 54
kaçar. Antolojiyi hazırlayanın araştırmaları, kendilerini şiirle ifade eden birkaç bilim adamından örnekler vererek yararlı bir biçimde derinleştirebilirdi34. … 4.4. Örnekolay 3 : Şiir ve Astronomi İnternet üzerindeki taramalarda, şiir ve astronomi konusunda oldukça fazla yazı ile karşılaştım. Bunlardan ilgimi çeken ikisini burada yer vermek istiorum. Bunlardan biri, CNRS35 araştırma müdürü, Meudon gözlemevinde astrofizikçi, genel rölativite, kara delikler ve kozmoloji uzmanı Jean-Pierre Luminet , astronomiyi ve bilimi halkla kucaklaştırabilmek için çeşitli medya organlarında “Herkes için bilim” konulu yazılar yazmış, konuşmalar yapmış. Bilim adamlığı yanında şairliği ve roman yazarlığı da var. Ayrıca Besteci Gérard Grisey ile birlikte “Le Noir de l'étoile" (Siyah Yıldız)
başlıklı astronomik ve müzikal bir gösteri hazırlayan ve yayınlayan
Luminet’nin “Bilim, şiir ve yaratıcılık”36 adlı makalesi bilimle şiir akrabalığı konusunda önemli mesajlar içermektedir.
Diğeri ise
yaşamı hakkında fazla bilgiye ulaşamadığım, ancak Luminet’in de
katkısıyla 1998’de kurduğu “http://pages.infinit.net/noxoculi/nox.html” adlı web sitesinde yüzlerce şiiri “astronomi ve şiir”37 başlığı altında toplamış olan Mario Tessier’dir. Tessier, bu web sitesinde astronomi ile ilgili edebiyat, sinema, müzik ve sanat konularında geniş çaplı kültürel dokümanları toplamıştır. Mario Tessier’in, bilim şiiri konusunda önemli bir isim olan ABD’li şair Stanley Kunitz’in ölümü sonrasında yazdığı “Bilimin şiiri38” adlı makalesi de oldukça ilgi çekici. Yazının bu bölümünde Luminet’nin “Bilim, şiir ve yaratıcılık” adlı makalesi ile 34
W. Eastwood, 1961, a.g.e. , s. (akt. J.Lenihan, 2010, agm, ) Centre national de la recherche scientifique (Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi) 36 Jean-Pierre Luminet, “Sciences, poésie et création”, in : http://mayaime.wordpress.com/2010/12/05/sciences-poesie-creation/ 37 http://pages.infinit.net/noxoculi/poesie.html 35
Mario Tessier, “La poésie de la science”, 21 Mai 2006, http://www.sciencepresse.qc.ca/blogue/2006/05/21/poesiescience 38
55
Tessier’in “Bilimin şiiri” adlı makalesinin genişçe özetini vererek “Şiir ve Bilimin Yol Arkadaşlığı” yazısını , şimdilik, tamamlamak istiyorum. Jean-Pierre Luminet, “Bilim, şiir ve yaratıcılık” “Şu soru sıkça sorulurdu bana: “bugün çözülememiş kendi temel sorunlarını ( evrenin orijini, gelecekteki kaderi, uzayın ve zamanın niteliği…) poetik söyleyişle yanıt arayan astrofizik midir ? Ya da doğuştan gelen poetik bir eğilime sahip olan bilimsel faaliyetler midir ? Onbeş yıldır profesyonel bir astrofizikçi ve geniş bir kamuoyunu etkileyen “bilimsel yayım” metinleri
(karadelikler, uzay-zaman eğrisi, büyük
patlama,vb..) yazan biri olarak bu soru beni her zaman şaşırtmıştır. Bununla birlikte , benim şiir sanatı alanındaki bilinen yayınlarım son beş yıla dayansa da, benim bilim-dışı (şiir, denemeler, romanlar) oldukça uzun bir geçmişe sahiptir. Bu nedenle benim şiir yazmamın bilimsel düşüncelerimden beslendiğini söylemek hatalı olmayacaktır. Gerçekte ben bir insanın, başlangıçta bir “şair/sanatçı ruhu” veya “bilimsel bir ruh”a sahip olduğunu da sanmıyorum. İnsanlar, kendi merakını kendi içinde parçalayıp yiyen bir yalınlığa sahiptir. Bu merak bizi, farklı ifade araçları , farklı diller arasında araştırmalar yapmaya iter. (…) Bilimsel bir keşif olarak sanatsal yaratma, acımasız yoksunluğun sabrı içinde kazanılmış bir meslek ve “doğuş”dan çekicilik arasında bir etkileşim içerir. Sanat, gerçek ve rüya, düşünce ve sezgi, hayalgücü ve yücelikten beslenir. O araştırır ve keşfeder. Sürekli sorun-neden ilişkisini ortaya koymaya çaba göstererek daha önceki yasalar, kurallara yaslanır: örneğin şiirde kafiyeli nazım, müzikte uygun ses armonisi, resimde renk bileşimi, perspektif kuralları,vb..
(…)Oysa benim için rastlantı ve önsezinin birlikte getirdiği her keşfe, “yapılandırma biçimini ortaya koyan zor ve aydınlatıcı bir çalışma izler. Paul Valéry’nin şu düşüncesini severim : “şiirin içsel çalışması, en az başat ritimleri ve sözcükleri için 56
düşüncelerin araştırılması kadar, kendi düşünceleri için sözcüklerin de araştırılmasına dayanır..” Ve ben bu yaklaşımın
sanatsal ve bilimsel yaratıcılığın her biçimine
uygulanabilirliğine inanıyorum.
Bir yanda duygudan yoksun ve insanlık dışı sınırda soğuk olan bilimsel ve teknik disiplinler, diğer yanda duygu yüklü ve sıcaklıkları olan edebi ve sanatsal disiplinler arasında , XIX. yüzyılda doğmuş bu içler acısı bölünmenin toplumun düşüncesinde durulacağından umutluyum. Farklı olguların birbirine karışmadan ben kendi payıma, gerçeği betimlemek için tek bir dilin olmadığına inanıyorum. Bu nedenle ben “bilgi hümanizması”nın yenilenmesine bağlandım.
Hümanizma, Rönesans’dan beri Avrupa’da gelişmiş olan ve insan kalitesinin çiçeklenmesine ve gelişmesine konu edinen bir düşünce akımıdır. Hümanizma indirgeyici olmayabilir ve bir bilgi hümanistinin vizyonundaki neden için yol akıldır; tabii ki bilim, hatta sanat ve felsefe dahi, evrenin çok yönlü tarzını birbiriyle uzlaştırmayı izin veren birbirilerini tamamlayıcı dil olarak hizmet ederler.
(…) İlgili sözcükler ve kavramlar ve teorik bilimin önemi, dünyanın genel resmi içine kaydedilse de, anlamları toplumdan topluma, eğitimli ve eğitimsiz toplumların durumlarına göre , sözcüklerin ve kavramların anlamlarında farklılıklar oluşur.
Bununla birlikte sanatsal kavramların bilime doğru transferi mümkündür. Çok sayıdaki sanatçı, son dönemlerdeki göz kamaştıran bilimsel buluşların sezgilerine sahip olmuşa benzemektedirler. Örneğin şair ve mistik sufi Rûmi XIII. yüzyılda, ‘bir atom kesilmiş olsaydı içinde bir güneş sistemi bulunurdu’ diye yazıyordu : “Bir atomun içine bir güneş gizlenmiştir : aniden bu atom ağzını açar. Bu pusu ortaya çıktığı zaman, gökler ve yer bu güneşin önünde toz halinde un ufak olurdu”. O her atomun dünyayı yakıp kül edecek bir güç yeteneğini içinde sakladığını belirtiyordu. 57
Saint Louis zamanında nükleer fizyon39dan bahsetmek, tam olarak şaşırtıcıdır ! Belki de orada çok daha derin karşılaşma alanları vardır. Modern bilim zamanında “kara delik” gibi kavramlar uydurulur ve “ışığın bekçisi” olduğu belirtilir, o artık şiirsel (poetik) bir süreç kazanır.
Dil arasında taşınan objektif olgu, bireysel ve öznel imgelerin dansını harekete geçirir. İmgenin beslenmesi bilim için yeni değildir.
M.Ö. V. Yüzyılda atomlardan bahseden Démocrite,
zaten imgesel düzeyi de
yerleştirmişti ve bu imgesel ve rasyonalite karışımı 18.yüzyıla kadar sürmüştür.
Daha sonra, bilim indirgemeciliğin (réductionnisme) gerekli bir evresine geçmişti, imgesellik, birkaç çeşitle, tahliye edilmiştir.
Örneğin ben, insanlar tarafından yapılan vuruşlarla yıldızlar tarafından oluşturulan ritimleri karıştıran, müzikal ve astronomik bir gösterinin tasarımına katıldım. Bu çalışma “ışık ve gölge” evrensel temasının birleştirici karışımıdır, çünkü o “Kara Yıldız”(Le Noir de l'étoile) diye adlandırılıyor.
Duygunun ekseriya sürpriz olarak verildiğini ilave etmek isterim. Sürprizi aşk olarak düşünelim! Oysa, hem sanatsal hem de bilimsel araştırmada, sürpriz özendiricidir. Sürpriz olmazsa, ne olursa olsun kendi faaliyet alanında o , körelir ve kısırlaşır. Benim için ideal yaratıcı çocuktur. Çocuk, dünya için yitip bitiren bir meraka tabi, primitif bir sanatçı ve bilimci niteliğindedir. O tutkuyla yaşar, her türlü soruları sorar, bağırır, şarkı söyler, keser-yontar, inşa eder. Ekseriya, ergenlik çağında, hemen hemen her şeyi süpürür götürür.
39
Atom çekirdeğinin parçalanması
58
Akıl sorgulamaya kapalıdır, bir dizi deneyimler dışında son derecede sınırlanır. Bu durumda, sanatçı ve bilim insanı kendi varlığının tümünü reddetme durumunda kalır.” http://mayaime.wordpress.com/2010/12/05/sciences-poesie-creation/ * Mario Tessier, “Bilimin şiiri”
“ Son günlerde Amerikalı şair Stanley Kunitz40’in susmuş olduğunu öğrenmekten üzüntü duydum. Ödüllü şair Newyork’daki evinde 14 Mayıs 2006’da zatürreden yüz yaşında
öldü. Çok sayıdaki ödülleri arasında Pulitzer (1959) ve
National Book Award(1995) ödüllerinin de sahibi Kunitz, ABD’nin çok başarılı ve saygın şairlerinden biri olarak kabul edilir.
O hayatının sonuna kadar yazmayı
sürdürdü. Geçen yıl (2005) son kitabını yayınlamıştı. Kunitz çok geniş bir bakış açısına sahiptir; onun şiiri, insanları, insanlararası ilişkileri, yereldeki güzellik,
dönem ve doğa hakkında her olguyu taşır. Onu
kaybetmenin özellikle bana verdiği üzüntü, onun ayni zamanda bir bilim şairi, özellikle astronomi ile çok ilgili bir şair olmasındandır. Aslında şiirlerinin çoğu, “ Halley's Comet” ( Halley Kuyruklu Yıldızı) veya “ The Flight of Apollo ” (Apollo’nun Uçuşu) gibi, gökyüzünü referans vermektedir :
“Ben yeryüzünde bir yabancıyım. Aydaki adımlarla, Yabancı galaksilerde Yeni Kudüs’e keyifli bir haca başlıyorum
40
Stanley Jasspon Kunitz (1905 Worcester (Massachusetts)- 14.05.2006 Mewyork). Amerkalı şair, profesör, çevirmen ve editör. Çeşitli üniversitelerde profesörlük ve Rusçadan şiir çevirile.ri yaptı. O bir düzine kadar şiir yanında, metafizik ve karmaşık konularda da yazmıştır
59
Sıcak. Soğuk . sessizliğin kraterleri. Dönüşümün kıyılarında dalgalanıyor Sakinlik Denizi. Ve , ötesinde Yıldızlardan haberler.”
Diğer şiirlerinde, örneğin “ The Science Of The Night ”da (Gecenin Bilimi), bir duyguyu veya bir coşkuyu açıklamak için astronomik konuları veya bilimsel imgeleri kullanır:
“(…)size dokunmam, bir ışık yılına gider. Ruh değil, sistemiz, ve hareket ederiz Bizden habersiz bulutlarla Büyük bir bulutsu gibi.
Ve başlangıcında, çok girdaplıdır motiflerimiz Baba aslan ile, anne yengeç ile. Hayalperesttir kayıp kaburgam, Geçmişin ışık ve efsane oyunlarında Kimin gezeğeni toz toz eser Magellans kadar uzaktır aşifteniz Kime hızlandırıyorsunuz sanatınızın zevkini ?
Zaman kaybımı büyüten camdan bir ayna Tayfında görüyorum değişen kırmızı çizgilerini, Genişliyor evren, inceliyor dıştan, Uçuyor dünyamız, oh !.. uçuyor, hızı farklı Güçlü kapüşonlardan ve soyut uçuşlardan 60
Çağırıyorum sizleri, şahsınızla ve gururunuzla. Şimdi uzayın dışından akıyor bana şelaleler. Yanımda hala umutsuzca tutunmuş ; Hava akımının girdaplarıyla Bana sütlü yollardan sabahları getirin(…)”
Siz , gökyüzü şiirine adanmış sitemde, onun biyografisine ek bilgiler yanında , şiirinden de başka örnekler bulabilirsiniz41. Bilim bir başka düzeyde, eğitimini sürdürürken dünyanın güzelleşmesine pek araştıramamıştır. Bazı şairler onu anlamış ve bilimsel konuların kavranması olsun, çağdaş deneyimimize en yakın bilimsel görüntüler olsun, bilimi kendi şiirlerine dahil etmeyi araştırmışlardır. Bu tür girişimler, görünürde bu iki uzak disiplinler arasında bir köprü kurarak, hem edebiyatı ve hem de bilimi zenginleştirir. Bu, çağımızın bilimsel gerçeklerini içselleştirerek, ayrıca bir duygu çoğaltması… veya duyarlılık azalması vermeye çalışarak, çağdaş ruhun, düşüncenin evrende gerçek yerini bulmasına olanak verir. Bir kitabe olarak, Kunitz en güzel şiirlerinden birinin, “ The Long Boat ” da yazdığı son dizelerini alıntılayalım :
“Barış! Barış ! Sonsuzluğu sallar! Önemli değildir Hangi evde olduğu” 5. SONUÇ (MU ?) Şiir sever misiniz ?
41
http://pages.infinit.net/noxoculi/kunitz.html
61
Ya da ; Şiir sevmez misiniz ? Her
iki
soruya
olumlu/
olumsuz
yanıtlar
olacaktır.
“Şiir sevmem” diyen bir kişi bile güzel bir köy türküsünü, ya da güzel bir müzik parçasını dinleyebiliyordur ya da okuyabiliyordur.; bir keman konçertosundan müthiş bir haz alabiliyordur.
“Bilim veya şiir” deyince pek çok ozanın/ şiir okuyucusunun duraksadığını gözlemliyorum. Acaba onları, “şiiri ve bilimi birlikte düşünebilmeleri için geçmişte çok sıkı fıkı olduklarını” söylesem… Bilim dili mantıksal ve yanlışlanabilir bir dildir; maddi ve fiziki dünyayı açıklamada kullanılır. Öteki öznel diller ise maddi olmayan başka bir dünyayı keşfetmek için kullanılırlar : örneğin sanat, felsefe, tinsellik, vb… Rasyonel olmayan bu diller “keşifler” bakımından oldukça zengin içeriğe sahiptirler. Bununla birlikte kesinlik gerektiren bilim dili ile ifade özgürlüğü isteyen şiir dilini uzlaştırmak mümkün olabilir mi ? Kişisel olarak bu satırların yazarı, şiir ile bilim arasında, daha genel olarak sanat ile bilim arasında bir ilke karşıtlığı olduğunu düşünmemektedir. Yüzyıllardan beri insanlar, sanat ile bilim arasındaki akrabalığı haklı olarak sorgulamaktadırlar. Kendi mutlaklarını eleştiren, katılıklarını nüanslarla yumuşatan sanatçı korkmaz. Gerekirse ilkelerini ihlal eder, taklidi ve kopyacılığı karşı koyacak yeni ilkeler ortaya koyar. Peki bilim ve bilim adamı başka türlü davranabilir mi ?
62
Tüm biçimleriyle kendi koşullarında kendi gelişimlerini sürdüren sanat ve bilim , ayrıntılar arasında ortaya çıkan gerilimlerden farkındalık yaratmasını da mantıki olarak sürdürürler. Bilinmeyen zorluklar içine daha fazla nüfuz etme arzusu, hayali her bilim adamı ve sanatçının ortak paydasıdır. Bugün sanat alanındaki uygulamalarda halka açılabilme cesareti, pek az bilim insanında gözlemlenebilmektedir. Bilimsel alanda yasaklama daha çoktur : bilimsel terimlerdeki karmaşıklıklar, sonuçların her zaman kuşku taşıması, vb.. Bilimsel bütünlük genel olarak toplumsal kültüre bağımlıdır. Bilimsel buluşlar, ne kadar gelişmiş görünürse görünsün, kendi kültürel bağlamı dışında zor anlaşılırlar. İki bin yıla yaklaşan bilim tarihine bir bütünlük içinde bakıldığında , imgeselliği dışlayan ve duygusuzluğu olumlayan (pozitivist) uzun bir sürecin yaşandığı görülüyor. Bugün bilim öğretimi ve eğitimi, hala duygudan yoksun, soğuk bir yaklaşımla uygulanmaktadır. Oysa niçin bilgi ve duygu ayrılmak isteniyor ? Sanat ve bilim dünyasının ortak kökü “merak”tır. Öyleyse, uyumlu bir bütünleştirme sağlamak mümkündür. Hem sanatsal, hem de bilimsel araştırmalarda özendirici öğe sürprizdir. Sürpriz olmazsa hem sanatsal faaliyet hem de bilimsel etkinlik kısırlaşır ve körelir. * Bilim, maddi ve fiziki dünyayı açıklar… Sanat, çoğu faydasız gibi görünen, hatta bazılarınca “…tüküreyim böyle sanatın içine ..” dedirtecek kadar farklı bir dünyayı anlatmaya çalışır. Din de geçmişte vahiy yoluyla bazı ulu insanlara indiği varsayılan kutsal yazılardan hareketle, insan hayatını kucaklamaya uğraşır.
63
Kısacası,
bu
üçlü
arasında
yüzyıllardır
süren
bir
rekabet
vardır.
Pekala bu gerçekten gerekli midir?
Geçmiş yüzyılların bilginleri, bugünün bilim adamlarına göre , daha az uzmanlaşmışlardı. O bakımından bilginler hem bilimle, hem sanatla hem de dinle uğraşıyorlardı.
Kısacası,
olumlu
veya
olumsuz,
bilimi,
sanatı
ve
birleştirebiliyorlardı.
dini .
Özellikle büyücüler, cadılar, gözbağcıları bilimi, sanatı ve dini , mutlu veya mutsuz, evlendiriyorlardı. * Albert Einstein adında bir bilim adamı çıkıyor… Uzun yıllar yaptığı çalışmaları fantastik bir formül altında özetleyiveriyor42:
E = mc243
Kısacası , bu formülü “Enerjideki coşku, ahengin ve cazibenin karesi AŞK’ın ürünüdür”. …demek
için
bir
engel
göremiyorum…
Özetle sanatsal/bilimsel kavramların birbirilerine doğru transfer edilebileceği düşüncesindeyim. KAYNAKLAR Ahmet
İnam,
Şiir
ve
Akıl,
Akşam
Gazetesi,
18
Kasım
2012,
http://www.aksam.com.tr/siir-ve-akil-8342y.html 42
Nicolas Le Clerc, 9 Nisan 2013-12-16; http://www.nicolasleclerc.com/2013/04/09/science-ou-poesie/
E = mc2, bir kütlenin (m) ışık hızına (c) ulaştığı (veya ulaştırıldığı) anda (ki bunun deneyi bir kaç yıl öncesinde avustralya'da gerçekleştirilmişti) enerjiye (e) dönüşeceğini ifade eden kuramsal bütünün temsili ifadesi. 43
64
Ahmet İnam, Edebiyata bakışta bilimin ve yorumun yeri, Edebiyat İlmi ve Problemleri Sempozyumu,
Gazi
Üniversitesi
:
23-25
Eylül
2003,
Ankara
(http://www.siirpenceresi.com/poetikmetinler/ahmet_inam01.htm) Ahmet
İnam,
Merhaba
şiir,
merhaba
metafizik,
http://www.siirpenceresi.com/poetikmetinler/ahmet_inam08.htm Ahmet
İnam,
Şiirden
doğan,
şiirle
taşınan
bir
etkinlik
olarak
bilim,
http://www.phil.metu.edu.tr/ahmet-inam/siir.htm Ahmet İnam, Şiir, şiir, şiir.., Nisan 2005, İstanbul, http://www.siirpenceresi.com/poetikmetinler/ahmet_inam09.htm Alper
Hasanoğlu,
Şiir
ve
psikiyatri,
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/dr_alper_hasanoglu/siir_ve_psikiyatri-1143750 Ahmet Oktay, Cumhuriyet dönemi Türk şiirine bir bakış, Gösteri, Kasım-Aralık 1998 Edip
Cansever,
Düşüncenin
şiiri,
Yeditepe,
16
Temmuz
1959,
(http://www.siirpenceresi.com/poetikmetinler/edipcansever2.htm) G.
Gon,
Türkiye'de
Şiir
Kuramı
Üzerine
Bir
Kaynakça
Denemesi,
http://siirlersairler.blogcu.com/turkiye-de-siir-kurami-uzerine-bir-kaynakcadenemesi-g-gon/75775 Mehmet Salih Yarğı, Şiir, bilim ve felsefe üzerine mülahazalar, 15 Aralık 2010, http://mehmetsalihyargi.blogspot.com/2010/12/siir-bilim-ve-felsefe-uzerine.html Özdemir Nutku, Geleceğe kalan, bir halkın özgün ifadesi olan sanattır!, facebook üzerinden kişisel yazışma. Ekim 2013. Jean Staune, Qu’est-ce que la Science ?, http://www.staune.fr/Qu-est-ce-que-laScience.html Hervé
Jamet,
Qu’est-ce
que
la
Science ?,
Août
2003,
http://www.jamet.org/Reflexions/Science/Definition.html Jerry P. King, Matematik Sanatı, TÜBİTAK : Popüler Bilim Kitapları : 49, Ankara,2003. Carl Sagan, Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı, TÜBİTAK : Popüler Bilim Kitapları : 2004, Ankara. 65
Jean-Luc,
“La
valeur
essentielle
de
la
poésie”,
http://www.etudes-
litteraires.com/poesie.php John Lenihan, “Şiir bilim ilişkisi”, in : Bilim iş başında, TÜBİTAK, Popüler Bilim Kitapları : 113, Ankara , 2003, s. 101-106 W. Eastwood, 1961, A Book of science verse : the poetic relations of science and technology, London : Macmillan, 1961,xvi, 279 p. E.V.Knox 1973 The Steam-givers in These Libertiees ( Özgürlükler, Buharcılar) Londra : Methuen) Bertrand Russel, Mistisizm ve Mantık, çev. Ayseli Usluata, Varlık Yayınları , İstanbui. 1972 Robert Frost, The Poetry of Robert Frost. New York : holt, Rinehart & Winston, 1969, s.1 ; akt. King, s. IX-X Hervé
BONEIN,
Sciences
et
poésie
:
des
amours
contrariées
,
,
http://www.revue.crdp-nice.net/fiche_ouvrage.php?ouv_id=161 Hervé Jamet, Qu'est-ce que la Science ?, http://www.staune.fr/Qu-est-ce-que-laScience.html Jean-Pierre Luminet,
Science, poésie,
création,
http://www.humains-
associes.org/No7/HA.No7.Luminet.html Jean-Pierre Luminet, Observer effects : conversations on art & science, http://archive.is/lIzj Jean Staune, Qu’est-ce que la Science ?, http://www.staune.fr/Qu-est-ce-que-laScience.html Joël Des Rosiers, Science du poème, http://www.erudit.org/apropos/utilisation.html Jonathan
Vos
Post,
Science,
Poetry
and
Democracy,
http://www.magicdragon.com/UltimateSF/sfpo-15pt0.html Mario Tessier, Astronomical poetry, http://pages.infinit.net/noxoculi/poetry.html Mario
Tessier,
La
poésie
de
la
science,
21
mai
2006,
http://www.sciencepresse.qc.ca/blogue/2006/05/21/poesie-science 66
Mario
Tessier,
L'astronomie
et
la
poésie,
http://pages.infinit.net/noxoculi/poesie.html Patrick
Laude,
Introduction
à
la
Poésie
Didactique
de
F.
Schuon,
http://www.religioperennis.org/documents/laude/PoesieSchuon.pdf Paule
Doyon,
Qu’est-ce
que
la
poésie ?,
http://cafe.rapidus.net/anddoyon/reflex.html Pierre-Vincent Cresceri, Le lieu comme croisement entre science et poésie, http://www.armand-gatti.org/index.php?art=15 Victor Hugo, L’art et la science, http://www.fabriquedesens.net/L-art-et-la-scienceVictor-Hugo Web siteleri http://pages.infinit.net/noxoculi/kunitz.html http://www.atomes-crochus.org/haikus/poemes.php http://www.yerbilimleri.com/cernde-125-gev-kutleli-yeni-bir-parcacik-gozlendi/ http://www.larousse.fr/dictionnaires/francais/po%C3%A9sie/61960 http://www.sciencepresse.qc.ca/blogue/2006/05/21/poesie-science agalma.ch, Art et science, http://www.agalma.ch/fr/index.php?option=com_content&view=article&id=81&Ite mid=138 Atomes
Crochus,
Poèmes
de
science,
http://www.atomes-
crochus.org/haikus/poemes.php Bernard Charbonneau,Penser la science : L’analyse do role joué par la science dans société
contemporaine,
http://encyclopedie.homovivens.org/Dossiers/penser_la_science fabula.org,
Poésie
parnassienne :
poésie
scientifique ?,
http://www.fabula.org/colloques/document388.php fruitymag.com,
Poésie
de
la
Science
d'écriture,
http://www.fruitymag.com/po%C3%A9sie-science-s85879.htm 67
Bahadır’ın Türküsü Oral Toğa Temizdi yüzü, gülerdi İyi çocuktu Bahadır Özlemini duyardı sevilmenin Hep seven taraftı Bahadır
Nice dalgadan fırtınadan Karalardan bulutlardan sonra İki gülen gözle tertemiz yüzle Aydınlandı dünyası Kocaman kocaman çarptı Kocaman yüreği Gülümsedi Bahadır
Bir gün, bir gün daha Uyumadı Bahadır Akşamdan sabaha Düşünürdü İki gülen gözü tertemiz yüzü Gülümserdi Bahadır
Düşünürdü Bahadır Acabalı cümlelerle Görmedi günlerce İki gülen gözü tertemiz yüzü 68
Endişelenirdi Bahadır
Biliyorum! Bir gün Bir şekilde, bir yerde İki gülen gözle tertemiz yüzle Benim olacak Biliyorum
Hadi canım! Adını bilmediğime Yüzünü görmediğime Sevip de söyleyemediğime İki gülen göze tertemiz yüze Yar mı olacağım Der uyumazdı Bahadır
Çarklar döndü Saatler gün Günler ay oldu Üç koca aydan sonra Kocaman kocaman çarpan Kocaman yüreğini Koydu ortaya Bahadır
Seviyorum dedi Çok seviyorum Beni kabul et Sana aidim, sana! 69
İki gülen göze tertemiz yüze! Kız Seni bekliyordum Bu gülen gözler Sadece seni görmekte Bu tertemiz yüz Sadece sana bakmakta Al beni dedi kız Al Sana aidim, sana Kocaman kocaman sev Kocaman yüreğinle Sev beni
Gülümsedi Bahadır Mutluydu hem Ne demekti Başı gözü üstüneydi Sevecekti tabii Bahadırdı bu Sevecekti
Bu iki gülen gözü Tertemiz yüzü Sevmeyecekti de Ne yapacaktı Bahadır
Sevdi 70
Çok sevdi Kıza olan aşkı Kocaman kocaman çarpan Kocaman yüreğine bile sığmadı Sığdıramadı İki gülen gözü tertemiz yüzü Sevdi Bahadır
Çarklar döndü Saatler gün Günler ay oldu Üç koca aydan sonra Kız taktı başkasını koluna
Utanmadı hainliğinden Acımadı Bahadır’a Bir seven yerine Bin yalanı yeğledi
Aldırmadı Yiğit sırtına Bahadır’ın Sapladı Kaşları kadar kalın hançerini
O kadar seviyordu ki O kadar uyuşmuştu ki Hissetmedi Bahadır Kalbine kadar giren hançeri 71
Seviyorum demişti kız bir kere Mutluluğumsun demişti Gözlerinin içine bakardı Bahadır’ın İki gülen gözle tertemiz yüzle
Neden sonra anladı Bahadır Bir damla zehir aktı Yaktı boğazını İndi midesine Sonra beynine Sonra yüreğine İşledi tek tek Bahadırın
Gülemedi Konuşamadı Sustu Bahadır
Ah dedi Yandım dedi İki gülen göz için Tertemiz yüz için Yandım Ah!
Yalnız ağladı Yumrukladı yastıkları Hatta yastıktan fazlasını Yumrukladı Bahadır 72
Ne yaptıysa atamadı İçinden çıkartamadı Öleceğini sanıyordu Ölemedi Bahadır
Yalnız ağladı Döndü dikenli yataklarda Uyumadı Haramdı Uyumadı
Aldı eline kızın resmini Baktı uzun uzun İki yılan gözü çipçirkin yüzü Gördü Gördü Bahadır
İşte Oradaydı İki yılan gözle çipçirkin yüzle Gülüyordu kız Yalandı bu yalan!
Bir gün, bir gün daha Uyumadı Bahadır Akşamdan sabaha 73
Düşündü İki yılan gözü çipçirkin yüzü
İçi acıdı Yıkadı yüzünü Baktı aynaya Gördü
Gördü Bahadır İki gülen gözü tertemiz yüzü Gülümsedi Bahadır
74
Berkin Elvan: Bir Çocuk Anısına
Özge Gül
Ezelden beri olmayan adaleti arıyor her nefes. Çocukların hayallerinde soluyor özgürlük. Küçük yaşında gözyaşlarıyla ağırlıyor gelinliği bedeninde. Emri veren rahat evinde, Emir altındaki evine ekmek götürme derdinde. Savaş yok. Yolsuzluk var. Senin mücadelenden çıkar sağlayanlar var. Gemicik var,kutu var. Sen rahat uyu çocuk. Hayat yalan, dünya sahte. Ölüm var. Polisime dokunma, İnsanıma dokunma, Çocuğa dokunma. Hak - adalet sözde, İcraat hayalde. Sabahtan akşama kadar toz duman içinde, Evlatlarına 3 kuruş kazanıp bakmaya çalışan baba var. Asgari ücret alıp dara düşen, memleketini bırakıp çalışmaya giden baba var. Evladının naaşını çuval içinde sırtında taşıyan baba var. Şehit olan polislerin,askerlerin yetim evlatları var. Kefen üzerinde masumlar var. 75
Bu ülkede her şey var, Bir tek insanlık yok.
76
Gündem Dışı- zannedilir- Sanat Tarihi Bölümü -diye okunur!-
Nur Gözde Yılmaz Bazı insanların ölümüne inanmak zordur. Çünkü geride kalan onca sevdiğiyle O insan yaşar ve yaşatılır. Peki, bir insanı sadece sevmek yeter mi? Bence yetmez. Yetmemelidir de zaten. Bir insanı yaşatmak eğer o insan bir bilim insanıysa, sanatçıysa ya da Atatürk gibi dünyanın ve ülkemizin en değerli siyaset adamlarındansa (sadece siyaset adamı demek yetmese de)onun bıraktığı eserlerle olur.
Bazen zihninizin bomboş olduğunu hissedersiniz. Ama bir şeyler yapmak zorunda kalırsınınız. Çünkü hayat devam ediyordur. Başlarda çok acımasızca ve metalik bir cümle olarak gelse de hayatın devam ettiği tek gerçektir. Ölen kişinin yokluğunun doldurulmayacağı bilinir böyle zamanlarda.
Prof. Dr. Oktay Aslanapa’yı İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi bölümünde okuduğum dört boyunca tanıma imkânım olduğu için çok şanslıyım. Ülkemizde yanlış politikalar sebebiyle değer verilen bir bölüm olmayan Sanat Tarihi’nde değerli hizmetleriyle her zaman anılacak. Onu ilk kez kurucuları arasında yer aldığım Sanat Tarihi Kulübü’nün etkinliğinde dinledim. Sanat Tarihi bölümü eski başkanı Prof. Dr. Ara Altun ile bölümün dünü, bugünü ve geleceği hakkında konuştular, çeşitli değerlendirmeler yaparak; Sanat Tarihi’nde okuyan öğrencilerinin sorularını cevapladılar. O zaman 95 yaşında olan bu dev çınarın ülkemiz ve dünya kültür mirasına kazandırdıklarıyla gurur duydum. Onlar neler miydi? Diyarbakır, İznik, Kalehisar, Kayseri- Keykubadiye, Konya, Van, Bursa-Yenişehir’de yaptığı onca kazıdan sonra bu kazılardan elde edilen buluntularla ilgili yapmış olduğu gerek ülkemiz içi gerekse uluslar arası bir sürü makale, kitap… Çini Sanatı’nı da geçmişten günümüze yapmış olduğu kazılarla, kazılar 77
hakkında sunduğu bildiriler, makaleler ve kitaplarla taşıdı. Boşuna demiyorlar? “Söz uçar, yazı kalır” diye. İşte bu sözün sanat tarihindeki en önemli temsilerinden biriydi. Bu kadarla da sınırlı kalmadı, Anadolu’da ve okulumuzda da yüzlerce öğrenci yetiştirdi. Hatta pek çok hocamız Onun öğrencisi olma gururuna erişti. Aslanapa aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılâpları bölümünde de öğretim üyesiydi.
Ülkemizin saklı (bazen de göz göre göre saklanan, satılan) mirasına harcanan koca bir ömrü; mezun olduğum yılda, 2013’te, Edebiyat Fakültesi’nden uğurladık. Sonra amfilerimize döndük. Sınıflara sıkıştırılamayacak kadar özgür olması gereken fakat ne yazık ki gerek bürokrasi gerekse ekonomik bazen de ego sorunlarıyla sadece akademik bir alana sıkıştırılmış bölümümüze mi yanalım şimdi? Yoksa onca kültürel değerin sırf rant uğruna birilerine peşkeş çekilmesine mi? Yoksa işsizlikle imtihan edilen ve üretme heyecanıyla yanıp tutuşan bölüm mezunlarının farklı sektörlere kaymasına mı? (Bakınız ben) Çeşitli sempozyumlar düzenlenmesine rağmen “ben” diyerek birilerinin her daim bayrağı elinde tutup; diğerlerini yok saymasına mı? Yoksa yeni, özgün şeyler söyleyip, üretenlerin başına gelenlere mi? Derslerin genel olarak tekdüze ve hayattan kopuk işlenmesine mi? Neye yanayım? Neye yanalım?
İşte gidenin arkasından üzülmek tam da böyle bir şey. Evet, hiçbir şey yerini alamayacak orası kesin. Keskin olan da tüm bunların hemen hemen herkes tarafından onaylanmasına rağmen hiç kimsenin hiçbir şeyi yapmaması. Cesaret edenlerin dışlanması. Cesaret edenlerin birbirini dışlaması. Bilime, sanata verilmesi gereken önemin kişinin benliğine verilmesi. Tabuların yıkılmaması, yıkılınca gerçekten var olan ve var olması gereken değerlerin de alaşağı edilmesi.
Lisedeki tarih öğretmenim Ömer Kır; “Tarih; sanattan, coğrafyadan ayrı düşünülemez” derdi. İşte bu ayrıklığın en belirgin olduğu zamanda okuduk biz bu 78
bölümü. Evet, çok şey öğrendik. Ama ezberlemek zorunda kaldığımız dersler de kaldı. Kilitli ve boş odalarda bazılarına ulaşamadık. Meslektaş dediğimiz arkadaşlarımızın gün geldiğinde en ufak çıkarlar uğruna bölümün adını lekelediğini gözlerimizle gördük. Çok değil, mezun olalı sadece 9 ay oldu. Ama insanın kendisini geliştirmesine en çok yardımcı olan bölümde mezun olduktan sonra desteksiz iş yapamaz hale gelebiliyorsunuz. Ya da bazıları var, görünürde. Ama derinine indiğinde işin yoklar. Prof. Dr. Oktay Aslanapa da eminim bu tip sorunlarla boğuştu, “nasıl başa çıktı acaba?” diye sormak isterdim. Cesaret ve vazgeçmeme dışında somut bir yanıt arıyorum, gerçekten. Bulamadan farklı bir yerde işe başladım bile. Belki arkadaşlarım, belki en değerli varlığım hak ettikleri yerde olacaklar günün birinde. Yollar tıkalı olsa da, bazen iğneyle kuyu kazsak da… Ne diyebilirim ki?
Ya tamam ya devam…
Başka bir çare söz konusu değil. Çaresizliğin bir duman gibi üzerimize çöktüğü şu zamanlarda yine umuda sarılalım. Çünkü hayat, nefes alıyorsak umut var demektir dedi.
Geçmiş zamanda değil geniş zamanda bu sözün geçerliliğini koruyacağına inanmak istiyorum.
İnsanlar, umutlarını ve hayallerini kaybettiklerinde ölürlermiş. Prof. Dr. Oktay Aslanapa’nın öldüğüne inanmıyorum bu yüzden. İnandığımsa; bazılarının yaşarken öldüğü. (Öldürülenlere şu an için hiç girmek istemiyorum doğrusu ama öldürülen bilim adamı, gazeteci, sanat tarihçilerini ve insanlarımızı sevgiyle, saygıyla anıyorum)
79
azizm.sanat@gmail.com www.azizmsanat.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
80