Azizm Sanat E-Dergi Şubat 2012 Sayı 52 Angelopoulos Anısına Söyleşi: Doğu Yücel
1
Editörden Geçtiğimiz ay hem fiziksel hem düşünsel açılardan kayıplarla, yenilgilerle dolu bir aydı. Düşünsel açıdan yenilgiyi yaşamış ancak kaybetmeyi reddetmiş, boyun eğmemiş bir kuşağın temsilcisi olarak Angelopoulos'un kaybıysa kısır politik gündemi aşacak derinlikte... Kendi tanımlamasıyla "çürüyen dünyaya karşı son direniş formu" olan sinemasını yaratırken trajik bir kaza sonucu sonsuzluğa göçtü, dünya sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden Angelopoulos. Bu ölüm, hiç şüphesiz olağanüstü bir yaratıcının kaybı olarak sanat ve sinema için yeri doldurulayacak bir boşluk teşkil ediyor. Ama Angelopoulos'un kaybı, günümüzde tüm ülkeleri ele geçiren gerici, popülist, postmodernist entelektüel zihniyetin ulaştığı boyut gözönüne alındığında çok daha büyük bir önem kazanıyor. Zira Angelopoulos, her gün kanal kanal gezip topa tuttukları aydınlanmayı, moderniteyi, sosyalizmi, vicdanı, hümanizmi ve umudu temsil ediyor. Angelopoulos insanlığı ayrıştırmak yerine birleştiren bir sanat, siyaset, karakter formu üzerinde duruyor. O'nun durduğu yer, insanlığın tüm ilerici birikimini geleceğe taşıyor. Azizm Sanat Örgütü olarak, Angelopoulos'un sinema ve sanat anlayışı üzerine kaleme aldığımız iki makaleyi ve bu ayki çalışmalarımızın tümünü bu büyük yaratıcının aziz anısına adarken, kendisiyle iki yıl önce gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi tekrar okumaya çağırıyoruz sizleri. Bu ay Azizm'de değerli bilimci Osman Bahadır, demokrasi dendiğinde sandıktan ötesine geçemeyen kafaların sürekli saldırdığı Mustafa Kemal ve Cumhuriyet döneminin devrimci demokratlığını anlatıyor. Değerli yazar Fatih Yaşlı ise aynı sığ zihniyetlerin kurma çabasında oldukları yeni Türkiye'nin oluşum süreçlerini masaya yatırıyor. Yayın kurulu üyemiz, değerli edebiyatçı, eğitimci Engin Taş bu ay dizeleriyle Azizm'de. Röportaj bölümümüzde, son dönemin en dikkat çekici romanı, "Varolmayanlar"ın yazarı Doğu Yücel'le gerçekleştirdiğimiz dopdolu söyleşi yer alıyor. Bu ay genç yazarlarımızın şiir ve öykülerine yer verirken, uzman veteriner Erdem Danyer ile yunus tutsaklığı konusunda yaşananların perde arkasına geçiyor ve meditative danstan, seçimlerimize uzanan geniş bir konu zenginliğinde denemelere yer veriyoruz. Karanlığa karşı umutla, aydınlanmayla ve sanatla kalın dostlar... Azizm'in Notu: Mart ayı güncellemesi içinse dilediğiniz konuda inceleme, deneme, eleştiri, şiir, öykü, fotoğraf, karikatür, resim ve videoyu 3 Mart 2012 tarihine kadar editörlerimize iletebilirsiniz. 2
azizm.sanat@gmail.com www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
Ön Kapak: Ağlayan Çayır (2004) – Theo Angelopoulos Arka Kapak: Ulis’in Bakışı (1995) – Theo Angelopoulos
3
İçindekiler Cumhuriyet Devrimi ve Demokrasi – Osman Bahadır
s.5
Davalarla Kurulan Rejim, İddianamelerle Yazılan Tarih – Fatih Yaşlı
s.8
Kelepçelenmiş Derinlikler – Erdem Danyer
s.11
Yalnızlık Senfonisi (şiir) – Engin Taş
s.18
Sinemanın Melankolik Ressamı: Thodoris Angelopoulos – Selin Süar
s.19
Angelopoulos'un Sonsuzluğu – Onur Keşaplı
s.32
Doğu Yücel ile Söyleşi – Gökhan Baykal, Osman Bahar
s.40
Cevapsız (şiir) – Işık Sungurlar
s.51
Nar Sizin... (öykü) – Abdullah Rıdvan Can
s.52
Meditatif Dans ile Yeni Bir Gün – İlkay Sevgi
s.56
1(K)1'nin Yalnızl1+1=1 (şiir) – Gökhan Soysal
s.60
Seçimler – Osman Bahar
s.61
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! – Mustafa Balbay
s.63
4
Cumhuriyet Devrimi ve Demokrasi Osman Bahadır Cumhuriyetin ilk yıllarında demokrasinin bulunmadığı ve ülkemizde demokrasiye ilk kez 1946'daki çok partili siyasi sistemle geçildiği düşüncesi o kadar çok ileri sürüldü ki, Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki demokrasinin varlığını savunmak neredeyse imkânsız hale getirildi. Bu nedenle burada bir kez daha 1923 Cumhuriyet devrimimizin aynı zamanda bir demokratik devrim olduğunu savunmayı zorunlu görüyoruz. Demokrasi, öncelikle insanlar arasındaki hak eşitlikleriyle ilgilenir. Aynı zamanda ve temel olarak da mümkün olabildiğince insanlar arasında fiili eşitliğin sağlanması sorunuyla ilgilidir. Toplumsal demokrasinin nihai amacı, sosyal sınıf farklılıklarının kaldırıldığı ya da en alt düzeye indirildiği bir toplumu ve toplumsal yönetim sistemini yaratmaktır. Hiç kimse istediği zaman devrim yapamaz. İnsanlığın şahit olduğu büyük devrimler halk kitlelerinin ağır ve uzun süreli sömürü ve baskı altında kalması koşullarında gerçekleşmiştir. Fransız devrimi, feodal rejimi yok ederek burjuvaziye, işçi sınıfına ve köylülere eşit insan hakları ve bazı fiili kazançlar getirmiş, Sovyet devrimi de Çarlık Rusyası'nın hem feodal, hem kapitalist rejimini devirmiş ve çarlığın vahşi kölelik koşullarındaki bütün yoksul halka özgürlüklerini vermiş ve onları köle statüsünden eşit vatandaşlar statüsüne yükseltmiştir. Fransız devrimi ve Sovyet devrimi insanlık tarihinin en büyük devrimlerinden ikisidir. Bu iki büyük devrim, halkları baskı altında tutan antidemokratik zırhları parçalayarak demokrasinin önünü açmış ve temellerini yaratmıştır. Sovyetler Birliği'nde demokrasinin gerilemesi Stalin döneminde olmuştur. Demokratik olduğu için gerçekleşebilen Sovyet devrimi, diğer bazı nedenlerin yanı sıra demokratik özelliğini yitirdiği için de yıkılmıştır. Şimdi Cumhuriyet devriminin demokratlığı meselesine gelelim. Demokratik Nitelik 5
Cumhuriyet devriminin demokrat olup olmadığının ölçüsü, halkın eski kulluk rejiminden sıyrılması yönünde gerçekleştirilen dönüşümlerin biçimi, niteliği ve bunların toplam düzeyidir. Cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleşen demokratik dönüşümlerin başlıcalarını şöylece sıralayabiliriz: - Cumhuriyet devrimi, halk kongreleriyle başlamış, Ulusal Meclis'le devam etmiş ve onunla zafere ulaşmıştır. - Ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan köylülerin durumunu düzeltmek için önemli adımlar atılmıştır. 1925'te aşar vergisi kaldırılmış ve köylülere nakdi yardım fonları oluşturulmuştur. - Cumhuriyetin ilk yıllarında Şark Demiryolları Şirketi işçileri, İstanbul posta dağıtıcıları, İzmir kuru meyve fabrikaları işçileri, İstanbul Liman İşletmesi işçileri, İstanbul tramvay işçileri grevler yaptılar. İşçiler bu grevlerinde, İttihat ve Terakki hükümetleri dönemlerinde yapılan grevlerdeki baskıların ve provokasyonların hiçbiriyle karşılaşmadan grevlerinin sürdürdüler. - Yoksul fakat zeki ve yetenekli halk çocuklarının eğitimini üstlenmeyi devlet önemli bir görev olarak gördü. Ülkenin her yöresinde parasız yatılı bölge okulları açıldı ve başarılı öğrencilere yükseköğrenimlerinin sonuna kadar burs imkânı sağlandı. Ülkemizin daha sonraki döneminde bilim, eğitim ve siyaset yaşamında bu okullardan yetişen-başka bir durumda kaybolup gidecek-fakir çocukların önemli katkıları oldu. - Hamalın da, sandalcının da kısa sürede okuyup yazabilmesinin sağlayacak büyük harf devrimi yapıldı. Tarihin ve siyasetin her zaman kıyısında kalmış yoksul kitleler ilk defa bu devrimden sonra dünyada ve ülkelerinde olup bitenleri anlamalarına imkân verecek bir olanağa kavuşmuş oluyorlardı. Bir devrim ile demokratik hakların ve imkânların geliştirilmesi ilişkisine 1928 harf devrimi kadar uyan güzel örnek azdır. - 1926 yılında kabul edilen Medeni Kanun ile kadın erkek eşitliği gerçekleşti ve her vatandaş yasalar önünde özgür ve eşit bireyler haline geldi. - Laikliğin gerçekleştirilmesiyle, dinler ve mezhepler arasında ayrımcılık yapma, dinsel ve mezhepsel düşünceleri siyasi yaşama yansıtarak egemenlik sağlama ve böylece insanlar arasındaki eşitsizlikleri güçlendirme ortamları zayıflatıldı. Bütün bunlar, büyük demokrasi hamleleri değil midir? 6
Demokrasinin daha yüksek formları, ancak yüksek bilinçli bireylerden oluşmuş uluslarda görülebilir, tarikatların, aşiretlerin vb. yönlendirdiği topluluklarda değil. Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkemizde demokrasinin olmadığını ileri sürenler, devrimlerin demokrasi ile ilişkisinden habersiz görünüyorlar. Ancak devrimlerin demokrasi ile ilişkisi görülmeden, ne demokrasi, ne de devrimler anlaşılabilir.
7
Davalarla Kurulan Rejim, İddianamelerle Yazılan Tarih Fatih Yaşlı İleride “davalar dönemi” olarak adlandırılabilecek bir süreçten geçiyoruz. Yeni rejimin inşa sürecinde davalar hem eski rejimin güçlerini tasfiye etmek hem de yeni rejime muhalif bütün unsurları etkisizleştirmek amacıyla kullanılıyor. Fakat davalar sadece buna hizmet etmiyor; aynı zamanda yeni rejimin ideolojik hegemonyası da bu davalar aracılığıyla kuruluyor. Davalara dayanak oluşturan iddianamelerle Türkiye tarihi yeniden yazılıyor, cumhuriyet, demokrasi, milli irade, sağ, sol, özgürlük vb. bütün politik terimler yeniden tanımlanıyor. Eğer her yeni rejim inşasının aynı zamanda yeni bir söylem inşası olduğunu biliyorsak, eğer her iktidarın kendine ait bir dil kurması zorunluluk teşkil ediyorsa, Türkiye’de kurulmakta olan rejimin söylemi ve dilinin de iddianameler aracılığıyla oluşturulduğunu söylememiz mümkün görünüyor. Türkiye tarihine ve toplumuna dair liberal ve muhafazakâr akademik/entelektüel çevrelerde üretilen tezler, bu iddianamelerin çatısını oluşturuyor. Ardından aynı tezler, yaygın medya gücü sayesinde popüler dile tercüme edilerek halka sunuluyor. Televizyonlardan, radyolardan, gazetelerden, köşe yazılarından, bu dil aracılığıyla kurulmuş cümleler toplumun zihnine nakşediliyor. Bu tezlerin neler olduğu artık az çok biliniyor: Bir yanda jakoben, elitist, vesayetçi rejim, öte yanda ise liberaller ve muhafazakarlardan oluşan milli iradenin temsilcisi demokrasi güçleri; bir yanda ceberut devlet, öte yanda mazlum mütedeyyin halk kitleleri; bir yanda merkez, öte yanda çevre bulunuyor ve Türkiye tarihi de bunların arasındaki mücadelelerin tarihi olarak şekilleniyor. Tarihe yönelik böylesi bir okumada sınıflar yok, sınıf mücadelesi yok, sermaye birikim modelleri, dünya sistemine eklemlenme projeleri, emperyalizm vs. yok; devletle toplum, merkezle çevre arasında süregiden bir mücadele var. Yine bu tezlere göre, Türkiye solu İttihatçı gelenekten gelen, darbe peşinde koşan, ulusalcı, devletçi bir karaktere sahipken; Menderes’ten Özal’a ve Erdoğan’a uzanan çizgi, yani Türk sağı, demokrat, sivil ve çoğulcu bir nitelik taşıyor. Ya da başka bir örnek vermek gerekirse, ülkücüler de en az sosyalistler kadar 12 Eylül rejiminin mağduru konumundalar, derin güçler darbeye giden 8
süreçte hem sosyalistleri hem de ülkücüleri kullanıyor ve sonra da hapishanelere dolduruyorlar, işkence ediyorlar ve onları idama gönderiyorlar. “Davalar dönemi”nin son halkası, “yetmez ama evet”çileri referandumda verdikleri evet oyunun kendilerini düşürdüğü politik sefalet konumundan bir süreliğine de olsa kurtarmayı başaran 12 Eylül davası. 12 Eylül’le hesaplaşma iddiasıyla Tahsin Şahinkaya’ya ve Kenan Evren’e açılan davanın iddianamesine bakıldığında göze çarpan dipnotlar ve kaynakça, iddianamenin “bilimsel” olmak gibi bir kaygıyla yazıldığını gösteriyor; ancak söz konusu dipnotlar ve kaynakça, iddianameyi çok kötü yazılmış bir master tezinin ötesine geçirmeye yetmiyor. Kuşkusuz burada liberalizm, Marksizm, demokrasi ya da özgürlük kavramları üzerine bir tartışmaya girmeyeceğiz. Ancak üzerine inşa edildiği bakış açısını anlayabilmek açısından iddianamedeki demokrasi ile ilgili şu satırları okumak gerekiyor: “Demokrasinin gelişim sürecinde birbiriyle bağdaşmayan, birbirine zıt iki ayrı demokrasi anlayışı ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilkine klasik demokrasi veya çoğulcu demokrasi ya da batı demokrasisi, ikincisine ise Marksist ya da sosyalist demokrasi denilmektedir. Çoğulcu demokrasi ideal özgürlüğe yine özgürlük yolu ile ulaşmayı amaçlayan bir rejimdir. Bu rejimde özgürlük hem amaç hem de araçtır. Marksist demokrasi rejiminde ise özgürlük, bir araç değil sadece varılması gereken bir amaçtır. Bu amaca özgürlük kanalı ile değil ancak proletarya diktatörlüğü ile ulaşılabilir.” Liberal bir perspektifle açılan iddianamenin gidişatında da bu perspektife uyulduğu görülüyor. Türkiye tarihi bürokrasi ile sivil güçler arasındaki mücadelenin tarihi olarak okunuyor ve hem 61 hem de 82 anayasalarında egemenliğin TBMM’ye tek başına verilmeyip, TBMM dışındaki organlara da paylaştırıldığı söyleniyor. Bu ise iddianameye göre şuna işaret ediyor: “Bu durum, mevcut sistemimizde tam demokrasinin halen içselleştirilemediğini, gücünü milletten almayan, seçimle işbaşına gelmemiş bürokrasinin bir şekilde ipleri elinde tutmak istediğinin göstergesidir. Bu kesimler şeklen demokrat görünmekle birlikte, işler kendilerinin veya ideolojisine hizmet etmiş oldukları güç odaklarının istediği gibi gitmediği takdirde demokratik yönetime müdahale yollarını aramaya başlarlar. Bunun içinde sürekli sistemde kendilerine bu imkânı sağlayacak boşluklar bulunmasını arzu ederler. İstedikleri ortama demokrasi dışı yollarla ulaşmak gerekiyorsa derhal o oluşum ve çalışmaların yanında yer alırlar.” 9
Anlaşılıyor olmalı, iddianameye göre Türkiye’de darbeler, bürokrasinin işleri “kendi istediği gibi gitmediği takdirde” gerçekleşiyor, 12 Eylül de bunun bir örneğini teşkil ediyor. Derin güçler, 12 Eylül öncesinde “darbeye zemin hazırlamak için” çeşitli “terör” eylemleri gerçekleştiriyorlar. 1 Mayıs 1977 Katliamı, 16 Mart Katliamı, Bahçelievler Katliamı, Maraş katliamı, hepsi bu darbeci derin güçler tarafından tertipleniyor. İddianamenin üzerine inşa edildiği bakış açısı, 1980 öncesi Türkiye’sinin iktisadi, siyasi ve toplumsal yapısını bilinçli bir şekilde görmezden geliyor. İddianamede, tıpkı liberal-muhafazakâr tarihyazımında olduğu gibi, sınıflar, sınıf mücadeleleri, emperyalizmin rolü vs. bulunmuyor. Türkiye toplumunun 1980 öncesi nasıl hızla politize olduğundan, sol güçlerin ve işçi sınıfı hareketinin yükselişinden, bu yükselişin karşısına bir sokak gücü olarak çıkarılan faşist hareketten, devletin güvenlik aygıtıyla Gladio ve faşist hareket arasındaki işbirliğinden ve katliamların arkasında bu işbirliğinin olduğundan hiçbir şekilde bahsedilmiyor. Aynı şekilde, 1980 öncesinde Türkiye kapitalizminin yaşadığı kriz de, bu krize bir yanıt arayışı olarak gündeme getirilen ve Turgut Özal’ın mimarı olduğu 24 Ocak Kararları da iddianamede yer almıyor. Oysa 12 Eylül’ün gerisindeki en önemli nedenlerden birinin, normal koşullarda hayata geçirilemeyecek olan neoliberal 24 Ocak Kararları olduğu biliniyor. Türkiye burjuvazisi, ücretleri donduran, KİT ürünlerine büyük zamlar yapan, TL’nin değerini düşüren ve böylelikle halkı yoksullaştıran bu kararların ancak olağanüstü bir rejim altında uygulanabileceğinin farkında olduğundan darbeyi destekliyor. Benzer bir şekilde ABD’de de İran’daki İslam devriminin ardından Türkiye’nin de Atlantik ekseninden kopmaması için darbe sürecine aktif bir şekilde katılıyor. İddianamenin perspektifinde bunların hiçbiri bulunmuyor; bizden, 12 Eylül’ün, tek amacı darbe yapmak olan bir grup kötü kalpli general ve bürokrat tarafından gerçekleştirildiğine; hesaplaşmanın da bu bir grup kötü adamla ve onların zihniyetiyle yapılması gerektiğine inanmamız isteniyor. Oysa 12 Eylül’le hesaplaşmak, 24 Ocak Kararları’yla, neoliberalizmle, Turgut Özal’la, TÜSİAD’la, TİSK’le, MESS’le, Gladio’yla, faşist hareketle, ABD’yle, Aydınlar Ocağı’yla, Türk-İslam Sentezi’yle hesaplaşmak anlamına geliyor. Bu hesaplaşmanın, temelleri 12 Eylül’de atılan yeni rejimden demokrasi bekleyerek gerçekleşmeyeceği ise ortada.
10
Kelepçelenmiş Derinlikler
Erdem Danyer Veteriner fakültesini bitirmeme çok kısa bir süre kala iki yunusun tutsak oldukları, bir havuzdan kurtarılmaya çalışıldığını ve ancak Türk veteriner hekimle sağlık kontrolü yaptıracaklarını söyleyen bir haber aldım. Öğrencilik yıllarımın başından beri deniz memelileriyle çalışmış ve ilk hekimliğimi de yunuslarla yapabilme fırsatını yakalamıştım. Mutluydum. Yunuslar, basında geniş yer tutan Tom ve Mişa’ydı. İki erişkin erkek yunus olan Tom ve Mişa 2007 yılında o zamanki adı Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, şu anki adı Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı olan kurumun izinliyle yakalanmış otuza yakın yunustan ikisiydi. Yunusların iyilik melekleri (Dolphin Angels) olan grubun ricasını kırmayarak 22.07.2010 tarihinde Işıl Aytemiz ile birlikte Fethiye’ye doğru yola çıktık.
Fethiye’ye vardıktan sonra ilk toplantıyı Nichola Chapman ve Doğan Eraslan’ın işlettikleri restoranın bahçesinde yaptık. Dawne Büyükkoca ve Cath İnanır’da bizimleydi. Kısaca yunusların durumlarından, yapılanlardan ve sonraki günün planlarından bahsettik. Küçük bir grup için kocaman işler yapmışlardı. Bir sürü insanı yunus parkının önüne yığmış, çalışmalara destek vermek için organizasyonlar yapmış, tur şirketlerinin yunus parkı programlarını 11
satmamasına ikna etmişlerdi. Bu işe gönül koydukları ve yunusları çok sevdikleri ortadaydı. Sabah erkenden ilk beslemeyi görmek ve sıcağa kalmadan incelemeleri yapmak için havuzun kapısındaydık. Dışarısı mavi brandayla kapatılmış, duvarlarda Tom ve Mişa’nın fotoğrafı vardı. Düşük prodüksiyonlu bir film izleyeceğimizi daha o an anlamıştım. Araba yoluna iki cephesi olan havuzun etrafında geceleri yüksek sesli müzik çalan barlar vardı. Kapıyı açıp içeri girdiğimizde sağımızda tuvalet, solda büro, önümüzde havuz vardı. Büronun yanında derin dondurucu ve bir mutfak tezgâhı sabitlenmişti. Kenardaki çimento torbalarıyla gelişmekte olan bir tesiste olduğumuzu hemen anladık. İçinde tedavi yapılan ve canlı barındıran yerlerin gelişme durumunda olması kabul edilemez. Tüm şartların yeterli şekilde hazırlanması, sonrasında faaliyete geçmesi doğrusudur. Hareket halinde dört tekerlikli olması gereken arabayı üç tekerlekle başlatıp dördüncüyü sonra takmaya kalkarsanız araba yoldan çıkabilir. İçeriye doğru ilerledikçe bir elektirik motoru sesi duymaya başladık. Kafamı biraz kaldırıp tentenin ardına baktığımda yunus nefeslerinin kestiği sesin havuzda suyu çeviren pompa olduğunu anladım. Tiz, metalik ve sürekli bir sesti duyduğumuz. Kafayı kaldırıp yukarı baktığımızda havuzun tepesinde mavi bir branda geriliydi, tıpkı tesisi çevreleyen duvarlar gibi. Tesisin sorumlusu da geldikten sonra yunusları muayeneye başladık.
Vahşi hayvan pratiğinde gözlem çok önemlidir. İnsanlara normalde alışık olmadıkları için insan gördüklerinde normal dışı davranıp, aşırı reaksiyonlar verebilir, heyecanlanabilirler. Bunun için bir kenara çekilip bize alışmalarını bekledik. Normalde günlük kat ettikleri yol 70 km civarı iken bir anda 15m’lik havuzlara kapanan yunuslar tabii ki nereye hareket edeceklerini 12
şaşırmaktadırlar. Git gel aynı duvarlara bakmaktan hapiste gibi hissetliklerini biraz empati kurduğumuzda anlayabiliriz. İki yüz metre derinliklere dal, hayatının %90’ını suyun altında geçir, sadece nefes için suyun üstüne çık, kilometrelerce yüz. Derken, bir gece balıkçı ağına takıl en iyisinden on metre derinlikli havuza koyul, yemek dışarıdan geldiği için kafan dışarıda kalsın, yirmi metrede volta atmaya başla. Gözlem sonuçlarımız: yunusların suda diklemesine durduğu, sürekli yeni yüzme öğrenen çocuklar gibi batıp çıktığı, yüzmeye çalıştıklarında ise Tom’un bir gözü dışarıda kalacak şekilde hareket etmeseydi. Tutsak yunusların yan yüzmesinin birkaç nedeni vardı: Her hangi bir organında kanama, apse, hava birikmesi olabilir. Bir kanama ya da apse varsa akciğerlerde biriken kan/apse ağırlık yapacağından o tarafa doğru yatması beklenir. Feribotta kamyonların hep aynı tarafta durduğunu düşünün. Bir nedende en nazik organlarımızdan olan gözün rahatsız olmasıdır. Eğer suya soktuğunuzda gözünüz yanıyorsa suya sokmak istemesiniz. İlk izlenimlerimizden sonra yunusların antrönürü ile yunusların yemlenmesine geçtik. Yunuslara birkaç sardalya verdikten sonra kondisyonlarını göstermek için küçük bir gösteri yaptırdı. Baya güzel zıplayıp hopladılar çünkü sonunda yemek vardı. Hareket bitince tekrar ödül olarak balıklarını aldılar. Arama kurtarma köpeği de insanların emirleriyle hareket eder yunuslar da. Arada ne fark var ki? Hemen anlatayım: Arama kurtarma köpeğinin eğitiminde daha önceden hazırlanmış enkaza sokulur. Enkazda elinde köpeğin sevdiği topla bekleyen bir temsili kazazede vardır. Köpeğin bakıcısı komutu verir, köpek yıkıntıya girer, kazazedeyi bulur. Kazazede oyuncağını köpeğe verir ve köpek oynamaya başlar. Ödülü “oyundur”. Yunuslarda ise durum biraz farklıdır. Yunuslar insanları eğlendirmek için oynar ve sonrasında antrenörlerinin önüne geldiğinde ağızlarını açıp yemek beklerler. Oynamazlarsa aç kalırlar. Ödül “yemektir”.
13
Oyun ve beslenme faslından sonra sıra örnek almadaydı. Yunus sahipleri yunusları dışarı çıkartıp tam bir muayene yapmamamızı istemedi bizde saygı duyduk ve alabildiğimiz örnekleri aldıktan sonra sudan muayene yapmak için örnekler aldık. Su mavi renkte ancak solgundu. Suyun üstünde ölmüş arılar, yaprak parçaları vardı. Yurt dışındaki yunus havuzlarının yapılışına dair yönetmelikler yunus havuzlarının etrafında ağaç olmamasını ve etrafının kapalı olmasını bildirir çünkü bu yaprakları yunuslar yiyip zehirlenebileceği gibi havuzun filtre kısmını da tıkayabilir. Bunu havuz sahipleri de pek istemez çünkü balık yağı zaman içinde filtreleri yeterince tıkamaktadır. Yaptığımız testlerden sonra bu maviliğin havuzun mavi badanalı duvarları ve mavi brandasından kaynaklığını anlayacaktık. Dip temizleme fırçası ile dipten su örneği almaktı amacımız daldırdık ve ne görelim dışkı dolu bir fırça çıkarttık. Biraz çevreyi kesmek kullandıkları ilaçları görmek istedik. İlaç dolabında vitamin katkılarından ağrı kesicilere kadar geniş bir yelpaze vardı. İki tane ilaç ise yunus gösteri merkezlerinin olmazsa olmazıydı. Mide koruyucu ve diazem. Mide koruyucu ülserli midelerde insanlarında kullandığı bir ilaçtır. Veteriner hekimlikte at pratiğinde sıkılıkla başvurulur. İlk neden atların midesi çok hassastır ikincisi ise yarış çok streslidir. Stres mide asidini artırır ve mide duvarı zedelenir bu da yara açılmasına sebep olur. Yunuslarda da durum farklı değildir. Ait olmadıkları bir ortamda, sosyal ilişkiden yoksun, av avcı ilişkisi bitmiş, doğalarına göre daracık bir yerde ve yaradılış sebepleri olmayan bir işi yapmak zorundayken streste olmamak mümkün müdür? Stres, asosyallik, baskı tüm canlıları agresifleştirmektedir. Agresifleşmeyi çözmenin kolay bir yolu küçücük bir hapı yediği balığın solungacına iliştirmektir. Diazem! Beşeri ve veteriner hekimlikte genel anestezi verilmeden önce kullanılan bu ilaç canlıyı yatıştırır ve dinginleştirir. Sinir krizlerinde de kullanılır. Üreme isteği, herhangi bir şeye 14
sinirleme sonucu agresifleştiren hayvanı sakinleştirmek gerekir çünkü randevusu alınmış müşteriler vardır, o gün boş bile olsa yunus kendine zarar verebilir. Yarası olan bir yunusla insanlar yüzmek istemeyebilir. Yeterli örneğimizi aldıktan sonra biraz sohbetten sonra havuzdan ayrıldık. Havuzdan aldığımız örneklerin değerlendirilmesinde suyun toplam koliform açısından insan yüzme havuzu şartlarına uymadığını ve havuzun suyundan yapılan parazit muayenesinde insana bulaşabilen parazit yumurtalarına rastladık. Meğersem mavi tente tepede boşuna durmuyordu. Pazarda domatesçilerin domatesleri güzel göstermek için kırmızı şemsiye kullanmaları gibi mavi tente kullanılmıştı. Durum pek iç açıcı değildi. Yunusları bir kenara koyalım bu suda küçücük çocuklar yüzmekteydi. Yunusların sağlık durumlarını daha çok merak etmeye başlamış ve Tom’un yan yatış sebebini öğrenmek istiyorduk.
İkinci ziyaretimizi 7-8 ağustos 2010 tarihinde yaptık. Bu ziyaretimizde Born Free Vakfı’nın hekimi John A. Knight’ta bizimleydi. Birkaç gün önce yağan yağmurdan dolayı havuzun kenarındaki kilit taşlar çökmüştü. Başka ülkelerdeki yunus parkı yönetmeliklerinde havuzların çift kat duvarlı olması deprem, sel gibi felaketleri azami suretle dayanıklı yapılması istenirken, bu havuzda biraz fazla yağmur zemini çökertmişti. Tom’u yakalayıp karada detaylı muayeneye edebildik. Öncelikle yan yatmasının sebebinin dışarıda tutuğu gözünün sudaki kimyasallardan rahatsız olduğuydu. Korneasının üstünde doku erezyonu başlamıştı. Suya girdiği zaman gözü yandığından dışarıda tutuyordu. Kan sonuçlarına baktığımızda streste olduğu ve enfeksiyon olduğunu tespit ettik. En acısı ise susuz kalmıştı. Yunuslar tatlı su ihtiyacını yedikleri balıklardan karşılarlar. Az balık yediklerinde sadece aç kalmaz, susuz da kalırlar. Yunus parklarında bunu engellemek için suyu verdikleri balığın içine enjekte ederler ya da geleneksel yöntem olarak balıkları su dolu kovada bekletirler. Balıkların içine su girer ancak bu seferde balığın içindeki vitamin ve mineraller suda çözünür gider. 15
Yukarıda otistik çocukları tedavi etmek amacıyla yakalanan iki yunsun hayatının üç ayını anlattım. Yunuslar rehabilite edilmek üzere Marmaris’te deniz havuzuna aktarıldılar. Hala daha rehabilitasyonları sürmekte. Bu tür yerler beşeri ve veteriner hekimliğin birleştiği ve iki canlının da iyi durumda olmasının gerektiği yerlerdir. Hem birbirine hastalık bulaştırabilirler hem de ruhsal durumları iyi olmaz ise fiziksel yaralanmalar olabilir. Yunus gösteri merkezlerinin eğlenceli şov dünyasının yanında bir de bu yanı olduğunu unutmamalıyız. Yapılan çalışmalarda hasta çocukların tedavisinde tam olarak yunusun işe yarayıp yaramadığı hala tartışılmaktadır. Suda yüzmek, farklı çevre, ilginin artması, iklim farklılığı, çocuğun yaşının ilerlemesi gibi birçok değişenle beraber yunuslar kullanılmaktadır. Yunusların bu kadar etki arasındaki tam katkısı hala bilinememektedir. Bu bilinmezlik için de aslında vahşi hayvan olan yunusun yanına fiziksel engelli bir çocuğu bırakmak ne kadar doğru? Düşünmek gerekir. Eğlenmek için yunus parklarına giden insanlara bulaşabilecek bunca hastalık ve strese sokup eziyet ettiğiniz bir canlı varken on dakikalık eğlenceniz için yıllarca bir canlıyı hapsetmek hak mıdır diye sormadan edemiyorum. Hata yapılarak ülkemizde on bir adet yunus gösteri merkezi kurulmuştur. İçindeki canlılar vahşiliğini, avlanmasını unutmuş birer oyuncak halinde. Bari bundan sonrası için bir şeyler yapalım. Havuzlardaki yunusların soy kütüklerini çıkartalım. Yerine yenilerini getirmeyelim. Şu anki şartlarını iyileştirmek için konuya müdahil herkesi toplayıp standartlar belirleyelim. Ticari olarak değerleri sona erdiğinde bu yunuslara ne olacağını planını da yapalım. Şu anda yunus 16
sahipleri için yunuslar para ediyor çünkü devletin verdiği kiralama ve satış hakkı var elerinde. Peki, gösteri yapamayacak kadar yaşlanınca ne olacak? Öylece denize, ölüme mi bırakacağız? Emeklilikleri için bir koy kapatsak ve burada vahşi doğaya alıştırsak. Tesisi, veteriner hekimi, bakıcısı olan bilir kişilerden oluşan bir ekiple rehabilitasyon gerçekleştirsek. Yavrularından, annelerinden, babalarından kopardığımız yunuslara vefa borcumuzu bir nebze ödeyebilir miyiz? Tüm yunuslar özgür doğup vahşi ölmeyi hak ediyorlar.
17
Yalnızlık Senfonisi Engin Taş yüzümden akan hüznü ve yüzünü hamayıl gibi asıp boynuma denizi öptüm gece yarısı yalnızlığımı ipten aldım dalgaların sesinde yüreğim sevda sarası bağırsam bir ben duyacaktım biliyorum ama bazen de bilmenin acısı kuşatıyor bütün hücrelerimizi sahil ne kadar cahil bilmiyor ki mavi yanıbaşında yatıyor bir dokun değil mi kıpır kıpır aksın hayat derin kirpiklerinden yok bu böyle olmayacak uyandırmak lazım dünyayı uykusundan ama güneşin yalım öpüşü gerek ufkun dudaklarına kaç kere kaç dedim buralardan ey gönlüm anlamıyorsun beni tamam ben sevda dilencisiyim ama sen git bak korkuyor yapraklar her dalın nihayet bir sabrı bir de gücü var belli ikimizi taşımaz bu ağaç biliyorum
18
Sinemanın Melankolik Ressamı: Thodoris Angelopoulos Selin Süar Onu birkaç saat bile olsa yakından tanımanın ne demek olduğunu bilen biri olarak, ajanslarda altyazılara düştüğü andan itibaren hiç kimse kadar ben de ölümüne inanamadım. Ne de olsa insanları peş peşe Hades diyarına taşıyan domuz gribini atlatıp Türkiye’yi ziyaret etmiş ve ben henüz bir yüksek lisans öğrencisiyken İzmir’e, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ne gelmişti. İlk gün kendisi için yapılan onursal doktora töreninin ardından düzenlenen Efes ve Şirince gezilerine katılmış; statüsünü kaptırma korkusundan dolayı bazı akademisyenlerce bize haber verilmese de tesadüf eseri geleceğini duyup bu gezide biz de Azizm Sanat Örgütü olarak orada var olmuştuk. Yunanca bildiğim için daha ilk gün kendilerine eşlik etmemi istese de bazı gereksiz kıskançlıklar ve çekişmeler nedeniyle davet edilmediğimiz yere gelemeyeceğimizi gülümseyerek söyledim. Akşamki etkinliklerde olmasak bile bir gün sonra yapılan gezide olmamızı istemişti. Aylık yayın organımız için kendisiyle yapacağım röportajı da içtenlikle kabul etmişti ve bir gün sonra Şirince’de yemek masasında kendisine ayrılan başköşede oturmayıp masanın en sonuna konulan ‘biz’im yanımıza eşiyle beraber oturup gerekli gereksiz fotoğraf çekimlerinden ve sahte güleryüzlerden sıkıldığını belirterek benimle ‘kendi dilinde’ havadan sudan konuşmuştu. İşte o zaman karşımda bir Fransızın değil, her zamanki içtenliği ve dürüstlüğüyle bir Yunanlının oturduğunu anladım. Ağzından tatlı sert küfürler eksik olmayan eşi ve kendisiyle, bir dünya adamıyla 19
sohbet ediyor gibi değil, yolda karşılaştığım herhangi bir çiftle sohbet ediyor gibiydim. Aşktan, geçmişten, tarihten, hayal kırıklıklarından, mutluluktan, mutsuzluktan, politikacılardan, Yunanistan’dan ve sinemadan bahsettiğimiz bu kişisel sohbette filmlerinin neden karamsarlık taşıdığını sormadan edemedim. Dünya’nın tarif edilemez bir tatsız hale büründüğünü söylese de her zaman umudunun olduğunu söyledi. İnsanların kaypaklığı, değerbilmezlikleri ve durgunlukları nedeniyle bu umudunu bazen kaybetmeye yakın davransa da, her zaman umut ettiğini anlattı. Bunun ise hayal kurmaya devam etmekle gerçekleştiğini
belirterek,
hayal
kurmayı
bırakmamamı
tavsiye
etti.
Konuşmalarında aslında her birimizin bu dünyayı şekillendiren tuğlalardan biri olduğumuzu ve her birimizin bir görevi olduğunu da ekledi. Duru bir Yunancayla kendini açık ve öz ifade eden adamın o gün bu dünyadaki yerini daha iyi anlamış ve onun sinemasını öğrenmeye daha çok çabalamıştım. Gitmeden önce bizi setine çağırıp iletişim bilgilerini verse de bu buluşma, hayat kavgasından dolayı mümkün olmadı. O büyük tuğla, samimi davranışlarını, arı Yunancasını ve sıcacık bakışlarını hafızamda bırakıp gitti. İşte bu yüzden o gün kendisini az da olsa tanıyan Azizm editörleri olarak bu ay, onu yeniden hatırlatmaya karar verdik. Angelopoulos’un Hayatı 1935 Atina doğumlu olan yönetmen, kendi deyimiyle bir diktatörlüğün ve peşi sıra gelen bir savaşın içine doğar. Doğduğunda yönetimde General Metaksas bulunmaktadır ve herkesin bildiği gibi 1940 yılında Mussolini yönetimindeki İtalyan ordusu Yunanistan’ı işgal etmiştir. Dolayısıyla sessizliğin, kasvetin, soğuğun ve terk edilmiş evlerin manzarası çocukluk yılları anılarında asılı kalır. 20
Sol görüşlü olan ELAS (Ulusal Kurtuluş Ordusu) ve sağ görüşlü olan EDES (Özgür Demokrat Yunan Ordusu), İtalyan ve Alman işgalini geri püskürtmeyi başarmış, ancak savaş sonrası İngilizler, silahların teslim edilmesini istese de zaferi kutlamak yerine yönetimde kimin olacağına dair büyük ve kanlı bir iç savaş başlamıştır. 4 Aralık 1944’te başlayan Yunan İç Savaşı’nda Komünistler, Thodoris Angelopoulos’un babasının liberal olduğundan kuşkulanmış ve onu tutuklamışlardır. Daha sonra anılarını aktarırken, pek çok ailede olduğu gibi kendi ailesinin de sağ ve sol olarak ikiye bölündüğünü ve babasını tutuklayanın kendi kuzeni olduğunu söyler. O zamanlardan başlayan şiir yazma itkisi, onun edebiyat dünyasına adım atmasına ve edebiyatla tanışmasına yol açar. Yine sonraları sinemayı tercih ettiğinde bu alanda filmlerine yansıyan şiirsel sekans planlarının mimarı olarak edebiyatı gösterdiğini ve yeniçağın başka hiçbir sanat dalıyla ilgilenmemiş yönetmenlerinin doğruca sinemayla ilgileniyor olmasından dolayı çoğu kez hissiz filmler gerçekleştirdiklerini, eski kuşak yönetmenlerin çoğunun edebiyat veya resimle yollarının kesiştiğini belirtmiştir.
21
Yarattığı karakterlerinde daima bir arayışın sergilendiği ve baba figürünün etkin rol oynadığı filmlerinde, Angelopoulos’un babasının tutuklanışı ve bir gün çok uzaklardan bütün şehri yürüyerek kat edip eve gelmesinin büyük payı bulunmaktadır. Thodoris Angelopoulos, ailesinin de isteğiyle hukuk fakültesinde okumaya başlar, ancak mezun olacağı sırada zorunlu askerliğini yapmak zorunda olduğundan 1959’da fakülteden ayrılır ve aynı yıllarda kız kardeşinin 11 yaşındayken ölümü hem kendisini hem de Angelopoulos ailesini baştan aşağı sarsar. 1961 yılında Sorbonne’da edebiyat okumak için Paris’e gider, ancak lisede okurken dedektiflik filmleriyle başlayan sinema aşkı burada bir tutkuya dönüşür. 22
Edebiyat okuyor gibi görünse de asıl amacı sinema eğitimi olan Angelopoulos, Institute de Hautes Etudes Cinematographies’ye kabul edilir. Okulda göze batan bir öğrenci olan yönetmen, edebiyatta Tolstoy, Çehov, Stendhal, Sartre, Camus gibi yazarların yanı sıra Yunan yazarlarıyla da ilgilenmeye ve Yunan Tragedyalarını okumaya başlar. Filmlerine damgasını vuran ‘360 derecelik Panoromik Çekim’ tekniği de IDHEC’te (Institute de Hautes Etudes Cinematographies) ortaya çıkar. En iyi kısa filmleri çekmiş olmasının ve arkadaşlarınca sürekli övgüler almasının yarattığı ‘fazla’ özgüveni, sınıfta ve okulda kuraldışı hareketler ve yasaklara uymama, başına buyruk davranma gibi hareketleri beraberinde getirince okuldan atılır. Bunun ardından Jean Rouche’un verdiği kurslara katılan yönetmen, burada Cinema Verite tekniklerini öğrenerek belgeseller çeker. 1964’te Atina’ya ailesini görmek için geri döndüğünde daha eve varmadan bir öğrenci protestosunun içine düşer ve polisin göstericileri dağıtmak için rasgele salladığı coplardan nasibini alır. Yere düşer, gözlüğü kırılır, dövülür ve eve kanlar içinde gider. Henüz bu olayın şokunu atlatamadan aynı gün bir arkadaşı kendisine sol görüşlü bir dergide (Demokratik Değişim) film eleştirisi yazıları yazmasını teklif eder ve o ânâ kadar Paris’e geri dönmekten başka planı olmayan Angelopoulos, birden Yunanistan’da kalmak isteyerek teklife evet der. Bir yıl sonra, bugün "1492Conquest Of Paradise", "Blade Runner", "Alexander" gibi film müzikleriyle tanınan Yunan besteci Vangelis’ten (Evangelos Odysseas Papathanassiou) bir tanıtım filmi çekmesi için teklif alır. Ortak yapımcıların anlaşmazlığı nedeniyle ortaklık bozulsa da proje devam etmektedir, ancak yapımcı senaryoyu beğenmez. Angelopoulos da senaryoyu değiştirmek istemez ve emeğinin karşılığı olan parasını aldıktan sonra ekipten kovulur. O parayla ilk kısa filmini çeker.
23
Dergideki yazarlığı 3 sene devam eder, ancak askeri darbenin ardından basılan büro yerle bir edilir ve oradaki herkes tutuklanır. Angelopoulos şans eseri büroda değildir. Sinema Kariyeri Başlıyor Bu ara başlık ne kadar doğru, tartışılır, ama Institute de Hautes Etudes Cinematographies
ve
Jean
Rouche’un
belgesel
okulunu
saymazsak
Angelopoulos’un asıl anlamdaki ilk sinema başarısı 1968 Selanik Film Festivali’nde Yunan Eleştirmenler Ödülü’ne layık görülen Yayın adlı filmidir. Savaşlar, göçler ve yaşam kavgası için geride bırakılan boş köyler, boş evler ve kasvet; Angelopoulos’un ilk uzun metrajlı filmi olan Tatbikat’e ve hatta yönetmenin tüm filmlerine damgasını vurur. Akdeniz Sineması veya Yunanistan dendiğinde akla deniz, güneş, kum üçlemesinin, mavi panjurlu kireç boyalı evlerin ve bin bir musibetle karşılaşsalar da neşeyle donatılmış çok üyeli ailelerin gelmeyeceğini; bu filmi çektiği köyde çöreklenen gri bulutlarda, puslu bir havada yağan yağmurda ve geride bırakılan siyah entarileri içindeki yaşlılarda gören yönetmen, onların da savaş ve yıkımla dolu bir Akdeniz ülkesinin parçası olduğunu her filminde vurgular. Çalışmak için gittiği Almanya’dan, ülkesine dönünce öldürülen bir Yunanlı işçinin dramını anlatan "Tatbikat", pek çok yerli ve uluslararası festivallerde ödüle layık görülür. 1972’de "36 Günleri", 1975’te "Gezgin Oyuncular", 1977’de "Avcılar", 1980’de "O Megaleksandros", 1981’de bir belgesel olan "Bir Köy, Bir Köylü", yine 1982’de bir belgesel olan "Atina / Akropolis’e Dönüş", 1984’te "Kitara’ya Yolculuk", 1986’da "Arıcı", 1988’de "Sisli Manzara", 1991’de "Leyleğin 24
Adımı", 1997’de "Ulysses’in Bakışı", 1998’de "Sonsuzluk Ve Bir Gün", 2003’te Üçlemenin İlk filmi olan "Ağlayan Çayır", 2008’de "Zamanın Tozu" ve 2010’da çekimlerine başladığı, ama tamamlayamadan aramızdan ayrıldığı üçlemenin son filmi olan "Öteki Deniz"; yönetmenin filmografisini teşkil eder.
Ağlayan Çayır filminden bir kare Sinema Anlayışı Tarihi ögeleri, mitolojiyi ve film estetiğini eserlerine yayan yönetmenin tarihe bakışı Balkan ülkelerini kapsadığı gibi, Yunanistan’ın iç çalkantılarını merkez alan ve insan ögesini bu perspektifin üzerine oturtan bir yapı sergilemektedir. Savaşların yarattığı kıyımların ve açlığın ortasında insanların durumunu sorgulayan,
Balkan
ülkelerindeki
kültürel
benzerlikleri
ve
kültürlerin
Yunanistan’a yansıyan bileşkelerini filmlerine aktaran Angelopoulos, üslubuna
25
mitleri de katıp şiirsel bir bütünlüğün ilk dizelerini senaryosunda işleyerek işe başlar. Özellikle Paris’ten Yunanistan’a döndükten sonra Yunan yazarları ve şairleri de okuyan Angelopoulos, Yunan mitolojisinden ve Yunan tragedyasından oldukça etkilenir. İç dünyasında düşünmeye ve yalnızlığa çekilen yönetmen, kendini melankolik olarak nitelendirir. Batı’yı sanatta 3000 yıl boyunca etkileyen melankoli için Aristototelis, “İster felsefede ya da politikada ister şiir ya da sanatta olsun olağanüstü kişilerin hepsi melankoliktir” diye tanımlamaktadır.
Filmlerindeki Brecht Estetiği Yönetmenin filmlerinde hep konuşulduğu üzere Brecht estetiği es geçilemez. Tüm bu oluşumların yanında Fransız Yeni Dalgası, İtalyan Yeni Gerçekçiliği ve sinemada siyaseti anlatma biçimi olarak kullandığı Brecht estetiği en büyük 26
yardımcısıdır. Fikirleri ifade ederken susarak ve belli bir çerçeve içinde bütünlüğü koruyarak çok şey anlatabilme tekniği olarak o dönem sinemacılar, Angelopoulos gibi filmlerini, Brechtyen estetiğin ve anlatımın eksenine oturtmuşlardır. Siyasi sinemanın yeni ortaya çıktığı dönemlerde Brecht formüllerini kullanarak ‘yasaklı’ bir konuyu anlatabilmenin tekniğini yakalayan Angelopoulos, neredeyse anlaşılmayan diyaloglarla çevrili olan, ana karakterin çok az göründüğü, konunun açık seçik anlatılmadığı ‘36 Günleri’ni bütünüyle bu tekniği kullanarak yapmış, epik ve estetik açıdan farklı bir sinema dili oluşturmuştur. 360 Derece Panoramik Çekim Tekniği Edebiyattan etkilendiği kadar oyunun oynandığı tiyatro sahnelerinden de etkilenen yönetmen, tüm olayların sahnede yaşandığı, zaman ve mekanın aynı bütünsel sahnede geçtiği teatral yapıyı sinemaya taşır ve kameranın, bir bütünü simgeleyen dairesel hareketiyle zamansal ve mekansal farklılıkları filmlerine yansıtır. Henüz Sorbonne’da sinema okurken öğretmenlerine, aynı dairesel bütünlüğü göstererek aşık atan Angelopoulos, yönteminin kabul görmemesinin yanında, fazlaca özgüven sergileyen hareketleri nedeniyle okuldan atılır. Buna rağmen bu tekniği her filmine uygulamış ve karakterlerin hareketini, filmsel zamanın ve mekanın sekans planlar içerisindeki yavaş ritmini her filmine yaymıştır. Ağır akan planların her çerçevesine, çerçevenin içindeki unsurları bir ressam gibi dengeli yerleştiren yönetmen, böylelikle kendi tarzını yaratmış ve sinema otoritelerince de bir ‘auteur’ olarak kabul edilmiştir.
Karakterleri Pek çok sinema eleştirmeni ve izleyici onu ‘karamsar’ ve ‘umutsuz’lukla nitelese de Akdeniz insanının özelliklerinden olan melankoli, Angelopoulos’ta 27
da vardır. Zaten kendisi, Aristotelis’in öğretilerinden yola çıkarak ‘yaratımı kamçılaması’ nedeniyle melankolinin kendinde de var olduğunu savunur. Angelopoulos’un bütün filmlerinde karakterlerin, çevrelerini ve dünyayı değiştirebileceklerine dair umutları vardır, ancak bu karakterlerin, filmin devamında umutlarını kaybettiklerini, geleceğe yönelik isteksizliklerinin ve umutsuzluklarının
ortaya
çıktığını
görürüz.
Bu
umutsuzluk
yönetmen
Angelopoulos’un, ideolojilerin çöktüğü ve kavram kargaşasının yaratıldığı zamanımıza karşı duruşundan kaynaklanmaktadır. Gerek siyasete yaklaşımını, gerekse bir kuşağın inançlarının ve umutlarının tümüyle yok olduğu dünya düzeni içerisinde dünyanın geleceğine dair bakış açısını oluşturan tüm bu kilit noktalar, kayıp kuşağı temsili olarak yönetmenin karakterlerini vücuda getirir. 1983 yılında çektiği ve adını, Afrodit’in aşk adasından alan Kitara’ya Yolculuk filminden beri gördüğümüz bu inançsızlık, hayal kırıklığı ve umutsuzluk;
sevgi
eksenine
oturtulmuş
karakterlerin
hiç
bitmeyen
yolculuklarına eşlik eder. Kitara’ya Yolculuk’ta kuşak çatışmasını temsil eden Voula, ufacık bir umut ışığı ve sevgi kırıntısı arasa da babasının idealist eylemlerinin ve inançlarının yerle bir olmasından dolayı büyük bir hayal kırıklığı yaşar. Yine aynı filmin bitiminde karakterlerin düş kırıklığıyla denize açılmaları ve yine aynı şekilde Ulysses’in Bakışı’nda nehir üzerinde taşınan devasa Lenin heykeli, umutların, mücadelenin, heyecanın ve inancın bitişiyle beraber bir kuşağın çağının da kapandığını ve içi boş kavramlarla, maddiyatla, anlık heyecanlarla doldurulmuş modern çağın gelişini ifade etmektedir. Siyasi arka planlara, tragedyaya, mitolojiye ve Balkan halklarına işlenmiş epik anlatımların tam ortasında duran karakterler, büyük bir çağ içinde kimi zaman geçmişi unutmak isteyerek, kimi zaman da geçmişle o an arasında köprü kurarak
28
kendi arayışlarına devam ederler. Olaylar, Angelopoulos sinemasında art plana düşerken, öne çıkan, karakterin duygusal iniş çıkışları olur.
Senaryo ve Müzik Angelopoulos’un senaryo yazım tekniği de diğer yönetmenlerden ayrılır. Kendi kişisel yolculuğu içerisine karakterlerini oturtan yönetmen, çalışacağı senaryo yazarını alıp ilk önce mekânı giderek işe başlar ve kısa cümlelerle ne yapmak, neyi anlatmak ve neleri göstermek istediğini bir yemekte, bir kahve molasında veya bir eğlencede anlatır. Yazar, tüm bu süreçte anlatılanları not alır veya kaydeder. Senaryo çalışması boyunca öneriler sunarak, taslak hazırlayarak yönetmene yardımcı olur. Film müziğinin oluşumu da aynı şekildedir. Filmlerinde birçok sahnede doğal sesleri kullanmayı seven yönetmen, filme dair duygunun katılacağı, görüntülerle müziğin tek vücut olacağı sahnelerde müzik kullanımını tercih etmiştir. Çok uzun süre Eleni Karaindrou ile beraber çalışan Angelopoulos, film hikayesini besteciye anlatır ve film müziği birkaç örnek oluşumun ardından belirlenir. Sonuç olarak… Angelopoulos’un filmleri tarihsel bir perspektifle geleceğe dair bakışın eksenine oturur. Film boyunca karşımıza çıkan metaforlar, çeşitli anlamlar üreterek izleyicinin düşünmesine ve sorgulamasına imkan verir. Uzun ve geniş planlara dayanan çekim tekniğiyle metaforlara sırtını yaslayan bir sinema dili oluşturan
29
Angelopoulos, diğer yönetmenlerden ayrılarak anlatı yapısını kendi üslubunda yeniden kurar. Bu üslupta yer alan mitoloji, tarihsel arka plan ve kökenlerden aktarılan kalıtım sorunu karakterlerin arayışlarında ve sahnenin dekorunda yeniden can bulur. Antik Yunan’dan günümüze uzanan filmsel yapıda, geçmiş ve gelecek arasındaki kırılma, politik ve estetik zeminde yeniden sunulur. Bu süreçte karşımıza sıkça sınır sorunu, kalabalıklar, heykeller, griler, mermerler, umut arayışı ve sevgi imgesi çıkar. Filmlerini genellikle Yunanistan’ın kuzeyinde puslu manzaralarda çeken yönetmen, aynı zamanda İtalya ve Balkanlar’da da çekimler gerçekleştirmiştir. Puslu manzaraların arka planı oluşturduğu ve karakterlerin kendine, çevresine, ortama yabancı hisleriyle arayışlarının yer aldığı çekimlerde anlam oluşturmak kurgu, hareketle yapılmaktadır. Hareketli kurgunun yapıldığı sekans plan çekimlerinde sıkça kullanılan duraklamalar ve boşluk, filmin bütünlüğünün oluşturulmasında ek bir yapı oluşturmaktadır. Gerçekliği ve hayali, epizodik anlatım biçimiyle tek bir filmde verebilen Angelopoulos, dünyanın önde gelen sayılı yönetmenlerindendir. Kendisini sinemanın son dinozoru olarak adlandırmakla beraber, onun yolundan gidip farklı anlatım biçimleriyle öne çıkacak genç yönetmenler, daima onun mirasını geleceğe taşıyacak ve sinema diline getirdiği yeniliklere bir yenisini daha ekleyecektir. Akdeniz ve Balkanların yaralı insanlarını, savaş dolu tarihini ve geleceğe dair bakışını Brechtyen teknikle, şiirsel biçimde sunan Autheur Angelopoulos, 30
karakterleri gibi bitmeyen yolculuğuna çıkmış ve hepimizin hayatında melankolik fırça darbeleriyle resimsel bir güzellik bırakmıştır.
Καλό του ταξίδι…
31
Angelopoulos’un Sonsuzluğu Onur Keşaplı Tam da arzuladığı gibi, sinemasını yaratırken, son filminin setinde trajik bir kaza sonucu sonsuzluğa göçen dünya sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden, beyazperdenin şairi, "Son Modernist" Theo Angelopoulos'un aziz anısına...
Sinemanın, diğer sanatlarla birlikte dönüşümlere öncülük ettiği, büyük sözler söylediği, dünyada daha adil, eşitlikçi ve özgürlükçü bir düzene olan inancın somut olduğu dönemde, kimilerinin günümüzde "sanat sineması" olarak aşağılama yolunu seçtiği çağdaş sinemanın en güçlü zamanında sinemaya başladı Yunan yönetmen Theo Angelopoulos. Bağımsız sinemanın, deneysel çalışmaların, Brecht estetiğinin, izleyiciyi basit duyulara itmek yerine düşünmeye yönlendiren modern sinemanın ustaları Antonioni, Bergman, 32
Godard, Tarkovski, Kieslowski'lerle birlikte anıldı her zaman. Sonrasındaysa siyasal alandaki yenilgiler, hayalkırıklıkları modern çağın sonunu getirdi egemenlere ve kültür emperyalistlerine göre. İdeolojinin büyük sözleri silindikçe sanattaki modern dokunuşlar da bir bir eridi. Öyle ki sinemanın çağdaş ustaları Godard ve Antonioni başka biçimlere evrildiler, sinemada modernizmden kopmalar yaşadılar. Bir tek Angelopoulos bu kopuşa direndi, hem de hayalkırıklığı yaşadığını asla saklamadan ama umudunu hep koruyarak. Bu yüzden çok eleştirildi, postmodern(!) çağda modern sanat yaratmanın entelektüel zorluklarını yaşadı, kimi zaman bir övgü kimi zamansa aşağılama olarak görülen "Son Modernist" nitelemesini kendince "Son Dinozor" olarak değiştirdi. Metaksas diktatörlüğünü taşladığı "36 Günleri" filminden, trajik kaza sonrası bitirme şansına erişemediği ve kapitalizmi kitleyen ekonomik krizi işlediği son filmi "Öteki Deniz"e uzanan 40 yıllık sürede, "Son Dinozor"un sinemasında ele aldığı konular ve bu konuları ele alış biçimi değişmedi. Bunun nedeni, değişime karşı oluşu değil tam tersine sinemanın düşünsel ve biçimsel açıdan çıtası en yüksek noktasında konumlanmış olmasıydı. Başta Yunanistan tarihi(Metaksas diktası, Nazi işgali, Yunan İç Savaşı, Albaylar Cuntası, ekonomik kriz) olmak üzere 20. yüzyıla çevirdi kamerasını ancak bunu yaparken geçmiş ve mitolojiyle olan kültürel bağını koparmadı. Angelopoulos yolculuk temasını bambaşka boyutlara taşıdı. "Yol" filmi yapmaktan öte, yakın tarihi göçlerle dolu Yunan halkını ve dünya halklarını anlattı. Bu anlatımda "yolculuk" mekanları, sınırları ve en önemlisi bu yazımızın da konusu olacak zamanı aşıyordu.
33
Cannes Film Festivali'nde büyük ödülü alan, 1998 yapımı "Sonsuzluk ve Bir Gün", ölümcül hastalığının son evresine gelmiş ve hastaneye ölmek üzere yatmaya hazırlanan bir yazarın son gününü konu edinir. Yazar, evinden ayrılırken hizmetçisine veda eder ve yarım kalmış işlerini tamamlamak üzere yola çıkar. Önce köpeğini, kızına bırakmalıdır. Derken yazarın geçmişine gideriz sık sık ve eşiyle eksik kalmış anlarını görürüz. Sonrasında yazarın son çalışmasının, 19. yüzyıldan bir Yunan şairinin bitmemiş şiirlerini bitirmek olduğunu öğreniriz. Son olarak yazar, kaçak Arnavut göçmeni bir çocuğu kurtarma işine girişir. Ömrünün son gününde düne, bugüne ve Arnavut çocuk üzerinden yarına dair tamamlanmamışlıkları tamamlamaktır yazarın ve yönetmenin amacı.
34
Angelopoulos bu sıradışı ve bir anlamda kişisel öyküyü öncelikle mitolojiyle bağlar. Odysseia destanının kahramanı Odysseus'un yarım kalan hayatını tamamlamak amacıyla geri dönebilmek için yanıp tutuştuğu yolculuğunun durakları gibi, filmde yazarın son sahneye kadar durakları vardır. İkinci olarak filmin tarihsel ve siyasal bağlarını atar yönetmen. Film, Balkanlar'ın çalkalandığı Yugoslavya'yı parçalayan iç savaşın hemen sonrasını ve iç savaşın son perdesi olacak olan Kosova savaşının hemen öncesinde geçmektedir. 35
Göçlerin, göçmenlerin arttığı bir dönemde Arnavut çocuk Yunanistan'da sokakta kaçak olarak çalışmak durumundadır. Peşinde, onu sınırdışı etmeye hazır polisler olduğu kadar, Batılı zengin ailelere satmayı planlayan insan tacirleri de vardır. Angelopoulos'un senaryosu, bu durumlara dair en ufak söz söylemez fakat kamerası, Batı'nın parçaladığı ve göçlere zorladığı yaşamları nasıl kendi arzuları için satın alabildiğini adeta toplumsal gerçekçi bir şiir anlatımıyla betimler. Yenilgi hissine rağmen sosyalizme gönülden bağlı olduğunu her fırsatta söyleyen Angelopoulos için göçlerin, yolculukların, sürgünlerin sebebi sınırlardır ve filmde sınırları somut olarak gördüğümüzde, sınırların gördüklerimizin ötesinde anlamlar taşıdığını hissettirir yönetmenin kamerası. Yazar, polisten ve insan tacirlerinden kurtardığı çocuğu, Akdeniz sinemasında alışılagelmedik soğuklukta, karlı bir Yunanistan görselliğiyle birlikte Arnavutluk sınırına götürür. Fakat burada sınır, uzaktan zar zor seçilen tel örgülerde donmuş çocuk bedenlerinin hareketsizliği üzerinden arafta kalmışlığa, hatta oldukça soğuk bir cehenneme dönüşür. Yakın plan çekimlere ve ana akım sinemadan alışık olduğumuz kesmeli kurguya hiç başvurmayan yönetmen, izleyicinin kendini öyküye kaptırmak yerine seyirci kalarak düşünmesini ister. Bu sebeple bu ve diğer tüm sahnelerinde "plan sekans" olarak adlandırılan uzun çekimleri kullanır. Angelopoulos'a göre sahneler tek başlarına nefes alabilir ve siz onları kestiğiniz an nefeslerini de kesersiniz. Brechtyen estetikte "naivete" olarak anılan "bakış açısı" veya "görünenin ardındaki gerçeklik" durumuna odaklar izleyici Angelopoulos. Elma her zaman ağaçtan düşmüş ve insanlar bu sonuca tanık olmuşlardır ancak sadece Newton bu sonucu doğuran nedenlere, sürece yani gerçekliğe odaklanmıştır. Benzer bir şekilde bu sinematografik anlatıda yönetmen, görünenin ötesine geçmemizi ister. İzleyiciye cevaplar vermek yerine sorular sorar. Yazarın hastalığının ne olduğunu bilmeyiz, yazarın eşiyle neden kötü olduğunu bilmeyiz, eşine ne olduğunu öğrenmeyiz, filmde herkesin aksine sıcak renkli bir giysi giymiş Arnavut çocuğun geleceğine dair öngümüz(cevabımız) olmaz. Bakış açısı üzerinden Brechtyen estetiği destekleyen bir diğer durum ise her bir sahnenin tek başına anlamlara sahip olmasıdır. Ana akım sinemada hemen her sahne, kendinden sonra gelecek sahneye hazırlık görevi görür fakat "Sonsuzluk ve Bir Gün"de her sahnenin kendi başına anlam bütünlüğü vardır, buna öykü içinde öykü diyebiliriz ki bu zaten çağdaş anlatının epizodik senaryo yapısının da olmazsa olmazıdır.
36
Filmin bir diğer teması, yönetmenin de her daim odaklandığı "zaman"dır. Angelopoulos, günümüzde üç boyut dendiğinde "sinemadaki gözlük" çağrışımından öteye geçemeyenlerin algılamakta zorlanabilecekleri bir "dördüncü boyut" üzerine yoğunlaşan, sinematografik açıdan devrimci bir sanatçıydı. Sinemada kompozisyon açısından üçüncü boyutu yaratmada her ne kadar günümüz yönetmenleri zorluklar yaşasa da modern sinemanın ustaları için üçüncü boyut zorluk teşkil etmiyordu. Angelopoulos sınırları burada da 37
zorlayarak dördüncü boyut olarak zamana odaklandı. Zamanın kendisi için ne ifade ettiğini şu sözlerle dile getirdi: "Yaşamın kendisi bir yolculuk. Ben tarihten etkilendim çünkü sarsıntıların, sivil savaşların, diktatörlüklerin olduğu bir dönemde yaşadım. Bu olaylar çocukluğumdan başlayarak beni değiştirdi. Tarih bir anlamda zamanda yolculuğa çıkmaktır da. Zaman kavramı birçok biçemde açıklanabilir. Zaman biziz."1 Angelopoulos'un filmlerinde geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanlar birbirleriyle içiçe geçmiş olgulardır, karakterlerin benliklerinin uzantılarıdır. Bu sebeple yönetmen klasik anlatı sinemasının alışılageldik yöntemlerini kullanmaz geri dönüş (flashback) ve ileriye dönüşlerde (flashforward). Örneğin geçiş efektlerine başvurmaz, ekran kararmaz, aydınlanmaz veya ses geçişleri duyulmaz. Ya da karakter gençleşme, yaşlanma belirtileri göstermez. En sığ şekliyle "şu kadar yıl önce vb" bilgi yazıları gözümüze sokulmaz. "Sonsuzluk ve Bir Gün"de yazar, geçmişe döndüğünde aynı soluk giysileriyledir, hatta uzun bir süre filmin bizi nereye götürdüğünü kavrayamayız zira karakter tamamıyla aynıdır, filmin ritmi değişmez, siyah beyaz bir geçmişten çok sıcacık parlak bir geçmiştir filmde gördüğümüz çünkü yazarın geçmiş uzamı bu yöndedir, sıcaktır. Yazarın eşine dair tüm geriye dönüşleri ve Arnavut çocuğa dizelerini bitirmeye çalıştığı Yunan şairin hayatını anlattığı geriye dönüşler hep bu üslupla aktarılır. Kameranın açısı bile değişmeden, sahne kesmeye uğramadan basit bir çevrinme hareketiyle birkaç yüzyıl geriye gideriz ancak bu geçmiş midir, kimin geçmişidir belirsizdir. Bu çağdaş anlatım biçimi, filmin son planında doruk noktasına ulaşır. Yazar, Arnavut çocuğu gemiyle uğurladıktan sonra filmde sıkça geriye dönüşlerde gördüğümüz ve her nedense kızının satışa çıkardığını öğrendiğimiz evine döner. Yaklaşık 10 dakikalık bu plan sekansta yazar, sinemanın dördüncü boyutu zamanda yolculuklara çıkar. Bu bir geriye dönüştür, çünkü eşini görürüz ve kızlarının doğumgünü kutlamasıdır söz konusu. Ancak bu geriye dönüş önceki dönüşlerin aksine sıcak tonlar değil, soğuk tonlar taşımaktadır. Evin yıkık döküklüğü şimdiki zamana uygundur, ev satışa çıkarılmıştır fakat eşi ve doslarıyla dans etmektedir yazar. Sahnenin son bölümünde yazar yavaş yavaş duyma yetisini ve sonrasında görme yetisini kaybeder gibi olur. Eşi ve tüm dostları kadrajdan çıkmıştır. Yalnız kalan yazar, mitolojide can veren ve can alan suya döner yüzünü. Filmin bu şekilde sonlanmasıyla birlikte yazarın gelecek zamanına geçtiğimizi, yazarın ölmüş olduğunu pekâlâ söyleyebiliriz. Angelopoulos, zamanlar arası yolculuğunu tek bir planda, özel efektlere başvurmadan tam tersi alabildiğine yalın bir dille anlatabilmiş ve kompozisyonuna dördüncü boyutu katabilmiştir.
1
Aslı Selçuk, "Balkanlar'ın Belleği"ne Veda, Cumhuriyet Gazetesi, 27 Ocak, 2012.
38
Angelopoulos sineması, "Sonsuzluk ve Bir Gün"de görüldüğü üzere, kuramsal bir makalenin filme alınmış hali gibidir. İzleyiciyi anlık doygunluklar yerine düşünsel yolculuklara çıkarma amacı güden, izleyiciye "keyifli anlar"dan çok daha derinlikli düşünebilme yetisi kazandırabilecek bir anlatıdır bu. Tam da bu yüzden, bu gibi değerlerin, üslupların, "büyük düşüncelerin" gerici güzellemelerle(!) aşıldığı, terkedildiği günümüzde Angelopoulos, "Son Modernist-Son Dinozor" olarak bambaşka bir değer kazanıyor, hiç şüphesiz zamansız kaybı da bir o kadar büyük bir boşluk yaratıyor. Zamanı, yaratımlarıyla aşmış, sonsuzluğa sanatıyla daha hayattayken erişmiş bir sanatçı için ölüm belki de sadece bir başka yolculuktan ibarettir. Kaybedenler biz kalanlar olduğumuza göre yapmamız gereken, modern çağın bu büyük sanatçısının "Kumpanya", "Ulis'in Bakışı", "Kitera'ya Yolculuk" ve "Ağlayan Çayır" başta olmak üzere tüm yapıtlarını tekrar izlemek, özümsemek, başkalarına aktarmak olmalı. Ancak bu şekilde Theo Angelopoulos'un sonsuzluğa uzanan yolculuğunda ona eşlik edebilir, yoldaşı olabiliriz...
39
Doğu Yücel ile Söyleşi Gökhan Baykal, Osman Bahar BU KİTAP BENİM STAR WARS’UM Hani derler ya “10 parmağında 10 marifet” diye. İşte Doğu Yücel de öyle bir adam. Müzik yazarlığının yanında müzik de yapıyor, Gazoz Ligi’nde top da koşturuyor, senaryo da yazıyor ama en çok öykü adamı diyebiliriz. En güzel söyleşi bilgisini mütevazı kişiliğiyle birleştirmiş insanla yapılan söyleşidir. Karşınızdaki “Hadi sorun, cevap verelim de gidelim” tarzında yaklaşıyorsa sıkılırsınız. Ama lafın lafı açtığı sürekli yeni şeyler öğreneceğiniz biriyle söyleşi yaptığınızda kalkıp masadan gitmek istemezsiniz. Doğu Yücel de ikinci kategoriye giren biri. Hem edebiyat hem sinema hem müzik konusunda altı dolu çok laf etti, eleştirel kimliğini ortaya koydu. Son kitabı “VAROLMAYANLAR”, kaosu öngören, bilimselliği fantastik kurguyla yoğurmuş bir kitap. Yücel, kitabı için “Hayalimi gerçekleştirdim” diyor. Önemli olan da başarının ne olduğu değil ne kadar değerli olduğu değil midir zaten? Bu yüzden Varolmayanlar çok değerli bir kitap.
40
Öncelikle Varolmayanlar’ın nasıl doğduğundan biraz bahsedebilir misiniz? Ne kadar süredir böyle bir kitap yazma fikri vardı? Çok uzun zamandır düşündüğüm bir fikirdi. Hayalet Kitap’ın bitimine doğru aklımda canlanmaya başlamıştı. İlk kitabım Düşler, Kâbuslar ve Gelecek Masalları’nda "Ölümsüzlüğün Gıcık Sırrı" diye bir öyküm vardı. Öyküyü yazarken Mars’taki bir ovaya Carl Sagan Ovası demiştim. Bundan bir ay sonra Mars’ta bir ova bulunduğunu, buraya da Carl Sagan Ovası adı verildiğini öğrendim. İnanılmaz bir rastlantı oldu benim için. Ardından böyle tesadüfler sürekli karşıma çıkmaya başladı. Hayalet Kitap’ta gıcık bir vergi hukuku hocasına vergi cezası geliyordu. Böyle bir esprili dil kullanayım derken bir süre sonra kitabı okumamış bir arkadaşımdan vergi hukuku hocamızın gerçekten böyle bir ceza aldığını öğrendim. Bu tesadüfler toplandı ve bende “Acaba yazdığımız şeyler gerçek hayatta karşımıza çıkabilir mi?” sorusunu uyandırdı. Diğer yazar arkadaşlarımla konuşurken onların da benzer tesadüflerle karşılaştığını öğrendim. Zaten hep şu olur; yazarken karakterle öyle özdeşleşir ki yazar, onun başı ağrısa yazarın da ağrır, karamsar bir bölümde yazar depresif olabilir. Sonuç olarak bunlar katlandı katlandı ve “varolmayanlar”da yazdığımız şeylerin yazarken bir şekilde hayatımıza da girmesine dair fantastik ve uçarı bir kitaba dönüştü. Fikrin ortaya çıkış yolu buydu fakat hiç kısa bir yol olmadı. Sürekli olarak tali yollara saptım. Yani sadece aklıma gelen fikre sabit kalmadım. Artık özgün fikirlerin bulunması çok zor. Önemli olan onu nasıl anlattığınızdır. Bu sinemada da böyledir edebiyatta da müzikte de. Ben de hikâyemizi derinleştirerek iyi bir anlatım yapmaya çalıştım.
41
Sanırım karakterleri ve fikri özümseyerek anlatabilmek hem ortaya çıkan eser adına hem de başarı adına gerçekten önemli yer tutuyor. Kendi açımdan daha başarılı bir iş çıkar mı bilmiyorum fakat şu an bu kitabın benim Star Wars’um olduğunu düşünüyorum. Bu roman üzerinde o kadar çalıştım ve o kadar kafa patlattım ki, ne bileyim, Neil Gaiman’ın "Amerikan Tanrıları" gibi veya atıyorum; Nirvana’nın "Nevermind"ı gibi benim için bir zirve olabilir. Bilmiyorum, belki de bunu söylemek için çok erken ama şu anki hissiyatım o yönde…
42
Kitaba baktığımızda bir kaos ortamından söz edebiliriz. Hem sisteme getirdiği eleştirel bakış açısı hem de klasik siyasi söylemden uzaklaşan üçüncü bir yol göstergesi sanki kaosu işaret ediyor gibi. Kitap kaosu mu öneriyor? Kitap kaosu öneriyor mu ondan emin değilim. Aslında kitap bir şeyi önerir mi? Bu soruyu sormak lazım. Biraz kitabın çizdiği yol böyleymiş gibi oldu. Ben 43
kaostan yana birisi değilim. İnsanoğlunun zekâ da dâhil vicdanımız da dâhil bir evrimden geçtiğini düşünüyorum. Yavaş yavaş bazı şeyleri daha iyi çözebileceğimizi düşünüyorum. Yani kitaba nazaran daha umutluyum ama bir yandan bakıldığında ortada bir çıkmaz var. Çözümü düşündüğünüzde bazen bir kaos çıksın ve insan akıllansın diye düşünmüyor değilim. Aslında yaşadıklarınıza bakılırsa önermekten daha ziyade öngörüyor diyebilir miyiz? Evet, önermekten ziyade öngörmek daha iyi bir tespit olur. Kitapta sunulan manzaranın aslında gerçekçilerin elinde olan bir gazeteden aktırıldığını görüyorsunuz. Belki de başka bir açıdan bakıldığında yaşananlar daha iyimser yorumlanabilir. Bu yüzden okura da açık kapı bırakmak istedim. Ortada biraz soyut bir son var. Sonu yazmadan önce Boris Vian’ın "Kırmızı Ot"u aklıma gelmişti. Sonra "Buffy The Wampire Slayer"ın bir bölümünü hatırlamıştım. Onların da biraz soyut biraz sembolik sonları vardı. Ben de biraz soyut bitmeli diye düşünüyordum ki öyle de oldu. Peki, bu son sizi tatmin etti mi yoksa “tamam yahu soyut oldu işte” mi dediniz? Hayır, ben sondan gayet mutluyum. Zaten bir hikâyeci olarak tercih ettiğim yöntem, fikri bulup zenginleştirdikten sonra finali bulmaktır. Usta romancılarda bile üçüncü perde sendromu var. Finalde çuvallayan bir sürü usta isim var. Zaten usta bir isim değilim. 40 yılda bir kitap yazdığım için finali çok önemsedim. Kitabın yapısı biraz "Lost" dizisine benziyor. Onda da çok fazla yan hikâye vardı ama son sezon çok kötüydü. Ben de bu hataya düşmemek için ekstra çaba harcadım. Lost’ta sanki bir yerden sonra “nasıl olsa tuttu. Biraz uzatalım” dediler. Haliyle toparlayamadılar. Sizin avantajınız başının ve ne zaman biteceğinin belli olmasıydı. Bu bir avantaj olabilir. Bu yüzden de ne kadar çok tali yola girsem de, yan hikâye anlatsam da zaten bunlar planlanmıştı. Benim okuduğum kitaplarda aradığım şey yazarın çok büyük bir plan kurmasıdır. Planın sonu olmayınca başı da bir şey ifade etmiyor. Lost’ta da, okuduğum kitaplarda da başyapıt gibi görünen eserlerin sonunda çuvallaması benim gözümde her şeyi bitiriyor. Kitabı yazarken bulduğum bu iyi fikrin karşılığının kâğıda aynı iyilikle yansıtılması gerektiğini düşündüm. Ekstra bir sorumluluk yüklendim. Sıradan bir fikir 44
bulsaydım kendimi bu kadar zorlamazdım. Stephen King yazarların aslında fikir bulmadığını, o fikirlerin başka bir evrenden gelerek yazarları bulduğunu söyler. Ben de fikrin beni bulduğunu düşünmüştüm. Hayatımın o dönemdeki tek amacının bu hikâyeyi iyi anlatabilmek olduğuna karar vermiştim. Çok uykusuz kaldım, çok okudum, çok yazıp sildim. Umarım emeklerin karşılığını kitaba yansıtabilmişimdir. Kitap kültürel alanın dışında bilimsel veriler de içeriyor. Örneğin antidepresanların ve diş macunlarının aslında bilimsel olarak bilinen ancak toplumsal olarak bilinmeyen etki ve etkisizlikleri üzerine açıklamalar var. Kapitalizm bunu istiyor, insanlar da bunu yerine getiriyor. Bir süre sonra buna karşı insanlar bile çarkın parçası oluyor. Benim gibi olan yazarların şu an yaptığı iş reklâm, metin yazarlığı yapmak, dizi senaryosu yazmak vesaire. Yani yaratıcı insanların hayatını kazanması için onlara sunulan iş imkânı tüketim çılgınlığını köpürtmeleri yönünde oluyor. Burada fena bir kısır döngü var. Herkes kendine bir kaçış yolu arıyor. Benim kaçışım da edebiyat oluyor. Aslında bazı şeyleri insanların keşfetmesi gerek fakat insanlar da para harcamayı seviyor. Maddi gücümüz ne kadar kısıtlı olsa da son model arabaya, en basitinden son model cep telefonuna paramızı yatırıyoruz. İlaçla Tedavi Efsanesi diye bir kitap çıktı. Kitabın antidepresanlarla ilgili bölümünü yazabilmek için onu okudum. Ayrıca kitabı tavsiye de ederim. Zaten bu konulara merakım vardı ve fikir sahibiydim. Diş macunu konusu Küçük Kıyamet’te de bahsini geçirdiğimiz bir mevzuydu. Onun araştırmasını da sağlam kaynaklardan yaptım. Diğer böyle komplo teorilerinden faydalandım. Zaten yapmak istediğim gerçeklerle biraz oynamaktı. Her zaman tarihsel ve bilimsel şeylere sadık kalmadım. Örneğin çok tanrılı dinleri savunduğum gibi bir izlenim yaratmış olabilirim. Sonuçta onlar da tek tanrılı dinlerden daha barbarca uygulamalarla insanları meşgul ettiler. Kitapta çok tanrılı dinlerin aslında insanların süper kahraman ihtiyacını karşıladığı gibi sonuçlara varıyoruz. Bu çok ciddiye alınabilir bir fikir değil. Kendi düşüncelerimi bile çarpıtarak verdim. Yoksa çok didaktik ve öğretmen edasıyla bir şey anlatmış olurdum. Kitabın hep tarafsız bir bölgede olmasına, sadece özgür düşüncenin tarafını tutmasına çalıştım. Kitapta “mecburi mesai insanlarının mutlu olmak için paraya ve güzel bir insanla birlikte olmaya çalıştığı” mesajı verilerek günümüz toplumuna sağlam bir iğneleme olarak göze çarpıyor. Karakter mi böyle yaratıldı yoksa böyle mi düşünüyorsunuz?
45
Ben öyle düşünüyorum. Hem çalışan insanlara hem de erkek dünyasına eleştiri getiriyorum. Erkek dünyasının estetik kaygıları, bu kaygıların gerçek duyguların önüne geçmesi, erkeklerin kız konusunda arkadaşlarına hava basması, koleksiyoner mantık, ilk aşk gibi masum bir duygunun bile deneme tahtasına dönüşmesi gibi birçok konuyu eleştirmek istedim. Bugün bize mutluluk için prezantabl bir işe, şık bir arabaya, güzel bir eşe, iyi bir maaşa sahip olmanız gerektiği dikte ediliyor. Sonra ne oluyor, insanlar sevmedikleri işlerde çalışıyorlar, âşık olmadıkları karı – kocalarıyla yaşıyorlar, yıllarca biriktirdikleri parayla aldıkları arabaların içinde trafikte ömür tüketiyorlar. Doğal olarak sistemin de insanı köleleştiren bir yapısı ortaya çıkıyor. Kesinlikle! İnsanoğlu neden bu kadar çalışıyor ya da hafta içi neden 3 ya da 4 gün değil de 5 gün? Teknolojinin bu kadar geliştiği bir dünyada insanların bu kadar çalışıyor olması korkunç bir durum. Bu biraz devlet politikalarıyla ve dini inançla alakalı. Çünkü bütün din kitaplarında çalışmanın en kutsal ibadet olduğu söylenir. Ülken için çalışacaksın, gerekirse canını vereceksin. Küçükken hayalimiz, hayallerimizin gerçekleşmesiydi, herkesin farklı farklı hayalleri vardı. Büyüyünce değişti bu, herkesin tek hayali var; zengin olmak. Ölesiye çalışacaksın ve zengin olacaksın! İyi de bunun adı kölelik işte. Daha önce Hayalet Kitap, film yapıldı. Siz de birkaç söyleminizde bu kitabın da film yapılmasını istediğinizi belirttiniz. Kitabınızı hangi yönetmenin film yapmasını isterdiniz? Christopher Nolan yönetmenliğinde Steven Spielberg’in yapımcılığında bir film olsa mükemmel olabilirdi. Espri bir yana; Türkiye’den Taylan Biraderler’in çekmesini isterim. Zaten daha önce beraber çalıştık, aynı zamanda yaptıkları işi de seviyorum. Onların dışında Türkiye’de tabi ki iyi yönetmenler de var. Mesela fantastik sinemada Çağan Irmak var fakat otör yapısından dolayı o kendi senaryolarını çekiyor. Türkiye’de genel olarak aslında otör yönetmen mantığı var. O yüzden aklıma gelen ilk isim Taylan Biraderler oldu. Gerçekten bu kitabın filme çok yakışacağını düşünüyorum. Sürekli olarak bu yönde eleştiriler alıyorum. Hayalet Kitap’tan sonra da aynı şey olmuştu ve o filme dönüştü. Gerçi Hayalet Kitap’ın Okul’a dönüşmesinde bazı sıkıntılarım vardı, halen var. Ne gibi sorunlar?
46
Hakkıyla sinemaya yansımadığını düşünüyorum. Varolmayanlar da öyle film olacaksa hiç olmaması daha iyi. Okul’un böyle bir film olmasında benim de çömezliğim rol oynadı. Bu defa öyle bir kazaya uğrayacağımızı düşünmüyorum. Kitapta yaratılan karakter filmde karşımıza çıktığında bazen hayal kırıklığı yaratabiliyor. Bu sizde çekingenlik yaratıyor mu? Bu sadece karakter değil, makas da olabilir, yorum farkı da olabilir ama kritik şeylerin önemli olduğunu düşünüyorum. Örneğin Okul’da Sinem Kobal’ın oynadığı Şebnem karakterinin aynada kendi vampir versiyonuyla karşılaşmış olması filmden çok şey götürdü. Çünkü orada karakterin korkusu yaşlanmaktı ama makyöz gitti vampir gibi bir şey koydu. Evet, bizim amacımız korkukomedi yapmaktı ama ortaya ucuz komedi çıktı. Sinemada kontrol edemediğiniz çok fazla şey var. Sadece senaryoyu yazıp bırakamıyorsunuz. Derdinizi makyöze de anlatmanız gerekiyor, oyuncuya da. Bir de yapımcının kurguda çok şey götürmesi filme zarar verdi. Varolmayanlar’da bu aksiliklerle karşılaşmayacağımız için Türkiye’de, belki de dünyada gişe yapabilecek bir film ortaya çıkabilir kanaatindeyim. Artık fantastik film konusunda Türkiye’nin de dünyaya açılması gerekiyor. Her ülkenin dünya çapında hayranları olan bir “fantastik filmi” mevcut. Türkiye gibi fantastik geçmişi çok eskiye dayanan bir ülkeden elle tutulur bir film çıkmamış olması sinemamız adına utanç kaynağı. Mesela Puslu Kıtalar Atlası da filme dönüşse çok güzel bir film olabilir. Fantastik edebiyatımız her yıl yeni iyi yazarlar çıkartıyor. Birilerinin artık bunları sinemaya uyarlaması veya fantastiğe eli yatkın yazarlara senaryo yazdırması gerekiyor. Yoksa Türk fantastik sineması vasat korku filmlerinden ibaret olmaya devam edecek. Kendi filminizi yönetmek ister miydiniz? İstemezdim. Yönetmenlik beni hiç cezbetmiyor. Çok ağır bir yük gibi geliyor. Senaryo yazmaktan büyük keyif alıyorum ama yönetmenlikte 200 kişilik bir sette birilerine emir vermek en son yapabileceğim iş. Yönetmenler komutan olmak zorunda. Herkes bence kendi karakterine göre işler yapmalı. Futbol gibi. Ben defans oyuncusuysam forvette kötü oynarım. Ben yönetmen olamam ama önerilerde bulunabilirim. Güvendiğim yönetmen olursa zaten düşünmem. Bir de oyuncuların yorumu bazen bambaşka bir kalite katabiliyor. Örneğin Okul’da Ahmet Mümtaz Taylan’ın oynadığı okul müdürünü ben öyle çizmemiştim ama sonuç çok güzel oldu. Kendi dünyanıza kapanıp bir şey yazıyorsunuz, sonra yönetmenler, oyuncular ona kendi yorumunu katıyorlar, bu tip sürprizlerle karşılaşmayı da seviyorum. 47
Genelde kendini edebiyat ve sinema dünyasında konumlandıran entelektüeller arasında ana akım yazarlara ve Hollywood filmlerine karşı bir mesafe oluşuyor ancak siz öyle değilsiniz. Sinema ve edebiyatta ana akım sizi nasıl besliyor? Edebiyatta da sinemada da daha çok ana akım işler çıkaran kişileri takip ediyorum. Hollywood sinemasını da çok seviyorum. Klasik hikâye tarzını seviyorum. Avrupa sineması daha deneysel daha soyut ve farklı tarzda. Benim tercihim başı, ortası, sonu olan ET gibi Star Wars gibi filmler. Genelde ana akımın sistemle barışık olduğuna dair bir kanı var. Ben buna katılmıyorum. Klasik hikaye anlatımında sistemle daha çok uğraşabilirsiniz. Sanatsal filmlerde toplumsal örgüden daha çok bireyin yalnızlığına ya da çıkmazları ön plana çıkıyor. Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde toplumsallıktan ziyade bireyselliği eleştirirken, Matrix büyük bir toplumsal eleştiri yapar. Star Wars’ın özellikle yeni serisini, Yüzüklerin Efendisi’nin daha farklı ve eleştirel yorumlayabilirsiniz. Bilimkurgu ve fantastik edebiyat zaten sistem eleştirisini içinde barındıran, direkt o motivasyondan doğan tarzlardır. Ana akımı tercih etmem sadece eleştiri yapma olasılığının daha fazla olması değil, her şeyden önce o anlatımı seviyor olmam. Hani film izlerken beyazperdenin diğer tarafına geçersiniz de, orada karakterle bir olmuşsunuz gibi hissedersiniz ya… Sanatsal filmlerde o coşkuyu yakalayamıyorum. Ama çok formülize klişe işleri de sevmiyorum. O yüzden kendime ana akımla yer altı edebiyatı arasında bir patika çizdim, o yolda ilerlemeye çalışıyorum. Şu açıdan bakılabilir. Ana akımda sistem eleştirisi vardır elbet ama sistemin zaten kendisine hizmet ederken ne kadar eleştirel bakabilir? Örneğin; eleştirel olarak görülen bir filmin sonunda Amerikan bir kurtarıcı kahramanın gelmesi aslında verilmek istenen mesajın yönünü direkt olarak değiştiriyor. Belki de alttan alta sistemi empoze ediyor. Hollywood filmlerin çoğunda buna rastlayabiliriz. Örneğin Örümcek Adam 1’i çok sevmiştim ama sonunda Amerikan bayrağıyla ilgili bir sahnesi yüzünden filmi sildim. Bir tarafta da Fight Club gerçeği var ki gişe yapıp milyonlara seyrettirdi kendini ama insanlar o film sayesinde uyanışa geçti. V For Vendetta için de aynı şey geçerli olabilir. Anarşizmin biraz popülize olmasını tolere edebiliriz diye düşünüyorum. Çok yeraltı eserlerle veya sadece çok eğitimli insanların kavrayabileceği kitaplar ve filmlerle insanlarda bir uyanış yaratamazsınız zaten uyanmış olan kitleye hitap edersiniz. O yüzden ne kadar çok insana ulaşırsanız o kadar iyidir. 48
Müzik dünyasından bir örnek olacak ama Rage Against The Machine, Sony ile anlaştıktan sonra Zack De La Rocha “İnsanlara ulaşabilmemiz için Sony ile anlaşmaya mecburduk” şeklinde bir açıklama yapmıştı ki öyle de oldu. Birçok insan RATM sayesinde müziğe farklı baktı. Öbür türlü düşünürsek RATM olmasın, David Fincher olmasın, sadece belli kitleye hitap edenlerle ne kadar farkındalık yaratılabilir. Mesela Zizek. Televizyonlara çıkıyor, derdini anlatıyor, iyi de yapıyor. Sizin ailenizde anneniz de babanız da kardeşiniz de sizin gibi sanatçı. Bu tarz bir akım Avrupa’da görülüyor. Örneğin Huxley ailesi gibi bir ekol görebiliyoruz. Sizce Türkiye’deki aile ekolünü ve kültürel mirası Yücel ailesinin doldurduğunu söyleyebilir miyiz? Böyle bir akımdan ben şimdi haberdar oluyorum. Bizim çekirdek ailemizin dışına çıkıldığında çok da sanatçı bir aile değiliz. Daha çok kendiliğinden gelişen bir durum denebilir. “Annen yazar, baban oyuncu, sen de yazar oldun. Bu çok normal” anlayışına karşıyım ben. Sanki hiç emek sarfedilmeden yapılmış kalıbına sokma. Kitabımın da söylemeye çalıştığı şey bu biraz da: “ne olmak istiyorsanız olabilirsiniz, sadece emek sarfetmek gerekiyor.” O yüzden çok ailevi şeylere bağlamak istemiyorum bulunduğum yeri. Tabi ki annemin yazdıklarımı yorumlaması bana farklı şeyler katıyor ama babamı sahnede 1-2 defa görmüşümdür onda da çok küçük olduğum için neredeyse hatırlamıyorum. Dizisi vardı yakıldı, Bereketli Topraklar Üzerinde’nin doğru düzgün bir kopyası yoktu, 3 sene önce restorasyon yapıldıktan sonra izleyebildim. Annem ilk öykü kitabını yazarken ben de öykü yazıyordum. Benim etkilenmemin daha çok başıma gelenlerle ve hayal dünyamı ciddiye almamla ilgili olduğunu düşünüyorum. Gelelim futbola. Bilmeyenler için bir Gazoz Ligi’miz bir de Ayazma var. Son havadisler kardan dolayı bu haftaki maçlar iptal oldu. Ligde sondan üçüncüyüz. Son 6 ya da 7 maçımızı kaybettik. Bundan 2,5 sene önce Almanya’nın yazarlar takımı kurulduktan sonra diğer ülkeleri de gaza getirerek kendi aralarında maçlar yapmaya başlamışlar. Bize de talep geldi. St. Pauli’nin stadında maç teklifi gelince Bağış Erten’in kaptanlığında bir takım kurmaya çalıştık ama büyük sahada koşturacak yazar bulamadık. Sonra yazar, yönetmen, müzisyen karışık oldu. İlk maçımızda Almanya ile bir maç yapmıştık 7–1 yenildik. Ama daha sonra dünya kupası 49
tarzında bir kupa yapıldı. O zaman finalde Almanya’ya penaltılarla kaybetmiştik. Bütün turnuvalarda şampiyon olmuş İsveç’i yarı finalde yenmiştik. Öyle hem eğlencesine hem birlikte olup stres atma amacıyla kurduğumuz bir takımdır Ayazma. Kadroda kimler var? Kadromuz aslında baya kalabalık ama çoğu zaman işten güçten yorgunluktan toplanamıyoruz. Cansel Elçin var. Faruk Duman, Birol Namoğlu, Hakan Yel, Barış Bıçakçı, Alpay Erdem var. Harun Tekin var. Rıza Kocaoğlu ve Mert Fırat’ı de yeni transfer ettik.
50
Cevapsız Işık Sungurlar Tanrı gücenir mi dersin bize bir baharı daha eskittik diye
ACI Sabahı uzun olacak bir gecede Yavaş adımlarla ilerlerken ben Yüzünün yeşil denizlerinde Küçük bir balığı idam ediyorlardı
51
Nar Sizin... Abdullah Rıdvan Can Gözlerini ovduğunda saat bire geliyordu. Güneş tepeyi aşmış, artık odasından içeri iyiden iyiye giriyordu. Sinirlendi birden. -Al işte şuna bak Allahını seversen ya -Ne oldu gene arkadaş? -Ne oldusu var mı? Bugün erken kaldırabilirdin beni ama sen hiç oralı olmadın ne yapacağımı bildiğin halde. -Bak sen dün gece o kadar yat uyu diyen kimdi? -Bırak şimdi geçmişi sen -Uyanmadığın zaman da geçmişte kaldı onu da bırakalım da istersen vakit daha da geç olmadan geçiver gideceğin yere. -Aman be sus biraz. Hadi hazırlan -Ne hazırlığı? - Sen de geleceksin. Görünmeyen bir yere saklanır izlersin bizi. Bakalım kız nasıl tavlanırmış görürsün. -Bak şimdi gene gelmeyeyim diyeceğim yine küseceksin. En son ne olduğunu biliyorsun zaten... -Ne olmuş en son? -Ya yine internetten bulduğun kızla buluşmaya gidiyorduk hani. Sen gittin saatlerrce bekledin de kız gelmiş gitmiş snra sana internetten baktım hiç de fotoğraftaki gibi değilsin diyerek beğenmemiş ya seni... -Gülme öyle içli içli. Hem sus. Bak bu sefer kesin gibi. Hadi düş önüme. -Bu kaçıncı kız be. İnşallah bu kez olur da beni bir daha yormazsın. Elindeki limonun da canını okuyarak sıktığı suyunu saçlarına bir güzel yedirdikten sonra geçen seneki liseden kalma kravatını, sırf burdaki liselerin kravatlarına benzemiyor diye değişik görünümlü diye, takıverdi. Hiç adeti değildi ama kızın profil resminde ünlü bir artisin kravatlı fotoğrafını görmüştü bir ara. Kaçar mıydı bu ayrıntı onun gözünden? Şimdi biraz daha mutluydu. Gözlerinin içi gülüyordu. Bulmuştu ilk zaafını kızın. Kız kesinlikle kravatlı erkeklerden hoşlanıyordu. Ama şimdi gel gelelim üçgen mi bağlayacaktı yoksa öyle diktörtgen gibi görüken genelde liseye yeni başlamış yavrucakların bağlamayı bilmeyişleri halini mi yapacaktı? Üçgen bağlamalı ve düzgünce kemer hizasına kadar indirmeliydi kravartın ucunu. Neyse ki çok düzgün bağladı kravatı. Kız ilk önce buna vurulacaktı besbelli. Çekti ceketi üzerine. Omuzlarını 52
şöyle attı bir geriye doğru. Ayakkabılarını hohladıktan sonra geçiriverdi ayaklarına. Sonra döndü yanındakine. -Sen istersen biraz paspal gel. Zaten görünmeyeceksin ya sorun yok. Ama yine de benden iyi olmamak kaydıyla iyi giyinebilirsin. -Sen devam et hadi kardeşim bana aldırma. En yakışıklı sensin zaten bana birşey kalmadı merak etme sen. İçinden, ama kıs kıs, gülerken son bir kez kravatını düzeltti ve yola çıktı. Gideceği kafeyi önceden belki on kere herhangi bir kız için eskitmişti. O yüzden pek tanınmak istemiyordu. Saçları da kuruyup zamk gibi olduktan sonra elleriyle şöyle bir kontrol ediverdi sertliğini. İyiydi. Kafeden içeri girdiğinde etrafta tüm gözler ona dikilmişti. Artık daha da güveniyordu kendine. Baksanıza herkes dönmüş kimdir bu gelen beyzade diye bakınıp duruyorlardı. “Eh” dedi içinden “gördün mü nasıl da etkiledim girdiğim anda.” İçine kıpır kıpır bir gülümseme yerleşti. Sonra burada sınıf arkadaşlarının olabilme ihtimalini hesaba katarak çok az görünür bir köşeye çekildi. Bu köşede duranları çok dikkat edilmezse göremezdi kimse. Sınıfta zaten pek seveni de yoktu. Yeniydi ne de olsa. “Aman” dedi bir an. “Neyse ne! Şimdi gelen kızla evlenirim belki de zaten okul bu sene bitiyor. Bende resim yeteneği hat safhada. Bir resim galerisine kapak attım mı iş tamamdır.” Ama önce sınava girmesi gerektiğini biliyordu. “Neyse” dedi. “Gireriz. O iş de kolay.” İlerden bir kız masaya doğru yaklaşıyordu. Hemen yan masada da yanında getirdiği arkadaşı vardı. Kaş göz yaptı kız gelince bakmasın diye. Masaya yanaşınca tebessüm ederek konuşmaya başlayınca bizimkinin nutku tutuldu. -Taylan? -Yeşim? Kız hiçbirşey demeden hala yüzündeki o saçma gülücükle oturuverdi masaya. “Allah allah” dedi içinden. “Hala gülüyor ya. Ne var ki suratımda? Acaba limonun çekirdeği mi kaldı ne?” -Profil resminizdeki kadar varsınız. Nasıl bir girişti bu ya. Ne demek kadar... Ulan ama kız haklı, babaannemin fotografını bile yirmilik gösteren proğramları var adamların. -Siz de öylesiniz. Altta kalmamalı kızın dengi cevaplar vermeliydi. İk andan şımartmak olmazdı. Nesine lazım sonra başına çıkardı. -Lise son sınıf değil mi? -Evet. Sizin? -Lise son benim de. -Ya öyle mi? Ne yapmayı düşünüyorsunuz okuldan sonra? -Üniversite sınavlarına gireceğim. Tıp istiyorum. 53
-Bir de tıppa soralım o sizi istiyor mu? Bir kahkaha koyuverdi Yeşim. Taylan böylesine basit espiride güldüğü için Yeşim’in zekası hakkında bazı ön yargılar kazandıysa da ilk golü atmıştı. Kızlar komik erkeklerden hoşlanırlardı. Ama aklı hala kravattaydı. Niye birşey dememişti ki daha? -Haklısınız bir de ona sormak gerek. Ama derslerim iyi sınavlardan da iyi notlar alıyorum. Yani hangi şehri tercih edeceğime bakıyor herşey. Çok emin kendinden, çok. Pek sevmem böyle bildik bildik konuşan kızları diye geçirdi içinden Taylan. -Ben de ressamım Niye beklemedi sormasını ki Yeşim’in. Hay Allah al sana kendini beğenmişlik. Ama olsundu belki iyi bir girişti. Tepkisini görmek lazım. -Ya öyle mi? Ne çiziyorsun? -Resim Yine bir kahkaha patlatıverdi Yeşim. Taylan artık emindi: Bu kız salak. Ne bu böyle gülüp duruyor ucuz espirilere. Neyse dedi toparlan da git artık zaten çirkin birşeymiş de. -Ya benim bir görüşmem vardı bir galeriyle ona gidecektim de saat de yaklaşıyor. Kalksak mı? -En azından bir çay içsek? El ediverdi bizimkisi garsona. İçinden de bir sürü saçma sapan fikirler geçip duruyordu. Kızın burnu da pek büyükmüş. Saçları çok mat. Yağlı da. Hiç geçmez bu kızla ömür dedi. Parmakları da bayağı iriymiş. Yok yok. Çayı iç sonra topuk diye diye iç geçirirken garson hesap için geldi yanlarına. -Üç çay. İkisi bize biri de şu yan masadaki arkadaşa. -Yok yok dört olsun. Biri de şu yanındakine. Garson çok acayip bir olaya tanıklık ediyordu şu an. Yeşim’in de Taylan’ın da işaret ettiği yer aynaydı. Ve orada kendi gelmeden önce Yeşim’le Taylan’ın yansımaları vardı. -Ama efendim orada bir masa yok. Orası ayna. -Sen bize ne diyorsun? Deli miyiz biz abi? -İsterseniz getireyim ama orada bir ayna var. Siz içersiniz çayların dördünü de. -Sen dediğimizi yaparsan iyi olur yoksa buranın sahibiyle görüşmek zorunda kalacağım. Garson gerisin geriye giderken Taylan hafif bir tebessümle Yeşim’i süzdü. “Heh” dedi “tam benlik bir kızmış bu. İyi ki çaya kalmışım yoksa tanıyamazdım.” Masaya çağırsak mı diye bakıştılar bir ara arkadaşlarını. Sonra “biz bize iyiyiz böyle” bakışı attı Yeşim. Yan masada çaylarını içip onların bu mutlu hallerini izleyebilirlerdi. Buna izin vardı ama gelmesinlerdi. Taylan 54
sözsüz geçen bu son sahnede birbirlerini anlayabildikleri için daha da mutlu olmuştu. -Kravatını dikdörtgen bağlayan erkekleri de pek severim. Taylan bir baktı ki kravatı üçgen. Hemen telaşla kıvırmaya başladı. -Ben zaten dikdörtgen bağlarım da arkadaş işte, böyle üçgen biliyormuş o bağladı deyip pişmiş kelle gibi sırıttı Taylan. Sonra aynaya dönüp “hep senin yüzünden” bakışı attı kendine. Yeşim de aynaya bakarak kendi kendine tebessüm ediyordu ki garson çayı bırakıp alelacele gitti. Korktu da. Çay bitince sözleşip ayrıldıktan sonra bir daha pisikiyatrist Neriman Hanım’ın özel muayanesinin koridorunda karşılaştılar. Yeşim Taylan’ı orda gördüğünde suratını büzüştürüp uzun burnundaki sivilceleri görmüşçesine iğrenerek baktı. Taylan da “ulan daha önce böyle birini gördüm ama benim birlikte olduğum kızlardan biri gibi geldi ama ben böyle turşu suratlı biriyle otobüste bile yan yana gelmeye dayanamazdım” diye iç geçiriverdi bir an. Sonra aynaya dönüp kravatını düzelttikten sonra “ulan nerden çıktı bu kravat sevdası da anlamadım ha neyse” deyiverip Neriman Hanım’ın odasına girdi. Hikayeyi Neriman Hanım’a da anlattık. Taylan duymadı ama. Neriman hanım Taylan’ın ilkokul aşklarını, ne kadar başarılı bir ressam oluşunu, o kulağı kesik ressamı rüyasında görüp ondan ders aldığını dinler gibi yaparken aslında bizimle beraber Taylan’ı hikayesini okuyordu. Kafa sallaya sallaya seansı bitiriyordu ki Taylan son bir soru daha sorup çıkacağını söyledi. Neriman Hanım da soru bekleyen yüz ifadesi takınıp Taylan’ın ağzından çıkacak kelimeleri bekledi. -Sen mi hoşlanıyorsun yoksa bu kravattan yahu? Kim taktı bunu benim boynuma? Neriman Hanım son tetkikleri de yaptıktan sonra hastalığını saptadı: narsizm. Taylan’dan sonra içeri Yeşim girerken Taylan suratını öbür yana çevirdi. Yeşim de burnunu kapatarak geçip Neriman Hanım’ın odasına atıverdi kendini. Yeşim’in ilk aklından geçen “o ne topuzdu öyle, yakışmamıştı, maymuna çevirmişti Neriman Hanım’ı o saç” diye, içinden ama kendine, söylediği sözlerdi.
55
Meditatif Dans ile Yeni Bir Gün İlkay Sevgi En büyük lüksümüz kendimize ayırabildiğimiz zamandır. En büyük ilüzyon güvenliktir. Büyük bir banka hesabı ya da biriktirdiğiniz materyallerin hiçbirisi garanti altında sayılmaz. En büyük güvenliğiniz güvenebileceğiniz insanlar ve güven altındaki sağlıklı bedeninizdir.
Her gece uyumadan önce bir saniye gerçekten mutlu olduğunuzu hissedin, kendinize mutlu olduğunuz bir resim çizin ve o tablonun içinde uykuya dalın. Bilinçaltında ertesi günün ve kalan hayatınızın programını yaparken bu resme sadık kalırsınız ve hayatınız mutluluğunun hâkimiyetine girer. Bu resmi birkaç hafta çizmeye devam edin, genelde çerçeveniz aynı kalır veya mutluluk tablolarınız değişiyorsa da, çok azında maddi dünyanın zenginlik ve mutluluk sembollerine yer verdiğinizi görürsünüz. Genellikle resimleriniz doğal ortamlarda, yeşilin ve mavinin hâkimiyetinde, kırlarda koştuğunuz veya denizde 56
yüzdüğünüz anlardır. Bununla birlikte sevdikleriniz ve aileniz için resimleriniz sonuna kadar açıktır. Mutluluk resimlerinizin gösterdiği sizi gerçekten mutlu eden şeylere az zaman ayırdığınızdır. Zihniniz güdülendiği başarı, güven ve güç sembollerine sahip olma eğilimiyle sizi ittiği koşuda durup soluklanacak, kırlara veya ailenize vakit ayıracak izni kolay kolay vermez. Bu güdüler ruhsal amaçların veya mutluluk hedeflerinin uzağında televizyon ya da toplumsal normların esareti altındadır. Sizden çok daha büyük bir alanın yürütebilirliliğiyle ilgilenir. Bazı endüstriler için müşteri arar. Sağlık sektörü için hastalar, ulaşım için arabalar ve demir çelik için silahlar gerekir. Alışverişin sürmesi, mutluluktan önde gelir. Martıları seyretmek, kırlarda koşmak, ailecek pikniğe veya sevgilinizle parkta yürüyüşe çıkmak ve uzun bir sohbet, alışverişe dair olmadığı için size empoze edilmemiştir ve neredeyse mutlu olmaktan ötürü vicdan azabı çekersiniz.
Zihin size ait tek gerçek değildir. Aslında ne olduğunu tam olarak bilemeyeceğiniz, her gün farklı ambalajlar sunan bir nevi bilgisayar teknolojisidir. Varlığının tümünü, içsesi zanneden insan hayatını yanılgılara adar. Çünkü zihin gerçekleri sunmakla yükümlü değildir, olasılıkları sunar. Kendi gerçeğini yaratan; düşünce dünyasını duygu ve varlık dünyasıyla kesiştiren insandır. Zihin insanı, ucu bucağı belirsiz ihtimaller ve tekinsiz güvenlik özlemiyle hedefini unuttuğu bir koşuda gibidir. Dar bir alandadır. Soru işaretindeki yuvarlak noktaya tıkılıp kalmıştır. Aradığı güvenlik ve yeterlilik hissini bazı şeylerin peşinde gereğinden fazla koşmakla bulacağını zanneder ve bazılarına da tümüyle sırtını döner. Hâlbuki istediği tatmin denge noktasındadır. Hiçbir şeyin fazlası yeterli değildir. 57
Zihin beden ve duygu dünyasında denge yaratmak uzun vadeli, sistematik ve iradeyi geliştiren bir süreçtir. Meyveleri sağlıklı beden, duru zihin ve güçlü sinir sistemidir. Etkinliğiniz, yaratıcılığınız ve güvenliğiniz; bu üçlü üzerindeki gelişiminize ve hâkimiyetinize bağlıdır. Yüzyılımızın en büyük sorunları; gelişkin bilgi yüküne rağmen yeterli olmayan farkındalık ve bu yüzden artan çevre kirliliği ve hareketsizlik, yüzeysel ve tutarsız çeşitliliktir. Çeşitlilik, tutarlık yaratabildiğiniz sürece artabilir. Derinlik her seferinde aradığınızın dışarıda değil, içerde olduğunu söyleyecektir.
Hareketsizlik, alkolden ve sigaradan daha tehlikelidir. Hareketsizlik ya da yanlış nefes alışkanlıkları, kalp ve damar hastalıkları, kireçlenme, kemik erimesi, disk kayması, şeker, kanser, migren gibi iç ve dış hastalıklara davetiye çıkarır. Suni güzellik arayışları hiçbir zaman tatmin edici değildir. Kolaycılık gerçek çareyi size sunmaz yalnızca vaktinizi alır. Güzellik, sağlık kaynaklıdır. Hareket ve nefesin bütünsel biçimde sunulduğu programlar dışında hiçbir makine ya da alet, size ışıldayan bir cilt, parlayan saçlar, biçimli omuzlar, uzun kas yapısı, dik ve doğru duruş, esnek omurga sağlayamaz. Tek bir hareket ile boyunda biriken yağlardan kurtulabilirsiniz. Hâlbuki bu bölgeye yapılan operasyonlar çok tehlikelidir. Eğitmen Sinan Temizalp’in anlattığı şekliyle yer çekimi vücudumuzda sürekli bir basınç oluşturur. Bu da vücudun zamanla kısalmaya başlayarak omurgaya baskı kurmasına neden olur. Güçsüz kaslar, ağırlığın dengesiz yayılması yer 58
çekiminin etkisini güçlendirir. Hava kirliliği, yeşilden ve doğadan uzakta yaşamak, nefes ile bu boşluğun doldurulmasını da engellediği için vücudumuz havasız kalır. Zihinsel odaklı yaşantımız bizi stres ile kasarak, soluksuz bırakınca kramplar, ağrılar ve tansiyon peşimizi bırakmaz. İnsan vücudunun en büyük kâbusu uzun süre oturmaktır. Yatmak bile daha iyidir. Tüm enerjiyi zihine ve beyine yöneltmek, kısırdöngüsel, fayda yaratmayan bir yaşam alışkanlığıdır. Meditatif dansın uzun vadeli hedefleri dengeli, doğal sağlık kazanmış ve hastalıklarla uğraşmak zorunda kalmayan, sinir sistemi güçlü, her tür harekete hazır olan insanlar ve birbirleriyle iletişime geçmekten korkmayan, sosyal sunumların sırrını çözmüş, başarılı ve konsantrasyon seviyesi yüksek bireylerden oluşan bir toplumdur. Böyle insanlar ve böyle bir toplum gözünü geleceğe dikmekten korkmaz ve geçmişe esir olmaz. Sadece özenilen hareket dolu yaşamları, üretkenliği kazanmak hayal değildir. Bir adım atmak ve adımları sürekli hale getirmek gerekir. Hayatı zaten oluşmuş bir gerçek değil, oluşmakta olan bir süreç olarak algıladığımızda, insan olarak, mutlu ve tatminli olmayı sağlayan değişim ve değiştirme gücünü edinebiliriz. Yılların yerçekimine yenilgisini ifade eden çökük omuzlardan ve bitkin bedenlerden kurtularak, enerji, kondisyon ve form kazanmak, mükemmellik ve uyum aslında bize sandığımızdan çok daha yakındır. Meditatif Dans ile YENİ BİR GÜN YENİ BİR BEDEN www.meditativedance.com
59
1(K)1'NİN YALNIZL1+1=1 Gökhan Soysal bir rüyadaydı(k) uyandık uyandık ve anladı(k) güzel bir rüyadaydık ağladı(k) güzel bir rüyada yalnızdı(k)
60
Seçimler Osman Bahar Geçenlerde bir arkadaşımla konuşurken “Hayatta en üzücü şeylerden birisi yanlış seçimler” demiştim ki karşılığında “Hayır, yanlış seçimler tecrübedir. Önemli olan ondan ne çıkardığındır. Defalarca yanlış seçim yapıp, üzülüyorsan sen üzülmeyi hak etmiyorsundur çünkü ders almamışsındır” demişti. Belki kendi fikriydi belki bir yerden alıntıydı cevabı ama doğruydu. Daha sonra bunu düşündüğümde, aşk hayatımızda, iş hayatımızda yaptığımız seçimlerin yanlışlığına ve utanmadan yine aynı hataları yapıyor oluşumuza üzüldüm. Dün akşam bir arkadaşım çat kapı gelip karşımda ağlamaya başladığında şöyle diyordu. “Yıllarımı verdim ben bu ilişkiye. Onun en zor zamanında yanında oldum, acı çektirdi ses etmedim, neyse acısıyı paylaştık. Bunun üstüne benim zor zamanlarımda, sanki yıllarımı verdiğim insan değilmiş gibi ‘bıktım senin dertlerinden’ diyebildi. Ayrıldık. Bu ayrılığın üstünden 3-5 gün geçti tutup başka birine gidebildi. Peki, hani o tatlı söylenen aşklara ne oldu?” Haklıydı ama yıllarca yaptığı seçimin yanlış olduğunu fark etmemişti. Belki bir dahaki sefer aynı hataları yine yapacak. Ama artık sorunu başkasına arama lüksü olmayacak. Ben, bir sürü yerde çalıştım bugüne kadar. Maalesef askere gitmeden önce ayrılırken “Oh, kurtuluyorum buradan” dediğim işe askere geldikten sonra geri dönmek zorunda kaldım. İlk başlarda sorunu “İş bulamıyorum”a bağlıyordum fakat artık yetersizliğimden, başarısızlığımdan dem vuruyorum. Aslında gelmek istediğim yer bambaşkaydı fakat konu dolandı biraz. Hadi bireysel olarak yanlışlar yapabiliyoruz ama toplum olarak ne kadar yanlış bir yolda olduğumuzun farkında değiliz. Dünyanın en büyük yazarlarından Paul Auster açıklama yapıyor “Sizin ülkenizde hala gazeteciler tutuklanabiliyor” diye. Bizim oturup “Nerede hata yapıyoruz” diye düşünmek yerine sidik yarıştırıyoruz. “İsrail’e gidiyorsun. Sen iki yüzlüsün” diyoruz. Evet, hala haksız yere insanları mahkûm edebiliyor, demokrasimizin başarısını anlatıp gazetecileri hapse gönderiyoruz. Küçük çocuklara tecavüz edenleri 61
“Onların bilinci yerindeydi” diyip serbest bırakabiliyoruz. Ahmet Şık, savunmasında şuna benzer bir cümle kullanmıştı. “Beni altında imza bile olmayan bir kağıt yüzünden mahkum ediyorsunuz, oysa ben size bir sürü kanıt sunuyorum.” İşte aslında adaletin bu ülkede nasıl işlediğine dair bir kanıt. Önemli olan ülkeye adalet sarayları yapmak değildir. Önemli olan o sarayları adaletle doldurabilmektir. Kaldı ki, saraylarda adalet, tek bir kişinin (padişahın yahut kralın) ağzından çıkacak kelimedir. Bugün maalesef adaleti saraya taşıdık diye seviniyoruz. Ne acı. Artık yaptığımız seçimleri sorgulama zamanımız gelmiş de geçiyordur. 100 yaşına gelmiş Kenan Evren’i mi yargılayacaksınız? Herkes biliyor ki, öyle olmayacak. Bizim halkımız televizyonda beğenmediği yayınlara ÇOCUKLAR için sansür getirdiğini söyleyen ama aynı çocuklara tecavüz edildiğinde onların aklı yerindeydi, isteyerek yaptılar damgası vuran, çocuğunu başka adamlara para karşılığında satan babalara göz yuman bir adalet istiyor olamaz. Biz ölümle pençeleşen kot taşlama işçilerinin halini görmezden gelen, eski Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’ı, dağa çıkmadığı için pişman eden (Radikal’de Yıldırım Türker’in Demirbaş’ın Katili Olmayın yazısını mutlaka okuyun) bir hükümet istiyor olmamalı. Parası için milletvekili olup, vekil olduğu şehre gitmeyen, tek bir konuda bile mecliste söz almayıp, televizyonlarda yorumculuk yapan vekillere hala göz yumuyoruz. Üstelik bu saydığım olaylar çok kısa zaman öncesine kadar yaşanan şeyler. Geçen 9 yılın içinden sadece bir kuple. Artık sorunu başkalarında aramaya da gerek yoktur. Suçlusu, biziz. Yanlış seçimlerin bizi üzmesine değil, tecrübe olarak beynimize kazınmasına ihtiyacımız vardır.
62
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir.
*** 63
Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: “Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!” Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz…
*** Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli… 64
Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister…
Not: Mustafa Balbay tutuklu olduğu için bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Sayın Serdar Kızık’ın izniyle yayınlıyoruz.
65
azizm.sanat@gmail.com www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
66