Azizm Sanat E-Dergi Şubat 2011 Sayı 40 Takva Sinemamızda Güldürü
1
Editörden Çok değil, birkaç yıl öncesine kadar ülkemizde kültür ve sanata bakan biri vardı, hep uyurdu. Sergiler saldırıya uğradığında, Karun Hazinesi çalındığında, heykeller taşlandığında, nü resimlerin üstü örtüldüğünde hep uyuyarak tepki verirdi ve bizler onu eleştirirdik, ifadesiz olduğu için. Şimdi ne mutlu bizlere, kültür ve sanata bakan başka biri var. İfadesi net, iradesi son derece kuvvetli, olmadı keyifli! Galeriler taşlı-sopalı baskınlara uğradığında, “insaniyet öncesi” Arap yarımadasında “puta tapan zihinlerin” masum bebekleri yok etmesi misali, insanlığın halen etkin durumdaki en eski kaplıca tedavi merkezi Allianoi’yi diri diri kuma gömdüklerinde, İstanbul’un Avrupa kültür başkenti olduğuna inanacak bir tane İstanbullu bulunamadığında o hep gülerek tepki verdi. Aşk Yağmuru’ndan İnsanlık Anıtı’na tüm “ucube”ler imha edildiğinde, festivallerde yönetmenlere, yazarlara, TV’de ise tarihi dizilere linç kampanyaları düzenlendiğinde sadece bıyık altından değil gözleriyle, burnuyla ve olağanca varlığıyla gülmeye devam etti kültüre bakanımız. O güldükçe biz rahatladık, o güldükçe kült filmlerde “buğulanan cigaralar” göze hoş hatta sinemasal gelmeye başladı. O güldükçe bizlerin içine su serpildi, sanatsal alana da yayıldığını hissettik “ileri demokrasinin” ve özgürlüğün tadını çıkarmaya başladık. Şimdi hepimiz gülüyoruz, gülüyoruz ağlanacak haliminize! Böyle bir ruh haliyle hazırladığımız Şubat çalışmalarımızda, edebiyatımız önemli ismi, değerli yazar Turgay Fişekçi, Mavi Gözlü Dev karşısında Nobel’in içler acısı halini gözler önüne seriyor. Değerli akademisyen, yazar Fatih Yaşlı ise Hrant’ın sözde arkadaşlarının anma etkinlikleri dışında nelerle meşgul olduklarını ortaya koyuyor sayfalarımızdaki ilk yazısıyla. Yazarımız Özgür Keşaplı Didrickson ise zamansız bir şekilde hayata veda eden Defne Joy Foster üzerinden şekillenen, aynı anda hem seksist hem ahlakçı olmayı her nasılsa başarabilen “Yeni Türkiye Düzeni”ne cevabı Alaska’dan veriyor. Sinema yazılarımızda “gülen bakanımıza” armağan olarak Türk sinemasında komediyi işliyoruz derinlemesine. 2000’li yıllarda Türkiye’deki politikanın sinemasal 2
karşılıklarını ele aldığımız yazı dizimizdeyse bu ay Özer Kızıltan’ın yönettiği Takva filmi üzerine çalışmamız sayfalarımızda. Karanlığın yanı başında uyuyan veya gülenlere karşı sanatla kalın dostlar… Azizm’in Notu: 22-23-23 Şubat tarihlerinde, İzmir Yenikapı Tiyatrosu öncülüğünde Azizm Sanat Örgütü’nün desteğiyle gerçekleşecek I. Çeşme Film Festivali’ne siz değerli sanatseverlerin katılımını bekliyoruz. Kısa film seçkisi, uzun metraj film gösterimleri, söyleşi ve atölye çalışmalarıyla gerçekleşecek festivalimizle ilgili ayrıntılı bilgilere forumumuzda ve sosyal paylaşım sitelerindeki etkinlik sayfalarımızda ulaşabilirsiniz. Mart ayı güncellemesi içinse dilediğiniz konuda inceleme, deneme, eleştiri, şiir, öykü, fotoğraf, karikatür, resim ve videoyu 6 Mart 2011 tarihine kadar editörlerimize iletebilirsiniz değerli dostlar.
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
Ön Kapak: Neşeli Günler (1978) – Orhan Aksoy Arka Kapak: Takva (2005) – Özer Kızıltan 3
İçindekiler Nobel mi Değerli, Nazım mı? – Turgay Fişekçi
s.5
“Hrant’ın Arkadaşları” – Fatih Yaşlı
s.9
Türk Kadınının Özgürlüğü Batar: Saygısızlığa Cevaben – Özgür Keşaplı Didrickson
s.12
Türk Sinemasında Komedi – Selin Süar
s.16
2000’li Yıllarda Türkiye’deki Politik Düşüncenin Sinematografik Sunumu (4): Takva – Onur Keşaplı
s.37
“Aç Bakalım Ağzını” ve Sadist Diş Öğrencisi – Abdullah Rıdvan Can
s.45
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! – Mustafa Balbay
s.48 4
Nobel mi Değerli, Nazım mı? Turgay Fişekçi Notos dergisinin yeni sayısında ilgi uyandıran bir soruşturmanın sonuçları yayımlandı: “Çağdaş Türk Edebiyatında En iyi 40 Şey”. Günümüzün 181 yazarına seçimleri sorulmuş. Ortaya çıkan sonuca göre, edebiyatımızın en iyi şeyi Nobel Edebiyat Ödülü’nün Orhan Pamuk’a verilmesiymiş. İkinci sırada Nazım Hikmet geliyor.
Orhan Pamuk ve Nazım Hikmet Böylesi soruşturmaları gereksiz bulanlardan değilim. Edebiyat okurları için yol gösterici bir değeri olduğunu sanıyorum. Ben de gençlik yollarımda Türk romanından öncelikle okumam gereken yapıtları Fethi Naci’nin “Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme” kitabında sıraladığı en iyi 20 romana göre seçmiştim. Ne ki, ortaya çıkan sonucun benim için üzücü bir yanı da oldu. 5
*** Soruşturmaya katılan günümüz yazarları, Nobel Ödülü’nü, Nazım Hikmet’ten, Sait Faik’ten ya da Yaşar Kemal’den daha değerli bulup başa koymuşlar. İşte bunu anlayamadım.
Sait Faik ve Yaşar Kemal Bir ödülün edebiyatçı için ne değeri olur ki? Hangi edebiyatçı yapıtlarını ödül kazanmak için üretir? Dahası ödül, bir edebiyat değeri midir? Bir ürünü edebiyat yapıtı kılan temek öğe, okuruna verdiği güzel duyusal hazzın yanında içerdiği insani gerçekliktir. Bütün büyük yazarlarımız, bize sundukları insani gerçeklik kadar büyük ve değerlidirler. Bunun dışında Nobel de alsanız, Sait Faik Öykü ödülü ya da Behçet Necatigil Şiir Ödülü de, ödüller size, emeğinize verilen bir değerbilme olabilir ancak. Hiçbir edebiyat yapıtı, ödül nedeniyle kendi değerinin ötesinde bir değer kazanmaz, ödül almamış olmasının değerini azaltmayacağı gibi. Aslolan edebiyatın değerleridir. Soruşturmayı yanıtlayan yazarların böyle bir ayrımı yapamamış olduğunu görmekten üzüldüm. Güncel başarılar yazarlarımızın beğenilerini ne denli tutsak etmiş diye hüzünlendim. 6
*** Bir arkadaşım, Can Yücel’e bir gün sormuş, “Sizin kulağın en iyi beş ozanı kimdir?” diye. “Bizim kuşak böyle şeylerle ilgilenmez” demiş değerli ozanımız.
Can Yücel Gerçekten de edebiyatın bu tür tartışmalardan kazanacağı bir şey olduğunu sanmıyorum. Birbirimizin beğenilerini, tercihlerini öğrenmiş oluruz belki ama edebiyat başkalarının beğenileri zerinde gelişen bir şey değildir ki! Hele toplu beğeniler, çoğunlukla ortalama bir düzeyi gösterir. Oysa edebiyat, okurun da, yazarın da kendi yolunu kendisinin bulduğu, kendi kültürel değerleriyle, edebiyatın evrensel değerlerinin buluşma noktalarında var olabilen bir uğraşı ya da eylemdir. 7
Memet Fuat’ın unutamadığım bir sözü kulağımda: 1990’lı yılların başında, edebiyatın içine düştüğü magazin eğimlerine, öne çıkan bireyci tutumlara bakarak “Edebiyatın böyle bireysel bir uğraşa dönüşeceğini bilsem edebiyatçı olmazdım. Ben edebiyat yoluyla daha güzel bir toplumun, daha nitelikli insanların yaratılabileceğine inandığım için edebiyatçı olmuştum. Yoksa sözgelimi mimar olur, insanlara güzel yapılar yaparak topluma yararlı olmaya çalışırdım” demişti.
Memet Fuat Geldiğimiz noktada toplumca derin bir gericilik çukuruna yuvarlanmışsak, bunda edebiyatın da bireyse ve ticari bir çekişme alanına dönüşmesinin payı elbette vardır. Neyse ki, hiçbir edebiyat yapıtı güncel eğilim ve değerlerle değil de, kalıcı, evrensel değerlere göre önem taşır. Bugünler de geçecek elbet. İnsanlar da insan kalmayı başarabildikleri sürece, gerçek edebiyat ürünlerine gereksinim duyacaklar. Onları okuyacak, onlarla bireysel ve toplumsal dünyalarının geliştirecekler.
8
“Hrant’ın Arkadaşları”
Fatih Yaşlı
“Hrant’ın arkadaşları”ndan biri, Oral Çalışlar, 18 Ocak günü yazdığı yazıda, başbakanı ertesi gün Hrant Dink için yapılacak yürüyüşe davet ediyordu. Liberallerle hükümetin arasının çok da iyi olmadığı bir dönemden geçiliyordu ve belki de Dink anması yeniden barışmak için bir vesile olabilirdi. Hrant Dink cinayeti, dört yıl önce, liberallerin AKP’ye kayıtsız şartsız biat etmelerini sağlamıştı; liberaller ülkeyi Ergenekonculardan, darbecilerden, vesayet rejiminden sadece ve sadece AKP’nin kurtarabileceğine inanmışlar ve Erdoğan’ın arkasında saf tutmuşlardı. Şimdi ise Oral Çalışlar bir kez daha Dink’ten medet umuyor, Dink’in ölümünün dördüncü yılının hükümetle aralarını düzeltmeye vesile olabileceğini düşünüyordu. Sadece Oral Çalışlar mı, “Hrant’ın arkadaşları”ndan birçoğu Dink cinayetinin üzerinden geçen dört yıl boyunca, bu cinayeti, AKP’yi ve AKP eliyle yürütülen 9
dönüşüm sürecini desteklemek ve meşrulaştırmak için kullandılar, Dink’in öldürülmesini adeta istismar ettiler. Dink’i öldüren zihniyeti, sağcılığı ve gericiliği sorgulamaksızın, cinayeti “statüko” ya da “vesayet rejimi” gibi bir hayaletin, ya da Ergenekon gibi var olup olmadığı dahi belli olmayan bir örgütlenmenin üzerine yüklemeye çalıştılar. Üstelik tüm bunları Dink cinayetinin asıl sorumlusunun, yani sağcılık ve gericiliğin yayın organlarında, gazetelerinde, televizyonlarında yaptılar. “Hrant’ın arkadaşları” Dink’in anısına açık bir şekilde ihanet ettiler. Örneğin “Hrant’ın arkadaşları”ndan Baskın Oran, Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümünün ardından, katıldığı bir televizyon programında, “eğer öldürülmeseydi benim de aralarında bulunduğum bir grup aydınla İzmir’in Şirince ilçesinde bir araya gelecekti” diyerek Yazıcıoğlu’nun tam demokrasi hidayetine erecekken öldürüldüğünü ima edebildi. Üstelik bununla da yetinmedi ve sonrasında Radikal 2’de yazdığı bir yazıda bu görüşmeden söz ederek, Yazıcıoğlu’nu, Mümtaz Soysal, Sabih Kanadoğlu ve Vural Savaş’la karşılaştırıp, “Buyurun, iki tarafı mukayese edin. Kim bu ülke için yeni çözümler araştırıyor, hangi taraf daha ‘ilerici’, karar verin. ‘Ulusalcılık’ nedir, daha iyi anlarsınız “ diyebildi. Oysa Dink’in katili Ogün Samast’ın da, azmettiricisi Yasin Hayal’in da BBP bağlantıları bilinmekteydi. “Hrant’ın arkadaşı” Oran, ellerine geçmişte de solcu kanı, devrimci kanı bulaşmış bir siyasi geleneği ve liderini demokrasi adına sahipleniyor, o geleneğe ilericilik atfedebiliyordu. Hrant’ın başka bir arkadaşı, Etyen Mahçupyan, bundan bir süre önce Taraf gazetesinden Zaman gazetesine geçti ve orada yazmaya başladı. Oysa dönemin Trabzon Emniyet Müdürü olan ve cemaatle organik bir bağı bulunduğu devlet raporlarında iddia edilen Ramazan Akyürek’in Dink cinayetinde nasıl bir rol oynadığı kocaman bir soru işareti olarak ortadaydı ve Mahçupyan’ın yazdığı gazete, cemaatin yayın organıydı. Zaman gazetesi, hala daha bugün Dink cinayetinde polisin herhangi bir sorumluluğu bulunmadığını ispatlamak adına haberler yapmaya, “Hrant’ın arkadaşı” Mahçupyan da Zaman’da yazmaya devam ediyor.
10
“Hrant’ın arkadaşları”nın birçoğunun yazdığı Taraf gazetesinde, cinayetin üzerinden geçen dört yıl boyunca, Dink’in ölümünde sağcı, gerici güçlerin, BBP’nin ve cemaatin rolü üzerine tek bir satır yayınlanmadı. Gazete, Yazıcıoğlu’nun helikopterinin, NTV binasından Mirgün Cabas ve Ruşen Çakır’ın yolladığı telefon sinyalleriyle düşürüldüğünü dahi haber yaptı ama Dink cinayetinin ardındaki gerçekleri bir bir ortaya çıkaran Nedim Şener’in ulaştığı bulgulara gözlerini kapamayı tercih etti. Cemaatçi polislerin köşe sahibi olduğu bir gazeteden, “Hrant’ın arkadaşları”yla dolu olsa da, aksini beklemek çok doğru olmazdı zaten. Hrant’ın arkadaşlarından birçoğu, 12 Eylül referandumunda “yetmez ama evet” diyerek otoriter bir rejime doğru gidişin önündeki son engellerin de kaldırılmasına yardımcı oldular. Bunu yaparken, hayırcıları, ulusalcılıkla, milliyetçilikle hatta faşistlikle suçladılar. Saadet Partisi ve BBP gibi partilerle kol kola girdiler, “Hrant’ın arkadaşları”, 12 Eylül referandumunda, Hrant’ın katilleriyle birlikte demokrasicilik oynadılar. Hrant’ın arkadaşları, Trabzon’da bir parka Muhsin Yazıcıoğlu adını veren, önümüzdeki seçimlerde BBP ile ittifak yapmayı düşünen, Dink’i öldüren zihniyeti bu ülkenin kılcal damarlarına yerleştirmek isteyen AKP’yi, iktidara geldiğinden bu yana desteklediler, söz konusu zihniyetin Dink’in ölümündeki rolünü bilerek yaptılar üstelik bunu. Bu ülkeye giydirilmiş bir deli gömleği olan sağcı zihniyetin son 50 yıllık sicilini aklayarak, mütedeyyin kitlelerdeki “demokratik bilinci” ve sağ partilerdeki “ilerici damarı” keşfederek yaptılar. Hrant Dink’e ve anısına ihanet ettiler, Dink’i öldüren zihniyetle proje ortağı oldular. Dink cinayeti kuşkusuz siyasal bir cinayetti ama üzerinden geçen dört yılın ardından çok daha siyasi bir niteliğe kavuştu. Cinayetin ardındaki güçlerin gerçekte kimler olduğunu sormak, cinayetin Türkiye’nin dönüştürülmesi projesiyle olan bağlantılarını açığa çıkarmak, cinayetin Türkiye’deki siyasal ve toplumsal atmosferin belirlenmesinde nasıl bir önemi olduğunu anlamaya çalışmak, cinayetin yeni rejim inşasına nasıl bir katkı yaptığını ortaya koymak, başlı başına siyasi mücadelenin bir parçası artık. Kendini liberal faşizmin karşısında konumlandıran her siyasal özne, Dink cinayetini doğru bir şekilde anlamak ve anlatmak zorunda. 11
Türk Kadınının Özgürlüğü Batar: Saygısızlığa Cevaben
Özgür Keşaplı Didrickson Yaşamını yitiren bir katil, ülkesini satan bir ajan, büyük bir dolandırıcı olsa bile kederlenilecek çok şey var. Perişan halde olduğu her halinde belli bir anne var. Evlat acısının ne büyük olacağını tahmin etmemek mümkün mü? Yaşamdaki en büyük travmalardan birini yaşayacak olan, hayatı boyunca bir yanıyla yaralı ve eksik kalacak bir çocuk var. Üzgün, şaşkın görünen ama sinirli görünmeyen bir eş var. Yaşamını yitiren bir katil, bir ajan, bir dolandırıcı olsa bile bu insanlara üzülebiliriz. İnsan olarak. Yaşamını yitirene üzülmesek bile. Ölen kim olursa olsun üzülmesek de sevinmeyiz zaten kimimiz. O da ayrı. Yaşamını yitiren bir katil, bir ajan, bir dolandırıcı değil. Burası kesin. Yaşamını yitiren kocasını bir gecelik ilişki için aldatmış, çocuğunu unutmuş bir anne mi? Burası kesin değil. Bu durumda bir fikir sahibi olabilir miyiz? Ayrıca bunları bilmemiz, fikir sahibi olmamız gerekli mi? Burada önemli olan, gerçek böyle olsa bile bunun da dünyanın en büyük, en az rastlanan hatası olmadığıdır. Özellikle kültür, sanat programında ahkâm kesenlerin, aşk uzmanı olarak kitap yazanların bilmesi gerektiği gibi bu tür “ hata”lar birçok yazar, çizer, şair, ressam, bilim insanı, sıradan vatandaş vs tarafından yüzyıllardan beri yapılır. İnsanların belki de en büyük hataları yaptıkları ve yine belki de en büyük hata gibi görüneni yaptıkları halde affedildikleri (suçlanmamış bile olabilirler)tek alandır belki de gönül ilişkileri. Bu “hatalar” yapılmasa daha iyidir belki ama bir yandan da belki insan olduğumuzu, ruhumuzun bin bir girdabını bize en iyi anlatan da bu tür hatalarımızdır. Şu an aklıma gelen ne çok isim var ama bu yazıda isim vermek hiç istemiyorum. Ne çok ünlü/ünsüz, kadın/erkek geliyor aklıma. Birisi onca aldatmaya rağmen onsuz yapamamış bir kadın, diğeri affetmediği için ömür boyu eksik kalmış bir adam. İlki kimine göre gurursuz belki de ya da sadece âşık. Diğeri fazla gururlu ve bunu aşkından olarak ödeyen, aşkı başka türlü yaşayan biri… 12
Sınıf, cinsiyet farkı gözetmeden ve oldukça sık yaşandığı için böylesi olaylara hepimiz rastlıyoruz aslında. Bu yaşam öyküleri hepimizde farklı yankılanıyor. Hepimizin aldatma, ilişkide özgürlük, cinsellik ile ilgili sınırlarımız farklı farklı. Ve bunlar aslında ne kadar mahrem şeyler. Ünlülerin başına geldiğinde ise herkes duyuyor, herkesin bir fikri oluyor. Ne büyük bir bedel. Görünen köye göre yorumlar yapılıyor. Herkesin kendisine saklaması gereken yorumları on binlere ulaştırılıyor. Çok yakın arkadaşımız bize göre bir hata yapıyorsa onu uyarabiliriz. Arkadaşımızın iyiliğini (bize göre) düşünüyoruzdur. O da dinler, dinlemez ama uyarabiliriz. Bu da insancadır. Ancak bir köşe yazarı köşesinden, tanımadığı bir kişiyi, kesin olmayan şeylere dayanarak, üstelik o kişi arkasında acılı kişiler bırakarak ölmüş iken, kendini savunmak isterse yapamayacak iken neden böyle acımasızca eleştirir? Ölen kişiye ve ardında kalanlara yapılan saygısızlık yanında, acıya acı katmak yanında kime ne faydası vardır böyle bir yazının? Diyelim elinizde eleştirilerinizi haklı gösterecek kanıtlar var, o zaman da aklı başında bir gazeteci şöyle yapmaz mı? Bu ölümü, eleştirdiği konuya (tek gecelik ilişki yaşamak ve aşkı öldürmek sanırım?) sadece bir örnek olarak alır ve sosyolojik araştırma verileri ile bir takım şeyler yazar çizer. Okuyucularına aşkı öldürmemenin yollarını buyurur, bir gecelik ilişkileri arttıran nedenlerin neler olduğuna işaret eden araştırmalardan söz eder vs vs. Örnek aldığı durumu da olabildiğince yorumsuz ele alır, yargısız infaz yapmaz. Etik zaten bunu gerektirir. Gazeteci bunu yapamayacak ise böyle özel bir konuyu niye o sütununda bu şekilde on binlerle paylaşır ki? Düşüncelerini açıklamasının kimseye bir hayrı yokken, yorumları sadece ölene hak etmediği bir ceza, geride kalan ailesinin acısına yeni acı olacak ise? Ya topluma verdiği zarar? O, içinde kötülükten başka hiçbir şey olmayan yazı ne yazık ki hepimizin canını acıtacak şeylerle dolu. Ancak en çok kadınların… Türkiye’de kadın olmak zordur. Karanlık, ıssız sokaklarda yürümek zorunda kaldığında korkar, hızlı adımlarla yürür Türk kadını. Üniversitede arkadaşlarıyla bir ev tutar. Bir kap yemek getirmeyen komşular geleni gideni pek bir ilgiyle incelerler. Türk kadını oturuşuna, kalkışına çok dikkat etmelidir. Bir dalsa, bir açık verse hemen hafif meşrep oluverir. Kadının özgür olduğu ülkelere gittiğinde de belki bu yüzden en çok mesela kadınların rüzgârda açılan 13
eteklerini toparlarken çok telaşlı olmamalarını kıskanır. Türk kadını erkeğine danışmadan pek çok şeyi yapamaz, yaparsa da kınanır. Türk kadını kendisini kaçıran birisiyle evlenmek zorunda bırakılır. Testlerde “temiz(!)” çıkmış olsa bile. Türk kadını bir akrabasının tecavüzüne uğradıktan sonra bir başka akrabası tarafından öldürülür. Türk kadını evde açık olsa bile köy meydanında, kasabaya inerken başını örtmek zorunda kalır. Türk kadını Türk erkeğinin sıklıkla yaptığı bazı şeylerin çok azını yapsa bile dayak yiyebilir. Türk kadını, tam da bugünlerde Tekirdağ’da yaşandığı gibi boşandığı kocası tarafından bir gönül ilişkisi yaşadığı için öldürülebilir. Türk kadını, en modern görüneni bile tam anlamıyla özgür değildir çünkü ailesi, eşi, dostları onu özgür bıraksa bile çevresi, toplum bırakmayabilir. Türk kadınının özgürlüğü batabilir. Pek değerli yazarımız sayesinde Türk kadını artık daha da özgür olacak! Bazen eşimizden ayrı yolculuklara çıktığımız için, erkek de olabilen arkadaşlarımızla gezdiğimiz için mırıldanan komşular, akrabalar seslerini gürleştirebilecekler. Yarın evli ve çocuklu, ünlü/ünsüz bir kadın (belki ben, biz) bir bekâr ( = sevişme mi?) evinde yaralanır ve hastaneye yatırılırsa kocası ya da namus bekçisi komşular tarafından hastanede öldürülebilecek. Dinci falan değil ya bu yazarımız o yüzden çevremizde yaşayan ve sayıları çok fazla olan “yüksek ahlaklılar” ondan güç alacaklar. “ Kültür sanat programına çıkan o adam bile böyle düşünüyor, haddini bil, kendine çeki düzen ver” diyecekler bize. Aferin, bize çeki düzen vereceksiniz. Hem çocuk yetiştirme konusunda da bu yazardan ve onun gibi yazanlardan destek görebileceğiz bundan sonra. Çocuk doğurmayı hayatta yapması gereken bir iş gibi görüp çocuk yapan ama çocuk yetiştirmekten bir şey anlamayan milyonlarca anne ve baba artık iyice rahatlayacak. Çocuğunun yanında olduğu sürece iyi bir anne ve baba olduğunu düşünecek. Çocuğuna daha iyi anne olabilmek için kendine de zaman ayırması gerektiğini bilen ve bu yüzden bazen geceleri dışarı çıkan, ya da haftasonu kamp yapan anneler hakkında dedikodu çıkabilecek. Çocuğunu hep yanında tutan “örnek anneler” mesela evlenme ile ilgili programları izlerken de çocukları yanında diye huzur duyabilecekler.
14
Toplum olarak ne yazık ki çok gerginiz. Dans bir yanıyla da gerginliğin zıddı sanki. Önceden pek dans geçmişi olmayan bazı ünlülerin nasıl görüneceklerini bir yana bırakarak dans ettiği yarışmayı yakın geçmişte fark etmiş ve keyifle izlemiştim. Rahatlatmış, gülümsetmişti. Rahmetli Defne Joy Foster da isminde geçtiği gibi neşeli halleri, esprili dansları ile gülümsetmişti. Gülümsek, gergin olmamak ne iyi şey. Kendisine teşekkür ederim. Allah rahmet eylesin.
15
Türk Sinemasında Komedi Selin Süar
Güldürü yapımcısı için en önemli niteliklerden biri, tiyatroyla ilgili her şeyi en küçük ayrıntısına dek bilmektir. Sennett 19. yüzyılın ilk yarısında fotoğrafın icadı, optik lensler, selüloitin bulunuşu ve peşi sıra gelen teknolojik icatlar Dünya ekonomisine ve insan algılayışına yeni bir yön verecek olan sinemayı doğurdu. Birden fazla yaratıcısı ve gelişmesi zamanında pek çok şirketin birbirine rakip olarak ‘sektör’de (çünkü sinema, toplumlar üzerinde bıraktığı etkinin fark edilişiyle beraber sektör olmakta gecikmedi) yer almasının sonucunda hareketli görüntülerin insanlar üzerinde bıraktığı hayret uyandırıcı etki, zaman içersinde sinemanın kendine has dilinin oluşmasına, görüntüleri kaydedebilmesiyle beraber farklı imgelemler yaratmasına; en nihayetinde, bir eğlence, dinlence, eğitim, propaganda vs. aracı olarak kullanılmasına neden oldu. Sinemanın geniş tarihine çok kısa bakmamız gerekirse, Dünya’nın içinde bulunduğu buhran devirlerinde, Dünya savaşlarını takip eden süreçte boy gösterdiğini ve film sektörüyle ilgilenenlerin kendi devletlerinde sinemayı eğlence aracından çok motive etme, savaşların ve kıtlığın pençesinden çekip alma, ordunun cesaretlendirilmesi yönünde propaganda aracı olarak kullanıldığını görürüz. Ancak buna tepki olarak kimi yönetmenler sinemayı bir uyanış, bir asilik ve iktidara karşı ayakta durma mücadelesinde de kullanmışlar, yıllar ilerledikçe gelişen oyuncu kadrosu, geleneksel aile anlayışı, sinema dilinde kurgunun kullanılışı farklı kişilerce farklı şekillerde kullanılarak kuramların doğmasına, sinemada türlerin ortaya çıkmasına neden oldu. Bütün bu Hollywood Sineması, Yeni Gerçekçilik Dalgası, Alman Dışavurumculuğu, Rus konstrüktivizmi; kısacası sinemanın tarihine girsek her biri ayrı ayrı kendi kategorisinde ele alındığında sayfalar dolusu kitap oluşturabilecek tüm 16
ilerlemeler, karanlık bir odada, bütün dış etkenlerden sıyrılan izleyicinin perde üzerindeki karakterlerle kendini özdeşleştirmesi veya bir katharsis (boşalma) yaşamasıyla beraber ve elbette es geçemeyeceğimiz teknolojik gelişmelerin sonucunda sinemanın her yeni gün yepyeni kavramlarla, göstergelerle ortaya çıkışı; çağımızda televizyona ve bilgisayara inat varlığını büyük ölçüde korumakta, kendini ayakta tutmaktadır.
Sinema, bugüne dek var olan bütün sanat dallarından etkilenmiş ve her birinin varlığını kendi bünyesinde toplayarak görsel, işitsel imgelemler sunmuştur. Nasıl ki tiyatroda trajedi, komedi, melodram gibi alt türler yer almışsa, sinemada da insanları ağlatacak, güldürecek; aynı zamanda düşündürecek yapıtlar ortaya konmuştur. İlk güldürü filmleri sinemanın öncüsü olarak kabul edilen Fransa’da yapıldı. Ancak ilk güldürüler insanın sakarlıklarını, şaklabanlıklarını konu ediyordu (Aynı Antik Yunan’da ve Doğu’da tiyatronun gelişiminden önce var olan hokkabazlar, şaklabanlar olduğu gibi). Ancak ardından asıl işlevini sırtlamış olan komediler gelmeye başladı. Amerika Birleşik Devletlerinde savaş sonrası kendini gösteren önemli türlerden olan komedi, Keystone komedileri olarak, Charlie Chaplin, Harold Lloyd, Harry Langdon gibi önemli isimlerin dünya tarihine geçmelerini sağladı.
“Fransız yapımcılar ya da Sennett ya da Chaplin, ‘tiyatronun etkisini bütünüyle aşamamışlardı, ama halk açısından çok önemli olanı yakalamışlardı: İktidar, güç ve baskı. Onu simgeleyen ‘jandarma’ ya da ‘polis’i… Onların filmlerinde polisler su çukurlarına düşerken, boya tenekelerine çarpıp tökezlerken, otomobilden düşerken vb. gösteriliyordu. Burada gülünçleştirilen, alay edilen iktidarın ağırbaşlılığını temsil eden, böbürlenerek dolaşan bu kişilerdi.” [1]
Sessiz sinema dönemi, her komedi türünün yaptığı gibi (burada kastım engellenmiş veya günümüz komedilerinden bahsetmek değil, komedinin asıl işlevi olan güldürürken düşündürmek işlevidir) madalyonun diğer yüzüne işaret ederek, halkın duruşunu betimleyerek ve alttan alta siyasi iğnelemeler yaparak 17
kendini var etti. Sinemaya sesin gelmesiyle her alanda ve her türde daha da gelişen bu yeni sanat dalına, komedinin sözsel iğnelemeleri de eklendi ve zaman ilerledikçe komedinin alt türleri de ortaya çıkmaya başladı.
Sinemanın ülkemize girişi 1908 yılında olmuştur. Halka çeşitli yerlerde açılan sinema salonlarına Müslüman halk değil, azınlık sınıfı ilgi gösteriyordu. Hal böyle olunca sinemanın her diğer sanat dalı gibi ilk etapta yabancı azınlık tekelinde kaldığı görülebilir. Ancak Milli Sinema’nın açılışıyla görüntünün muhteşem dili Türk/Müslüman toplumunun hayatına girer. Agia Stefanos’ta Bir Rus Abidesinin Yıkılışı olayı, kameraya alınarak belge niteliği taşıyan ilk Türk filmi olarak kayıtlara geçer. 1. Dünya Savaşı’na denk gelen (1914) yıllarda böylelikle Yedek subay Fuat Özkınay’ın bu tarihsel olayı çekmesiyle Türkiye’de sinemanın doğuşu gerçekleşir. 1915 yılında Merkez Ordu Sinema Dairesi kurulur ve Pathe şirketinin temsilcisi olarak ülkeye gelen Sigmund Weinberg, bu kuruluşun başına geçirilir. Yardımcısı Fuat Uzkınay’la beraber sarayla ilgili, imparator ziyaretleriyle ilgili görüntüleri kayda alırken ilk uzun metraj denemesini yapmak ister. Dönemin çok tutulan tiyatro oyunu Leblebici Horhor Ağa’nın çekimleri böylelikle başlar ancak, Weinberg’in ilk komedi denemeleri filmdeki bir oyuncunun ölümüyle yarım kalır. Ardından yine bir komedi olan Himmet Ağa’nın İzdivacı’nı çekmek ister ama filmin oyuncuları da Çanakkale’de cepheye gönderilince bu da yarım kalır. Daha sonra Ordu Sinema Dairesinin başkanlığına getirilen Uzkınay, Weinberg’in yarım kalan projelerini devralır ve Himmet Ağa’nın İzdivacı’nı savaşın ardından 1918 yılında tamamlar. Söze dayalı güldürme, yani geleneksel Türk Tiyatrosu’ndan nasiplenen, tuluat sanatını, tiyatro sanatını ve gösterme biçimlerini kavrayan oyuncular, yönetmenler bu kez sinemaya yönelmeye başlar. “Dönemin ün yapmış tuluat kampanyası oyuncularından İsmet Fahri Gülünç, 1919 yılında ‘ilk kısa öykülü komedi filmi denemesi’ olan Tombul Aşığın Dört Sevgilisi’ni çekmeye başladı. Gülünç, daha önce kendi adına kurduğu tuluat kumpanyasında sahneye koyduğu oyunun filminde, hem başrolü oynuyor, hem de yönetmenlik yapıyordu. Ne var ki Tombul Aşığın Dört Sevgilisi, bir 18
anlaşmazlık sonucu yarım kalacaktı. Gülünç, bu başarısızlığın ardından ikinci bir denemeye daha girer ve bu kez Fahri Bey Makarna Tenceresinde adını verdiği kısa öykülü komedi filmini tamamlamayı başarır.” [2] Türk sinemasının ilk yılları, bir yandan savaşın etkileriyle tarihsel ve belge niteliği taşıyan filmler, diğer yandan güldürü niteliği taşıyan ve tiyatro uyarlamalarına dayanan filmlerden ibaretti. Güldürü filmleri, geleneksel Türk Tiyatrosunun zaman geçtikçe içi boşalan söylemlerini ve basit güldürü unsurlarını kullandı. Şadi F. Karagözoğlu, 1921’de ilk komedi tiplemesini Türk sinemasına kazandırdı. Bican Efendi olarak tarihe geçen bu ilk tipleme, seyirciler tarafından büyük ilgi görünce Karagözoğlu, bu tiplemenin üzerine giderek Bican Efendi Vekilharç’ı çekti. Kısa öykülü olan bu senaryo, yapılan ilk komedi dizisi olarak sinema tarihimizde yerini aldı( Bican Efendi’nin başına gelen maceralardan oluşan bir üçlemeyle Karagözoğlu, Bican Efendi tipiyle beraber işleyen üç ayrı filmle seriyi devam ettirdi.)
Muhsin Ertuğrul Dönemi Türk sinema tarihinde Muhsin Ertuğrul’un ayrıcalıklı bir yere sahip olması, onun uzun yıllar sinema sektörünü kendi egemenliğinde tutmasından ileri gelir. Bunun nedeni de Muhsin Ertuğrul’un hem sinemamıza hem de tiyatromuza çok büyük katkılar yapmış olmasından kaynaklanır. 1892-İstanbul doğumlu olan Muhsin Ertuğrul, 1909’da ilk kez sahneye çıktı. Siyasi bir olaya adı karıştığı için ülkeyi terk edip Fransa’ya gitti ancak, konservatuarı kazanamadı. Paris’te tiyatro ve sinema alanında gözlemler yaptıktan sonra Almanya’da kendini geliştirmeye devam etti.1916’da Almanya’da sinema ve tiyatro çalışmalarına devam etti. Kemal ve Şakir Seden kardeşlerin Kemal film stüdyosunu kurmaları ve Muhsin Ertuğrul’un yurda dönüşüyle beraber Türk sineması, peş peşe gelen filmlerle hem oyuncu, hem yönetmen hem de yapımlar açısından parlak yıllarını yaşamaya başlar.
19
“Gerçekte 1918 ile 1940’lı yıllar arasında güldürü sineması operet-müzikal türü filmlerde tiyatro oyunlarından uyarlanan komedilerden oluşmaktadır. Yani çeşitli örneklerini verdiğimiz güldürü sineması operetlerle, orta oyunlarıyla, müzikallerle, tarihsel öykülerle iç içedir.”[3]
Sinemamızın ilk yıllarında komedi unsurunda sıklıkla tarihi ögeler görülür. Aynaroz Kadısı, Bir Kavuk Devrildi, Kıvırcık Paşa gibi filmler, tarihsel komedi olarak seyirciyi güldürür. Bu arada Faruk Kenç’in (Kıvırcık Paşa) o güne dek gelen bir kalıbı kırarak, tuluat/tiyatro geleneğinden gelmeyen bir yönetmen olmadığını ve Ertuğrul döneminde bağımsız bir yönetmen olarak 1939-1940 yılları arasında sinemamıza beş film kazandırdığını söylemeden geçmemek gerek.
20
1940’ların sonunda söze dayalı geleneksel Türk tiyatrosunda önemli bir yeri olan İsmail Dümbüllü, özellikle orta oyununda kendi adını duyurdu. Tiyatroda halk arasında sevilen, seyirci ile bir bütün olan Dümbüllü, bu çizgisini hiç bozmadı ve beyaz perdede de aynı ‘halk tiplemesi’ karakteriyle seyircinin sevdiği bir kişi oldu. Türk sinemasının 1940-1960 arası yıllarında ikili karakterler (Edi ile Büdü, Memiş ile İbiş) komedi serüvenini sürdürdü. 1950’lerin sonuna kadar komedi filmleri, konuları ve senaryolarının sıradanlığı itibariyle oyuncular üzerinden iş görüyor, komedinin asıl anlatmak ve yaratmak istediği çizgiye bir türlü gelemiyor, komedinin kendi kurallarını kullanamıyordu. Zeki Alpan, Settar Körmükçü, Vahi Öz, Orhan Erçin gibi oyuncularımız, komedi tiplemelerinde rol alarak sinemamızın güldürü oyuncuları arasında yer almıştır. Osman F. Seden’in 1962-1964 arası çektiği üçlemelerle Türk komedi sinemasında farklı bir dönem açılmış oldu.
Amerikan güldürü sinemasının etkilerini; “mutlu sonları”, “kahramanları” sıkça görmeye başladığımız 60’lı yıllar, “salon güldürüleri” dönemini başlatmış oldu. “Amerikan sinemasının etkileriyle olgunlaşmaya başlayan anlatım dili, giderek daha bir akıcılığa ve yalınlığa doğru profesyonel bir çizgi izler. O yıllarda önemi pek fark edilmese de tipleme yaratma açısından yönetmen sineması gündemdedir. Örneğin bu dönemde, yani 1954-1964 yılları arasında Osman F. Seden’in ‘Cilalı İbo’ ile ‘Adanalı Tayfur’u ve Hulki Saner’in ‘Turist Ömer’i güldürü sinemasının üç büyükleri olarak ortaya çıkar.” [4]
1960’lı yıllarda sinemamızda komedi filmleri örneklerine devam etmeden önce o yılların toplumsal ve siyasi arka planına bakmakta fayda var. Türkiye’nin bu yıllar içerisindeki siyasi durumuna baktığımızda 1950’ye kadar tek parti iktidarını görürüz. Demokrasinin yerleşememiş kuralları, sistemin dokunulmazlığı, Cumhuriyetle beraber getirilen değişimlerle beraber baskıcı bir kabul ettirme şekli, 1950’de tek partinin, saltanatını yıkıp Demokrat Parti’yi iktidara getirdi. Ancak ilk başta çizgisini koruyan, kişisel hak ve özgürlüklerin garanti altına alınması yolunda sözler veren DP, daha sonra CHP’den bir nevi öc 21
alma girişimlerinde bulundu. Köy Enstitülerini kapattırdı, Halk Evlerinin kapısına kilit vurdu, basın özgürlüğü kısıtlandı, üniversitelerde öğretim üyeleri gerekirse tutuklanmaya başlandı vb. Bütün bu düşünce ve konuşma özgürlüğünün yok edilmeye çalışılması, 6-7 Eylül olayları, üniversitelere, orduya, CHP’ye saldırılar (gerektiğinde tutuklanma emirleri) ordunun 27 Mayıs 1960’ta darbe yapmasına neden oldu. Peşi sıra gelen 1961 anayasası Türkiye’nin gördüğü en özgürlükçü ve demokratikleşme yanlısı anayasası oldu. Devlet, birey için vardı artık ve 1982 Anayasası’na kadar gerek basında, gerekse toplum hayatında daha özgürlükçü, daha kısıtlamasız, aydınlara önem veren bir Türkiye Cumhuriyeti doğdu. Demokrat Parti’yle beraber gelen Marshall yardımı, sanayileşme ve endüstrileşme hız kazanmaya başladı. Bunu sonucunda insan gücü yerine konulan makineleşme, kırdan kente göç olgusunu beraberinde getirdi. “Tarımda makineleşme önemli toplumsal değişimleri beraberinde getirmiştir. Bunlardan birincisi kırsal kesimde tarımsal üretimdeki verimliliğin artışında ortaya çıkmıştır. İkinci olarak ise tarımda makineleşme kırsal kesimde iş gücü fazlalığını ortaya çıkarmıştır. İnsan emeğine olan gereksinim giderek azalması kırsal kesimden kentlere doğru ilk büyük göç dalgasını başlatmıştır. Örneğin 1951 ve 1953 yılları arasında inşaat sektörü yılda yüzde 23 oranında büyümüştür. 1950’li yıllar ile birlikte Türkiye’de kentlerin nüfusu hızla artmaya başlamış ve gecekondulaşma, işsizlik ve kentsel alt yapı eksikliği ülkenin en önemli sorunları haline gelmiştir.
Türkiye’deki kentleşme süreci kentin çekiciliğinden daha çok kırsal kesimin iticiliğinden kaynaklanmıştır. Oysa Batı Avrupa’da kentleşme süreci kırsal kesimin iticiliği ile kentin çekiciliği eş zamanlı olarak yaşanmıştır. Dolayısıyla Avrupa’da kente göç eden insanları istihdam edebilecek kentsel iş olanakları bulunmaktaydı. Oysa Türkiye sanayileşmede yeterli bir gelişme düzeyine ulaşamadığı için kentte göç eden insanların çok büyük bir çoğunluğu iş bulamadı. Kırsal kesimden göç edenler ekonomik olarak varlıklarını devam ettirebilmek için işportacılık ve geçici işçilik gibi iş güvencesi olmayan ve gelir düzeyi son derece düşük alanlarda çalışarak kentte tutunmaya çalıştılar. 22
Özellikle 1950’lerden itibaren, insanların kentte karşı karşıya kaldığı ekonomik güçlüklere yetersiz planlama da eklenince gecekondu olgusu büyük kentlerin varoşlarında mantar gibi büyümeye başladı. 1950’lerde başlayan gecekondulaşma olgusu kamu arazisi üzerine yasal olmayan yollardan kaçak olarak gecekondu inşa edilmesi suretiyle başladı. Bu konu ile ilgili kamu kurum ve kuruluşları kırdan kentte göç eden insanların barınma işlevini yerine getirdiği için gecekondulaşmayı ya yok saymış ya da yasal olarak denetim altına almak istememiştir. Oysa ileriki yıllarda gecekondulaşma olgusu Türkiye’nin kolay kolay çözemeyeceği çok önemli bir sorunu haline gelecektir.” [5] Kırsalın yaşam biçimi cazibesi ve tarımda yaşanan güçlüklerle beraber kent olgusu insanların ilgisini daha çok çekmeye başlamış ve yukarıda da anlatıldığı gibi büyük şehirlere bir daha hiç bitmeyecek olan göç dalgası yayılmıştır. Doğu ve Batı, kültürlü ve cahil, zengin ve fakir bir kez daha birinin aşağılamaları, diğerinin saflığının altında yatan uyanıklığıyla karşı karşıya gelecektir.
Feridun Karakaya
Feridun Karakaya’nın canlandırdığı Cilalı İbo, pantolonundaki yamayla, boyacı sandığı ve kepiyle, “yavyum” deyişiyle seyircilerin gönlünde taht kuracak, peltek konuşmasıyla kimi kez rüyalar âlemine dalacak, kimi kez 23
kovboy olarak karşımıza çıkacaktı. Karakaya, Cilalı İbo’nun nasıl doğduğunu şu şekilde aktarıyor: “Gelelim Cilalı İbo'ya. Cilalı İbo, beni ben yapan olaydır. Aslında sinemayla tanışmam daha önce oldu. Önce Muhsin Ertuğrul'un Kızılırmak-Karakoyun filminde figüranlık yaptım. Konya Lezzet Lokantası'ndan gelen mükellef yemekleri hiç unutamam. Onca yıl film çevirdim, hiç bu kadar güzel yemekler yemedim setlerde. Neyse sinema işine bir bulaşan çıkamazmış. Benimki de öyle oldu. Setlerde çalışıyorum, fıkralar anlatıyorum. Makyörlük yapıyorum, Osman Seden'in asistanı olarak çalışıyorum. 1955 yılında Lütfü Akat'ın Beyaz Mendil filminde bir meczupu, dilsizi oynadım. Bu rolle karakter oyuncusu dalında ödül aldım. 750 lira da para kazandım bu filmden. Artık film başına bin lira isterim diye düşünüyorum. Sen misin bunu düşünen. Biz ödül aldık almasına ama, bir Allahın kulu yok bana rol veren. Yevmiyesi 2,5 liradan figüranlığı kabul edersen iş çok. Ben yine Kemal Film'e serdim kilimi. Nuri Ergün, Nejat Saydam, Osman Seden hep birlikte çalışıyoruz. 1955 yılında Berduş diye bir film çekilecek. Başrolde Zeki Müren. Yan rollerden biri de İbrahim diye bir tip. Bunu oynayacak olan arkadaş sarhoş olmuş, sete gelememiş. Kim oynasın diye düşünülmüş. Osman Seden de, bizim Feridun'u oynatalım demiş. Yarı şaka söylüyor benim adımı. Zeki Müren de bakmış, "İyi ama şekerim, meşhur değil ki" demiş, neyse ki hemen arkasından da "Ama olabilir, niye olmasın," diye eklemiş. İşte bu "olabilir" lafı benim hayatımın anahtarı oldu. Zeki Müren bu yüzden benim velinimetimdir. Allah tarafından bana gönderilmiş bir nimettir. Her şeyimi onun iki dudağından çıkan bu "olabilir" lafına borçluyum. Efendim, "Berduş" filmindeki İbrahim kekeme bir boyacı tipi. Yaşar Özsoy diye bir oyuncu ağabeyimiz vardı, kekeme taklidinin Allahını yapardı, yine de sıkıcı olurdu. Söz uzayacağı için, ne yapsan nafile. Bunu biliyorum ya, düşündüm, ben rolü kekeme değil peltek yapayım dedim. Öyle de yaptım. Boyacı bir gariban ya bu İbrahim. Koydum pantolonun kıçına bir yama. Bir de uyduruk bir kep giydim başıma. Önüne de "Cilalı İbo" yazdım. Osman Seden bunu görünce yerden yere vurdu kendini: "O ne öyle! Sil onu 24
şapkandan! Çocuk piyesi mi bu!" Tamam siliyorum dedim, ama yalan, numara yapıyorum. Çekim başladı, yazı yine aynı yerde: Cilalı İbo! Osman köpürüyor, hani çıkaracaktın? Çıkmıyor ne yapayım dedim. Osman, "Eşekoğlu eşek, artık kalacak öyle adın Cilalı İbo diye. Çocuk Tiyatrosuna döndürdün filmi," dedi. Adım gerçekten Cilalı İbo kaldı. Ve kardeşim ortalık yıkıldı. Eh dedim, bu millet sanattan anlamıyor. Giy şapkayı, peltek peltek "Yavyum" de, millet serilsin yerlere. Hayatım değişti abi. Allah bu Zeki Müren'in tuttuğunu altın etsin!” [6]
Öztürk Serengil-Adanalı Tayfur Osman F. Seden, Cilalı İbo’nun ardından yeni bir tiplemeyi Türk sinemasına kazandırdı; Adanalı Tayfur. Öztürk Serengil’in mimiklerini oynadığı role uygun olarak, aynı zamanda doğaçlamayı da kullanarak sıradan bir lahmacuncu tiplemesiyle ‘lümpen’ tabirini hayatımıza soktu. Sınıf bilinci olmayan, entelektüel olmayan anlamlarına gelen lümpen lahmacuncu, “yeşşee!” dedikten sonra asıl ününe kavuştu. Argoyu sinemaya sokan, serseri olan Adanalı Tayfur karakteri, öylesine başarılı oldu ki, iş yerlerinde, üniversitelerde, okullarda; kısacası her yerde insanlar bu karakterin sözcükleriyle birbirlerine hitap etmeye başladılar. Bütün bunlar, Milli Eğitim Kurumu’nun dikkatini çekti ve dili yozlaştırıyor gerekçesiyle kullanımı, eğitimciler tarafından yasaklandı. Dönemin Adanalı Tayfur’unu seslendiren Mücap Ofluoğlu’nun karakterle iç içe geçen konuşmaları Öztürk Serengil’in zengin jest ve mimikleriyle birleşince, Temem 25
Bilakis, Abidik Gubidik, Şepkemin Altındayım filmleriyle sinema tarihinde unutulmazlar arasına girer. “Oysa altmış beşlerin dünyasında, kente göçün hayatın her düzleminde varlığını hissettirmeye başladığı bir evrede, ‘komik tip’ artık arabulucu olmaktan çıkıp, kente çarpan, savrulan bir ‘aidiyet, kimlik arayıcısı, sosyalizasyon süreçlerinde yerini arayan ve belirlemeye çalışan bir düzen muhalifi olacaktır bu sinemada.” [7] 1960’lı yıllarda yine ezik ve gariban olan, serseri bir ruh taşıyan, görünümünde lümpen olan ama bu farklılıkları keskin çizgilerle ortaya koymayan bir karakter daha gelir; Turist Ömer. Turist Ömer derler benim adıma adıma pişman olur bakmayanlar tadıma amaney… Sabahları 1 kadeh, akşamları 5 kadeh mangırı da bulunca dalgama da bakarım amaney… Sokaklarda aylak aylak gezerim gezerim İzmaritin kralını seçerim amaney… Trafikten de çakarım, kıyak oto yıkarım Hiçbir işte tutunmam hepsinden de bıkarım amaney… Güzel kızlar hepsi benim peşimde peşimde Tomar tomar paracıklar cebimde amaney… Canım cicim diyorlar, birbirlerini yiyorlar Turist Ömer diyerek peşimden geliyorlar amaney…
26
Sadri Alışık-Turist Ömer Neşeli, şarkılı, kendini her filmde başka bir macerada bulan, kendine has selamlama şekliyle Turist Ömer, Sadri Alışık tarafından canlandırıldı. Turist Ömer’in yaratıcısı bu kez Osman F. Seden değil, film müzikleri hazırlayarak sinema dünyasına adım atan Hulki Saner’di. Türk toplumunun yabancılaşan kavramları yanlış anlamasından doğan esprilerini kullanan (uzay yolunda ‘kompiter’e kompeder bey diyen), yolda cüzdan bulup iyi niyetiyle onu sahibine iade ettikten sonra ta İspanyalara gidip talihsizlik sonucu soygun olayına karışan, polislerden kurtulmak için matador kılığına giren, bu da yetmezmiş gibi arenaya gidip boğa güreşlerine katılmak zorunda kalan, Almanya’da, Amerika’da çeşitli maceralar yaşayan Turist Ömer’in sinema yolculuğu on yıl sürmüştür. “Türk güldürü filmlerini gelenek perspektifinden incelediğimizde karşımıza paradoksal bir durum çıkmaktadır. İlk olgu güldürü filmlerinin geleneksel mizah anlayışının barındırdığı, ironi, satiristik yapı veya metaforik anlamlarla yüklü olmayan hatta tam aksine basit, kaba çizgilerle anlatımını yapan filmler oluşlarıdır. İkinci olgu ise geleneğinde mizahı hep daha ince çizgilerle üretmiş 27
olan bu toplumun, basit ve kaba anlatımlı bu filmleri olabildiğince benimsemesi ve bu filmleri tekrar tekrar izlemesinin getirdiği çelişkiler zinciridir.” [8] Görünen o ki, sinemamızda toplumsal sorunlardan tam olarak bahseden bir komedi türü henüz ortaya çıkmamış, yeni oluşmaya başlayan burjuvazinin aşağıladığı halk tiplemeleri toplumsal taşlamaları az da olsa karakterler üzerinden yapmıştır. Özellikle de Turist Ömer’le beraber bilim kurgu filmleri ve Amerika’nın sunduğu teknolojiyle dalga geçen ‘halkın içinden olan’, dramla güldürüyü iç içe sunmuştur.
70’li yıllarda Türk Sinemasının bir yüzünde ‘Gerçekçi Arayışlar’, diğer yüzünde ‘Ayakta Kalma Çabası’: Erotik komediler Arzu Film Güldürüleri olarak özetleyebileceğim bir güldürü sineması, kaynağını daha çok tuluat sanatından alan karakterlerden (Orta Oyunu, Gölge Oyunu) ve motiflerden almıştır. Ertem Eğilmez, Atıf Yılmaz, Zeki Ökten, Kartal Tibet, Yavuz Turgul gibi yönetmenler, Arzu Film bünyesinde çalışmış başarılı yönetmenlerdendir. Arzu Film güldürülerinin temel özeliklerinden biri yine herhangi bir sosyal sorunu irdelememesi, eğlence amaçlı yapılmasıydı. Halkın içinden olan insanların gündelik yaşamlarının konu alındığı filmler yapıldı. “Böyle sıcak, insancıl bir dünya yaratılmasında bilinçli bir ‘ekip çalışması’nı oluşturan yeni bir anlayış egemendir. Bu yenilikçi anlayış, bir Ertem Eğilmez ‘ekolünün’ ardından ‘Arzu Film güldürüleri’ni gündeme getirecektir. İşte Metin Akpınar-Zeki Alaysa ikilisi, Ayşen Gruda, Halit Akçatepe, Adile Naşit, Kemal Sunal, İlyas Salman ve Şener Şen, bir ‘ekip çalışması’nın, bir ‘okul’un yarattığı güldürü oyuncularıdır.” [9] Ataerkil bir yapının ön plana çıkarıldığı kenar mahalle filmleri yoğunluk kazandı. Arzu Film yapımlarında neyin anlatılacağı, nasıl anlatılacağından önemli olduğu için öne çıkan hep hikâye olmuştur. Hızlı bir kurgu, kısa planlar ve estetik anlamda fazla bir şey getirmeyen bir biçim ortaya çıkarıldı. Burada önemli olan, yıldız oyuncunun, yani star kavramının bir kenara bırakılıp toplu kadroya geçilmesi oldu. Filmler boyunca genelde değişmeyen kalabalık bir kadro ve tiyatro oyuncuları, İstanbul kenar mahallelerinin arka fonlarıyla sunuldu. Olaylar önemli olduğu için yapı da bir veya birkaç karakterin üzerine kurulmamıştır. 28
Özellikle Kemal Sunal günümüzde bile Türk toplumunun aşamadığı, geride bırakamadığı, her seferinde üzerine toprak attığı sorunları irdelemesi, komik, saf, ama içine girdiği zorluktan sıyrılmasını bilen ve kendisiyle dalga geçen, kendisini hor görenlerden yine aynı saflığı ve kurnazlığıyla, seyirciyi güldürerek intikam alan bir yapıya sahiptir. Arzu Film, her ne kadar karakterler üzerine kurulmayan bir çizgiye filmlerini oturtsa da, bazı karakterler, yine kadro eşliğinde göze batan kişiliklere sahip olduklarından dolayı Kemal Sunal da Ertem Eğilmez gülmeceleriyle ‘star’ olabilecek bir yapıya sahip olur.
Kemal Sunal “Sunal’ın filmlerine dikkatlice bakıldığında, ister kasaba, ister kent güldürülerinde olsun ilginç özellikler ortaya çıkar. Çizdiği tiplemelerde her ne kadar saf ya da salak görünse de gerçekte karşısındakini ve toplumsal çelişkilerle dolu bir takım değerleri ya da değersizlikleri alaya alır. Dalgasını geçer. Uyanıktır, hinoğluhindir, hazır cevaptır. O aptal Şaban tipi görüntüsünün altında müthiş bir zeka yatmaktadır. Ne var ki kimi filmlerinde bu zeka düzeyi ve yaptığı espriler giderek tekrarlanır, sulandırılır ve işin kolayına kaçıldığında ise kaba argo sözcüklere ve de ucuz küfürlere dönüşür. Zeka düzeyi ister istemez zafiyet geçirir.” [10]
29
Zeki Alasya ve Metin Akpınar Özellikle Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın oluşturduğu ikili Arzu Film’in temel aldığı geleneksel Türk tiyatrosunda kendini belli eder. Ertem Eğilmez’le çıkış yapan ikili, Osman F. Seden’in güldürülerinde daha da yıldızlaşır. Erkek Güzeli Sefil Bilo, sinemanın çirkin yüzü olarak anılan İlyas Salman’ın Kemal Sunal’ın yerine oynatılıp yeni bir karakterin ve yıldızlaşmanın doğumunu haber verdi. Sunal’ın üstlendiği tiplemenin aksine İlyas Salman, Türk toplumunun köyden indim şehre yüzünü yani ezik kesimini temsil ediyordu. Simgelediği dürüstlük, sahip olduğu prensipleri, uyanık olmayışı ve karşısındakini sinir etmek için değil, gerçekten sinir olduğu için küfür edişi, 1980’li yıllarda seyirciyi düşündürme işlevini, hiciv katarak daha rahat üstlenmesine neden olmuştur.
30
İlyas Salman 1970’lerde Türk sineması da kendi toplumu gibi 12 Mart 1971 darbesinden etkilenir. Siyasi belirsizlikler, ekonomik zorluklar ve kargaşa ortamı sinemada daha eleştirel ve toplumun yaşadığı zorluklar, içinde bulunduğu konumları anlatan bir yapıya bürünmeye başladı. Aynı çizgide bir süre daha devam eden Sadri Alışık, Öztürk Serengil gibi karakterlerin yanına yeni yüzler, yeni isimler de eklenmeye başladı. Suphi Kaner, Necdet Tosun Vahi Öz ve Nejat Uygur gibi isimler Türk komedi sinemasında parlamaya başladı. Ancak darbenin ardından gelen üç sene içerisinde Türk komedi sinemasında içi boş ve cinsellik ağırlıklı bir yapı söz konusu olmaya başladı. Aileye seslenen duygusal filmlerin yerini alan seks komedi furyası, aile kavramını henüz Türkiye’ye yeni yeni gelmeye başlayan televizyona yönlendirdi. Bunun toplumsal nedenleri de vardı elbet. Her şeyden önce o güne değin yasaklı bir konu olan sevişme, cinsellik ağza bile alınamazken ‘seks furyası’ adı altında bir patlama yaşandı. Özellikle 1975-1980 arasındaki dönemde DP’nin devamı olan Adalet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi ve İslamcı Milli Selamet Partisi birlikteliğinde kurulan sağcı, Türk-İslamcı Milliyetçi Cephe hükümetleri dergileri, gazeteleri kapatmış, üniversitelerden bilim adamları uzaklaştırılmış, kente göç daha fazla hız 31
kazanmaya başlamış ve petrolden şekere, yağdan una kadar karaborsaya düşen ürünler göze çarpmaya başlamıştır. Toplumun sinemadan uzaklaşma nedeni elbette yalnızca erotik filmler değildi. Sokak çatışmaları, her geçen gün artan ölüm olayları, bombalamalar, kahvehaneleri, sokakları silahla taramalar ve konuyla ilgisi olmasa da güme giden onlarca kişi, insanları her şeyden önce sokaktan uzaklaştırmıştır. Türk sineması da bu dönemlerde izleyiciyi, en azından genç ve yalnız kitleyi etkileyebilmek için İtalyan seks-komedi tarzından etkilenen bir erotik sinema anlayışıyla kendine çekmeye çalıştı. Dönemin ilk filmi, ismiyle de hafızlardan kazınmayacak olan ‘Civciv Çıkacak Kuş Çıkacak’ adlı filmdir. Bu filmler sektörde cıvıklaştırılmış komediyle beraber izleyiciye sunulmuştur. Sansür yok muydu? Elbette vardı, hem de son raddeye varmıştı. Ancak ona da bir çözüm bulunmuştu. Tehlikeye rağmen gösterimlerinin hemen öncesinde yasaklı sahneler filme eklenip bu şekilde beyaz perdeye konuldu. Bu dönemlerde Türk sineması kendiyle rekabet halindeydi denilebilir, çünkü melodramı bir yana bırakıp ayakta kalma mücadelesi için elinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyordu. Rejimin getirdiği yasaklar ve boşluklar halkın isteklerini de değiştirmişti. Gerek toplum, gerekse tolum temelli sinema yıpranmaya başlamıştı ve bu yıpratıcılık beraberinde yeni ayakta kalma arayışlarına sürükledi herkesi. Bu açıdan Türk erotik sineması, sulandırılmış komedi sistematikleriyle birlikte fazlasıyla aşağılansa da yok olmadığını izleyiciye göstermek için elinden geleni yapmıştır. Sadece 1975 yılında 225 film çekildi. Zerrin Doğan ilk porno yıldızı unvanı alan star oldu. Aile tarafından dışlansa da erotik film furyası şaşırtıcı bir biçimde bilet kuyruklarının oluşmasına neden oldu. 1976’da türün yarattığı yeni isimler Arzu Okay ve Mine Mutlu’dur. Bunun dışında tarihi filmler de boy göstermeye başladı. Cüneyt Arkın ve Kartal Tibet beyaz perdede yerini almaya başladı. 78 yılıyla beraber sinemada arabesk eğilimler doğmaya başladı. Aynı zamanda Japon filmlerinden etkilenen Türk Sineması Cüneyt Arkın’ın bir zıplayışta Bizans surlarını aştığı, Bizans ordusuna karate yaptığı ‘çekirge’li bir döneme de giriyordu. Bu esnada erotik seks komedi tarzı hızını kaybetmedi, tam aksine 1979’da büyük bir patlama yaşandı. Zerrin Egeliler bir yıl içinde 37 film çevirerek dünya rekorunu bile kırdı. ‘Öyle Bir Kadın Ki’ adlı filmle (Naki Yurter), seks furyası giderek pornografiye dönüşmeye başladı. 1980… 32
1980’li yıllar her şeyin baş aşağı edilip, eski kuram ve uygulamaların alt üst olduğu bir seyir izler sinemada. Türk Silahlı Kuvvetlerinin emir komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği darbe ile dönemin başbakanı Süleyman Demirel koltuğundan indirilmiş, TBMM kapatılmış, 1961 anayasasının devlet, birey içindir ayrıcalığı yok edilmiş ve yıllardır süregelen sağ-sol çatışmasına dur denilmiştir. Darbenin gerekçeleri olarak ekonomik istikrarsızlık, siyasi iktidarsızlık ve toplumdaki çatışmalar gösterilmiş; ancak özellikle de özgür üniversite düşünce ortamında yetişen gençler için daha büyük bir kıyım dönemi başlamıştır. Sabaha karşı 03:00-04:00 sularında başlayan tank sesleri, televizyon ve radyodan dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in konuşmasına, her darbe döneminin ardından Hasan Mutlucan tipinin tam aksine sahip olduğu tok sesiyle “yine de şahlanıyor aman kolbaşının yandım da kır atı, görünüyor yandım aman aman bize serhad yolları” eşlik ediyordu bir defa daha. 1982 Anayasası da askeri yönetimin danışma meclisi tarafından oluşturuldu ve artık geri dönülemez bir yasakçı süreç başlamış oldu. Seyirci için, onun ne istediğini ondan daha iyi bilen (!) söz söyleyiciler tarafından geleneksel, mizah dolu ve yine onlara göre salakça, basit olan her şey def edildi. Sorunlu, bunalımlı, iletişimsiz ve psikolojik çatışma yaşayan karakterler Türk seyircisinin karşısına dizildi. Türk seyircisi o güne dek her kötülükte bir güzellik bulan, gülümsetmeyi bilen, kendi içinde aile sıcaklığını yaşatan karakterlerden bir anda çekilip alındı ve kimliklerini sorgulayan, iç çatışmalarında boğulan, garip aşk ilişkileri yaşayan kimi aşırı politize, kimi de kent soylu olan veya bunun özentisinde boğulan karakterlerle baş başa bırakıldı. Bu tür filmler, zaten bunalımda olan Türk insanını daha farklı dünyalara götürdü ve filmler bazen hiç çözümlenemedi, bazen de aşırı kolay biçimde çözümlendi. Sinema yapanlarda ve sinema izleyicisinde bu şekilde ortak bir tepki gelişti. Yeni kuşak yönetmenler eski tabuları yıkmaya çalışsa da seyirci bunu çok zor benimsedi. İşte bu yüzden yine eğlenceye ve şov yapma merkezli bir sinemaya geri dönüldü. Arada siyasal çalkantıları göz önüne seren filmler de yok değildi, ancak o da Ege Denizi’nin kıyısında yer alan kentlerde, televizyonda ERT fonlu, Yunanca dublajlı bir tesadüfî denk gelmeyle veya el altından izlemelerle mümkün oluyordu. Hiciv, siyasi iğnelemeler, toplumsal çelişkiler; her şey ama her şey yasaktı artık. Kemal Sunal’ın, İlyas Salman’ın ve diğerlerinin hiçbir şeye karışmamaya çalışan ve gittikçe basitleşen yönü de bu yüzden olmuştu. Türk toplumu bu tarihten sonra gülmeyi, düşünmeyi unutacak ve eski Yeşilçam filmlerine benzer (ama mantık olarak onlarca tutarsızlıkla dolu olan) filmlerle ve Amerikan 33
modeliyle oluşturulan yapımlarda kendi kimliğini yeniden oluşturacaktı. Türk toplumu, hepten paranoyak bir korku toplumu haline gelecek ve ileriki kuşaklar depolitize edilecek, korku enjekte edilerek aptallaştırılacaktı. Öyle de oldu.
Şener Şen Kara komedi niteliği taşıyan Şener Şen filmleri son dönem Türk sinemasına denk gelir. Namuslu, Çıplak Vatandaş, Züğürt Ağa gibi filmlerle sevimliliği barındırmaya çalışan, trajikomik bir seyirde ilerleyen filmler Türk toplumunun gerçek yüzünü dikkatli senaryolar ve sözlerle göz önüne taşımaya çalışmıştır. Hollywood sinemasının Türkiye’ye yoğunlukta girdiği senelerde Amerikalı filmi Türk insanına işlenmeye çalışan Amerikan kimliğiyle dalga geçerek hafızalarda her zaman tazeliğini korumuştur. Yine Arabesk, gittikçe tutarsızlaşan Yeşilçam filmleriyle dalgasını geçer. Uzun süre boşluk dönemine giren Türk sinemasında sinemacılara kaynak ayrılmaması, sinemanın belinin bükülmesi ve Turgut Özal’ın Amerika’ya yaptığı yaltaklıklar sayesinde Türk filmlerinin gişesine izin verilmemesi, kendi ülkemizin kendi filmlerine kota 34
getirilmesi; bunun yanı sıra toplumun gün geçtikçe değişen yüzü, gençlerin cinsellik ve gündelik konuşmalarının sululaşması ve küfürlerin şakaya, gülme unsuruna dönmesi sonraki dönemlerde de sinemayı etkisi altına alacaktır. Son Dönem Türk Sinemasında Komedi 80 darbesine göre şekillenen Türk sinemasında mizah, köşeyi dönmenin, milli olguların, biz/öteki kavramının, son yıllara doğru cinselliğin ve küfürlerin yerini aldığı bir güldürü unsuruna dönüşmüştür. Hababam Sınıfı’ndan Kibar Feyzolar’dan ve Şabanlardan kopup gelen ve farklılıkları, zekâyı bir aile sıcaklığı içinde, hazır cevaplılıkla üreten komedi, tarihsel özellikleri bünyesinde barındıran, vatan-millet- tek yürek üstünlüklerini daima ön planda tutan, ama bunun yanında diğerini aşağılayan tarzlarda denilebilir ki en büyük açılışını Ocak 2000’de vizyona giren Kahpe Bizans ile gerçekleştirdi. Doç. Dr. Erol Göka, Cogito Dergisi’nin “ Fanatizm: Ya Bizdensin Ya Öteki” konulu sayısında, ‘Fanatizmin Psikolojisi ve Türklerin Psikolojisinde Fanatizm’ başlıklı yazısında “Türk fanatizmi tarihsel savaşçı zihniyetin abartılmasıyla kendini gösterir.” [1] diyor ve devam ediyor. “Burada küçücük münakaşaların nasıl yumruk yumruğa kavgalara, sokaktaki çocuk kavgalarının nasıl aileler, sülaleler arası savaşlara dönüştüğünü; insan ilişkilerinde sorun çıktığı durumlarda sorunu çözme yolu olarak karşısındakine ‘ders vermek’, ‘haddini bildirmek, ‘paçasını aşağı almak’, ‘dünyayı zindan etmek’ gibi yöntemlerin benimsendiğini; erkeğin kadına, büyüğün küçüğe, öğretmenin öğrenciye kötek atıp durduğunu uzun uzun anlatmaya ne hacet… İdeolojik mücadele adı altında gençlerimizin birbirlerini gördükleri yerde vurdukları, ‘kana kan intikam’ nidalarının kulaklarımızdan eksik olmadığı günlerden, bugün de spor müsabakalarında bile savaşa gider gibi gittiğimizden konuşmak gereksiz… Tüm bunlar Türklere özgü fanatik psikolojilerinden türeyen, bu psikolojilerin sürekli üretip durduğu olgulardır. Sanıldığı gibi milliyetçiliğin yükselmesiyle, dinciliğin artmasıyla ilgili değildir bu görüntüler. Türklerin savaşçı zihniyeti, fanatizmin savaşçılık şeklinde tezahürüne neden olmaktadır.” [2] Ancak ne kadar Türk kaldığımız veya zaten Türk kalamadığımız için yüzyıllardır kimlik bunalımı yaşayıp ne olduğumuzu bilmediğimiz, birilerinin bize sürekli olarak ne olduğumuzu söylemesi ve bize yol göstermesi (!) yüzünden toplumsal ve sosyolojik açıdan arafta kalıp kalmadığımız da sorulmalıdır. 35
Türk tarihiyle dalga geçiliyor diye yaygaralar koparılsa da asıl olarak Kahpe Bizans Türkleri tamamen yücelten, Rumları ise aşağılayan bir film olarak çıktı karşımıza. Bizans İmparatoru İlletyus’un sulu şakaları, Lazların ‘aptal’ olarak gösterilip kibriti yakmaları, Theodora’nın yeğeni arkasından kuyu kazması ve Türk babasının olduğunu öğrenen Simitis’in babasını öldürdüğü an Türk kimliğine kavuşup sakallarının çıkması ve tam bir erkek olması gibi sahneler Yunanistan’ı ayağa kaldırdı. 80 sürecinden sonra aidiyet olgusu ve içi tamamen boşaltılıp fanatizmin eklendiği milliyetçilik, hatta son günlerde daha da olgunlaşıp gelişen faşizm olgusu filmlerimizde boy göstermeye devam etti. Bunun yanı sıra sinemamıza Amerikan temelli gençlik filmleri, kaliteli eserlerin yeniden çevrilmesi (Hababam Sınıfı), bol küfürlü sahneler sıkça karşımıza çıkan bir durum haline geldi. Özellikle son yıllarda herkesin “çok sevdim” dediği Recep İvedik, eleştirmenler tarafından topa tutulurken, Şahan Gökbakar’ın “toplum gülüyorsa size laf düşmez” tarzındaki cevapları kendisini haklı çıkararak yeni kuşak gençlerimizin akıl katsayısındaki eksikliği bir hayli gözler önüne sermekte.
Şahan Gökbakar-Recep İvedik Türk komedi sineması veya Türk mizahı nereye gidiyor bilinmez, ama yapıların, düşüncelerin, oluşumların değişmesiyle beraber yeniden ve yeniden şekillenen anlayışlar ve kavramlar olacağı gibi sinemamız da yeniden şekillenerek toplumun ve ülkenin getirdiği kurallara göre (emin olacağım tek şey var ki, o da sansürün asla kalkmayacağıdır) kendini değiştirerek var olmaya devam edecek.
36
2000’li Yıllarda Türkiye’deki Politik Düşüncenin Sinematografik Sunumu (4): Takva Onur Keşaplı
37
Yönetmen Özer Kızıltan Türk sinema tarihinde İslami temelli politikalar yürüten partilerin yükselişlerine paralel olarak dini filmler görülmüş, 50lerde DP’nin muhafazakâr siyaseti sonrası filmlerde motifsel olarak yer almaya başlayan din olgusu, 70lerde MSP’nin iktidar ortağı olmasıyla birlikte Milli Sinema akımı ortaya çıkmış, 90larda ise RP’nin iktidarlığında İslami filmler öne çıkmaya başlamıştır. 2000lerde ise bu siyasetin bir nevi devamı olan AKP, iktidarı tümüyle ele geçirmiş, fakat Türk sinemasında Milli ya da İslami olarak adlandırabilecek filmler neredeyse hiç görülmemiştir. Bu çelişkiyi Burçak Evren şu sözlerle dile getirmiştir: “…bu tür sinemanın düşüncelerinin kristalize edildiği siyasi parti güç kazandıkça bu sinema güç yitirmiş, iktidara oynadıkça da sesini alçaltarak derin bir suskunluğa girişmiştir. Görünüşte çelişkili bir tavır olarak gözükmesine karşılık, aslında bu düşüş, sessizliğe bürünüş çok doğaldır. Dün karşı çıktıkları konuların hiçbirinin çözüme uğraması şöyle dursun, aksine
çözümsüzlük içine itildiği,
gündemden
kaldırılıp
dondurulduğu bu dönemde, gerek bu düşünceleri savunan siyasi partinin ve gerekse bu partinin düşünce kapsamına giren yönetmenlerin sus pus olmaları muhalefetteki özgürlüklerinin ve kışkırtıcılıklarının iktidar olduktan sonra anlaşılmaz eski bir deyimle, idare-i maslahatçılığa dönüşmesinden başka bir şey değildir.”1 Gerçekten de bu dönem çekilen din temalı filmler Milli ve İslami sinema örneklerindeki gibi siyasi birer görev üstlenmek ve egemen politikaya ideolojik eleştiriler yönelterek bir nevi tebliğ işlevi yürütmek yerine yaşamın 1
Aktaran, Yalçın Lüleci, Türk Sineması ve Din, Es Yay., İstanbul, 2008, s. 95.
38
parçası/vazgeçilmesi
olarak
dini
hikâyenin
arka
fonuna
eklemeye
başlamışlardır.2 Artık toplumsal yaşamda dinin yadsınamaz egemenliği, 2005 yapımı The İmam’da, İmam Hatip Lisesi mezunu ancak modern yaşama ayak uydurmuş bir gencin, gittiği köyde sofuluğu da aşarak çağdaş Türkiye ve dünyayla uzlaşması üzerinden verilirken, 2009 yapımı Büşra’da türbanlı bir kızın önyargılara karşın batılı değerleri yaşamasının ve bu değerlerin sahipleriyle yaşadığı uzlaşı üzerinden verilmiştir. Filmlerde ortaya konan uzlaşı 2000lerin Türkiye’sinin çalkantılı politik ortamıyla bağdaşmamakta zira İmam Hatip ve türban sorunları şiddetli tartışmalar eşliğinde çözümsüz halde durmaktadırlar. Özer Kızıltan’ın 2006 yılında çektiği Takva ise, bu bağlamda İslam’ın egemenlik ve iktidar sorunsalına ve bu yapının çekirdek yapısı tarikatlara eğilmekte ve gerçekçi bir öyküyü işlemektedir. Film, kendi halinde, tek başına, mütevazı bir hayat süren, birlikte büyüdüğü halıcı-çuvalcı Ali Beyin yanında çırak olarak çalışan ve namazında niyazında olan Muharrem’in, bağlı olduğu şeyhin kendisini saflığı, imanda kusur etmemesi gibi özelliklerinden ötürü dergâhın tahsilât işleriyle görevlendirmesi sonucunda iç dünyasında yaşadığı çelişkileri anlatmaktadır. Rüyalarında bir kadınla ilişkiye girmesinin zaten
şaşkına
çevirdiği
Muharrem,
tarikatın
dünyevi
zevklere
olan
düşkünlüğünü, parayı aşırı önemsemesini ve en sonunda rüyasında gördüğü kadının tesettürlü olmasına rağmen pahalı bir mücevher alıp bir de o kadının kutsal saydığı şeyhinin kızı olduğunu öğrendiğinde tamamıyla çözülür ve akli dengesini kaybeder. Ancak bu halin tarikat çevresince açıklanması Muharrem’in “ermiş” olduğu yönündedir. Film bu şekilde noktalanır.
2
Aktaran, Lüleci, a.g.e. s. 136.
39
Sözcük anlamı olarak, dinin yasakladıklarını yapmama, Allah korkusuyla dünyadan el etek çekme kendini ibadete adama olarak özetlenebilecek Takva, filmin senaristi Önder Çakar’ın “Kapitalist bir sistemde Müslüman olmak, Ortaçağ’dan kalma bir felsefeyi uygulamaya çalışmak, olağanüstü zor”3 sözleriyle özetlediği üzere, Muharrem özelinde, bu inancın modern dünyada yaşadığı çelişkiyi ve ikiyüzlülüğü ortaya koymaktadır. Ezanla açılan ve dualar, abdest almalar gibi İslami gereklilikleri olduğu gibi gösteren filmde, şeyhin görüşünün geniş açıyla verilerek bir nevi ufkunun genişliğinin vurgulandığı ve karşısındaki her şeyin olduğundan da küçük görüldüğü sinematografik anlatımında öne çıkan sahneler ise zikir sahneleridir. Bu sahnelerde ayrıntılı çekim ve kurgu teknikleriyle görsele döken yönetmen, zikrin hızıyla aynı oranda tempoyu arttırmakta ve izleyiciyi yavaş yavaş avucunun içine alarak etkisini kuvvetlendirmektedir. İslam’ın ağır ağır yükselişinin özeti olarak da
3
Aktaran, Emrah Kolukısa, Takva, Empire, Aralık 2006, sayı 1, s. 44.
40
okunabilecek bu anlatımla zirve yapan film, eleştirel yönlerine karşın muhafazakâr çevrelerce de beğeni toplamıştır. Ömer Turan Takva’yla ilgili şunları söylemektedir: “Takva her türlü ‘laikçi’ önyargıdan uzak durmayı beceriyor. Sadece ‘laikçi’ önyargılar değil, Takva gerek Türkiye’de gerekse Batı’da İslam’a bakışı belirli ölçüde belirleyen oryantalist önyargılara da prim vermiyor. Bu tür önyargılar İslam’ı akıl/iman, Aydınlanma/gelenek ya da birey/kulluk gibi zıtlıklar çerçevesinde anlamayı önerirken, genel olarak insanın kendi tercihi olan doğrularına uygun bir hayat sürmesinin kapitalist-modern dünyada ne derece mümkün olduğu sorunsalının üzerine giden Takva ise, dininin gereklerini en iyi şekilde yerine getirmek isteyen bir Müslüman’ın öyküsünü anlatarak, bu tür oryantalist zıtlıkların anlamsızlığını vurguluyor.”4
Bu övgülere karşın film, Türkiye’de İslami örgütlenmeyi olduğu gibi gözler önüne sermekte ve eleştirisini dışarıdan değil içeriden yapmaktadır. “Her fiil 4
Aktaran, Lüleci, 2008, s. 159.
41
Allah için yapılır” sözleriyle Muharrem’i teşvik eden şeyhin bu sözlerinden sonra
Muharrem
gecekondulardan,
tahsilât
işlerine
arsalara
kadar
başlar. onlarca
Plazalardan, mülkün
lüks
dairelere,
kiralarını
toplayan
Muharrem’in ilk duraklaması ise cami altındaki alışveriş merkezinden aldığı kira sonrası olur. Alt açıdan verilen bu planda alışveriş merkezinin görüntüsü, arkasında yükselen camiyle birlikte kudretli bir hal almaktadır. İç çamaşırı mağazalarına utana sıkıla giden Muharrem ilk şokunu rakı içtiği fakat kirasını zamanında veren adamın tarikat yönetimi tarafından hoş karşılandığını, buna karşın dini bütün bir hayat sürdükleri halde kirayı ödeyemeyen fakir ailenin kötü karşılandığını gördüğünde yaşar. Hemen ardından “neden bankadan bu işleri halletmiyoruz” sorusuna “banka faiz uygular, günah işler, haram paradır” yanıtını alan Muharrem’in kafası iyice karışır. Kendisine verilen lüks araba, saat, cep telefonu vb malları ilk başta yadırgayan Muharrem zaman içinde güç sahibi olmaya başladıkça hoşgörüsüzleşmeye ve öfkeli tavırlar sergilemeye başlar. Ali Bey’in yanına alınan Kosova göçmeni çocuğu uzun saçı ve daha da önemlisi Kosova’daki mücadele için topladığı para için azarlar. “Sen orada olanları bilmiyorsun ağabey” diyen genci, “Ben her gece sizin için dua ettim, dua edeceksiniz” sözleriyle azarlar ve gencin ona duayla bu işin olmayacağını çünkü orada dua eden Müslümanları, Allah’ın katliamdan kurtarmadığını söylemesiyle çileden çıkarak şiddet uygular. Sonra özür dileyerek uzun bir konuşma yapar. Aslında bu konuşma Kosovalı gençten öte izleyiciye yapılan bir konuşmadır. Dini yaşamındaki sürecini anlatan ve bir yerden sonra soru sormayı bıraktığını söyleyen Muharrem, “Ben sadece iyi bir insan olmak istedim” diyerek karakterini özetlemektedir. Muharrem’in şeyhin kızıyla gördüğü cinsel rüyalar da, öncelikle yoğun zikir sahnesi sonrası ve ikinci olarak dergâhtaki uyku sırasında olmuş, keskin geçişlerle belki de bir anlamda insanın, doğaya, 42
insan doğasına karşı gelemeyeceğini vurgulanmaktadır. Rüyalarını danışmak üzere şeyhin kapısına gittiği sahne Muharrem’in çöküşünü simgeler, zira kamera yavaş yavaş yükselmekte ve volta atan Muharrem, planın sonunda duvar dibine çökmüş bir şekilde görülmektedir. Muharrem’i sona götüren süreç, yaptığı bir hesapta yüksek kazanç sağlamış olmasına Ali Bey’in, “Müslümanlıkta fırsatları değerlendireceksin” sözleriyle olumlu yaklaşmasıyla başlar. “Allah rızası için” para isteyen dilencinin yanından hışımla geçen ve gerçeklikten kopmaya başlayan Muharrem “Üst üste ne çok yalan söyledim, ne çok insan aldattım ve bundan herkes memnun” diyerek tarikatın “ermiş” olarak niteleyeceği akli denge kaybına doğru ilerler.
Film, İslami çevrelerin güçlenmeleri ve iktidara, güce kavuşmaları sırasında inandıkları değerleri yitirmelerini vurgulamakta ve bu açıdan bakıldığında dinin politikaya alet edilmesi ya da iktidara ulaşma amacıyla dinin kullanılmasının yine din açısından doğuracağı sakıncaları gözler önüne sermektedir. Patrick Haenni, koşullara ayak uydurarak dönüşen İslam’ı, “Serbest Pazar İslam’ı müstaz’afların dinsel ifadesi değildir. Sosyal adalet ve belirli bir Müslüman 43
gelenekçiliğine
atfedilen
kanaatkâr
yaşama
biçimine
değer
verilmesi
ideallerinin yerini din aidiyeti, zenginlik ve kozmopolitizmin aldığı bir burjuva dünyasının içine yerleşmiştir serbest piyasa İslam’ı.”5 sözleriyle nitelemektedir. Buradan yola çıkarak Takva’nın, 2000lerin Türkiye’sinde hem siyasal hem toplumsal hem de ekonomik egemenliğe erişen İslam’ın fotoğrafını çeken, bu yeni İslam’ın eleştirisini yapan bir film olduğu söylenebilir. Önümüzdeki ay araştırmamız kapsamında değerlendireceğimiz son film olarak Levent Semerci’nin yönettiği 2009 yapımı Nefes’i ele alacağız değerli dostlar.
5
Aktaran, Oğuz Demiralp, Sinemasının Aynasında Türkiye, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları (Birinci Basım), 2009, s. 149-150.
44
“Aç Bakalım Ağzını” ve Sadist Diş Öğrencisi
Abdullah Rıdvan Can Her şey bir gece uykumu diş ağrımın bölmesiyle başladı. Sabahı zor eden ben kalkıp yollara düştüm. Ve o gün şahsi sorunlarım dışında birçok memleket meselesini de tahlil etme imkânı buldum. Sen kimsin diyenlere de ben vatandaşım kardeşim diye çıkışmak gibi bir sivrilik ettim ve ederim de. Her neyse, o gün bayağı güzel günlük gülistanlık bir hava vardı. Güneş böyle ne bileyim güzeldi yani. Ocak ayındayız ya güneşi görünce sevinirim. Neyse efendim bindim buradan(Narlıdere) otobüse. Aman Allah o ne öyle be! Arkadaş soluklarını hissettim tüm insanların, inenlerin, binenlerin, durakta bekleyenlerin… Öyle bir tıkış tıkışlık görmedim ben. Bu insanlar nasıl her gün dayanabiliyorlar diye düşüne düşüne Konak’a vardım vesselam. Ama sabah sporunda beş km yürüyüş yapmış gibi kaslar gergin ve çaba sarf etmiş bir halde. Her neyse attım kendimi otobüsten. Malum bizim bir tek metromuz var o da bir yerden tek bir yere doğru gider. Ötesi? Yok şimdilik. Bindim metroya. Aynı dert orda da var. Ne bilim bir sıkışma, bir bunalma, bir ne bilim kış olmasa-ki kış olmadığı zamanları da var bu memleketin-çekilmez. Çekilmez kardeşim hiç çekilmez. Git gel bir sürü hikâye… Bindim ve sabah sabah tepemizdeki birçok insana mersiyeler dizdim. Müsait olduğum bir ara yayımlarım. Efendime söyleyeyim metrodan indim sonra yürüdüm Ege Üniversitesi Diş Hastanesine. Gittim. İçeri girdim. Sıra aldım, her vatandaş gibi beklemeye koyuldum. Her neyse uzatmayayım sıra geldi, ilk tetkik yapıldı. Hemen dişlerimin filmini istediler.( aklıma iğrenç bir espiri geldi ama neyse…) siz hiç dişinizin filmini çektirdiniz mi? (anaa film ismi gibi oldu he!)bence günde on kere fırçalayın ve bu eziyete katlanmayın. Gerek yok yani. Siyah, daha önce görmediğim plastik bir aleti ağzının içine içine sokunca affedersiniz kusası geliyor adamın da… 45
Bende de başka fiziki hareketlenmeler oldu ya neyse. Efenim filmimizi çektirdik. Başrolde arkadaki çaruk çuruk dişler ve ben tuttuk ilk tetkik yapılan yere gittik. Orada-gidenler bilir-ilk tetkikin yapıldığı yerde öğrenciler ağırlıklıdır. İki öğrenci ağabeyimiz beni tetkik ederken aralarında bir takım muhabbet geçti. Dedim “kardeşim hastalığımı söyleyin de gideyim. Yoksa var yaaa ağzınızın ortasına…” Ne mümkün! Denir mi hiç? Eliniz mahkûm! Neyse dedim “ağabeycilerim benim dişlerim nasıl bir yaramazlık etmişler?” Bir sürü terim öğrettiler bana. Ama MUTİ BÖLÜMÜNE(ki açılımını hala çözebilmiş değilim) gidene kadar unutuyor insan. Sınıfta kalanları kınamamak lazım gelirmiş o bölümde, o gün anladım yani. Neyse şutladılar beni oraya. Gerçi öncesinde hangi bölüme gideceğinizi bir bayan kontrol ediyor. Orada yazanları o biliyor ya havasını basıyor: şu bölüme gideceksin! Emir makamında yani... Neyse oradan önce “bayan bilmiş” beni diş etleriyle alakalı bir bölüme şutladı. Ben de gittim. Ana bir hocanın tez konusu benim diş eti sorunumla örtüşüyormuş! Neyse biraz muhabbet falan para konusunda da anlaşınca… Ayıptır söylemesi tezini kabul ederlerse yüzde on gibi cüzi bir burs verecek maaşından da. Neyse konumuz bu değil. Ha aşağı ha yukarı, oraya git imza bekle, şurada dur hoca bekle, öğrencilerle muhabbet… Derken akşamı ettik. Ve orada öğrencilerin bir sadistliği de var gibime geldi yani. Arkadaş vardı o bölümde okuyan. O da oradaydı. Her giriş çıkıştan sonra kâğıdı eline alıp bir sürü ünlem cümlesi ve şaşırma seslerinden sonra kolumdan tutup bir yere götürürken ne yapacaklarını sırıtarak büyük bir iştahla anlatıyordu. “La dedim bana bak ben öle diş miş çektirmem haa!” her defasında bir derecede daha arttırarak gülüşünü: “yok olum acıtmaz lan. Bak ben de çekiom çok da zor olmuyo” derken bir ses işittim ki sormayın. Bir adam ahu vah ediyordu. Sesinin ergenlikten kalma kısmıyla… Bir an kendimi korku filmlerinde sandımKesinlikle bir film yazmam gerek bu meseleyle alakalı-Adamlar delirmiş usta. Tıpta bölümler birbirlerine destek alarak çalışmalı. Mesela psikiyatrlar bu adamları her hafta kontrolden geçirmeli. Tam değilse de yarı sadist durum peyda olmuş zihinlerinde. Duyurulur! Her neyse bir dolu gündü benim için. Her şeyin oturulup düşünüldüğü… Yeminlerle buradan kurtulunca diş fırçalamayı günde beş vakte çıkarmayı planladığımız. Bende de aynısı oldu. Herkes gibi… Ama yalnız günün cümlesi şuydu: aç bakalım ağzını! Haaa arkadaki yirmilik apse yapmış şurda damakta da artı diş var ext olacak! 46
Yaaa anlamadınız demi? Biliyoruz da konuşuyoruz burada. Bir de yarım retansiyon’lu iki dişe sahipmişim. Mesele bu! Aslında ilk ben de anlamadım ama gide gele artık çözeceğim lisanı. Eh neyse bunlar araştır oku bak öğrenirsin belki de ya diş etlerim için tez konusu olduğum hoca… O ne dedi? Bir yığın tıbbi terimden sonra “neyse randevu günü gelince anlatırım siz şimdi sağlıklı tutmaya bakın! Ha o gün de fırçanızı getirin” dedi. En azından öbür arızaların onarımı için tahmini bir fiziki ağrı ön görüyorken o konuda zihnimi bayağı yormam gerekiyor. Şimdi başıma ne gelecek bilemiyorum yani.
Sonuç olarak: üç diş çekimi, bir dolgu ve diş eti çekilmesine bağlı uzun bir tedavi… Hayda! Yolumuz uzun. Öteki aya da neler olduğunu yazarım artık. Hoş kim takip ediyorsa beni! Ne bu havalar len? Sanki milyon tane okurun var. Aman Rıdvan yaz yoksa millet ne yapar seni okumazsa!
47
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir. Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: “Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!” 48
Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz… Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli… Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister… Not: Mustafa Balbay tutuklu olduğu için bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Sayın Serdar Kızık’ın izniyle yayınlıyoruz.
49
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
50